90 / Beled Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 20 âyettir. Beled, “belde” anlamında olup burada Mekke kasdolunmuştur. Adını ilk âyetindeki aynı ifâdeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ 1/593)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
90/1-7 KİMSE ONU GÖRMEDİ Mİ SANIYOR?
1-4. Elbet bu şehre (Kutsal Mekke’ye) yemin ederim ki! 2. (Ey Peygamberim!) Sen bu şehirde oturuyorsun. 3. Babaya ve oğluna yemin ederim ki! 4. Gerçekten biz (her) insanı (hayâtında karşılaşacağı) birtakım zorluklara dayanıklı, (güçlü ve mükemmel bir yapıda) yarattık.
5-7. (İnsan), hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi zannediyor? (Zannetmesin). 6. (Gösteriş için övünerek:)“Ben birçok mal tükettim.” diyor. 7. (O) hiç kimsenin (yâni Allâh’ın da) kendisini, görmediğini mi zannediyor? (Zannetmesin).
1-7. (1).‘Elbet bu şehre yemin ederim ki!’ Yâni Mekke şehri. Burada şehre niçin yemin edildiğini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Mekkeliler bu şehrin târihçesini iyi biliyorlardı. Daha önce çöl olan, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vâdiydi. Hz. İbrâhim hanımı ile kundaktaki çosuğunu hiçbir güvence olmadan burada bırakmıştı. O zamanlarda inşâ edilen ‘beyt’e insanlar hacc için çağrıldıklarında, çevresinde bunu duyacak hiç kimse yoktu. Ancak daha sonra bu şehir, Arabistanın merkezi olmuş ve haram kılınmıştı. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan’da bundan başka emin bir yer yoktu. (MEVDÛDİ 7/120)
(2).‘Sen bu şehirde oturuyorsun.’ Bâzıları (bu âyetten) Rasûlullah (s)’e Mekke’yi fethedeceği ve Mekke’nin kendisine helâl olacağı vaadinin bulunduğu anlamını çıkarmışlardır. Nesefi ‘ve ente hillün bihâza‘l beled’ âyetine şu anlamı vermiştir: ‘Gelecekte, sen orada helâl olacaksın. Orada öldürme, esir alma gibi dilediğin şeyleri yapacaksın. Buna göre Allah Teâlâ, O’na Mekke’nin fethini nasibetmiş ve orada savaşmak Rasûlullah’a helâl kılınmıştır. Hâlbuki O’ndan önce hiçbir kimseye Mekke’nin fethi nasibolmamış ve orada savaşmak helâl kılınmamıştır. Rasûlullah (s) Mekke’de dilediği yeri helâl kılarak orada savaşmış, dilediği yeri de haram kılarak oradakilere dokunmamıştır. Nitekim İbn Hatâl, Kâbe’nin örtüsüne yapışmış hâldeyken öldürülmüş, Makîs b. Sübâbe ve diğerlerin de boynu vurulmuştur. Ebû Süfyan’ın evi ise haram kılınmış ve oradakilere dokunulmamıştır. (S. HAVVÂ 16/210)
(3).‘Babaya ve oğluna yemin ederim ki!’ Taberi bu âyeti, genel anlamı itibâriyle ele alarak şöyle bir yorum yapmıştır: Yüce Allah söz konusu âyette tüm babalar ve çocuklar üzerine yemin etmiştir. Bu da tabii ki diğer (görüş)lerden daha kapsamlı bir bakış açısı(…)dır. Bu sebeple güvenilir bir haber, akli bir karîne ya da kuvvetli bir delil olmadan âyetin anlamını tahsis etmek doğru bir yaklaşım değildir. (M. DEMİRCİ, 3/566)
(4).‘Gerçekten biz (her) insanı (hayâtında karşılaşacağı) birtakım zorluklara (dayanıklı) yarattık.’ ‘Fî kebed’ sözü mükellefiyetlerin zorluklarını da içine alır. Genişlikte şükretmek, sıkıntıya sabretrmek, oruç, namaz, zekât, hac, cihad gibi ibâdetleri edâya göğüs germek gibi. Bunun ardından ölümün şiddetine, meleğin sorgusuna, kabrin karanlığına, daha sonra öldükten sonra dirilme, hesâba çeken Melik’in huzûruna arz olunma, cennet veya cehennemde yerleşme yerine varıncaya kadar sıkıntılara göğüs gerer. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Siz elbette hâlden hâle geçeceksiniz.’ (el İnşikak 84/19) buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ 23/373)
(5, 6).’(İnsan), hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi zannediyor?’ ‘Ben birçok mal tükettim.” diyor.’ Tefsirlerde verilen bilgilere göre bu âyetler malına mülküne güvenerek kendilerini yenilmez zanneden Mekke’nin şımarık ileri gelenleri hakkında inmiştir. Onlar, Hz. Peygamber’i de mutlaka yeneceklerini düşünüyorlardı. Bir yoruma göre 6’ncı âyette bu uğurda yaptıkları harcamalar kendi ağızlarından aktarılmaktadır. Bu âyetle ilgili başka bir rivâyet şöyledir: Hâris b. Âmir isimli önde gelen bir Mekkeli, sözde müslüman olmakla birlikte sürekli günah işliyor, ardından durumu Rasûlullâh’a anlatıyor, o da günahlarının kefâreti için sadaka vermesini emrediyordu. Sonunda bu sözde müslüman ‘Muhammed’in dînine girdikten sonra kefâret ve sadaka vere vere elimde avucumda bir şey kalmadı’ demişti. (KUR’AN YOLU, 5/625, 626)
(7).‘Hiç kimsenin kendisini, görmediğini mi zannediyor?’ (Bu soru) korkutmadır. O, yok ettim, harcadım diye mağrurlandığı malı sarf ederken, o insanı kimse görmedi mi zannediyor da öyle iftihar etmek istiyor? Şüphe yok ki, harcayıp yok ettiyse onu tek olan yüce Allah görmüştür. O malları öyle gösteriş için veya Peygamber’e düşmanlık için harcayıp yok etmiş olduğundan dolayı cezâsını verecek, onun hakkından gelecektir. (ELMALILI, 9/222)
90/8-20 SARP YOKUŞ NEDİR BİLİR MİSİN?
8-10. Biz insana iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? (Verdik.) Ona iki yol (iki hedef olan hayır ve şerri) göstermedik mi? (Gösterdik.) [krş. 76/2-3]
11-16. Fakat o (cimri insan), (âhiret mutluluğunu engelleyen) sarp yokuş(u aşmay)a girişmedi. (Ey Peygamberim!) O sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi? (O ilk adım olarak) bir köle (ve esir) âzât etmektir. Yâhut (salgın) bir açlık gününde, akraba olan yetîmi yâhut aç ve açık yoksulu doyurmaktır.
17, 18. Sonra (bu sarp yokuşu aşmak) îman edip de, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. 18. İşte bunlar, bahtiyar olan (amel defteri sağından verilen) kimselerdir.
19, 20. Âyetlerimizi inkâr edenler ise, sol ehli olan (amel defterleri solundan verilmiş olan)ların ta kendileridir. 20. Onların üzerlerine (kapakları) kapatılacak bir ateş (cehennem) vardır.
8-20. (8-10).Yüce Allah bundan önceki iki âyette ‘Ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?’ buyurarak insanı dış dünyâdan bilgi edinme araçlarıyla donattığına vurgu yapmış, ardından da ‘Ve ona iki yolu göstermedik mi?’ diyerek, onun sorumlu bir varlık olduğuna işâret etmiştir. Sorumlu bir varlık olarak yaratılan insanın böyle bir durumda tabii ki önüne konan iki yol hayır – şer, küfür – îman, şekâvet – saâdet yolu olmalıdır. Ki, ‘en necdeyn’ denildiğinde insanın aklına gelen ilk mânâ da zâten bundan başkası değildir. Nitekim yüce Allah ’Şüphesiz Biz ona (insana) doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.’ (İnsan 76/3) âyetinde bu husûsu teyid etmektedir. O hâlde insana iki yolun gösterilmesi, onun rüşd çağına geldiğinde bu yollardan birini tercih etmesi anlamına gelmektedir. (M. DEMİRCİ, 3/567, 568)
(11-16).‘Fakat o (cimri insan), sarp yokuş(u aşmay)a girişmedi.’ Akabe, zor geçit demektir. Zor geçit hakkında şöyle denir: Akabe geçilerek dağların yükseklerine çıkılır. Bu nedenle bu âyetin anlamı, ‘ona iki yol gösterdik’ demektir. (1) Birincisi, bu yol yükseklere gider ama meşakkatli ve zor geçitlere sâhiptir. Onu geçmek için insan nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı mücâdele etmelidir. (2) İkinci yol, onu uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü ona düşmak için bir meşakkate ihtiyaç yoktur. (MEVDÛDİ, 7/123)
Daha sonra bu sarp yokuşu üç şeyle açıklamıştır:
(I) ‘Bir köle âzâd etmektir.’ Kur’ân ve sünnetin kölelik konusuna yaklaşımını şu şekilde özetleyebiliriz: Eski çağlardan beri varlığı süren köleliği İslâm, sosyal bir olay olarak bulmuş, birden kaldırmamış, fakat köle âzâdını teşvik etme yanında, köle ve câriyeler için insanca haklar getirilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/961)
Kur’ân’da kölelikle ilgili hükümleri şöylece sıralayabiliriz: (a) Köleliği yumuşatmak veya tam olarak kaldırmak için kimi düzenlemeler yapılmıştır. (bk. Nisâ 4/92; Mâide 5/89). (b) Suçlara kefâret olarak köle âzâdı. (bk. Mücâdele 58/3). (c) Kölelere devlet eliyle yardım etmek. (bk. Tevbe 9/60). (d) Kendi özgürlük bedelini ödemek için, çalışıp kazanma hakkının verilmesi. (bk. Nûr 24/33). (e) Savaş esirlerinin özgürleştirilmesi. (bk. Muhammed 47/4). (f) Özgürleştirilmiş kimse ile özgür doğmuş kimsenin eşitliği. (bk. Ahzâb 33/3). (H. DÖNDÜREN, 2/961)
Hadis: ‘Her kim bir köle âzâd ederse Allah o âzâd edilen kölenin her organına karşılık âzâd edenin bir organını Cehennem ateşinden kurtarır.’ (Buhâri Keffârât 6, Müslim Itk 22, 23, Tirmizi Nüzûr 14’den İ. H. BURSEVİ 23/382)
(II) ‘Yâhut açlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetîme yâhut yerde sürünen bir yoksula.’ Hadis: ‘Dul ve miskinlere yardım etmek Allah yolunda cihad gibidir.’ (Ebu Hüreyre’den Buhâri, Müslim; MEVDÛDİ, 7/124)
Hadis: ‘Akrabâsı olmayan yetîme kefâlet eden kişiyle ben cennette şöyle olacağız.’ (İki parmağını yanyana göstererek) (Buhâri Edeb 24’den MEVDÛDİ 7/124)
(17, 18).(III) ‘Sonra da îman edenlerden, birbirine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.’ Sabretmek genel olarak îman için ve özel olarak da sarp yokuşu aşmak için gerekli unsur ve nesnedir. Müminlerin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri ise, bizzat sabrın üstünde başka bir dereceyi ifâde eder. (…) Bu âyet, İslâm toplumunda bulunan bir müminin görevini ilham eden bir âyettir. O hâlde bir mümin toplum içinde toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine güçlendirici bir elemandır. Mümin mağlûbiyet çığırtkanı değil, toplum içinde atılımın ve dinamizmin güçlü sesidir. Sabırsızlığı körükleyen değil, aksine huzur kaynağıdır. (S. KUTUB, 10/486)
Merhamet tavsiye etmek de böyledir. Yâni merhameti tavsiye etmek merhametin bizzat kendisinden öte bir olgudur. Merhameti tavsiye etmek, toplumun safları arasında ‘acıma görevi’ni yaymaktır. (…) Toplum, anlamını ancak bu yönlendirme ile kazanır. Gerek Kur’ân’ın gerek Peygamber’in hadislerinde üstüne basa basa vurguladıkları özellik budur. Çünkü bu özelliğin dînin yeryüzünde hâkim olması için önemli bir yeri vardır. Çünkü bu din, toplum dînidir. Kişisel sorumluluklar ve kişisel olarak hesâba çekilmenin tam olarak açıklanması yanında bu din, toplumun uyması gereken bir hayat sistemidir. (S. KUTUB 10/487)
Kur’ân-ı Kerîm’in niteleyip belirttiği gibi, sarp yokuşu aşmak üzere atılanlar ‘Amel defterleri sağdan verilenlerdir.’ Başka yerlerde belirtildiği gibi onlar ‘sağ ehli’ dirler. Ya da onlar bereket, nasip ve mutluluk erbâbı kimselerdir. Her iki anlam da îman kavramı ile ilgilidir. (S. KUTUB 10/487)
(..) Genel olarak İslâm âlimlerinin ortak kanâati müminlerin ashâbü’l meymene, kâfirlerin de ashâbü’l meş’eme diye anılmış olmasıdır. Çünkü Kur’ân’a göre insan dünyâya gününü gün etsin, hayâtını oyun ve eğlence ile geçirsin diye gelmemiştir. Onun kutsal bir görevi vardır. İşte bu görevi yerine getirenler ashâbü’l meymene yâni hakkın yanında yer alan erdemli kişilerdir. Söz konusu görevi yerine getirmeyip inkâr ve dalâlet yolunda yürüyenler de ashâbü’l meş’eme yâni hakka ve gerçeğe sırtını dönen erdemsizlerdir. (M. DEMİRCİ, 3/571)
Ashâb-ı Meymene’, hürmet makâmında bulunan şeref sâhipleri, işe yarayan ve kendilerinden faydalanılan, iyi işler yapan, sâlih ameller işleyen, insanlara iyilik yapan ve iyi davranan (..) kimselerdir. Bu kimseler, Vâkıa sûresinin 27, 30, 90 ve 91’inci âyetlerde ‘ashâbü’l yemîn’ olarak ifâde edilmiştir. Âhirette Allâh’ın nuruyla aydınlanacak olan (57/12, 66/89) bu kimselere amel defterleri sağ ellerinden verilecektir. (17/71, 69/19, 84/7). Bu kimselere Vâkıa sûresinin 28-38’inci âyetlerinde cennet ve nîmetleri vaad edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 8/532)
(19).‘Âyetlerimizi inkâr edenler ise, sol ehli olanların ta kendileridir.’ Onlar ‘meş’eme’ ehlidirler. Yâni defterleri sol tarafından verilecek olanlar ya da uğursuz kötü kimselerdir. Burada da her iki anlam îman kavramına yakındır. İşte bunlar, sarp yokuşun gerisinde kalmışlar, onu aşmak için o yokuşa atılmamışlardır. (S. KUTUB 10/487)
Ashâb-ı Meş’eme’, îtibarsız, değersiz, îmansız, zâlim, işe yaramayan ve kendilerinden faydalanılmayan, kötü işler yapan ve insanlara kötü davranan meymenetsiz kimselerdir. Ashâb-ı Meş’eme, Vâkıa sûresinin 41’inci âyetinde ashâb-ı şimâl, 51 ve 92’nci âyetlerde ‘yalanlayıcı’ ve ‘sapık’ olarak ifâde edilmiştir. Âhirette bu kimselere amel defterleri sol ellerinden verilecektir. (69/25, 84/10; İ. KARAGÖZ 8/533)
(20).‘Onların üzerlerine (kapakları) kapatılacak bir ateş vardır.’ Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehennemdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinâyedir. (ELMALILI, 9/230)