48 / Fetih Sûresi
Medîne döneminde, Hicret’in altıncı yılında, Hz. Peygamber Hûdeybiye antlaşmasından dönerken inmiştir. 29 âyettir. Adını ilk âyetindeki aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/510)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
48/1-3 BİZ SANA APAÇIK BİR FETİH İHSAN ETTİK
- (Rasûlüm!) Biz, sana (Hudeybiye Barış Antlaşması ile) apaçık bir fetih (ve zafer yolu) açtık. [bk. 90/12]
2-3. (Bu) senin (ümmetinden Müslüman olanların) günahından, geçmiş ve gelecek olanı Allah’ın bağışlaması, sana nîmetini tamamlaması ve seni (böylece) doğru bir yola iletmesi ve yine Allah’ın sana şanlı bir zaferle yardım etmesi içindir.
1-3.(1).‘(Rasûlüm!) Biz, (Hudetbiye Barış Antlaşması ile) sana apaçık bir fetih (yolu) açtık.’ Kimi tefsirciler, bunun Mekke fethini haber verdiğini söylemişse de çoğunluğa göre, burada sözü edilen fetih, Hûdeybiye Antlaşması‘dır. Hz. Muhammed, sahâbesiyle umre için yola çıkmış, fakat Mekke’ye giremedikleri için Hûdeybiye’de konaklayarak, Hz. Osman’ı elçi olarak göndermiş, görüşmeler sonunda, Mekke’lilerin yararına ve tek yanlı olarak suçluların iâdesi şartı da antlaşmada yer almıştı. Buna rağmen 1’inci ve 3’üncü âyetlerde ‘parlak bir zafer’ ve ‘güçlü bir yardım’ olarak nitelendirilmesi, bunun diplomatik bir zafer oluşundandır. Şöyle ki: (1) Bu antlaşma, Hz. Peygamber’in Mekke yönetimi ile yaptığı, on yıl süreli, ilk önemli antlaşmadır. (2) Mekke yönetimi, Hz. Muhammed’in başkalarıyla olan bir savaşında, tarafsız kalmayı kabul etmişti. Böylece Kureyş’in, Hayber Yahûdileri ile olan dayanışma antlaşması da sona ermiş oluyordu. Nitekim bundan sâdece birkaç hafta sonra Hayber’in fethedilmesi anlamlıdır. (H. DÖNDÜREN, 2/815)
Hudeybiye Barış Antlaşması Maddeleri: (1). On yıl süreyle savaşılmayacak, (2). Müslümanlar umreyi bir sene sonra yapacak, (3). Umre ziyâretinde Müslümanlar üç gün kalacaklar, (4). Müşrikler, Müslümanlar umre yaparken dağa çıkacaklar, (5). Kureyşli bir müşrik Müslümanlara sığınırsa geri gönderilecek, (6). Bir müşrik Müslüman olup Medine’ye gelirse geri gönderilecek, (7). Diğer Arap kabileleri Kureyş’in veya Müslümanların himâyesine girebilecekler, (İ. KARAGÖZ 7/231)
(…) İlgili âyette ifâde edilen fetihten maksat Hûdeybiye antlaşması‘dır. Çünkü o, esâsen daha sonra elde edilecek tüm zaferlerin yolunu açmıştır. Bu husûsu şöyle ifâde edebiliriz: (a) Hûdeybiye antlaşması müşriklerin talebi üzerine yapılmış, böylece söz konusu antlaşma sâyesinde Müslümanlığın âlemde devlet olarak varlığı kabul edilmiştir. (ELMALILI’dan) (b) Daha önceleri Müslümanları muhâtap kabul etmeyen ve çözümü savaşta arayan müşrikler söz konusu antlaşma ile Müslümanların varlığını tanımışlar ve onların bir yıl sonra gelip umre ibâdetini yapmalarına izin vermişlerdir. (KUR’AN YOLU’ndan) (c) Yapılan bu barış antlaşmasıyla savaş ihtimâli ortadan kalktığı için Mekkeli müşriklerle Müslümanlar arasında olumlu gelişmeler başlamış ve bunun sonucunda da bâzı müşrikler İslâm’ı kabul ederek müslüman olmuşlardır. (ELMALILI’dan). (d) Hûdeybiye antlaşmasıyla Hayber de fethedilen topraklar arasına katılmış, söz konusu antlaşmadan iki yıl sonra da on bin kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürüyen müslümanlar burasını da kolayca fethetmişlerdir. (ELMALILI’dan). (e) Söz konusu antlaşma sâyesinde İslâm dâvâsı büyük bir başarı elde etmiştir. Zîrâ Hz. Peygamber (s) bu stratejik başarının ardından Rum kralı ve İran kisrâsı dâhil olmak üzere bölgenin tüm liderlerine mesajlar ileterek onlardan teslim olmalarını değil, Müslüman olmalarını istemiş, böylece çok geçmeden Oman, Bahreyn krallarından, Yemen liderlerinden ve bâzı Gassan prenslerinden müslüman olduklarını bildiren mektuplar almıştır. Bu hâdisenin ardından da çeşitli kabîlelerden insanlar gruplar hâlinde Medîne’ye gelerek müslüman olduklarını açıklamışlardır. (M. DEMİRCİ, 3/152, 153)
Hadis: Hz. Ömer (r) bu âyeti dinleyince şöyle sordu: ‘Ey Allah’ın elçisi! Bu bir zafer midir?’ Hz. Peygamber de (s): ‘Evet’ dedi. (İbn Cerir) Başka bir sahâbi gelerek o da aynı soruyu sordu. Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘Muhammed’in varlığı elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şüphesiz bu bir fetihtir.’ (Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud’dan MEVDÛDİ, 5/376)
(2, 3).‘Ki Allah senin (ümmetinden Müslüman olanların) geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.’ Çoğu müfessirlerin görüşüne göre ise vahiy inmeyen konulardaki ictihâdında makâmına göre daha uygun olanın tersi şeklinde olan seçmeleridir ki, ‘Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?’ (Tevbe, 9/43) gibi ilâhi hitap ile ihtar edilmiştir. Buna günah denilmesi, peygamberlik makâmına göredir. Çünkü iyilerin iyiliği Allâh’a yakın olanların kötülüğü gibidir. (ELMALILI, 7/157)
(…) Ehl-i sünnet kelâmcıları, nübüvvetten önce ve sonra peygamberlerin yüz kızartıcı günahlardan korunmuş oldukları husûsunda görüş birliği içerisindedir. Çünkü onlara göre bütün peygamberlerin yüz kızartıcı ve insan şahsiyetini küçük düşürücü fiilleri işlemekten uzak durmaları gerekmektedir. Durum böyle olmakla berâber Ehl-i sünnetin çoğunluğu, peygamberlerin söz konusu nitelikte olmayan bâzı günahları, unutarak veya yanılarak işleyebileceklerini kabul etmektedirler ki, bilindiği gibi bunlara da zelle denilmektedir. (M. DEMİRCİ, 3/155)
‘ve üzerindeki nîmeti tamamlar.’ Nîmetin tamamlanmasından maksat, müslümanların kendi yurtlarında bir tehlike, endişe ve dış müdâhâleden korunmuş bir hâlde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kânunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için hür ve serbest olmaları ve onların Allâh’ın dînini, kelime-i tevhîdi yükseltebilmeleri için güçlü olmalarıdır. Allâh’a kulluk yolunda bir engel ve Kelime-i Tevhîdi yayma gayretine karşı bir zorluk olan küfür ve fâsıklığın üstün gelmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in ‘fitne’ diye isimlendirdiği olay müslümanlar için büyük bir musîbettir. Müslümanlar bu fitneden kurtularak Allâh’ın dîninin eksiksiz yaşanıp uygulandığı bir İslâm beldesine (Dâr’ül İslâm) sâhip olmaları, bununla birlikte Allâh’ın arzında küfür ve fâsıklık yerine îman ve takvânın yerleşebileceği fırsat ve vâsıtaların ellerine geçmesi, Allâh’ın nîmetinin onlar üzerinde tamamlanması anlamına gelir. (MEVDÛDİ, 5/377)
‘ve seni bir doğru yola eriştirir.’ Gerek peygamberliğin yerine getirilmesinde ve gerek devlet başkanlığının resmi işlerini yerine getirmede doğrudan doğruya Allâh’ın rızâsına ulaştıran bir doğru yola çıkarır ki, bu yol ‘İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhit olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık.’ (Bakara 2/143) âyetine göre bütün insanlığın örnek nümûnesi olmak üzere İslâmi işlerin düşman etkilerinden uzak olarak yalnız hakkın uygulaması ve kânûnu içerisinde hür irâdeyle yönetilmesi yoludur. (ELMALILI, 7/157)
‘ve Allah seni şanlı bir zaferle muzaffer ve güçlü kılar.’ Allah onlara, barış yoluyla düşmanlarını âciz bırakacak büyük bir yardımda bulunmuştur. Ayrıca Hûdeybiye’ye giderken yolculukta, barış müzâkereleri yaparken ve dönüşte Allah Teâlâ’nın husûsi yardımları da olmuştur. (Ö. ÇELİK, 4/562)
48/4-7 GÖKLERİN VE YERİN ORDULARI ALLÂH’INDIR
- İmanlarına îman kat(ıp artır)sınlar diye, mü’minlerin kalbine huzur (ve sebat) indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları ancak Allâh’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
- (Hem bu lütuflar,) mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedî kalmak üzere, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere yerleştirmesi ve onların kötülüklerini örtmesi içindir. Bu da Allah katında büyük bir kurtuluştur.
- (Ey Peygamberim!) (Öte yandan mü’minlere bu yardım, onların “Allah, mü’minlere yardım etmez.” diyerek) Allâh’a kötü zanda bulunan münâfık erkeklerle münâfık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etmesi içindir. (Mü’minlerin başına gelmesini istedikleri) kötü olaylar, kendi başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, onları lânetlemiş ve kendilerine cehennemi hazırlamıştır. O ne kötü bir dönüş yeridir!
- Göklerin ve yerin orduları yalnız Allâh’ındır. Allah, yegâne gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
4-7. (4).‘Îmanlarına îman katsınlar diye, mü’minlerin kalbine huzur (ve sebat) indiren O’dur.’ Hûdeybiye’de kâfirler müslümanları yollarına devam etmekten alıkoyduğunda, gizli baskınlar ve saldırılar yaparak müslümanları tahrik etmeye çalıştıklarında, Hz. Osman’ın şehit edildiği haberi geldiğinde ve Ebû Cendel perişan hâliyle müslümanların gözleri önüne dikildiğinde tahrike kapılarak Hz. Peygamber’in (s) kurduğu disiplini ve düzeni bozsalardı, bu olaylar herşeyi berbat etmeye yetecekti. Dahası Hz. Peygamber (s) barış antlaşmasını müslümanların hiç beğenmedikleri şartlara rağmen yaparken, müslümanlar Peygamber’e (s) itaatsizlik yapsalardı Hûdeybiye’nin büyük zaferi büyük bir hezîmete dönüşecekti. Allâh’ın büyük bir lütfu olarak o nâzik zamanda müslümanların kalplerine, yüce Peygamber’in önderliği, hak dîne bağlılıkları ve temsilcilerinin doğru yolda olduğu husûsunda, huzur ve sükûnet (mutmain olma) verilmişti. Böylece onlar kalp huzûru ve sükûnet içinde Allah yolunda meydana gelebilecek herşeye sabredeceklerine karar verdiler. Bunun sonucu olarak da korku, endişe, tahrik, ümitsizlik gibi her türlü olumsuzluktan korunmuş oldular. (MEVDÛDİ, 5/378, 379)
‘İmanlarına îman katarak..’ Buhâri ve bunun dışında diğer imamlar bunu, kalplerde îmânın artıp eksildiğine delil göstermişlerdir. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/489)
Yâni akîdenin / inancın sağlamca yer etmesi, nefislerin bu akîdeden yana rahat ve huzur bulması sûretiyle yakinlerine yakinler katması için… Çünkü belli dönemlerde sâbit olan îmânın zaman zaman yenilenmesi, onun artışının yenilenmesi durumunda değerlendirilmiştir. Böylelikle bunun için ‘artmak’ kelimesi istiâre yoluyla ve teşbih yapılarak ‘berâber’ anlamına gelen ‘mea’ kelimesi kullanılmıştır. (Âlûsi’den, S. HAVVÂ, 13/489, 490)
Hadis: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, îman artp eksilir mi?’ dedik; o şöyle buyurdu: ‘Evet, sâhibini cennete sokana kadar artar ve sâhibini cehenneme sokana kadar eksilir.’ (İbn Ömer’den). Nakli delillerden bir diğeri de Hz. Ömer ve Câbir b. Abdullah’dan merfu olarak yapılan şu rivâyettir: ‘Ebû Bekir’in îmânı bu ümmetin îmânıyla tartılacak olursa, onun îmânı daha ağır basar.’ (S. HAVVÂ, 13/490)
‘Göklerin ve yerin orduları ancak Allâh’ındır.’ Maddi ordular, gaybi ordular ve mânevi ordular da bunların arasındadır. Şânı yüce Allâh’ın kullarından dilediği kimselerin üzerine indirdiği sekînet (huzur ve sükûn) da O’nun ordularındandır. (S. HAVVÂ, 13/482)
‘Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah (s)’e yeni bir lütuf daha hatırlatılmaktadır. Çünkü birden çok yer ve konumda müminlerin üzerine yüce Allah sekînetini (huzur ve sükûnunu) indirmiş bulunmaktadır. En zorlu ve sıkıntılı zamanlarda bu sekînet inmiştir. İşte bunlardan bir tânesi de, antlaşma sonucunda ruhlarında duydukları sarsıntı zamânında olmuştur. Bununla birlikte onlar, Hz. Peygamber’e itaat ettiler, emirlerini yerine getirdiler. (S. HAVVÂ, 13/482, 483)
Sekînet: Sözlükte ‘vakar, ağırbaşlılık, huzur, güven, rahatlık’ gibi anlamlara gelen sekînet, tasavvufta gaybın ve mânevi feyzin gelişi ânında kalbin bulduğu itmi’nan (iç barış) ve huzur hâline denir. Sekînet, peygamberlerin ve Allâh’ın seçkin kullarının kalplerine iner. Kur’an’da îmanlarının pekişmesi (Fetih, 48/4), sıkıntılı ve korkulu anlarda kalplerinin yatışıp, iç huzûra kavuşmaları için Allâh’ın müminlere sekînet indirdiği (Fetih, 48/8) belirtilmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’le ilgili olarak da şöyle buyrulmaktadır: ‘…Hani onlar mağaradaydı. O arkadaşına: ‘üzülme Allah bizimle berâberdir’ diyordu ve derken Allah O’na katından bir sükûnet / bir güven duygusu bahşetti..’ (Tevbe, 9/40) Hz. Peygamber de ‘Allah Teâlâ’yı anmak için toplanan kimseleri melekler kuşatır, onları rahmet kaplar ve onlar üzerine sükûnet ve vakar iner’ buyurmuştur. (Müslim, DÎNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/511)
(5).‘Tâ ki mümin erkeklerle mümin kadınları içinde ebediyyen kalacakları’ ve aslâ oradan çıkartılmayacakları ‘ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun ve onların günahlarını örtsün’ Onları bağışlasın, mağfiret etsin, merhamet buyursun, iyi amellerine de karşılık versin. ‘İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.’ Cennete girip cehennemden uzaklaştırılmaktan daha büyük bir kurtuluş ne olabilir? (S. HAVVÂ, 13/483)
‘Allah onların günahlarını baştanbaşa silecek’ İnsan olmasından dolayı beşeri zayıflıklar sebebiyle yaptığı birtakım kusurları, hatâları affetmesi, onları cennete sokmadan önce o günahlara âit bütün izleri silecek. Yâni onlar utanmasınlar diye alınlarında günahların eseri ve izi olmadan cennete gireceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/381)
(6).‘(Öte yandan mü’minlere bu yardım, onların “Allah, mü’minlere yardım etmez.” diyerek) Allâh’a kötü zanda bulunan münâfık erkeklerle münâfık kadınlara, müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etmesi içindir.’ Daha sonraki 12’nci âyette belirtildiği gibi, Medîne civârındaki münâfıklar, bu olayda Hz. Peygamber ve sahâbenin sağ – sâlim geri dönmeyeceklerini zannediyorlardı. Mekkeli müşrikler ve aynı tutumda olan kâfirler de Peygamber’i (s) ve Ashâbı umre yapmaktan alıkoymakla onları küçük düşürdüklerine inanıyorlardı. Aslında bu iki zümrenin de düşüncelerinin altında yatan kötü zanları; Allâh’ın Peygamber’e (s) yardım etmeyeceği ve hak ile bâtılın savaşından hakkın bâtıla mağlûp olacağı şeklinde idi. (MEVDÛDİ, 5/381)
‘(Mü’minlerin başına gelmesini istedikleri) kötü olaylar, kendi başlarına gelsin!’ Yâni müminlerin başına geleceğini zannedip bekledikleri şey, her hâlükârda onların başına gelecektir. Burada ‘kötülük’ ten kasıt ise, helâk ve yok olmaktır. (S. HAVVÂ, 13/483)
(7).‘Göklerin ve yerin orduları yalnız Allâh’ındır.’ Böylelikle bu ordulardan diledikleri ile Peygamberine ve müminlere düşmanlık besleyenlerin hîle ve tuzaklarını bertaraf eder. ‘Allah Azîz’dir’ Azâbı geri çevrilemeyen, gâlip ve üstün gelendir. ‘Hakîm’dir’ Bütün tedbirleri hikmetle doludur. Şânı yüce Allah ‘orduları’ndan iki defa söz etmektedir: Birincisinde müminleri desteklediğinden söz ederken ordularından söz etmiştir; burada ise kâfirlere karşı olan kudretini dile getirirken ordularını onlara hatırlatmıştır. (S. HAVVÂ, 13/483, 484)
48/8-10 SANA BÎAT EDENLER ANCAK ALLÂH’A BİAT ETMEKTEDİRLER
8, 9. (Rasûlüm!) Şüphesiz biz seni (bütün insanlara) bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. [krş. 21/107; 22/49; 25/56; 34/28] 9. Bu ise: (Sizlerin de) Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edip o (Rasûlü’)ne yardım etmeniz, ona saygı göstermeniz, sabah akşam (Allâh’ı) tesbih etmeniz içindir.
- (Rasûlüm!) Sana (samimiyetle) bîat edenler ancak Allâh’a bîat etmiş (söz vermiş) olurlar. Allâh’ın (kudret) eli onların ellerinin üstündedir. Artık kim (bu bağlılığı) bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a söz verdiği şeyi yerine getirirse, O da ona büyük bir mükâfat verecektir. [bk. 4/80]
8-10. (8, 9).‘(Rasûlüm!) Şüphesiz biz seni (bütün insanlara) bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.’ Rasûlullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şâhittir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendilerini nasıl karşıladıklarına, içlerinden müminler, kâfirler ve münâfıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular olduğuna şâhitlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi, şâhitlik de edecektir. Rasûlullah, müminler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi mükâfat müjdecisi; kâfirler, münâfıklar, isyankârlar ve bozguncular için de kötü âkıbet, gazap, lânet ve cezâ ile korkutucu ve uyarıcıdır. (S. KUTUB, 9/290)
‘Bu ise: (Sizlerin de) Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edip o (Rasûlü’)ne yardım etmeniz, ona saygı göstermeniz, sabah akşam (Allâh’ı) tesbih etmeniz içindir.’ İbn Kesir’in dediğine göre: Allâh’ı tesbih edesiniz. Yâni günün başında ve sonunda, yâni sabah namazı ile diğer dört namazı kılarak tesbih edesiniz. Nesefi’nin görüşüne göre ise; bu âyetteki bütün zamirler, Allâh’a âittir. Buna göre; ‘O’na yardım edesiniz ve saygı göstertesiniz, sabah – akşam O’nu tesbih edesiniz’ buyruğundaki zamirler; Allâh’a âit olunca, Allâh’a yardım, O’nun dînine ve Rasûlü’ne yardım, ‘Allâh’a saygı göstermek, O’nu yüceltme ve tesbih etmek için’ demek olur. Tesbih ise, ‘tenzih etmek’ demektir. (S. HAVVÂ, 13/494)
(10).‘Şüphesiz ki sana bey’at edenler, ancak Allâh’a bey’at etmektedirler.’ Yâni, Allâh’ın Rasûlü ile birlikte yapılan misâk akdi, doğrudan Allah ile yapılıyor, gibidir. Bu konuda bir fark yoktur. Bu konuda Rasûlullah (s)’ın şerefi alabildiğine yüceltilmektedir. Çünkü şânı yüce Allah, onu böyle bir makâma yükseltmiş bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/494)
Bey’at: Bağlılık yemini demektir. Hicretin 6’ncı yılında umre yapmak amacıyla 1400 ashâbıyla yola çıkan Hz. Peygamber, Kureyş’in kendilerini Mekke’ye sokmak istememesi üzerine Hudeybiye’de konaklamış ve Hz. Osman’ı da Mekke’ye elçi olarak göndermişti. Hz. Osman’ın dönüşü gecikince, Hz. Peygamber bir ağacın altında oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise ölünceye kadar savaşacaklarına dâir söz (biat) aldı. Onlar da ona biat edip, söz verdiler. Sonunda Hz. Osman döndü ve Kureyş’le on yıl süreli Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Umre ziyâreti de bir yıl sonraya ertelendi. (H. DÖNDÜREN, 2/816)
‘Allâh’ın eli, onların elleri üstündedir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allah, onlarla birlikte hazırdır. Sözlerini işitir, durumlarını görür, içlerini dışlarını bilir. Aslında Rasûlullah (s) vâsıtasıyla asıl O’na bey’at edilmektedir. (S. HAVVÂ, 13/495)
‘Allâh’ın eli onların ellerinin üzerindedir.’ Bu cümle, Allâh’ın rızâsını beyan eden temsîlî bir anlatımdır. Sahâbenin Hz. Peygamber’in elini tutarak yaptıkları biatte Rasûlullah ve eli Allâh’ı ve O’nun elini temsil anlamındadır. Dolayısıyla cümle, Allâh’ın gücü, kuvveti, yardımı, desteği, nimeti, rızâsı ve sevâbı, müminlerin güç, kuvvet ve verdikleri sözün üzerindedir, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/243)
İbnü Cerir tefsîrinde der ki: Bunda iki yön vardır, birisi; Bey’at yaparlarken ‘Allah eli onların ellerinin üzerinde’ demektir. Çünkü onlar Allâh’ın peygamberine bey’at etmekle Allâh’a bey’at etmiş oluyorlardı. Birisi de, Allâh’ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir. Birincisine göre cümle, bey’atı tasvir hâline bir pekiştirme olarak peygamber, Allah Teâlâ’nın bir elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir âleti olmak itibâriyle Allâh’ın bir eli tasvir edilmiş, bir hayal ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir cüz olmak mânâsına uzuvlardan beridir. İkinci mânâya göre ise başlangıç cümlesi olarak ‘yed’ kuvvet ve kudret veya nîmet mânâsına tevil olunmuştur ki, ikisinin de sonucu bu bey’attan oluşan asıl faydanın bey’at edenlere âit olacağını açıklamaktır. (ELMALILI, 7/161)
‘Onun için kim bu ahdini bozarsa’ ve bey’atin gereğini yerine getirmezse ‘ancak kendi aleyhine bozmuş olur’ Bu ahdini bozmasının zararı sâdece ona döner. İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunun vebâli, bizzat bozana âit olur; Allâh’ın da ona ihtiyâcı yoktur.’ (S. HAVVÂ, 13/495)
‘Kim de Allâh’a verdiği ahde vefâ gösterirse, ona da Allah büyük bir ecir verecektir’ ki cennet ve rızâsıdır. Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler vardır. (ELMALILI, 7/162)
48/11-17 MALLARIMIZ VE AİLELERİMİZ BİZİ ALIKOYDU
- (Ey Peygamberim! Hûdeybiye senesinde mâzeret ileri sürmelerinden dolayı) bedevîlerden geri kalanlar sana: “Mallarımız ve çoluk çocuğumuz(un durumu) bizi alıkoydu. Bizim için (Allah’tan) bağışlama dileyiver.” diyecekler. Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: “Eğer Allah, size bir zarar diler veya size bir fayda dilerse, kimin O’n(un dilemesin)e karşı koymaya, sizden bir şeyi engellemeye gücü yeter? Doğrusu Allah, yaptığınız şeylerden hakkıyla haberi olandır.”
- Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin (umre için çıktıkları yolculuktan) âilelerine aslâ dönemeyeceklerini sandınız. Bu (düşünceniz), gönüllerinizde (şeytan tarafından) süslen(ip güzel gösteril)di de kötü zanda bulundunuz. (Böylece) helâk (edilecek) olan bir topluluk oldunuz.
- Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, (bilsin ki) biz inkâr edenlere alevi çılgın bir ateş hazırladık.
- Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) yalnız Allâh’ındır. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
- (Ey Peygamberim!) O (Hûdeybiye seferinden, bahâneleri sebebiyle) geri kalanlar, siz (Hayber’i fethedip) ganîmetler almak için gittiğiniz zaman: “Bize müsâade edin de peşinizden gelelim.” diyecekler. Onlar Allâh’ın (kendi aleyhlerinde olan) sözünü değiştirmek isterler. (Çünkü Allah, ganîmetlerin yalnız Hûdeybiye’ye katılanlara verileceğini vaadetmişti.) De ki: “Siz bizim peşimizden gelmeyeceksiniz; Allah önceden böyle buyurdu.” (Onlar🙂 “Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz.” diyecekler. Doğrusu onlar, (dînî gerçekleri) pek az anlayan kimselerdir.
- (Ey Peygamberim!) O bedevîlerden (gösterdikleri bahânelere inanılıp da seferden) geri kalanlara de ki: “Siz yakında pek savaşçı bir kavme (karşı imtihan olarak savaşa) çağrılacaksınız; onlarla (ya ölüp öldürünceye kadar) savaşacaksınız yâhut (ön teklifinize göre ya savaşmadan teslim olup cizye vermeyi kabul ederler veya sâyenizde) müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir; (yok) eğer önceden döndüğünüz gibi (yine) dönerseniz (Allah) sizi acıklı bir azap ile azaplandırır.”
- (Ancak, savaşa katılmamaktan dolayı) köre bir sorumluluk yoktur. Topala bir sorumluluk yoktur. Hastaya bir sorumluluk yoktur. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse (Allah) onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu acıklı bir azap ile cezâlandırır.
11-17. (11).‘(Hudeybiye senesinde mâzeret ileri sürmelerinden dolayı) bedevîlerden geri kalanlar sana: “Mallarımız ve çoluk çocuğumuz bizi alıkoydu. Bizim için (Allah’tan) bağışlama dileyiver.” diyecekler.’ Rasûlullah (s) Hûdeybiye senesi Umre için Mekke’ye gitmek istediği sırada Kureyş’in bir saldırısı veya engel olması ihtimâline karşı Cüheyne, Müzeyne, Gıfar, Eşca, Düil, Eslem kabîlelerinin dahi seferber olarak berâber hareket etmesini istermiş ve maksadı savaş olmadığını anlatmak için yanında kurbanlık hayvanlar da götürmüştü. Bu adı geçen bedevi kabîleler karşısında Kureyş, Sakif ve Kinâne ve Mekke’ye komşu Ehabiş denilen kabîleler gibi büyük bir düşman görerek gitmekten çekindiler, henüz îman kalplerinde yerleşmemiş olduğu için Rasûlullah ile berâber gitmeyip kaldılar, ‘Muhammed ve ashâbı bu seferden geri dönemez’ dediler. İşte burada Cenâb-ı Allah, bunların bu sözlerini ve edecekleri itirâzı Rasûlüne, henüz kendilerine ulaşmasından önce bildirmiş ve öyle de olmuştur. (ELMALILI, 7/164)
(..) Hudeybiye seferine katılmayanlara, Hayber savaşına olmasa da ileride çetin bir düşmana karşı yapılacak bir savaşa çağrılacaklarının bildirilmesi, onların münâfıklar olmadığını gösteren delillerden biridir. (KUR’AN YOLU 5/72)
‘Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler.’ Bu ifâdenin iki anlamı vardır: (1) Bu insanların siz Medîne’ye ulaştığınızda ileri sürecekleri özürleri tamâmen yalandan ibâret olacaktır. Hâlbuki niçin evlerinde kalıp sefere katılmadıklarını kendileri çok iyi biliyor. (2) Onların Allah Rasûlünden bağışlanma istemeleri göstermeliktir, sâdece dilleriyle söylerler bunu, aslında onlar bu hareketlerinden dolayı ne pişman olmuşlar, ne peygambere tâbi olmadıklarından dolayı günah işlediklerinin farkındadırlar, ne de kalplerinde gerçekten bağışlanma arzusu vardır. Akıllarınca onlar, bu tehlikeli sefere gitmeyerek çok akıllı hareket ettiklerini zannetmektedirler. Eğer onlar hakikaten Allâh’ı ve bağışlamasını göz önünde tutup sakınsalardı, evlerine çekilip seferden uzak kalmazlardı. (MEVDÛDİ, 5/383)
‘De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir?’ Allâh’ın hükmünden ve dilemesinden sizin lehinize olan faydalı herhangi bir şeye kimin gücü yeter? Şâyet Allah, âilenizi ve malınızı helâk eder veya zâyi ederse, – ki siz onları korumak ve onlardan zararı uzaklaştırmak için bize katılmadınız – veya Allah sizin mallarınızı ve âilenizi korumayı murad ederse, onlara kim zarar verebilir? Onları korumak için geride kalmaya ne gerek vardı? Zarar gelse def edemeyeceksiniz, fayda gelse zâten bunda size ihtiyaç yoktur. Durum sizin dediğiniz gibi değildir. Allah sizin bütün yaptıklarınızdan, geri kalmanızdan ve geri kalmasını hazırlayan sebeplerin hepsinden haberdardır. (İ. H. BURSEVİ, 19/351, 352)
(12).‘Aslında siz, Peygamber’in ve müminlerin (umre için çıktıkları yolculuktan) âilelerine aslâ dönemeyeceklerini sandınız. Bu (düşünceniz şeytan tarafından), gönüllerinizde süslen(ip güzel gösteril)di de kötü zanda bulundunuz.’ Küfrün yücelip fesâdın üstün geleceği şeklindeki şerli bir inanca sâhip oldunuz. ‘ve helâke mahkûm bir kavim oldunuz.’ Yâni sizler esâsen özünüz itibâriyle kalplerinizle, nefislerinizle, niyetlerinizle fesat kimselersiniz; sizde bir hayır yoktur. Yâhut Allah katında siz helâk olmuşsunuz, O’nun cezâsına lâyıksınız, demektir. (S. HAVVÂ, 13/498)
(13).‘Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îman etmezse, biz inkâr edenlere alevi çılgın bir ateş hazırladık.’ Alev alev yanan bir ateştir bu… Bu, bu gibi kimselerin kâfir olduklarının delîlidir; bunun aksini ızhar etseler dahi. İbn Kesir bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demektedir: ‘Yâni her kim zâhir ve bâtında amelini yalnız Allah için ihlâslı olarak yapmayacak olursa, şânı yüce Allah onu çılgın alevli cehennem ateşinde azaplandıracaktır. İsterse insanlara, onun gerçek durumundan farklı kanaatler verecek şeyleri ızhar etmiş olsun.’ (S. HAVVÂ, 13/498)
(14).‘Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır.’ Bütün yaratıklar yalnız O’nun mülküdür. Onlara, O’nun emrinin dışına çıkmamak düşer; O’na gereken saygıyı göstermek, O’na îman etmek düşer. Onlar, O’nun egemenliği altındadır, herşey O’nundur ve O’ndandır. Mutlak tasarruf sâhibi, mutlak mâlik O olduğundan dolayıdır ki ‘dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder’ Dilemesi ve hikmeti gereğince bağışlar ve azap eder. İşte O’nun hikmetinin tecellîlerinden birisi de müminleri bağışlaması, kâfirlere de azap etmesidir. (S. HAVVÂ, 13/498, 499)
‘Allah Rahîm ve Gafûr olandır’ Kendisine dönenler, huzûrunda boyun eğenler için bağışlayıcıdır, merhametlidir. Bu ifâdeler ile bütün mahlûkat yüce Allâh’a ihlâslâ ibâdete dâvet edilmektedir, O’na tevbe edip, O’na yönelmeye çağırılmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/499)
(15).‘O (Hûdeybiye seferinden, bahâneleri sebebiyle) geri kalanlar, siz (Hayber’i fethedip) ganîmetler almak için gittiğiniz zaman: “Bize müsaade edin de peşinizden gelelim.” diyecekler.’ Yâni çok yakında o vakit gelecek. Bugün tehlikeli bir yolculukta seninle gitmeye cesâret edemeyenler, senin pek çok ganîmet malları ele geçirdiğini, kolaylıkla zafere doğru giderken görecek olan bu insanlar kendiliklerinden ‘bizi de berâberinde götür’ diye koşarak gelecekler. Bu olay, Hûdeybiye barışından üç ay sonra Hz. Peygamber (s) Hayber’i kuşatıp kolaylıkla fethettiği zaman meydana gelmişti. (MEVDÛDİ, 5/386)
‘Onlar Allâh’ın (kendi aleyhlerinde olan) sözünü değiştirmek isterler.’ Hayber’e gitmek üzere Hayber ganîmetlerinin sâdece Hûdeybiye’ye katılanlara olacağı şeklindeki yüce Allâh’ın vaadini değiştirmek istiyorlar. Oysa yüce Allâh’ın vaadi gereği bu ganîmetlere Hûdeybiye’ye iştirak etmeyen bedevi araplar ortak olmayacaktır. O bakımdan hem Allâh’ın takdîri, hem de Allâh’ın şerîatı dışında kalan istedikleri bu durum, gerçekleşmeyecektir. (S. HAVVÂ, 13/500)
Hz. Peygamber Hûdeybiye’den dönünce bir iki ay kadar Medîne’de kalmış, hicri 7’nci yılın başında, kuzey bölgesinin güvenliğini bozan Hayber Yahûdileri’ni egemenliği altına almak üzere buraya bir sefer düzenlemiştir. Üslûptan anlaşıldığı üzere bu âyetler indiğinde henüz Hayber seferine çıkılmamıştı. Allah Teâlâ hem yakında düzenlenecek bir seferi ve bu seferin zaferle sonuçlanacağını, müslümanların ganîmet elde edeceklerini bildirmekte hem de Hûdeybiye seferine meşru mâzeretleri bulunmadığı hâlde katılmamış olan gruplara bu sefere de katılamayacaklarını tebliğ etmektedir. Bu emir ve tâlimat âyette ‘Allâh’ın sözü’ olarak ifâde edilmiş ve onlar istese de değişmeyeceği bildirilmiş; Hayber savaşına Habeşistan’dan dönen muhâcirler dışında, yalnızca Hûdeybiye seferine katılanlar iştirak etmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 5/72)
‘De ki: “Siz bizim peşimizden gelmeyeceksiniz; Allah önceden böyle buyurdu.” Yâni Hayber ganîmetleri sâdece Hûdeybiye’ye katılanların olacaktır. Başkalarına o ganîmetlerden bir şey verilmeyecektir. (S. HAVVÂ, 13/500)
‘(Onlar🙂 “Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz.” diyecekler. Doğrusu onlar, pek az anlayan kimselerdir.’ Meselenin fıkhını, ilâhi yönünü anlayacak bir hâlde değiller, ancak dünyâya âit az bir anlayışları var, ganîmet denilince gelmek isterler de, ganîmete ne ile, ne hak ile erişilir, peygambere karşı nasıl bir dil kullanılır, bilmezler; ‘cehâletle haset ediyorsunu’ derler. (ELMALILI, 7/164, 165)
(16).‘Bedevilerden (umre seferine katılmayıp) geri kalanlara de ki: Güçlü kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız.’ Bedevilerin savaşmaya çağırılacakları topluluk, Müseylime’nin kavmi olan Beni Hanife ile Hz. Ebû Bekr’in savaştığı ridde ehlidir. (İbn Şihâb ez Zühri ve İbnü ‘ssaib el Kelbi’den, M. DEMİRCİ, 3/160)
Ey Bedevîler! Siz Hayber seferine karılmak istiyorsunuz ama, Allah sizin bu savaşa katılmanızı istemiyor. Siz ileride çok güçlü bir kavim ile savaş çağırılacaksınız, savaşma isteğinizde samîmi iseniz bu dâvete icâbet eder ve savaşırsınız. (..) Yüce Allah, Hz. Peygamberin umre dâvetine icâbet etmeyen bedevîleri hemen cezâlandırmamış, onlara hâllerini düzeltmeleri için fırsat vermiş ve zor bir savaşta onları deneyeceğini bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 7/252)
Allah Teâlâ bu âyette bedevilere savaşacakları düşmana karşı iki seçenek sunmuştur. Bunlardan biri, söz konusu topluluk ya savaşacağı bu güçlü kavmi kılıçtan geçirip katledecektir ya da kendileriyle savaşılan bu kavim müslümanlığı kabul ederek öldürülmekten kurtulacaktır. Ancak hemen belirtelim ki, âyette öne sürülen bu şartlar sâdece ridde ehli (mürtedler) için söz konusudur. O hâlde burada sözü edilen güçlü düşmandan maksat Müseylime’nin kabîlesi Beni Hanife’nin de içerisinde yer aldığı ehl-i ridde yâni İslâm dîninden çıkan topluluklardır. (M. DEMİRCİ 3/161)
‘Ya kendileriyle savaşacaksınız yâhut müslüman olacaklar’ cümlesi bu çetin düşmanı belirlemede önemli bir ipucu vermektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap ile müslümanlar üç farklı ilişki içinde bulunabilirler: İslâm’a dâvet, savaş, vergiye ve diğer şartlara bağlı barış ve antlaşma. Arap müşrikleri ve mürtedlere gelince seçenek ikiye inmektedir: Ya müslüman olacaklar ya da savaşı göze alacaklar. Şu hâlde âyette sözü edilen çetin ve güçlü düşman ya Arap müşrikleri ya da mütedlerdir. (KUR’AN YOLU, 5/72, 73.)
‘Şâyet itaat ederseniz Allah size güzel bir ecir verir’ Bu da cennettir. Nesefi şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede Hz. Ebûbekir ile Ömer’in hâlîfeliğinin sıhhatine işâret vardır. Çünkü yüce Allah onlara ‘şâyet itaat ederseniz’ buyruğu ile kendilerini cihâda çağıracak olan kimseye itaat etmelerine karşılık sevap vaadinde bulunmuştur. Yâni sizi kendilerine karşı savaşmak üzere dâvet eden kimseye itaat ederseniz ‘Allah size güzel bir ecir verir’ Bu buyruk ise kendilerini cihâda çağıran kimseye itaat farz olmasını gerektirmektedir. (S. HAVVÂ, 13/501)
(17).‘(Ancak, savaşa katılmamaktan dolayı) köre bir sorumluluk yoktur. Topala bir sorumluluk yoktur. Hastaya bir sorumluluk yoktur.’ Yâni (savaşa) gitmek için sıkıştırma yoktur; kör, topal, hasta geri kalabilir, bunlar özürlüdürler. Bununla berâber yasaklanmış da değildir. Kendi arzularıyla gidebildikleri takdirde kendilerine engel de olunmaz. Başkalarına yük olacak derecede olmamak şartıyla karşı koymak yönünden sevâba bile erişirler. Nitekim İbni Ümmi Mektum (r) hazretleri a’ma olmakla berâber Kadisiye savaşlarının bâzısında bulunmuş, bayrak tutmuştu. Ebû Hayyan Bahir’de der ki: Eğer Müslümanların etrâfı çevrilirse cihâdın farziyetinde güç ve yeteri kadarıyla onlar da görevlidir. (ELMALILI, 7/165)
‘Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de yüz çevirirse, onu acıklı bir azap ile cezâlandırır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Dünyâda zillete, âhirette de cehenneme mahkûm eder.’ (S. HAVVÂ, 13/502)
Mâzeretsiz olarak savaşa katılmamak hem hukûki ve dîni hem de ahlâki bakımdan önemli bir ihlâl ve itaatsizliktir; başka bir deyişle, günahtır, şerefsizliktir ve suçtur. Bunu ortaya koyan ifâdelerden sonra ve önce, sakatlık, hastalık gibi mâzeretlerle savaşa katılmayanların müstesnâ olduğu, onların maddi ve mânevi müeyyidelere dâhil bulunmadığı açıklanarak ilgililer rahatlatılmış ve teselli edilmiştir. (KUR’AN YOLU, 5/73)
48/18-26 ALLAH MÜMİNLERE SÜKÛNET VE GÜVENİNİ İNDİRDİ
18-19. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki (Hûdeybiye’de) ağacın altında sana biat ederlerken, Allah o mü’minlerden râzı olmuştu. İşte (Allah) kalplerindeki (sadâkatleri)ni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirip hem kendilerini yakın bir zafer (olan Hayber’in fethi) ile hem de alacakları birçok ganîmetlerle mükâfatlandırdı. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
20, 21. (Ey Peygamberim!) Allah size (bundan sonra) alacağınız daha birçok ganîmet de vaadetti. Şimdilik bu (Hayber’inki)ni size peşin verdi. İnsanların (size uzanacak) ellerini sizden çekti. (Bilesiniz ki) bu, mü’minlere (Allâh’ın yardım edeceğine) bir delil olması ve sizi doğru bir yola çıkarması içindir. 21. (Size Allah), henüz güç yetirip ele geçiremediğiniz, fakat Allâh’ın onları kuşattığı diğer (zafer ve ganîmet)leri de (vaadetti). Allah herşeye kâdirdir.
- Eğer o kâfirler sizinle (Hûdeybiye’de, sulh değil de) savaş yapsalardı mutlaka arkalarına dön(üp kaç)acaklardı. Sonra ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardı.
- (Müminlere yardım etmesi) Allâh’ın öteden beri cârî olan (süregelen) sünneti / kânûnu budur. (Peygamberini ve gerçek inananları üstün getirir.) (Ey Peygamberim!) Allâh’ın sünnetinde hiçbir değişme bulamazsın.
- (Ey mü’minler!) Müşriklere karşı size zafer verdikten sonra, Mekke’nin içinde (Hûdeybiye’deki sulhtan dolayı) onların ellerini sizden ve sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
- (Ey müminler!) Onlar (Mekkeli müşrikler) , hem kâfir olan / inkâr eden hem de sizi Mescid-i Harâm’(ı ziyâret)den ve (orada) bekletilen kurbanları (kesim) yerine ulaşmaktan alıkoyan kimseler (Mekkeli müşrikler)dir. Eğer (Mekke’de) kendilerini henüz bilemediğiniz (îmanını gizleyen) mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar olup da bilmeyerek onları öldürmeniz ve bu sebeple onlardan size bir sıkıntı (ve günah /sorumluluk) isâbet edecek olmasaydı (Allah, ellerinizi onlardan çekmez, Mekke’nin savaşla fethine izin verirdi). Allah, dilediğini rahmetine eriştirmesi için (böyle yapmış)tır. Eğer onlar (Mekkeli mü’minlerle kâfirler) seçilip ayrılsalardı, onlardan küfre sapan / inkâr edenleri (ellerinizle) elbet acıklı bir azap ile azaplandırırdık.
- (Ey Peygamberim!) O kâfir olanlar, kalplerine asabiyeti, câhiliye asabiyetini (kibir ve bağnazlığını) koymuşlarken, Allah da Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine huzur ve güvenini indirdi. Onları takvâ kelimesine (tevhîde yâni Lâ ilâhe illâllah kelimesine ve sulh akdine vefâya) bağladı. Zaten onlar da buna lâyık ve buna ehil idiler. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.
18-26. (18, 19).‘Andolsun ki (Hûdeybiye’de) ağacın altında sana biat ederlerken, Allah o mü’minlerden râzı olmuştu. İşte (Allah) kalplerindeki (sadâkatleri)ni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirip hem kendilerini yakın bir zafer (olan Hayber’in fethi) ile hem de alacakları birçok ganîmetlerle mükâfatlandırdı. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Sûrenin 10’uncu âyetinde de işâret edildiği üzere Hûdeybiye’de bir ağaç altında müminler, Rasûl-i Kibriya (s)’e Allah yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Efendimiz (sav)’in mübârek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bu bey’ate (Bey’atü‘r Rıdvan) ya da Hûdeybiye Bey’ati denildi. Âyet-i kerîmede de haber verildiği üzere bu bey’at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakkın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu. Burada haber verilen ‘yakın fetih’ten maksadın, Hayber’in fethi olduğu görüşü hâkimdir. Gerçekten müslümanlar kısa bir zaman sonra Hayber’i fethettiler ve orada pek çok ganîmet elde ettiler. Böylece Allah, müslümanlara vaadettiği fetihlerin ilkini bahşetmiş oldu. Bununla Hayberlilerin müttefiki olan Esed ve Gatafan kabîlelerinin de müslümanlara hücumlarını önledi. Hûdeybiye anlaşması ile de Mekkelilerin taarruzu önlenmiş oldu. Böylece müslümanlar bir taraftan düşman taarruzlarından emniyete kavuşturuldukları gibi, bir taraftan da onlara fetihlerin kapıları aralanmaya başlamış oldu. (Ö. ÇELİK, 4/574)
‘üzerlerine sekîneti indirdi’ İbn Kesir’in açıklamasına göre âyet-i kerîmede geçen sekine, (mealde huzur ve sükûn); itminan demektir. (S. HAVVÂ, 13/503)
‘çünkü kalplerindekini bildi’ doğruluk ve samîmiyetlerini ve müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi. (ELMALILI, 7/170)
‘ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır’ Sûrenin başında geçen fetih, Hûdeybiye sulhu idi. 18’inci âyette zikredilen yakın fetih, ileride gerçekleşecek, Medîne yakınlarında Yahûdilerin yerleşim merkezlerinden biri olan Hayber’in fethidir. 19’uncu âyette sözü edilen ganîmet de Hayber’de elde edilecek savaş ganîmetidir. (KUR’AN YOLU, 5/76)
(20, 21).‘Allah size alacağınız daha birçok ganîmet de vaadetti.’ Bunlar da kıyâmete kadar müslümanların fetihleri ve alacakları ganîmetlerdir. Şimdilik bu (Hayber’inki)ni size peşin verdi.’ Vaad edilen birçok ganîmetlerden önce Hayber ganîmetlerini âcilen verdi. ‘ve sizden insanların ellerini çekti’ Hayberlilerin müttefikleri olan Esed ve Gatafan kabîleleri onlara yardım etmek istediler de korkup kaçtılar. Hûdeybiye antlaşması ile Kureyş’in de eli çekildi, Hendek vakasında olduğu gibi müslümanlara saldırmak isteyen düşmanların güçleri kırılıp bundan sonra İslâm devletinin güvenlik bölgesine girdi. ‘hem de müminlere bir işâret’ gelecekte vaad edilen fetihler ve savaş ganîmetlerinin gerçekleşmesine bir görüntü ve işâret ‘olsun’, ‘ve sizi doğru bir yola iletsin’ başarılı kılsın ki o yol tek başına ve bağımsız olarak Allâh’a ve Allâh’ın nîmetine güvenme yoludur. (ELMALILI, 7/170, 171)
Yâni Allah, Hûdeybiye’de Kureyş kâfirlerine sana el kaldırıp seninle savaşma cesâretini vermedi.’ Hâlbuki görünüşte onlar, her bakımdan çok üstün durumda bulunuyorlardı. Ve savaşta kuvvet üstünlüğü bakımından da ilerideydiler. Bunlara ek olarak şu da kastedilmiş olabilir: Herhangi bir düşman birliği tam o sırada müslümanların Medîne’yi terk edip, 250 mil uzaklıktaki Hûdeybiye’de bulundukları sırada Medîne’ye hücum etme cesâretini gösteremedi. Hâlbuki 1400 savaş erinin çekip gitmesinden sonra Medîne cephesi çok zayıf kalmıştı. Yahûdiler, müşrikler, münâfıklar bu durumdan faydalanabilirlerdi. (MEVDÛDİ, 5/391)
‘(Size Allah), henüz güç yetirip ele geçiremediğiniz, fakat Allâh’ın onları kuşattığı diğer (zafer ve ganîmet)leri de (vaadetti). Allah herşeye kâdirdir.’ Müfessirler bu ganîmetten neyin kastedildiği husûsunda farklı görüşlere sâhiptir. İbni Cerir bunun Mekke’nin fethi olduğu görüşünü ileri sürmektedir. İbn Ebi Leylâ ve Hasan-ı Basri ise: Bunlar Bizans toprakları, Mücâhid ise: Kıyâmet gününe kadar gerçekleştirilebilecek her türlü fetih ve ganîmettir, derken; İbn Abbas da ‘Bugüne kadar yapılan bütün fetihlerdir, demektedir. (S. HAVVÂ,13/504-505)
Yâni, sizin için başka birtakım fetihler vardır ki, siz bunları ele geçiremiyordunuz. Ancak yüce Allah onları size kolaylaştırmıştır ve sizin için Allah onları saklamıştır. Çünkü şânı yüce Allah kendisinden korkan takvâ sâhibi kullarını ummadıkları yerden rızıklandırır.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/505)
(22).‘Eğer o kâfirler sizinle (Hûdeybiye’de, sulh değil de) savaş yapsalardı mutlaka arkalarına dön(üp kaç)acaklardı. Sonra ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardı.’ Şânı yüce Allah, mümin kullarına müjde vererek şöyle demektedir: Eğer müşrikler onlarla savaşa kalkışacak olurlarsa, Allah; Rasûlünü ve mümin kullarını onlara karşı muzaffer kılar. Küfür ordusu gerisin geri bozguna uğrayıp kaçar ve hiçbir dost ve yardımcı bulamaz. Çünkü onlar Allâh’a, Rasûlüne ve onların müminlerden oluşan grubuna savaş açan kimselerdir.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ 13/505)
(23).‘(Müminlere yardım etmesş) Allâh’ın öteden beri cârî olan (süregelen) sünneti / kânûnu budur. (Peygamberini ve gerçek inananları üstün getirir.) (Ey Peygamberim!) Allah’ın sünnetinde hiçbir değişme bulamazsın.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni bu, şânı yüce Allâh’ın yaratmaktaki sünneti ve âdetidir. Küfür ve îman, hak ile bâtılın açıkça ortaya çıkacağı bir yerde karşı karşıya gelecek olursa, mutlaka Allah îmânı küfre karşı muzaffer kılar, hakkı yükseltir, bâtılı alçaltır. Bedir günü gerçek dostları olan müminlere yaptığı gibi; onları müşrik düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştı. Hâlbuki Müslümanların sayıları ve silâhları oldukça azdı. Müşrikler ise hem sayıca hem silâhça daha fazlaydı.’ (S. HAVVÂ, 13/505)
Bu ilâhi yasa değişmez bir kânundur, sürüp gider. Fakat bâzen belirli bir süreye kadar gecikebilir. Bu gecikmeye müminlerin tuttukları yol ya da yüce Allâh’ın bildiği davranış biçimleri neden olabileceği gibi; bâzen de sebep, müminlere zaferin ve kâfirlere yenilginin doğacağı ortamı hazırlamak olabilir. Ki bu ortamın bir değeri ve etkisi olsun. Ya da bu gecikmenin nedeni ne birinci ihtimaldir ne de ikinci. Ancak yüce Allâh’ın bildiği başka bir şeydir. Fakat ne olursa olsun, yüce Allâh’ın yasası aslâ değişmez. (S. KUTUB, 9/302)
(24).‘(Ey mü’minler!) Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke’nin içinde (Hûdeybiye’deki sulhtan dolayı) onların ellerini sizden ve sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu buyruklarla şânı yüce Allah, müşriklerin onlara ilişmelerine fırsat vermediği zamanda mümin kullarına olan lütfunu hatırlatmaktadır. Müşriklerin onlara herhangi bir kötülük yapmasına fırsat vermediği gibi, müminlerin ellerinin onlara uzanmasına da engel olmuştur. Böylelikle Mescid-i Harâm’ın yakınında onlarla savaşmadılar. Aksine şânı yüce Allah her iki grubu da korumuş ve aralarında müminler için dünyâda da âhirette de pek çok hayırlı olan güzel sonuçları müminler lehine tecelli eden bir barışın yapılmasını gerçekleştirdi.’ (S. HAVVÂ, 13/507)
‘Sizin müşriklere karşı zafer elde etmenizi sağladıktan sonra’ Bu cümle, hem Hudeybiye barış antlaşmasının bir zafer, hem de zaferin Allâh’ın bir lütfu olduğunu, barışta ve savaşta zafer ve başarı elde etmenin sâdece insanların irâdesi ve çalışması ile değil, aynı zamanda Allâh’ın irâdesi ve lütfu ile olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 7/260)
Bu zafer nasıldı? Önce: Müslümanların Hûdeybiye’ye kadar varıp da orada ordu kurmaları bile bir zaferdi. Çünkü Hâlid b. Velîd ikiyüz kadar Kureyş atlısının kumandanı olarak Kürai Gamim’e kadar gelmişti, ashâba yaklaşmak istedi, Rasûlullah Abbad b. Bişr’i görevlendirdi. O da atlıları ile ileri vardı, karşılarında saf tuttu, öğle vakti olmuştu, Rasûlullah korku namazı kıldı, Hâlid çekildi, gitti. Rasûlullah da yolu sağ tarafta yokuşa durup, Hûdeybiye’ye kadar vardı, diye haber verilmiştir. (Buhâri, Ebû Dâvud, Ahmed b. Hanbel) İkinci olarak Tirmizi ve daha başkaları Hz. Enes’ten rivâyet etmişlerdir ki, seksen kişi sabah namazı vakti, peygamberi öldürme niyetiyle Ten’im dağı tarafından peygamber ve ashâbının üzerine inmişlerdi, yakalandılar; sonra da peygamber (fakat barışı olumsuz etkilememesi için, KUR’AN YOLU, 5/77) onları serbest bıraktı. (Müslim, Tirmizi Tefsiru Suretü Fetih 1 H. No 3264, Ebû Dâvud, Ahmed b. Hanbel) Bir de bu âyetin Mekke fethi hakkında olduğuna dâir İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretlerine dayandırılan bir söz vardır. (ELMALILI, 7/171)
(25).‘Onlar (Mekkeli müşrikler), hem kâfir olan / inkâr eden hem de sizi Mescid-i Harâm’(ı ziyâret)den ve bekletilen kurbanları (kesim) yerine ulaşmaktan alıkoyan kimselerdir. Eğer (Mekke’de) kendilerini henüz bilemediğiniz (îmânını gizleyen) mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar olup da bilmeyerek onları çiğnemeniz ve bu sebeple onlardan size bir sıkıntı (ve günah / sorumluluk) isâbet edecek olmasaydı (Allah, ellerinizi onlardan çekmez, Mekke’nin savaşla fethine izin verirdi).’ Mekke’de müşriklerle birlikte bulunan, onlardan ayırt edilmeyen bir müslüman topluluğu da bulunuyordu. Şöyle de denilmiştir: Eğer sizler müşrikler arasında bulunan ve bilmeksizin helâk olmalarına sebep teşkil edeceğiniz, bunun sonucunda ise hoşunuza gitmeyecek durum ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmanız sözkonusu olmasaydı, sizin ellerinizi onlardan geri çekmezdi. Kısacası, eğer müminler olmasaydı, sizleri onlara musallat kılardık, siz de onları öldürürdünüz, onların kökünü kazırdınız. Fakat aralarında öldürme esnâsında sizin bilmenize imkân bulunmayan mümin erkek ve kadınlar bulunmaktadır. Bundan dolayı ellerinizi onlardan çektik. (S. HAVVÂ, 13/508)
‘Allah, dilediğini rahmetine eriştirmesi için (böyle yapmış)tır.’ (Bu) buyruk, âyet-i kerîmenin delâlet ettiği ve sözkonusu ettiği Mekke hâlkına ilişilmemesi ile aralarından müminlerin korunması maksadıyla onlarla savaşmanın alıkonulmasının sebebini beyan etmektedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Bu şekilde ellerin çekilmesi ve azâbın engellenmesi yüce Allâh’ın onların îman edenlerinin hayır ve itaatlerini arttırmak üzere rahmetine yâni tevfikine alması yâhut da müşrik olanları arasından arzu eden kimsenin İslâm’a girmesi içindir. (S. HAVVÂ, 13/508)
(…) Yüce Allah, Kureyş’in mağlûp edilip Mekke’nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de murâd-ı ilâhi, Mekkelilerin her yandan çembere alınması yoluyla çâresiz ve güçsüz hâle getirilmeleri, hiçbir eziyete lüzum kalmadan mağlûp olmaları ve nihâyet Kureyş kabîlesinin topyekün İslâm’ı kabul edip Allâh’ın rahmetine nâil olmalarına zemin hazırlamak idi. Gerçekten de Hûdeybiye’den sonra geçen iki sene bu maksat için kâfi geldi. (MEVDÛDİ’den Ö. ÇELİK, 4/578)
‘Eğer onlar (Mekkeli mü’minlerle kâfirler) seçilip ayrılsalardı, onlardan küfre sapan / inkâr edenleri (ellerinizle) elbet acıklı bir azap ile azaplandırırdık.’ Nesefi’nin ifâdesine göre, eğer kâfirlerle müslümanlar birbirlerinden ayrılmış olsalardı, o Mekke halkı arasından inkâr edenleri elim bir azâba uğratırdık. İbn Kesir’in açıklamasına göre, sizleri onlara musallat eder ve alabildiğine onları öldürürdünüz. (S. HAVVÂ, 13/508)
(26).‘O kâfir olanlar, kalplerine asabiyeti, câhiliye asabiyetini (kibir ve bağnazlığını) koymuşlarken, Allah da Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine huzur ve güvenini indirdi.’ Burada sekînet, (huzur ve sükûn)dan kasıt, huzur, vakar ve hilim (tahammülkârlık)‘dır. Bu ise görmüş olduğumuz konumlarda müşriklere karşı takınılan tavırların ifâdesidir. (S. HAVVÂ, 13/509)
‘câhiliye hamiyeti’ anlamsız, gereksiz, yersiz, aşırı koruyuculuk ve gayretkeşlik demektir. Mekkeli müşrikler, kendilerini Kâbe’nin gerçek sâhipleri zannediyor ve Müslümanların Kâbe’yi ziyâret etmelerini şereflerinin çiğnenmesi olarak değerlendiriyorlardı. (İ. KARAGÖZ 7/264)
‘O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliye taassubunu yerleştirmişlerdi.’ Kureyş, Hûdeybiye antlaşmasında besmeleyi, ‘Bismike Allahümme’ (Ey Allah’ım senin adınla), Rasûlullah kelimesini ‘Abdullah’ın oğlu Muhammed’ şeklinde değiştirmişler ve o yıl umre yapmaya izin vermemişlerdi. (H. DÖNDÜREN, 2/818)
Müşriklerin aslında hiç kimseyi Kabeyi ziyaretten men etme hakları yoktu. Bunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat sırf câhiliye taassubu ile hareket edip, Müslümanların ziyâretine izin vermediler. Eğer Allah Rasuılü (s) bu kadar kalabalık bir grupla Mekke’de görünürse, bütün Arap yarımadasında şöhretlerinin söneceğini ve gururlarının kırılacağını düşünüyorlardı. Onların son derece kışkırtıcı bu câhiliye taassuplarına mukâbil, Cenâb-ı Hak Rasûlünün ve müminlerin kalplerine huzur ve sükûn indirdi. Onlara sabır ve vakar verdi. Böylece öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Bilakis takvâya sarıldılar. Aşırı davranışlardan kaçındılar. (MEVDÛDİ’den Ö. ÇELİK, 4/579)
‘Onları takvâ kelimesine bağladı.’ Tirmizi ve (..) Dârekutni ve diğerleri Übey b. Ka’b’dan merfu olarak rivâyet etmişlerdir ki takvâ kelimesi ‘La İlahe İllâllah’tır. (ELMALILI, 7/177)
‘Zaten onlar da buna lâyık ve buna ehil idiler.’ O müminler ilm-i ilâhide o kelimeye daha lâyıktılar ve hem de ehildiler. Öyle bir kelimeyle korunmak, diğerlerinden daha çok onların hakları idi. Hem de onu korumaya ve ona uymaya ehil olan, müşrikler değil onlar idi. Çünkü Allah onlardan râzı olmuştu, o câhiliyyet taassubu sâhibi müşrikler, korunmaya lâyık olmadıkları gibi, onu koruma ve devam ettirme ehliyetine de sâhip değildiler. Nitekim öyle oldu, müminler korundu ve güzel âkıbet onların oldu. (ELMALILI, 7/177, 178)
‘Allah herşeyi hakkıyla bilendir.’ O bakımdan işleri maslahatlarına uygun şekilde yürütür. Yâni O, kimin hayra kimin de şerre lâyık olduğunu çok iyi bilendir. (S. HAVVÂ, 13/509)
48/27-29 MUHAMMED ALLÂH’IN ELÇİSİDİR
- Andolsun ki Allah, Rasûlü’ne o rüyâyı hak ile doğru çıkardı. (Ey müminler!) Allah dilerse, güven içinde (kiminiz) başlarınızı tıraş ederek ve (kiminiz) saçlarınızı kısaltarak korkusuzca mutlaka Mescid-i Harâm’a girecek (ve umrenizi yapacak)sınız. Fakat O, sizin bilmediklerinizi bildi de önce yakın bir fetih (olan Hayber fethini) verdi.
- Allah, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için, Rasûlü’nü, hem hidâyet (rehberi Kur’an) ile hem de (son) hak din (İslâm) ile göndermiştir. (Buna) şâhit olarak da Allah yeter. [krş. 9/33; 61/9]
- Muhammed Allah’ın Elçisi’dir. Onunla berâber olan (mü’min)ler, kâfirlere / İslâm karşıtlığı yapanlara karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler. Onların (namazda) rükû yaptıklarını (ve) secde ettiklerini görürsün. Onlar, Allah’tan (dâimâ) lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde secdelerin eserinden (meydana gelen) nişanları vardır. Tevrat’taki nitelikleri budur. İncil’deki nitelikleri de (şöyledir: Onlar) filizini çıkaran, derken onu (filizini) kuvvetlendiren, kalınlaşan, zamanla gövdesi üzerinde doğrulup dikilen bir ekin gibidir ki ekincilerin hoşuna gider, (Allah Rasûlü’nün ashâbı ile birlikte böyle gelişip kuvvetlenmesinin misâlle anlatılması) kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden îman edip de sâlih amel işleyenlere, bağışlama ve büyük mükâfat vaadetmiştir.
27-29. (27).‘Andolsun ki Allah, Rasûlü’ne o rüyâyı hak ile doğru çıkardı.’ Hz. Peygamber Hûdeybiye seferine çıkmazdan önce rüYâsinda kendisini ve ashâbını given içinde, başlarını tıraş ederek Mekke’ye girer görmüş ve bu durumu ashâbına haber vermişti. Buna sevinen sahâbiler umre seferine çıkmış, ancak Hûdeybiye’den geri dönünce üzülmüşlerdi. Hattâ kimi münâfıklar şüpheye düşüp ileri geri konuşmuşlardı. Fakat bunda bir hikmet vardı ve en yakın fetih olan Hayber’le öteki fetihlere zemin hazırlanmıştı. (H. DÖNDÜREN, 2/818)
Sâdık Rüyâlar: ‘İyi rüyâ Allah’tandır.’ (Müslim Rüyâ 3). İyi rüyâlar iki kısma ayrılır: Peygamberlerin rüyâsı ve sâlih müminlerin rüyâsı. Peygamberlerin rüyâsı, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla gelen ilâhi telkinlerdir. Asıl rüyâ, hak ve gerçek olan rüyâ budur. Bu tür rüyâ(lar) Peygamberlere özgüdür. Peygamberimize ilk vahiy ‘sâdık rüyâ’ olarak gelmiştir. (Buhâri Bed’ül Vahy 1). (İ. KARAGÖZ 7/267)
Hadis: ‘Biriniz sevdiği bir rüyâ gördüğü zaman, bu rüyâ Allah’tandır. Onun için Allâh’a hamd etsin ve rüyâyı sevdiklerine anlatsın.’ (Buhâri Ta’bir 3; İ. KARAGÖZ 7/267)
Kötü Rüyâlar: Peygamberimiz kötü rüyâyı ‘hul(ü)m’ olarak isimlendirmiş, iyi rüyanın Allah’tan, kötü rüyanın şeytandan olduğunu bildirmiştir. (Buhâri Ta’bir 2, Tirmizi Rüya 4; İ. KARAGÖZ 7/268).
‘Allah dilerse, güven içinde başlarınızı tıraş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkusuzca mutlaka Mescid-i Harâm’a gireceksiniz.’ Hz. Peygamber rüyâsında ashâbı ile güvenli bir şekilde Mekke’ye gidip umre yaptıklarını görmüş ve bunu da anlatmıştı. Umre yapmak için yola çıkmış olan Hz. Peygamber ve sahâbîlerini müşrikler Mekke’ye sokmamışlardı. Bundan dolayı Hûdeybiye’de onlarla antlaşma yaptılar. Bu antlaşma yapılırken Mekkeliler antlaşmanın başındaki besmelenin “Rahmân” ve “Rahîm” kelimesi ile “Allâh’ın Rasûlü” kelimesinin yazılmasına itiraz etmişlerdi. Hz. Peygamber de ilerisinin zafer olacağını bildiği için isteklerini kabul etmiş, antlaşmaya “Bismikellâhümme, Abdullah oğlu Muhammed’den” şeklinde başlanılmıştı. İşte Allah, bu duruma canları sıkılan mü’minlerin gönüllerine ferahlık için (..) (bu) âyeti indirerek rüyâsının gerçekleşeceği müjdesini vermiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/513)
Tıraş veya saçları kısaltmadan (ihramdan) çıkılmaz ve ihram yasakları devam eder. Umre ibâdetinde ihramlı olarak Kâbeyi tavaf edip, Safâ ve Merve Tepeleri arasında sa’y yaptıktan sonra saçları tıraş edip veya kısalttıktan sonra ihramdan çıkılabilir. (İ. KARAGÖZ 7/269)
Yâni kiminiz kazıtmış, kiminiz kırktırmış bir hâlde, İhramdan çıkarken tıraş olmak hac veya umrenin eylemlerindendir. Buradan anlaşılır ki kazıtmak vâcip değildir. Taksir, yâni kırkmak, kısaltmak ta câizdir. Şu kadar var ki, önce ifâde edildiğinden dolayı kazıtmak daha iyidir. (ELMALILI, 7/180)
Bu cümle içerisinde ‘Allah dilerse’ ifâdesi, Cenâb-ı Allâh’ın vaad ettiği şeyi, yine O’nun dilemesine bağlamaktadır. Bu ifâde aynı zamanda, kulların yapmayı plânladıkları şeyleri ‘inşâallah’ diyerek Allâh’ın dilemesine bağlamalarını öğretmek içindir. Yoksa –haşa- Allâh’ın âyette vaad edilen şeyi yapıp yapmama konusunda tereddütlü olduğu anlamına gelmez. (İ. H. BURSEVİ, 19/412)
Burada ayrıca müslümanların Mekke’ye girmelerinin kendi güç ve kuvvetlerine değil, Cenâb-ı Allâh’ın dilemesine bağlı olduğuna işâret edilmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 19/412)
‘Fakat O, sizin bilmediklerinizi bildi de önce yakın bir fetih verdi.’ İbn Kesir der ki: Bu fetih ise sizlerle müşrikler arasında gerçekleştirilecek barıştır. Nesefi de şöyle demektedir: ‘Burada söz konusu edilen fetih, Hayber kalelerinin fethidir. Böylelikle vaadolunan fetih müyesser oluncaya kadar müminlerin kalpleri rahat bulmuştur.’ Her iki müfessirin de belirttiği bütün hususlar gerçekleşmiş ve ortaya çıkmıştır. (S. HAVVÂ, 13/510, 511)
Hûdeybiye seferinden birkaç hafta sonra Hayber fethi gerçekleşti. Ertesi yıl kazâ umresi yapılarak Allah Rasûlünün rüyâsı gerçekleşti. İki yıl sonra da Mekke fethedildi. Mekke hâlkı için İslâm’a büyük zarar veren birkaç kişi dışında genel af ilân edildi. Kâbe putlardan temizlendi. Medîne’ye bağlı bir vâli tarafından yönetilen bir belde oldu. Ancak henüz çevreden müşrik topluluklarının da Kâbe hac ziyareti devam ettiği için ilk yılda Allâh’ın elçisi, hacca katılmadı. Hz. Ebû Bekir’in yönetiminde ilk hac yapıldı. Hz. Ebû Bekir daha yolda iken inen Tevbe sûresinin ilk âyetlerinde, artık bundan sonra müşriklere Hicaz’a giriş ve Kâbe ziyâreti yasaklandı. Ertesi yıl (10/632) Allâh’ın Rasûlü vedâ haccını îfâ etti ve üç aydan az bir süre sonra da dünyâdan ayrıldı. (DÖNDÜREN, 2/818)
(28).‘Allah, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için, Rasûlü’nü, hem hidâyet (rehberi Kur’an) ile hem de hak din (İslâm) ile göndermiştir.’ Çünkü şeriat iki şeyi kapsamaktadır: İlim ve amel. Şer’i ilim, sahih bir ilimdir. Şer’i amel de makbul bir ameldir. O bakımdan âyet-i kerîmenin verdiği haberler de haktır; dile getirdiği gerçek te haktır. ‘Şâhit olarak da Allah yeter.’ Yâni Allâh’ın vaad ettiklerine dâir O’nun şehâdeti yeterlidir. Nitekim bunlar gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. (S. HAVVÂ, 13/511)
‘Hak din’ ifâdesinde ‘hak’ kelimesi ‘kendisi sâbit olup diğer dinleri nesh ve iptal eden’ anlamına gelir. Âyetin bu kısmı ’hak din olan İslâm’ı tüm dinlere, o dinlerdeki doğru olan bâzı hükümleri, bunların üzerinden epey zaman geçmesi sebebiyle değiştirilmesi gerektiği için nesh ederek, bâtıl olan hükümlerin de geçersizliğini ortaya koyarak üstün ve gâlip kılmak için’ demektir. Yine bu ifâdede ‘müslümanları diğer din mensuplarına hâkim kılarak İslâm’ı bütün diğer dinlere üstün ve gâlip kılmak için’ anlamı da vardır. (İ. H. BURSEVİ, 19/418, 419)
Allâh’ın şâhit olarak yetmesi, Hz. Muhammed’in hak peygamber, rüyasının ve söylediklerinin doğru olmasına tanıklık etmesidir. (İ. KARAGÖZ 7/270)
Burada Allah Rasûlü (s)’in berâberinde bulunan ve Kur’an’ın beyânıyla örnek mümin bir cemaat olan ashâb-ı kirâmın önde gelen vasıfları tablolar hâlinde beyan edilir. (Ö. ÇELİK, 4/584)
(29).‘Muhammed Allâh’ın Elçisi’dir. (1) Onunla berâber olan (mü’min)ler, kâfirlere / İslâm karşıtlığı yapanlara karşı çok şiddetli, (2) kendi aralarında ise çok şefkatlidirler.’ Kâfirlere karşı Peygamber’in ashâbının sert olması, onların kâfirlere karşı haşin ve katı davranmaları demek değil, îmanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, hayat düzenlerinin olgunluğu ve îmanlarından gelen ileri görüşlülüklerinin şaşmazlığı sebebiyle kâfirler karşısında granit bir kaya gibi sağlam durmaları demektir. Kâfirlerin istedikleri gibi çevirebilecekleri, şahsiyet tanımayan varlıklar değillerdir onlar. Müşriklerin dişleri arasında rahatça çiğneyip eritecekleri yumuşak bir yem değildir onlar. Onlar korku ile sindirilemezler. Onlar birtakım ihtiraslarla satın alınamazlar. Hz. Peygamber’in yoluna baş koymuş bu müminleri o yüce dâvâlarından döndürmeye kâfirlerin gücü yetmeyecektir. (MEVDÛDİ, 5/397)
Nesefi şöyle demektedir: ‘Onların kâfirlere karşı zorlu ve çetin olmaları o derece idi ki, elbiselerinin kâfirlerin elbiselerine yapışmasından, bedenlerinin kâfirlerin bedenlerine dokunmasından sakınırlardı. Aralarındaki merhamet de o dereceye ulaşmıştı ki, bir mümin bir diğer mümini gördü mü mutlaka onunla tokalaşır ve onunla kucaklaşırdı. (S. HAVVÂ, 13/513)
Hadis: ‘Karşılıklı sevgi ve merhametlerinde müminlerin misâli bir tek vücudun misâli gibidir. O vücuttaki herhangi bir organ rahatsızlanacak olursa, vücudun diğer kısımları da ateşlenerek, uykusuz kalarak ona katılır.’ Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: ‘Müminin mümine karşı durumu birbirlerini güçlendiren yapı taşları gibidir.’ Hz. Peygamber böyle derken parmaklarını da birbirine geçirmişti. Her iki hadîs-i şerif, Buhâri Edeb 27 ve Müslim Birr 66’de yer almaktadır. (S. HAVVÂ, 13/530)
(3) ‘Onların rükû yaptıklarını (ve) secde ettiklerini görürsün. (4) Onlar, Allah’tan lütuf ve rızâ isterler.’ İbn Kesir der ki: ‘Onları çokça amel işlemekle, çokça namaz kılmakla nitelendirdi. Namaz ise, amellerin en hayırlısıdır. Aynı şekilde kıldıkları namazı Allah için ihlâslâ kılmakla ve Allah katında büyük sevap olan Allâh’ın lütfunu da içeren cenneti Allah’tan ummakla niteledi. Allâh’ın lütfu ise onlara verdiği geniş rızık ve onlardan râzı olmasıdır ki, bu da beklenebilecek en büyük lütuftur. (S. HAVVÂ, 13/513)
(5) ‘Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.’ Allah için ihlâs ile secde edip durdukları yüzlerinin temiz ve parlayan nûrâniliğinden bellidir. Bir hadîs-i şerifte ‘Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü güzel olur.’ (İbn Mâce) Ebû’s Suud tefsirinde der ki: ‘Çok secde etmekten meydana gelen izdir.’ Hz. Peygamber (s)’den rivâyet olunan ‘Yâni suratlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız.’ (İbnü‘l Esir, en Nihâye) hadisi ile geçen yasaklama, alınlarını yere sürterek o sîmâları meydana getirmeye çalışanlar hakkındadır ki, o sırf gösteriş ve fitnedir. Buradaki söz ise yalnız Allah için secde eden, tam samîmi secde edenlerin yüzlerinde meydana gelen izdir. Mücâhid’den rivâyet edildiğine göre: İbnü Abbas demiştir ki: ‘sîmâhüm fi vücûhihim…’ âyetindeki iz, göreceğiniz iz değil, fakat İslâm çehresi, karakteri, tavrı, vakar ve tevâzuudur. Bâzı müfessirler de bunu, dünyâdaki secdelerinden, namazlarından kıyâmet günü yüzlerinde meydana çıkacak nur diye rivâyet etmişlerdir. (ELMALILI, 7/181, 182)
Hadis: ‘Şüphesiz ümmetim Kıyâmet günü aldıkları abdestlerin izlerinden oluşan parlaklık ve güzelliğinden bilinerek çağrılır. Sizden parlaklığını artırmaya gücü yeten bunu yapsın.’ (Buhâri Salât 136; İ. KARAGÖZ 7/273, 274)
Hadis: ‘Kimin gece namazı çok olursa onun gündüz vakti yüzü güzel olur.’ (Tirmizi Salât 174; İ. KARAGÖZ 7/273)
(6) ‘Tevrat’taki nitelikleri budur. İncil’deki nitelikleri de (şöyledir: Onlar) filizini çıkaran, derken onu (filizini) kuvvetlendiren, kalınlaşan, zamanla gövdesi üzerinde doğrulup dikilen bir ekin gibidir ki ekincilerin hoşuna gider’ toprak sâhipleri ve eğitim öğretim üstadları onları gördükçe imrenir. İşte Rasûlullah ve ashâbı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Rasûlullâh’ın ahlâkının bereketi, eğitim ve öğretimiyle ümmetine ruh ve cisim yönünden verilen hayâti düzen ve neşenin bir ifâdesi ve Mekke fatihlerinin bir geçit resmi vardır. Katâde ve Dahhâk’tan rivâyet olunan tefsîre göre bu tasvir Muhammed ümmetinin İncil’de zikrolunan sıfatlarıdır. (ELMALILI, 7/182)
Nesefi şöyle demektedir: ‘Bu şânı yüce Allâh’ın İslâm’ın başlangıcına ve güçlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misâldir. Çünkü Peygamber (s) önce tek başına dâvete kalktı; daha sonra yüce Allah kendisi ile birlikte îman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden doğan diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirir. (S. HAVVÂ, 13/513)
‘Allah bu şekilde onlar sebebiyle kâfirleri öfkelendirir.’ Bu âyet-i kerîmeden İmam Mâlik – ondan gelen bir rivâyete göre – ashâb-ı kirâma buğzeden Rafızileri tekfir etmek hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir: ‘Çünkü Rafıziler ashâb-ı kirâma karşı öfke duyarlar, ashâb-ı kirâma öfke duyan bir kimse ise bu âyet-i kerîme sebebiyle kâfir olur. İlim adamlarından bir grup da onunla aynı kanaati paylaşmıştır. Ashâb-ı kirâmın faziletine dâir hadîs-i şerifler ile onların kusurlarını dile dolamanın nehyedilmesine dâir hadîs-i şerifler çoktur. Şânı yüce Allâh’ın onlardan övgü ile söz edip râzı olması da onlar için yeterlidir.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/514)
‘Allah îman edip sâlih amelde bulunanlarına hem mağfiret hem de büyük bir lütuf vaadetmiştir.’ Uçsuz, bucaksız ve şerefli rızık vaad etmiştir. İbn Kesir şöyle demiştir: ‘Allâh’ın vaadi ise doğrudur, gerçektir. Aslâ değişmez, değiştirilmez. Ashâb-ı Kirâm’ın izini takip eden herkes de onların hükmündedir. Ancak ashâb-ı kirâmın belli bir üstünlüğü, önceliği ve kemâli vardır ki, bu ümmetten hiçbir kimse bu hususta onlara yetişemez.’ (S. HAVVÂ, 13/514)