62 / Cuma Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. 11 âyettir. Adını erkeklere Cuma namazını farz kılandokuzuncu âyetten almıştır. Ebedî risâletin insanları arındırması ve Yahûdiliğin millî din anlayışının yanlışlığı konu edilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/552)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
62/1-4 PEYGAMBER GÖNDEREN O’DUR
- Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ın hepsi), eşsiz hükümran, mukaddes (her türlü noksanlıklardan uzak), mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allâh’ı tesbih (ve tenzih) eder.
2, 3. Allah ki, ümmîlere içlerinden, kendilerine (Allâh’ın) âyetlerini okuyan, onları (şirkten, kötü hareketlerden) temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce de cidden apaçık bir sapıklık içinde idiler. 3. (Bu son peygamberi) onlardan başkalarına (yâni) henüz kendilerine katılamamış (bütün insan)lara da (gönderen O’dur). O, güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir.
- Bu (Peygamber göndermesi ve Kitap indirmesi) , Allâh’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir.
1-4.(1).‘Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, eşsiz hükümran, mukaddes, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allâh’ı tesbih (ve tenzih) eder.’ Göklerdeki ve yerdeki herşey Allâh’ı (yâhut Allah için) tesbih eder. Hiç bir şey yoktur ki, yaratıcısının kemâline ve noksanlık alâmetlerinden beri olduğuna delil olmasın. (..) Bu tesbih, yaratılışta mevcuttur. Bu nedenle insanlar da, irâde hürriyetlerini kullanmak sûretiyle Allâh’ı her türlü kusur ve eksiklikten tenzih etmeli, O’na şirk ve noksan sıfatları isnad etmekten sakınmalıdırlar. (ELMALILI, 8/30)
‘Melik’ yâni göklerin ve yerin mutlak Mâliki ve onlara hükmü gereğince tasarrufta bulunanı, ‘Kuddûs’ eksikliklerden münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla mevsuf, (hiç lekesi olmayan, tertemiz ve pampak demektir, ELMALILI, 8/31) ‘Azîz’ karşı konulamayan, yenik düşürülemeyen, ‘Hakîm’ fiilleriyle sözlerinde, şeriat ve kaderinde hikmeti sonsuz ‘olan Allâh’ı tesbih eder.’ Âyet-i kerîmenin anlamı şudur: Göklerde ve yerde her ne varsa Melik, Kuddûs ve Hakîm olan Allâh’ı tesbih ederler. Bu yüce ve azametli olan ilâh, Mâlikiyet, kuddûsiyet, izzet ve hikmet niteliklerine sâhiptir. (S. HAVVÂ, 15/83)
(2).‘O Allah’tır ki’ izzet ve hikmetinin alâmetlerinden olarak ‘ümmiler içinde kendilerinden bir Elçi gönderdi’ ki bu ümmilerden kasıt Araplardır. Yukarıda da geçtiği gibi ümmi kelimesinin üç anlamı vardır. Birisi, ümme mensup demektir ki, anadan doğduğu hâl üzere bulunan, yâni okuma yazması, tahsili olmayan, demektir. Hadis: ‘Biz ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesap bilmeyiz.’ (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi, Ahmed b. Hanbel) hadisi de bu mânâya işâret etmektedir. İkincisi, ümmete mensup, demektir. Üçüncüsü, Ümmü‘l Kurâ’ya mensup, yâni Mekke’li mânâsınadır. Bunlar içinde meşhur olan ilk görüştür. Burada da sözün gelişinden bu mânâda olduğu anlaşılmaktadır. (ELMALILI, 8/32)
‘üzerlerine Allâh’ın âyetlerini okuyor ve onları tezkiye ediyor,’ bâtıl inançlardan, fenâ huylardan temizleyip feyizlendiriyor, fikirlerini açıyor ve onları bütün âlemler içinde parlatıyor. ‘Ve onlara kitap ve hikmet öğretiyor,’ okuyup yazmayı ve kitapların en üstünü olan Kur’ân’ı belletiyor. Sünnet ve hadislerle hükümleri yerine getirmek için nakli ve akli ilimler yanında işler de öğretiyor. (ELMALILI, 8/32)
2’nci âyette Peygamberimiz (s)’in üç önemli görevine dikkat çekilir: (1) Birincisi, Allâh’ın âyetlerini insanlara okumak, (…), (2) İkincisi, tezkiye etmek. Tevhid dâvetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi mânevi kirlerden temizleyip huşû ve huzûra erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliye insanı olan ashâb-ı kiram, hidâyet bulup Allah Rasûlü (s)’in feyizli sohbeti ve mânevi terbiyesiyle gönülleri arındırdıkları anda dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan üstünlük hikâyeleri çağları ve iklimleri aştı. (3) Üçüncüsü, kitap ve hikmeti öğretmek(tir). (Ö. ÇELİK, 5/123, 124)
(3).‘(Bu son peygamberi) onlardan başkalarına (yâni) henüz kendilerine katılmamış (bütün insan)lara da (gönderen O’dur). O, güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Rasûlullah (s)’in risâlet ve öğretiminin yalnız Araplara mahsus olmayıp ondan başka diğer bütün toplulukları da kapsadığını beyan etmektedir. Zîrâ ümmi / okuma yazma bilmeyen topluluk oldukları belirtilen Araplar’dan başka ‘âherin: diğerleri’ tâbiriyle de bütün topluluklar kastedilmiştir. Yâni o Rasûl, yalnız içlerinden çıkarıldığı ümmi topluluğa değil, henüz onlara katılmış olmamakla berâber ileride katılacak olan Arap ve Arap olmayan bütün insanlık âlemine kitap ve hikmet öğretiyor. (ELMALILI, 8/33)
(…) Hz. Peygamber’in elçiliği târihsel değil, evrenseldir. Her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm ‘Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman için sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik..’ (Şûrâ 42/7) diyorsa da sözü edilen evrensel mesajın târihe tutunabilmesi için zorunlu olarak bir yerden başlatılması anlamına gelmektedir. Yoksa Mekke ve çevresi vahiy için belirlenmiş nihâi bir alan değildir. Bu konuda esâsen Kur’ân’ın bakış açısı ‘Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.’ (Sebe’ 34/28) âyetiyle ortaya konulmuştur. (M. DEMİRCİ, 3/356)
(4).‘İşte o’ ba’s, yâni öyle bir Elçi gönderilmesi ‘sırf Allâh’ın fazlıdır,’ kesb ve çalışmakla kazanılır bir şey değildir. ‘Onu dilediğine bahşeder.’ O, tabiat kânunları altına alınamaz. Yalnızca ilâhi üstünlüğün gereğidir. ‘ve Allah öyle çok fazl (lütuf) sâhibidir.’ Binaenaleyh o Rasûlün dâvetini kabul etmeli, tâlimâtını bellemeli, ona göre ensârullah (Allah yardımcıları) olup, Allâh’ın vaad ettiği üstünlüğe ermelidir. (ELMALILI, 8/33)
62/5-8 KİTAP TAŞIYAN MERKEP GİBİ OLMAYIN
- Kendilerine Tevrat’(ın emirlerini yerine getirme görevi) yüklenip de sonra taşımayan (onunla amel etmeyen)lerin durumu, tıpkı (bilinçsizce) ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allâh’ın âyetlerini yalanlayan (ve Kitab’ın emirlerini hiçe sayan)ların durumu ne kötüdür. Allah zâlimler güruhûnu doğru yola (hidâyete) erdirmez.
- (Ey Peygamberim!) De ki: “Ey yahûdiler! (Bütün) insanlar arasında, Allâh’ın dostlarının sâdece kendiniz olduğunuzu sanıyorsanız ve (bu iddiânızda) doğru iseniz, hemen ölümü temenni edin. (Ölüp Allâh’ın dostlarına hazırladığı saâdete bir an önce kavuşun.)” [krş. 2/94-96]
- Yahûdiler kendi işledikleri (günahlar) yüzünden onu (yâni ölümü) aslâ temenni etmezler. Allah zâlimleri çok iyi bilendir.
- (Ey Peygamberim!) De ki: “(Ey yahûdiler!) Sizin kendisinden kaçtığınız(ı zannettiğiniz) ölüm var ya! Kesinlikle o, sizi gelip bulacak, sonra (hepiniz) gizliyi de, âşikârı da bilen (Allâh’)a döndürüleceksiniz. (Kıyâmet kopunca diriltilecek ve hesaba çekileceksiniz.) O, yapmakta olduğunuz şeyleri size haber verecektir.” [krş. 4/78; 33/16]
5-8. (5).‘Kendilerine Tevrat yükletilmiş,’ öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da ‘sonra onu yüklenmemiş’ içindekini anlayıp gereğince istifâde ve amel etmemiş bulunanların meseli, yâni mesel hâline gelmiş tuhaf hâlleri ki, bilginiz, kendimizi Allâh’a adamışız ve okur yazarız diye yüklerle kitap sırtlanmış oldukları hâlde, Tevrat’ın ve Beni İsrâil Peygamberlerinin, o Allâh’ın bir fazlı olan ümmi Nebi’si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dâiresinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hâli ‘o eşeğin hâline benzer ki, sifirler’ yâni koca koca kitaplar ‘taşır da’ içindekinden hiç haberi olmaz, istifâde etmez. Burada zikredilen ‘esfâr’ tâbirinde Tevrat’ın kısımlarına esfâr denildiğine işâret vardır. ‘Bak Allâh’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu ne çirkindir!’ (ki bunlar Yahûdilerdir, S. HAVVÂ) Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir uyarı vardır. ‘Allah da zâlimler topluluğunu (zulmü seçmeleri dolayısıyla, S. HAVVÂ) hidâyete erdirmez.’ Doğru yola çıkarmaz. (ELMALILI, 8/33)
Allâh’ın kitabını (Kur’ân’ı) bilinçli yâni mânâsını anlama, düşünme ve hükmünü yerine getirme yönüyle okumayanlar da bu âyetin muhâtabı durumundadır. [krş. 5/44-45, 47] (H. T. FEYİZLİ, 1/552)
(6).‘De ki: “Ey Yahûdi olanlar! Siz diğer insanlardan başka olarak kendilerinizin Allâh’ın dostu,’ O’nun velâyetine ermiş sevgili dostları olarak ‘zannediyorsanız’ doğru olmayan böyle bir zan besliyorsanız, Mâide sûresinde ‘Yahûdiler ve hıristiyanlar: ‘Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler.’ (Mâide 5/18) âyetinde geçtiği üzere hıristiyanlar ‘Biz Allâh’ın oğulları ve evlâtlarıyız’ dedikleri gibi, Yahûdiler de ‘Biz Allâh’ın sevgilileriyiz’ diye iddiâ etmektedirler. Eğer öyle ise ‘haydi ölmeyi temenni edin!’ Ölümü kendinize ideal adinin de, bir an evvel ölüp bu imtihan ve sıkıntı dünyâsından âhirete göçerek Allâh’a kavuşmayı canınıza minnet bilin. Buradaki ölümü temenni emri, susturmak ve kınama içindir. ‘Eğer o dâvânızda doğru iseniz’ böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. (ELMALILI, 8/34)
Şunu da belirtelim ki, bu buyruk Allâh’ın dostu olmanın ölçüsünün insanın Allâh’ın huzûruna çıkmaya hazırlıklı olması olduğuna delildir. Rasûlullah (s) bu ümmete ölümü temenni etmeyi yasaklamıştır. İşte bundan dolayı biz de, Allâh’ın dostu olmanın ölçüsü; Allah dostunun Allâh’a kavuşmaya, O’nun huzûruna çıkmaya hazırlıklı olmasıdır, dedik. Böyle bir dost, her an için böyle bir kavuşmaya hazırdır. (S. HAVVÂ, 15/88)
(7).‘Fakat onu ebediyen temenni etmezler. Çünkü ellerinin takdim ettiği nice günahlar,’ cinâyetler, küfürler ve zulümler ‘vardır.’ Ki onlar Allâh’ın sevgilisi ve dostları olamazlar. ‘Ve Allah zâlimleri bilir,’ cezâlarını verir. Onun için onlar o dâvâda sâdık değil, yalancıdırlar, dost değil haksız ve zâlimlerdir. (ELMALILI, 8/34)
‘Önceden yaptıklarından dolayı’ ifâdesi, Tevrat’ın hükümlerini bozmak ve Peygamber Hz. Muhammed’in (s) sıfatını değiştirmek gibi işlemiş oldukları cehenneme girmeyi gerektiren küfür ve isyanlarından dolayı ölümü temenni etmekten kesin olarak kaçınırlar, demektir. Onlar işledikleri bu gibi isyanlar sebebiyle ölümden sonra azap edileceklerini bilirler. (İ. H. BURSEVİ, 21/348, 349)
(8).‘De ki: (Ey yahûdiler!) Haberiniz olsun, o sizin kaçıp durduğunuz ölüm her hâlde size gelip çatacaktır.’ Kaçmakla ondan kurtulamayacağınız gibi, ölmekle de ondan kurtulacak değilsiniz. ‘Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz.’ İlkin sizi yaratmış bütün varlığınıza sâhipken, sizler firâri köleler gibi O’nun mülkünden, emir ve hükmünden kaçmak isteyerek gizli ve açık isyanlar yaptığınız gerçek mevlânız olup, bütün görünmeyen ve görünenleri bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmasına imkân bulunmayan Allah Teâlâ’nın huzûruna döndürüleceksiniz. ‘O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.’ Kitabından ve verdiği ilimlerden neleri tahrif ettiğinizi, neleri gizleyip neleri açıkladığınızı yüzünüze vuracak ve ona göre cezânızı verecektir. (ELMALILI, 8/34)
Yüce Allah, dünyâ hayâtında bütün insanların iyi veya kötü, hayır veya şer, bütün yaptıklarını yazıcı meleklere yazdırmaktadır. Kıyâmet gününde herkesin yaptığı ortaya çıkacaktır. Kur’an’da bu konuda pek çok âyet vardır: ‘Üzerinizde, şüphesiz bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yaptıklarınızı bilirler.’ (82/10-12; İ. KARAGÖZ 8/35)
62/9-11 CUMA GÜNÜ NAMAZA ÇAĞIRILDIĞI ZAMAN
- Ey îman edenler! Cuma günü (ezanla) namaz için çağrıldığınız zaman, derhâl Allâh’ın zikrine koşun. Alışverişi (işi gücü) bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
- (Ey müminler!) Cumâ namazı kılınınca da yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan (nasîbinizi) arayın. Allâh’ı çok zikredin ki (dünyâ ve âhirette) umduğunuza kavuşasınız (kurtuluşa eresiniz).
- (Ey Peygamberim! Ashâbından bâzıları), bir ticâret yâhut bir eğlence gördükleri zaman, ona (doğru) dağılıp gittiler, seni de (hutbede) ayakta bıraktılar. De ki: “Allah katında olanlar, eğlenceden de, ticâretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
9-11. (9).‘Ey îman edenler! Cuma günü (ezanla) namaz için çağrıldığınız zaman, derhâl Allâh’ın zikrine koşun.’ (Bu âyeti Kerîmede) ‘Zikrullah’dan maksat, ‘Cuma hutbesi’ ve ‘Cuma namazı’ dır. İkisi de farzdır. Burada hutbeye zikrullah denmesi, hutbenin içeriği hakkında bir fikir vermektedir. Dolayısıyla hutbede zikrullah sayılacak duâlar okunmalı, zikirler yapılmalı; Allâh’ı, O’nun rahmetini ve azâbını hatırlatıcı şeyler söylenmelidir. (…) ‘Allâh’ın zikrine koşmak’ İlk akla geldiği şekilde ayaklar üzerinde koşarak namaza gitmek değildir. Zîrâ Rasûlullah (s) bu şekilde koşarak namaza gitmeyi yasaklamıştır. (bk. Müslim Mesâcid 151) Dolayısıyla ‘koşmak’tan maksat, diğer işleri ve meşgaleleri bırakarak cumaya gitmek, kalp ve niyetle yönelmek, onu îfâ için abdest almak, elbiseleri giymek gibi gerekenleri yapıp yola koyulmaktır. (Ö. ÇELİK, 5/129, 130)
‘Hemen Allâh’ın zikrine koşun.’ ‘Cumhûra göre hutbeyi dinlemeye gidin, demektir. Ebû Hanife bunu, hatip eğer sâdece ‘elhamdülillah’ diyecek olur ise, bunun câiz olacağını delil göstermiştir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 15/90)
Zik(i)r sözlükte ‘öğüt, uyarı, hatırlatma, anma, zihinde tutma, dile getirme’ gibi anlamlara gelmektedir. İki türlüdür. Birisi kalp ile diğeri de lisânla yapılmaktadır. Lisânla yapılana cehri, kalp ile yapılana hafi (gizli) zikir denilir. Cehri zikri, ya çeşitli sözcüklerle Allâh’ı anmak ya da herhangi bir ibâdeti îfâ etmekten ibârettir. Hafi zikir ise, Allah’ı isimleriyle, sıfatlarıyla veya mahlûkâtı itibâriyle tefekkür etmek demektir. Cuma hutbesi de bir anlamda insanlara yönelik olarak yapılan öğüt, nasihat, uyarı ve hatırlatmadan ibârettir. O hâlde âyette yer alan ‘fes’av ila zikrillâh’ sözü, hutbeyi dinlemek anlamına gelmektedir. Bu yüzden olmalı ki, İmam-ı Âzam Ebû Hanife cumânın rüknü (esâsı) Allâh’ı anmaktır, demiş ve hutbe için en kısa zikrin ‘sübhânellah’, ‘elhamdü lillâh’, ve ‘Allâhü Ekber’ demek olduğunu ifâde etmiştir. (S. Ateş’ten, M. DEMİRCİ, 3/358)
‘Alışverişi (işi gücü) bırakın.’ (..) ‘alışverişi bırakmak’: Bu ifâde sâdece alışverişi değil, tüm meşgaleleri bırakarak namaz için hazırlanmayı da içine alır. Burada ‘alışveriş’ kelimesinin zikredilmesi, Cuma günü ticâretin yoğun olması dolayısıyladır. Cuma günleri civardaki yerleşim bölgelerinden Medîne’ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirirlerdi ve o gün herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alışveriş yaparlardı. Bu sebeple âyetteki yasaklama, sâdece alışveriş ile sınırlı olmayıp, tüm meşgaleleri kapsamaktadır. (Ö. ÇELİK, 5/130)
(…) Cuma namazı ile yükümlü olanların alım – satım yanında, kira, rehin, evlilik vb. namazdan alıkoyan muameleleri (ve zorunlu iş ve meslekler dışında) kalan uğraşları Cuma namazı vaktinde bırakmaları gerekir. Hanefilere göre sözü edilen işleri yapmak ‘tahrîmen mekruh’ çoğunluğa göre ise ‘haram’dır. Bununla birlikte Hanefi ve Şâfiilere göre bu vakitte yapılan sözleşmelerin geçerli, Mâliki ve Hanbeli’lere göre geçersiz sayılması hâkim görüştür. (İbn Rüşd, Vehbe Zuhayli’den H. DÖNDÜREN, 2/890)
‘Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.’ ‘Yâni sizin, alışverişi terk edip Allâh’ın zikrine ve namaza yönelmeniz sizin için – eğer bilirseniz – dünyâda da âhirette de daha hayırlıdır. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 15/91)
Cumâ Namazı: Cum’a; toplanma, bir araya gelme, demektir. Cuma gününe müminlerin ibâdet için toplanmaları yüzünden bu ad verilmiştir. İslâm’dan önce Araplar Cuma gününe ‘yevmü‘l arube’ derlerdi. (H. DÖNDÜREN, 2/889)
İbn-i Abbas’a göre, hicretten önce Cuma namazı için izin verilmiş, fakat kılma imkânı bulunmamıştır. Bu yüzden Hz. Peygamber Medîne’ye muallim olarak gönderdiği Mus’ab ibn Umeyr’e mektup göndererek Cuma günü zevâlden sonra iki rekat namaz kıldırmasını yazmıştır. Mus’ab’ın Medîne merkezinde 12 kişi ile (Süyûti, ed Dürrü‘l Mensur), Es’ad İbn Zürâre’nin ise kırsaldaki çiftliğinde 40 kişi ile (Ebû Dâvud) Cuma namazı kıldığına dâir rivâyetler vardır. (H. DÖNDÜREN, 2/889)
Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cuma namazı: Medîne’ye hicret sırasında dört gün Kuba’da, Amr İbn Avf oğullarında kalan Allâh’ın elçisi, Cuma günü yola çıktı, Sâlim İbn Avf oğullarına âit bir vâdiye geldiklerinde Cuma namazı vakti girmişti. Rasûlullah orada hutbe okuyup, ilk Cuma namazını kıldırdı. (H. DÖNDÜREN, 2/889)
Cumânın şartları ikidir: Birincisi vücûbunun yâni farz olmasının şartları; ikincisi edâsının (yerine getirilmesinin) şartları: (ELMALILI tefsirinden özetlenerek) Vücûbunun şartları: (1). Hürriyet, köle olanlara vâcip değildir. (2) Erkek olmak, kadınlara vâcip değildir. (3). İkâmet, misâfir olanlara vâcip değildir. (4). Sıhhat, cumaya gitmekle hastalığının artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara da vâcip olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedir. (5) Yürümeğe kudret, binâenaleyh ayakları olmayan yâhut kötürüm olanlara Cuma’ya götürecek kimse bulunsa bile vâcip değildir. (6) Selâmet, gözleri görmeyene vâcip olmaz. Eğer onu cumaya götürecek bir yardımcı bulunursa İmâmeyne göre vâcip olur. (ELMALILI, 8/52)
Cumanın Edâsının şartları: (ELMALILI’dan özetle) Birincisi, mısr-ı câmi (idari kurumları olan belde)dir. (…) İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya tarafından izin verilen bir zâtın kıldırmasıdır. Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde vakit şarttır, vaktinden önce kılınması câiz değildir. Ancak diğer namazlar vakit geçtikten sonra da kazâ edilebildiği hâlde Cuma namazının kazası yoktur. (…) Dördüncüsü, hutbedir. (…) Beşincisi, cemaattir. En azı imamdan başka üç erkektir. Ebû Yûsuf, imam ile berâber üç kişinin olmasını da câiz görmüştür. (…) Altıncısı, izn-i âmm’dır. Yâni câmilerin kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. (..) (ELMALILI, 8/56)
Cumâ namazı, cumâ günü öğle namazının vaktinde cemaatle kılınan iki rekârlı farz-ı ayın bir namazdır. Cumâ namazı kılınınca ayrıca o gün öğle namazı kılınmaz. Hutbeden önce dört rekât, farzdan sonra da fıkıh âlimi Ebû Hanîfe’ye göre dört rekât, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre biri dört diğeri iki rekât olmak üzere toplam altı rekât sünnet kılınır. (İ. KARAGÖZ 8/38)
Cumâ namazı kılmak her Müslümana farzdır. Ancak dört grup insana köle, kadın, çocuk ve hastaya farz değildir. (Ebû Dâvud Salât 215; İ. KARAGÖZ 8/39)
Hadis: ‘Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumâdır. Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyâmet de Cuma günü kopacaktır.’ (Müslim Cumâ 18’den, KUR’AN YOLU, 5/348)
Hadis: ‘Cumâda öyle bir an vardır ki, eğer müslüman bir kul, o ânı denk getirir Allah’tan iyi bir dilekte bulunursa, Allah onu kendisine muhakkak verir.’ (Müslim’den KUR’AN YOLU, 5/348)
Hadis: ‘Her kim önemsemediği için üç cumâyı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler.’ (Ebû Dâvud Salât 210, Tirmizi Cuma 7’den KUR’AN YOLU, 5/349)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Evs bin Evs es Sakâfi dedi ki: Rasûlullah (s)’ı şöyle buyururken dinledim: ‘Her kim Cuma günü başını ve bedenini yıkar, olabildiğince erken gelir, binmez yayan yürür, imama yaklaşır ve boş şeyle uğraşmaksızın hutbeyi dinleyecek olursa, attığı her bir adım ile bir sene boyunca oruç tutmuş, namaz kılmış kadar ecir alır.’ (Dört sünen sâhipleri tarafından rivâyet edilmiş, Tirmizi tarafından hasen kabul edilmiştir., S. HAVVÂ, 15/102, 103)
(10).‘Cumâ namazı kılınınca da yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lütfundan (nasîbinizi) arayın. Allâh’ı çok zikredin ki (dünyâ ve âhirette) umduğunuza kavuşasınız.’ (..) Namaz sonrası yeryüzüne yayılmak; bu da vücup değil, ‘ibâha (mubahlık) mânâsı’ ifâde eder. Namaz kılındıktan sonra insanlar serbesttirler. İstedikleri yere dağılabilirler. Gerek ticâret, gerek ilim, gerek ziyâret, gerek ibâdet yapabilir, gerekse istirahat edebilirler. Yoksa namaz, insanı hayattan koparan ve tembelliğe iten bir sebep olarak algılanmamalıdır. Diğer taraftan, günlük hayâtımızın her alanında da zikrullâha devam etmemiz tavsiye edilmektedir. Çünkü Allâh’ı zikir ve dindarlık sâdece mâbede mahsus bir durum değildir. Mâbet dışında da Allâh’ı anmak, iş ve ticâret hayâtında da Allâh’ın rızâsını gözetmek önemlidir. Zîrâ kurtuluş ancak Allâh’ı her an hatırda tutup o şuurla yaşanacak bir kulluk hayâtı ile mümkün olabilecektir. (Ö. ÇELİK, 5/130)
‘yeryüzüne dağılın’ emri, cumâ gününün müminler için tâtil günü olmadığı ve olamayacağını da ifâde eder. Çünkü ezandan önce işin bırakılması ve namaz bittikten sonra yeryüzüne dağılıp Allâh’ın fazlından rızkın aranması emri, böyle bir tâtili mümkün kılmamaktadır. (İ. KARAGÖZ 8/42)
‘Allâh’ı zikir’ kalp, beden ve dil ile yapılır. Kalple zikir, Allâh’ın varlığını, birliğini, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul etmek, Allâh’ın varlığına ve birliğine delâlet eden kevni ve kitâbi âyetleri düşünmek, nîmetleri vereninAllah olduğunu bilmek ile yapılır. Beden ile zikir, Allâh’a itaat etmekle yapılır. Dil ile zikir, her hayırlı işin öncesinde eûzü besmele çekmek, geleceğe dönük söz ve işlerinde inşallah demek, Kur’ân-ı Kerim okumak, duâ etmek, günah ve hatâlara tevbe ve istiğfar etmek, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illâllah, sünhânellah, elhamdü lillâh cümlelerini okumakla yapılır. (İ. KARAGÖZ 8/42)
(11).‘(Böyle iken) Ashapdan bâzıları, bir ticâret yâhut bir eğlence gördükleri zaman, ona (doğru) dağılıp gittiler, seni de (hutbede) ayakta bıraktılar.’ Bir gün Rasûlullah Cuma hutbesi okurken Medîne’ye bir ticâret kervanının ulaştığını ilân eden sesler duyuldu. O sıralarda kıtlık olduğu için gıdâ maddesi getirecek bir kervanın gelmesi dört gözle bekleniyordu. Bu sesleri duyan cemaatin önemli bir kısmı o anda ibâdet hâlinde olduklarını unutup yerlerinden fırladılar ve o tarafa doğru koşmaya başladılar. Mescidde sâdece oniki kişinin kaldığı rivâyet edilir. (bk. Buhâri Tefsir 62, Tirmizi Tefsir 62’den Ö. ÇELİK, 5/130, 131)
Âyette, ister alış veriş yapmak, ister şenliğe katılmak arzusuyla olsun, hutbenin ve cumâ namazının bırakılmasının doğru olmadığı, hele Hz. Peygamber’i hutbede terk etmenin aslâ edebe uygun olmadığı bildirilmektedir. Bu itibarla, cumâ dâhil hiçbir ibâdet yarım bırakılamaz. Cumâ hutbesi okunurken, hutbeyi dinlemeyip câmiden ayrılmak câiz değildir. (İ. KARAGÖZ 8/43)
‘De ki: “Allah katında olanlar, eğlenceden de, ticâretten de hayırlıdır.’ Çünkü onlar, dünyâ hayâtının geçici menfaatleridir. Allah yanındaki lütuf ve sevap ise sonsuz ve ebedidir. Kaldı ki, eğlencenin menfaati de zihinde kurulan hayalden ibârettir. ‘Ve Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. (ELMALILI, 8/61) (Cuma sûresi, Allah’ın izni ile tamam oldu, 11 Mayıs 2018 Cuma günü, 25 Şaban 1439)