93 / Duhâ Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Duhâ, “kuşluk vakti” demektir. Adını ilk âyetindeki aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ 1/595)
Duhâ sûresi nâzil olunca Rasûl-i Ekrem (sav) büyük bir sevinç duymuş ve ‘Allâhü Ekber’ diyerek tekbir getirmiştir. Bu sebeple Duhâ’dan Nâs’a kadar sûrelerin peşinden ‘Allâhü Ekber’ veya ‘Allâhü Ekber, lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber’ diyerek tekbir getirmek sünnet olmuştur. (Hâkim, Müstedrek 3/344’ten Ö. ÇELİK, 5/495)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
93/1-5 RABBİN SENİ BIRAKMADI VE SANA DARILMADI
1-3. Kuşluk vaktine, karanlığı çöküp sükûn bulduğu zaman geceye andolsun ki! (Rasûlüm!) Rabbin seni (müşriklerin dediği gibi) terketmedi ve (sana) darılmadı. [bk. 18/23-24]
- (Ey Peygamberim!) Elbette senin sonraki (hayâtın), öncekinden (âhiretin dünyâdan) daha hayırlıdır.
- Elbette Rabbin (nîmetlerini) verecek, sen de hoşnut olacaksın.
1-5. (1-3).‘Kuşluk vaktine, karanlığı çöküp sükûn bulduğu zaman geceye andolsun ki! (Rasûlüm!) Rabbin seni terketmedi ve (sana) darılmadı.’ (…) Rasûlullah’a teselli vermek için bu sûre nâzil olmuştur. Gündüzün aydınlığı ve gecenin sükûnetine yemin edilerek ‘Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı da’ buyurulmuştur. Bu iki şeye yemin edilmesinin sebebi, gündüzün aydınlığının ve gecenin sükûnetinin Allâh’ın kullarına dargınlığı ya da memnûniyeti anlamında olmamasıdır. Gecenin daralmakla, gündüzün de memnûniyetle bir ilgisi yoktur. Böylece gece ve gündüz nasıl bir hikmete mebni ise, vahyin kesilmesi de öylece bir hikmete mebnidir. Vahyin kesilmesi, Allâh’ın Rasûlullah’a darılmış olması anlamında değildir. (MEVDÛDİ, 7/149)
Rivâyete göre risâletin ilk zamanlarında Rasûlullah (s)’e vahyin gelmesi kısa bir müddet kesilmişti. Efendimiz (s) buna çok üzüldü. Bunun kendisinden kaynaklanan bir kusur sebebiyle olmasından korku ve endişe duyuyordu. Müşriklerin de onun Rabbi tarafından terk edildiği yönünde ithamları oluyordu. (bk. Buhâri Tefsir 93, Müslim Cihad 114, 115’den Ö. ÇELİK, 5/496)
(4).‘Elbette senin sonraki (hayatın), öncekinden daha hayırlıdır.’ Allah bu müjdeyi Rasûlullâh’a öyle bir zamanda vermiştir ki, o dönemde Rasûlullâh’ın bir avuç müslümanla görünüşte muzaffer olmasına küçük bir ihtimal bile yoktu. Mekke’deki İslâm’ın mumu her an sönecek gibiydi ve her taraftan İslâm’ı yok etmek için fitne rüzgârları esiyordu. Tam o sırada Allah (cc) Nebiyy-i Ekrem’e (s) şöyle diyordu: ‘Perişan olmayın, üzülmeyin. Başlangıçtaki zorluktan sonra her gelen merhale daha iyi olacaktır. Senin gücün, izzet, şeref ve kadr-ü kıymetin artacaktır. Etki ve nüfûzun yayılacaktır.’ Bu vaad, sâdece bu dünyâ ile sınırlı değildir. Âhirette de senin mertebe ve derecen yükselecektir. (MEVDÛDİ, 7/149)
(5).‘Elbette Rabbin (nîmetlerini) verecek, sen de hoşnut olacaksın.’ Âhirette Rabbin sana mükâfat, şefâat yetkisi ve başka nîmetler verecek, sen de hoşnut olacaksın. (S. HAVVÂ, 16/249)
Nitekim Efendimiz’in tebliğ ettiği İslâm, kısa zamanda yayıldı. Kendi asrında, hulefâ-i râşidîn devrinde ve diğer müslüman hükümdarlar devrinde fetihlerle yüceldi. İslâm yeryüzünün doğusuna, batısına, her tarafına ulaştı. Âhirette ise Efendimiz cennetin en güzel yerinde, Makâm-ı Mahmud’da olacaktır. Kendisine şefaat-i uzmâ hakkı verilecektir. Bu âyet-i kerîme, en çok ümit veren âyetlerden biridir. Çünkü ümmetine çok düşkün olan merhamet ummânı Efendimiz, ona ümmet olma şerefini taşıyan herkese şefaat edip onu cehennemden kurtarmadan gönlü râzı olmaz. (Ö. ÇELİK, 5/497)
93/6-8 SENİ YETİM BULUP BARINDIRMADI MI?
6-8. (Ey Peygamberim!) O seni bir yetimken seçip barındırmadı mı? (Barındırdı.) 7. Seni (önce ne yapacağını) şaşırmışken seçip de doğru yola iletmedi mi? (İletti.) 8. Seni (bilgi) fakir(iy)ken seçip de (vahiyle bilgi) zengin(i) etmedi mi?
6-8. (6).‘O seni bir yetimken seçip barındırmadı mı?’ ‘Baban öldüğünde sen yetim değil miydin? Sonra O, seni amcan Ebû Tâlib’in himâyesine verdi ve seni onun âilesine kattı. Hatta o sana kefil oldu ve seni yetiştirdi.’ (Nesefi’den S. HAVVÂ, 16/250)
(7).‘Seni (önce ne yapacağını) şaşırmışken seçip de doğru yola iletmedi mi?’ ‘O seni Peygamberlik alâmetlerinden, şeriat hükümlerinden ve sâdece Allah’tan duymakla bilinebilecek şeylerden habersiz bulup da şer’i hükümleri ve Kur’ân’ı öğretmedi mi? ‘dâllen: şaşırmış’ kelimesinden hâşâ Rasûlullâh’ın haktan ayrılmış, sapıklığa düşmüş olduğunu anlamak câiz değildir. Çünkü o ilk zamanlarından kendisine vahyin inişine kadar bütün ömrünce putlara tapmaktan, fısk ve isyan pisliklerinden uzak kalmıştır.’ (Nesefi’den S. HAVVÂ, 16/250)
Dâll: Bilindiği gibi yitik, hangi yola gireceği husûsunda şaşkın yâhut yanlış yola giden sapık mânâlarına gelir. ‘Sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da.’ (Necm 53/2) buyurulmuş olan Rasûlullah (s) hiçbir zaman akıl ve dinde sapık anlamına ‘dâll’ olmamıştır. Allâh’ın birliğine inanarak yetişmiş, hiçbir puta secde etmemiş, Allah’tan başka ilâh tanımamış, ahlâkı temizdi, hiçbir kötü fiil işlememişti. Her hususta güvenilir kişi olarak tanınmıştı. Dolayısıyla şirk sapıklığı, hevâ ve hevese göre amel etme sapıklığı onun yüce zâtından uzak idi. Yüce Allah onu ta baştan itibâren o gibi sapıklıklardan uzak kılmış, ona sağlam bir bakış ve görüş bahşetmişti. (ELMALILI, 9/280)
Yâni sen, peygamberlikten önce akılların yol bulamadığı hakikatler ve şeriatlerden gâfil ve yol arayan bir yitik hâlinde şaşkın iken Rabbin seni bulup seçerek ‘hidâyet buyurmadı mı?’ Verdiği vahiy, indirdiği kitap ile bilmediklerini bildirerek doğru yolu göstermedi mi? (ELMALILI, 9/280; Gösterdi.)
İbn Atıyye’nin kanaatine göre (..) ‘ve vecedeke dâllen fe hedâ’ âyeti, Yüce Allâh’ın elçisini ne yapacağını bilmez bir hâlde bulup ona yol göstermesi anlamına gelmektedir. Demek ki, Hz. Peygamber’e isnad edilen söz konusu dalâlet, bilgisizliktir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin.’ (Şûrâ 42/52) âyetinde de aynı husûsa vurgu yapmıştır. (M. DEMİRCİ, 3/580)
(8).‘Seni (bilgi) fakir(iy)ken seçip de (vahiyle bilgi) zengin(i) etmedi mi? Hz. Muhammed (s) Peygamberlik verilmeden önce din, îman ve hidâyet nedir bilmiyordu. Yüce Allah, vahiy ile îman, İslâm ve dînî gerçekleri bildirdi. (İ. KARAGÖZ 8/555)
Hadis: ‘Gerçek zenginlik mal çokluğu değildir; fakat asıl zenginlik gönül zenginliğidir.’ (Buhâri, Müslim Zekât 120, Tirmizi Zühd 40, İbn Mâce Zühd 9’dan İ. H. BURSEVİ, 23/439)
93/9-11 YETÎMİ EZME! İSTEYENİ DE SAKIN AZARLAMA
9-11. (Ey Peygamberim!) yetimi (aşağı görüp) incitme! 10. İsteyeni de sakın azarlama! 11. Rabbinin nîmetine gelince: (Onu şükürle an ve) anlat.
9-11. ‘Yetimi incitme!’ ‘Sen yetim iken Allâh’ın seni barındırdığı gibi sen de yetime hor bakma. Onu azarlayıp küçümseme. Fakat ona iyilik yap ve nâzik davran.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 16/251)
Câhiliyede yetimlerin hakları gözetilmez, malları ellerinden alınır, kendilerine zulmedilirdi. Yüce Allah, Hz. Peygamberin şahsında müminlere, yetimlere zulmedilmemesini ve haklarının yenilmemesini emretti. Yetime karşı merhametli bir baba gibi şefkatli olmak, başını okşamak, hak ve hukukuna riâyet etmek, azarlamamak, üzülmesine ve ağlamasına sebep olacak herhangi bir söz söylememek, onu üzmemek, ihtiyaçlarını karşılamak ve koruyup kollamak gerekir. (İ. KARAGÖZ 8/557).
Hadis: ‘Ben ve yetime bakan kimse, cennette şu ikisi gibi birlikte olacağız.’ (şehâdet parmağı ile orta parmağını göstererek) (Müslim’den H. DÖNDÜREN, 2/963)
‘İisteyeni de sakın azarlama!’ İsteyeni yâhut soranı azarlama, yâni azarlayarak koğma da lütfet; ihtiyâcını gider yâhut yumuşak dille reddet. (ELMALILI, 9/282)
‘Rabbinin nîmetine gelince: (Onu şükürle an ve) anlat.’ Rasûlullâh’ın hayâtı boyunca mazhar olduğu maddi ve mânevi bütün lütuflar olarak anlamak sûrenin amacına ve âyetlerin akışına daha uygun düşmektedir. (KUR’AN YOLU, 5/640)
‘Allâh’ın nimetini an’ Nîmeti veren Allâh’ı bil, îtiraf et, bunu duyur, şükret ve nimeti vereni öv(gü ile an) anlamındadır. 11’inci âyette Hz. Peygamberin şahsında yüce Allah, müminlerin nîmetlere şükretmelerini emretmektedir. Nîmete şükür; nîmet vereni bilmek, bunu îtiraf etmek ve nimetin cinsinden insanları faydalandırmaktır. (İ. KARAGÖZ 8/558)
Hadis: ‘Kime bir nîmet verilir de o bunu anarsa, ona şükretmiş olur. Eğer bunu gizlerse o nîmete karşı nankörlük etmiş olur.’ (Ebu Dâvud’dan S. HAVVÂ, 16/256)