Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2858

Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2862
Ahzab Suresi - Tefsirim

Ahzab Suresi

33 / Ahzâb Sûresi

Medîne döneminde inmiştir. 73 âyettir. Ahzâb, hizb kelimesinin çoğuludur. Hizb topluluk, grup, parti anlamlarına gelir. Burada, 9’ncu âyette müslümanlara karşı savaşmak için birleşen müşrik Arap kabileleri kastedilmektedir. Sûreye ad olan bu kelime, 20 ve 22. âyetlerde geçmektedir. (H. T. FEYİZLİ,  1/417)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

33/1-6  ALLAH  GERÇEĞİ  SÖYLER

1,2,3. Ey Peygamber(im)! Allâh’ın emirlerine uygun yaşama konusunda sebat et. Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir. Sen, Rabbinden sana vahyedilene uy! Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Allâh’a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter.

4. Allah, hiçbir insanın () boşluğunda iki kalp (ikivicdan, ikizıtşeyiberâbersevmeduygusu) ile yaratmadı (Ey müminler!) Zıhar yaptığınız (:“Senbanaartık, anneminsırtı, yâniannemgibisin.” dediğiniz) eşlerinizi, anneleriniz (gibiharam) yapmadı. Evlâtlıklarınızı da (öz) oğullarınız (gibi) kılmadı. Bu sizin kendi ağızlarınızla söylediğiniz bir lâf(tanibâretolupevdeyabancıhükmünde)dir. Allah gerçeği söyler ve O (doğru) yolu gösterir.

5. (Ey müminler! Evlâtlıkaldığınızçocuklaragelince) onları, babalarına nisbetle (onlarınadıyla) çağırın. Bu, Allah katında daha adâletlidir. Babalarını bilmiyorsanız bile (ancak) dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. (Ancak) yanıl(ıpyap)tıklarınızda size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yaptığında (sorumluluk) vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

6. Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önceliklidir. Onun eşleri de (mü’minlerin) anneleridir. Akrabâ olanlar, Allâh’ın kitabında birbirlerine mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakındır. (Mîrâsartıkakrabayadır.) Ancak dostlarınıza bir iyilik (birvasiyet) yapmanız hâriçtir. Bu (hüküm), Kitap’da (Kur’an’da) yazılmıştır.

1-6. (1, 2, 3).‘Ey Peygamber(im)! Allâh’ın emirlerine uygun yaşama konusunda sebat et.’  Yâni Allah’tan korkmak (takva) üzere sebat göster ve devam et! Takvânı her geçen gün daha da artır. Çünkü takvâya nihâyet yoktur. (S. HAVVÂ, 11/354)

‘Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Yâni onların sözlerini dinleme, onlarla danışma. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/354) (..) Bu yasak, her zamanki toplumlar için geçerlidir. Müminleri genel anlamda kâfir ve münâfıkların görüşlerine uymaktan, özellikle inanç, kânun koyma ve sosyal düzen açısından onlara itaat etmekten sakındırıyor. Bununla Müslümanların hayat sisteminin tamâmen Allâh’ın dînine uygun olması, kesinlikle başka görüş ve direktiflerin bu sisteme bulaşmaması amaçlanıyor. (S. KUTUB, 8/272)

Yüce Allah, kâfirlere ve münafıklara itaat edilmesini yasaklamakta, ancak müminlerin onlarla sosyal ilişkiler kurmalarını, aynı toplumda birlikte yaşamalarını, komşuluk, eğitim, iş ve yicâret gibi faaliyetlerini yasaklamamaktadır. Allah ve peygamberin dışında bir insana itaat, ancak mâruf olan, haram ve günah olmayan konularda söz konusudur. (İ. KARAGÖZ 6/5).

Müşriklerden ileri gelenler Uhud gazvesinden sonra Medîne’ye teklif götürmüşlerdi. “Sen bizim taptıklarımızı diline dolamaktan vazgeç, biz de seni Rabbinle başbaşa bırakalım.” demişlerdi. İslâm’dan tâviz vererek, putperest sistemlerini ayakta tutmaya yönelik uzlaşma teklifi yapan müşriklere ve “müslümanların kökünü kazıyalım” diyerek onlarla birlik olan, İslâm düşmanlığıyla dolu münâfıklara itaati / boyun eğmeyi yüce Allah yasak etmiştir.) [bk. 76/24] (H. T. FEYİZLİ, 1/417)

‘Allâh’a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter.’ Ondan başka dayanacak, işler kendisine havâle edilecek yoktur. Zîrâ O’nun koruduğuna başkası zarar veremez, O’nun vereceği zarardan da başkası koruyamaz. (ELMALILI, 6/293)

Allâh’a tevekkül; Allâh’ın yardımına, çalışanın emeklerini boşa çıkarmayacağına, iyi amellerinin sevâbını vereceğine, duâları kabul edeceğine, âdil olduğuna ve haksızlık etmeyeceğine inanmak ve güvenmektir. (..) Allâh’a tevekkül; çalışmadan, sebeplere sarılmadan işi Allâh’a havâle etmek değildir. İnsan her ne iş yaparsa yapsın, o işini kurallarına uygun olarak yapması, çalışması, sabretmesi, Allah’tan başarısı için yardım istemesi ve Allâh’ın kendisini başarılı kılacağına güvenmesi gerekir. Bu husus Ankebur sûresinin 58 ve 59’ncu âyetlerinde açıkça belirtilmiştir: ‘Çalışanların ücreti ne güzeldir! Onlar ki sabrederler ve Rablerine tecekkül ederler.’ Buna göre çalışma, sabır ve tevekkül birlikte olacaktır. (İ. KARAGÖZ 6/6).

İnsanların senin yanında ya da karşında olmalarına önem verme. Komplo ve tuzaklarına aldırma. Bütün işlerini Allâh’a bırak. O, sonsuz ilmine, hikmet ve öntasarımına göre bu işleri yönlendirir. İşi en sonunda Allâh’a bırakmak ve sâdece O’na dayanıp güvenmek, kalbin gölgesinde yatıştığı sağlam bir dayanaktır. (S. KUTUB, 8/273)  

(4).‘Allah, hiçbir insanın () boşluğunda iki kalp ile yaratmadı.’ (Çünkü) Yüce Allah, insana sâdece bir kalp bahşetmiştir. Bu yüzden tek bir yasaya boyun eğmesi, bir tek düşünce sistemine dayanması, eşyâ ve olayları tek bir ölçüye göre değerlendirmesi zorunludur. (..) Bu yüzden insanın izleyeceği hareket metodu bir tânedir. Sâdece bir yolda yürümeli, sâdece bir vahye ve yalnızca bir merciye yönelmelidir. Kısacası tek ve ortaksız Allâh’a teslim olmalıdır. Çünkü bir kalp, iki ilâha birden kulluk yapamaz, iki efendiye birden hizmet edemez. Aynı anda iki yolu izleyemez, iki merciye yönelemez. Böyle bir şey yapmaya kalkıştığı an duygu, düşünce ve davranış olarak paramparça bir görünüm sergiler, kendi kendi(si) ile çelişir, et ve kemik yığınına dönüşür. (S. KUTUB, 8/274)

Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve îman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İkiyüzlüler, inanmış görünen ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir. Onların da bir dîni vardır. Bu din, İslâm’a aykırı olduğundan münâfıklar da inkârcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için Müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. (Nisâ 4/145, KUR’AN YOLU, 4/365).

‘ve zıhar yaptığınız (:“Senbanaartık, anneminsırtı, yâniannemgibisin.” dediğiniz) eşlerinizi, anneleriniz (gibiharam) yapmadı. Evlâtlıklarınızı da (öz) oğullarınız (gibi) kılmadı. Bu sizin kendi ağızlarınızla söylediğiniz bir lâf(tanibâretolupevdeyabancıhükmünde)dir. Allah gerçeği söyler ve O (doğru) yolu gösterir.’    Bu âyet-i kerîme, Câhiliye dönemindeki üç yanlış husûsu ihtar edip kaldırmıştır: (1). Câhiliyede bâzı kimseler insanın iki kalpli / iki vicdanlı olanları olduğunu iddia ederlerdi. (2). Karısından ayrılmak isteyen kimse,“Sen bana annemin sırtı gibisin.” derdi. (Bu “sırt” ifâdesi, şahsı belirtmek için kullanılır.) (3). Evlâtlıklar, kendi babasının adıyla değil, evlât edinenin öz oğlu gibi onun adıyla çağırılırdı. Bunların lâftan ibâret, geçersiz âdetler olduğu bildirilmiştir. ( H. T. FEYİZLİ, 1/417)

İslâm geldiği zaman Araplarda iyice kökleşmiş iki âdet vardı: Zıhar ve tebenni. (Evlât edinme)  Zıhar bir adamın hanımına ‘Senin sırtın bana annemin sırtı gibidir’ dediğinde, o kadının kendi anası gibi sayılması ve artık erkeğin o hanımına yanaşamaması demekti. (..) Tebenni ise, başkasının çocuğunu evlât edinmek böylece mîras ve evlilik konularında ona öz evlâdı gibi davranmaktı. Buna göre yabancı bir çocuğu evlâtlık almak isteyen bir adam, hâlkın önünde o çocuğu evlât edindiğini söyler, artık o çocuk onun öz evlâdı sayılırdı. Onun adına çağrılır, baba ile oğul arasındaki hukûki durumlar, bunlar arasında da geçerli olurdu. Birbirlerine vâris olurlar, baba ile oğul arasındaki nikâh yasakları bunlar arasında da kurulurdu. (Ö. ÇELİK, 4/83)

(Yâni ) Câhiliye döneminin boşaması şöyleydi: Onlar hanımlarına: ‘Sen bana annemin sırtı gibisin, yâni ‘Sen bana annemin karnı gibi haramsın’ derlerdi. Onlar adının anılması mahrem yerinin adının anılmasına yakın olan karnı zikretmemek için karından kinâye olarak sırtı söylerlerdi. (İ. H. BURSEVİ, 15/348)  

Zıhar ise Mücâdile sûresinin 1-4. Âyetlerinde açıkça haram kılınmış ve bu uygulamayı devam ettirmek isteyenlere cezâ olmak üzere kefâret hükmü getirilmiştir. (Ö. ÇELİK, 4/83, 84)

Hanefi müctehidlere göre erkek, zıhar yaptığı eşini öpmesi, kucaklaması ve cinsel ilişkide bulunması; Şâfii müctehidlere göre sâdece cinsel ilişkide bulunması haram olur. Zıhardan kurtulabilmek için, erkeğin kefâret ödemesi gerekir. Zıhar kefâreti, gücü yeten kimse için öncelikle bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmiyorsa peşpeşe 60 gün oruç tutması, buna da gücü yetmiyorsa 60 fakiri doyurması gerekir. (58/3-4; İ. KARAGÖZ 6/10, 11)

Evlâtlık uygulaması, Medîne döneminin ilk yıllarında da sürmüş, hicretin 5. Yılında inen yukarıdaki 4’ncü ve 5’nci âyetlerle bu uygulama kaldırılmıştır. Abdullah İbn Ömer (r) şöyle demiştir: ‘Çocukları öz babalarına nisbet ederek çağırın.’ (Ahzâb, 33/5) âyeti ininceye kadar biz Zeyd İbn Hârise ‘yi Zeyd İbn Muhammed (Muhammed’in oğlu Zeyd) ‘ diye çağırıyorduk. Bundan sonra kendi babasına nisbet ederek çağırdık. (Buhâri’den, H. DÖNDÜREN, 2/657)

Ancak şunu da belirtelim ki, İslâm’ın evlâtlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Bu gibi çocuklar âileler nezdinde veya çocuk yuvalarında himâye altına alınır,  bakılır, eğitilir, sanat ve meslek sâhibi kılınır, evlendirilir. Bir mümin bu çeşit amellerinden ötürü büyük ecir kazanır. Ancak böyle bir çocuğu kendi nesep hısımı yapamaz ve erginlik çağından sonraki görüşmeler İslâmi ölçüler içinde olur. (H. DÖNDÜREN, 2/658)

Hadis: Kimsesiz çocukları (yetim) koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi berâber olacağım. (Tirmizi Birr 14’den, KUR’AN YOLU, 4/366)

(5).‘(Evlâtlık aldığınız çocuklara gelince) onları, babalarına nisbetle (onların adıyla) çağırın. Bu, Allah katında daha adâletlidir.’ Öz babalarına nisbet ederekçağırmanız, herkesinsoyunukarıştırmayıpsaklıtutmanız, doğrusunu söylemeniz, Allah katında adâlet ve hakkâniyete daha uygun, genel menfaatlerinize daha elverişlidir. (ELMALILI, 6/294)  

‘Babalarını bilmiyorsanız bile (ancak) dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. (Ancak) yanıl(ıpyap)tıklarınızda size bir sorumluluk yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yaptığında (sorumluluk) vardır.’ Yâni bu yasak gelmeden önce bilmeden ve hatâ ederek yaptıklarınızdan dolayı sizin için günah yoktur. Fakat bu yasak geldikten sonra kasten yaptıklarınızdan dolayı üzerinize günah vardır. (S. HAVVÂ, 11/358)

Hadis: Babası olmadığını bile bile başkasının (onun) babası olduğunu iddia eden kimseye cennet haramdır. (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud’dan İ. H. BURSEVİ, 15/355)

‘Şâyet babalarını bilmiyorsanız…’ ifâdesi, bize câhiliye toplumundaki soy karışıklığının, cinsel ilişkilerdeki kargaşanın boyutlarını tasvir etmektedir. İslâm âile düzenini babalık temeline, toplumsal düzeni de doğal ve sağlam âile esâsına dayandırmak sûretiyle bu karışıklığı ve bu kargaşayı ortadan kaldırmıştır. (S. KUTUB, 8/278)

(6). Âyet-i Kerîmede üç önemli husus beyan edilir: (1) Birincisi, Peygamberimiz (s)’in müminlere kendi canlarından daha yakın olmasıdır. (Ö. ÇELİK, 4/84) ‘O Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha evlâdır (yakındır).’ Yâni her konuda O, kendi öz nefislerinden dahi daha çok hak sâhibidir. O’nun hükmü, kendilerinin hükmünden daha çok kendileri üzerinde etkili ve geçerlidir. O bakımdan onun uğrunda ve ona vahyedilenler uğrunda ve ona vahyedilenler yolunda öz canlarını ortaya koymaları ve fedâ etmeleri gerekir. O herhangi bir emir verecek veya herhangi bir şeyi yasaklayacak olursa, hiç gecikmeksizin buna itaat etmelidirler. Yâhut da burada ‘daha önceliklidir’ ifâdesi onlara daha çok merhametli, daha çok şefkatli ve daha çok faydalıdır, anlamında da olabilir. (S. HAVVÂ, 11/358, 359)

Hadis: ‘Ben kendisine canından, evlâdından, malından ve tüm insanlardan daha sevgili olmadıkça sizin hiç biriniz gerçekten îman etmiş olamaz.’ (Buhâri Îman 8, Müslim, Nesâi, İbn Mâce’den İ. H. BURSEVİ, 15/358)

(2) İkincisi: ‘Onun zevceleri de (mü’minlerin) anneleridir.’ Eşleri O’nun hanımları ululama, hürmet ve nikâhlarının haram oluşunda onların analarıdır. Yâni anneleri onların yerine konulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Sizin Allâh’ın elçisini incitmeniz ve kendisinden sonra onun eşlerini nikâhlamanız aslâ olamaz.’ (el Ahzâb, 33/53) buyurmuştur. Nikâh ve evlenme dışında onlara bakmak, onlarla başbaşa yalnız kalmak (hâlvet), onlarla berâber yolculuğa çıkmak ve mîrâs konularında onlar diğer yabancı kadınlar gibidir. Onun için (kendi ziynetleri içinde) onlara bakmak helâl değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Onlardan (Peygamberimizin (s) hanımlarından)  bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin.’ (el Ahzâb, 33/53) Öyleyse onlarla hâlvet ve yolculuk câiz değildir. Onlar müminlere, müminler onlara mîrasçı olmaz. (İ. H. BURSEVİ, 15/359)

(3) Üçüncüsü: ‘Akraba olanlar, Allâh’ın kitabında birbirlerine mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakındır. (Mîrasartıkakrabâyadır.) Ancak dostlarınıza bir iyilik (birvasiyet) yapmanız hâriçtir. Bu (hüküm), Kur’an’da (Nisâ 4/7-14 ve 176’ncı âyetlerinde, M. KISA, 1/440) yazılmıştır.’ Hz. Muhammed, Medîne’ye hicretten sonra her Mekke’li muhâcir bir âileyle, Medîne’li bir âileyi, kardeşleştirme sözleşmesiyle bir araya getirmiş, böylece onları, ‘ortak çalışma, kazanma ve paylaşma(ya) yönlendirmiştir. Onlar birlikte kazanıyor ve birbirlerine mîrasçı da oluyorlardı.  İşte yukarıdaki âyet ve  bunun benzeri olan, Enfâl Sûresi 8/75 âyette: ‘Nesep hısımlarının Allâh’ın kitabında, diğer müminlerden ve muhâcirlerden daha yakın’ olduğu bildirilerek, bu mîras uygulaması kaldırılmıştır. Ancak yukarıdaki âyette farklı olarak ‘dostlarınıza yaptığınız iyilik bunun dışındadır’ buyurularak, ‘yardımlaşma, iyilik, ziyâret, ihsan ve ‘vasiyet yoluyla mal bırakma’ bundan istisnâ edilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/658)   

33/7-14  BİZ  PEYGAMBERLERDEN PEK  SAĞLAM  BİR  SÖZ  ALDIK

7,8. (Rasûlüm!) Hani vaktiyle biz, peygamberlerden (tebliğvedâvethususunda) sağlam sözlerini almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den ve Mûsâ ile Meryemoğlu Îsâ’dan da. (Evet) biz, onlardan kuvvetli bir söz almıştık. [krş. 3/81; 7/6]  (BudaAllâh’ın) o doğruluk üzere (olanpeygamber)lere (tebliğvedâvetkonusundaki) sözlerine sadâkatlarını sorması ve inkârcılara da pek acıklı azâbı hazırlaması içindir.

9. Ey îman edenler! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani (Hendekgazvesinde) üzerinize ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

10. (Ey müminler!) O vakit (kâfirler) size hem üst taraftan (vâdinindoğusundan), hem aşağı taraftan (vâdininbatısından) gelmişlerdi. O zaman gözler (korkuveşaşkınlıktanyerinden) kaymış, yürekler ağızlara dayanmıştı da, Allâh’a karşı (türlü) zanlarda bulunuyordunuz.

11. İşte Hendek savaşında mü’minler imtihâna tâbi tutulmuş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12. Hani münâfıklar ve kalplerinde (mânevî) bir hastalık bulunanlar: “Allah ve Rasûlü bize (zaferdiye) aldatan bir vaadde bulundı.” diyorlardı.

13. O zaman yine onların bir kısmı da: “Ey Medîne hâlkı! Artık size (burada) duracak yer yok, haydi (evlerinize) dönün!” demişti. Onların bir kısmı da: “Hakikaten evlerimiz açık (korumasız)dır.” diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Hâlbuki onlar(ınevleri) açık değildi. Onlar kaçmaktan başka bir şey istemiyorlardı.

14. Eğer o (Medîne’)nin etrâfından üzerlerine hücum edilse de, sonra kendilerinden karışıklık çıkarmaları (küfredönüpmüslümanlarasaldırmaları) istenseydi, elbette buna katılırlar ve bunda az bir süre kalabilirlerdi.

7-14. (7, 8).‘(Rasûlüm!) Hani vaktiyle biz, peygamberlerden sağlam sözlerini almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den ve Mûsâ ile Meryemoğlu Îsâ’dan da. (Evet) biz, onlardan kuvvetli bir söz almıştık.’  Hani Biz, bütün peygamberlerden yüce Allâh’ın dînini uygulamak, risâletini tebliğ etmek, şeriatına uymak, bu şeriata muhâlefet edenlerden uzak durmak ve yüce Allâh’a tevekkül etmek konularında söz almıştık. Sen de bunu hatırla! (S. HAVVÂ, 11/360)

Burada ismi anılan beş peygamber, Rasûlüm! Azim ve kararlılık sâhibi peygamberler nasıl sabrettilerse sen de öylece sabret’ (Ahkâf, 46/35) âyetiyle işâret edilen ulü ‘l Azm peygamberlerdir. Allah katındaki şan ve şereflerine işâret etmek üzere ismen zikredilmişlerdir. Efendimiz (s)’in başta anılması, ona ululama içindir. Hz. Îsâ’nın annesinin ismiyle birlikte anılması ise, hıristîyanların zannettikleri gibi, Îsâ’nın Allâh’ın oğlu değil, Meryem’in oğlu ve bir insan olduğunu belirtmek içindir. (Ö. ÇELİK, 4/86)  

Rasûlullah (s)’ın Hz. Nuh ve ondan sonra sözü geçenlerden önce zikredilmesi,  bu atfın sözü geçen bu kimselerin üstünlüğünü beyan etmek için yapılmasından dolayıdır. Çünkü bu peygamberler Ulü‘l Azm ve şeriat sâhipleridir. Muhammed (s) bunların en üstünlerinden olduğundan dolayı, hepsinden önce anılmıştır. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 11/360)

‘(BudaAllâh’ın) o doğruluk üzere (olanpeygamber)lere (tebliğvedâvetkonusundaki) sözlerine sadâkatlarını sorması ve inkârcılara da pek acıklı azâbı hazırlaması içindir.’ Şânı yüce Allâh’ın bunu yapmasının sebebi, kavimlerine karşı delil ortaya koymak için, neler söylediklerini, onlara neleri tebliğ ettiklerini sormak içindir. Bu tebliğ sayesinde de onların ileri sürecek bir mâzeretleri kalmamış olur. Veya yüce Allah, peygamberleri tasdik edenlere tasdikleri hakkında sormak için bu  sözü almıştır, anlamına da gelebilir. (S. HAVVÂ, 11/361)

(9).‘Ey îman edenler! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın.’ Yâni Ahzab günü diğer adıyla Hendek günü, Allâh’ın size verdiği nîmetlerini hatırlayın. Bu savaş, sahih ve meşhur kanaate göre hicretin beşinci yılı Şevval ayında olmuştur. (S. HAVVÂ, 11/373)

‘Hani (Hendekgazvesinde) üzerinize ordular gelmişti de’ (Hicret’in beşinci yılında Mekkeli Kureyş müşrikleri ve Gatafân kabilesi bütün kolları ile birleşik ordu (ahzâb) hâlinde Medîne üzerine yürümüş ve Medîne’de oturan yahûdi Benû Nadir ve Benû Kureyza kabileleri de müslümanlarla olan ittifak antlaşmalarını bozup “Muhammed ve O’nunla birlikte olanların kökünü kazıma” söylemiyle onlara katılmıştı. (İbni İshak, III, 299-310 vd. H. T. FEYİZLİ, 1/418).

‘biz onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.’ Hicretin Beşinci yılında, Kureyş ve Gatafan kabileleri ile bunlara destek veren Kureyza Yahûdileri, 12 000 kişilik birleşik güç oluşturarak Medîne’yi kuşatmışlardı. Daha önce saldırı hazırlığını haberini alan Hz. Muhammed, şehrin dışa açık olan tarafına (SelmânFarisi’nin teklifiyle, (KUR’AN YOLU) hendek kazdırarak savunma savaşına karar verdi. Atla bile aşılamayacak genişlik ve derinlikte olan hendekten çıkan toprakların arkasına da sahâabe birlikleri mevzilendi. Bir ay süren kuşatmanın arkasından Cenâb-ı Hakkın yardımı görüldü. Çıkan soğuk bir rüzgâr tüm düşman çadırlarını yıkıyor, ateşlerini söndürüyor, atları ürkütüyor ve kendileri de toz toprak içinde kalıyordu. Bu durum düşmanı korkuttu ve savaşı bırakıp çekildiler. Ancak önceki anlaşmayı bozan Yahûdiler de o bölgeden sürgün edildi. Yukarıdaki âyet ve birkaç âyet, bu olayla ilgili olarak inmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/658)

‘.. görmediğiniz ordular’ ile maksat, Allâh’ın Müslümanlara yardım için görevlendirdiği meleklerdir. Görünmeyen bu melekler, müşrikleri kuşatıp, yüzlerine toprak atıyor, çadırların iplerini kesiyor, direklerini söküyor, kazanlarını deviriyor, atlarını ürkütüyor ve Müslümanların yanlarında tekbir getiriyorlardı. Böylece yüce Allah, müşriklerin içlerine korku veriyordu. (İ. KARAGÖZ 6/25).

Müslümanlar savaşı kazanmış, pek çok ganimet ele geçirmişti. Müşriklerden üç asker öldürülmüş, Müslümanlar da altı şehit vermişlerdi. (İ. KARAGÖZ 6/22).

Hadis: ‘Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet isteyin. Şâyet düşmanla karşılaşırsanız, sabır gösterin ve bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır.’(Buhâri Cihad 112; Müslim Cihad 20’den, İ. H. BURSEVİ, 15/376)

Hadis: ‘Bizi orta namaz olan ikindi namazından meşgul edip alıkoydular. Allah onların kabirlerini ve evlerini ateş doldursun.’ (Buhâri, Müslim, Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce’den, İ. H. BURSEVİ, 15/376)

(10).‘O vakit (kâfirler) size hem üst taraftan (vâdinindoğusundan)( butaraftangelenlerGatafanoğullarıidiler, (S. HAVVÂ), hem aşağı taraftan (vâdininbatısından) (Kureyşliler), (Yâhut üst taraftan gelenler Kureyş ve Gatafan orduları idiler. Alt taraftan gelenlerle kasıt ise, Kureyza oğullarıdır.  (S. HAVVÂ) gelmişlerdi. O zaman gözler (korkuveşaşkınlıktanyerinden) kaymış, yürekler ağızlara gelmişti,’ Âyet-i Kerîmede zikredilen el hanâcir, hançerenin çoğuludur. Bu da ileri derecedeki korku ve dehşetin şiddetinden kalplerin çarpıntı ve ızdırabını ifâde eden bir misâldir. (S. HAVVÂ, 11/374)   

‘Allâh’a karşı (türlü) zanlarda bulunuyordunuz.’ Müminler yüce Allâh’ın kendilerini iptilâ / imtihan etmekte olduğunu sandılar. Bu bakımdan ayaklarının kaymasından ve tahammül gösterememekten korkmuşlar; münâfıklar da Müslümanların kökten yok edileceklerini sanmışlardı. (S. HAVVÂ, 11/374) ‘İşte orada mü’minler sınava tâbi tutulmuş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

(12).‘Hani münâfıklar ve kalplerinde (mânevî) bir hastalık bulunanlar: “Allah ve Rasûlü bize (zaferdiye) boş vaadde bulundı.” diyorlardı.’ Hendek kazılırken, büyükbir kayaya rastlanmıştı, kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler Peygamberimize başvurdular. O, üst giysisini çıkardı, kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta ‘Allâhü Ekber’  diyor ve ‘İran, Sûriye, Yemen’ gibi yerleri zikrederek, ileride Müslümanların gerçekleştirecekleri fetihleri birbir müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten Yahûdiler ve münâfıklar ise ‘Biz korkudan helâya gidemezken o bize İran ve Bizans’ın hazînelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil’ demişlerdi. (Nesâi’den, KUR’AN YOLU, 4/376)

(13).‘O zaman yine onların bir kısmı da: “Ey Yesrib (Medîne) hâlkı! Artık size (burada) duracak yer yok, haydi (evlerinize) dönün!” demişti. Onların bir kısmı da: “Hakikaten evlerimiz korumasızdır.” diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Hâlbuki onlar(ınevleri) korumasız değildi. Onlar sâdece savaştan kaçmak istiyorlardı.’ Yâni Beni Kurayza kabîlesi de düşmanlara katılınca, münâfıklar savaştan çekilmek için bahâne bulmuş oldular ve Hz. Peygamberden tehlike hâlinde olan âilelerini korumak için savaştan ayrılıp geri gitme izni istemeye başladılar. Oysa o sırada Medîne’deki bütün hâlkın korunma ve savunmasından bizzat Hz. Peygamber sorumlu idi. (MEVDÛDİ, 4/355)

Bu gruptaki âyetlerde münâfıkların ortak karakteri sözlerinden ve davranışlarından örnekler verilerek açıklanmaktadır: Bunlar söz verirler ama yerine getirmezler. Fitne fesat fırsatı çıkınca ev bark âile düşünmeyip o fırsatı değerlendirmeye koşarlar; hizmet gerektiğinde ise türlü bahâneler ileri sürerek izin almak isterler. Sûret-i haktan görünerek müslümanların moralini bozarlar; çoluk çocuklarını, evlerinin tehlikede olduğunu hatırlatarak savaş alanından çekilmeyi tavsiye ederler. Korkunun ölüme faydası olmadığı hâlde, inançsızlıkları sebebiyle savaşmaktan ve ölümden fazlaca korkarlar, korku ortamı geçip zafer kazanılınca da kendilerinin de payları varmış gibi konuşmaya ve hak talep etmeye başlarlar. (KUR’AN YOLU, 4/377)

13’ncü âyette geçen Yesrib Medîne’nin Allâh Rasûlü (s)’in hicretinden önceki ismiydi. ‘Kurak, çorak yer’ anlamını taşıyordu. Efendimiz (s), gelince onu Medîne olarak değiştirmişti. Münâfıklar buna rağmen, Yesrib demekle içlerindeki nifâkı ortaya koyuyorlardı. (Ö. ÇELİK, 4/89)

(14).‘Eğer o (Medîne’)nin etrâfından üzerlerine hücum edilse de, sonra kendilerinden karışıklık çıkarmaları (küfredönüpmüslümanlarasaldırmaları) istenseydi, elbette buna katılırlar.’ Onlar aslında evlerinin korumasız olduklarını söylerken, tek amaçları Allâh’ın Rasûlü’ne ve müminlere yardım etmekten kaçmak ve kalplerini dehşet ve korku ile dolduran Ahzab’la yâni karşı taraftaki ordularla yüz yüze gelmekten kaçıp kurtulmaktı. (S. HAVVÂ, 11/375)

‘..ve bunda az bir süre kalabilirlerdi.’ Böyle bir teklifi kabul etmelerinin sebebi ise onların İslâm’a olan kinlerinden, küfre olan sevgilerinden başka bir şey değildir. (S. HAVVÂ, 11/375)    

33/15-20  ALLÂH’A  VERİLEN  SÖZ,  MESULİYETİ / SORUMLULUĞU  GEREKTİRİR

15. Hâlbuki münâfıklar, bundan önce (Uhud’da) arkalarına dön(üpkaç)mayacaklarına dâir Allâh’a söz vermişlerdi. Allâh’a verilen söz sorumluluğu gerektirirdi.

16. (Rasûlüm! Savaştan ayrılmak isteyen münâfıklara) De ki: “Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, (bilinki) kaçmak size aslâ fayda vermez. O takdirde (kaçsanız) bile, (hayattakalıpdünyâdan) faydalanacağınız süre pek azdır.” [bk. 4/78; 62/8]

17. /Ey Peygamberim!) De ki: “Eğer (Allah) size bir kötülük dilese veya size bir rahmet istese (bunlaraengelolmakiçin) Allah’tan gelenlere karşı sizi kim saklayabilir?” Onlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı.

18,19. Allah, içinizden (savaştaPeygamber’eyardımdan) alıkoyan (münâfık)ları ve kardeşlerine de: “(Savaşagidipölmeyin.) Bize gelin!” diyenleri elbet biliyor. Zâten bunların pek azı dışındakiler savaşa gelmezler.  19. (Gelselerbile) size karşı cimri olarak (vegösterişiçingelirler). Bir de (savaşta) korku gelince, üzerine ölümden baygınlık çökmüş kimse gibi, gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. O korku gidince de hayra karşı cimri (fakatalınanganîmetedüşkün) kimseler olarak, keskin dilleriyle sizi incitirler. Onlar, (gönülden) inanmamışlardır. Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allâh’a göre çok kolaydır.

20. (Ey müminler!) Münâfıklar, (korkularındandolayıdüşman) birliklerin(inMedîneetrâfından) henüz gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer o birlikler (birdaha) gelse, (omünâfıklar) isterlerdi ki kendileri bedevî Araplarla çölde olsunlar da sizin haberlerinizi (oradan) sorsunlar. Esâsen içinizde bulunsalar bile çok azı savaşırlardı.

15-20. (15).‘Hâlbuki onlar, bundan evvel (Uhud’da) arkalarına dön(üpkaç)mayacaklarına dâir Allâh’a söz vermişlerdi. Allâh’a verilen söz sorumluluğu gerektirirdi.’ Yâni, onlar Uhud savaşında gösterdikleri zayıflıktan pişman olmuşlar ve bundan sonra karşılaşacakları ilk imtihanda bu zayıflığı tâmir edeceklerine dâir Allâh’a söz vermişlerdi. Fakat Allah, boş sözlerle kandırılamaz. O. Kendisine söz verenlerin samîmi olup olmadıklarını ortaya çıkarmak için, onları şu veya bu şekilde denemeden geçirir. İşte bu sebeple, Uhud savaşından sâdece iki yıl sonra, onları daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmiş ve verdikleri sözde ne kadar samîmi olduklarını ortaya çıkarmıştır.  (MEVDÛDİ, 4/357)

Yüce Allâh’a verilen sözün tutulması farz, terk edilmesi büyük günahtır. Allâh’a verdiği sözü tutmayanlar, sözlerine ihânet etmiş olurlar. Verilen sözü tutmamak münâfıklığın alâmetidir. (2/27, 8/56, 13/25, 16/92; İ. KARAGÖZ 6/31).

(16).‘(Rasûlüm!) De ki: “Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, (bilinki) kaçmak size aslâ fayda vermez. O takdirde (kaçsanız) bile, (hayattakalıpdünyâdan) faydalanacağınız süre pek azdır.” Şâyet sizin eceliniz yaklaşmış ise, kaçışın size faydası olmaz. Eceliniz gelmemiş ve yine kaçtı iseniz, sizin dünyâda faydalandırılıp eğlendirilmeniz, ancak çok az bir süre olabilir ki, bu da ömürleriniz kadar olacaktır. Zâten bu da az bir süredir. (S. HAVVÂ, 11/375)

Âyet 16’(nın) buyruğunu bâzı kimseler yanlış anlamışlardır. Çünkü kimisi şöyle anlamıştır: ‘Her kim ölümden yâhut öldürülmekten kaçacak olursa, ömrü artar.’  Ancak bu, naslara da, icmâa da aykırı bir anlamadır. Mûtezile’nin dışında bu kanâatte olan kimse yoktur. (S. HAVVÂ, 11/381)

Münâfıkların Altı Özelliği:

(18, 19).(a).‘Allah, içinizden (savaştaPeygamber’eyardımdan) alıkoyan (münâfık)ları ve kardeşlerine (zâhirde Müslüman olan kardeşlerine yâni kendi arkadaşlarına, aşiretlerine, kendileriyle birlikte oturup kalkanlara, S. HAVVÂ) de: “(Savaşagidipölmeyin.) Bize gelin!” (içinde bulunduğumuz bu meyveler, bahçeler arasında yaşamak üzere yanımıza gelin, S. HAVVÂ) diyenleri elbet biliyor. (b). Zâten bunların pek azı dışındakiler savaşa gelmezler.’ Kısa bir süre, riyakârlık olsun diye savaşırlar, sonra da çekip giderler. (S. HAVVÂ, 11/376) (..) Amaçlarımüslümanların birliğini bozmank, onları paniğe düşürüp savaşta yenilmelerini sağlamaktır. Münkü münâfıklar mallarıyla Allah yolunda yardıma yanaşmayan, canlarıyla da savaşmak istemeyen, herhangi bir tehlike ânında korkup kaçan, ancak tehlike geçince dillerini çıkarıp yiğitlik taslayan bir karaktere sâhiptirler. (M. DEMİRCİ, 2/570)

(c.)‘(Gelselerbile) size karşı cimri olarak (gelirler).’ ‘eşihhaten aleyküm’ sözü, münâfık grupların savaşa iştirak etme konusunda isteksiz oldukları anlamına gelmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/571)

(d, e).‘Bir de (savaşta) korku gelince, üzerine ölümden baygınlık çökmüş kimse gibi, gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. (d.) O korku gidince de hayra karşı cimri (fakatalınanganîmetedüşkün) kimseler olarak, (e).keskin dilleriyle sizi incitirler.’ Bu korku kaybolup güvenlik geri dönecek olursa, sizinle katı ve şiddetli bir şekilde konuşur, sözleriyle sizi incitirler, sizleri eleştirirler, itiraz ederler. Kusurları sayarlar, mal ve ganîmetten yana da tama(h) ve arzu içerisinde bulunurlar, konuşmalarında da şöyle derler: ‘Bizim payımızı unutmayınız. Çünkü bizler, sizinle birlikte bulunduk, sizinle berâber savaştık. Biz aranızda olduğumuz için düşmanınıza üstün geldiniz.’ (S. HAVVÂ, 11/376)   

‘Onlar, (gönülden) inanmamışlardır. Allah, onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allâh’a göre çok kolaydır.’ Burada özellikle bir nokta dikkate değer: Allâh’a ve Rasûlüne inandıklarını iddiâ eden, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren ve diğer iyi işlerde Müslümanlarla işbirliği yapan kimselerin gerçekte hiç îman etmemiş oldukları konusunda kesin bir hüküm verilmektedir. Onlar İslâm ile gayri İslâm arasındaki savaşta ikiyüzlülük yaptıkları, kişisel çıkarlarını dînin çıkarlarına tercih ettikleri ve kendilerini, servet ve gayretlerini İslâm uğrunda harcamaktan çekindikleri için böyle bir hüküm (amelleri boşa çıkmıştır, hükmü, M. SELMAN) verilmiştir. Bu da bir insan hakkında verilecek hükmün kriterinin görünen ameller değil, bağlılık ve fedakârlık olduğunu göstermektedir. (MEVDÛDİ, 4/358)

‘Size karşı pek cimridirler.’ İçlerinde Müslümanlara karşı bir çekememezlik, cihâda ve onların elde ettikleri mala karşı bir kıskançlık, Müslümanlara yönelik duygu ve düşüncelerinde bir cimrilik vardır. (S. KUTUB, 8/297)

(20).‘Bunlar (münâfıklar), (korkularındandolayıdüşman) birliklerin(inMedîneetrafından) henüz gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer o birlikler (birdaha) gelse, (omünâfıklar) isterlerdi ki kendileri bedevî Araplarla çölde olsunlar da sizin haberlerinizi (oradan) sorsunlar. Esâsen içinizde bulunsalar bile çok azı savaşırlardı.’ Münâfıklar, korkaklıkları dolayısıyla Medîne’den çıkıp çöle yerleşmek ve Bedeviler arasında kalmak istiyorlardı. Böylelikle kendilerini güvenlik altına almış ve savaş korkusundan uzak kalmış olacaklardı. Onlar savaşa iştirak etmek yerine, Medîne’den uzakta, Medîne tarafından gelecek olan herkese sizin haberlerinizi ve sizin başınızdan geçenleri sorup öğrenmek isterlerdi. (S. HAVVÂ, 11/377)

33/21-27  RASÛLULLAH  SİZİN  İÇİN  EN  GÜZEL  ÖRNEKTİR

21. (Ey müminler!) Andolsun ki Allâh’ı(nrızâsını) ve âhiret gününü(nsaâdetini) umanlar ve Allâh’ı çokça ananlar için Allâh’ın Rasûlü’nde, sizin için, pek güzel bir örnek vardır.

22. Mü’minler (Hendek savaşındadüşman) birlikleri(ni) görünce: “İşte bu, (birimtihanvesîlesivezaferolarak) Allah ve Rasûlü’nün bize vaadettiği şeydir. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir.” derler. (Buda) ancak onların îman ve teslîmiyetini artırır (kuvvetlendirir). [bk. 9/124]

23, 24. Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allâh’a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi (can) adağını ödedi (çarpışıpşehitoldu), kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar (verdiklerisözü) hiçbir şekilde (aslâ) değiştirmediler. 24. Çünkü Allah sâdık kalan (mü’min)leri doğruluklarıyla mükâfatlandıracak, münâfıklara da dilerse azap edecek yâhut tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

25. Allah, o kâfir (birlik)leri(ni), hiçbir başarıya erememiş bir hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi. Allah savaşta (fırtınaçıkarıpmelekleriyleyardımederek) mü’minlerin imdâdına yetişti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir. [bk. 33/9 vedipnotu]

26. (Allah,) Ehl-i Kitap’dan (hâinlikederek) onlara yardım eden (Kureyzayahûdi)lerini de kalplerine korku düşürerek kalelerinden indirdi. (Ey müminler! Siz, onlarıkuşatıp) bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir ediyordunuz.

27. Onların (Benî Kureyza Yahûdilerinin)  yerlerine, evlerine, mallarına ve henüz (fethedip) ayak basmadığınız topraklara da sizi mirâsçı yaptı. Allah herşeye kâdirdir.

21-27. (21).‘Andolsun ki Allâh’ı(nrızâsını) ve âhiret gününü(nsaâdetini) umanlar ve Allâh’ı çokça ananlar için Allâh’ın Rasûlü’nde, (sözlerinde, fiillerinde ve hâllerinde uyulması gereken, S. HAVVÂ,11/377) sizin için, pek güzel bir örnek vardır.’ Bu örnekler, korku, ümid, sıkıntı, bolluk durumlarında; geceleyin ve gündüzün Allâh’ı ananlar içindir. (S. HAVVÂ, 11/377)

Bu âyet, Rasûlullâh’ın ‘Peygamber size neyi verdi ise onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan sakının.’ (Haşr, 59/7) âyeti gibi, yalnız sözleriyle değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir peygamber olduğunu hükme bağlar. Yâni Rasûlullah, din ve ahlâkın teorik kısmını tebliğ ve hükme bağlamakla kalmamış, gerek savaşta gerek barış zamanında fiilleri ve uygulamaları ile ve bütün incelikleriyle kendisinde canlı olarak güzel bir uyma örneği olacak ders ve örnek vermiştir. Onun içi Hz. Muhammed’in hayat hikâyesinde her açıdan insanlık dünyâsı için pek güzel bir örnek vardır. (ELMALILI, 6/303, 304)

Savaşta – barışta, zorlukta – kolaylıkta, darlıkta – genişlikte nasıl davranılacağı husûsunda da örnektir. Efendimiz (s) mânevi sahada bir mürşit, bir âlim ve muallim, en mükemmel bir ahlâkmodeli, bir terbiyeci,  bir devlet başkanı, bir kumandan, bir diplomat, bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir komşu ve insanlar içinde onlardan bir fert olarak her sahada örnek olmuştur. Dolayısıyla Müslümanlar, hayatlarının her yönünde Allah Rasûlünü örnek bir şahsiyet kabul etmeli, onun söz, fiil ve davranışlarını, fiili kıstas olarak alıp, şahsiyet ve karakterlerini ona göre şekillendirmelidirler. (Ö. ÇELİK, 4/92)   

Âyet ve sahih hadisler ile emredilen ve yasak kılınan konularda Hz. Peygambere itaat etmek ve onu örnek edinmek Allâh’a itaat demektir. Dolayısıyla itaat farz ve sevaptır, aksine davranmak isyan ve günahtır. (İ. KARAGÖZ 6/36)

Allâh’ın Rasûlü Muhammed (s), Kur’ân’ı yaşama örneği ve onun muallimidir. O’nun hayâtı ve sünneti bilinmeden Kur’ân gâyesine uygun anlaşılmaz. Allâh’ı sevmek ve onun hoşnutluğunu kazanmak için de kimseyi değil, ancak prensip olarak onu örnek almak Kur’ân ifâdesidir (3/31). Onun hayâtı ve sahih sünneti ortada iken, başkalarını öne çıkarmak veya onu devre dışı bırakarak, Allah ile Rasûlü’nün ve kullarının arasını açmak, “Peygamber’in görevi yalnız Kur’ân’ı getirmektir.” demek, Allâh’a ve Kur’ân’a münâfıkça inanmak anlamına gelmektedir. [bk. 4/80] (H. T. FEYİZLİ, 1/419)

(22).‘Mü’minler (Hendek savaşındadüşman) birlikleri(ni) görünce: “İşte bu, (birimtihanvesîlesivezaferolarak) Allah ve Rasûlü’nün bize vaadettiği şeydir. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir.” derler.’ Allah, biraz güçlük ve sıkıntı çekildikten sonra zaferin Müslümanlara âit olacağını bildirmiş, Hz. Muhammed de Hendek savaşında sonucun Müslümanların lehine olacağını haber vermişti. Bu haber, bir aylık bir kuşatmanın arkasında doğrulanmıştır. (H. DÖNDÜREN, 2/659)

Bu, Allâh’ın ve Rasûlü’nün bize vaadetmiş olduğu imtihan ve denemedir; bunun arkasından hemen zafer vardır. İbn Abbas ile Katâde: böyle diyen müminler, yüce Allâh’ın Bakara sûresindeki (2/214) şu buyruğunu kastediyorlardı: ‘Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıntılara uğradılar ki, nihâyet Peygamber ve onunla birlikte îman edenler: Allâh’ın yardımı ne zaman? derlerdi. Şunu bilin ki şüphesiz Allâh’ın yardımı pek yakındır. (el Bakara 2/214, S. HAVVÂ, 11/377)   

‘(Buda) ancak onların îman ve teslîmiyetini artırır.’  Allah ve Rasûlü zaferin belirtileri husûsunda doğru söylemiştir. Bu yüzden kalpleri Allâh’ın yardımı ve vaadine yönelik sarsılmaz bir güvenle doludur. (S. KUTUB, 8/302)

Kişi başlangıçta sâdece İslâm’ın temel akîdesini kabul ederek (kelime-i şehâdet) müslüman ve mümin olabiliyorsa da, onun îman durumu sâbit kalmaz bilâkis gerilemeye veya ilerlemeye müsâittir. Samîmiyet ve itaat ruhundaki bir azalma, îmânın gerilemesine neden olur,  öyle ki bu sürekli gerileme kişiyi, ufacık bir hareketinde müminlikten münâfıklığa geçeceği bir uç sınıra getirebilir. Bunu aksine bir kimse, ne kadar çok samîmi ise, onun itaati o kadar mükemmel, Din yoluna bağlılık ve fedakârlığı o kadar büyük olacak, îmanı da o denli artıp sâdıklar derecesine yükselebilecektir. (MEVDÛDİ, 4/361)

(23, 24).‘Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allâh’a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını ödedi (çarpışıpşehitoldu), ‘ Hamza, Musâb, Enes b. Nadr gibi şehid olarak vefat etti. (S. HAVVÂ) ‘kimi de (şehitliği) (yâniOsmanveTalhagibişehâdetüzerevefatetmeyi, (S. HAVVÂ, 11/378) beklemektedir. Onlar (verdiklerisözü) hiçbir şekilde (aslâ) değiştirmediler.’ Şehid olan da şehid olmayı bekleyen de sözünde durdu, sözünde değişiklik yapmadı. Bu buyrukta, sözünde durmayan münâfıklara ve hasta kalplilere bir tariz bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 11/378)

‘Çünkü Allah sâdık kalan (mü’min)leri doğruluklarıyla mükâfatlandıracak, münâfıklara da dilerse azap edecek yâhut tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’ Yâni yüce Allah, kullarını korku ile sarsıntı ile dener. Böylelikle murdar olanı temiz olandan ayırd eder. Bunun durumu da, ötekinin durumu da fiilen ortaya çıkar. Şânı yüce Allah bir şeyi olmadan önce bilmekle birlikte, onların durumlarını bilmesine göre, onlara azap vermez. Tâ ki onlar, kendileri hakkındaki bilgisine göre amel ile bu durumu fiilen ortaya koyuncaya kadar.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/378)

Allah Teâlâ onları dünyâda düşmana karşı pekiştirme ve muzaffer kılma, bayrağını yüceltme ile; âhirette ise güzel sevap, iyi bir dönüş, sürekli cennet nîmetleri içinde ebedîlik, ikram ve tâzimde / ululamada akranlarının önüne geçirerek mükâfatlandıracaktır. (İ. H. BURSEVİ, 15/412)    

(25).‘Allah, o kâfir (birlik)leri(ni), hiçbir başarıya erememiş bir hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi.’ Burada onların Müslümanlara karşı zafer kazanmalarından ‘hayır’ diye söz edilmesi, onların kendi kanaatlerince durumu böyle değerlendirmelerindendir. (S. HAVVÂ, 11/378)

‘Allah savaşta mü’minlerin imdâdına yetişti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.’  Allah Hendek günü, bir ay kadar süren düşman kuşatmasının ardından şiddetli bir rüzgâr ve melek orduları yardımı ile müminlere destek vermişti. (H. DÖNDÜREN, 2/659)

‘Allah savaşta müminlere yetti’ buyruğunda, Müslümanlarla Kureyş arasındaki savaşın durumuna bir işâret bulunmaktadır. Nitekim ondan sonra da böyle oldu ve müşrikler bir daha Müslümanların üzerine gazâ / savaş tertip edemediler. Aksine Müslümanlar kendi topraklarında onlara savaş yaptı. (S. HAVVÂ, 11/390)

Hadis: Süleyman b. Surad (r.a.)’dan dedi ki: Rasûlullah (s) Ahzab günü şöyle buyurdu: ‘Artık şimdi biz onlara karşı savaş yapacağız; onlar bize karşı savaş yapamayacaklardır.’ (Buhâri’den, S. HAVVÂ, 11/390)

Hadis: ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tek’tir.  Vaadini yerine getirdi, kuluna zafer nasib etti. Askerini güçlendirdi, Ahzâb’ı tek başına bozguna uğrattı, Ondan sonra da hiçbir şey yoktur.’ (Ebû Hüreyre’den Buhâri ve Müslim, S. HAVVÂ, 11/390)

(26).‘(Allah,) Ehl-i Kitap’dan (hâinlikederek) onlara yardım eden (Kureyzayahûdi)lerini de kalplerine korku düşürerek kalelerinden indirdi. (Siz, onlarıkuşatıp) bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir ediyordunuz.’ Bu kitap ehli, Yahûdilerden Kureyza oğulları’dır. Rasûlullah ile anlaşma yapmışlarken, Nadiroğullarının ısrârı ile dönmüşler, Ahzâb’a yardım etmişlerdi. Ahzâb’ın yenilip dağıldığı gecenin sabahı, Müslümanlar Medîne’ye dönüp silâhlarını bıraktıkları sırada Cebrâil Rasûlullah (s)’e gelmiş, ‘Zırhını çıkarıyor musun? Melekler henüz silâhı bırakmadılar, Allah Teâlâ senin Kureyzaoğulları üzerine yürümeni emrediyor, ben de onlara gidiyorum.’ (Müslim), demişti. Bunun üzerine, ‘İkindiyi Kureyzaoğullarında kılsınlar’ (Buhâri, Müslim) diye Müslümanlara ilân edildi. Müslümanlar vardılar yirmi, yirmi beş gece kuşatma yaptılar, Rasûlullâh’ın hükmünü kabul etmeleri teklif edildi, kabul etmediler, Sa’d b. Muaz‘ın hükmünü kabul etmeye râzı oldular. O da savaşa katılanların öldürülmelerine, çocukların ve kadınların esir edilmelerine hükmetmişti ki, bu olay meşhurdur. (ELMALILI, 6/306)    

Bu (kesimde) öğrendiğimizderslerdenbirisideşudur: Savaş hâlinde hâinlik yapanların cezâsı îdamdır. Nitekim göreceğimiz gibi Rasûlullah (s) Kurayzaoğullarına bu hükmü uygulamıştır. (S. HAVVÂ, 11/381)

(27).‘Onların (Benî Kureyza Yahûdilerinin)  yerlerine, evlerine, mallarına ve henüz (fethedip) ayak basmadığınız topraklara da sizi mîrasçı yaptı. Allah herşeye kâdirdir.’ Bunun kapsamına, kıyâmet gününe kadar İslâm tarafından fethedilecek topraklar girmektedir ve bu başlı başına bir müjdedir. (S. HAVVÂ, 11/378)

(..) Âyetteki ‘.. henüz ayak basmadığınız topraklara..’ ifâdesini hem özel hem de genel anlamı itibâriyle ele almak daha isâbetli olabilir. Çünkü Kur’ân’ın bir kısım âyeti özel sebepler üzerine inmiştir, ancak bu durum onların genel bir anlama gelecek şekilde yorunlanmasına engel değildir. Bu yüzden söz konusu âyeti, iniş sebebini dikkate alarak Müslümanlarla yapmış oldukları antlaşmayı bozan Benî Kureyza Yahûdileriyle ilişkilendirmek sûretiyle yorumlayabiliriz ki, işte bu onun özel anlamı demektir. Buna göre diyebiliriz ki, âyette zikredilmek istenen husus, (..) Mekke, Hayber, Fars ve Rum topraklarının fethi olabilir. Çünkü Benî Kureyza olayı vuku bulduğunda bu topraklar henüz Müslümanlar tarafından fethedilmiş değildi. Âyeti genel anlamı itibâriyle ele alarak da ‘..henüz ayak basmadığınız topraklara..’ ifâdesini, kıyâmete kadar Müslümanların fethedecekleri topraklar olarak yorumlamak mümkündür. (M. DEMİRCİ, 2/573)

33/28-34  EY  PEYGAMBER  HANIMLARI!

28. Ey Peygamber! (Busıradasenidünyâlıkisteyerekhuzursuzeden) hanımlarına de ki: “Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım.”

29. “Eğer; Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenlere büyük mükâfat(lar) hazırlamıştır.”

30. Ey peygamber hanımları! İçinizden kim açıkça edep dışı bir günah işlerse, onun azâbı iki kat artırılır. Bu, Allâh’a göre kolaydır.

31. (Ey Peygamberin hanımları!) Sizden kim de Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat eder, sâlih amel işlerse ona mükâfâtını iki kere veririz. Ona (cennette) bol bir rızık hazırlamışızdır.

32. Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi bir (kadın) gibi değilsiniz. Eğer ‘Allâh’ın emrine uygun yaşamak istiyorsanız’ (yabancıerkeklerekarşı) edâlı ve cilvelî konuşmayın. Sonra kalbinde bir hastalık (kötüduygu) bulunan kimse, umuda kapılır (vekendinebirpayçıkarır). Sözü uygun (ölçülüveciddi) şekilde söyleyin.

33. (Ey Peygamberin hanımları! Çoğuzaman, vakarla) evlerinizde oturun. Dışarıya da evvelki câhiliye zamânı/İslâm öncesi kadınlarının çıkışı gibi süslenip kendinizi teşhir ederek çıkmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Peygamberin ev hâlkı! Allah, sizden ancak kiri (günahı) gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister. [krş. 24/31; 33/59]

34. (Ey Peygamberin hanımları!) Evlerinizde okunan Allâh’ın âyetlerini ve hikmeti hatırda tutun. Şüphesiz ki Allah, Latîf (herşeyininceliklerinibilen)dir, hakkıyla haberdardır.

28-34. (28, 29).Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım.”  “Eğer; Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenlere büyük mükâfat(lar) hazırlamıştır.” Tefsircilere göre, bu âyetin geliş sebebi, Hz. Peygamberin eşlerinin ondan, lüks, ziynet kabilinden bâzı şeyler istemek, birbirlerini kıskanmak sûretiyle kendisini üzmeleri, bunun üzerine Hz. Peygamber’in bir ay onlara yaklaşmamak üzere yemin edip (îlâ) ayrı yaşamaya karar vermesidir. Ay dolunca, eşlerine seçme hakkı verildiği’  için bu mânâda ‘tahyir’  adıyla anılan âyet inmiştir. Âyet gelince Hz. Peygamber, o gün nikâhı altında bulunan eşlerini toplamış ve kendilerine seçim imkânı tanımıştır. Ebû Bekir İbnü‘l Arabi, genellikle tefsircilerin kaydettileri dokuz isimden oluşan listeye haklı olarak itiraz etmiş, tahyir olayında buna muhâtap olacak durumdaki eşlerin Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Sevde’den ibâret olduğunu kaydetmiştir. (lll, 1524) Eşleri bu durum karşısında heyecanlanmış, Hz. Peygamber, kendilerini boşamadığı için sevinç gözyaşları dökerek ‘Allah ve Rasûlünü tercih ettiklerini’ ifâde etmişlerdir. (Buhâri, Müslim’den, KUR’AN YOLU, 4/380, 381)   

Boşama Yetkisinin Kadına da Verilmesi (TefviziTalâk): Evli bir erkek, vekil aracılığı ile boşanabileceği gibi, bu yetkiyi kendi eşine de verebilir. Buna ‘tefviz’ denir. Sürekli olarak verilince, artık kocanın bundan dönmesi geçerli olmaz. Bunun delili, yukarıdaki âyet ve ona dayalı sünnettir. (H. DÖNDÜREN, 2/659)  

(30).‘Ey peygamber hanımları! İçinizden kim açıkça edep dışı bir günah işlerse, onun azâbı iki kat artırılır. Bu, Allâh’a göre kolaydır.’ 30’ncu âyette yer alan ‘fâhişe’ kelimesi, zinâ dâhil olmak üzere hayâsız, terbiyesiz, çirkin işleri ifâde eder. Rasûlullah (s)’e başkaldırarak, onu zor durumda bırakacak ve kederlendirecek hareketlerde bulunmak da bunun içeriğine dâhildir. Fakat buradaki ifâde, Rasûlullah (s)’in hanımlarından birinin böyle bir edepsizlik yapmış olma ihtimâli bulunduğu mânâsına gelmez. Bilâkis bu uyarı, onların müminlerin anneleri olduklarını unutmamaları gerektiğini, bu sebeple ahlâki sorumluluklarının büyük olduğu ve davranışlarının mükemmel, temiz ve saf olması lazım geldiğini beyan eder. (Ö. ÇELİK, 4/102)

‘Ona azap iki kat katlanır’ (..) Yüce Allah söz konusu âyette özel bir statüyü gündeme getirerek onların bulundukları konumun yüceliğini ve sorumluluğunu onlara hatırlatmak istemiştir. Dolayısıyla burada esâsen vurgulanmak istenen maddi bir cezâ değil peygamber eşlerinin üzerinde taşıdıkları sorumluluğun mânevi ağırlığıdır. Zîrâ Allah Teâlâ Hz. Peygamber (s)’i ve âilesini her türlü iffetsizlik ve kötülükten koruduğu için, onların bu türden çirkinlikleri işlemeleri mümkün değildir. O hâlde mümkün olmayan bir fiil için cezâ da söz konusu edilmemelidir. (..) Bu âyetle Yüce Allah sâdece Hz. Peygamber’in eşlerinin pozisyonları ile ilgili bir düzenleme getirerek, bu hassas konuda onları uyarmak istemiştir. Dolayısıyla esâsen burada amaç maddi anlamda cezâlandırmak değil, bir varsayımdan hareket ederek onların toplum içindeki konumlarına dikkat çekmektir. (M. DEMİRCİ, 2/575)

(31).‘Sizden kim de Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat eder, sâlih amel işlerse ona mükâfâtını iki kere veririz. Ona (cennette) bol bir rızık hazırlamışızdır.’ Yâni başkasının alacağı sevâbın iki katını veririz. Çünkü o, bir örnektir. Onun için hem işlediği amelin ecri vardır, hem de örnek ve önder olmanın (ecri vardır.) (S. HAVVÂ, 11/404)

(32).‘Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi bir (kadın) gibi değilsiniz.’ Sizde diğer kadınlarda bulunmayan nitelikler var: Peygamberlerin en hayırlısının hanımları ve bütün müminlerin anaları olmak niteliklerine sâhipsiniz. (ELMALILI, 6/309)

‘Eğer ‘Allâh’ın emrine uygun yaşamak istiyorsanız’ (yabancıerkeklerekarşı) edâlı ve cilveli konuşmayın.’ Bir söz söylendiği zaman, sakın yılışık bir biçimde cevap vermeyin ve söylerken yayılarak, kırıtarak söylemeyin. (ELMALILI, 6/309)

‘.. yabancı erkeklerle konuşurken sözü yumuşak bir edâ ile söylemeyin’ cümlesi, Müslüman bir kadının örfe ve dîne uygun olmak şartıyla, evlenmesi dînen câiz olan bir erkekle konuşmasının haram olmadığını; sâdece harama vâsıta olacak , konuştuğu erkek tarafından mesaj olarak algılanabilecek, erkeklik hislerine hitap edecek, şüphe ve tereddütlere sevk edecek nitelikte kocaları ile konuştukları gibi, cilveli, işveli ve edâlı bir biçimde konuşmanın haram olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/48, 49).

‘Sonra kalbinde bir hastalık bulunan kimse, umuda kapılır (vekendinebirpayçıkarır). Sözü uygun (ölçülüveciddi) şekilde söyleyin.’ Yâni yapmacıklıktan uzak, ağırbaşlılık ve ciddiyetle dosdoğru söyleyin veya sert olsa da mâkul ve meşrû güzel söz söyleyin. (ELMALILI, 6/309)

‘.. mâruf söz’, kelime-i tevhid, Kur’an âyetleri, peygamber sözleri, hak, doğru, etkili, faydalı ve yol gösterici sözler dâhildir. ‘.. mâruf söz söyleyin’ cümlesi, iyi ve güzel olan şeyleri ve dînî görevleri anlatın, insanları yasaklardan sakındırın, yâni emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker (iyiliği  emir ve kötülüğü yasaklama) yapın, anlamını da içerir. (İ. KARAGÖZ 6/49).

(33).‘(Çoğuzaman, vakarla) evlerinizde oturun.’ Bu emir, onların hiçbir zaman evlerinden çıkmayacakları mânâsına gelmemekle birlikte, daha çok evlerinde kalmalarını ve bir mecbûriyet olmadıkça dışarı çıkmamalarını istemekte, dışarı çıktıklarında da nasıl bir İslâmi tesettür ve edep dâiresinde çıkmaları gerektiğini belirtmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/103)

İbn Kesir şunları söylemektedir: Yâni evlerinizden ayrılmayın, ihtiyaç olmadıkça dışarıya çıkmayın. Şer’i ihtiyaçlar arasında, şartına riâyet ederek mescidde namaz kılmak da vardır. Nitekim Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur:    Hadis: ‘Allâh’ın hanım kullarını Allâh’ın mescidlerinden engellemeyiniz.  Ancak dışarı çıktıklarında da koku sürünmesinler.’ Bir rivâyette de: ‘Bununla birlikte evleri onlar için daha hayırlıdır’ buyurulmuştur. (Ebû Dâvud Salât 52, No 565; S. HAVVÂ, 11/417)

Burada şunu da belirtelim ki; kadının şer’i ihtiyaçlarından bir kısmı da şunlardır: Babasını, annesini ziyâret etmesi, farz-ı ayn olan ilmi talep etmek üzere çıkması yâhut şartına riâyet ederek farz-ı kifâye olan ilim talebine çıkması, kocasının cevabını bulamadığı bir soruyu bir ilim adamına sormak üzere çıkması, eğer ihtiyâcını hizmetini görecek kimse yoksa kendi ihtiyaçlarını kendisinin karşılaması. (S. HAVVÂ, 11/417)

‘Dışarıya da evvelki câhiliye zamanı / İslâm öncesi kadınlarının çıkışı gibi süslenip kendinizi teşhir ederek çıkmayın.’ Yâni İslâm’dan önceki câhiliyet âdeti gibi süslerinizi göstererek ve görünmek için kırıtarak çıkmayın. Bu âyet, bu emir ve yasak ile Rasûlullâh’ın hanımlarına yalnız ‘tesettür’ü değil, özellikle hıdr’i, yâni yabancı erkeğe hiç görünmemek demek olan ‘muhâdere’liği dahi vâcip kılmıştır.  Diğer İslâm kadınları içinileridegeleceğiveNûr sûresinde geçtiği üzere tesettür vâcip ise de ‘hıdr’ vâcip değil, müstehaptır. (ELMALILI, 6/309)

Mücâhid, Teberrüc /Açılıp saçılmak, hakkında şunları söylemektedir:Kadın, erkeklerarasındaçıkıpyürürdü. İşte bu, câhiliyenin açılıp saçılmasıdır. Katâde de ilk câhiliyenin açılıp saçılmasını şöylece açıklamıştır: Kadınlar dışarıya çıktıklarında kırıta kırıta ve işveli bir şekilde yürürlerdi. Mukâtil b. Hayyan ise, açılıp saçılmayı (teberrüc) açıklarken şunları söylemektedir: Teberrüc şudur: Kadın örtüsünü başına atar; fakat boynunu, küpelerini, gerdanını örtecek şekilde bağlamazdı. Çağdaş câhiliye kadınları ise, bundan daha çirkin, beyinsizce ve daha bayağı şekilde açılıp saçılmış durumdadırlar. (S. HAVVÂ, 11/405)  

‘Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Peygamberin ev hâlkı! Allah, sizden ancak kiri (günahı) gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister.’  Allâh’ın bereketli ve temiz kıldığı, Hz. Peygamber sebebiyle bir mânâda kutsallaşmış bulunan, her salâvat okuduğumuzda kendilerine de gönderme yaptığımız Peygamber âilesi (Ehl-i Beyt) kimlerden oluşmaktadır? En azından buradaki ehl-i beyt’e Hz. Peygamber’in eşlerinin de dâhil bulunduğunda şüphe yoktur, hattâ daha da ileri giderek burada yalnız eşlerinin kastedildiğini söylemek de mümkündür. Başka münâsebetlerle Peygamber aleyhisselâm, Ehl-i Beyt’ini zikrederken Hz. Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’in isimlerini anmış, hattâ bir defâsında bunları abasının altına alarak (âl-i aba) onlar için hayır duâda bulunmuştur. (DİA’dan KUR’AN YOLU, 4/382)

(34).‘Evlerinizde okunan Allâh’ın âyetlerini ve hikmeti hatırda tutun. Şüphesiz ki Allah, Latîfdir, hakkıyla haberdardır.’   Hikmeti: İnce mânâları, Rasûlullah’ın öğrettiği hüküm ve uygulamaları. (bk. 2/129, 152; H. T. FEYİZLİ, 1/421)           

33/35-39  ALLAH VE RASÛLÜ  BİR  İŞE  HÜKÜM  VERDİĞİ  ZAMAN

35. Şüphesiz ki müslüman olan (Allâh’ınemirlerineteslimolan) erkeklerle, müslüman kadınlar; îman eden erkeklerle, îman eden kadınlar; itaate devam eden erkeklerle, itaat (veibâdet)e devam eden kadınlar; doğru erkeklerle, doğru kadınlar; sabreden erkeklerle, sabreden kadınlar; alçak gönüllü (vesaygılı) erkeklerle, alçak gönüllü kadınlar; sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar; oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlar; mahrem yerlerini (haramdan) koruyan erkeklerle, mahrem yerlerini (vegörünümleriniharamdan) koruyan kadınlar; Allâh’ı çok anan erkeklerle (Allâh’ıçok) anan kadınlar (varya, işte) Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

36. Allah ve Rasûlü bir meselede hüküm verdiği zaman, inanan bir erkek ve kadına, artık o işte, kendi (arzuveheves)lerine göre (başka) tercih hakkı yoktur. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelir (onlartarafındanverilmişhükümleribeğenmez, kenditercihlerineönemverir)se, kesinlikle o, apaçık bir sapıklıkla sapmış olur. [krş. 4/65]

37. (Rasûlüm!) Hani Allâh’ın kendisine (İslâmile) nîmet verdiği, senin de yine kendisine nîmet ver(ipköleliktenâzâtet)tiğin kimseye (Zeyd’e): “Hanımın (Zeyneb’)i yanında tut, Allâh’a saygılı ol (boşanma).” diyordun. Fakat (onadâir) Allâh’ın açığa çıkaracağı (emri)ni, insanlardan korkarak içinde gizliyordun. Hâlbuki kendisinden korkmana Allah daha lâyıktır. Şimdi mâdem ki Zeyd, (kendidileğiyleboşayıp) onunla ilişkisini kesti, biz de onu sana zevce yaptık ki (bundanböyle) evlâtlıkların, kendilerinden ilişkisini kestiği hanımların(ınikâhlama)da mü’minlere bir günah olmasın. Allâh’ın emri yerine getirilmiştir.

38, 39. Allâh’ın kendisine farz (vetakdir) buyurduğu şeyler(iyerinegetirme)de Peygamber’e hiçbir vebâl yoktur. Daha önce geçen (peygamber)lerde de, bu, Allâh’ın âdeti olarak böyledir. Allâh’ın emri takdir edilmiş bir kader (vekesinbirhüküm)dür.  (Peygamberler) öyle kimselerdir ki Allâh’ın gönderdiklerini tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. (Dinlemeyenlere) hesap görücü olarak Allâh yeter.

35-39. (35).Bu (35’nci) âyet-i Kerîmede zikredilen on husus İslâm dininin çok önemli esaslarını  içermektedir: (1) ‘Şüphesiz ki müslüman olan (Allâh’ınemirlerineteslimolan) erkeklerle, müslüman kadınlar;’ İslâm; teslim olmaktır. Îman ise, tasdik etmektir. Bu iki nitelik arasında sağlam bir bağ vardır. Veya biri diğerinin öteki yüzüdür. Çünkü teslim olmak, tasdik etmenin gereğidir. Teslim olmak, gerçek anlamda tasdik etmekten kaynaklanır. (S. KUTUB, 8/324)

(2) ‘îman eden erkeklerle, îman eden kadınlar’ müminde her hususta Allâh’ı ve Rasûlünü tasdik eden kimse demektir. Âyet-i Kerîme, îmânın İslâm’dan farklı olduğunun ve îmânın İslâm’dan daha özel bir mânâ ifâde ettiğinin delilidir. (S. HAVVÂ, 11/407)

‘Doğrusu Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümine kadınlar’ buyruğunda îmânın büyük bir hayır olduğunu, İslâm’ın ise ondan daha özel bir mânâ taşıdığını göstermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Bedevi Araplar, Biz îman ettik, dediler. De ki: Îman etmediniz, lâkin İslâm olduk, deyiniz. Henüz îman kalplerinize girmedi.’ (el Hucurât, 49/14) Buhâri ve Müslim’de  ‘Zânizinâederkenmümin olarak zinâ etmez’ denilmektedir. Bu durumda îman ondan alınır. Fakat bununla birlikte müslümanların icmâı ile kâfir olması da gerekmez. Bu sâdece îmânın, İslâm’dan daha özel bir mânâ taşıdığının delilidir. (S. HAVVÂ, 11/423)

(3) ‘itaate devam eden erkeklerle, itaate devam eden kadınlar’ Bu mânâyı ifâde için kullanılan ‘kunut’ kelimesi, farzları ve nâfileleriyle, ahlâk ve âdâbıyla, Allâh’ın emirlerine tamâmen itaat etmek, yasaklarından da bütünüyle kaçınmak anlamındadır. (Ö. ÇELİK, 4/106)

İbn Kesir der ki: İslâm’dan sonra yükselinecek bir mertebe vardır, o da îmandır.  Bundan sonra da her ikisinden doğan kunut (itaatkârlık) mertebesi gelir. (S. HAVVÂ, 11/407)  

(4) ‘doğru erkeklerle, doğru kadınlar’ Sâdık olan insanlar, hüküm vermek, şâhitlik yapmak ve akitte bulunmak gibi her türlü işlerde söz ve fiilleri birbirine uyan, doğru ve güvenilir kişilerdir. Bu özelliğe sâhip olan müminler, yalan, hıyânet ve aldatma gibi kötü özelliklerden uzak dururlar. (Ö. ÇELİK, 4/106, 107) Diğer taraftan doğruluk, îmanın alâmetidir. Nitekim yalan söylemek de, nifâka delâlet eden bir işârettir. (S. HAVVÂ, 11/407)

(5)‘sabreden erkeklerle, sabreden kadınlar’ Bir Müslüman attığı her adımda sabra muhtaçtır. Nefsin ihtiraslarına karşı sabır. Dâvetin zorluklarına karşı sabır. İnsanların işkencelerine karşı sabır. Kişilerin kaypaklıklarına, zayıflıklarına, sapıklıklarına ve dönekliklerine, renkten renge girmelerine karşı sabır. İmtihanlara, denemelere, dinden döndürme amaçlı baskılara karşı sabır. Bolluğa ve darlığa karşı sabır. Evet bu zor ve meşakkatli iki olguya karşı sabır.  (S. KUTUB, 8/324, 325)

(6) ‘huşû duyan erkeklerle, huşû duyan kadınlar’ İbn Kesir şöyle der: Huşû; sükûn, itminan, ağırbaşlılık, vakar, alçak gönüllülüktür. Huşûa iten sebep ise, şânı yüce Allah’tan korku ve O’nun gözetimi altında olduğunu bilmektir. (S. HAVVÂ, 11/407)

(7) ‘sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar’ Burada farz veya nâfile, Allah yolunda yapılan bütün harcamalar kastedilmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/107) 

(8) ‘oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlar’ Burada farz ve nâfile olarak tutulan bütün oruçlar kastedilir. Oruç, nefsin arzu ve isteklerini dizginlemek, şehevi duyguları terbiye etmek ve takvâya ermek için gerekli olan önemli bir ibâdettir. (Ö. ÇELİK, 4/107)

(9) ‘mahrem yerlerini (haramdan) koruyan erkeklerle, mahrem yerlerini (vegörünümleriniharamdan) koruyan kadınlar’

(10) ‘Allâh’ı çok anan erkeklerle (Allâh’ıçok) anan kadınlar’ Nesefi der ki: Tesbih, tahmid, tehlil, tekbir, Kur’ân kıraati ile Allâh’ı zikredenler. İlim ile uğraşmak ta zikirdendir. (S. HAVVÂ, 11/408)

Hadis: ‘Erkek geceleyin hanımını uyandırıp her ikisi de ikişer rekât namaz kılarlarsa, işte o gece Allâh’ı çokça zikreden erkek ve kadınlardan olurlar.’ (Ebû Dâvud, Nesâi ve İbn Mâce’den, S. HAVVÂ, 11/423)  

‘(varya, işte) Allah, onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.’ Bu âyette erkeğin yanında kadından da söz ediliyor. Böylece İslâmi pratiğin bir parçası olarak, kadının değerinin yükseltilmesi, toplum içinde kadına yönelik bakış açısının daha ileri düzeye götürülmesi, Allah’la ilişkide, temizlik, ibâdet ve hayat içinde dengeli ve tutarlı bir davranış sergilemek bakımından bu inanç sisteminin yükümlülüklerini yerine getirmede erkekle eşit oldukları alanlarda hakkettiği yeri alması hedefleniyor. (S. KUTUB, 8/325)

(Diğer) Rivâyete göre Ümmü Seleme (r) ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Erkekler savaşa çıkıyor, savaşıyor ve şehit oluyorlar; biz bunları yapamıyoruz. Ayrıca bize, erkeklerin mîrâsının yarısı veriliyor. Keşke biz de erkek olsaydık’ dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerîme indi. (Esbâbü’n Nüzul, Ahmed b. Hanbel’den, Ö. ÇELİK, 4/106) 

Nafakayükümlülüğü, âdet ve lohusa hâllerinde namaz ve oruçtan muaf olma, örtülmesi gereken avret yerleri ve benzeri konularda bâzı farklılıklar bulunmakla birlikte îman, ibâdet, sâlih amel, takvâ, helâl, haram ve benzeri dînî emir ve yasaklara, Kur’an ve sünnette geçen hükümlere riâyet etme konusunda kadın ve erkek arasında bir fark yoktur. (İ. KARAGÖZ 6/53).   

(36).‘Allah ve Rasûlü bir meselede hüküm verdiği zaman, inanan bir erkek ve kadına, artık o işte, kendi (arzuveheves)lerine göre (başka) tercih hakkı yoktur.’   Bu âyet-i kerîme, bütün işleri kapsayan genel bir buyruktur. Şöyle ki: Allah ve Rasûlü herhangibir şey hakkında hüküm verdi mi, hiç kimse ona aykırı hareket edemez ve bu durumda hiç kimsenin tercihi söz konusu olamaz. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/408)

‘Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelir (onlartarafındanverilmişhükümleribeğenmez, kenditercihlerineönemverir)se, kesinlikle o, apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.’ Eğer isyan, bir red ve kabulden kaçınma türünden bir isyan ise bu, sapıklıktır, küfürdür. Eğer emri kabul etmek ve ona uymanın vücûbuna inanmakla birlikte bir isyan ise, bir hatâ ve fâsıklık dalâleti, sapmasıdır. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 11/408)

Bu âyet, özel bir olay üzerine inmesine rağmen âyetteki emir ve tâlimat İslâm anayasa hukûkunun temel ilkesidir ve bütün İslâmi hayat sistemi için geçerlidir. Buna göre, hiçbir Müslümanfertvemilletler, kurum, mahkeme veya parlamento ya da devletin,  Allah ve Rasûlünün hüküm verdiği bir konuda kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman olmak, kendi düşünce, davranış ve seçme özgürlüğünü Allah ve Resulüne teslim etmek demektir. Hiçbir mâkul insan, iki karşıt davranışı birleştirmeye kalkmaz. Müslüman kalmak isteyen kimse, mutlaka Allah ve Resulünün emrine boyun eğmek zorundadır, boyun eğmeyi istemeyen kimse ise Müslüman olmadığını kabul etmelidir. (MEVDÛDİ, 4/377)

Allah ve Rasûlü’nün, herhangi bir konuda koyduğu bir hüküm varken hiç kimse onun aksine bir tercih yapamayacağı gibi, başkası için de “isteyen yapsın, istemeyen yapmasın” diye bir serbesti tanıyamaz, bir ideolojik fikri dayatamaz. Çünkü ideolojiler hevâ ve heves putunun (25/43) söylem şekilleridir. Çünkü bu durumda yeni bir din icat etmiş ve sapıtmış olur ki Allah ve Rasûlü’nün hükümlerine bağlı mü’minlerce itibar görmezler. (H. T. FEYİZLİ, 1/422)

Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu âyet, Cahş kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, Müslüman toplumun geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanların tarak dişleri gibi eşitleştirme ve Allah’tan korkma derecesi dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda âzad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin âzâtlık kölesi ve evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Hâşimoğullarının soylu bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. (S. KUTUB, 8/326)   

‘Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman….’ Âyeti hakkında Avfi, Abdullah b. Abbas’a (r) dayanarak şu açıklamayı yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb’i evlâtlığı Zeyd b. Hârise’ye istemeye gitti.  Zeynep, ‘Ben onunla evlenmem’ dedi. Peygamberimiz ‘Hayır, onunla evleneceksin’ dedi. Bunun üzerine Zeynep, ‘Öyleyse bu konuyu düşüneyim’ dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah, peygamberimize ‘Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman…’ diye başlayan âyeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, ‘Ya Rasûlallâh, sen onunla evlenmemi uygun görüyor musun?’ diye sordu. Peygamberimizin ‘Evet, uygun görüyorum’ demesi üzerine, ‘Ben Allâh’ın Rasûlüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla evleniyorum’ dedi. (İbn Kesir’den S. KUTUB, 8/326, 327)

(37).‘(Rasûlüm!) Hani Allâh’ın kendisine (İslâmile) nîmet verdiği, senin de yine kendisine nîmet ver(ipköleliktenâzâtet)tiğin kimseye (Zeyd’e): “Hanımın (Zeyneb’)i yanında tut, Allâh’a saygılı ol (boşanma).” diyordun.’  Buradakiyasaktenzihidir. Çünkü öncelikli olan, boşamamasıdır. Rasûlullah bu sözlerini ona Hz. Zeyd’in, Hz. Zeyneb’in kendisine karşı büyüklenmesini, üstünlük taslamasını ve böylelikle onu rahatsız etmesini söyleyip, bundan dolayı şikâyet ettiğinde söylemişti. (S. HAVVÂ, 11/412)  

‘Fakat (onadâir) Allâh’ın açığa çıkaracağı (emri)ni, insanlardan korkarak içinde gizliyordun.’ Yâni Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikâhlayacağını içindesaklı tutuyordu. İşte yüce Allâh’ın açıkladığı ve Rasûlüne bildirdiği de budur. Gördüğümüz gibi yüce Allah Rasûlüne, Hz. Zeyneb’in hanımlarından birisi olacağını haber vermişti. (S. HAVVÂ, 11/412)

Deniliyor ki, peygambere karşı en şiddetli âyet bu ‘İçinde Allâh’ın meydana çıkaracağı bir şey gizliyordun’ âyetidir. Hz. Âişe der ki: ‘Rasûlullah (s) Allâh’ın kitabından bir şey gizleseydi, bu âyeti gizlerdi. … Demek ki bu âyet, bu şekilde Rasûlullâh’ın doğruluğuna ve pek yüksek olan huşû ve takvasına da açık bir delil oluyor. (ELMALILI, 6/319)

‘Hâlbuki kendisinden korkmana Allah daha lâyıktır. Şimdi mâdem ki Zeyd, (kendidileğiyleboşayıp) onunla ilişkisini kesti, biz de onu sana zevce yaptık’ İbn Kesir der ki: Yâni Zeyd, Hz. Zeyneb’den ayrılıp onunla alâkası kalmayınca, Biz onu seninle evlendirdik. Hz. Zeyneb’i Peygamber (s) ile evlendirme velâyetini üstlenen yüce Allah’tır. Yâni: Hz. Peygamber’e velîsiz, ak(i)dsiz, mehirsiz, insanlardan şâhit tutmaksızın gerdeğe girmesini vahiy ile emretti. (S. HAVVÂ, 11/412)   

‘İlişkinin kesilmesi’ sâdece boşandığını söylemekle meydana gelen bir durum değildir. Çünkü iddet süresi içinde, koca eğer dilerse karısına tekrar dönebilir ve kadının hâmile olup olmadığı anlaşılıncaya dek kocanın karısına olan ilgisi devam eder. Bu nedenle kocanın eski karısı ile olan ilişkisi ancak iddet süresinin bitmesiyle sona erer. (MEVDÛDİ, 4/379)

‘ki (bundanböyle) evlâtlıkların, kendilerinden ilişkisini kestiği hanımların(ınikâhlama)da mü’minlere bir günah olmasın.’ Bir kimsenin oğul edindiği evlâtlığının hanımını boşayıp iddeti çıktığı zaman, o adamın onunla evlenmesi şer’an câizdir, bunda hiçbir sakınca yoktur. İşte câhiliyet devrinde kökleşmiş olan bu âdetin, bu darlığın İslâm’da kaldırılması için ilâhi hikmet, Peygamber’in bizzat kendisinde uygulamasını gerektirmiş ve bu hikmet için o evlenme emredilmiştir. (ELMALILI, 6/319)   

Busözler, Allâh’ın, insanlar tarafından başka türlü kabullenilmesi çok zor olan bir sosyal reformu Peygamber’i (s) aracılığı ile gerçekleştirdiğini göstermektedir. Arabistan’da evlâtlık ilişkileriyle ilgili uygulamada olan yanlış gelenek ve âdetlere bir son vermenin başka yolu yoktu. Sâdece Allâh’ın Rasûlü bu âdetleri ortadan kaldırmak için bir önlem alabilirdi. O hâlde Allah bu nikâhı, sâdece Peygamber’in (s) ev halkına bir eş daha eklemek için değil, önemli bir sosyal reformu gerçekleştirmek için murad etmiştir. (MEVDÛDİ, 4/379)  

‘Allâh’ın emri yerine getirilmiştir.’  Yâni, Allâh’ın olmasını dilediği emri mutlaka olur, gerçekleşir. (..) İbn Kesir der ki: Yâni meydana gelen bu emir, yüce Allâh’ın takdir ettiği ve kesin olarak hükme bağladığı, mutlakâ gerçekleşecek olan bir emirdir. Hz. Zeyneb’in yüce Allâh’ın ilminde, sonunda Hz. Peygamber’in hanımlarından birisi olacağı belliydi. (S. HAVVÂ, 11/412, 413) 

Kur’ân’da ismi geçen tek sahâbî Hz. Zeyd b. Hârise’dir. Hz. Hatice tarafından satın alınıp Rasûlullâh’a hediye edilmiş, o da onu âzât etmiş, sonra da Zeyneb bint Cahş (r.anhâ) ile nikâhlamıştı. Peygamberimiz’in hatırı için evlenen Zeyneb, bir köle âzadlısı ile evlenmeyi kendisine yediremiyordu. Bunu da Zeyd’e söylüyordu. Zeyd artık buna dayanamayıp Peygamberimiz’in “Hanımını yanında tut.” demesine rağmen boşamıştı. Bu arada Hz. Peygamber, Cenâb-ı Hakk’ın, onunla evleneceğine dâir kalbine bildirdiğini gizliyordu. Fakat onda gözü yoktu. Olsa idi, daha önce kendisi alırdı. Ancak daha sonra Allâh’ın emri üzerine onu nikâhlamıştı. Burada aslolan bir hikmetin, İslâm hukûkuna âit bir hükmün ortaya çıkmasıdır. O da evlâtlığın, evlât hükmünde olamayacağı, dolayısıyla onun bir din kardeşi olup ayrıldığı hanımıyla da evlenilebileceğidir. Allâhu Teâlâ bu hükmü Rasûlü’nde uygulamış oldu. (H. T. FEYİZLİ, 1/422)

(38, 39).‘Allâh’ın kendisine farz (vetakdir) buyurduğu şeyler(iyerinegetirme)de Peygamber’e hiçbir vebâl yoktur.’ Yüce Allah Peygamber’e, Zeynep ile evlenerek evlâtlıkların boşanmış eşleri ile evlenmeyi yasaklayan eski Arap geleneğini kaldırmasını buyurdu. Buna göre bu uygulamada hiçbir sakınca yoktur. (S. KUTUB, 8/334)   

‘Daha önce geçen (peygamber)lerde de, bu, Allâh’ın âdeti olarak böyledir.’ İbn Kesir der ki: Yâni bu, yüce Allâh’ın ondan önceki peygamberler hakkındaki hükmüdür. O, o peygamberlere, onları zorluğa koşacak bir emir vermemiştir. Bu buyruk, Hz. Peygamber’in âzâtlısı ve evlâtlığı Hz. Zeyd’in boşadığı hanımı ile evlenmesinde bir eksiklik olduğunu vehmeden münâfıklara bir red mahiyetindedir. (S. HAVVÂ, 11/413) 

‘Allâh’ın emri takdir edilmiş bir kader (vekat’îbirhüküm)dür.’ İbn Kesir der ki: Yâni yüce Allâh’ın takdir ettiği bir emir, kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Mutlaka gerçekleşir, bundan başka yol yoktur. Allâh’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. (S. HAVVÂ, 11/413)

‘(Peygamberler) öyle kimselerdir ki Allâh’ın gönderdiklerini tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. (Dinlemeyenlere) hesap görücü olarak Allah yeter.’ 39’ncu âyette Peygamberlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir: (1) Allâh’ın gönderdiği vahiyleri, emirleri insanlara tebliğ ederler. Dolayısıyla onlar, ister hoşlarına gitsin ister gitmesin, kendilerine gelen ilâhi emirlerin hiç birini gizleme yetkisine sâhip değildirler. Eğer bir âyet gizleyecek olsalar, elçilik vazifelerini yapmamış olurlar. (bk. Mâide, 5/67) (2) Sâdece Allah’tan korkarlar. Yaptıklarının O’nun emrine uygun olmasına son derece dikkat gösterirler. (3) Allah’tan başka hiç bir kimseden korkmazlar. Bu sebeple, eğer yaptıkları Allâh’ın emrine uygunsa insanların ne diyeceğine aldırış etmezler. Onların tüm hesapları Rableri iledir. Çünkü kulu esas hesâba çekecek ve ona göre karşılık verecek tek merci Allah’tır. (Ö. ÇELİK, 4/111, 112)

Bu konumda hatta her konumda insanların efendisi, önderi, Allâh’ın Rasûlü Muhammed (s)’dir. O risâleti hakkıyla yerine getirdi. Âdemoğlunun bütün cinslerine, doğu ve batıdakilerine hakkıyla tebliğ etti. Yüce Allah da onun kelimesini, dînini ve şeriatını bütün din ve şeriatlara üstün kıldı. Çünkü ondan önceki bir peygamber, özel olarak kendi kavmine gönderilirken, kendisi Araplarıyla, Arap olmayanlarıyla bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir: ‘De ki: Ey insanlar, muhakkak ki ben sizin hepinize Allâh’ın gönderdiği peygamberiyim.’ (el A’raf, 7/7, S. HAVVÂ, 11/429)

Burada şunu da belirtelim ki, bu âyet-i kerîme şuna delildir: Kalplerinde insan korkusuna yer olmayan kimseler, ancak eksiksiz olarak tebliğin yükümlülüklerini üstlenebilir ve bunların altından kalkabilirler. (S. HAVVÂ, 11/430)    

33/40-48  PEYGAMBERLERİN  SONUNCUSU

40. (Ey müminler!) Muhammed, adamlarınızdan hiçbirisinin babası değildir; fakat o Allâh’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.

41, 42. Ey îman edenler! Allâh’ı çok anın.  O’nu, sabah akşam tesbih edin. [bk. 30/17-18]

43. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur ve (siziniçin) bağışlama dileyen de melekleridir. (Allah) mü’minlere çok merhamet edendir.

44. (Mü’minler,) Allâh’a kavuşacakları gün, onlara yönelik iltifâtı “selâm”dır. (Allah) onlara şerefli bir mükâfat hazırlamıştır. [bk. 10/10; 36/58]

45, 46. Ey Peygamber! Şüphesiz biz seni, (ümmetinüzerine) bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak hem de Allâh’ın izniyle, bir dâvetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.

47. (Rasûlüm!) Mü’minlere, Allah’tan kendilerine, cidden büyük bir lütuf verileceğini müjdele!

48. (Ey Peygamberim!) Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, onların sana verdikleri eziyetlere (şimdilik) aldırma, Allâh’a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah (sana) yeter.

40-48. (40).‘Muhammed, adamlarınızdan hiçbirisinin babası değildir’ Yâni kendisinden dünyâya gelmiş olmayan, sizin içinizdeki erkeklerden hiçbirinin gerçek anlamı ile babası olmamıştır. Bundan dolayı Zeyd’in de gerçekte babası değildir. Onun için ‘hürmet-i müsâhare’ (Evlenme ile meydana gelen akrabalıktan dolayı haramlık) meydana gelmez ve bundan dolayı bir güçlük konusu olmaz. Gerçi Kâsım, İbrâhim, Tayyib, Tâhir, Mutahher adında oğullarının babası olmuştur. Fakat bunlar bülûğ çağına erişmeden vefat ettikleri için, âyette geçen ‘ricâl’ (yetişkin erkek) kavramına dâhil olmamışlardır. (ELMALILI, 6/320, 321)

‘Muhammed, içinizden hiç kimsenin babası değildir.’ Öyleyse ne Zeyd, Muhammed’in oğludur ve ne de Zeynep oğlunun eşi, yâni gelinidir. Zeyd, Hârise’nin oğludur. Eğer olaya böylesine gerçekçi ve yalın bir açıdan bakılırsa, bu uygulamanın hiçbir sakıncalı yönünün olmadığı kolayca görülür. (S. KUTUB, 8/335)

‘Fakat o Allâh’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur’ buyruğu ile ilgili olarak şunları söyleyelim: Muhammed (s) ile peygamberliğin ve risâletin sona erdiği konusu, dinden zarûri olarak bilinen bir konudur. Bunda icmâ vardır, onu inkâr eden kâfir olur. (S. HAVVÂ, 11/430)

Bu âyet-i kerîme, Muhammed (s)’den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğine dâir kesin bir belgedir. Ondan sonra bir Rasûlün gelmeyeceği ise, öncelikle söz konusudur. Çünkü risâlet makâmı, nübüvvet makamından daha özeldir. Çünkü her bir rasul peygamberdir, fakat aksi böyle değildir. Bu konuda Rasûlullah’tan mütevâtir hadisler de vârid olmuştur. (S. HAVVÂ, 11/430)

Hadis: ‘Peygamberlerarasındaki benim mîsâlim, oldukça güzel ve mükemmel bir ev yapıp da tek bir taşlık yeri boş bırakan ve o taşı oraya koymayan kimsenin mîsâline benzer. İnsanlar gelir, bu güzel yapıyı dolaşır ve beğenirler. Bu arada da: Keşke şu taşın eksik kalan yeri de tamamlansa, derler. İşte ben, peygamberler arasında o taşın yeri durumundayım. (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 11/430)  

Hadis: ‘Benden sonra peygamber yoktur.’ (Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi’den İ. H. BURSEVİ, 15/481) Kim peygamberimizden sonra peygamber olduğunu söylerse kâfir olur. Çünkü o ‘(Muhammed) Peygamberlerin sonuncusudur’ âyetini inkâr etmiş olur. (İ. H. BURSEVİ, 15/481)

(41).‘Ey îman edenler! Allâh’ı çok anın.’ ‘O’nu, sabah akşam tesbih edin.’  Gece ve gündüz, karada ve denizde, yolculukta ve ikâmet hâlinde, zengin ve fakir, sağlıklı ve hasta, gizli ve açık her durumda, mutlak bir şekilde önce pek çok Allâh’ı zikretmeyi emretti, daha sonra da özellikle sabah ve akşamları tesbih edilmesini emretti. Çünkü gece ve gündüz melekleri bu vakitlerde toplanır, bir araya gelirler. Tesbih de zikir cümlesindendir. Şânı yüce Allah, onun üstünlüğünü açıklamak üzere özellikle onu zikretti. Çünkü tesbîhin mânâsı, şânı yüce Allâh’ı hakkında câiz olmayan sıfatlardan tenzih etmektir. Namazlarda Kur’ân okumak, ilim meclisleri, tesbih, tehlil, tekbir, istiğfar, Rasûlullah (s)’e salât-ü selâm getirmek, duâ ve ibâdetler de zikrin kapsamına girmektedir. Zikrin asgari bir sınırı vardır ki,  bunlarfarzlarıyerinegetirmektir. En üstünün bir sınırı yoktur. (S. HAVVÂ, 11/435)

‘.. akşam ve sabah Allâh’ı tesbîh edin’ emri, ikindi ve sabah namazlarını kılın, Allâh’ı sürekli zihninizde tutun, O’nu aslâ unutmayın, O’nu lâyık olduğu biçimde övün ve O’na şükredin, emir ve yasaklarına riâyet edin, ibâdet ve itaate devam edin, anlamlarına gelir. (İ. KARAGÖZ 6/66)

‘.. yusallî’ / Allâh’ın salâtı, bağışlamak, günahlardan temizlemek, merhamet etmek ve değer vermek anlamındadır. (2/5; İ. KARAGÖZ 6/66)

Yüce Allah kullarına bir şeyi farz kıldı mı, mutlaka onun için bilinen bir sınır da belirlemiştir. Sonra özür hâlinde özür sâhiplerini mâzur kabul etmiştir. Zikir müstesnâdır. Şânı yüce Allah, bunun için ulaşılabilecek bir son belirlemiştir ve onu terk etmekte de kişiyi mâzur görmemiştir. Ancak onu çâresizlikten dolayı terk edenler müstesnâ. O bakımdan yüce Allah: ‘Onlar ki, ayakta iken, otururken ve yanları üzere yatarken Allâh’ı zikrederler.’ (Âl-i İmran, 3/191; S. HAVVÂ, 11/437)

Hadis: Eğer bir kişi, gece eşini uykudan uyandırır da iki rekât namaz kılarlarsa, o gece ikisi de Allâh’ı çokça anan erkekler ve kadınlar arasına katılırlar.’ (Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce’den, S. KUTUB, 8/335, 336)   

(43).‘Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur ve bağışlama dileyen de melekleridir. (Allah) mü’minlere çok merhamet edendir.’ Allâh’ın ‘salât etmesi’, kulları üzerine rahmetini indirmesi ve onlara bereketler vermesidir. Meleklerin salâtı ise müminlere duâ etmeleri, onlar için Allah’tan bağışlanma dilemeleridir. (bk. Mümin, 40/7) Bunların hepsi, sonsuz rahmet sâhibi Yüce Rabbimizin mü’min kullarına olan merhamet tecellîsidir. Bu merhamet, âhirette artarak devam edecektir. Çünkü orada, sâdece müminlere rahmet edecektir. (Ö. ÇELİK, 4/114)

‘.. karanlıktan aydınlığa’: Cehâlet, küfür ve şirkten, ilme ve İslâm’a uygun hayata. (H. T. FEYİZLİ, 1/422)

Hadis: Rasûlullah (s) esirler arasından bir kadının yavrusunu alıp, göğsüne koyup ona süt verdiğini görünce şöyle buyurdu: ‘Ne dersiniz, bu kadın acaba buna gücü yettiği hâlde, çocuğunu ateşe atabilir mi?’  Ashab: Hayır, deyince Hz. Peygamber: ‘Allâh’a yemin ederim, Allah kullarına bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir’ buyurdu. (Buhâri’den, S. HAVVÂ, 11/439)   

(44).‘(Mü’minler,) Allâh’a kavuşacakları gün, onlara yönelik iltifâtı “selâm”dır. (Allah) onlara şerefli bir mükâfat hazırlamıştır.’ Bunun üç anlamı olabilir: (1) Allah bizzat kendisi onları ‘selâm üzerinize olsun’ diye karşılayacaktır. Yâsin sûresi 36/58’nci âyette olduğu gibi: ‘ .. onlara çok merhametli Rablerinden bir selâm vardır.’  (2) Nahl sûresi 16/32’nci âyette denildiği gibi Melekler onlara: ‘Selâm size, yaptıklarınıza karşılık girin cennete’ derler.  (3) Yûnus sûresi 10/10’ncu âyette belirtildiği gibi müminler birbirlerine selâm vereceklerdir: ‘Oradaki duâları ‘Allâh’ım sen ne yücesindir ve orada dirlik temennileri ‘selâm sana’dır, duâlarının sonu da ‘Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ındır.’ (MEVDÛDİ, 4/383)

‘.. müminler için çok değerli ücret hazırladı.’ Bu cümle, cennetin mevcut olduğunu, cennete müminlerin gireceğini, cennette çok değerli mikâfat olduğunu ifâde eder. Cennette müminlerin canlarının istediği her türlü nîmet vardır. (41/31; İ. KARAGÖZ 6/67)   

(45, 46).‘Ey Peygamber! Şüphesiz biz seni, (ümmetinüzerine) bir şâhit, kendilerine gönderildiğin kimselerin yalanlamalarına ve tasdiklerine karşılık bir tanık kıldık. Yâni senin söyleyeceğin söz, ister lehlerine ister aleyhlerine olsun, Allah katında kabul edilecektir. (S. HAVVÂ, 11/440)

‘bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak, müminlere çokça sevap ve mükâfat alacakları müjdesini veren ‘ve uyarıcı’ kâfirlere de karşılaşacakları ağır cezâları bildiren ‘olarak gönderdik.’ (S. HAVVÂ, 11/440)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… İbn Abbas’tan dedi ki: ‘Yüce Allâh’ın ‘Ey Peygamber! Biz seni şüphesiz bir şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.’ (âyet 45) buyruğu indiğinde Rasûlullah (s) Hz. Ali ve Hz. Muâz’ın (r)‘nın Yemen’e gitmelerini emretmişti. Onlara şöyle dedi: ‘Haydi gidiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.. Çünkü benim üzerime: ‘Biz seni muhakkak bir şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik’ buyruğu nâzil oldu. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 11/442) 

‘.. hem de Allâh’ın izniyle, bir dâvetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.’ Yâni insanları Allâh’ın bu konuda sana verdiği emir gereğince Rablerine ibâdete çağıran… Sen bu işe kendiliğinden kalkışmadın, demektir. (S. HAVVÂ, 11/440)

‘.. nur saçan bir kandil’: Beşer bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, îman, ibâdetler, helâller ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın, doğru bilgi sâhibi olmanın geçerli yolu vahiydir.  Peygamber’i dinlemektir. Şu hâlde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinmezlerine Allâh’ın lütfu ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/394)

(47).‘(Rasûlüm!) Mü’minlere, Allâh’tan kendilerine, cidden büyük bir lütuf verileceğini müjdele!’ Allâh’ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş olan lütuf ve ihsânı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok büyüktür. (ELMALILI, 6/325) 

(48).‘Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, onların sana verdikleri eziyetlere aldırma, Allâh’a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter.’ Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak, uyarıda hoşgörü göstermek yasaklanıyor. Yasaklama ve uzaklaştırma, abartı ile onları heyecâna getirmek için, mânâ, itaat etme biçiminde olumsuz olarak ifâde edilmiş ve Allâh’ın emirlerini tebliğde bir parça hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır. (ELMALILI, 6/325)

‘Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme.’ Bu ifâde, onlara dâvet husûsunda dalkavukluk yapmayı ve korkutup uyarmada müsâmaha etmeyi yasaklamaktadır. Onlara boyun eğmenin yasaklanması, bu husustan kinâye olarak ifâde edilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 15/508)   

Kâfir ve münâfıkların eziyeti ile maksat, kâfirlerin peygambere yalancı, şâir, büyücü, deli ve benzeri onu üzen sözler söylemeleridir. Yüce Allah, peygamberine bunlara aldırış etmemesini, onlardan yüz çevirmesini ve görevine devam etmesini emretmiştir. (İ. KARAGÖZ 6/70)

33/49-52  ALLAH,  KALPLERİNİZDE  OLANI  BİLİR

49. Ey îman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp da sonra kendileri ile (cinsî) temastan önce onları (birtalâkilede) boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde sayıp bekleyeceğiniz bir iddet hakkı yoktur (hemenbaşkasıylaevlenebilirler). Bu takdirde onlara nikâh haklarını verin ve kendilerini güzel bir şekilde salıverin.

50. Ey Peygamber! Biz, mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allâh’ın sana ganîmet (olarak) verdiklerinden elinin altında bulunan (kadın)ları, seninle berâber (Medîne’ye) göç eden amcanın kızlarını, hâlalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Bir de mü’min bir kadın kendisini Peygamber’e (mehirsiz) bağışlar ve Peygamber de onu nikâhlamak isterse, başka mü’minlere değil, yalnız sana mahsus olmak üzere bunu (helâlkıldık). Öteki (mü’min)lerin hanımları ve ellerinin (altında) mâlik oldukları (câriyeleri) hakkında üzerlerine farz ettiğimiz şeyleri elbette biz bildirdik. (Buda) sana bir zorluk (vesıkıntı) olmaması içindir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 4/3-5, 20-25]

51. (Rasûlüm!) Onlardan dilediğini (nöbetinden) geri bırakır, dilediğini de yanına alırsın. (Geçiciolarak) ayrıldıklarından, arzu ettiğine dönmekte de sana bir günah yoktur. Bu, gözleri aydın olup mahzun olmamalarına ve hepsinin, kendilerine verdiğin şeyle râzı olmalarına en elverişli (veuygun) olandır. Allah kalplerinizde olanı bilir. Allâh hakkıyla bilendir. Hâlîmdir (cezâvermedeaceleetmeyendir).

52. (Ey Peygamberim!) Bu (hanımları)ndan sonra başka kadınlar(laevlenmen) de, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunları başka kadınlarla değişmen de sana helâl değildir. Yalnız elinin mâlik olduğu (câriyeler) hâriçtir. Allah herşeyi gözetendir. [bk. 33/28-29]

49-52. (49).‘Ey îman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp da sonra kendileri ile (cinsî) temastan önce onları (birtalâkilede) boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde sayıp bekleyeceğiniz bir iddet hakkı yoktur (hemenbaşkasıylaevlenebilirler).’  (Buna göre) bir mümin evlenme akdi yapıp da, cinsel temasta bulunmadan veya buna imkân verecek şekil ve süre içinde başbaşa kalmadan (hâlvet-i sahiha) önce karısını boşarsa, kadının hamile kalması ihtimâli bulunmadığından iddet beklemesi gerekmemektedir. Boşamadan hemen sonra dilerse bir başka erkekle evlenmesi mümkündür. Onu ‘güzelce bırakmak’ tan maksat, boşarken ve fiilen ayrılırken incitmemektir, mehir belirlenmiş ise, bunun yarısını ödemektir, bâzı yorumculara göre buna ek olarak da gönlünü almak üzere bâzı hediyeler vermektir. (ayrıca bk. Bakara 2/236, 237; KUR’AN YOLU, 4/395)

Yüce Allâh’ın kitabında nikâh lafzı, sâdece akit mânâsına vârid olmuştur. Çünkü sarahatle söylenilmesi hâlinde cinsel ilişkide bulunmak mânâsınadır. Çünkü bu mânâda kinâye yoluyla ‘dokunmak, yaklaşmak, örtünmek, gelmek’kelimelerini kullanmak, Kur’ân-ı Kerîm’in âdâbı arasındadır.  Bu âyetin getirdiği hükümde Kitâbi hanımlar da ortak olduğu hâlde, sâdece mümin hanımlardan söz edilmesi, mümine öncelikli olanın mümin hanımla nikâhlanması olduğuna işârettir. (Nesefi’ den; S. HAVVÂ, 11/444)

‘Artık sizin onlar için sayacağınız bir iddet olmaz.’ … Yâni eğer, kadın kendisi ile cinsel temas olmadan önce boşanırsa, onun iddet beklemesi söz konusu değildir. Artık gider ve hemen arkasından dilediği kimse ile evlenebilir. Bundan tek istisnâ, bu durumda iken kocası vefat edendir. Bu kadın kocasından dört ay on gün iddet bekler. Velev ki onunla cinsel temas etmemiş olsun. Bu konuda da icmâ edilmiştir. (S. HAVVÂ, 11/446)

İddet Çeşitleri: Evlilik akdinden sonra cinsel ilişkide bulunmadan veya başbaşa (sahih hâlvet) kalmadan boşanma olmuşsa, kadına iddet gerekmez. Mehir belirlenmişse, kadın onun yarısına hak kazanır. Mehir belirlenmemişse, kadına ‘müt’a’  denilen  ‘bir kat giysi, manto ve başörtüsü’ gibi yarı mehri geçmeyen bir şeyler verilerek gönlü alınır. Sahih hâlvet, şer’i, hissi ve akli bir engel olmaksızın eşlerin tenhâda başbaşa kalmasıdır. Hacda ihramlı olmak, farz oruç ve ay hâli şer’i engel; hastalık hissi engel; üçüncü bir kişinin eşlerin yanında bulunması ‘akli engel’ niteliğindedir. (H. DÖNDÜREN, 2/681) 

Bekleme döneminin gerekçesi, boşanan kadının rahminin arınmasını sağlamak, sona eren evliliğin izini taşımadığından emin olmaktır. Amaç, soy karışıklığına meydan vermemektir; yâni ilerideki kocanın soyundan olmayan çocuğun babası sayılmasına ya da eski kocanın soyundan gelen çocuğun babası sayılmasına yol açmamaktır. Ama eğer eşler arasında boşama öncesinde cinsel ilişki kurulmamış ise boşanan kadının rahminin boş olduğu bellidir. Bu yüzden bekleme süresi geçirmenin gereği yoktur. (S. KUTUB, 8/340)

‘Bu takdirde onlara nikâh haklarını verin’ Eğer mehir akit ile belirlenmiş ise, mehrin yarısını ödeyerek veya elbise giydirmek, ona bir şeyler hediye etmek sûretiyle de özel müt’a ödeyerek onları yararlandırın. Özel müt’a ise, mehri belirlenmeksizin ve kendisi ile cinsel ilişkiden önce boşanan hanım lehine vâciptir, başkaları için değil. (S. HAVVÂ, 11/443)

‘.. ve kendilerini güzel bir şekilde salıverin.’ Onlara zarar vermek maksadıyla tutmayarak, evlerinizde bulunuyor ise – onlar hakkında sizin için iddet söz konusu olmadığından – çıkartmak sûretiyle serbest bırakın. (S. HAVVÂ, 11/443)

(50).‘Ey Peygamber! Biz, mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allâh’ın sana ganîmet (olarak) verdiklerinden elinin altında bulunan (kadın)ları, seninle berâber (Medîne’ye) göç eden amcanın kızlarını, hâlalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Bir de mü’min bir kadın kendisini Peygamber’e (mehirsiz) bağışlar ve Peygamber de onu nikâhlamak isterse, başka mü’minlere değil, yalnız sana mahsus olmak üzere bunu (helâlkıldık). Öteki (mü’min)lerin hanımları ve ellerinin (altında) mâlik oldukları (câriyeleri) hakkında üzerlerine farz ettiğimiz şeyleri elbette biz bildirdik. (Buda) sana bir zorluk (vesıkıntı) olmaması içindir.’  Âyette nitelikleri belirtilen Peygamber eşleri şunlardı: (a) Peygamberimiz tarafından mehirleri ödenen eşleri, (b) Savaş esirlerinden payına düşen köleler, (c) Kendisiilebirlikte Mekke’den Medîne’ye göçen ve aynı zamanda da dayı, teyze, hâla kızları olan eşleri, (..) (d) Bir de gönüllü olarak Peygamberimiz ile evlenmek isteyen ve mehir istemeyen velîsiz kadınlar. (S. KUTUB, 8/343)

‘Allâh’ın sana ganîmet olarak verdiği câriyeleri … helâl kıldık.’ Yâni yüce Allah, ister ganîmetler yoluyla eline geçirdiğin olsun, ister başka yolla olsun, câriyeleri sana mubah kılmıştır. Hz. Peygamber, Hz. Safiyye ile Hz. Cüveyriye’ye câriye olarak mâlik olmuş, daha sonraları âzâd etmiş, onlarla evlenmişti. İbn Kesir der ki: ‘Ayrıca Hz. Peygamber, Nadiroğullarından Şem’un kızı Reyhâne’ye ve Hz. İbrâhim’in anası olan Kıpti Mâriye’ye de câriye olarak sâhip olmuştu. (S. HAVVÂ, 11/448)

‘Ve bir de eğer mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlar, (yâni, mümin hanımlar arasından kendisini sana bağışlayıp senden mehir istemezse ve)  Peygamber de onunla evlenmeyi isterse’ (Yâni Peygamber (s) onu nikâhlamayı isterse) ‘Senin için helâl kıldık.’ Şöyle buyurulmuş gibidir: Eğer bu hanım, kendisini sana bağışlar ve sen de onu nikâhlamak istersen, senin için helâldir. (S. HAVVÂ, 11/448)

İbn Ebi Hâtim, İbn Abbas’ tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s)’in yanında kendisini ona bağışlamış bir hanım yoktu. Bunu İbn Cerir de Ebû Kureyb’ den, o Yûnus b. Bükeyr’den de rivâyet etmektedir. Yâni Rasûlullah (s) kendisini bağışlayan hanımlardan bir tânesini dahi kabul etmedi. Bu kendisi için mubah olsa da ve ona özel bir hüküm olsa dahi böyle yapmıştı. (S. HAVVÂ, 11/454)  

‘Müminlerden ayrı olarak sâdece sana has olmak üzere…’ Yâni mehirsiz evlenmek Peygamber (s)’e özgü bir şeydir. Bu bakımdan Hz. Peygamber’den başkasına, mehir vermek vâciptir. (S. HAVVÂ, 11/449)

‘Müminlere eşleri ve câriyeleri hakkında ne hükmettiğimizi biliriz.’ Yâni hür dört kadın ile evlenmeleri sınırlanmakla birlikte; diledikleri kadar câriyeye sâhip olmaları; velî, mehir ve şâhit bulundurma şartı gibi ümmet hakkında hükmettiğimizi biliyoruz. Ancak bu konuda Biz, sana ruhsat verdik ve bundan herhangi bir şeyi sana farz kılmadık. (S. HAVVÂ, 11/449)

‘Sana bir zorluk (darlık) olmasın diye böyle hükmettik.’ Âyet-i Kerîme, Rasûlullah (s)’e evlilik husûsunda genişlik vermesindeki hikmetin, sorumluluklarının geniş, toplumsal ilişkilerinin oldukça girift, yükümlülüğünün de zor olmasından geldiğine delildir ve bu konuda bütün bu hususlarda başkası onun gibi olamaz. (S. HAVVÂ, 11/449)

Hz. Peygamber’in hanımları mü’minlerin anneleri olup kimseyle evlenmediklerinden, onun yanında kalmalarına Allah müsaade etmiştir. Hz. Peygamber Medîne’ye hicret etmeden önce Hz. Hatîce vefat etmişti. Yüce Allah, verilen izin dâhilinde mehirlerini vererek onun evlenmesine müsaade etmiştir. Ancak kendisini mehirsiz bağışlayan kadınları da yalnız kendine mahsus olarak almasına izin vermiş; fakat kötü niyet ve neticeler doğuracağından bu izni başkalarına vermemiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/423)

(51).‘(Rasûlüm!) Onlardan dilediğini (nöbetinden) geri bırakır, dilediğini de yanına alırsın.’ Birden çok hanımı olanlara sıra ile nöbet izlemek vâciptir. Buna ‘kasm’  denilir. Fakat Peygamberin özelliklerinden olmak üzere ona kasm vâcip kılınmayıp kendi dilemesine bırakılıyor. (ELMALILI, 6/328)

‘(Geçiciolarak) ayrıldıklarından, arzu ettiğine dönmekte de sana bir günah yoktur.’ Rasûlullah’ın, Nisâ sûresinin üçüncü âyeti gelinceye kadar istediği kadar kadınla evlenebilmesi mümkün iken, en genç ve enerjik çağlarında (25’ten 55 yaşına kadar) tek evli olarak yaşadı. Ancak 55 yaşında Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Âişe ile evlenerek kendisini ikinci hanım olarak aldı. Bu ise, kız olarak aldığı tek hanımıdır. Bundan sonra hayâtının kalan kısa süresi içinde çeşitli sosyal ve siyâsî sebep ve maksatlarla hanımlarının sayısı dokuza kadar ulaşmıştı. Ancak meşru şartlara uygun olarak dörde kadar evlenmeye müsaade eden âyet-i kerîmeden sonra, yalnız Peygamber’e mahsus olarak, hanımları yanında kaldı. Çünkü Peygamber hanımları mü’minlerin annesi olup kimseyle evlenemezdi. (H. T. FEYİZLİ, 1/424)

‘Bu, gözleri aydın olup mahzun olmamalarına ve hepsinin, kendilerine verdiğin şeyle râzı olmalarına en elverişli olandır.’ Çünkü o, bir kere hepsinin eşit oldukları bir hükümdür, sonra sen aralarını eşit tutar ‘kasm’ yaparsan, onu senin bir iyiliğin bilerek sevineceklerdir. Ve eğer bâzısını tercih edecek olursan, onu da Allâh’ın bir hükmüyle yaptığını bilecekler, yine gönülleri hoş olacaktır. Bundan anlaşılır ki, hanımları sevindirmek gönüllerini hoş etmek te şeriatın gözettiği maksatlardandır. (ELMALILI, 6/328) 

‘Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyla bilendir. Hâlîmdir (cezâvermedeaceleetmeyendir).’ Yâni bertaraf edilmesi mümkün olmayan, kimisine kiminden daha çok eğilim göstermek, demektir. İmam Ahmed’in rivâyeti gibi…

Hadis: Hz. Âişe dedi ki: Rasûlullah (s) hanımları arasında günlerini paylaştırır ve adâlet yapar; sonra da şöyle derdi: ‘Allâh’ım, bu benim sâhip olduğum şeylerdeki uygulamamdır. Benim sâhip olamadığım fakat senin mâlik olduğun şeylerde de beni kınama.’ (Hadisi dört sünen sâhibi rivâyet etmiş olup, Ebû Dâvud’da ilâve vardır. (S. HAVVÂ, 11/456) 

(52).‘Bu (hanımları)ndan sonra başka kadınlar(laevlenmen) de, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunları başka kadınlarla değişmen de sana helâl değildir.’ ‘Onları başka hanımlarla değiştirmen de olmaz.’ Yâni bunları boşayıp, yerlerine başka kadınlarla evlenmen de câiz olmaz. Onlar Allah ve Rasûlünü seçtikleri için Allah Teâlâ da onlara böyle ikram ve lütufta bulunmuş, Rasûlullah (s)’ de vefâtına kadar sâdece bu hanımlarla evli kalmış, vefâtında da onlar müminlerin anaları olarak kalmışlardı. (ELMALILI, 6/328) ‘Yalnız elinin mâlik olduğu (câriyeler) hâriçtir.’ Peygamberimizin câriyelerinin sayısı ve kimlikleri ve (bu) sınırlamanın dışında tutulmuştu. İstediği sayıda câriyeye sâhip olabilecekti. (S. KUTUB, 8/344) ‘Allah herşeyi gözetendir.’  Onun için O’ndan korkmalı, koyduğu sınırları aşmamalı, helâlden harama geçmemeli. (ELMALILI, 6/329)

Übey b. Ka’b ve Dahhâk’a göre bu âyet Hz. Peygamber’e Ahzâb 33/50’nci âyette zikredilen câriyeler, akrabâ kızları ve kendisini hîbe eden mümin kadınlar dışında başka kadınlarla evlenme izni vermemektedir. (..) Esâsen burada izlenmesi gereken en pratik yol, İkrime ve Dahhâk’ın da dediği gibi Ahzâb 33/50 âyeti 52. Âyetle birlikte değerlendirerek bir sonuca ulaşmaktır. (..) Buna göre yasaklamanın sınırını göz önünde bulundurarak söz konusu iki âyeti şu şekilde değerlendirmek gerekeektir: Ey Peygamber! Artık sana mevcut eşlerinden, câriyelerinden, amca – hâla – dayı – teyze kızlarıdan ve bir de kendisini sana hibe eden mümin kadınlardan başkasıyla evlenmek helâl değildir. O hâlde eğer sen bundan sonra evlenmek istersen,  bu durumda ancak söz konusu vasıfları taşıyanlarla yâni Allâh’ın sana ganîmet olarak verdiği câriyeler yanında hicret eden akrabâ kızları ve nefislerini sana hibe eden mümin kadınlarla evlenebilir, başkalarıyla evlenemezsin, demektir. (Hâzin’den M. DEMİRCİ, 2/591, 592)       

33/53-55   ALLAH,  HAKKI  SÖYLEMEKTEN  ÇEKİNMEZ

53. Ey îman edenler! Artık Peygamber’in evlerine, siz bir yemeğe çağrılmaksızın, vaktine (de) bakmaksızın, (vakitlivakitsiz) girmeyin. Ancak dâvet edildiğiniz zaman girin; yemeği yiyince de hemen dağılın, söze dalıp eğleşmeyin. Çünkü bu, Peygamber’e eziyet veriyor, o da siz(esöylemek)ten çekiniyor. Fakat Allah, hak(kıaçıklamak)tan çekinmez. Bir de onlardan (yâniPeygamber’inhanımlarından) gerekli bir şey istediğiniz (veyasorduğunuz) zaman, perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temizdir. Sizin, Allâh’ın Rasûlü’ne eziyet vermeniz, kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla mümkün değildir. Bu, Allah katında büyük (birgünah)tır.

54. (Ey müminler!) Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şüphesiz Allah, herşeyi hakkıyla (gâyetiyi) bilendir.

55. Onlara (Peygamber’inhanımlarına) babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, (kendilerigibimü’min) kadınları ve ellerinin (altında) mâlik oldukları (câriyeleriileperdesizgörüşmeleri) dolayısıyla bir günah yoktur. (Dayıveamcadaannevebabahükmündedir.) Bununla berâber (Eyhanımlar!) Allâh’a saygılı olup emrine uygun yaşayın, çünkü Allah herşeye hakkıyla şâhittir. [bk. 24/31]

53-55. (53).‘Ey îman edenler! Artık Peygamber’in evlerine, siz bir yemeğe çağrılmaksızın, vaktine (de) bakmaksızın, (vakitlivakitsiz) girmeyin.’  Yâni yemeğin pişip hazırlanma zamanını kollamayın. Yâni yemeğin pişmesini gözetleyip olgunlaşması, pişmesi yaklaşınca hemen girmeye kalkışmayın. Çünkü bu, yüce Allâh’ın hoşlanmadığı ve yerdiği bir iştir. Bu da başkasının sırtından geçinmenin haram olduğunun delîlidir. (Katâde, Mücâhid vb.’dan, S. HAVVÂ, 11/461)

‘Ancak dâvet edildiğiniz zaman girin; yemeği yiyince de hemen dağılın’        Hadis: ‘Sizden biriniz kardeşini dâvet edecek olursa, (dâvet edilen) ister düğün olsun, ister başkası olsun, dâvetini kabul etsin.’ (Müslim’den, S. HAVVÂ, 11/461)

‘.. söze dalıp eğleşmeyin.’ Uzunca oturmaları ve birbirleriyle konuşarak vakit geçirmeleri yasaklanmıştır. (S. HAVVÂ, 11/461)

‘Çünkü bu, Peygamber’e eziyet veriyor, o da siz(esöylemek)ten çekiniyor. Fakat Allah, hak(kıaçıklamak)tan çekinmez.’  Yüce Allah, hakkı bırakmaz ve sizden hayâ edenin yaptığı gibi, O da hakkı terk etmez. İşte bunun için O, size bunu yasakladı ve bu işten alıkoydu. Yâni sizin bu durumdan sonra çıkartılmanız,  bir haktır. Bundan utanılmaması gerekir. Nesefi, ‘Bu, yüce Allâh’ın başkalarına ağırlık verenleri bir edeplendirmesidir’ demektir. (S. HAVVÂ, 11/461)

‘Bir de onlardan (yâniPeygamber’inhanımlarından) gerekli bir şey istediğiniz (veyasorduğunuz) zaman, perde arkasından isteyin.’ Bundan böyle harem farz kılınmıştır ki, o zamâna kadar Araplarda âdet değildi. (ELMALILI, 6/332) 

Yâni ben sizlere onların bulundukları evlerine girmenizi yasakladığım gibi, aynı şekilde büsbütün de onlara bakmamalısınız. Sizin herhangi birinizin onlardan almak istediği bir ihtiyacı bulunursa, onlara bakmasın. Ve ancak bir perde arkasından onlardan ihtiyâcını istesin. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/461)

Hicab: Hz. Ömer’in ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Senin yanına, ahlâklı olan da, facir de giriyor, müminlerin annelerine ‘hicâb’ı (perde arkasından konuşmayı)  emretsen’ sözleri üzerine, yukarıdaki hicab âyeti inmiştir. Enes İbn Malik’ten rivâyete göre, Nebi (s), Zeynep Binti Cahş ile evlenince, ziyâfet vermiş, Enes’i çağrılacak kimse kalmayıncaya kadar, toplulukları dâvet etmiş, birbiri ardından yemek yenilmiş. Ancak üç kişilik bir topluluk yemekten sonra söze dalmış, Hz. Peygamber, eşlerinin yanına giderek, onlarla bir süre görüşüp geldiği hâlde, hâlâ onların kalkıp gitmemesi, kendisini üzmüştü. Yukarıdaki âyet, bu dâvetle ilgili olarak inmiştir. Böylece, Hz. Peygamber’in eşlerinin yabancı bir erkeğe muhâtap olması durumunda, perde arkasından konuşma uygulaması başlatılmıştır. (Buhâri Tefsir 33/8’den, H. DÖNDÜREN, 2/682)   

‘Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temizdir.’ Şeytâni düşüncelerden, vesveselerden uzaklaşırsanız, hem kadınların, hem erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha fazla yükselir, edep, nezihlik, takvâ, hürmet gösterme artar. (ELMALILI, 6/332) 

‘Sizin, Allâh’ın Rasûlü’ne eziyet vermeniz, kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla mümkün değildir. Bu, Allah katında büyük (birgünah)tır.’ (Nihâyet) bunun haram olduğuna dâir dikkat çeken buyruk indi. İşte bundan dolayı bütün ilim adamları Rasûlullah (s)’ın vefat ederken geriye bıraktığı hanımlardan herhangi birisiyle ondan sonra evlenmenin haram olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Çünkü dünyâda da, âhirette de bunlar onun hanımları olacaktır ve daha önce de geçtiği üzere bunlar müminlerin anneleridir. (S. HAVVÂ, 11/468)

(54).‘Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şüphesiz Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.’ Yâni bir kimse, Hz. Peygamber aleyhinde kötü bir düşünce beslerse veya aklından onun hanımlarıyla ilgili kötü bir niyet geçirirse, Allâh’a gizli kalmayacak ve cezâsını çekecektir. (MEVDÛDİ, 4/399)

(55).‘Onlara (Peygamber’inhanımlarına) babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, (kendilerigibimü’min) kadınları, ve ellerinin (altında) mâlik oldukları (câriyeleriileperdesizgörüşmeleri) dolayısıyla bir günah yoktur.’ Yâni hanımların bu sayılan kimselerden saklanmamalarında bir mahzur yoktur. Nesefi der ki: Amca ve dayının zikredilmemesinin sebebi, anne baba durumunda olmalarındandır. Kadınların erkek köleleri ise, cumhûra göre yabancılar gibidir. (S. HAVVÂ, 11/462)   

‘Ey hanımlar! (Size uymanız emredilen perde arkasından konuşmak ve örtünmek emirlerinde) Allah’tan korkun. (ve bu konuda tedbiri elden bırakmayın) Şüphesiz ki Allah, herşeye şâhit olandır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni, ey hanımlar! Tek başınıza iken de, başkalarının arasında iken de Allah’tan korkun. Çünkü O, herşeye tanık olandır. Hiçbir şey O’na gizli değildir. Sizi görüp gözetenin gözetimi altında olduğunuzu hatırınızdan çıkarmayın.’ (S. HAVVÂ, 11/462)

Buhâri şerhi Ayni’de Kâdı İyaz’ın beyânına göre denilir ki: Peygamberin hanımlarına özel olan hicab, yüz ve ellerde dahi ihtilâfsız olarak kendilerine farzdı.Onuniçinneşâhitlik, nediğersebepleyüzleriniveelleriniaçmaları kendilerine câiz olmadığı gibi, çıktıkları zaman şahıslarını ortaya koymak da câiz değildi. Nitekim Hz. Hafsa babası vefat ettiği gün, çıktığında şahsını örtmüştü. Vefâtında da üzerine bir kubbe bina edilmişti. (Ayni, Umdetü‘l Kâri’den, ELMALILI, 6/333)  

33/56-58  PEYGAMBER’E  ÇOK  SALÂVAT  GETİRİN

56. Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât eder (onukutsar/övgüveiltifatlaanar)lar! Ey îman edenler! Siz de ona salât-ü selâm edin (kutsayın, onunşânınıyüceltmeyeveonatambirteslîmiyeteözengösterin).

57. Hiç şüphesiz Allâh’a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere, (işte) onlara Allah dünyâda ve âhirette lânet etmiş ve onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

58. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı incitenler, bir iftirâ(dabulunmuş) ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

56-58. (56).‘Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât eder (onukutsar/övgüveiltifatlaanar)lar!’ İmam Mâlik’e göre ömründe bir kere olsun salâvat getirenden bu farz düşer. Şâfiilere göre ise, salâvattan maksat, namazda tahiyyat’tan sonra okunan ‘salli – bârik duâlarıdır. Hanefilere göre, içinde Hz. Muhammed’e ‘selâm’ın bulunduğu tahiyyâtı okumak vâcip, salli bârik duâlarını okumak sünnettir. (H. DÖNDÜREN, 2/683)

Allâh’ın peygamberine salâtı, ona merhamet ve ihsan etmesi, onu övmesi, ondan râzı olması, şan ve şerefini yüceltmesi, îtibar ve değerini artırmasıdır. (İ. KARAGÖZ 6/86)

Salât ve salâvat: Salât, sözlükte namaz, duâ, rahmet, Yahûdilerin ibâdet yeri, havrâ anlamlarına gelir. Çoğulu ‘salâvat’tır. Namaza salât denmesi, aslının duâ olması yüzündendir. Allâh’ın salâtı, kuluna rahmet etmesi ve onun şânını yüceltmesidir. Meleklerin salâtı, peygamberin şânını yüceltmeleri, müminlere bağış dilemeleri anlamındadır. Müminlerin salâtı ise, ‘duâ’ anlamındadır. (H. DÖNDÜREN, 2/682)  

‘Ey îman edenler! Siz de ona salât-ü selâm edin (kutsayın, onunşânınıyüceltmeyeveonatambirteslimiyeteözengösterin).’ ‘Allâhümme salli alâ Muhammed’, ‘Esselâmü aleyke yâ eyyühe ‘nnebiyyü’, ‘Sallallâhü aleyhi ve sellem’, ‘Essalâtü ve ‘sselâmü aleyke’ gibi duâlarla onun üzerine Allâh’ın salâvatını, rahmetini ve bereketlerini niyaz edin (Âlûsi’den) Ve selâm vererek ona hürmet edin. Ve bir mânâya göre, hiç incitmeyerek teslim olun, boyun eğin. Bu âyet gösterir ki, Peygambere salâvat getirmek farzdır. Ancak tekrarına değinilmemiştir. Sahih olan budur ki, ismi zikrolundukça vâcip olur. (ELMALILI, 6/333)

Hadis: Ka’b İbn Ucre’den, şöyle demiştir: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana selâm’ı biliyoruz, ‘salât’ nasıl olacak? diye soruldu. Buyurdu ki: ‘Allâhümme, salli alâ Muhammed’in ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm’e, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme, bârik alâ Muhammed’in ve alâ âli Muhammed’in, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm’e, inneke hamîdün mecîd.’ (Buhâri, Tefsir 33/10; Ebû Dâvud Salât 183’den, H. DÖNDÜREN, 2/683) 

Hadis: Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanı, bana en çok salât-ü selâm getirendir. (Tirmizi Vitir 21’den, Ö. ÇELİK, 4/124)

Hadis: ‘Kim bana bir defa salât getirirse, Allah o kimseye on defa salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.’ (Nesâi Sehv 55’den, Ö. ÇELİK, 4/124)

(57).‘Hiç şüphesiz Allâh’a ve Rasûlü’nü incitenlere, (işte) onlara Allah dünyâda ve âhirette lânet etmiş ve onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.’ Allâh’a eziyet tâbiri mecazdır. Allâh hakkında uygun olmayan söz söyleyen veyâhut Allâh’ın râzı olmayacağı fiiller yapan veya Allâh’ın sevdiği kullarına eziyet eden demektir. (ELMALILI, 6/334)

Rasûlullah (s)’i incitmeleri ise şâir, sihirbaz, kâhin, mecnun diyerek, Safiyye el Hâruniyye’nin nikâhı hususunda ileri geri konuşarak sözlü eziyette bulunmaları; Hz. Peygamber (s)’in rebaiye dişini kırarak, Uhud savaşında mübârek yüzünü yaralayarak, üzerine toprak atarak, nübüvvet mührünün üzerine pislikler koyarak fiili eziyette bulunmalarıdır. (İ. H. BURSEVİ, 15/604)

El Avfi, İbn-i Abbas’tan rivâyet ediyor: Yüce Allâh’ın ‘Şüphesiz ki Allâh’ı ve Rasûlünü incitenlere…’ âyeti, Rasûlullah (s)’in Huyey b. Ahtab’ın kızı Hz. Safiyye ile evlenmesinden dolayı Hz. Peygamberi tenkid edenler hakkında vârid olmuştur. Fakat zâhir olduğu kadarıyla bu âyet-i kerîme, herhangi bir hususta üzen, inciten herkes hakkında geneldir. Onu üzen, inciten de Allâh’ı incitmiş demektir. (S. HAVVÂ, 11/472)

(58).‘Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara hak etmedikleri (yapmadıkları) bir şeyden dolayı eziyet edenler, bir iftirâ(dabulunmuş) ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.’ Azarın tonundaki bu ağırlıktan şunu anlıyoruz: O günlerin Medîne’sinde erkek ve kadın müminlere karşı entrikalar çevirmeyi, çirkin söylentiler yayarak onların adlarını karalamayı, başlarına çorap örmeyi, onları asılsız suçlarla suçlamayı iş edinen bir grup vardı. Aslında bu kötü eğilim her zaman ve her yerde yaygındır. Yâni mümin erkekler ve mümin kadınlar her toplumda kötü niyetli sapıkların, münâfıkların ve hasta kalplilerin sürekli entrikaları ile yüzyüzedirler. Yüce Allah, burada onlar adına bu entrikalara cevap veriyor; müminlerin düşmanlarının alınlarına suçluluk ve iftirâcılık damgasını vuruyor. Hiç şüphesiz en doğru söz O’nun sözüdür. (S. KUTUB, 8/349)

Müminleri incitmek, onları haksız yere suçlamak, inanç ve ibadetlerinden dolayı kötülemek, aşağı görmek, alaya almak, inanç ve ibâdet özgürlüğüne engel olmak, temel insan haklarına engel olmak ve benzeri davranışlarda bulunmaktır. (i. KARAGÖZ 6/91)

Âyette Allah ve peygamberine ezâ edenlere Allâh’ın dünyâ ve âhirette lânet ettiği, yâni af, bağışlama, nîmet ve rahmetinden mahrum bıraktığı açıkça bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 6/91)

Allah ve Rasûlünün incitilmesi ile ilgili olarak mutlak olarak haram kılma hükmü belirtildiği hâlde; burada müminler ile ilgili olarak ‘yapmadıkları’ kaydı getirilmiştir. Çünkü Allah ve Rasûlünü incitmek, hiçbir zaman hak olamaz. Fakat mümin erkek ve kadınları incitmek, bâzan had ve tâzir gibi hak olabilir; bâzan da bâtıl olabilir. İşte bunun bâtılını yapanlar ‘bir iftirâ ve apaçık bir günah yüklenmiş’ olurlar. (S. HAVVÂ, 11/463)

Suç işlemedikleri ve hak etmedikleri hâlde müminlere eziyet edenler büyük günah işlemişolurlar. Haksız yere insanlara eziyet etmek, zulümdür. (..) İnsanlara sırf îmanları sebebiyle eziyet etmek, çok büyük günahtır. Bunu îman sâhibi bir insan aslâ yapamaz. (İ. KARAGÖZ 6/92)

Hadis: EbûDâvud’unEbûHüreyre’denrivâyetettiğinegöre; ‘EyAllâh’ınRasûlü, gıybet nedir? Diye soruldu, o da: ‘Hoşuna gitmeyecek şekilde kardeşinden söz etmendir.’ diye buyurdu. Peki benim söylediğim kardeşimde varsa, ne dersin? diye sorulması üzerine şu cevâbı verdi: ’Eğer senin dediğin onda varsa, sen onun gıybetini yapmış olursun; şâyet söylediğin onda yoksa bu sefer ona iftirâ etmiş olursun.’ Bu hadisi bu şekilde Tirmizi rivâyet ettikten sonra, ‘hasen sahihtir’ demiştir. (S. HAVVÂ, 11/473)    

Hadis: ‘Kim bir insana zarar verirse, Allah da ona zarar verir. Kim bir insana güçlük çıkarırsa, Allah da ona güçlük çıkarır.’ (Tirmizi Birr 27; İ. KARAGÖZ 6/93)

Hadis: ‘Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse komşusuna eziyet etmesin.’ (Buhâri Rikak 23; İ. KARAGÖZ 6/94)

Hadis: ‘Ey dilleriyle Müslüman olduğunu söyleyen , fakat kalplerine îman yerleşmemiş olanlar! Müslümanlara eziyet etmeyin, onları ayıplamayın, gizli hâllerini araştırmayın. Kim bir Müslüman kardeşinin gizli hâllerini açığa çıkarırsa, Allah da onun gizli hâlini açığa çıkarır. Allah kimin gizli hâlini açığa çıkarırsa, onu evinin içinde bile olsa rezil eder.’ (Tirmizi Birr 13; İ. KARAGÖZ 6/94, 95)

33/59-62  DIŞ  ÖRTÜLERİNİ  ÜSTLERİNE  ALMALARINI  SÖYLE

59. Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Birihtiyaçiçindışarıçıktıklarızaman, kendilerinibaştanayağabolcaörten, şeffafolmayan) dış elbiselerini üzerlerine iyice giyinip örtsünler. Bu, onların (câriyeveyahafifmeşrepdeğil, şereflivenâmuslu) bilinmelerine, (cinsel) tâciz / sarkıntılık edilmemelerine daha elverişlidir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 24/31]

60, 61. Andolsun ki münâfıklar, kalplerinde (ahlâksızlıktan) bir hastalık bulunanlar ve şehirde kötü / yalan yanlış haber yayanlar eğer (buhâllerinden) vazgeçmezlerse, seni elbette kendilerine musallat ederiz (savaşıpşehirdençıkarmanıemrederiz). Bundan sonra da orada, sana ancak pek az bir zaman komşu kalabilirler. Lânetlik olarak nerede ele geçirilirlerse, tutulur ve öldürülürler.

62. Daha önce gelen (münâfık)lar hakkında Allâh’ın kânûnu bu idi. (Ey Peygamberim! Sen) Allâh’ın kânûnunda aslâ bir değişiklik bulamazsın.

59-62. (59).‘Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: dış elbiselerini üzerlerine iyice giyinip örtsünler.’   Yâni cilbâbın bir kısmını tepeden aşağıya sarkıtacak, artan kısmını yüzüne koyacak ve yüzünü örtecektir. Böylece câriyeden ayrılmış olacaktır. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 11/475)

Cilbâb: Baştan aşağı örten çarşaf, ferâce, car gibi dış elbisenin adıdır. Kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri her çeşit giysidir. Tepeden tırnağa örten giysidir. Kadınların tesettür ettikleri her türlü elbise ve başka şeylerdir. (ELMALILI, 6/337)

‘..müminlerin kadınlarına da söyle’ Görülüyor ki, burada yalnız Peygamberin hanımlarına ve kızlarına değil, Nûr sûresindeki ’Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar, ziynet yerlerini göstermesinler.’ (Nûr, 24/31) âyeti gibi müminlerin kadınları dahi bu hükmün kapsamına dâhil edilmiştir. (ELMALILI, 6/337)

‘Bu, onların bilinmelerine, tâciz / sarkıntılık edilmemelerine daha elverişlidir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’ Arap kadınlarında erkeklerden sakınmamak bir âdet hâlinde idi. Onlar câriyeler gibi yüzlerini de açık tutuyorlardı. Bu durum erkeklerin onlara bakmalarına neden oluyordu. Cilbab âyetinin inmesiyle hür bir bayanla câriyenin arası ayrılmış olacaktı. Çünkü hür bayanlar örtünmesi ile ayırdediliyordu. Bununla bekâr ve genç erkeklerin sarkıntılık etmesinden korunmuş oluyorlardı. Yukarıdaki âyet inmezden önce, mümin erkeklerin eşlerinden birisi,  (tuvalet vb.) ihtiyaç için evden dışarı çıkınca, kimi zayıf ahlâklı erkekler, câriye sanarak kendisine sarkıntılık edebiliyordu. Bu konuda Allâh’ın Rasûlüne çeşitli şikâyetler ulaşınca cilbab âyeti inmiştir. Kurtubi, cilbab terimi için şunları söyler: Cilbab, başörtüsünden daha büyük olan bir giysidir. Abdullah İbn Abbas ve Abdullah İbn. Mesud’dan cilbaba, ‘ridâ’ (bedenin üst kısmını örten giysi ya da örtü) anlamı verdikleri nakledilmiştir. Kadının başörtüsü veya peçe anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Doğru olan şudur ki, cilbab; bedenin bütününü örten dış giysidir. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/684)

El, yüz ve ayaklar hâriç, bütün bedeni ve uzuvları örtecek baş örtüsü  örtmek ve elbise giymek, Allâh’ın kesin emri olduğu için farzdır. (İ. KARAGÖZ 6/97)

(60, 61).‘Andolsun ki münâfıklar, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ve şehirde kötü / yalan yanlış haber yayanlar eğer (buhâllerinden) vazgeçmezlerse, seni elbette kendilerine musallat ederiz. Bundan sonra da orada, sana ancak pek az bir zaman komşu kalabilirler. Lânetlik olarak nerede ele geçirilirlerse, tutulur ve öldürülürler.’ Nesefiderki: ‘Burada kelimenin (kuttilû) şeddeli olması, bunun çoklukla yapılmasına delildir.’  Bu âyet-i kerîme tâzir (cezâsı) hakkındaki en geniş kapsamlı âyettir. Buyruğun mânâsı şudur: Şâyet münâfıklar düşmanlıklarından, hîle ve tuzaklarından, fasıklar ahlâksızlıklarından, kötü haber yayanlar uydurdukları kötü haberlerden vazgeçmeyecek olurlarsa, biz de sana onların iyiliğine olmayacak işleri yapmanı emredeceğiz. Sonra da onları Medîne’nin dışına kaçmak zorunda bırakırsın ve ancak gitmek için hazırlanabilecekleri kadar kısa bir süre, seninle birlikte Medîne’de kalabilirler ve hattâ bundan sonra onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, öldürülmeyi hak eden lânete uğramış kimseler olurlar.’ (S. HAVVÂ, 11/476)

Âyette geçen (kalpteki) ‘hastalık’ fiziksel ve bedensel değil, şek, şüphe, nifak, inkâr, fesat, zinâ arzusu ve benzeri günah ve ahlâksızlık hastalığıdır. (İ. KARAGÖZ 6/98)

İslâm dîni, farklı inanç sâhipleriyle birlikte yaşamayı reddetmiyor. Farklı inanan ve yaşayanlar yapılan sözleşmeye ve ülkenin kânunlarına, kurallarına riâyet ettikleri sürece genel kural olarak Müslümanların hak ve özgürlüklerinden yararlanarak yaşarlar ve gelişirler. Müslüman olmayan  halk sözleşmeyi bozar, müslümanlara  karşı düşmanlarla işbirliği yapar veya ülkenin kânunlarına, genel ahlâka ve kamu düzenine aykırı davranırlarsa, önce uyarılırlar, sonra da – içinde sürgün ve ölümün de bulunduğu – çeşitli cezâlara çarptırılırlar. (KUR’AN YOLU, 4/401)    

Yüce Allah devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygambere toplumda yalan haber yayanların, fitne ve fesat çıkaranların cezâlandırılması gerektiğini bildirilmiştir. (..) Münâfıklar, kalplerindeki şüphe hastalığı sebebiyle îman ile inkâr arasında gidip gelenler, kötü ahlâklı ve fâsık kimseler, yalan haber yayan veya kadınları tâciz eden veya toplumda fitne ve fesat çıkaranlar mal ve can güvenliğini ihlâl edenler veya müminlere karşı düşmanla işbirliği yapanlar, genelahlâkave kamu düzenine aykırı davrananlar uyarılır, gerektiğinde operasyon yapılabilir. Veya savaş açılabilir, yakalandıklarında hapis, sürgün, ölüm ve benzeri şekilde cezâlandırılabilirler. (5/33, 9/1-6). ‘Onlar kendilerine bir operasyon düzenlenir veya savaş açılırsa nerede bulunurlarsa yakalandıkları yerde öldürülür’ cümlesi bu anlama gelir. Âyet, fitne ve fesat çıkaranlar, can ve mal güvenliğini ihlâl edenler için bir uyarı ve tehdittir. (İ. KARAGÖZ 6/98)    

(62).‘Daha önce gelen (münâfık)lar hakkında Allâh’ın kanunu bu idi. Allâh’ın kânûnunda asla bir değişiklik bulamazsın.’ Yâni, ‘Bu, Allâh’ın şeriatının değişmez bir kuralıdır: İslâm toplumunda ve devletinde bu tür fitne ve fesatları yayanların gelişip güçlenmesine aslâ fırsat verilmez. Ne zaman ilâhi kânunlara dayanan bir toplum ve devlet düzeni kurulsa, bu tür kimseler gidişatlarını düzeltmeleri için uyarılırlar ve eğer hâlâ bu kötü davranışlarında ısrar ederlerse, şiddetli bir hesâba çekilirler ve ortadan kaldırılırlar. (MEVDÛDİ, 4/411)

‘Sen Allâh’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın.’ Yüce allah varlık âlemini yaratırken koyduğu tabiat kânunları ve insanlar hakkında uygulanmasını belirlediği kânunları sâbittir. Hiçbir zaman değişme olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. İnsanlar doğar ve ölür, bu ilâhi bir kânundur. Hırsızlık, cana kıyma, teröristlik, zinâ, zinâ suçu isnâdı, fitne ve fesat çıkaranlar, isyan, günah ve zulümde ısrar edenleri yüce Allah, âfet ve musibetlerle cezalandırır ve bu suçu işleyenlerin toplumu yönetenler tarafından da cezâlandırılması gerekir. Suç işleyenleri cezalandırmak, ilâhi bir kânundur. (İ. KARAGÖZ 6/99, 100)    

Sünnetullah: (..) Ele aldığımız âyetlerde sözü edilen sünnetullah münâfıklığın, fitne ve fesâdın yaygın hâle geldiği toplumlara yönelikgerçekleştirileceği vaad edilen ilâhi bir cezâ demektir. (Zemahşeri) Bilindiği gibi Yüce Allah İslâm toplumunda fitne ve fesâdı yayanlara aslâ fırsat vermemektedir. Çünkü bu Allah Teâlâ’nın dinde öngördüğü değişmez bir ilkedir. Buna göre ne zaman yeryüzünde ilâhi kânunlara dayalı bir devlet düzeni kurulsa, münâfıklara, toplumda fitne ve fesat çıkaranlara durumlarını düzeltmeleri için bir fırsat verilir. Ancak onlar, bu kötü hâllerini devam ettirmede ısrar ederlerse, işte o zaman şiddetli bir şekilde hesâba çekilerek ortadan kaldırılırlar. (MEVDÛDİ’den, M. DEMİRCİ, 2/597)   

33/63-68  KIYÂMETİN ZAMÂNI  ALLAH  KATINDADIR

63. (Ey Peygamberim!) İnsanlar sana kıyâmetin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: “O’nun ilmi ancak Allah katındadır.” Ne bilirsin, belki de kıyâmet yakındır. [bk. 2/166-167; 16/1; 21/1; 25/27-29; 54/1]

64, 65. Şüphe yok ki Allah, küfre sapanları lânetlemiş (rahmetindenuzaklaştırmış) ve onlara içinde ebedî kalacakları çılgın alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar artık ne bir dost ne bir yardımcı bulurlar.

66. Kıyâmet günü, onların yüzleri ateşte evirilip çevirilirken; “Ah! Keşke biz, Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik.” diyecekler.

67. (Kâfirler âhirette) diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize ve büyüklerimize (onlarınisteklerine, hevâlarınaveçağırdıklarına) uyduk, (onlar) da bizi (hak) yoldan saptırdı.” [krş. 2/165-167; 25/27-29]

68. “Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden uzaklaştır.”

63-68. (63).‘İnsanlar sana kıyâmetin ne zaman kopacağını sorarlar.’   Kur’ân’ın tehdit ve uyarısı geldikçe, müşrikler alay yollu, tez olmasını isteme şeklinde, münâfıklık ve komiklik için; Yahûdiler de sınamak için kıyâmetin ne zaman kopacağını sorar dururlardı. (ELMALILI, 6/339)

‘De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındandır.’ Allah bu bilgiyi kendine tahsis etmiştir. Ne Mürsel bir peygamber, ne de mukarreb bir melek bunun bilemez. (S. HAVVÂ, 11/477)

Hadis: Rasûlullah (s)’e bir adam geldi ve ‘Yâ Rasûlallah, Kıyâmet ne zamandır? Dedi. Efendimiz(sav): ‘Kıyâmet için ne hazırladın?’ diye sorunca o da: ‘Allah ve Rasûlünün muhabbetini…’ cevâbını verdi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s) Efendimiz: ‘Öyleyse sen sevdiğinle berâber olacaksın’ buyurdu. (Müslim Birr 163’den, Ö. ÇELİK, 4/129)

Hadis: ‘Benim Peygamber olarak gelişim ile kıyâmetin kopması şu iki parmak gibi yakındır. (..) (Ahmed 37/467; İ. KARAGÖZ 6/102)

Hadis: ‘Kıyâmetin kopması yaklaşıyor. Bu zamanda ilim azalır, cimrilik ortaya çıkar, fitne zuhur eder ve insan öldürme, katliâm çoğalır.’ (Buhâri Fiten 5; İ. KARAGÖZ 6/102)

(64, 65).‘Şüphe yok ki Allah, küfre sapanları lânetlemiş (rahmetindenuzaklaştırılmış) ve onlara içinde ebedî kalacakları çılgın alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar artık dost ve yardımcı bulamazlar.’ Allah kâfirleri rahmetinden uzaklaştırmıştır, onlar için kızgın ve alevli bir ateş hazırlamıştır. Bu ateş, tutuşturulmuş, hazır durumda bekletiliyor. (S. KUTUB, 8/353)

‘Orada temelli kalırlar.’ Sürekli olarak kalacaklar ve oradan çıkış yeri olmayacaktır. Nesefi der ki: Bu, Cehmiyye’nin görüşünü reddetmektedir; çünkü onlar cennet ve cehennemin sonlu olduklarını ileri sürerler.’ (S. HAVVÂ, 11/478)

(66).‘Kıyâmet günü, kâfirlerin yüzleri ateşte evirilip çevirilirken; “Ah! Keşke biz, Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik.” diyecekler.’ Yâni tencere kaynadığı zaman içindekiler nasıl kaynamaktan dolayı dönüp duruyorsa, aynı şekilde onların yüzleri de bu şekilde döndürülecektir. Özellikle yüzlerin zikredilmesi ise, yüzün insan vücudunda en değerli ve şerefli yerin olmasındandır. (S. HAVVÂ, 11/478)

(67).‘Ve diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize ve büyüklerimize uyduk, (onlar) da bizi yoldan saptırdı.” Yâni emirlerimize, ileri gelenlere ve benzeri büyüklerimize uyduk, rasullere aykırı davrandık, onlarda bir şey var sandık. Onların bir hakka sâhip olduklarını kabul ettik. Fakat ellerinde hiçbir şeyin olmadığını, hiçbir şeye sâhip olamadıklarını gördük. (S. HAVVÂ, 11/478)

İnsanlar akıllarını kullanıp Peygamber ve tebliğ ettiği hak dînin ilkeleri yerine, nefsâni arzularını, şeytanın kötülük telkinlerini, maddi ve mânevi çıkarlarını esas alırlar. Veya kâfir atalarına, İslâm’a uygun olmayan gelenek ve göreneklerine uyarlar. Veya siyâset, dernek, vakıf, sanat, örgüt ve benzeri alanlarda meşhur olmuş ve otorite kazanmış inanç, söylem ve eylemleri Kur’an ve sünnete uygun olmayan kimseleri taklit ederler, onların düşüncelerini benimser ve söylediklerini tenkide tâbi tutmadan kabul ederler, hak yoldan sapmış olurlar. (İ. KARAGÖZ 6/104)  

 (68).“Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden uzaklaştır.” Yâni bize verdiğin azâbın iki mislini / katını ver. Çünkü onlar hem sapmışlar, hem de saptırmışlardır. Şu hâlde azâbın bir katı kendilerinin hidâyet yolundan saptıkları için, bir katı da başkalarını hidâyet yolundan sapıttıkları içindir. (İ. H. BURSEVİ, 11/624)

‘.. onlara lânet et’ Onları merhamet ve nimetinden mahrum et, onları affetme, anlamındadır. ‘Büyük lânet’ ile maksat, büyük azaptır. (İ. KARAGÖZ 6/104)

Allâh’ın emirlerini gereksiz gören ve insanları hidâyetten uzaklaştıran önderlerle, hayâtı için bir tehlike olmadığı hâlde onların peşinden gidenler, hesap gününde birbirine düşman olacaktır. [bk. 2/165-167; 7/38; 31/21; 34/31] (H. T. FEYİZLİ, 1/426)

33/69-73  ALLAH’TAN  KORKUN  VE  DOĞRU  SÖZ  SÖYLEYİN

69. Ey îman edenler! (Rasûl’ekarşıtıpkı) Mûsâ’yı (iftirâile) incitenler gibi olmayın. Nihâyet Allah onu, dediklerinden temize çıkardı. O, Allah yanında yüzü (itibârı) olan idi.

70, 71. Ey îman edenler! ‘Allâh’ın emirlerine ve yasaklarına uyun’ ve doğru söz söyleyin ki (Allah) işlerinizi düzeltsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, şüphesiz ki en büyük bir başarıya ermiş olur.

72. Doğrusu biz emâneti (emirveyasakları) yerine getirme sorumluluğunu göklere, yere ve dağlara arz (veteklif) ettik de (onlar) bunu yüklenmekten kaçındılar ve on(ungetireceğisorumluluk)tan korktular da onu insan yüklendi. (Eğerbunungereğiniyapmaktankaçınırsa) cidden o çok zâlim, çok câhil (demek)tir. [krş. 59/21]

73. Böylelikle Allah, (buemânetehâinlikeden) münâfık erkeklerle, münâfık kadınlara, Allâh’a ortak koşan erkeklerle, Allâh’a ortak koşan kadınlara azap edecek, mü’min erkeklerle, mü’min kadınların tevbelerini de kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

69-73. (69).‘Ey îman edenler! (Rasûl’ekarşıtıpkı) Mûsâ’yı (iftirâile) incitenler gibi olmayın. Nihâyet Allah onu, dediklerinden temize çıkardı. O, Allah yanında yüzü (itibârı) olan idi.’ Hz. Mûsâ’ya yapılan eziyetle alâkalı olarak Rasûl-i Ekrem (s) şöyle buyurur:  Hadis: İsrâiloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsâ (a.s.) ise, güzelce örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim onun hakkında: ‘Onun hayaları şişkindir ve onun baras hastalığı vardır, yâhut da onda başka bir hastalık bulunmaktadır’ demişlerdi. Bir gün Şam topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti. Elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsâ çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve ‘Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver’ diyordu. Nihâyet bu hâliyle İsrâiloğulları’ndan bir topluluğun yanına kadar geldi. Baktıklarında onun kendi aralarında yaratılışı en güzel ve sûreti en mûtedil birisi olduğunu anladılar. Söylediklerinin hiç birisi onda yoktu. İşte bu âyette anlatılan husus budur. (Buhâri Gusl 20; Müslim Hayz 75’den Ö. ÇELİK, 4/129, 130)    

Bu âyetten anlaşıldığına göre, Müslümanlar arasında îman henüz kalplerine tam yerleşmemiş olanlar, çeşitli vesîlelerle Rasûlullah (s)’i suçluyor, ona eziyet ediyorlardı. Hz. Zeynep’le evliliği etrâfında koparılan dedikodulara katılanlar olduğu gibi, Hz. Âişe’ye atılan çirkin iftirâya iştirak edenler de olmuştu. Bâzan da ganîmetlerin taksîmi / paylaşımıhusûsunda hakkına râzı olmayıp, Efendimiz (s)’i üzücü davranışlarda bulunanlar oluyordu. (Buhâri, Müslim’den Ö. ÇELİK, 4/130)

(Bunagöre) Müslümanlar, Müslüman liderler ile onların tabanı arasındaki güveni olumsuz olarak etkileyecek sözlerden kaçınmalı, tedbirli davranmalıdırlar. Yine buna göre bu konuya normal gıybet konusundan daha fazla bir önemin verilmesi gerekmektedir. Çünkü normal bir gıybetin Allah katında büyük bir günahı vardır. Hatta çokça gıybet eden bir kimsenin cennete girmeyeceği dahi söylenmiştir. Peki, eğer bu yapılan gıybet, İslâmi çalışmanın yapısını darmadağın ediyorsa, cezâsı ne olabilir? (S. HAVVÂ, 11/487)

İşte eğitim ile uğraşan ilim adamlarının bu nokta dikkatlerini çekmiş ve müridin şeyhe itiraz etmesini kalbin öldürücü zehiri olarak kabul etmişlerdir. Şer’i kesin bir hak ile olması müstesnâ, Allâh’ın velîlerine itiraz eden ve tavırlarını reddeden kimselerle oturup kalkmaktan sakındırmışlardır. Şer’i bir hak ile olması hâlinde ise Şer’in hakkı elbette ki öne alınacaktır. Fakat yine Şâri’in / kânun koyucunun belirlediği yol ile bu itiraz yapılmalıdır.   (S. HAVVÂ, 11/487)

(70, 71).‘Ey îman edenler! ‘Allah’tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin.’  Sözleriniz hakka yönelik, doğru ve samîmi olsun. Çünkü âyet-i kerîmede geçen ‘es Sedad’ (dosdoğru) hakka yönelmek demektir. Adâletli söz söylemek demektir. (S. HAVVÂ, 11/483)   

‘kavl-i sedid’in zıddı olan ‘kavl-i zûr’ günah, yalan, gerçek dışı söz söylemektir. ‘kavl-i sedid’in doğru konuşmak, doğru şâhitlik yapmak, doğru haber vermek, doğru beyanda bulunmak ve yalan yere yemin etmemek gibi birçok çeşidi vardır. Doğru söz söylemek, Allah ve peygambere itaat; zıddı olan yalan söylemek ise büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 6/107)

Hadis: ‘Size doğruluğu tavsiye ederim. Çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyledikçe, doğruyu araştırdıkça, Allah katında ‘dosdoğru insan’ olarak yazılır. Yalandan kaçının, çünkü yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyledikçe  ve yalan peşinde koştukça Allah katında ‘çok yalancı insan’ olarak yazılır.’ (Müslim Birr 2; İ. KARAGÖZ 6/108).  

‘.. ki Allah size amellerinizi düzeltiversin, işlerinizi yoluna koyuversin.’ Çünkü bir toplumun sözü ne kadar sağlam olursa, işleri de o oranda düzgün olur. Sözü sağlam olanın, özü de sağlam olur. Özü sağlam olanın işi de sağlam olur. ‘ve günahlarınızı bağışlaması ile örtüversin’ çünkü hâlleri düzgünlük kazananların günahları da örtülür.  (ELMALILI, 6/341, 342) 

Bilindiğigibi Kur’an, ‘.. yalan sözden kaçının’ (Hac 22/30). ‘Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?’ (Saf 61/2) âyetleriyle müminlere doğru sözlü olmalarını, yalan beyandan uzak durmalarını emretmektedir. Hz. Peygamber de: ‘Size doğru olmanızı emrediyorum; çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek Allah katında ‘sıddîk’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de men ediyorum; çünkü yalan suç işlemeye, suç da cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb / yalancı’ olarak yazılır’ (Buhâri, Müslim). Diyerek, doğru sözün insan için en büyük erdem, yalanın da sonuçta insanı dünyâda suça, ahrette de cehenneme götüren bir araç olduğunu belirtmektedir. (..) Zîrâ yalan İslâm’a göre ‘ümmü’l habâis / bütün kötülüklerin anası’dır. Başlangıçta mâsum gibi görünse de, giderek insana kötülük işleme cesâreti ve alışkanlığı vereceği için, aslında her türlü kötülük ve fenâlığın kaynağı demektir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s) ancak savaş hâlinde düşmanı yenmek, insanların arasını bulmak, yıkılmak üzere olan bir âileyi kurtarmak amacıyla yalan söylemenin câiz olabileceği belirtilmiştir. (..) Bunun dışındaki her türlü hilâf-ı hakikat söz haramdır, o da insanı ateşe yaklaştıran bir unsurdur. (M. DEMİRCİ, 2/602)    

Hadis:  PeygamberEfendimiz (s) şöylebuyurmuştur: ‘Banaşu altı şey hakkında söz verin, ben de size cennet için kefil olayım: Konuştuğunuz zaman doğru konuşun, vaatte bulunduğunuz zaman yerine getirin, emânet husûsunda güvenilir olun, iffetinizi koruyun, gözlerinizi haramdan muhafaza edin / koruyun, ellerinizi haramdan uzak tutun! (Ahmed b. Hanbel Müsned 5/323, Ö. ÇELİK, 4/131) 

Hadis: Hz. Peygamber (s) yalan konuşmanın ve yalancı şâhitlik yapmanın en büyük günahlardan biri olduğunu bildirmiştir: ‘Büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi? (üç defa) buyurmuş ve bunları; ‘Allâh’a ortak koşmak, anne babaya zulmetmek, yalancı şâhitlik yapmak (veya yalan söz söylemek)’ olarak sıralamıştır. (Müslim Îman 143; Buhâri Şehâdet 10; İ. KARAGÖZ 6/108, 109)  

‘Doğrusu biz emâneti yerine getirme sorumluluğunu göklere, yere ve dağlara arz (veteklif) ettik de (onlar) bunu yüklenmekten kaçındılar ve on(ungetireceğisorumluluk)tan korktular da onu insan yüklendi.’ Burada ifâde buyurulan ‘emânet’ sayısız maddi ve mânevi imkânlarla donatılan ve kendisine akıl, irâde, hürriyet gibi olağanüstü özellikler verilen insanın sorumlu tutulduğu ‘kulluk emâneti’dir. Bu sebeple âyetteki ‘emânet’ kavramı, müfessirler tarafından daha çok farzlar, haramlar, dîni mükellefiyetler’ olarak açıklanır. (Taberi’den, Ö. ÇELİK, 4/132)  

Emânetin göklere ve yerlere teklif edilmesi ve onların bunun ağırlığından korkup kabul etmemeleri gerçekten vuku bulmuş olabilir, ama mecâzi olarak böyle söylenmiş olması da muhtemeldir. Bizler, Allâh’ın yaratıkları ile olan ilişkisini aslâ anlayıp kavrayamayız. Yeryüzü, güneş, ay ve dağlar, bize göre kör, sağır ve cansızdırlar, fakat Allâh’a göre böyle olmayabilirler. Allah yarattıklarından hepsiyle konuşmaya kâdirdir ve biz anlayamasak da yaratıkları O’na cevap verebilirler. (MEVDÛDİ, 4/414)

‘Doğrusu insan pek zâlim ve pek câhildir.’ Eğer insan, ilâhî teklifi unutur, nefsine uyar ve aklını putlaştırarak işlerini Allâh’ın emir ve yasakları doğrultusunda değil de kendi hevâ ve hevesine göre yaparsa, hem câhil hem de zâlim olduğu bildiriliyor. (H. T. FEYİZLİ, 1/426)

(73).‘Böylelikle Allah, (buemânetehâinlikeden) münâfık erkeklerle, münâfık kadınlara, Allâh’a ortak koşan erkeklerle, Allâh’a ortak koşan kadınlara azap edecek, mü’min erkeklerle, mü’min kadınların tevbelerini de kabul edecektir.’  Münâfıklar, müşrikler de tevbe edip îmâna gelirlerse, onların tevbelerini kabul edip bağışlar. Demek ki emâneti yerine getirmeyen görevlerini yapamayanların sonu çok fenâ olduğu gibi, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edip te îman ile emâneti yerine getirenler de en büyük kurtuluşa ermiş, ilâhi cemâle kavuşmuş olacaklardır. (ELMALILI, 6/343)