A’lâ Sûresi

87 / A’lâ Sûresi

A’lâ, “en yüce” demek olup sûre Mekke döneminde inmiştir. 19 âyettir. Adını ilk âyetindeki aynı ifâdeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/591)

Hadis: Hz. Âişe (r)’dan rivâyet olunuyor: ‘Peygamber (sa) Efendimiz vitir namazının ilk iki rekâtında önce A’la sûresini ikinci rekâtta Kâfirûn sûresini  ve vitir rekâtı olan üçüncü rekâtta İhlas, Felâk ve Nâs sûrelerini okurdu.’  (Nesâi Cuma 39, 47; Ebu Dâvud, İbn Mâce)  Nitekim İmam Şâfii ve Mâlik hazretleri bu şekilde amel ederler. İmâm-ı Azam Ebû Hanife’ye, Ahmed b. Hanbel’e gelince üçüncü rekât için müstehap olan sâdece ihlâs sûresinin okunduğu biçimdir. (İ. H. BURSEVİ, 23/307)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 87/1-5  YÜCE  RABBININ  ADINI  TESBİH  ET

1-5. (Ey Peygamberim!) Rabbinin yüce adını tesbih et (“Sübhâne Rabbiye’l A’lâde). Allah, (herşeyi) yaratıp düzenine koyan (herşeyi) takdir ed(ip yarat)an ve ona göre de uygun yolu gösteren, (yemyeşil) otlağı çıkaran, sonra da onu, kararmış / siyahımsı çer çöp hâline çevirendir.

 1-5. (1).‘Rabbinin yüce adını tesbih et.’ Tesbih, söz ve fiille olur. (…) Namaz ve özellikle nâfile namaz anlamlarında da meşhur olmuştur. ‘Sözlü tesbih’ dil ile yapılan tenzih ve takdisdir ki ‘sübhânallah’ demek, bunu ifâde eden özel bir isim olmuştur. Kullar tarafından ‘fiili tesbih’ kalp ile Allâh’ın bir ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak, fiilen de tesbîhi ifâde eden fiileri yapmak sûretiyle ibâdettir ki, namaz, mal ve bedenle cihad, fiil ile iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak bu cümledendir. (ELMALILI, 9/139, 140)

‘el A’lâ: en yüce’ A’lâ sıfatı mekân itibâriyle yüksek olmak anlamında değil, ezici güç ve iktidar sâhibi olmak anlamındadır. (Ö. ÇELİK, 5/430)

Hadis: Allah Rasûlü (s) bu âyet-i kerîme nâzil olduktan sonra secde ederken ‘sübhâne rabbiye‘l a’lâ’ denmesini; Vâkıa sûresinin son âyetinin inmesinden sonra da rükû ederken ‘sübhâne Rabbiye‘l azîm’ denmesini istemiştir. (Ebû Dâvud Salât 147, İbni Mâce İkâme 20’den Ö. ÇELİK, 5/430)

(2).‘Ki O yaratıp şekil vermiştir.’ Yâni yeryüzünden gökyüzüne kadar kâinattaki herşeyi en mükemmel sûrette, ölçülü ve düzenli bir şekilde yaratmıştır. Secde 32/7’de bu husus şöyle anlatılmıştır: ‘O (Allah) ki, herşeyin yaratılışını güzel yaptı.’ Bu nizâmın mükemmel bir ölçüyle yaratıldığına ve onun bir yaratıcısı olduğuna, bizzat bu muazzam nizâmın kendisi şâhitlik etmektedir. Bu bir tesâdüf olmadığı gibi, birkaç tâne yaratıcının da eseri değildir. Çünkü bu takdirde sayısız parçaların biraraya getirilmesiyle bu kadar âhenkli ve uyumlu bir güzelliğin oluşması mümkün olmazdı. (MEVDÛDİ, 7/93)

(3).‘Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir.’    ‘kaddera: takdir etti’ sözü, bütün yaratılmışları zatlarında ve sıfatlarında her birinin özelliklerine göre takdir etti mânâsını kapsar. Gökler ve yer, yıldızlar ve unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan her birine cüsse ve irilikte, birer özel miktar, yine  her birine kalma husûsunda özel bir süre ve sıfat ve renklerden, tad ve kokulardan, vaziyet ve durumlardan, güzellik ve çirkinlikten, mutluluk ve bedbahtlıktan, hidâyet ve sapıklıktan belli bir miktar takdir edip ‘Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Fakat biz onu sâdece bilinen bir miktar ile indiririz.’ (Hicr 15/21)  buyurduğu gibi belli ve özel bir kader ile sınırlayıp özelleştirmiştir ki, bu anlamda yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler dâhildir. (ELMALILI, 9/145, 146)

‘hedefini gösterdi.’ Yâni hiçbir yaratılmış başıboş bırakılmamıştır. Yaratılan herşeyin bir görevi vardır ve o görevine göre yönlendirilmiştir. Yâni Allah, sâdece Hâlık değil, aynı zamanda Hâdî (Yol gösterici)dir. Allah yarattığı herşeyin yolunu gösterme sorumluluğunu üzerine almıştır. Nitekim Allah arza, güneşe, yıldızlara da yol göstermektedir. Yine hava, su, ışık ve bitkilere de yol gösteriyor ve onlar da görevlerini yerine getiriyorlar. Mâdenler de tıpkı böyledir. Tüm varlıklar, Allâh’ın kendilerini yarattığı sebebe dayalı olarak görevlerini hakkıyla yerine getirmektedirler. (MEVDÛDİ, 7/94)

(4).‘Ki O yeşillikler çıkarmıştır.’ Nâziât sûresinde ‘Ondan (yerden) yerin suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.’ (Nâziât 79/31-33) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanların faydalanıp yararlanması için güdek ve yaylım yeri olan o merâyı; o otlaklar, o yaylalar, çiftlikler, bahçeler, ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve meyveleri ilâhi kudreti ile taptâze yetiştirip çıkardı. (ELMALILI, 9/146)

(5).‘Ardından onları kupkuru çöpe çevirendir.’ Baharda bitkiler çıkar, toprak yeşile bürünür, sonra bitkiler kurur, çüür ve kömür gibi simsiyah olur. Bir yıl sonra bahar tekrar yeşilliğine bürünür. Bu kendiliğinden değil, Allâh’ın irâdesi ve tabiatta var ettiği kânunlarına göre olur. Aynı şekilde insan da doğar, yaşar, ölür ve kıyâmet kopunca yeniden diriltilir. (İ. KARAGÖZ 8/490)

Burada bitkilerin hayâtına değinilmesi, gizliden gizliye şu gerçeği çağrıştırmaktadır: Her ekinin bir hasadı, her canlının mutlaka bir sonu vardır.  Bu dokunuş, dünyâ hayâtı ile âhiret hayâtından söz eden konunun içeriği ile bütünleşmektedir. ‘Fakat siz şu yakın hayâtı tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha iyi ve daha kalıcıdır.’ Dünyâ hayâtı tıpkı bu yeşillik gibidir. Sonra eriyip kupkuru hâle gelen ot gibidir. Âhiret hayâtı ise sonsuza dek kalıcıdır. (S. KUTUB, 10/449)

Âyetin başındaki ‘fa’ tâkip fa’sıdır. Bu ‘fa’  yeşilliğin ve tâzeliğin süresinin kısa olduğuna işâret etmektedir. Ayrıca burada insan ömrünün kısalığına, dünyâ hayâtının ve nîmetlerinin hızla elden çıkıp gideceğine işâret edilmektedir. Bir başka ifâdeyle dünyâ ve nîmetlerinin yok olmasının kesin olduğuna işâret etmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 23/290)

 87/6-13  ÖĞÜT  FAYDA  VERİRSE  ÖĞÜT  VER

6, 7. (Rasûlüm!) Sana (Kur’ân’ı) okutacağız; artık sen aslâ unutmayacaksın. Yalnız Allâh’ın dilediği başka. Çünkü O, açığı da bilir, gizliyi de.

  1. (Ey Peygamberim!) Seni en kolay olana (Kur’ân’ı anlamaya ve uygulamaya) başarılı kılacağız.
  2. (Ey Peygamberim!) Sen fayda versin (veya vermesin Kur’an ile) öğüt ver.

10-13. (Allah’ın) azâbından korkan kimse, öğüt alır, (emrine uygun yaşar. 11-12-13. Âsî / kâfir olan kimse de öğüt almaktan kaçınır, ama (Kıyâmet kopunca diriltilen kâfir insan) cehenneme atılır. Orada o, ne ölecek ne de (rahat) yaşayacaktır. [krş. 4/56; 20/74; 25/14]

 6-13. (6, 7).‘(Rasûlüm!) Sana (Kur’ân’ı) okutacağız; artık sen aslâ unutmayacaksın.’ Hâkim’in Sa’d bin Ebû Vakkas’tan, İbni Merdûye’nin de İbn Abbas’tan rivâyet ettiği bir hadîse göre, Rasûlullah âyetleri unutmamak için korkudan aceleyle tekrarlardı. Mücâhid ve Kelubi Rasûlullah’ın, Cibril’den vahyi aldıktan sonra unutmak endişesiyle, birinci kısmı tekrarlamaya başladığını naklederler. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlullah’a: ‘Emin ol, Biz sana okutacak ve hâfızana yerleştireceğiz. Unuturum diye endişelenme, hiçbir kelimeyi unutmayacaksın. Cibril sana vahyi okurken sâdece dinle’ demiştir. Burada üçüncü kez Rasûlullah’a vahyi nasıl alacağı hakkında yol gösteriliyor. Bu husus bundan önce iki farklı yerde (Tâhâ 20/114 ve Kıyâmet 75/16-19 ) de ifâde edilmişti. Bu âyetler ile Kur’ân Rasûlullâh’a nasıl bir mûcize olarak nâzil olmuşsa, her kelimesinin ezberlenmesi de mûcize olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki Rasûlullâh’ın kendisine okunan bir kelimeyi unutarak, aynı anlamda farklı bir kelime dahi söylemesi mümkün değildir. (MEVDÛDİ, 7/95)

‘Ancak Allah dilerse başka.’ Çünkü O, unutturmak isterse unutturur. Yâni böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek, Allâh’ın artık onu unutturmaya gücü yetmeyecek anlamına gelmez. O’nu hiçbir şey âciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hâfıza gücü verdikten sonra O, dilerse bu gücü çeker alır. Unutturacağını tamâmen unutturabilir ki bu bir nesh olur. O zaman da ‘Biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz.’ (Bakara 2/106) hükmü cereyan eder. Fakat Allâh’ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle bir mûcizen de olacak. (ELMALILI, 9/154, 155)

Âyetteki istisnâ, zaman ve miktar açısından ‘azlık’ bildiriyor da olabilir. Zîrâ Allah Rasûlü, bâzı âyetleri bir anlık unutabiliyordu. Rivâyete göre Rasûl-i Ekrem (s) bir gün sabah namazını kıldırırken bir âyeti atlamış, Übey b. Ka’b: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, siz şu âyeti okumadınız, yoksa nesh mi oldu?’ diye sormuş, sevgili peygamberimiz de ‘Hayır, okurken ben bu âyeti unutmuşum’ buyurmuştur. (Buhâri Ezan 69, Müslim Mesâcid 97-99’dan Ö. ÇELİK, 5/433)

(8).‘Seni en kolay olana (Kur’ân’ı anlama ve yorumlamaya) başarılı kılacağız.’ Her hususta en kolay yola veya gâyeye erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dînin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, doğruyu gösterme ve bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gâyelere kolaylıkla ermek senin ve dîninin bir özelliği olacak. Bunun için de açık ve gizli olarak vahiy alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin gerek nefsi olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili ilâhi kânunların kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. (ELMALILI, 9/157)

(9).‘Öğüt fayda verirse öğüt ver.’ Öğüt, insanın kalbini yumuşatacak, tatlı ve etkili söz söylemektir. Emir, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Dolayısıyla müminler, İslâm’ı bütün insanlara anlatmak ve öğretmekle yükümlüdürler. Usûlüne uygun olarak bu görev yerine getirildikten sonra, insanların îman edip etmemesinden müminler sorumlu değildir. (İ. KARAGÖZ 8/493)

Râzi, öğüt vermenin veya gerçeği anlatmanın ilk etapta gerekli / vâcip) olduğunu, tekrarının gerekli olmasının ise öğüdün yarar sağlaması ve böylece amacın gerçekleşmesi durumuna bağlı bulunduğunu belirtmiştir. Buna göre Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı tâlimâtı muhâtaplarına duyurması misyonunun gereğidir. Öğüt vermenin faydalı olacağı kanâatine varıldığı takdirde devam etmek de vâciptir. Ancak inkârda kararlılık gösteren, gerçekle alay eden insanlara öğüt vermek, onların inkâr ve inatlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu yüzden Allah, ‘O hâlde bizi anmaktan yüz çevirenden… sen de yüz çevir’ buyurmuştur. (Bk. Necm 53/29, KUR’AN YOLU, 5/604)

(…) Müminlerin emîri Hz. Ali şöyle der: ‘Sen herhangi bir topluma akıllarının ermeyeceği bir söz söyleme. Yoksa bu söz, onların bâzısı için bir fitne olur.’ O yine demiştir ki: İnsanlara bilecekleri şeyleri konuşun. Allah ve Rasûlü’nün yalanlamasını ister misiniz?’ (S. HAVVÂ, 16/158)

(10).‘Allah’tan korkan öğüt alacaktır.’ Yâni, ancak Allah’tan korkan ve kötü âkıbetinden dehşetle endişe duyan kimseler kendi gittiği yoldan emin olmak ister ve Allâh’ın sözüne kulak verirler. Çünkü bu öğüt, hidâyet ve dalâlet arasındaki farkı anlatır; kurtuluş ve mutluluğun yollarını gösterir. (MEVDÛDİ, 7/97)

(11, 12).‘Âsî / kâfir olan kimse de öğüt almaktan kaçınır, o en büyük ateşe (cehenneme)  atılır.’ Cehennem ateşine girecektir. Küçük ateş, dünyâ ateşidir. (S. HAVVÂ, 16/152)

‘en büyük ateş’ cehennem tabakalarının en altı, demektir. Bu âyete göre cehennemin en alt tabakasına en azgın kâfirler, Nisa sûresinin 145’inci âyetine göre münâfıklar atılacaktır. Yüce Allah cehennemi kâfirler için hazırlamıştır. (2/24; İ. KARAGÖZ 8/494)

(13).‘orada (cehennemde) o, ne ölecek ne de yaşayacaktır.’ Yâni, onlara ölüm gelmeyecek ve azaptan da kurtulamayacaklardır. Dünyâda olduğu gibi, güzel hiçbir şey göremeyecek ve tadamayacaklardır. Bu cezâ, ölene kadar Allâh’ı ve Rasûlü’nü tanımayan, sonuna kadar küfür, şirk ve inkâr üzere olan kimseler içindir. Îman ettiği hâlde günah işlemiş olan kimseler cehennem sevk edilseler bile, (bir hadîse göre) yaptıklarının cezâsını çektikten sonra, Allah onları öldürecek ve daha sonra haklarında şefaat söz konusu olacaktır. Bu yanık cesetler, cennetin nehirlerine atılacaklar ve cennet ehline denecek ki; ‘onların üzerine su atın’. Su atıldığında ise, tıpkı su gördüğünde bitkilerin canlandığı gibi, bu cesetler de aynı şekilde canlanacaklardır. (Müslim, Bezzâr, Ebû Hüreyre’den, MEVDÛDİ, 7/97)

 87/14-19  ÂHİRET  DAHA  HAYIRLI  VE  DAHA  DEVAMLIDIR

14, 15. Doğrusu, hem (günahlardan) temizlenen hem de Rabbinin adını (tesbih, tehlil ve tekbirle) anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir.

16, 17. (Ey zâlimler!) Siz, (geçici) dünyâ hayâtını tercih ediyorsunuz. Âhiret ise, hem daha hayırlı hem de süreklidir.

18, 19. Şüphesiz ki bu (öğütler) önceki sahîfelerde, İbrâhim ve Mûsâ’nın sahîfelerinde de vardır. [krş. 53/36-37]

 14-19. (14, 15).‘Kesinlikle kurtuldu,’ kendini fenâlıklardan kurtarıp murâda erdi ‘temizlenen,’ vaaz ve öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini maddi ve mânevi pisliklerden temizleyip îman ve ihlâs, gusül ve abdest ile arınan ve zekâtını (ve sadakasını) verip Allâh’ın  huzûruna temizce çıkmak için çalışan ‘ve Rabbinin ismini anıp’  onun huzûruna varacağını düşünerek ‘Allâhü Ekber’ diye tekbir alıp ‘da namaz kılan’ beş vakit namazı ve özellikle gelen rivâyete göre, bayram namazını kılan kimseler. Bu âyetin zâhiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle nefis terbiyesine, Allâh’ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, ‘Namaz kılan ve zekât veren’ (Bakara 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedeni ve mâlî ibâdetlerin temeli sayılan (ileri yıllarda) farz ola(cak ola)n zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır. (ELMALILI, 9/159)

(…) Mekki sûrelerde yer alan ‘zekât’ tâbirleriyle (Zâriyât 51/19; Meâric 70/24), hükümleri etraflı olarak açıklanmış zekât değil, mutlak anlamıyla mâlî içerikli dînî görevler kastedilmiştir. Çünkü kurumsal anlamda zekât Medîne döneminde farz kılınmıştır. (bk. Tevbe 9/103). Şu hâlde âyetteki ‘tezekkâ’ kelimesi hem malı haramlardan ve kul haklarından hem de nefsi günah kirlerinden arındırmayı ifâde eder. (KUR’AN YOLU, 5/605)

‘Rabbinin ismini zikreden’ Allâhü Ekber / Allah en büyüktür; ‘namaz kılan’ Beş vakit namaz kılmak da namazlatra Allâhü Ekber diyerek başlamak da farzdır. Namaza başlama tekbirinin farz oluşunun delîli bu âyettir.  Peygamberliğin birinci yılında inen bu âyette îman edip namaz kılmaktan söz edilmesi, namazın Hz. Muhammed (s)’e peygamberlik verilmesi ile başladığına delâlet eder. Beş vakit namaz hicrette bir buçuk yıl önce mîracda farz kılınmıştır. (İ. KARAGÖZ 8/496)

(16, 17).‘Fakat siz, ey gâfil insanlar! O kurtuluşu herşeye tercih ederek o temizlenmeye çalışacak yerde, öyle yapmıyorsunuz da ‘dünyâ hayâtını tercih ediyorsunuz.’ Onun süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da âhiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. (ELMALILI, 9/160)

Dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercih edenler, 11’inci âyette geçen ve ‘en şakî’ olarak nitelenen inkâr ve zulümde ısrar edenlerdir. Dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercih etmek ile maksat, âhiret hayâtının varlığına inanmamak, dolayısıyla âhiret için bir hazırlık yapmamaktır. Peygamberimizin ilk muhâtapları olan Mekkeliler, âhiret hayâtının varlığına inanmıyorlardı. (bk. 50/3; İ. KARAGÖZ 8/497)

(17).‘Oysa âhiret daha hayırlı ve süreklidir.’ İbn Kesir şöyle der: ‘Âhiret yurdunda Allâh’ın mükâfâtı dünyâdan daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Zîrâ dünyâ aşağılık ve geçicidir. Âhiret ise değerli ve bâkidir. Öyleyse akıllı bir kimse nasıl olur da geçici olanı kalıcı olana tercih eder! Kısa zamanda kendisinden ayrılacak olanı önemser de ebediyet yurdunu dikkate almaz! (S. HAVVÂ, 16/154)

Hadis: ‘Dünyâsını seven âhiretine zarar verir. Âhiretini seven de dünyâsına zarar verir. Öyleyse kalıcı olanı, geçici olana üstün tutun.’ (Ahmed b. Hanbel’den S. HAVVÂ, 16/160)