Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2858

Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2862
Ahkaf Suresi - Tefsirim

Ahkaf Suresi

46 / Ahkâf Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 35 âyettir. 10, 15 ve 35’inci âyetleri Medîne döneminde inmiştir. 21. âyette geçen Ahkâf kelimesi, “rüzgârların yaptığı kum tepeleri” anlamına gelmektedir. Sûre adını buradan almıştır. Burası, Yemen’de Âd kavminin yaşadığı bölgedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/501)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

46/1-6  BEN  SÂDECE  APAÇIK  BİR  UYARICIYIM

1. Hâ, Mîm.

2. (Bu) Kur’ân’ın indirilmesi mutlak gâlip, tek hüküm ve hikmet sâhibi Allah tarafındandır.

3. Biz gökleri, yeri ve bunların arasındaki şeyleri ancak, hak (vehikmetgâyesi) ile ve belli bir vakit için yarattık. İnkâr edenler ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.

4. (Rasûlüm! Müşriklere) De ki: “Allâh’ı bırakıp taptıklarınıza hiç dikkatle baktınız mı? Yeryüzünde ne yarattıklarını bana gösterin. Yoksa onların gökler(inyaratılışın)da bir ortaklığı mı var? Doğru söyleyenlerseniz, haydi bana (varsa) bundan önce indirilmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin!”

5. Allâh’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek olan(lar)a tapınan (ondanyardımisteyen) kimseden daha sapık kim olabilir? Hâlbuki onlar, bunların tapmalarından (bile) habersizdirler.

6. Ve insanlar (mahşerdeAllâh’ınemriyle) toplanınca (putları) kendilerine düşman olacaklar ve onların kendilerine taptıklarını da inkâr edeceklerdir. [bk. 2/166167; 18/52; 25/17-19; 29/25]

1-10 (1, 2).‘(Bu) Kur’ân’ın indirilmesi mutlak gâlip, tek hüküm ve hikmet sâhibi Allah tarafındandır.’ İşte bundan dolayı bu Kur’ân-ı Kerîm, yüce Allâh’ın izzet ve hikmetinin tecelligâhıdır. (S. HAVVÂ, 19/343)

Yâni bu sûreye ve diğer sûrelere şâmil olan Kur’ân, ‘Allah tarafındandır’ Birbiri ardına kitap göndermek Allah tarafındandır. Zîrâ Allah Teâlâ ‘Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir ki?’ (Nisâ 4/122) buyurmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 19/88)

(3).‘Biz gökleri, yeri ve bunların arasındakileri’ oyuncak olsun, bâtıl ve boş yere değil, ‘ancak hak ile ve’ erişeceği ‘belirli bir süre için’ – ki kıyâmet günüdür – ‘yarattık.’ Yâni hiçbir şekilde eksilmeyecek ve artmayacak, belirlenmiş bir süreye kadar bunları yarattık. Bu ise vahiy göndermeyi, peygamber göndermeyi gerektirir ki, insan için yaratmanın hikmeti ve Azîz olan Allâh’a kulluğun gereği ile uyumlu bir şekilde insanın izleyeceği yol tayin ve tespit edilsin. (S. HAVVÂ, 13/344)

‘.. hak ile yarattı’ demek, boş yere yaratmadı, bir hikmete ve amaca göre yarattı demektir. Bu amaç ve hikmet, yaratıkların Allâh’ın varlığına, birliğine, kudretine ve nîmetlerine delil olması ve insanların hizmetine sunulmuş olmasıdır. (İ. KARAGÖZ 7/139)

‘İnkâr edenler ise korkutuldukları şeylerden yüz çevirmektedirler.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Şânı yüce Allah onlara kitap indirmiş, peygamber göndermiş bulunmaktadır. Onlarsa bütün bunlardan yüz çevirmektedirler. Yâni, bu konuda gerçekten aldanış içerisinde olduklarını bileceklerdir, demektir. (S. HAVVÂ, 13/344)  

(4).‘(Rasûlüm!) De ki: “Allâh’ı bırakıp taptıklarınıza hiç dikkatle baktınız mı? Yeryüzünde ne yarattıklarını bana gösterin. Yoksa onların gökler(inyaratılışın)da bir ortaklığı mı var? Doğru söyleyenlerseniz, haydi bana bundan önce indirilmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin!” Bu âyetteki ‘önceden gelmiş kitaplar’dan murat, Allâh’ın daha önce indirdiği kitaplardır. ‘Bir bilgi kalıntısı’ndan murat, sonraki nesillere güvenilen bir vâsıtayla ulaşmış eski devirlerdeki nebilerin ve sâlihlerin tâlimatlarının kırpıntılarıdır. Bu iki vâsıtayla insana ulaşan hiçbir şeyde şirkten bir iz yoktur. Şimdi Kur’ân’ın tebliğ etmekte olduğu bütün semâvi kitapların ittifak ettiği tevhid ve önceki ilimler hakkında ne kadar eser kalmışsa, bunlarda da şirkin hiçbir izine rastlanmamaktadır. (MEVDÛDİ, 5/319)

Bir iddiâ, ya akıl ve ilim delîli ile yâhut da sağlam rivâyetlerle (nakil delîli ile) ispat edilir. Müşriklerden, önce akıl delîli istenmiş, arkasından da sağlam bir yazılı veya yazısız rivâyet talebi ile yetinilmiştir. Ancak her iki talep de iddiâ sâhipleri tarafından karşılanamamıştır. (KUR’AN YOLU, 5/27)

(5).‘Allâh’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek olan(lar)a tapınan kimseden daha sapık kim olabilir? Hâlbuki onlar, bunların tapmalarından (bile) habersizdirler.’ Yakarma işiten, gören, bilen, isteneni verme gücü bulunan varlığa yapılırsa anlamlı olur. Putlar bunlardan mahrumdur, yalvaranların farkında bile değildir, kıyâmete kadar da cevap veremeyeceklerdir. Bütün bunlara rağmen putlara yalvarıp yakaranların şaşkınlıkları apaçık ortadadır. Kıyâmet gününde Allah, kendinden başka tapma konusu edinilen varlıklarla onlara tapanları biraraya getirecek, taraflar birbirinden nefret edecekler, tapılanlar Allâh’a sığınarak kendilerini savunacak ve gerçekte müşriklerin kendilerine tapmadıklarını da açıklayacaklardır. (Yûnus 10/29; Furkan 25/18; Kasas 28/63; KUR’AN YOLU, 5/27)

(6).‘Ve insanlar (mahşerde) toplanınca (putları) kendilerine düşman olacaklar ve onların kendilerine taptıklarını da inkâr edeceklerdir.’ Bu putlar şöyle derler: Bizler sizleri bize tapınmaya çağırmadık. Böylelikle putlara en çok muhtaç olacakları zamanda onları desteksiz ve yardımsız bırakacaklardır. (S. HAVVÂ, 13/349)

46/7-11.KUR’AN VE KÂFİRLER

7. O (inkârede)nlere açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kendilerine gelen hak (Kur’ân) için: “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler.

8. Yoksa: “Onu kendisi uydurdu.” mu diyorlar? (Rasûlüm!) De ki: “Eğer onu ben uydurduysam, siz beni Allah’tan (gelecekazaptankurtaracak) bir şeye sâhip olamazsınız. (Kaldıki) O, sizin kendi (kitabı) hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O kâfîdir. O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [bk. 42/24; 69/44-47; 72/22-23]

9. (Rasûlüm! Kâfirlere) De ki: “Ben Peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben, bana vahyedilen (Kur’ân’)dan başkasına da uymuyorum. Ve ben sâdece apaçık bir uyarıcıyım.”

10. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Bana haber verin, eğer bu (Kur’ân) Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr ederseniz, İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de, onun benzeri olan (Tevrat’)a göre (Kur’ân’a) şehâdet edip inandığı hâlde, siz büyüklük taslarsanız (artıkzâlimlerolmuşolmazmısınız?) Şüphesiz Allah zâlim bir topluluğu doğru yola iletmez.”

11. Küfre sapanlar, inananlar için: “Eğer o, (Kur’an) iyi bir şey olsaydı, onlar buna inanmada bizi geçemezlerdi.” dedi(ler). Fakat onlar, bu (Kur’ân) ile doğru yola girmedikleri için: “Bu eski bir yalandır.” diyecekler.

7-11. (7).‘O (inkârede)nlere açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kendilerine gelen hak (Kur’ân) için: “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler.’ Mekke’de Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri okunduğu zaman, bunun bir insan sözü olmadığını, insanüstü bir şey olduğunu onlar hissediyorlardı. Hiçbir şâir, hatip ve en büyük edebiyatçı bile Kur’ân’ın emsalsiz fesâhat ve belâğatine (büyüleyici üslûbuna), hitâbet ve kalpleri etkileyen yüksek içeriğine yaklaşamazdı bile. En önemlisi Allah Rasûlünün kendi sözü bile Allah tarafından indirilen sözle aynı değildir. Allah Rasûlünü daha çocukluğundan beri iyi tanıyan ve onun dilini çok iyi bilen Mekkeliler de Allah Rasûlü’nün kendi sözleri ile Kur’ân-ı Kerîm’in sözleri arasında çok büyük farklar olduğunu görüyordu. Aralarında kırk elli sene gece gündüz yaşamış olan şahsın birden bire böyle kendi dilinden tamâmıyla farklı bir söz uydurduğunu kabul etmek çok zordu. Bu gerçek onların gözleri önünde açıkça görülüyorken onlar, küfürlerinde ısrar etmekte kararlı idiler. Bu yüzden, bu âşikâr işâretleri görmelerine rağmen değil kabul etmek, üstelik ‘Bu bir sihirdir’ diyorlardı. (MEVDÛDİ, 5/321) 

Yedinci âyetteki ‘hak’ ile maksat, Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân’ın hak olması, insan sözü değil, Allah sözü ve verdiği her bilginin doğru, her emir, her yasak ve her hükmünün isâbetli olması anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/143)

(8).‘Yoksa: “Onu kendisi uydurdu.” mu diyorlar? (Rasûlüm!) De ki: “Eğer onu ben uydurduysam, siz beni Allah’tan (gelecekazaptankurtaracak) bir şeye sâhip olamazsınız. (Kaldıki) O, sizin kendi (kitabı) hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O kâfîdir.” Yüce Allah, kendisine iftirâ edilmesine râzı olmaz ve bunun cezâsını verir. Aynı şekilde vahyinin ve Rasûlünün yalanlanmasına da râzı değildir. İşte bundan dolayı şânı yüce Allâh’ın her iki kesime yaptıklarından, kimin hak sâhibi olduğu da ortaya çıkmaktadır. Şânı yüce Allah, Rasûlünün lehine hüküm vererek onu desteklemiş, ona yardımcı olmuş, dînini yaymış ve dîni en mükemmel olduğu hâlde ömrünün sonunu getirmiştir. Bu ise onun risâletinde doğruluğunun bir delîlidir. Zîrâ yalan yere Allah’tan peygamber olduğunu ileri sürmüş olsaydı, yüce Allah gazaplanır ve dünyâda iken onu cezâlandırırdı. (S. HAVVÂ, 13/351, 352)

‘O (Allah) sizin yaptığınız taşkınlığı’ Kur’ân ve onun âyetleri hakkındaki haksız saldırılarınızı, Kur’ân’a bâzan sihir, bâzan da yalan ve iftirâ demenizi ‘daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda O’nun şâhit olması yeter.’ Çünkü Allah, benim doğruluk ve teblîğime, sizin de yalan ve inkârınıza şâhitlik edecektir. Bu ifâde onların Kur’ân hakkındaki bu sataşmalarına karşı bir tehdittir. (İ. H. BURSEVİ, 19/102)

(9).(Kâfirlere) De ki: “Ben Peygamberlerin ilki değilim.’ Nesefi‘nin dediğine göre anlamı: Ben ilk peygamber değilim ki benim peygamberliğimi inkâr edesiniz, şeklindedir. İbn Kesir de şöyle demektedir: ‘Ben dünyâya gelen ilk peygamber değilim. Aksine benden önce peygamberler gelmiş bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/352)

‘Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben, bana vahyedilenden başkasına da uymuyorum. Ve ben apaçık bir uyarıcıyım.” Peygamberler de dâhil olmak üzere Allah’tan başka hiçbir varlık – istisnâi durumlarda Allah bildirmedikçe – gaybı bilmez; gelecekte olacaklar da gayba dâhildir, nitekim Hz. Peygamber bunu bilmediğini açıkça ifâde etmektedir. (KUR’AN YOLU, 5/29)

Peygamber dâhil, Allah’tan başka hiçbir varlık gaybı bilemez. (6/50, 7/188, 11/31). Gelecekte olacaklar da gayba dâhildir. ‘Gökteki ve yerdeki kimseler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir.’ (27/67). Peygamber, gaybı ancak Allah bildirirse bilebilir. (72/25, 26; İ. KARAGÖZ 7/145)

Uyarıcı olmak, bütün peygamberlerin özelliklerinden biridir. Peygamberler, inkâr edip isyan eden ve zulümde ısrar edenleri dünyâda âfet ve musîbetlerle, âhirette cehennem azâbı ile uyarır, bu şekilde şirk, inkâr, isyan ve zulümden insanları sakındırır. (İ. KARAGÖZ 7/145)

(…) İfade edilen husus, tefsirciler arasında tartışılmıştır. Bâzıları, ‘Onun bilmediği dünyâda olacaklardır, âhirette kimlerin başına nelerin geleceğini bilir’ demişlerdir. Bize göre bu bilgi de şahıs şahıs değil, geneldir; îman ve amellerin sonuçlarıyla ilgilidir. Dünyâda olsun, âhirette olsun onun bildiği münferit, özel, belli olaylar ve olacaklar istisnâi olarak ve belli hikmetler çerçevesinde Allâh’ın bildirmesi, vahyetmesi ile bilinmiştir. (KUR’AN YOLU, 5/30)

Hadis: Medîne’ye hicret eden müminler, oranın yerlilerine misâfir edilmeleri için dağıtılmış, Osman b. Maz’un isimli sahâbi de misâfir kaldığı evde hastalanmış ve âhirete göçmüştü. Cenâze kefenlenmiş hâlde iken Hz. Peygamber eve gelmiş, evin hanımı ona ölü hakkındaki kanaat ve duygularını şöyle ifâde etmişti: ‘Allâh’ın rahmeti üzerine olsun, ey Osman! Sana tanıklık ederim ki, Allâh’ın ikram ve ihsânına nail oldun.’ Peygamberimiz hanıma, ‘Ona Allâh’ın ihsanda bulunduğunu nereden biliyorsun?’ diye sorunca kadın kendine geldi. ‘Bilmiyorum ey Allâh’ın Rasûlü’ dedi. Peygamberimiz de şöyle buyurdu: ‘O, Rabbinden gelen şüphe götürmez gerçekle karşı karşıyadır, ben onun için hayır umuyorum. Yemin ederim ki, ben Allâh’ın elçisi olduğum hâlde hakkında ne yapılacağını bilmiyorum.’ Kadın da ekledi: ‘Vallâhi ben de bundan sonra hiçbir kimseyi (Onun günahı yoktur, makâmı cennettir’ diyerek) tezkiye etmem. (Buhâri Cenâiz 3’den KUR’AN YOLU, 5/30)

(10).‘De ki: “Bana haber verin, eğer bu (Kur’ân) Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr ederseniz, İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de, onun benzeri olan (Tevrat’)a göre (Kur’ân’a) şehâdet edip inandığı hâlde, siz büyüklük taslarsanız (artıkzâlimlerolmuşolmazmısınız?) Şüphesiz Allah zâlim bir topluluğu doğru yola iletmez.” Burada yer alan ‘birisi …. Şehâdet edip’ ifâdesi cins isim olup, Abdullah b. Selâm (r)’ı da, başkalarını da kapsamına alır. Çünkü bu âyet-i kerîme, Abdullah b. Selâm’ın (r) İslâm’a girişinden önce inmiş olmuş, Mekke’de inmiş bir âyet-i kerîmedir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/363)

Bu cümle ile müşriklere İsrâiloğullarından bir kimsenin Kur’ân’ın Allah sözü olduğunu, Hz. Mâsâ’ya indirilen Tevrat gibi bir kitap; Hz. Muhammed’in de Hz. Mûsâ gibi bir peygamber olduğunu söylerse ve Tevrat’ta Hz. Muhammed’in niteliklerinden söz edildiğini açıklarsa, siz yalancı duruma düşmez misiniz? Denilmek istenmiştir. Kasas sûresinin 52 ve 53’üncü âyetlerinde bu husus şöyle bildirilmiştir: ‘Kur’an’dan önce kendilerine kitap verdiğimiz bâzı yahûdi ve hıristiyan kimseler, kendilerine Kur’an okunduğu zaman şöyle dediler: Biz Kur’ân’a îman ettik, şüphesiz Kur’an rabbimizden gelenhak bir kitaptır. Şüphesiz biz Kur’an’dan çnce de Müslümanlar idik.’ (İ. KARAGÖZ 7/146, 147)

En doğru izah müfessir Nisâburi ve İbn Kesir’indir. Yâni bunlar: ‘Burada şâhitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bunda maksat İsrâiloğulları’ndan sıradan bir şahıstır’ demişlerdir. Allâh’ın buyruğunun maksadı şudur: Kur’ân-ı Kerîm size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki, böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mâzeret ileri sürebilirsiniz. Bundan önce de bu gibi tâlimatlar İsrâiloğulları’na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semâvi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allâh’ın kendi tâlimatlarını yalnızca vahiy vâsıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği tâlimatların acâip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddiâ edemezsiniz. Aslında sizin inanmanıza mâni olan sizin kendi kibir ve böbürlenmenizdir. (MEVDÛDİ, 5/325)

(11).‘İnkâr edenler, îman edenler hakkında derler ki’ Bunun da hem müşrikler hem Yahûdiler tarafından söylenmiş olması muhtemeldir. Tefsircilerin çoğuna göre müşriklerdir. Müminlerin çoğunu Ammar, Suheyb, Bilâl gibi fakir ve zayıflardan görerek aşağılamak ve güya bu şekilde İslâm’ı küçük düşürmek istiyorlar. Sâlebi, Yahûdilerin Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkındaki sözleridir, demiştir. ‘Bununla’ yâni böyle demekle îman edenlere dil uzatmakla ‘maksatlarına başarılı olamayınca’ İslâm’ı ve Kur’ân’ı köreltmek veya şehâdeti iptal etmek maksadına ermeyince ‘Daha diyeceklerdir ki, bu eski bir iftirâdır, eski uydurulmuş bir yalandır.’ Yâni peygamber hakkında öncekilerden rivâyet olunan müjdeler, ‘eski bir yalandır’ diyecekler yâhut İslâm’ı inkâr etmek için dîni kökünden inkâr edecekler. Demek ki, geleceğin kâfirleri daha azgın olacaktır. (ELMALILI, 7/103, 104)

Duruma kendilerince şöyle açıklık getiriyorlardı: ‘Eğer bu din hayırlı olsaydı, bunlar onu bizden iyi anlayamaz ve ona uymada bizden erken davranamazlardı. Toplum içindeki konumumuz, kavrayışımızın güçlülüğü ve değerlendirme yeteneğimizin üstünlüğü gereği hayrı biz onlardan daha iyi anlarız’! Oysa işin aslı öyle değil. Onları İslâm’ın çağrısına uymaktan alıkoyan, ondan kuşkulanmaları veya dayandığı gerçeklerin içerdiği hayrı anlamamaları değil; Hz. Muhammed’e boyun eğerek sosyal konum ve ekonomik çıkarlarını yitirmeyi kendilerine yedirememeleri ve babaları ataları ve üzerinde bulundukları inanç sistemi sâyesinde şerefli oldukları boş kuruntusuydu. (S. KUTUB, 9/205)

46/12-20  HERKESİN  YAPTIKLARINA  GÖRE  DERECELERİ  VARDIR

12. Kur’an’dan önce de bir rehber ve rahmet olarak Mûsâ’nın Tevrat’ı vardır. (BuKur’ân) da zâlimleri korkutmak ve iyi hareket eden (mü’min)lere müjde vermek için Arapça bir dille (gönderilenveöncekilerindeaslını) tasdik eden bir Kitap’dır.

13, 14. “Rabbimiz Allah’tır.” deyip de sonra (kullukgörevlerindeveişlerinde) dosdoğru olanlara, hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. 14. İşte onlar cennet ehlidirler. Yapmış olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.

15. Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Annesi onu (karnında) zahmetle taşıdı ve onu zahmetle doğurdu. Onun (anakarnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır. Nihâyet o (bedenî) yetişkinlik yaşına gelip (bir) de (aklîverûhîkemâlçağıolan) kırk yaşına eriştiği zaman: “Yâ Rabbi! Gerek bana, gerek anne ve babama verdiğin nîmete şükretmemi, râzı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et (vebenibaşarılıkıl). Neslimi de benim için ıslah et (onlarıiyiinsanlaryap). Şüphesiz ben, tevbe edip sana yöneldim ve şüphesiz ben, (sana) teslim olanlardanım.” der. [krş. 17/23; 31/14]

16. İşte bunlar, yaptıkları (hayırlıamellerinhepsi)ni en güzeline göre kendilerinden kabul edeceğiz. (Busâyede) bağışlayacağımız kimselerdir ki (onlar) cennet ehli içindedirler. (Buda) onlara vaadedilen dosdoğru sözden dolayıdır. [krş. 4/40; 9/21; 16/96; 28/24; 29/7; 39/35]

17. Fakat bir kimse ki (kendisiniîmânadâveteden) anne ve babasına: “Öf be size (bıktımsizden)! Benden önce nice nesiller gelip geçtiği (geridönmediği) hâlde, beni, (kabirdendirilip) çıkarılmamla mı tehdit ediyorsunuz?” dedi. Onlar da Allâh’a sığınarak: “Yazık sana, (gel) îman et. Şüphesiz Allâh’ın vaadi gerçektir.” (dediler). O ise: “Bu (dedikleriniz), evvelkilerin (uydurma) masallarındandır” dedi.

18. İşte bunlar, kendilerinden önce cinden ve insandan gelip geçmiş topluluklarla berâber, üzerlerine (azap) sözü hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar (aldanıp) ziyâna uğrayanlardır.

19. Herkesin, yaptıklarına (iyilikvekötülüğe) göre dereceleri vardır. (Buda) haksızlığa uğratılmayarak, yaptıklarının karşılığının kendilerine tastamam verilmesi içindir.

20. Küfre sapanlar/inkâr edenler, ateşe sunulacakları gün (onlara): “Siz iyi ve güzel şeylerinizi dünyâ hayâtında harcayıp tükettiniz ve nîmetlerden faydalandınız (burayabirşeybırakmadınız). Yeryüzünde haksızlıkla büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı artık bugün aşağılayıcı azap ile cezâlandırılacaksınız.” denilir.

12-20. (12).‘Kur’an’dan önce de bir rehber ve rahmet olarak Mûsâ’nın Tevrat’ı vardır. (BuKur’ân) da zâlimleri korkutmak ve iyi hareket eden (mü’min)lere müjde vermek için Arapça bir dille (indirilmiş ve diğer ilâhi kitapları) doğrulayan bir Kitap’tır.’ (…) Yine Mekke müşriklerine, sürekli teşrik-i mesâi hâlinde oldukları Yahûdilerin ellerinde bulunan Tevrat’ı ölçü olarak almaları tavsiye edilir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Tevrat ile Hz. Muhammed (s) ve Kur’ân arasında çok mühim benzerlikler vardır. İkisi de insanlığa rehber ve rahmet olarak gelmişlerdir. İkisi de zâlimleri uyarmakta, îmanla birlikte iyilik ve ihsan sâhiplerini müjdelemektedirler. (Ö. ÇELİK, 4/522)

‘muhsinîn’ kelimesi, îman edip sâlih amelleri Allah görüyor şuuruyla en iyi şekilde yapan ve insanlara iyi davranan iyi insanlar anlamındadır. Bir insanın Muhsin olabilmesi için şartlarına uygun îman etmesi, emir ve yasaklara uyması, Kur’an ve sünnette yer alan her görevi en iyi, en kaliteli ve en güzel biçimde yapması gerekir. (İ. KARAGÖZ 7/149)

(13, 14).“Rabbimiz Allah’tır.” deyip de sonra dosdoğru olanlara, hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.’ ‘İşte onlar cennet ehlidirler. Yapmış olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.’    İman ve amel dînin iki direğidir, bunlara sâhip olanların ebedi kalmak üzere cennete girecekleri çeşitli vesîlelerle ifâde buyurulmuştur. Burada ameli temsil eden istikâmet kelimesi, Allah rızâsını kazandıran davranışlar mânâsındaki amel-i sâlihin îtidal ve devam üzere olması demektir. İşte bu mânâda istikâmete sâhip olanlar, davranışlarıyla îmanlarına bağlı kaldıklarını da ortaya koymuş olmaktadırlar. (İstikâmet için bk. Fussilet 41/30; KUR’AN YOLU, 5/32)

İstikâmet din ıstılâhında, doğru yola girmek, İslâm’a uymak, adâleti yerine getirmek, itaat olan şeyleri yapıp, isyan olan şeylerden sakınmak, verdiği sözü tutmak ve haktan ayrılmamak; inancında, söz, iş, eylem ve davranışlarında Kur’an ve sünnete uygun hareket etmek demektir. (İ. KARAGÖZ 7/150)

(…) İstikâmet, inanca şirk, amele gösteriş ve desinler bulaştırmadan samîmi birşekilde Allâh’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak bir hayat sürmek demektir. Bir başka ifâdeyle istikâmet iki aşırı uç olan ifrat ve tefritten uzak, orta bir yol tâkip etmek sûretiyle kişinin, Allâh’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmesi, böylece bir taraftan nefsini ve kalbini tezkiye edip diğer taraftan da rûhunu Allâh’a yükseltmesi anlamını ifâde etmektedir. Bu yüzden denilebilir ki, her nevi hayrın meydana gelmesi ve nizâma konulması, ancak istikâmetin varlığı ile söz konusudur. Bu da demektir ki, istikâmet üzere bulunmayanın gayreti boşa gitmektedir. Çünkü söz konusu kavramın evveli takvim, sonrası ikâmet ve daha sonrası ise istikâmet demektir. Yâni nefisleri terbiye etmeye takvim, kalpleri temizlemeye ikâmet, sırları yaklaştırmaya ve rûhu Allâh’a yükseltmeye ise istikâmet denilmektedir. (Kuşeyri’den, M. DEMİRCİ, 3/126)

‘Rabbimiz Allah’tır’ sözü, dille söylenip geçilecek bir kelime değil; dahası, insanın iç dünyâsında kalan salt bir inanç da değil. O eksiksiz bir hayat düstûru olup, hayattaki tüm girişim ve yönelimleri, hareket ve heyecanları kapsar. Düşünce, bilinç, insanlar, nesneler, eylemler, olaylar ve bu varlığın tüm öğeleri arasındaki bağlantı ve ilişkilere bir ölçü koyar. ‘Rabbimiz Allah’tır’: Kulluk O’na, yönelim O’nadır, yalnız O’ndan korkulur ve yalnız O’na dayanılır. ‘Rabbimiz Allah’tır’: O’nun dışında ne bir kimseye, ne de herhangi bir şeye hiçbir şekilde hesap verilmez. O’nun dışında kimseden korkulmaz, bir yararlılık da umulmaz. ‘Rabbimiz Allah’tır’: Her girişim, her düşünce, her değerlendirme O’na yönelik olup, rızâsı gözetilir. ‘Rabbimiz Allah’tır’: O’ndan başkasının hâkimliğine başvurulmaz. O’nun şeriatından başkasına egemenlik tanınmaz. O’nun yol göstermesinden başka şeyle doğru yol bulunmaz. (S. KUTUB, 9/206, 207)      

(15).‘Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini emrettik.’ Yâni bir evlât hem anasına hem de babasına hizmet etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o, evlâdı için daha fazla ızdırap çeker. (MEVDÛDİ, 5/327)

‘vassaynâ / kesin emrettik’ (..) Anne ve babaya ihsanda bulunmak, onlara iyi davranmak, iyi söz söylemek, ihtiyaçlarını karşılamak, Kur’an ve sünnete uygun isteklerini yerine getirmek, Allâh’ın kesin emridir. Allâh’a itaat ve ibâdet farz ve sevap olduğu gibi, anne ve babaya ihsanda bulunmak da aynı şekilde farz ve sevaptır. (İ. KARAGÖZ 7/151)

Hadis: Birisi Allah Rasûlüne gelerek ‘Üzerime en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?’ diye sordu. Allah Rasûlü ‘annen’ buyurdu. Adam, ‘sonra kime?’ dedi. Allah Rasûlü yine ‘annen’ diye cevapladı. Adam aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasûlü bu sefer de ‘annen’ karşılığını verdi. Dördüncüde ‘babana’ buyurdu. (Buhâri Edeb 2, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi, İbn Mâce ve Müsned-i Ahmed’den, MEVDÛDİ, 5/327)

‘Annesi onu zahmetle taşıdı ve onu zahmetle doğurdu. Onun (anakarnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır.’ Bakara sûresinin 233’üncü âyetinde tam emzirme süresinin iki yıl olduğu ifâde edilmişti. Burada ise, rahimde taşıma süresi ile emzirme süresi toplamının otuz ay olduğu zikredilmektedir. Otuz aydan iki yıl çıkarılınca, geriye altı ay kalır; bundan da en az hâmilelik süresinin altı ay olacağı sonucuna ulaşılır. Hz. Osman hâlîfe iken, evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadına zinâ cezâsı istenmiş, hâlîfe de bunu uygulamaya meyletmişti. Ancak Hz. Ali, yukarıdaki hesap ve yoruma dayanarak, altı ay içinde çocuk doğurmanın mümkün olduğunu, kadına zinâ isnâdının delîlinin bulunmadığını savundu ve kadın bera(a)t etti. (Kurtubi’den KUR’AN YOLU, 5/34)

Şimdi bu üç âyetten (Ahkâf 15, Lokman 14, Bakara 233) aşağıdaki hükümleri (ise) çıkarabiliriz: (1) Bir kadın evlendikten sonra altı aydan daha önce sağlam (düşük değil) bir çocuk dünyâya getirirse onun hakkında zâniye hükmü verilir ve çocuğun nesebi kocasına intisâp ettirilemez. (2) Bir kadın evlendikten altı ay veya daha fazla bir süre sonra sağlam bir çocuk dünyâya getirirse, onun hakkında sâdece bu doğuma dayanarak zâniye ithâmı yapılamaz, kocasının da onu böyle itham etmeye ve çocuğun nesebini inkâr etmeye hakkı yoktur. Çocuğu muhakkak kabul edecektir, kadın da cezâlandırılamaz. (3) Emzirme hakkının süresi de en fazla iki yıldır. Bu süreden sonra eğer bir çocuk başka bir kadının sütünü emecek olsa o kadın, onun sütannesi olamaz, kararı verilir. O zaman emzirme hakkında Nisâ sûresi 23. âyette beyan edilen hükümler geçerli olmayacaktır. (MEVDÛDİ, 5/328)

‘Nihâyet insan güçlü çağına erip kırk yaşına varınca’ Güçlü çağına erme, otuzla kırk yaşlar arasında gerçekleşir. Kırk yaş, olgunlaşmanın son sınırıdır. Ona ulaşıldığında tüm güçler tamamlanır; insan olgunluk ve dinginlik içinde ölçüp biçme ve düşünmeye hazır duruma gelir. Doğru yoldaki sağlam fıtrat, bu yaşta, hayâtın ötelerine, hayattan sonrası ve dönüp varacağı yeri araştırmaya yönelir. (S. KUTUB, 9/210, 211)

(kırk yaşına varınca) ‘der ki: Rabbim, bana ve ana babama verdiğin nîmete şükretmeye ve’ gelecekte de ‘hoşnut olacağın sâlih amel işlemeye yönelt beni’ Nesefi der ki: ‘Buradaki nîmetten kasıt, tevhid ve İslâm nîmetidir. Kendisine de, anne babasına da olan nîmetlere şükrü bir arada istemesi, anne ve babasına olan nîmetlerin kendisi için de nîmet olmasından dolayıdır.’ (S. HAVVÂ, 13/359)   

‘ve soyuma da salâh ver. ‘Doğrusu ben, Sana tevbe ettim ve elbette ki ben teslim olanlardanım.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu buyrukta kırk yaşına erişen kimsenin şânı yüce Allâh’a dönüşüne, tevbesini yenilemesine ve bunun üzerinde kararlı kalmasına bir irşad vardır.’ (S. HAVVÂ, 13/359)

‘Neslimi benim için sâlih kimseler yap’ Îman edip, sâlih ameller işleyen, haramlardan sakınan kimselere sâlih denir. Âyette yüce Allah, insana sâlih evlât istemesini tavsiye etmektedir. Âyet, anne ve babaların çocuklarına hayır duâ etmeleri ve bedduâ etmemeleri gerektiğine de delâlet eder. (İ. KARAGÖZ 7/152)

(16).‘İşte bunlar, yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, belirttiğimiz niteliklere sâhip olup, Allâh’a tevbe eden, O’na dönen, geçirdiklerini tevbe ve istiğfar ile telâfi eden kimseler, işlediklerinin en güzellerini kendilerinden kabul edeceğimiz, kötülüklerini bağışlayacağımız, pek çok hatâlarını affedeceğimiz ve az miktardaki amellerini kabul edeceğimiz kimselerdir.’ (S. HAVVÂ, 13/359)

‘Bunlar cennetliklerdendirler.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunlar cennetlikler arasındadırlar. Allah katındaki hükümleri işte budur. Nitekim yüce Allah kendisine tevbe edip dönenlere vaadlerde bulunmuştur. İşte bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: ‘Bu, onlara vaadolunan dosdoğru bir vaaddir.’ Dünyâda kitaplar ile peygamberlerin (Allâh’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) diliyle vaadlerde bulunmuştur. (S. HAVVÂ, 13/359, 360)

Hadis: İbn Cerir rivâyet ediyor… İbn Abbas (r) Rasûlullah (s)’den o da Rûhu‘l Emin’den (salât ve selâm ona) şöyle dedi: ‘Kulun sevapları ve günahları getirilir. Birbirleriyle takas edilirler. Geriye sevapları kalacak olursa, şânı yüce Allah ona, cennette genişlik verir. (Câbir b. Zeyd dedi ki) ‘Ben de Yezdad’ın yanına girdiğimde onu bu hadîsin bir benzerinin okunduğunu gördüm. Bunun üzerine şöyle dedim: Peki, hasenâtı giderse ne olur? Bu sefer: ‘İşte bunlar yaptıklarının en iyisini… (Ahkâf 16) âyetini okudu. (S. HAVVÂ, 14/369)

(17).‘Anne ve babasına: Öf sizden! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken’ ve onlardan hiçbir kimse diriltilmemişken, ‘beni mi tekrar dirilmekle’ öldükten sonra yerden diri çıkartılmakla ‘tehdit ediyorsunuz? Diyen kimseye, anne ve babası Allâh’a sığınarak’ yâni senden ve senin sözlerinden Allâh’a sığınırız, deyip şöyle derler: ‘Yazıklar olsun sana!’ Allâh’a ve öldükten sonra dirilmeye ‘îman et!’ Bu ifâde zâhiren ona bir bedduâ ise de maksat îman etmeye teşviktir. ‘Muhakkak ki Allâh’ın’  öldükten sonra diriltmeye dâir olan ‘vaadi haktır;’ gerçektir, ‘dedikleri hâlde o:’ onlara: ‘Bu’ söz ‘eskilerin masallarından’ hurâfelerinden ve bâtıllarından ‘başka bir şey değildir, der.’ Çağımızda bu tür insanların sayısı gerçekten çok artmıştır. (S. HAVVÂ, 13/360)   

Bu buyruk, bu şekilde söyleyen her kişi hakkında geneldir. Bunun Hz. Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman hakkında indiğini ileri sürenlerin görüşleri zayıftır. Çünkü Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman, bundan sonra İslâm’a girmiş, güzel bir şekilde bağlanmış ve döneminin en hayırlı kişilerinden olmuştur. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/370)

(18).‘İşte bunlar’ öbürlerinin tam aksine olarak ‘cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen toplumlar içinde aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir.’ Sözden maksat, ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerden ve insanlardan tamâmen dolduracağım’ (Hûd, 11/119) âyetinde ifâde edilen azap kelimesidir. Burada ‘toplumlar içinde’ ifâdesi yukarıdaki ‘cennetlikler içinde’ ifâdesinin karşılığında kullanılmış olmak üzere cehennemlikleri gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü olduğu anlaşılıyor. (ELMALILI, 7/110)

‘ve her biri için’ yâni şu anlatılan iki kısımdan cennetliklerle hüsrâna düşenlerden her bir kısım için ‘amellerinden dereceler var’ işledikleri hayır veya şer amellere göre çeşitli dereceleri vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır, kendilerine azap hak olanların da. Çünkü gerek mâhiyet, gerekse şekil itibârıyla amelleri farklıdır. Onun karşılığı olan dereceleri de ona göre farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: ‘Bu da onlara hiçbir zulüm edilmeksizin amellerinin kendilerine tamâmen ödenmesi içindir.’ Onun için kimininki dünyâda tamamlanır, kimininki âhirette. (ELMALILI, 7/110)

‘Onlara işlediklerinin karşılığını verecektir. Kendilerine haksızlık yapılmaz.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlara bir zerre ağırlığı kadar ve ondan daha az miktarda dahi zulmetmez. Nesefi, âyet-i kerîmenin hem müminler, hem de kâfirler hakkında söylendiği mânâsı çıkartmıştır. (S. HAVVÂ, 13/360, 361)

Hadis: ‘Allah sizin suretlerinize ve servetlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize (îman ve inkâr hâlinize) ve amellerinize bakar.’ (Müslim Birr 32’den İ. KARAGÖZ 7/157)

Hadis: ‘Kul, Allâh’ın takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun canına, malına ve çocuğuna bir musîbet verir, sonra ona sabretme gücü ihsan eder ve böylece onu kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır.’ (Ebû Dâvud Cenâiz 1, Ahmed 5/272)

‘zulmedilmezler’ Suçsuz yere kimse cezalandırılmaz, kimsenin sevâbında eksiltme yapılmaz, îman ve sâlih amellerin sevâbı eksik verilmez, demektir. Yüce Allah, dünyâ nîmetleri için çalışanlara karşılığını hem dünyâda hem âhirette eksiksiz olarak verir. Bu, O’nun merhametli ve âdil olmasının sonucudur. (17/18-20, 42/20, 11/15-16, 46/20, 2/200, 46/19, 21/94, 31/16). ‘Kim kötü ve günah olan bir amel işlerse, ancak misli ile cezalandırılır. Kadın veya erkek kim mümin olarak sâlih bir amel işlerse işte onlar cennete girecekler ve orada hesapsız olarak kendilerine nîmetler verilecektir.’ (40/40, İ. KARAGÖZ 7/158).

(20).‘Küfre sapanlar / inkâr edenler, ateşe sunulacakları gün (onlara): “Siz iyi ve güzel şeylerinizi dünyâ hayatında harcayıp tükettiniz ve bunlarla nîmetlerden faydalandınız.’ Bu söz onlara azarlamak maksadıyla söylenecektir. Yâni: Sizin için temiz olan şeylerden alabileceğiniz pay, sâdece dünyâda sâhip olduğunuz, elde ettiğiniz paydan ibârettir. Bunu da alıp gittiniz ve tükettiniz. (S. HAVVÂ, 13/361)

‘Yeryüzünde haksızlıkla büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı artık bugün aşağılayıcı azap ile cezâlandırılacaksınız.” denilir.’  Burada gösterdikleri kibirden dolayı orada aşağılık olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasûlüne îman etmeleri hâlinde yoksul ve fakir müminlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. ‘Onların îman ettikleri İslâm’a inanmamız hâlinde şerefimizi lekelemiş oluruz’ diye gururlanıyorlardı. Allah (cc) onları âhirette zelil ve rezil edecek ve gururlarını ayaklar altına alacaktır. (MEVDÛDİ, 5/330)

Hakka karşı kibir: Allâh’ın varlığını, birliğini, yüceliğini, peygamberlerini, âyetlerini, hak dînin ilke ve kurallarını beğenmemek, küçümsemek ve inanmamaktır. Allâh’ın varlığını veya birliğini kabul etmemenin (37/35-36), îman etmemenin (7/76, 25/21), âyetlerden yüz çevirmenin (45/7, 7/93,..) Peygamberleri kabul etmemenin sebebi kibirdir. (2/87, 7/83, 10/75, ..). Namaz, oruç, hac, zekât ve zikir gibi ibâdetleri terk etmenin sebepleri arasında kibirin önemli bir yeri vardır. ‘Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana duâ edin, duânıza cevap vereyim. Bana ibâdet etmeyi kibirlerine yediremeyenleraşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.’ (40/60; İ. KARAGÖZ 7/159)

Yeryüzünde büyüklenen her kulun büyüklenmesi haksızcadır. Çünkü büyüklük Allâh’a özgü olupkullarından hiç biri az veya çok büyüklük özeliğine sâhip değillerdir. Alçaltıcı azap yeryüzünde büyüklenene yerinde bir karşılıktır. Dolayısıyla, büyüklenme ve Allâh’ın düstûru ile yolundan ayrılmanın karşılığı da alçalıştır. Üstünlük Allâh’a, peygamberine ve müminlere özgüdür. (S. KUTUB, 9/214) 

Hz. Ömer elinde bir et parçası bulunan Câbir (r) ile karşılaştığında, ‘O nedir?’ diye sormuş, Câbir de: ‘Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır’ demişti. Bunun üzerine Ömer (r) şu uyarıda bulundu: ‘Sen öyle her canının çektiği şeyi satın alır mısın? Yoksa sen’… Siz bütün zevklerinizi dünyâ hayâtınızda hoyratça harcayıp tükettiniz ve bunlarla safâ sürdünüz.’ (Ahkâf, 46/20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun? (Ahmed b. Hanbel Zühd s. 124’den Ö. ÇELİK, 4/527) 

46/21-26  ÂD  KAVMİNİN KARDEŞİNİ,  HÛD’U AN

21. (Rasûlüm!) Âd’ın kardeşi (Hûd’u) da anlat! Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. Onun önünden ve ardından gelip geçen nice uyarıcı (peygamber)ler (gibi, odademişti) ki: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben, üzerinize (gelecek) büyük bir günün azâbından korkuyorum.”

22. Dediler ki: “Sen bizi ilâhlarımızdan vazgeçirmek için mi geldin? Mâdem ki doğru söylüyorsun, (ohâlde) bizi tehdit ettiğin azâbı getir.”

23. (Hûd) dedi ki: “(Buazâbadâir) bilgi, ancak Allâh’ın katındadır. Ben size kendisiyle (görevli) gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; fakat ben sizi câhillik eden bir toplum olarak görüyorum.” dedi.

24. Nihâyet (onlar) azâbı, (ufuktan) vâdilerine doğru gelen bir bulut hâlinde gördüklerinde: “Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur.” dediler. (Hûdise🙂 “Hayır! O acele ed(ipgel)mesini istediğiniz âfettir; içinde elem verici azap bulunan bir rüzgârdır.”

25. “(Bu rüzgâr) Rabbinin emriyle herşeyi yok edecektir.” (dedi). Derken öyle savrulup parçalandılar ki kumların içinde evlerinin harâbeleri görünür oldu. İşte biz (inkâreden) günahkârlar gürûhunu böyle cezâlandırırız.

26. (EyMekkeliputperestler!) Andolsun ki biz, size vermediğimiz iktidârı, (kuvvetveserveti) onlara vermiştik. Onlara kulak(lar), gözler ve gönüller de vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri hiçbir şeyde kendilerine fayda vermedi. Çünkü onlar, Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyor (hiçesayıyor)lardı. (İşteo) alay edip durdukları şey, kendilerini kuşattı (vehelâketti).

21-26. (21).‘(Rasûlüm!) Âd’ın kardeşi (Hûd’u) da anlat! Hani o, Ahkâf’ta kavmini uyarmıştı. Onun önünden ve ardından gelip geçen nice uyarıcı (peygamber)ler (gibi, odademişti) ki: “Allâh’tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü ben, üzerinize (gelecek) büyük bir günün azâbından korkuyorum.” Âd kavmi, Ahkâf denilen bölgede yaşıyorlardı. Ahkâf, sözlükte ‘kum tepeleri’ mânâsına gelir. Özel isim olarak Arap yarımadasının güneydoğusunda, Hadramut’un kuzeyinde bulunan ve Uman’dan Yemen’e kadar uzanan bir yerdir. Hz. Hûd, onlara peygamber gönderilip kendilerini Allâh’a kulluğa dâvet etmiş, şirkten vazgeçmedikleri takdirde büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmişti. Onlar ise, bu uyarıyı dikkate almadan, hattâ Hz. Hûd ile alay ederek günahta devam etmişlerdi. (Ö. ÇELİK, 4/528)

‘Âd’ın kardeşi’nden maksat o kavimden gelen, soy olarak o kavme mensup bulunan kimsedir ki, burada Hûd peygamber kastedilmektedir. (Hûd ve Âd hakkında bilgi için bk. Araf 7/65-72, KUR’AN YOLU, 5/38)

İbn İshak’ın rivâyetine göre, Âd kavminin yurdu, Umman’dan Yemen’e kadar uzanmaktaydı. Kur’ân bunların asıl yurdunun el Ahkâf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civârındaki ülkelere ve zayıf ülkeler üzerine hâkimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap yarımadasının güneyinde yaşamakta olan hâlklar, bu bölgede bir zamanlar Âd kavminin yaşadığını bilmektedirler. Şimdiki Mükella şehrinden 125 Mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hûd (as)’un mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hûd ismiyle meşhurdur. (…) Öte yandan yöre hâlkı Hadramut’ta bulunan birçok harâbeyi bugüne kadar Âd kavminin evleri olarak anmaktadır. (MEVDÛDİ, 5/332)

(22).‘Onlar da’ yâni Hûd kavmi ‘şöyle demişlerdi: Sen bizi ilâhlarımızdan’ yâni onlara ibâdet etmekten ‘döndürmek’ alıkoymak ‘için mi geldin?’ Bu tehdîdinde ‘doğru söyleyenlerden isen, haydi tehdit ettiğin azâbı’ şirk dolayısıyla uğratılacağımız azâbı ‘başımıza getir’ İbn Kesir der ki: ‘Allâh’ın azâbının ve cezâsının gerçekleşeceğini uzak bir ihtimal gördüklerinden dolayı acele gelsin diye istemişlerdi.’ (S. HAVVÂ, 13/374)

(23).‘(Hûd) dedi ki: “(Buazabadâir) bilgi, ancak Allâh’ın katındadır.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni sizlerin azâbın çabuklaştırılmasını hak edip etmediğinizi Allah daha iyi bilir. Eğer bunu hak ettiyseniz, bunu yapacaktır. Ben ise sâdece tebliğ etmek üzere elçi olarak gönderildiğim şeyi sizlere tebliğ etmek durumundayım. (S. HAVVÂ, 13/374)

‘Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum.’ Yâni benim durumum sizleri uyarmak ve korkutmak üzere kendisiyle gönderildiğim şeyi size tebliğden ibârettir. ‘Ama bakıyorum ki siz câhillik eden’ aklını kullanmayan ve anlamayan ‘bir topluluksunuz, demişti.’ (S. HAVVÂ, 13/374) 

Yâni, siz kendi ahmaklığınız yüzünden benim uyarılarımı bir alay olarak alıyor ve yine alay ederek azap istiyorsunuz. Allâh’ın azâbının ne kadar korkunç olduğunu bilemiyorsunuz. Bu tutumunuzdan dolayı o azap size çok yakındır. (MEVDÛDİ, 5/333)

(24).‘Nihâyet azâbı, (ufuktan) vâdilerine doğru gelen bir bulut hâlinde gördüklerinde: “Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur.” dediler. (Hûdise🙂 “Hayır! O acele ed(ipgel)mesini istediğiniz şeydir; içinde elem verici azap bulunan bir rüzgârdır.”  İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlar azâbın kendilerine doğru geldiğini görünce, onun yağmur yağdıracak bir bulut olduğuna inandılar, sevindiler, bir müjde gibi değerlendirdiler. O dönemde yağmura ihtiyaç duyuran bir kıtlık içerisinde bulunuyorlardı. (S. HAVVÂ, 13/374)

Hz. Hûd dedi ki: ‘Hayır, o acele istediğiniz âfettir.’ Yâni eğer doğru söyleyenlerden isen bizi tehdit edegeldiğin şeyi getir, diye istediğiniz azaptır. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 13/374)

Hadis: Hz. Âişe (r) şöyle demiştir: Ne zaman gökyüzünde bulut veya rüzgâr olsa, bu Hz. Peygamberin yüzünden anlaşılırdı. Kendisine sordum: ‘İnsanlar gökte bulut görse, yağmur yağacak diye seviniyor, sizin yüzünüzden ise hoşnut olmadığınızı anlıyorum.’ Buyurdu ki: ‘Ey Âişe! Bu bana, kendisinde rüzgârla azap olunan bir kavmin azâbının olabileceğini hatırlatıyor. Onlar da şöyle demişlerdi: ‘Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur.’ (Buhâri Tefsir 46/2’den, H. DÖNDÜREN, 2/810)

Hadis: Müslim, sahihinde Atâ b. Ebi Rebah’tan, (r) o Âişe (r)’dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rüzgâr şiddetli bir şekilde estiğinde Rasûlullah (s) şöyle buyururdu: ‘Allâh’ım ben Senden  onun hayrını, içindeki şeylerin hayrını ve kendisi ile birlikte gönderilen şeylerin hayrını diler; onun şerrinden, içindeki şeylerin şerrinden ve onunla birlikte gönderilenlerin şerrinden Sana sığınırım.’ Gök bulutlanır ve yağmurun yağması yaklaşırsa da yüzünün rengi değişir, girer çıkar, gider gelirdi. Yağmur yağdığı zaman sıkıntısı dağılırdı. Âişe (r) onun bu durumunu görüp, ona sorunca Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Belki ya Âişe, bu Âd kavminin dediği gibi ‘Onu vâdilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce dediler ki: Bu ufukta beliren bize yağmur yağdıracak bir buluttur.’ (âyet 24)  türünden olabilir.’ (S. HAVVÂ, 13/383)

(25).Rüzgâr emrolunduğunu yerine getirerek herşeyi yıkıyor. Bunun sonucu Âd kavmi ’Evlerin(in harâbelerin)den başka bir şeyin görülmediği bir ortada kalıyorlar.’ Ne kendileri, ne hayvanları, ne eşyâları hiçbir şey görünmüyor; ne bir kimse ne de tüten bir ocağın bulunmadığı ürperti veren boş evleri ayakta, sâdece: ‘İşte Biz suçluları böyle cezâlandırırız’ Suçlularda hükmünü yürüten, istisnâya yer vermeyen bir yasa ve yazgı. (S. KUTUB, 9/216, 217)

İbn Kesir’in dediği gibi: ‘Yâni bu bizim Peygamberlerimizi yalanlayıp, emrimize muhâlefet eden kimseler hakkında hükmümüzdür.’ Bu aynı zamanda bütün günahkârlar için bir sakındırmadır. (S. HAVVÂ, 13/375)

(26).‘(EyMekkeliputperestler!) Andolsun ki biz, size vermediğimiz iktidârı, onlara vermiştik.’ Yâni mal, mülk, güç ve iktidar bakımından hiçbir zaman mukâyese yapamazsınız. Sizin iktidârınız sâdece Mekke şehriyle sınırlıyken, onlar çok geniş bir ülkenin iktidârını ellerinde tutuyorlardı. (MEVDÛDİ, 5/335)

‘Onlara kulak(lar), gözler ve gönüller de vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri hiçbir şeyde kendilerine fayda vermedi. Çünkü onlar, Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. (İşteo) alay edip durdukları şey, kendilerini kuşattı.’ Burada Mekke müşriklerine ve bu konumda olan kimselere bir uyarı vardır. Daha güzel imkânların içinde bulunan Âd kavmini şiddetli bir kasırga ile helâk eden Allâh’ın gücü herşeye yeter. (H. DÖNDÜREN, 2/811)

46/27-31  EY  KAVMİMİZ!  ALLÂH’IN  DÂVETÇİSİNE  UYUN!

27. (Ey müşrikler!) Andolsun ki biz, çevrenizdeki beldeleri de yok ettik ve belki (küfürden) dönerler diye âyetleri çeşitli şekillerde açıklamıştık. [bk. 30/9; 40/21]

28. İşte o (âfet ve musibetler geldiği) zaman, Allâh’ı bırakıp da (akıllarıncaAllahyanında) yakınlık sağlamak için edindikleri (uydurma) ilâhlar kendilerine yardım etselerdi ya! Tam aksine (oilâhlar) bunlardan kaybolup gittiler. İşte bu (ilâhsaydıkları) onların yalanları ve uydurdukları şeylerdir.

29. (Rasûlüm!) Hani cinlerden bir topluluğu, Kur’ân dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Dinlemek için (birbirlerine): “Susun, (dinleyin).” dediler. (Kur’ân’ınokunması) bitince (herbiriîmanederekve) uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler. [krş. 72/1-20]

30. (Cinler şöyle) Dediler: “Ey kavmimiz! Doğrusu biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendisinden önceki (ilâhîkitap)ları(nasıllarını) doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola çağıran bir kitap dinledik.”

31. “Ey kavmimiz! Allâh’ın dâvetçisine uyun. O’na inanın ki (Allah) sizin günahlarınızı bağışlasın ve acıklı bir azaptan korusun.”

27-31. (27).‘Andolsun ki biz, sizin etrâfınızdaki beldeleri helâk etmişizdir.’ Bu, örnek yoluyla Mekkelilere hitaptır. Etrâfındaki helâk olan beldeler Me’rib, Semûd’un Hicr’i, Sedum, Eyke gibi yerlerdir. ‘Biz âyetleri de evirip çevirip anlatmıştık.’ Yâni uyarıcı âyetleri hep onlara türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da etmiştik. ‘ki belki dönerler’ Şirkten, isyandan vazgeçip, tevhîde dönerler, zâten bu değişmelerin herbiri diğerleri için başlı başına bir (kudretinin) belge(si) bile oluyordu, gösteriyordu ki Allah’tan başka dayanılıp ibâdet edilecek hiçbir şey yoktur. (ELMALILI, 7/116, 117)

‘çevrenizdeki beldeleri de yok ettik ve belki (küfürden) dönerler diye âyetleri çeşitli şekillerde açıklamıştık.’  Allah Arap yarımadasında; güneyde Ahkâf yöresinde Âd, kuzeyde Hicr’de Semûd, Mekkelilerin Şam yolları üzerinde bulunan Medyen ve yine Mekkelilerin kuzeye yaptıkları yaz gezisi yollarının uğrak yeri Lût kavmi kentlerinin hâlkları gibi peygamberlerini yalanlayan kentleri harap etmiştir. (S. KUTUB, 9/218)

Görünen o ki; Allah, dîni yalanlayanların tevbe edip Rablerine dönmeleri için âyetlerini çeşitlendiriyor. Fakat onlar sapıklıklarında direniyorlar. Bunun üzerine onları çeşit çeşit belâlar yakalıyor. Onların başına gelen belâlar, arkalarından gelenlerce haber verildiğinden daha geriden gelenlerce de biliniyor. Mekke müşrikleri de o haberleri duyuyor, gidip gelirken kalıntılarını da görüyorlardı. (S. KUTUB, 9/218)

(28).‘Allâh’ı bırakarak O’na yakınlık peydâ etmek için edindikleri ilâhlar, kendilerine yardım etmeli değil miydi?’ Yâni; bunlar Allah katında bizim şefaatçimizdir, deyip kendilerine tapınarak Allâh’a yakınlaşmaya çalıştıkları uydurma ilâh ve putları ne diye onlara yardım etmedi? İbn Kesir’in ifâdesiyle: ‘Yâni onlara muhtaç oldukları zaman bu ilâhlar onlara yardımcı olabildi mi?’ demektir. ‘Hayır, onlar gözlerine görünmez oldular’ Onlara yardım edecekleri yerde, yardım alanında kayboldular. İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlar en çok muhtaç oldukları zamanda gidiverdiler.’ (S. HAVVÂ, 13/376)

‘İşte bu onların yalanı ve uydurdukları şeylerdir.’ O, yalan, uydurma olup ulaştığı sonuç bu, gerçeği de budur: Yıkım ve yok oluş… Onları Allâh’a yaklaştırdıkları iddiâsıyla Allâh’tan başka ilâhlar edinen müşrikler, bu somut gerçeklere rağmen neyin beklentisindedirler? İşte sonuç, işte varacağı yer. (S. KUTUB, 9/218)

(29).‘(Rasûlüm!) Hani cinlerden bir topluluğu, Kur’ân dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Dinlemek için (birbirlerine): “Susun” dediler. (Kur’ân’ınokunması) bitince uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.’ Kur’ân’ın, bir grup cinin Rasûlullah’tan  – salât ve selâm üzerine olsun – Kur’ân dinlemeye yöneltilmeleri olayından söz etmesi ve cinlerin konuştukları ve yaptıklarını aktarması, tek başına; cinlerin varlığı, olayın gerçekten yaşanmış olduğu, cinlerin Rasûlullah’ın seslendirdiği yapısı ile konuşulan Arapçayı dinleyip anlayabildikleri, îman etme, küfre sapma, doğru yolu bulma, sapıklığa düşme kâbiliyetinin olduklarının kabul edilmesi için yeterlidir. (S. KUTUB, 9/220)

Rasûlullah (s) Taif seferinden üzgün olarak Mekke’ye dönerken, yolda Batn-ı Nahle mevkiinde konakladı. Orada yatsı namazını kılıyorken bir grup cin gelip, Efendimiz (s)‘in okuduğu Kur’ân’ı dinlediler. (Ahmed b. Hanbel 1/167) Müslüman oldular ve dönüp kavimlerini de Kur’ân’a îmâna dâvet ettiler. Hadîse ile alâkalı bütün rivâyetler ittifakla cinlerin, orada Allah Rasûlü (s)’e kendilerini belli etmediklerini ve Efendimiz’in de onları fark etmediğini bildirir. Allah Teâlâ sonradan vahiy yoluyla onların Kur’ân dinlediklerini haber vermiştir. (Ö. ÇELİK, 4/531)  

Cinlerin Peygamberimiz (s)’e gelmeleri ve onu dinlemeleri ile ilgili sahih rivâyetlerden anlaşılmaktadır ki, bu olaydan sonra cinler, peşpeşe heyetler hâlinde Allah Rasûlü (s)’in huzûruna gelmeye ve onunla yüzyüze sohbet etmeye başladılar. (Ö. ÇELİK, 4/532)

Hadis: Said ibn Cübeyr’den nakle göre cinler gök kapılarını dinlerken taşlanıp kovulmuştu. Bunun üzerine İblis, Nusaybin cinlerinden bir grubu, bunun sebebini araştırmakla görevlendirmişti. O sırada, Taif’ten dönmekte olan Hz. Muhammed (s) Batnı Nahle denilen yerde, sabah namazını kılarken cinler, Kur’ân’ı işittiler ve sebebin bu olduğunu anladılar. Onların dinlediklerini, Hz. Peygambere Cenâb-ı Hak haber vernişti. (Buhâri Tefsiru sûre 72/1, Müslim Salât 149, Tirmizi Tefsiru sûre 72/1’den H. DÖNDÜREN, 2/811)

Hadis: Alkame şöyle anlatır: İbn Mes’ud’a: Cin gecesi sizden biriniz Peygamberimiz’e arkadaşlık etti mi? Diye sordum. ‘Hayır’ dedi, ‘Bir gece Mekke’de onu kaybettik. Her tarafta, derelerde, tepelerde aradık. Acaba kendisine bir suikast mı yapıldı, yoksa bir şey mi oldu, dedik. O gece bir kavmin geçirebileceği en sıkıntılı bir gece geçirdik. Sabahleyin, Peygamber (sav)’in Hıra tarafından geldiğini gördük. Kendisine duyduğumuz üzüntüyü anlatınca şöyle buyurdu: ‘Bana cinlerin dâvetçisi geldi; beni yanlarına gitmem için çağırdı. Ben de gidip onlara Kur’ân okudum.’ Allah Rasûlü (s) bizi götürdü, cinlerin izlerini ve yaktıkları ateşlerin izlerini bizlere gösterdi. (Müslim Salât 150, 153, Tirmizi Tefsir 46’den Ö. ÇELİK, 4/532)

(30).(Cinler şöyle) Dediler: “Ey kavmimiz! Doğrusu biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendisinden önceki (ilâhîkitap)ları(nasıllarını) doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola çağıran bir kitap dinledik.” İbn Kesir der ki: ‘Hz. Îsâ’dan söz etmediler. Çünkü Hz. Îsâ’nın üzerine indirilmiş bulunan İncil’de birtakım öğütler ve kalbi yumuşatıcı ifâdelerle az miktarda helâl ve haram kılan hükümler mevcuttur. Hakikatte İncil, Tevrat’ın getirdiği şeriatı tamamlayıcı bir kitap durumundadır. Esas olan Tevrat’tır. İşte bundan dolayı: Mûsâ’dan sonra indirilen, demişlerdir. (S. HAVVÂ, 13/377)

Buradan da anlaşılıyor ki, bu cinler daha önce Hz. Mûsâ’ya ve diğer semâvi kitaplara inanıyorlardı. Kur’ân’ı işittikten sonra bunun da daha önceki peygamberlerin tebliğ ettiği aynı kelâm olduğunu anladılar. Bu yüzden bu kitaba ve onu getiren Rasûlullah’a hemen îman ettiler. (MEVDÛDİ, 5/336)

(31).“Ey kavmimiz! Allâh’ın dâvetçisine uyun. O’na inanın ki sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve acıklı bir azaptan korusun.”  Sözlerinden (cinlerin) âhirete inandıkları da anlaşılıyor. Görüldüğü gibi, inanma ve Allâh’ın çağrısına uymanın, günahların bağışlanması ve azaptan korunmayı sağlayacağını biliyor, bu bildikleriyle de kavimlerini uyarıyor, müjdeliyorlar. (S. KUTUB, 9/226)

Cinlerin yaptığı amelin ecri: Ebû Hanife: ‘Bu âyete göre, mümin cinler için yalnız cehennemden kurtuluş vardır, sevap yoktur’ demiştir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Mâlik ve İbn Ebi Leylâ’ya göre ise onlar için de, insanlar gibi sevap ve cezâ gerekli olur. Dahhâk ise, cinlerin de Rahmân 55/56’ncı âyetine göre cennete gireceğini ve orada yeyip içeceklerini söylemiştir. (Beyzâvi ve Medârik’ten, H. DÖNDÜREN, 2/811)

İbn Kesir şunları söylemektedir: Bu buyrukta şânı yüce Allâh’ın Muhammed (s)’i cin ve inslerden ibâret olan sekaleyne gönderildiğine dâir bir delâlet vardır. Çünkü şânı yüce Allâh’a onları dâvet etmiş ve her iki gruba hitap edip, her iki kesime de mükellefiyetler teklif eden sûreyi okumuştur. Okuduğu bu sûrede her ikisine de vaadler ve tehditler vardır. Bu ise Rahmân sûresidir. Bundan dolayı; ‘Allâh’ın dâvetçisine uyun ve ona îman edin…’ demişlerdir. (S. HAVVÂ, 13/401)

46/32-35  ALLÂH’IN  DÂVETÇİSİNE  UYMAYAN  ALLÂH’I  ÂCİZ  BIRAKACAK  DEĞİLDİR

32. (İşteRasûlüm, deki🙂 Kim Allâh’ın dâvetçisi (olanPeygamberMuhammed’indâveti)ne uymazsa, (bilsinki) yeryüzünde (Allâh’ı) aciz bırakacak değildir. Kendisinin O’ndan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.

33. (Ey Peygamberim!) Bu böyle iken o inkâra sapanlar gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allâh’ın, ölüleri de diriltmeye kâdir olduğunu görmezler mi? Evet, O, elbette herşeye kâdirdir. [krş. 17/99; 36/81-82; 40/ 57; 50/38]

34. Kâfir olanlar / inkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (Allahonlara): “Bu (azap) gerçek değil miymiş?” (diyecek.) “Evet, Rabbimize yemin ederiz (kigerçektir).” diyecekler. (Allahda🙂 “Öyleyse inkâr edegeldiğinizden dolayı, tadın azâbı!” buyuracak.

35. O hâlde (Rasûlüm! Eziyetlerediğer) peygamberlerin azim (sabır) sâhibi olup sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar için (azapkonusunda) acele etme! Onlar tehdit edildikleri (azapları)nı gördükleri gün, (dünyâda) sanki gündüzün bir saatinden başka kalmamış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Bundan sonra artık yoldan çıkan (fâsık)lar topluluğun helâk edilir.

32-35. (32).‘(İşteRasûlüm, deki🙂 Kim Allâh’ın dâvetçisi (olanPeygamberMuhammed’indâveti)ne uymazsa, (bilsinki) yeryüzünde (Allâh’ı) âciz bırakacak değildir.’ Yâni Allâh’ı âciz bırakıp da onun azâbından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü son buluyor. (ELMALILI, 7/120)

‘Kendisinin O’ndan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’ İbn Kesir der ki: ‘İşte bu, tehdit ve korkutma konumudur. Kavimlerini hem teşvik edici, hem de korkutucu ifâdelerle dâvet ettiler. İşte bundan dolayı, pek çoğunu etkilemişler ve Rasûlullah (sa)’a peşpeşe heyetler hâlinde gelmişlerdir. (S. HAVVÂ, 13/378)

(33).‘Görmezler mi ki, gökleri ve yeri yaratan’ onlara: ‘olun’ der demez, karşı durmaksızın, muhâlefet etmeksizin itaatle emrine uyarak var olan ‘ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye Kâdir’dir.’ Sorunun cevâbı: ‘Evet, o şüphesiz herşeye’ öldükten sonra diriltmeye de, başka şeylere de ‘Kâdir’dir.’ (S. HAVVÂ, 13/378)

(34).‘Kâfir olanlar / inkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (Allahonlara): “Bu (azap) gerçek değil miymiş?” (diyecek.) “Evet, Rabbimize yemin ederiz (kigerçektir).” diyecekler. (ve itiraf etmekten başka hiçbir şey yapamazlar, S. HAVVÂ). (Allahda🙂 “Öyleyse (dünyâ hayâtında kâfir olup, S. HAVVÂ) inkâr edegeldiğinizden dolayı, tadın azâbı!” buyuracak.’

(35).‘Peygamberlerden azim sâhibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret!’ Azim sâhibi peygamberlerin (ulu’l azm) sayısı husûsunda ilim adamlarının değişik görüşleri vardır. En meşhur olan görüşe göre Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve son peygamber Muhammed (hepsine salât ve selâm olsun)‘dir. Yüce Allah onların isimlerini Ahzab ve Şûrâ sûresindeki âyetlerde açıkça belirtilmiştir. Ulu’l Azm ile bütün peygamberlerin kastedilmiş olması ihtimâli de vardır. (S. HAVVÂ, 13/402)

‘Onlar için’ cezâya çarptırılmaları için ‘acele etme! Onlar vaadolunduklarını gördükleri gün, sanki dünyâda sâdece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar’ Yâni dünyâ hayâtında kaldıkları süreyi o vakit, gündüzün kısacık bir ânı diye zannedecek şekilde oldukça kısa bulacaklardır. (S. HAVVÂ, 13/379)

‘Bu, bir tebliğdir’ O hâlde dinleyin ey insanlar! Bu çağrı tüm insanlara ve cinlere yöneltilen ve zâlimleri ilâhi azapla uyaran bir bildiridir. (M. KISA 1/528)

Yâni size verilen bu öğütler, öğüt olarak yeterlidir. Yâhut bu, Rasulden yapılmış bir tebliğdir: ‘Fâsıklar gürûhundan başkası helâk edilir mi hiç?’ Yâni bizzat kendisi helâke yönelmişin dışında, Allah tarafından kimse helâk edilir mi? Bu ise O’nun adâletinin bir tecellîsidir. O, ancak azâba lâyık olanları azaplandırır. (S. HAVVÂ, 13/379, 380)