Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2858

Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2862
Hac Suresi - Tefsirim

Hac Suresi

22 /  Hac Sûresi

Medîne döneminde inmiştir. 78 âyettir. Bir görüşe göre 52-55. âyetler Mekke ile Medîne arasında inmiştir. Adını 27. âyetteki aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/331)

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

22/1-4  KIYÂMET  DEPREMİ

1. Ey insanlar! Rabbinizin emirlerine ve yasaklarına uygun yaşayın. Gerçekten (kıyâmet) saati(ni)n sarsıntısı çok büyük (dehşetli) bir şeydir. [bk. 56/4-5; 69/14-15; 99/1-2]

2. (Ey Peygamberim!) Kıyâmeti gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutup terkeder, her gebe (kadın) yükünü düşürür. Sen, insanları sarhoş (imişgibi) görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azâbı pek şiddetli olacaktır.

3. Kimi insanlar da bilgisi olmadığı hâlde Allah hakkında tartışır ve azgın şeytana  uyar.

4. O (şeyta)nın hakkında yazılmıştır ki: “Kim kendisini dost edinirse kesinlikle onu saptırır ve o kimseyi (cehennemin) alevli ateşine iletir.”

1-4. (1).‘Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıyâmet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.’ Gerçekten de kıyâmet saati büyük bir iştir. Müthiş bir olaydır. Dehşete düşürücü bir haber, korkunç bir hâdise, hayretler içinde bırakıcı bir olaydır. (S. HAVVÂ, 9/265)

İbnKesirderki: ‘Başka âlimlerdeşöyledemiştir: Bu, kabirlerden kalktıktan sonra Arasat’a kalkılacağı günde meydana gelecek dehşet, korku, sarsıntı ve kargaşadır. İbn Cerir de bu görüşü tercih etmiştir. Bu görüşü kabul edenler, bir takım hadis-i şerifleri delil gösterirler. (Geniş bilgi için, S. HAVVÂ, 9/267 vd. bakabilirler.) (S. HAVVÂ, 9/267)   

Saat sözcüğü, kıyâmet günü demektir. Bu şiddetli sarsıntı, kıyâmet gününe yakın bir zamanda, güneşin batıdan doğuşundan sonra olacaktır. Ebû Hüreyre (r)’ın sorusu üzerine Hz. Peygamber, İsrâfil (as)’ın üç kere sûra (boynuz) üfüreceğini, bunların ‘korku üfürüşü’, ‘canlıların düşüp öleceği üfürme’ ve ‘yeniden dirilme üfürüşü’ olacağını bildirmiştir. Yukarıdaki âyette sözü edilen, ilk üfürüş olmalıdır. (bk. Zilzâl, 99/1-5; Hâkka, 69/14; Ahzâb, 33/11; H. DÖNDÜREN, 2/533)

Abdullah b. Abbas, Şa’bî, el Hasen el Basri, Atâ b. Ebî Rabah, Süddî ve İbn Cüreyc’e göre (..) ilgili âyette belirtilen zelzele, kıyâmet öncesinde dünyâda gerçekleşecektir. (Taberi, Begavi, Zemahşeri’den M. DEMİRCİ, 2/331)

(2).‘Onu (sarsıntıyıveyakıyâmeti) gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutur.’ Gördüklerinin dehşetinden insanlar arasında en sevdiğine bile dikkat edemez. Hâlbuki anne, insanlar arasında en şefkatli olandır. Çünkü bu, onun süt vermekte olduğu yavrusudur. Onu emzirmekte iken bile dehşetinden (onu) unutuverecektir. Yüce Allâh’ın ‘emzikli’ buyruğu bu dehşet verici olay gerçekleştiğinde eğer, süt emen yavrusuna memesini vermiş bulunuyor ise, memesini ağzından bu göreceği dehşetler dolayısıyla çekivereceğine işârettir. (S. HAVVÂ, 9/265)

Şâanı Yüce Allâh’ın ‘Her emzikli emzirdiğini unutur; her gebe yükünü düşürür’ buyruğunun dış görünüşe göre yorumlanması de mümkündür. Çünkü hamile olarak ölen kadınlar olduğu gibi, çocuklarına süt vermekte iken ölen kadınlar da vardır. Ve bunların hepsi de öldükleri hâl üzere haşredileceklerdir. (S. HAVVÂ, 9/270)

Hadis: ‘Ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Gökyüzü gıcırdadı. Gıcırdamakda da haklıdır. Çünkü dört parmak kadar bir yer yok ki, orada bir melek alnını yere koyup Allâh’a secde etmiş olmasın. Allâh’a yemin ediyorum ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Yataklarınızda hanımlarınızdan zevk almazdınız. Allâh’a yalvarıp yakarmak için yollara düşerdiniz. (Tirmizi Zühd 9;  İbn Mâce Zühd 19’dan, Ö. ÇELİK, 3/405)

(3).‘İnsanlardan kimi Allah hakkında bilgisizce tartışır.’ (Bu âyet) Nadr b. Haris hakkında inmiştir. O, Allâh’ın, ölüp de toprağa dönüşen bir insanı yeniden diriltemeyeceğini ve Kur’ân’ın uydurma bir kitap olduğunu söylüyordu. (H. DÖNDÜREN, 2/533)

(4).‘Onun (şeytanın) hakkında şu hüküm yazılmıştır: O kendisini velî edinen kimseyi saptırır.’ Şeytana insanları doğru yoldan saptırma fırsatı verilmekle berâber, ona uyanlar, irâdelerini bu yönde kullandıkları, ilâhi uyarıları bir kenara bırakıp şeytanı dost edindikleri için sorumluluk kendilerine âittir. (şeytan hakkında bilgi için bk. Fâtiha, 1/1 (euzü); Bakara 2/34; Nisâ 4/117-121; Enfâl 8/48, KUR’AN YOLU, 3/712)      

22/5-7  KUDRETİMİZİ GÖSTERMEK İÇİN

5. Ey insanlar! Şâyet öldükten sonra dirilmekten şüphe etmekte iseniz (ilkyaratılışınızıhatırlayın). Kesinlikle bilin ki biz, sizi (ilkönce) topraktan, (insanolarakyarattıktan) sonra (sırasıylaonuniçindençıkan) nutfe (aşılanmışyumurta / zigothâlin)den sonra bir alâka, sonra (üzerindeuzuvlarınınbirkısmıbelirlibirkısmıbelirsizküçükbiretparçasından) bir mudgadan yarattık ki size (neolduğunuzuvekudretimizi) açıklayalım. Rahimlerde dilediğimizi, belirtilmiş bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir bebek hâlinde çıkarıyoruz. Derken olgunluğa erişmeniz için (sizibüyütüyoruz). İçinizden kimi (erken) öldürülüyor, kimi de daha önce bâzı şeyleri bilirken, sonra hiçbir şey bilmez hâle gelmesi için erzel-i ömr’e (ömrünenkötüdevrine) itiliyor. Yeri de görürsün ki kupkurudur. Fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten (nice) bitkiler bitirir.

6. Bu da, Allah’ın gerçek(tenvar) oluşu(nundelili)dir. (VeherşeyinO’nunirâdesiylegerçekleşmesidir.) Hiç şüphesiz ölüleri O diriltir ve her şeye hakkıyla kâdir olan da O’dur.

7. Elbet o kıyâmet) gelecektir. O(nungeleceği)nde şüphe yoktur. Şüphesiz ki Allah, (ogün) kabirlerde olan kimseleri diriltecektir. [krş. 36/78-80]

5-7. (5).(Ey insanlar!) Eğer siz ölümden sonra dirilme konusunda şüphe içide iseniz, ..’ Yüce Allah, âyetin ilk cümlesinde âhiret hayâtına ve ölen insanların dirileceğine inanmayanlara insanların yaratılması ve yağan yağmurlarla toprağın canlanmasını hatırlatmaktadır. Nasıl insanlar yok iken Allah onları yaratıyor ve sonbaharda kurumasından sonra ilkbaharda ısınan hava ve yağan yağmurlar ile yeryüzünü canlandırıyor ise insanları da aynı şekilde ölümlerinden sonra diriltecektir. Bunda zerre kadar şüphe etmemek gerekir. Bir varlığı ilk defa yaratan yüce Allah, o varlığı yenide yaratmaya gücü yetmez mi? Kesinlikle yeter. (İ. KARAGÖZ 4/641)   

(1)‘Biz sizi topraktan yarattık.’ İnsan topraktan iki kere yaratılmıştır. Birincisi Âdem (as)in yaratıldığı gündür; (2) ikincisi ise bir nutfe ve bir yumurtacık hâline geldiği zaman topraktan yaratılmış olur. Çünkü bunlar gıdâdan yaratılmıştır, gıdâ ise toprak, su ve havadır.

‘Sonra (2) nutfeden’  meni yaratığından, ‘sonra (3)  alâkadan’ bu, nutfenin tekâmül ettikten sonraki ikinci aşamasıdır, (4) ‘sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten’ budaceninin üçüncü tekâmül / gelişim aşamasıdır.

Genel mânâ şudur: Eğer öldükten sonra dirilmek konusunda şüphe ediyor iseniz, yaratılışınızın başlangıcına dikkat ediniz! Bu sizin şüphenizi giderecektir. İlk olarak gördüğünüz şekilde sizi yaratmaya kâdir olan, tekrar diriltmeye de kâdirdir. (S. HAVVÂ, 9/272)

‘erzel-i ömür’ İbn Kesir, ömrün en fenâ zamânı (erzel-i ömür)’nın tefsîri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: O ihtiyarlık ve kocamışlık hâli, kuvvet, akıl ve anlayış zayıflığı, bunamak ve düşünce zayıflığı gibi çeşitli eksikliklerdir. (S. HAVVÂ, 9/272)

Hadis: Sizden herhangi birinizin hilkati annesinin karnında kırk gün kırk gece bir arada bulunur; sonra böyle bir süre kadar bir çiğnem et olur; sonra Allah ona meleği gönderir, ona dört kelime emredilir: Rızkı, ameli, eceli. Ve mutlu mudur, bedbaht mıdır, yazılır, sonra da ona ruh üflenir. (Buhâri ve Müslim, İbn Mes’ud’dan, S. HAVVÂ, 9/275)   

Basit ve cansız toprak elementleri ile canlı sperma hücrelerinden oluşan meni arasındaki mesâfe korkunçtur. Bu dönüşümün evrelerinde büyük bir sır yatmaktadır; hayat sırrı… Milyarlarca senedir süren bu sır hakkında insanlar hâlâ kayda değer bir şey bilmemektedirler. Milyarlarca senedir her an basit elementlerden canlı hücrelere doğru gerçekleşen bu sayısız dönüşümler hakkında doyurucu bir şey bilmemektedirler. Bütün bu olup bitenleri gözlemlemek ve onaylamaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden. İnsan bu konuda oldukça istekli de olsa, hayâtın yaratılış ve ortaya çıkış sırrını keşfedemez. Her defâsında bir imkânsızlıkla karşı karşıya kalır. (..) Bunun yanında bir de insan menisinin pıhtılaşmış kana, pıhtılaşmış kanın bir çiğnem ete, bir çiğnem etin de insana dönüşmesi sırrı var! (..) Nedir meni? Erkeğin suyudur. Bu suyun bir damlasında binlerce sperma var. Bunlar arasında bir tânesi rahimdeki suda bulunan kadın yumurtasını döller. Onunla bütünleşir ve rahmin duvarına yapışıp kalır. (..) Sperma tarafından döllenen bu yumurtada… Her şeye gücü yeten kudretin, onu kendi irâdesi ile oraya yerleştiren gücün yardımı ile rahmin duvarına asılın kalan bu küçücük noktada… Evet bu küçücük noktada ilerde oluşacak insanın tüm özellikleri, bedensel özellikleri, uzunluğu – kısalığı, şişmanlığı – zayıflığı, çirkinliği – güzelliği, hastalığı – sağlığı bir bir mevcuttur. Bu noktacıkta insanın sinirsel, akli ve ruhsal özellikleri de yatmaktadır, eğilimleri, ihtirasları, karakterleri, yönelişleri, saplantıları – yetenekleri gibi… (S. KUTUB, 7/324, 325)

Özetle diyebiliriz ki: Kadının yumurta hücresi, erkeğin sperma hücresi ile döllenmesinden sonra artık canlı bir varlıktır ve bir hafta içinde bir hücre topluluğu hâlinde rahim duvarına 11 gün içinde gelip yapışır. Bu yapışma (zona pellusida)dan sonra “dut” gibi asılır ve gömülüp kanla beslenmeye başlar. İşte bu, hücrenin alâka (embriyo) aşamasıdır. (4) Mudga (fetus) aşamasına kadar bu cenin (embriyo), bir et parçası hâlini alır ve çıkan somitlerle organ yerleri belli olur. Sekizinci haftanın sonunda, ceninin dış görünümü bir insan şeklini alır. Artık hızla gelişen ceninin (23/13-14) kemikleri, kasları ve derisi teşekkül etmiş olarak büyümeye devam eder. Nihâyet doğumla neticelenir. Canlı doğmak kaydıyla, çocuğun hak ve hukuku da cenin hâlinde iken başlar (Bâr, s. 81-107). (Ayrıca bk. 39/6). Cenin canlı oldukça mîras hakkı devam eder. Hilkati tamamlanmış cenin düşürülürse diyeti verilir (Müslim (Dâvudoğlu), II, 1309; Molla Hüsrev, s. 125).(H. T. FEYİZLİ, 1/331)

Ey insan, ‘yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün.’ … Buna göre yer küresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan, zamanla sönmüş olan toprak, esas itibâriyle yanıp sönmüş bir ateşin kül hâlindeyken katılaşıp tortulaşmasından ibârettir ki, hayatın son derece zıddıdır. ‘Böyle iken üzerine suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan toprak, harekete geçmekte’ yâni atomları ve elementleri bir canlanma gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir belirtisi olan bir sarsıntı ile harekete geçmekte ‘ve koparıp gelişmekte her güzel çiftten bitkiler bitirmektedir.’  (ELMALILI, 5/474)

22/8-13  ALLAH  KULLARINA  HAKSIZLIK  EDİCİ  DEĞİLDİR

8, 9. İnsanlardan kimi, ne bir yol göstereni ne de aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın bilgisizce Allah yolundan saptırmak için kibirle yanını bükerek / kasılıp böbürlenerek Allah hakkında tartışır! Onun için dünyâda bir rezillik vardır. Kıyâmet günü de ona (cehennemin) can yakıcı azabını tattıracağız.

10. (Kıyâmet günü kâfirlere🙂 “İşte bu, senin kendi yaptığın (günahlar) yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmedici değildir.” (denilecektir).

11. Kimi insanlar da (dîninbütününeinanmadığıhâlde) yalnız şartlı ve şüphe içerisinde Allah’a ibâdet eder. Kendisine bir hayır dokunursa (gönlü) bununla rahatlar. Eğer ona (hastalık, fakirlikgibi) bir kötülük dokunursa yüz üstü dönüverir (Allah’tanşikâyetebaşlarvedindenbiledöner). O dünyâda ve âhirette ziyâna uğramıştır. İşte bu apaçık ziyânın ta kendisidir.

12. Müşrik, Allâh’ı bırakır da kendisine zarar ve fayda vermeyen putlara tapar. İşte bu, sapıklığın (haktan) uzaklaşmışlığın ta kendisidir.

13. O, (böylece) kendisine zararı faydasından daha yakın olana tapar. O, ne kötü yardımcı ve ne kötü dosttur!

8-13. (8).‘İnsanlardan öyleleri de vardır ki, bilmeden hidâyeti olmadan, aydınlatıcı bir kitabı bulunmadan Allah hakkında tartışmaya girer.’ Bu âyette bilginin (a) Düşünme, (b) Deney ve tecrübe, (c) Vahiy (kitap) olmak üzere, üç kaynağına işâret edilmektedir. (H. DÖNDÜREN, 2/534)

‘Allah yolundan saptırmak için, büyüklenerek yüzünü çevirir.’  Bu âyet grubu, büyüklük taslamanın sapıklığın sebebi olduğunu bize göstermektedir. Kalbinde zerre ağırlığınca büyüklük bulunankimsenin, İslâm’ınhakikatineulaşmasımümkündeğildir. ObakımdanMüslüman nefsini Rasûlullah (s)’in belirlemiş olduğu şu ölçüye vurarak kendisini kibirden kurtarmaya çalışmalıdır. Hadis:  Rasûlullah (s) buyurdu ki: Kibir, insanları küçümsemek, hakkı da kabul etmemektir. (S. HAVVÂ, 9/277)

(10).‘Bunlar senin yaptıklarından ötürüdür.’ Dünyâda olsun, âhirette olsun azap görmenin sebebi, onun kâfir olması, büyüklük taslaması, yalanlamasıdır. ‘Yoksa Allah kullarına aslâ zulmedici değildir.’ Hiçbir kimseyi günahsız yere sorumlu tutmaz. Hiç kimseyi başkasının günahı ile sorumlu tutmaz. (S. HAVVÂ, 9/276)

Hadis-i Kudsi: ‘Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Ben zulmü kendime haram kıldım. Onu kullarıma da haram kıldım. O hâlde birbirlerine zulümde bulunmasınlar.’ (Müslim, Tirmizi’den İ. H. BURSEVİ, 13/27)   

(11).‘İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, Allah’a bir yar kenarında imiş gibi kulluk eder.’ Dinin kıyısından geçer. Bizzat ortasında yer almaz. Bu, onların dinleri konusunda huzursuzluk ve kararsızlık içerisinde bulunduklarına, bu konuda huzur ve sükûnlarının olmadığına bir misâldir. (S. HAVVÂ, 9/278)

‘Ona bir iyilik gelirse onunla yatışır, başına bir belâ gelirse yüzüstü döner.’ Medîne hâlkından olmayan birisi, Medîne-i Münevvere’ye gelip Müslüman olurdu. Eğer karısı erkek çocuk dünyâya getirir, atı da güzel bir tay doğurursa İslâm hakkında: ‘Bu doğru ve güzel bir din imiş’ derdi. Yok karısı doğurmaz, kısrağı da yavrulamazsa: ‘Bu ne kötü bir din imiş’ derdi. (Buhâri, Ö. ÇELİK, 3/412)  

İslâmhakkındaşüphesiolan (49/15), İslâm’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyen(2/85, 4/151) dili ile söylediğini kalbi ile onaylamayan (5/41, 61; 3/119) kimseler îman etmiş olmazlar. Îmansız amel makbul değildir. (5/5). Şartlı îman ve şartlı ibâdet olmadığı gibi, şüphe ile îman ve şüphe ile ibâdet de olmaz. Aynı şekilde dînî hükümlerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını kabul etmeyerek de îman olmaz. Dînin bir haramını, bir hükmünü, bir âyetini kabul etmeyen, hattâ beğenmeyen kimse îman etmiş olmaz. (İ. KARAGÖZ 4/649)   

22/14-17  ALLAH HERŞEYİ HAKKIYLA  BİLENDİR

14. Şüphesiz ki Allah, îman edip de sâlih ameller işleyenleri, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Elbette Allah istediğini yapar.

15. Kim Allâh’ın, o (Peygamberi’)ne dünyâda ve âhirette aslâ yardım etmeyeceğini sanıyorsa (veyardımıgörünceöfkeleniyorsa, herçareyebaşvursun, öfkesinden) semaya bir sebep (âlet / araç) bulup uzansın, sonra O’(nunvahiyveyardımı)nı kesmeye çalışsın da (hele) bir baksın onun tuzağı, öfkelenmekte olduğu şeyi hiç giderebilecek mi?

16. İşte biz onu (Kur’ân’ı) böyle apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah (kullarınınniyetveamellerinegöre) dilediğini doğru yola iletir.

17. Şüphesiz o îman edenlerle, o yahûdiler, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve (Allah’a) eş tanıyanlar var ya, Allah kıyâmet günü bunların arasını mutlaka ayıracak (haklarındalâyıkolanhükmünüverecek)tir. Çünkü Allah herşeye şâhittir. [bk. 2/62; 3/113-114]

14-17. (15).‘Kim dünyâda da âhirette de peygamberine, Allâh’ın yardım etmeyeceğini sanan kimse..’ Âyet, Gatafan ve Benî Esed kabilesinden bâzı kimselerhakkında inmiştir. Hz. Peygamber (s), bu kabileleri İslâm’a dâvet edince, ‘bizim yahûdilerle antlaşmamız var, biz Allâh’ın Muhammed’e yardım edeceğini zannetmiyoruz, eğer biz Müslüman olursak yahûdilerle aramız açılır ve yahûdiler bize yardım etmez, bu nedenle biz Müslüman olmayız’  derler ve bu âyet iner. (İ. KARAGÖZ 4/653) 

(16).‘Şüphesiz ki Allah, dilediğini doğru yola eriştirendir.’ Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesinin misâli şöyledir: Allah bütün Kur’ân-ı Kerim’i apaçık ve net âyetler hâlinde indirmiştir. Bundaki hikmet ise, Yüce Allâh’ın îman edeceklerini bildiği kimselerin hidâyete ulaşmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/283)

(17).‘Şüphesiz ki îman edenler, Yahûdiler, sabiiler, hıristîyanlar, mecûsiler ve şirk koşanlar arasında kıyâmet günü Allah kesin hükmünü verecektir.’ Görülüyor ki, bu âyette altı tâne dinden söz edilmiş, ancak bunlardan yalnız birincisi îman sâhibi olarak gösterilmiştir. Demek ki, geri kalan beşi küfür ehlidir.  Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda şirk açıkça belirtilmiştir. (ELMALILI, 5/478)

(Sâbiiler) Temelde Zebûr’a inanan, fakat zaman içinde yıldızlara tapan bir topluluk. Bunlar, Katâde’ye göre meleklere tapar. Mücâhid’e göre Yahûdilerle mecûsiler arasında bir topluluktur. (H. DÖNDÜREN, 2/534)   

22/18  GÖKLERDE  VE  YERDE OLANLAR  ALLÂH’A  SECDE  EDİYOR

18. Görmüyor musun ki göklerdekiler, yerdekiler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu, şüphesiz bizzat Allâh’a secde ediyor. (İnsanlardan) birçoğunun da üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi alçaltırsa, artık onu yükseltecek yoktur. Şüphe yok ki Allah ne dilerse (onu) yapar. [bk. 17/44] (SecdeÂyeti)

18-18. ‘Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar;  (yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa, melekler, nefisler, canlı ve cansız her şey., ELMALILI, 5/479)  güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah’a secde etmektedir.’ Yâni insanlara gelince, hepsi değil, çoğu da değil, bir kısmı; karşı taraftan daha çok değilse de yine de bir yekün teşkil eden, bir kısmı secde ediyor. Gerçi Yüce Allâh’ın etkin hükümranlığına bütün insanlar da ister istemez boyun eğer. Bu yönüyle ‘yerde bulunan kimseler’in genelinde onlar da vardır. Fakat serbest irâdeleriyle isteyerek Allâh’ın emirlerine boyun eğen ve O’na itaat secdesi eden, insanların ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. (ELMALILI, 5/479)   

Secde-i Teshîr: Bu, insanlar ve cinler dışındaki varlıkların vâroluş gâyelerine uygun hareket etmeleri, ilmî kurallara uymalarıdır. Yüce Allah, hiçbir varlığı amaçsız yere yaratmamıştır. Her varlığın bir yaratılış amacı vardır. İnsanlar ve cinler dışında her bir varlık yaratıldığı amaca uygun hareket eder. Güneş ısı ve ışık, ağaçlar meyve, arılar bal, tavuklar yumurta, inekler süt verir, toprak bitki yetiştirir. (İ. KARAGÖZ 4/657)

Hadis:  Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Âdemoğlu secde âyetini okuduğu zaman, şeytan bir kenara ayrılır, ağlar ve der ki: Vay benim hâlime! Âdemoğluna secde etmesi emri verildi, o da secde etti; buna karşılık ona cennet verilecektir. Bana da secde etmem emredildi ve ben yüz çevirdim. Buna karşılık ta bana cehennem verilecektir.’ (Ebu Hüreyre’den, S. HAVVÂ, 9/288)

22/19-24  RABLERİ  HAKKINDA  ÇEKİŞEN  İKİ GURUP

19, 20, 21. Bunlar (müminler ve kâfirler), Rableri hakkında tartışan iki hasımdır. (Bunlardan) inkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir. Bu kimselerin başlarının üstünden kaynar su dökülecektir. (Öyleki) onunla karınlarının içindeki herşey ve hattâ derileri bile eritilir. (Birde) onlara demirden topuzlar vardır.

22. (Kâfirler) Ne zaman (o) ıstıraptan dolayı oradan çıkmak isteseler, oraya geri çevrilirler ve “tadın yangın azabını!” (denilir).

23. Şüphesiz ki Allah, îman edip sâlih amellerde bulunanları alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada altın bilezikler ve inci(ler) ile süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir.

24. Îman eden ve sâlih amel işleyen kimseler (dünyâda) sözün en güzeli (olantevhidkelimesi)ne eriştirilmişler ve çok övülmeye lâyık olan (Allah’)ın yoluna iletilmişlerdir.

19-24. (19).‘İşte bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdır.’ Abdullah b. Abbas ve Katâde’ye göre âyetin söz konusu ettiği iki hasımdan biri Ehl-i Kitap, diğeri de Müslüman topluluktur. Çünkü Kitap ehli Müslümanlarla tartışırken diyordu ki: ‘Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden, kitabımız da sizin kitabınızdan daha öncedir. Bu bakımdan biz sizden daha hayırlı bir topluluğuz.’ Buna karşılık Müslümanlar da onlara: ‘Ancak şunu unutmayın ki, bizim kitabımız sizin kitabınızı yürürlükten kaldırmış, böylece onun işini bitirmiştir. Ayrıca bizim peygamberimiz nebîlerin sonuncusudur. Bu yüzden biz Allah katında sizden daha hayırlıyız’ diyorlardı. (Taberi, Mâverdi’den M. DEMİRCİ, 2/339)   

‘İşte bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdır.’ Mücahid ve Atâ der ki: Bundan maksat kâfirler ve müminlerdir. Bu söz, bütün görüşleri kapsamakta ve Bedir günü kıssası da, başka görüşler de bunun kapsamına girmektedir. Çünkü müminler Aziz ve Celil olan Allâh’ın dîninin muzaffer olmasını isterken, kâfirler de îman nûrunu söndürmek, hakkın yardımsız kalmasını, bâtılın da üstün gelmesini istemektedirler. (S. HAVVÂ, 9//290)

‘Kâfirlere cehennemde ateşten elbiseler biçilecek,’ Bu elbiselerden maksat, cehennem ateşinin onları giyilmiş bir elbise gibi sarıp, sarmalamasıdır. Nitekim bir başka âyette: ‘Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır.’ (A’raf, 7/41) buyrulur. Bu elbiselerin ‘Onların elbiseleri katrandan olacaktır.’ (İbrâhim, 14/50) buyruğundan hareketle ‘ateşte eritilmiş bakır elbiseler’ olması da mümkündür.

‘.. başlarının üzerinden de kaynar su dökülecektir.’ Bu suyla bütün iç organlarıyla birlikte derileri de eritilecektir. İbn Abbas (r)’nın beyânına göre, o kaynar sudan dünyânın dağları üzerine bir damla düşseydi, onları eritirdi. (Ö. ÇELİK, 3/416)

‘Onlar için ayrıca demirden kamçılar ve topuzlar vardır.’  Onları döverek cezâlandırmak için demirden sopalar; balyoz, topuz ve kamçılar vardır. Peygamberimiz (s) şöyle buyurur: Hadis: Şâyet o demir sopalardan bir tanesi yeryüzüne konulsaydı, onu kaldırmak için insanlar ve cinler bir araya gelselerdi, onu yerinden kaldıramazlardı.’ (Ahmed b. Hanbel’den, Ö. ÇELİK, 3/416, 417)

(23).‘Şüphesiz Allah, îman edip sâlih ameller işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyar.’       ‘Adn cennetlerine girerler, orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Orada giysileri de ipektir.’ (Fâtır, 35/33)   (Cennet ehlinin) üstlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giysiler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki içirmiştir. (İnsan, 76/21) Hadis: Müminin süsü, abdestte yıkadığı yere kadar ulaşır. (Müslim, Nesâi) Hz. Peygamber, dünyâda ipekli giyen erkeğin, şarap içenin, altın ve gümüş kap kullananın, âhirette bunlardan mahrum kalacağını bildirmiştir. (Buhâri, Müslim, H. DÖNDÜREN, 2/534) 

(24).‘Onlar sözün en güzeline hidâyet olunurlar, onlar Hamîd olanın yoluna eriştirilirler.’ İbn Abbas’a göre, en güzel sözle kastedilen, ‘Lâ ilâhe illâllah ve’l hamdü lillâhi’  (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur ve her türlü övgü O’na âittir.) sözüdür. Bunun, Kur’ân olduğu da söylenmiştir. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/534)

Tevhid kelimesi ve ifâdesi çok yücedir. Çünkü bu kelime ile insanlar, hem ruhlarında hem de toplumlarında inkılâp yapıp bütün putlarını kırmışlardır. Böylece şirkten kurtulup insana değil Allâh’a kullukla yücelmişlerdir. (H. T. FEYİZLİ, 1/334)

22/25-32  İNSANLAR ARASINDA  HACCI  İLÂN  ET

25. Gerek küfre sapanlar, gerekse Allâh’ın yolundan ve yerli olsun misâfir olsun bütün (mü’min) insanları ziyârette eşit kıldığımız Mescid-i Haram’dan (insanları) alıkoymakta olanlar (bilmeliki) kim orada zulümle yanlış yola sapmak isterse, ona pek acıklı bir azap tattıracağız.

26. (Ey Peygamberim!) Bir zaman Beyt(ullah)’ın yerini İbrâhîm’e göstermiş (veO’naşöylevahyetmiş)tik: “Bana hiçbir şeyi eş tutma, tavaf edenler, (ibâdetiçin) duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz tut.”

27, 28. (Rasûlüm!) İnsanlar içinde haccı ilân et; gerek yaya, gerekse uzak yoldan (hızlıyolalan) zayıf / arık develer üzerinde sana gelsinler. 28. Gelsinler de, böylece kendileri için (dünyâveâhireteâit) birtakım faydalara şâhit olsunlar ve o belirli günlerde de (Allâh’ın) kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar (boğazlanırken) üzerine Allâh’ın ismini ansınlar. Onların etinden hem kendiniz yiyin hem de darlık içinde olan fakirlere yedirin. [krş. 3/96-97]

29. (Kurban kestikten ve hac ihrâmından çıktıktan) sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve en eski mâbed Kâbe’yi tavaf etsinler.  

30. (Ey müminler!) İşte (hacla ilgili kurban, adak, durum / emir) bu(ndanibarettir). Kim Allâh’ın hürmet (edilmesiniistediğihüküm)lerine saygı gösterirse, işte o (saygı), Rabbi nezdinde kendisi için hayırlıdır. Size (âyetlerde) okunanlar dışında (kalan) hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Artık murdardan / pislikten, putlardan ve yalan sözden kaçının. [bk. 5/3, 90; 6/145; 16/115]

31. (Ey müminler!) Allâh’ı birleyin ve O’na ortak koşmayanlar olarak (buyasaklardankaçının). (Bilesinizki) Allâh’a ortak koşan kimse, sanki gökten savrulup düşmüş de kuşların (didikleyip) kapıştığı veya rüzgârların uzak bir yere sürükleyip götürdüğü kimseye benzer. [bk. 6/71]

32. Bu böyledir. Kim Allâh’ın (dîninin) alâmetlerine (hükümlerine) saygı gösterirse gerçekten bu, kalplerin takvâsındandır.

25-32. (25).‘Şüphesiz küfredenler, Allâh’ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanları eşit kıldığımız Mescid-i Haram’dan alıkoyanlar.’ Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve ashâbını Mescid-i Harâm’ı ziyâret etmekten menettikleri zaman indiği rivâyetedilmiştir. ( Bakara2/96 âyetin tefsirine bkz.; ELMALILI, 5/484)

‘Kim orada zulüm ile ilhâda yeltenirse, Biz onlara can yakıcı bir azâbı tattırırız.’  Burada ‘ilhad’  dan kasıt,  adâletten, doğruluktan sapmaktır. Yâni her kim adâletten uzak bir gâyeyi gerçekleştirmek ister ve bunu zulüm ile yapmak isterse, yâni te’vil etmeksizin kasdi olarak, bilerek, zulmederek, günah ve büyük günah türünden büyük bir iş yapmaya kalkışacak olursa, ‘Biz onlara (âhirette) can yakıcı bir azâbı tattırırız.’ (S. HAVVÂ, 9/293)

‘Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru yoldan saptırmak isterse…’ Bu âyetin dış görünüşüne göre Mekke’de fiile dönüşmeyen, yalnızca kötü niyet bile Allah katında sorumluluk gerektirir. (ELMALILI, 5/484)

(Diğer taraftan) Beytullâh’ı ziyârete gelen kimselerin orada çok dikkatli olmaları gerekir. Çünkü orası, sıradan bir ibâdet mekânı değildir. Orada yapılan hayırlı amellerin sevâbı, kat kat olacağı gibi, en büyüğünden en küçüğüne kadar işlenen günahların cezâsı da fazla olacaktır. Hattâ orada günah işleyenlerin cezâlandırılacağı beyan edildiği gibi, zulme niyet edenlerin de cezâlandırılacağı haber verilir. (Ö. ÇELİK, 3/419, 420)

(26).‘Şöyle diye ki, bana hiçbir şeyi ortak koşma.’ Ve Beyt’in binâsını yaparken bana ihlâstan başka bir gâye besleme, her şeyi sırf benim rızâm için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap.Veişte Beytullah (Allah’ınevi) adıonabuanlamdaverilmiştir ki, Allah için ibâdete mahsus hâne, demektir. (ELMALILI, 5/484)

‘Evimi, tavaf edenler, rükû edenler ve secdeye varanlar için tertemiz et.’ Buradaki temizlik, hem maddi, hem de mânevi anlamdadır. Böyle olunca ‘Şeytan işi pislik’ (Mâide, 5/90) olan put ve dikili taşlardan temizlemek de bunun içindedir. Yâni Kâbe’nin içini, dışını gerek gözle görülen maddi ve gerek mânevi pisliklerden arındırıp pek temiz tut, dolaşanlar ve duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibâdet etsinler. (ELMALILI, 5/484)

(27).’İnsanları hacca çağır; yürüyerek veyâ binekler üstünde uzak yollardan sana gelsinler.’ Âyet-i kerîmede geçen ‘dâmir’ binek, zayıf düşmüş deve anlamındadır. Yâni sana yayan ve binekli olarak gelirler, demektir. Nesefi der ki: ‘Yürüyerek geleceklerin, binek sırtında geleceklerden önce zikredilmesi yürüyerek gideceklerin üstünlüğünü ortaya çıkarmak içindir. (S. HAVVÂ, 9/294)

Mekke dışında yaşayan bir kimsenin aslî ihtiyaçları, varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafskssı dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sâhip olması şarttır. Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve âile fertlerinin her türlü ihtiyâcı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı, mülkü veya herhangi bir şekilde imkânı bulunan kimseye diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur. Binit veya yol parasının bulunma şartı Mekke dışından gelenler için söz konusudur. (İ. KARAGÖZ 4/666)  

Veki, İbn Abbas’tan rivâyetle dedi ki: Üzüldüğüm tek bir şey var, o da şudur: Keşke yayan olarak hacca gitmiş olsaydım. Çünkü, Yüce Allah: ‘Sana yürüyerek….  Gelsinler’ diye buyurmaktadır. Ancak çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; Rasûlullah (s)’e uyarak, binekliolarak haccagitmek, daha fazîletlidir. Çünkü Rasûlullah (s)  gücünün mükemmelliğine rağmen binekli olarak haccetmiştir. (S. HAVVÂ, 9/305)

(28).‘Ta ki kendilerine âit birçok menfaatlere şâhit olsunlar.’ Haccın hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide sûresinde ‘Rablerinden bol nîmet ve rızâ talep edenler (Mâide, 5/2) ‘Allah hürmetli ve Kâbe’yi insanların faydası için ortaya koydu.’ (Mâide 5/77) buyurulduğu ve İbn-i Abbas’tan da rivâyet olunduğu üzere hem dünyâ hem de âhiretle ilgilidir. Âhiretle ilgili menfaat Allah’ın bağışlaması ve rızâsı gibi şeylerdir. Dünyâdaki menfaatlere gelince bunlar da, Allâh’ın insanlara olan nişânelerini görmekle irfan, ahlâk, ticâret ve sosyal hayatla ilgili birtakım faydalardır. (ELMALILI, 5/485)

Hacılarıngördüğübirçokyararlışeylervardır. Bir kere Hac bir mevsim, bir kongredir. Hac bir ticâret ve ibâdet mevsimidir. Toplanma ve tanışma kongresidir. Dünyâ ve âhiretin buluştuğu, aynı şekilde inanca ilişkin uzak yakın anıların buluştuğu bir farzdır. Ticâret ve Pazar esnafı hac döneminde oldukça hareketli, bol sürümlü bir mevsim yaşarlar. (S. KUTUB, 7/339)

‘Ve Allâh’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar.’ Hacca gelen insanlar, eğer kurban kesecekleri bir hacca niyet ettiler ise, ‘kurban günleri’ olarak bilinen Zilhiccenin 10, 11 ve 12. günlerinde kurbanedilmesicâizolan deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanların üzerine Allâh’ın ismini anarak, yâni ‘Bismillâhi Allâhü Ekber’ diyerek kurbanlarını keserler. Etlerinden bir kısmını kendileri yer, bir kısmını ise darda kalmış yoksul ve fakirlere yedirirler. Şu kadar var ki, kendilerinin yemesi mubah, fakirlere yedirmeleri vâciptir. (Ö. ÇELİK, 3/421)

‘Kurbanlık hayvanlar’, deve, sığır, manda, koyun ve keçi gibi eti yenen evcil hayvanlardır. Âyette bu hayvanlar ‘behîme-i en’âm’ olarak ifâde edilmiştir. Kurban, ibâdet amacı ile kurban edilebilecek bir hayvanı usulüne uygun olarak Allah için kesmektir. Adak kurbanı farz, temettü veya kıran haccı yapanların kestiği hedy kurbanı vâcip, hacda kesilen cezâ kurbanı vacip, kurban bayramında kesilen kurban vacip – sünnet, şükür kurbanı müstehap, bülûğ çağına kadar çocuk için kesilen akika kurbanı sünnettir. (İ. KARAGÖZ 4/668)

‘Belli günlerde Allah’ın adını ansınlar.’ İbn Abbas der ki: Belli günlerden kasıt, Zilhicce’nin on günüdür.’ Bu Ebû Hanife’nin de görüşüdür ve bu on günün sonuncusu (kurban bayramının) birinci günüdür. … Ebû Yûsuf ve (İmam) Muhammed’e göre ise, bu ‘belli günler’ kurban kesme günleridir. (S. HAVVÂ, 9/294)

Hadis: Rasûlullah (sa) buyurdu ki: Allah tarafından amelin bu on günden daha çok sevildiği ve daha kıymetli olduğu başka hiçbir gün yoktur. O bakımdan bu günlerde çokça tehlil, tekbir ve tevhid getiren (Lâ ilâhe illallah, Allahu Ekber, ve Elhamdü lillâh, deyin.) (S. HAVVÂ, 9/309, 310)           

(27).‘Sonra haccın menâsikini yerine getirsinler.’ Farz, vâcip, sünnet gibi fiillerini yerine getirsinler. Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer’e göre bu âyette zikri geçen ‘tefes’den murat haccın menâsikidir. (M. DEMİRCİ, 2/345)

(29).‘.. ve adaklarını yerine getirsinler.’ İslâm dininde adak, birtakım kayıt ve şartlar çerçevesinde meşrû kabul edilmiştir. Âyet ve hadislerde adağı teşvik eden veya engelleyen açık bir ifâde bulunmadığı için, nezirde bulunmak mubahtır; şartlarına uygun biçimde yapılmış adağın gereğini yerine getirmek ise, vâciptir. Sırf Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için bir nîmete karşı şükran olmak üzere ‘kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibâdet türünü kendiliğinden borçlanması’ anlamındaki nezir dinen uygun görülmüş, dünyevi bir amaca erişmek için adakta bulunmak ise hoş karşılanmamıştır. (KUR’AN YOLU, 3/730)

‘.. ve Beyt-i Atîk’i tavaf etsinler.’ Bir tavaf yedi şavt, bir şavt bir dolaşımdır. Yedi şavtın dördü farz, üçü vâciptir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki tavaftan kastedilen, haccın rükünlerinden olan ifâda tavâfı, diğer adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac ile ilgili yasakların kalkmasının tamâmı bununladır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz. (ELMALILI, 5/486) İfâda tavafı, kurban günü şeytan taşladıktan ve tıraş olduktan sonra yapılan tavaftır. Ziyâret tavafı da denir. (İ. H. BURSEVİ, 13/68)

Tavaf, umre ve haccın farzlarından biridir. Hükmü itibariyle tavaf, farz, vacip, sünnet ve nâfile olmak üzere dört çeşit, uygulaması itibariyle ‘kudüm’, ‘ziyâret’, ‘vedâ’, ‘umre’, ‘nezir’, ‘nâfile’ ve ‘tahiiyetü’l mescid’ olmak üzere yedi çeşittir. Hükümleri ve isimleri farklı olsa da bu tavafların hepsininyapılışları, farzları, şartları, vâcipleri ve sünnetleri aynıdır. (İ. KARAGÖZ 4/670)

Kudüm Tavafı: Bu, Mekke’ye ayak basan kimsenin Kâbe’nin etrâfını yedi kez dolaşarak yaptığı tavaftır. İlk üç şavtta, Hacer-i Esved’den başlayıp yine ona varana kadar remel yapar. Sonraki dört şavtı, normal yürüyerek yerine getirir. Bu tavaf sünnettir. Terkinden dolayı bir cezâ yoktur. Remel, kudüm tavafına mahsustur. İfâda ve vedâ tavaflarında remelyoktur. (İ. H. BURSEVİ, 13/68)

Hanefîlere göre; hac edenin, kurban gününde Akabe cemresine taş atması ve eğer üzerinde kesmesi vâcip olan bir kurban varsa kurbanını kesmesi ve ondan sonra saçını tıraş etmesini bu sıraya riâyet ederek yapması vâciptir; tavaf bundan sonra yapılır. (S. HAVVÂ, 9/311, 312)

Âyette geçen ‘Kâbeyi tavaf etsinler’ cümlesinde kasdedilen tavaf ziyâret tavafıdır. Mekkeli olan ve olmayan her hac yapmak isteyen kimseninmutlaka bu tavâfı yapması zorunludur. Ziyâret tavâfı, Kurban bayramının ilk günü fecr-i sâdıkın doğması ile başlar. Daha önce yapılnası hâlinde geçerli olmaz. Şâfii müçtehitlere göre zilhicce ayının dokuzunu onuna bağlayan gecenin yarısından itibaren yapılabilir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile şâfii, mâliki ve hanbeli müçtehitlere göre ziyâret tavafının bayramın ilk üç günü içinde yapılması sünnettir. Ebû Hanîfe’ye göre vâcipdir. (İ. KARAGÖZ 4/671)

Beyt-i Atîk: Kâbe’ye ‘el Beyt‘ül Atik’ isminin verilmesinin hikmetleri şunlardır: (a)  Bu ifâde, ‘Kadim Ev’ mânâsına gelir. Gerçekten de yeryüzünde ilk kurulmuş en kadim evin ve mâbedin Kâbe olduğunda şüphe yoktur. (bk. Âl-i İmran, 3/96) (b) Atik kelimesinin değerli, saygı değer, şerefli mânâları da vardır. Kâbe gerçekten böyledir; çok değerli ve şereflidir. Nitekim onun bir ismi de Hürmetli Ev mânâsında ‘el Beytü‘l Haram ’dır. (c) Atik, özgür ve hür olmak mânâsına da gelir. Kâbe zâlim despotların saldırılarından ve sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. (bk. Tirmizi) Ayrıca Kâbe, hiç kimsenin şahsi mülkü değildir, temelden özgürdür. (Ö. ÇELİK, 3/421)

(30).‘İşte böyle,  her kim Allâh’ın hürmetlerine saygı gösterirse’ yâni Allâh’ın hükümlerine, emirlerine, yasaklarına, Beyt-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i Haram (Mekke), Meş’ar-i Haram (Müzdelife Mescidi), Şehr-i Haram. (Haram aylar) vesâire gibi muhterem kıldığı şeylere riâyet etmenin vâcip olduğunu bilerek ve gereği gibi amel ederek saygı gösterirse,. (ELMALILI, 5/487) ’Rabbinin katında o, (buululama) onun için hayırdır.’ (onun iyiliğinedir) Tâzimin anlamı, bunlara riâyet edilmesinin vâcip olduğunu bilmek ve riâyet edilmek maksadıyla da gereken titizliği göstermektir. (S. HAVVÂ, 9/295)

‘Size en’âm (koyun, keçi, sığır, deve) hep helâl kılındı.’ Yenmesi haram kılınan hayvanlar Mâide 3, En’am 145 ve Nahl 115 âyetlerde beyân edilmişti. Bunlar kısaca leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır. Bunlar dışındaki hayvanların etlerinden yemek câizdir. Burada bu hususa temas etmenin hikmeti şudur: Araplar, bahîra, sâibe, vasile, hâm (bk. Mâide 5/103) diye isimlendirdikleri bâzı hayvanların etlerini haram sayıyorlardı. Âyet, onların bu âdetlerini reddetmekte, bu hayvanların da diğerleri gibi helâl olduğunu beyan etmektedir. İkinci olarak Kureyşliler, ihramlıyken hayvanların etlerini yemeyi haram sayıyorlardı. Âyet bunun da yanlış olduğunu, yâni ihramlı iken et yemede bir sakınca olmadığını haber vermektedir. (bk. Mâide, 5/1-3; Ö. ÇELİK, 3/423)

‘O hâlde murdar olan putlardan kaçının.’ Leş gibi gözle görülür maddi pisliklerden sakındığınız gibi, putları dikmek gibi mânevi pisliklerden de sakının. Hayvanları, Allâh’ın adını anarak kesin. Allah’tan başkasının adına kesip de onları pis etmeyin. Kâbe’yi de putlardan temizleyin. (ELMALILI, 5/488)

‘.. yalan sözden sakının’ Allâh’a ortak koşmak, putları ilâh kabul edip, ‘Biz onlara sâdece, bizi Allâh’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz’ demek (39/3), (Putlar) Allah katında bizim şefaatçilerimizsir’ demek.  (10/18), Allâh’a yalan isnad etmek (3/44), Allâh’ın kızlarının olduğunu söylemek (53/21, 27), yalancı şâhitlik yapmak .(24/13), iftirâ etmek (24/4, 11, 15), Allâh’ın haram kılmadığı şeylere haram demek, yalan haber vermek ve yalan konuşmak ‘kavl-i zûr’ ifâdesine dâhildir. (İ. KARAGÖZ 4/674)

‘Yalan sözden de çekinin.’ Rasûlullah (s) hutbe okumak üzere kalktı ve şöyle buyurdu: Hadis: Ey insanlar! Yalan şâhitlik  Allah’a şirk koşmak ile denk tutuldu. ‘ Bu sözünü üç defa tekrarladıktan sonra şöyle buyurdu: ‘O hâlde murdar olan putlardan kaçının ve yalan sözden çekinin.’ (âyet 30) (S. HAVVÂ, 9/313)

Hz. Ömer (r), yalan şâhitlik edene kırk değnek vurur, yüzünü kömürle karartır ve bu hâliyle onu çarşılarda dolaştırırdı. (İ. H. BURSEVİ, 13/75)

İslâm âlimleri Hz. Peygamberin bir hadîsine dayanarak (Tirmizi, Birr) sâdece şu üç durumda bilerek yalan söylemeyi caiz görmüşlerdir: Savaşta düşmanı yenmek için; insanların arasını düzeltmek ve barıştırmak için; yıkılmak üzere olan bir âileyi kurtarmak için. (KUR’AN YOLU, 3/733) 

(31).‘Allah’ı birleyin ve O’na ortak koşmayanlar olarak (buyasaklardankaçının). (Bilesinizki) Allâh’a ortak koşan kimse, sanki gökten savrulup düşmüş de kuşların (didikleyip) kapıştığı veya rüzgârların uzak bir yere sürükleyip götürdüğü kimseye benzer.’ Bu âyet-i kerîmede yapılan benzetmeyle, Allâh’a ortak koşanların yâni “Allah var” dedikleri hâlde O’nun hükümlerini benimsemeyerek O’ndan başka varlıkları yüceltip ilâhlaştıran veya putlaştıranların Allah katında paramparça ve değersiz hâle geldiği bildiriliyor. (H. T. FEYİZLİ, 1/335)

Bu âyette şirke saplanıp kalmış kişinin durumuyla bir benzetme yapılmaktadır. Değişik biçimlerde açıklanan bu teşbihten çıkan sonuç şudur: Allâh’a ortak koşan insan seçkin konumunu yitirip bayağılaşır, yırtıcı kuşların didiklediği leş, rüzgârın savurduğu cansız vücut parçacıkları gibi olur; şirkte ısrarcı davranmanın insanı bir süre ortalıkta bırakıp bocalatması, sonunda helâke sürüklemesi kaçınılmazdır.(İbn-i Aşur’dan, KUR’AN YOLU, 3/733)

(32).‘Kim Allâh’ın nişânelerine hürmet gösterirse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır.’ Allâh’ın nişânelerinin ululanması, onlara saygı gösterilmesi, takvâlı kalplere sâhip olanların yapacağı işlerdendir. Kalplerin zikredilmesinin sebebi, takvânın merkezi olmalarındandır. Hareme götürülen kurbanlıklar da Allah’ın şeâirindendir; çünkü bunlar hacdaki ibâdetler arasındadır. Bunların ululanmasıise, iri-yarı olanlarının, güzel, semiz ve pahâlı olanlarının seçilmesi demektir. (S. HAVVÂ, 9/296)

22/33-38  KURBANLARIN  NE  ETLERİ  NE  KANLARI  ALLÂH’A  ULAŞIR

33. (Ey müminler!) O (kurbanlıkhayvanlardan) belli bir zamâna kadar (sütveyünlerinde) sizin için menfaatler vardır. Sonra (kurbanlıkolarak) varacakları yer Beyt-i Atîk (Kâbe)’dir. [bk. 48/25]

34. Biz her toplum için kurban kesmeyi meşrû kıldık ki kendilerine (Allâh’ın) rızık olarak verdiği (dörtayaklı) kurbanlık hayvanlar (boğazlanırken) üzerine (yalnız) Allâh’ın ismini ansınlar. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O hâlde O’na teslim olun. (Rasûlüm!) İtaatkâr ve mütevâzi olanları müjdele!

35. (O müminler ki) Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, başlarına gelen (sıkıntı)lara sabreden, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (hayıriçin) harcayanlardır.

36. (Ey müminler!) Kurbanlık deve (vesığır)lara gelince, onları da sizin için Allâh’ın (dîninin) nişânelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. O hâlde (develer) birer ayakları bağlı sıra sıra ayakta dur(upboğazlan)ırken, üzerlerine Allâh’ın adını anın. Yanları üstü düşüp ölünce de onlardan hem siz yiyin hem de kanaat edip istemeyen fakirlere ve isteyen (fakir)lere yedirin. İşte böylece şükredesiniz diye onları sizin fayda ve hizmetinize verdik.

37. O (kurban)ların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır. Fakat sizden O’na (yalnız) takvânız (saygıveitaatiniz) ulaşır. Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allâh’ı tekbir edesiniz (büyüklüğünüanasınız) diye onları sizin fayda ve hizmetinize verdi. (Rasûlüm!) Güzel hareket edenleri (cennetle) müjdele!

38. Şüphesiz ki Allah, îman edenleri savunur. Çünkü Allah, hiçbir hâini ve hiçbir nankörü sevmez.

33-38. (33).’Kurbanlık hayvanlarda sizin için belli bir süreye kadar (yâniboğazlanacaklarızamanakadar) faydalar vardır.’ (AncakHarem bölgesinde kurban edilecekleri yerlere getirilip kurban edilinceye kadar bunların sütünden, dölünden, tüylerinden istifâde ermek ve gerektiğinde binek olarak kullanmak câizdir. Dolayısıyla âyet, Arapların, kurbanlık olarak belirlenip işâretlenen hayvanların sütlerinin içilmeyeceği, üzerine binilmeyeceği ve yük taşınmayacağı şeklindeki yanlış âdetlerini ortadan kaldırmıştır. (Ö. ÇELİK, 3/425)

(34).‘Biz her bir topluluk için kurban kesmeyi meşrû kıldık.’ Şânı Yüce Allâh’ın adına kurbanlıkların kesilerek kanlarının akıtılması, bütün dinlerde meşrû olagelmiştir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 9/317)

‘Behîme’  kelimesinin ‘el En’âm’a izâfe edilerek açıkça beyan edilmesi, kurbanların el en’am (koyun, keçi, deve ve sığır) dan olması gerektiğini uyarı içindir. En’am ’dan olmayan at, katır ve merkeplerin ise kurban olarak kesilmeleri caiz değildir. (İ. H. BURSEVİ, 13/83)     

(36).‘O hâlde onların ön ayaklarından biri bağlı olduğu hâlde keserken üzerlerine Allâh’ın adını anın.’  Bu kesim şekline göre kurban, deveye mahsustur. Deve,  ayakta iken ön ayaklarından biri bağlanıp gerdanından boğazlanır ki, buna nahır adı verilir. Bununla berâber, çene altından kesilmesi de câizdir. Sığır ile keçi ve koyun iseyatırılıp üç ayağı bağlanarak boğazlanır. Buna da zebih denilir. Nahır veya zebihte Allâh’ın adının anılması  ‘Bismillâhi Allâhü Ekber, Allâhümme minke, ileyke’ ‘Allâh’ın adıyla, Allah en büyüktür, Allâh’ım! (bunlar) senden ve sanadır’ mânâsına gelir. (ELMALILI, 5/489, 490)

36. âyette yer alan ‘büdün’  ‘bedene’ kelimesinin çoğuludur. Bedene, kurbanlık deve demektir. Bedenlerinin büyük olmasının sebebiyle onlara bu isim verilmiştir. ‘Nihâyet yan üstü yere yıkılıp canları çıkınca’ (Hac, 22/36) ifâdesi, bundan maksadın develer olduğuna işâret eder. Ancak, Allah Rasûlü (s)’in (Hadis:) ‘Deve de yedi kişi için kurban kesilebilir, sığır da yedi kişi için kurban kesilebilir. (Müslim, Hac) buyruğuna göre şer’an sığırlar da bedene türünden sayılır. (Ö. ÇELİK, 3/427)    

Artık (canı çıktığında) onlardan’ yâni daha önce geçtiği üzere cinâyet, keffâret ve adak kurbanı değilse ‘hem kendiniz yiyin’ Buradaki emir mubahlık bildirmek içindir. ‘Hem de ihtiyâcını gizleyen gizlemeyen fakirlere yedirin.’ Buradaki emir ise zorunluluk ifâde eder. (İ. H. BURSEVİ, 13/89)

(37).‘Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır. Fakat sizden ona sâdece takvâ ulaşır.’ Yâni sizler, Allâh’ın rızâsına takvâ ile ulaşırsınız. Mânâ şudur: Kurban kesenler ancak niyyet, ihlâs ve takvânın şartlarına riâyet eder(lerse) Rablerini râzı edebilirler.

Kurbaneti üç parçaya ayrılır. Üçte birini sâhibi yemek üzere ayırır, üçte birini arkadaşlarına hediye eder,  üçte birini de fakirlere tasadduk eder, diyen ilim adamları bu âyet-i kerîmeyi delil göstermişlerdir. Çünkü şânı Yüce Allah: ‘Onlardan yiyin, dilenene de dilenmeyene de yedirin’  buyurmuştur.

Araplar, câhiliye dönemlerinde putları için kurban kestiklerinde, kestikleri bu kurbanların etlerinden bir miktârını putlarının üzerine koyar ve kanları ile onları boyarlardı. Bu bakımdan Yüce Allah, ‘Onların ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır’  diye buyurmuştur.  (S. HAVVÂ, 9/320)

Kurban, kendisi ile Allah’a yaklaşılan şey demektir. Yâni Allâh’a yaklaştıran sebeplerdendir ki ancak bu eylemin içinin takvâ ile doldurulması gerekir. Yok eğer bu hareket, takvâdan ve Allâh’ı içimizde hissetme ve O’na bağlılığımızı sunma şuurundan uzak olursa, artık bu kurban, sevâbı olmayan bir gelenek işi hâline dönüşür. Allah Rasûlü, Mekke’de Kevser sûresiyle kurban kesme emrini yerine getirmiş, bu âyette de kurban kesen mü’minler takvâ sâhibi olmaları konusunda uyarılmıştır. Peygamber (s) de hadîs-i şerîfinde öneminden dolayı, “Kim (bayram günü) namazı kılmadan önce kurban kesmişse onu iade etsin…” buyurmuştur.[Buhârî] (H. T. FEYİZLİ, 1/335)

(38).‘Şüphesiz ki Allah, îman edenleri savunur.’ Yüce Allah kendisine tevekkül eden, kötülerin şerlerinden, fâcirlerin tuzaklarından kendisine sığınan mümin kulları savunduğunu, onları koruyup gözettiğini, onlara yardım ettiğini bildirmektedir. (S. HAVVÂ, 9/328)

‘Zîrâ Allah hiçbir hâin ve nankörü sevmez.’ Emânetlerine hıyânet, nîmetlerine karşı ise nankörlük edenlerin hiç birini sevmediği gibi,  onların meydana getirdiği toplumu da savunmaz, aksine onların bertaraf edilmelerine müsâade eder. (ELMALILI, 5/492)   

İnkâr eden, Allâh’a şirk koşan ve münafıklık yapan kimse hâin olduğu gibi, verdiği sözü tutmayan, yaptığı sözleşmeye uymayan, maddî ve mânevî emânetlere riâyet etmeyen kimse de hâindir. Müslüman hâin olmaz. Hâin insan, dindar değildir. Şu hadis bunun delilidir: ‘Emânete riâyeti olmayanın îmânı kemâle ermemiştir. Verdiği sözü tutmayanın da dîni, dindarlığı yoktur.’ (Ahmed, İ. KARAGÖZ 4/684)  

22/39-41  MÜ’MİNLERE  SAVAŞ  İZNİ 

39. Kendilerine savaş açılan (mü’min)lere, zulme uğradıklarından dolayı, (artıksavaşiçin) izin verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye elbette kâdirdir. [Cihad emrinin aşamaları için  bk. 3/142; 9/5, 14-16; 15/94; 16/125; 22/39; 47/31]

40. O (yurtlarından çıkarılan ve savaşa izin verilen) müminler, sırf: “Rabbimiz Allah’tır.” dediklerinden (putlarainanmadıklarından) dolayı, haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, bâzı insanları (azgınlığınıveşerrini) diğer bâzısıyla defetmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allâh’ın adı çokça zikredilen mescidler kesinlikle yıkılıp giderdi. Allah kendi (dîni)ne yardım eden (onuhayatahâkimkılmakiçingayreteden)lere elbette yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye gâliptir. [bk. 1/4; 3/104; 9/31; 41/30; 46/13; 47/7]

41. O (mü’min) kimseler ki kendilerine yeryüzünde iktidar, mevki (veservet) versek (şımarıpsapmazlar,) namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, İyiliği emrederler ve kötülükten menederler. (Çünkübilirlerki, bütün) işlerin sonu ancak Allâh’a âit(tirveO’nadönecek)tir.

39-41. (39).‘Kendileri ile savaşılanlara savaşmaya izin verildi.’  Hz. Peygamberin ilk görevi tebliğ ve ortak koşanlardan yüz çevirmek idi. (bk. Hicr, 15/94) Sonra hikmet, güzel öğüt ve en güzel mücâdele ile emredildi (bk. Nahl, 16/125) Hicretten sonra yukarıdaki âyetle ilk olarak savaşa izin verildi. Bundan sonra da düşmanın saldırısına karşılık verme ve gerektiğinde saldırıya geçme emri verildi. (Bakara 2/190, 191) Daha sonra haram aylar çıkınca cihad kabul edildi. (Tevbe, 9/5) En sonunda da hiçbir kayda bağlı olmaksızın savaş farz kılındı. (Bakara 2/244, H. DÖNDÜREN, 2/535)

‘Çünkü onlara zulmedildi.’  Mekke müşrikleri Müslümanlara işkence eder, işkenceye uğrayan müminler, kimi taşla yaralanmış, kiminin başı yarılmış olarak gelir; peygamberimiz (s)’e uğradıkları zulmü anlatırlardı. Efendimiz de her defâsında onlara: ‘Sabredin, henüz savaşmakla emrolunmadım’ buyururdu. Bu durum Medîne-i Münevvere’ye hicret edene kadar sürdü. (Ö. ÇELİK, 3/429) İbn Abbas, bu âyetin hicret sırasında indiğini belirttikten sonra, şöyle demiştir: Nebi (s) Mekke’den çıkarılınca, Ebû Bekir (r): ‘Nebîlerini çıkardılar, Allah onları helâk etsin!’ demişti. Bunun üzerine yukarıdaki âyet inince, Ebû Bekir şöyle demiştir: ‘Şüphesiz ki yakın bir gelecekte savaş olacağını anlamıştım.’ (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, Kurtubi’den H. DÖNDÜREN, 2/535)

‘Elbette Allah onlara yardım etmeye kâdirdir.’ Bu teminat, o dönemde savaş güçleri çok zayıf olan –Medîne’li Müslümanlar ve muhacirlerle birlikte en fazla bin kişi- müminlerin cesâreti için gerekliydi. (MEVDÛDİ, 3/337)  

Âyette, Allahyolunda, dinuğrundasavaşınveMüslümanolmayanlarlasavaşın’denilmemiş, ‘.. sizinle savaşanlarla savaşın’ denilmiştir. Dolayısıyla hemHac sûresinin bu âyeti, hem Bakara sûresinin 190’ncı âyeti savaşın ilk defa Müslümanlar tarafından başlatılmasını değil, saldırı söz konusu olduğu zaman, karşılık verilmesini ifâde eder. Çünkü İslâm’da savaş değil, barış esastır. İslâm kelimesinin bir anlamı da barışa girmek, barış içerisinde yaşamaktır. Kıtal kelimesinin geçtiği âyetler, savaş ortamı ile ilgilidir. Âyetlerde geçen ‘savaşın’ şeklindeki emirlerin uygulanması, ancak meşru bir savaş olması hâlinde söz konusudur. (İ. KARAGÖZ 4/685)    

(40).‘Onlar ki; haksız yere ve sâdece: ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.’ El Avfi, İbn Abbas’dan rivâyetle dedi ki: Onlar yâni Muhammed ve ashâbı, Mekke’den Medîne’ye haksız yere çıkarılmak zorunda bırakıldılar. Onların çıkmak zorunda bırakılmaları kavimlerine olan kötülüklerinden değildi. Onların Yüce Allâh’ı tevhid etmekten, O’na hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ibâdet etmekten başka günahları yoktu. Burada yer alan ‘sâdece Rabbimiz Allah’tır dedikleri için’  ifâdesi münkatı bir istisnâdır. (Yâni onların yurtlarından çıkartılmaları bir haksızlıktır. Çıkartılmalarının tek sebebi ‘Rabbimiz Allah’tır’ demeleridir. Müşrikler nazarında ise bu onların çıkartılmaları için bir sebep teşkil etmekte ise de, böyle bir şeyin sebep olmaması gerekir.) Çünkü müşriklere göre bu, günahların en büyüğüdür. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Rabbiniz Allâh’a îman ediyorsunuz diye Rasûlünü de, sizleri de çıkartırlar.’ (Mümtehine, 60/1, S. HAVVÂ, 9/329, 330)     

‘Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla bertaraf etmeseydi, manastırlar, kiliseler, havrâlar ve içinde Allâh’ın adı çok anılan camiler yıkılır, giderdi.’  Bu cümlede ilâhi bir kural ortaya konulmaktadır: ‘Allah hiçbir topluluğun ve hiçbir grubun sürekli hâkim bir durumda olmasına izin vermez. Her an bir grubu başka bir grupla defeder.’ ‘Savme, biye ve salavat dünyâyı bırakıp kendilerini ibâdete adayan kimselerin ibâdet yerlerinin isimleridir. Salavat, Aramice’de salavta idi. Belki de bu İngilizce’deki salute ve salutation kelimelerinin kökenidir. (MEVDÛDİ, 3/339) 

Eğer yüce Allah Müslümanlara savaş izni vermeseydi, müşrikler müminlere Medîne’de hayat hakkı tanımazlar, İslâm’ı yaşamalarına izin vermezlerdi. Saldırı olduğu, zulüm yapıldığı ve savaş açıldığı zaman savaşmak farz olduğu gibi, din özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak, İslâm’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanması için cihad yapmak da farzdır. Bu husûsu ‘Kesinlikle manastırlar, kiliseler, havrâlar ve içlerinde Allâh’ın adı çok anılan mescidler yıkılırdı’ cümlesi, ifâde etmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/687)

İktidar sâhibi Mekkeli müşrikler, Kelime-i tevhid ile “Rabbim Allah’tan başkası değildir, artık O’nun kulluğuna girdim, gereğine göre yaşayacağım, sizin putlarınızdan ayrıldım.” diyen müminlere her türlü eziyet ve mahrûmiyeti revâ görüyorlardı. Allah da böylelerini, sünneti gereği, her zaman defetmiş, tevhid şirke gâlip gelmiştir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/336)

(41).‘Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar verip yerleştirirsek; namazlarını dosdoğru kılarlar, zekât verirler, mârûfu emreder, münkerden vaz geçirirler.’ İktidar mevkiine getirip, devlet idâresini ellerine verirsek, ‘namazı kılarlar ve zekâtı verirler, iyiliği emreder ve fenâlığı yasak ederler.’ Meşrû güzel şeyleri emreder, gayr-i meşru çirkin ve dinen reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, iktidar mevkiine geçince ahlâklarını bozmaz, dinden, adâletten sapmaz birer idâreci olurlar. Doğrusu dört hâlîfe böyle olmuşlardı. (ELMALILI, 5//493)

Bu âyet, özellikle iktidârı elinde bulunduran müminlerin dört şeye dikkat etmelerini istemektedir: Bunlar, (a) Namaz kılmak, (b) Zekâtlarını vermek, (c) İyiliği emretmek, (d) Kötülükten vaz geçirmeye çalışmak. (H. DÖNDÜREN, 2/535)  

22/42-48  GÖZLER DEĞİL GÖĞÜSLERDEKİ KALPLER KÖR OLUR

42, 43, 44. (EyPeygamberim!) Seni yalanlıyorlarsa (üzülme, bilki) onlardan önce, Nuh kavmi, Âd ve Semûd (kavimleri), İbrâhim kavmi, Lût kavmi ve Medyen halkı da (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere (imtihanolarakönce) mühlet verdim, sonra onları (azapla) alıverdim. Beni inkâr nasıl olurmuş (görsünler)!

45. Nice şehirler vardır ki, biz onları zulmedip dururlarken helâk ettik. Şimdi (artık) duvarları, (oçöken) tavanlarının üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz kuyu(ları) ve nice (bomboşkalan) muhteşem saray(ları) vardır! [bk. 17/17; 21/11]

46. (Kâfirler) yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki bu sâyede düşünen kalpleri yâhut duyacak kulakları olsun. Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat (asıl) göğüslerde olan kalpler/basîretler kör olur. [bk. 20/128; 32/26]

47. (EyRasûlüm! Müşrikler) senden, azâbın acele gelmesini istiyorlar. Allah sözünden de aslâ caymaz. Bununla berâber Rabbinin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. [krş. 32/5]

48. Nice memleket (hâlkı) vardır ki zâlim olduğu hâlde ona mühlet verdim. Sonra onu (azâbımla) yakaladım. Dönüş ancak banadır.

42-48. (42).(Ey Muhammed) ‘Seni yalanlıyorlarsa, bil ki; onlardan önce Nuh kavmi (Nûh (as)’ı), ‘Âd’ (Hûd (as)’ı), ‘ve Semûd da’ (Sâlih (as)’ı, yalanlamıştır.’ ‘İbrâhim’in kavmi de (İbrâhim’i), ‘Lût kavmi de’ (Lût (as)’ı), ‘Medyen hâlkı da (Şuayb (as)’ı yalanlamıştı. ‘Mûsâ da yalanlanmıştı.’ Yâni Firavun ve onun etrafındaki avanesi de onu yalanlamıştı. Burada ‘Mûsâ’nın kavmi’ denilmedi. Çünkü Hz. Mûsâ’yı kavmi olan İsrailoğulları yalanlamadı, onu yalanlayanlar, kavminden olmayan kimselerdi. (S. HAVVÂ, 9/334)

‘Ama Ben kâfirlere önce mühlet verdim.’ Peygamberlerini reddeden bâzı kavimlerin misâlleri, Mekkeli müşriklere, kendilerine azaptan önce, bir süre mühlet verildiğini, vurgulamak için anlatılmıştır. O hâlde, ‘Ey Mekkeliler, cezâlandırılmanızdaki gecikme, sizi yanıltmasın.  Size verilen süre sona erdiğinde, eğer verilen süre içinde gidişâtınızı düzeltmemişseniz, önceki topluluklar gibi siz de cezâlandırılacaksınız.’ (MEVDÛDİ, 3/341)

(45).‘Artık çatıları çökmüş, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır.’ Helâk ettiğimiz nice kasabalar vardır. Su çekeni bulunmadığı için işlemez hâle getirdiğimiz nice kuyular vardır ve duran hiç kimsesi olmayan nice yüksek saraylar vardır. Yâni bizler çöldekileri de, şehirlerde yerleşmiş olanları da toptan helâk ettik. Bu bakımdan saraylar ıpıssız kaldı. Kuyulardan da su çekip içen kalmadı. Bunun sebebi ise yalanlamaları ve zulmetmeleridir. (S. HAVVÂ, 9/335)

(46).‘Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki..’ Nesefi de: Bu Yüce Allâh’ın, küfürleri sebebiyle helâk ettiği kimselerin helâk yerlerini görmelerine, onların bıraktıkları eserleri müşâhede ederek ibret almaları için yolculuk yapmalarına bir teşviktir. (S. HAVVÂ, 9/336)

‘Körlük dediğin gözlerinki değildir, asıl göğüslerde olan kalpler körleşir.’ Şunu belirtelim ki, îmânın mekânı olan kalp, göğüstedir. Bu kalp ile bildiğimiz maddi kalp arasında da bir ilişki vardır. Âyet-i kerîme bize düşünme ve tefekkürü, ibretle tedebbürü göstermiştir. Fakat kâfir, tefekkür edip, ibret alıp tabi olacak yerde, yalanlamakta ve yalanladığını da azâbın çabucak gelmesini istemek sûretiyle alaylı bir şekilde ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 9/336)

‘… kalpler kör olur.’  Sözleri gerçek anlamda değil, mecâzi anlamda kullanılmıştır. Kalp, tüm duygular, hisler, zihni ve ahlâki niteliklerin merkezi olarak kabul edildiğinden, bu sözler, kendi inatçılıklarının onları duymaktan ve akli hareket etmekten alıkoyduğunu îmâ etmek üzere kullanılmışlardır. (MEVDÛDİ, 3/341)            

(47).‘Senden azâbı acele getirmeni istiyorlar. Allah sözünden aslâ caymaz.’ Mekke kâfirleri Rasûlullah (s)’e: ‘Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize vaad ettiğin şeyi getir bakalım’ diyorlardı. Nadr b. Haris ve benzerleri Mekkeli kâfirler senden azâbı acele isterler. Yâni vaad edilen azap ne zaman gelecek diye acele ederler, alay ve tâciz yoluyla seni rahatsız ederler. (İ. H. BURSEVİ, 13/113)

Vaad ve vaid: Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ile Mutezile arasında büyük bir tartışmanın baş gösterdiği konulardan birisi de vaad ve vaid (mükâfat vaadi ile azap tehdidi) ile ilgilidir. Aynı zamanda bu, mûtezile mezhebinin belirgin özelliklerinden kabul edilen beş meseleden birisidir. Mûtezile, vadine veya vaidine muhâlefet etmenin, Allâh’ın Celâline yakışmadığı görüşündedir. Dolayısıyla Allâh’ın âsîlere vadetmiş olduğu vaidlerinin mutlaka kendilerine gelip çatacağı görüşündedirler. Ehl-i Sünnet ise şöyle demektedir: Allah vaadinden caymaz. Ancak vaid, eğer kâfirlere yapılmış ise, bundan da caymaz. Muhammed ümmetinden â olanlara yapılmış ise bunu gerçekleştirebilir de lütuf ve keremi dolayısıyla af edebilir de. (S. HAVVÂ, 9/338)

‘Doğrusu Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir.’ Yâni Yüce Rabbimiz acele etmez. O’nun mahlûkâtına göre bin yıllık süre, bir gün gibidir. Çünkü O, intikama kâdir olduğunu bilmektedir. Hiçbir şeyin elinden kurtulamayacağını bilmektedir. İsterse geciktirsin, mühlet veya süre tanısın. (S. HAVVÂ, 9/336)

İnsanın zaman ya da süreden anladığı şeyin Allâh’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamânın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için – insanların hesaplamalarına göre – ha bir gün, ha 1000 yıl aynı şeydir. Krş. Meâric, 70/4; KUR’AN YOLU, 3/740)                

Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Müslümanların fakirleri cennete, zenginlerden beş yüz yıl süre kadar olan yarım gün önce gireceklerdir.  (Ebû Hüreyre’den, Tirmizi ve Nesâi; S. HAVVÂ, 9/338)

(48).‘Nice ülkeler var ki, zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. Sonunda onları yakaladım.’ Burada Allah’tan mühlet tanıma (imhâl) olduğuna, fakat ihmâl olmadığına işâret vardır. Çünkü O mühlet verir,fakatihmaletmez. Zâlimi bir süre zulmü içinde bırakır. İpini geniş tutar. Mühleti uzatır. O da Allâh’ın takdir kabzasından kaçıp, kurtulacağı vehmine kapılır. … Allah onu beklemediği bir anda / beklemediği bir yerden yakalayıverir. (İ. H. BURSEVİ, 13/116)  

22/49-57  BEN ANCAK  SİZİN  İÇİN  APAÇIK  BİR  UYARICIYIM

49. (Rasûlüm!) De ki: “Ey insanlar! Ben sizin için sâdece apaçık bir uyarıcıyım.”

50. Îman edip sâlih ameller işleyenler için bir mağfiret ve cennet vardır.

51. Âyetlerimizi (küçümseyipakıllarınca) âciz (geçersiz) bırakmaya çalışanlar ise, kesinlikle cehennem ehlidirler.

52. (Ey Peygamberim!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki o, (dâvâsınaâitbirşey) temenni ettiği zaman, onun emeline dâir şeytan, bir vesvese atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın atacağı şeyi derhâl giderir, sonra da Allah kendi âyetlerini (fitnedenkoruyup) sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sâhibidir.

53. (Allah’ınböyleyapması) şeytanın (ortaya) atacağı şeyi (vesveseyi) kalplerinde bir hastalık olanlara ve kalpleri katılaşanlara bir imtihan (konusu) yapması içindir. Şüphesiz ki zâlimler, derin bir ayrılık içindedir.

54. (Şeytanın vesvese ve yanıltması,) kendilerine ilim verilenlerin, o (Kur’ân’)ın, Rabbinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilip de ona îman etmeleri, böylece kalplerinin ona saygı duyması (vebağlanması) içindir. Elbette Allah, inananları kesinlikle doğru yola iletir.

55. İnkâr edenler ise, kendilerine ansızın o saat (ölümveyakıyâmet) veya (artıkhayırgetirmeyen) kısır bir günün azâbı gelinceye kadar ondan (Kur’ân’dan) şüphe üzere kalmaya devam ederler.

56. Kıyâmet günü mülk (hükümranlık, hâkimiyet) Allâh’ındır. (O,) insanlar arasındaki hükmünü verir. Îman edip de sâlih (sevaplı) ameller işleyenler nîmeti bol olan cennettedirler. [bk. 25/26; 82/19]

57. Kâfir olanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar için ise pek alçaltıcı bir azap vardır.

49-57. (50).‘Îman edip sâlih ameller işleyenler için bir mağfiret ve cennet vardır.’ Cennetegirebilmekiçin mümin olmak, olmazsa olmaz şarttır. Hadis: Peygamberimiz (s)’Cennete ancak Müslüman kişi girecektir.’ (Buhâri) (..) buyurmuştur. Cenneti hak edebilmek için müminin ‘îman’ ile yetinmeyip ‘sâlih ameller’ işlemesi ve ‘takvâlı’ olması gerekir. (3/133). Kur’ân’a, sünnete ve akl-ı selîme uygun olan bütün işler sâlih ameldir. Namaz kılmak sâlih amel olduğu gibi, insanların faydalanacağı hastâne ve köprü (yapımı) gibi işler de sâlih ameldir. (İ. KARAGÖZ 4/697, 698)

(51).‘Acze düşürmek maksadıyla âyetlerimizi tartışarak bozmaya uğraşanlar’ âyetlerimizi sihir, şiir ve geçmişlerin efsâneleri diye değerlendirip öyle iddiâ etmek sûretiyle onlara itham eden, mânâlarını bozmak için uğraşan, İslâm’a karşı hîle ve tuzaklarında başarılı olmak maksadıyla ve bu şekilde uğraşmakla Rablerini âciz bırakacaklarını zannederler ‘ise, işte onlar, cehennemliklerdir.’ (S. HAVVÂ, 9/343)

(52).‘Senden önce gönderdiğimiz hiçbir rasul ve hiçbir nebi yoktur ki’ Nesefi şunları söylemektedir: Bu buyruk, rasul ile nebi arasında farklılığın söz konusu olduğunun apaçık bir delîlidir ve bu; rasul ile nebi birdir, diyen birtakım kimselerin görüşlerine aykırıdır. Peygamber (s)’e nebiler hakkında soru sorulduğunda o: 124 000’dirler’ buyurmuştur. ‘Peki bunların kaçı rasuldür?’ diye sorulunca, ‘313’ diye cevap vermiştir. Aralarındaki fark ise şudur: Rasul,  kendisine mûcizeden ayrı olarak kitap da indirilendir; peygamber ise kendisine kitap indirilmeyendir; ancak ona kendisinden önceki Rasûlün emrine dâvet etmesi emri verilmiştir. Ayrıca rasul, şeriat koyucu; nebi ise başkasının şeriatını koruyucudur’ da denmiştir. (S. HAVVÂ, 9/365, 365)

‘Senden önce gönderdiğimiz hiçbir rasul ve hiçbir nebi yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman şeytan, onun arzusuna vesvese karıştırmak istememiş olsun. Allah, şeytanın ilkâsını / fitlemesini yok eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini sağlamca yerleştirir.’ Denildiğine göre bir gün Allah Rasûlü (s) Kureyş’in ileri gelenlerinin oluşturduğu bir mecliste otururken Necm sûresi nâzil oldu. Hz. Peygamber bu sûreyi okuyup ‘Gördünüz mü o lât ve uzzâyı ve üçüncüleri olan menâtı’ âyetine gelince (..)(müşrikler:) ‘Bunlar yüce kuğulardır, elbette onların şefaatleri umulur’ şeklinde bir sözü (..) karıştırdı. (..) Râzi, Kurtubi ve Sevkâni, (..) demiştir ki; ‘Bunlar yüce kuğular…’ diye bilinen söz, ne Hz. Peygamber ne şeytan ne de bir başkası tarafından okunmuştur. Hz. Peygamber Necm sûresinin âyetlerini kıraat ederken müşrikler sûrede geçen bâzı sözleri, putlar hakkında kullandıkları sözlere benzeterek aynı şey sanmışlar ve bu yanlış algılamayı etrâfa yaymışlardır. Yâni Garânikle ilgili rivâyetlerin tamâmı uydurmadır. (M. DEMİRCİ, 2/351, 352)

Temenni ve ümniye kelimelerinin hem ‘bir temennide bulunmak’ hem de ‘okumak’ anlamı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu mânâlardan hareketle Allah Teâlâ’nın, peygamberlerinin hem düşünce dünyâlarını ve muhayyilelerini şeytanın vesvesesinden koruma altına aldığı, hem de inen âyetlerin okunmasını şeytanın karıştırmasından muhafaza buyurduğu; yâni onları hem içten hem de dıştan iki türlü bir korumaya tâbi tuttuğu anlaşılır.  (Ö. ÇELİK, 3/434, 435)

Sahih hadisleri derleyen belli başlı kaynaklarda, secde âyeti içeren sûrelerin ilki olan Necm Sûresi nâzil olunca, Müslümanların yanı sıra Ümeyye b. Hâlef dışında bütün müşriklerin, hattâ bütün insanların ve cinlerin  Hz. Peygamberle birlikte secdeye kapandıkları, Ümeyye’nin ise bir avuç toprağı veya çakıl taşını alnına götürüp secdeyi yerine getirdiği rivâyet edilir. Bu arada Rasûl-i Ekrem’in şeytanın müdâhâlesiyle garanik metnini âyet diye okuduğuna dâir herhangi bir bilgi verilmez. (Müsned, Dârimi, Buhâri, Müslim’den TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 13/362)

Geç dönem muhaddislerinden Beyhaki’nin naklettiği rivâyete göre Rasûl-i Ekrem putlarla ilgili âyetleri olurken, garânike dair bir metin telaffuz etmemiş, fakat şeytan böyle bir metin uydurarak müşriklere duyurmuş, onlar da bunu Peygamber’in söylediğini ve kavminin dînine döndüğünü zannederek sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlar. Hattâ Müslümanlar durumu bilmediklerinden müşriklerin secdeye kapanmalarına hayret etmişler. Nihâyet Allah, Hac Sûresinin 52. Âyetinde garânikle ilgili sözlerin şeytanın uydurması olduğunu açıklayıp bunları iptal etmiştir. (Delâilün Nübüvve’den TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 13/362)         

Garânikle ilgili rivâyetler asılsızdır ve bunların tamâmı uydurmadır. Başta Ebu Mansur el Mâtüridi olmak üzere Ebû Bekir ibnü ‘l Arabi, Kâdi İyaz, Fahreddin er Râzi, Kurtubi, Kirmâni, Ayni, Şevkâni, Şehâbeddin Mahmud el Âlûsi, Muhammed Abduh gibi âlimlerin çoğu bu görüştedir. Bunlara göre, garânik olayına dâir rivâyetlerin asılsız olduğunu gösteren pek çok delil vardır. (a) Rivâyetlerin hiç biri muttasıl isnadla Hz. Peygambere ulaşmamakta, dolayısıyla hiçbir sahâbi tarafından ona böyle bir olay nisbet edilmemektedir. (TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 13/363)  

Garânik olayınadâir rivâyetler birçok bakımdan Kur’ân’a aykırıdır. Her şeyden önce Kur’ân’da, ilâhi koruma altında bulunan Hz. Peygamberin kendi arzusuyla veya başkalarının telkiniyle sözler uydurup Allâh’a isnat etmesinin yâhut vahiyleri kendi kendine değiştirmesinin mümkün olmadığı, böyle bir şey yapması hâlinde şiddetle cezâlandırılacağı belirtilmiş (el İsrâ 17/74,75; el Hâkka 69/44-47; Yûnus 10/15), kendisine okutulan vahiyleri unutmayacağı ve kalbine yerleşmesi için vahiylerin âyet âyet, nâzil olduğu bildirilmiş (el A’la 87/6; el Furkan 25/32), ayrıca ilâhi buyrukları açıkça tebliğ edip müşriklerden yüz çevirmekle emredilmiş ve vahiy ile alay edenlerin üstesinden gelineceği ifâde edilmiştir (el Hicr 15/94-95). Bütün bunlar, Hz. Peygamberin vahyi alırken ve bunu insanlara tebliğ ederken ilâhi koruma altında bulunduğunu ve herhangi bir şekilde vahiyler arasına yabancı bir söz karıştırmasının mümkün olmadığını açıkça gösterir. (Matüridi, Ebû Bekir ibnü ‘l Arabi, Fahreddin er Râzi’den TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 13/363, 364)    

(53).‘Bu, şeytanın karıştırdığını kalplerinde hastalık bulunan (şüphevenifakbulunan ve amelleri sebebiyle) kalpleri kaskatı olan kimseleri sınamaya (mihnet ve sınamaya  vesîle kılmak içindir. Zâlimler (münâfıklar, müşrikler ve fâsıklar) şüphesiz derin bir ayrılık içindedirler.’ Şeytanın telkinde bulunması ve bu telkînin etkisini göstermesi, uygun bir ortamı gerektirmektedir. Şeytanın telkîni için ise uygun ortam, kalp katılığı ve kalp hastalığıdır. Bâzı müfessirler ‘kalpleri kaskatı olan kimseler’ buyruğunu kâfirler diye açıklamışlardır. Ancak bu konuda delilleri yoktur; çünkü kalp katılığı bâzen müminlere de isâbet edebilecek bir hastalıktır. (S. HAVVÂ, 9/365)

Bizim bu âyet-i kerîmelerden alabileceğimiz ders ise şudur: Ortada kalbin katılaşması ve kalp hastalığı diye bir durum olduğuna göre, şeytanın insanı fitneye düşürme yolu da söz konusudur. Bu bakımdan eğitimcilerin ilk olarak tedâvi etmeleri gereken şey(ler) arasında, kalbin hastalığı ve katılığı da yer alır. Kalbin hastalığı nifaktır, kalbin katılığı ise nifaktan ayrı bir hastalıktır.(S. HAVVÂ, 9/365)

Allah’ın zikri ile olmaksızın çok söz söyleme. Çünkü Allah’ın zikri dışında söylenen sözler kalp için bir katılıktır ve Allah’tan en uzak kalp ise katılaşmış kalptir. Aşırı gülmek ise kalbi öldürür. Zarûret gereği olmaksızın dünyâ ehli ile oturup kalkmak da böyledir. O bakımdan Müslümanların; zâlimleri sevmek, onları dost edinmek gibi nifâkın her türlü sebebinden uzak durması, kaçınılmaz bir şeydir. (S. HAVVÂ, 9/365)        

(56).‘Kıyâmet günü mülk (hükümranlık, hâkimiyet) Allâh’ındır. (O,) insanlar arasındaki hükmünü verir.’ ‘Mülk’ ile maksat, Allâh’ın bütün varlıkların sâhibi ve kıyâmetin yegâne hükümrânı ve yöneticisi olmasıdır. Aslında mülk Allâh’ındır. Dünyâda Allah, mülkü kullarına emânet olarak vermektedir. İnsanlar ölünce, geçici mülkiyet de ortadan kalkar. Kıyâmet gününün yegâne sâhibi ve mâliki Allah’tır. (1/4, 25/26; İ. KARAGÖZ 4/706)

‘Îman edip de sâlih ameller işleyenler nîmeti bol olan cennettedirler.’ Naîm cennetlerine takvâlılar (68/34, 57/17, 5/65), îman edip sâlih amel işleyenler (31/8, 22/56), îman, ibâdet, hayırve hasenatta öncüler ve Allâh’a yakın olanlar (56/10, 12), iyi ve ihlâslı olanlar (82/13, 37/40-41), malları ve canlarıyla Allah yolunsa cihad eden müminler (9/20,21) gireceklerdir. ‘..cennâtin’ şeklinde kelimenin çoğul olması, birden çok naîm cennetinin olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/707)

22/58-62  ALLAH HAKSIZLIĞA UĞRAYANA YARDIM EDECEKTİR

58. Allah yolunda göç edip de sonra öldürülen veya ölenlere gelince, muhakkak ki Allah onları en güzel rızık verecek (cennete koyacak)tır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en iyisidir. [bk. 4/100]

59. Allah, onları hoşnut olacakları bir yere mutlaka yerleştirecektir. Çünkü Allah (herşeyi) bilendir, Hâlîm’dir (hemencezâvermeyendir).

60. Allâh’ın hükmü böyledir. Her kim kendisine yapılan cezânın (kötülüğün, haksızlığınancak) misli ile karşılık verir de sonra (tekrar) saldırıya uğrarsa, Allah ona elbette yardım eder. Şüphesiz Allah çok affeden, çok bağışlayandır.

61. Allâh’ın hükmü böyledir. Kesinlikle (bilesinizki) Allah (istediğiniyapar,) geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar(akuzatırkısaltır). Şüphesiz Allah (herşeyi) işitendir, görendir.

62. Allâh’ın hükmü böyledir. Şüphesiz Allah, haktır. O’nun dışında yalvardıkları (sığındıklarıputlar / ilâhlar) da bâtıldır. Doğrusu O Allah, (herşeyden) yücedir, çok büyüktür. [bk. 4/139; 10/65; 31/30]

58-62. (58).‘Allah yolunda göç edip de sonra öldürülen veya ölenlere gelince, muhakkak ki Allah onları en güzel rızıkla(rla) besleyecektir. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en iyisidir.’ Allah yolunda hicret etmek; âile, memleket, vatan, geçmişte yaşanana anılar, mal ve diğer hayat nîmetleri gibi kişinin arzuladığı, değer verdiği, üzerine düştüğü her şeyden soyutlanmaktır. Allâh’ın hoşnutluğunu elde etmek ve yeryüzünde bulunan her şeyden daha iyi olan O’nun katındaki iyiliklere kavuşmak amacı ile inancı tüm bunlara tercih etmektir. (..) Hicret, Mekke fethedilmeden, bir İslâm devleti kurulmadan önce geçerliydi. Fetihten sonra artık hicrete gerek kalmamıştır. Peygamber efendimizin de (s) belirttiği gibi cihad etmek ve İslâmı uygulamak için vardır. Kim Allah yolunda cihad eder, Allâh’ın dînini insanların hayâtına egemen kılmak için sâlih amel işlerse bu yaptığı da hicret hükmündedir, hicretin sevâbı ona da vardır. (S. KUTUB, 7/370)

Şânı Yüce Allâh’ın ‘Allah yolunda hicret edip te sonra öldürülen veya ölenlere….’ (âyet 58) buyruğundan itibaren Yüce Allâh’ın ‘Doğrusu Allah insanlara karşı Raûf’dur, Rahim’dir’ (âyet 65) buyruğuna kadar sekiz âyet geçmektedir. Bu sekiz âyetten yedisinin her birisinde Yüce Allâh’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından ikişer tane zikredilmiştir. Nesefi, Ebu Hanife (Rahimehullah’tan) : ‘Allah’ın İsm-i Âzam’ı bu sekiz âyet-i kerîmesindedir, dediğini ve bundan dolayı da bu âyetleri okuyanın duâsının kabul edileceğini’  nakletmiştir. (S. HAVVÂ, 9/366)  

(59).‘Onları elbette memnun olacakları bir yere koyacaktır.’ Orası cennettir. Çünkü orada nefislerin arzuladığı ve gözlerin görmekle zevk duyacağı herşey vardır. (S. HAVVÂ, 9/346)

Osman b. Maz’un’un ve Ebu Seleme gibi muhâcirlerden bâzıları Medîne’de vefat ettiklerinde bir kısım insanlar, Allah yolunda öldürülenlerin mi yoksa yataklarında ölen kimselerin mi daha üstün olduğu, aralarında bir fark bulunup bulunmadığı hususunda ihtilaf ettiler. Bunun üzerine inen bu âyet-i kerîmeler, bunlar arasında bir fark bulunmadığını, Allah Teâlâ’nın hepsine de çok güzel nîmetler lütfedeceğini bildirdi. (Taberi’den, Ö. ÇELİK, 3/437)    

(60).‘Allâh’ın hükmü böyledir. Kim kendisine verilen cezâya misliyle karşılık verir de sonra yine kendisine saldırılırsa, and olsun ki Allah, ona yardım edecektir.’ Affedici olmak takvâ sâhibi müminlerin vasıflarından olmakla birlikte (bk. Âl-i İmran 3/134), zulüm ve haksızlık karşısında misli ile cevap verme hakkı‘ da saklı tutulmuştur. (bk. Şûra 42/40, Bakara 2/194) Misliyle karşılık verildikten sonra düşman yeniden saldırıya geçerse, Cenâb-ı Hakk mümine yardımcı olacağını bildirmektedir. (H. DÖNDÜREN, 2/536)    

Birgrupmüşrik, muharrem ayında bir Müslüman topluluğu ile karşılaşmış ve ‘Nasıl olsa Muhammed’in adamları haram aylarda savaşmazlar’ deyip, onlara saldırmaya yeltenmişlerdi. Müslümanlar onları uyardıkları hâlde niyetlerinden vaz geçmediler. Müslümanlar, bu haksız saldırıya karşılık verip, onları mağlûp ettiler. Olayın duyulması üzerine, Medîne’deki bâzı müminler, haram aylarda savaşmış olmaktan ötürü, onları kınayan sözler sarf ettiler. Bunun üzerine âyet indi ve onların haklılığını tescil etti. (Taberi, Şevkâni’den, KUR’AN YOLU, 3/747)

Bir kimse diğerine ‘Ey Habis’ dese, diğeri de ona misliyle karşılık verse, bu câizdir. Çünkü bu, zulme uğradıktan sonra hakkını almaktır ki, buna izin verilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur.’ (Şûra 42/41) Eğer bu söz, hadd (cezâsın)i gerektiren bir söz ise, kendisine haddi gerekli kılmamak için ona misli ile cevap vermemelidir. … Bir kimse başkasına haksız yere vursa, vurulan da vurana vursa, ikisi de tâzir cezâsına çarptırılır. (İ. H. BURSEVİ, 13/136)

‘Allâh’ın hükmü böyledir. Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.’ İnsanlarınsabahakşam, yazkış gördükleri bir tabiat fenomenidir bu. Gün batımında gece gündüzün içine girer, onu kaplar. Gün doğarken, de gündüze giren gece kışla birlikte bir uzun olur. Geceye giren gündüz de yazın başlaması ile eskisinden daha uzun olur. İnsanlar bu hârika tabiat olayını; gecenin gündüze girişini, ve gündüzün geceye girişini her zaman görüyorlar. Ama sık sık görmekten ve artık alışmış olmaktan dolayı bunun arka planındaki yasanın titizliğini ve değişmezliğini unutuyorlar. Bu yasanın bir kez şaşırdığı ya da duraksadığı görülmüş değildir. Bu da şu koskoca evreni bu yasalar doğrultusunda yöneten ve her yaptığı yerinde olan ilâhi güce tanıklık etmektedir. (..) İşte sûrenin akışı insanların farkına varmadan geçip gittikleri, ama her gün tekrarlanan bu evrensel olaya dikkatleri çekiyor. Amaç, insanların basiretlerini açmak,  bir yandan gündüzü dürerken, bir yandan gece perdesini indiren ilâhi kudret elini bilinç plânında algılamalarını sağlamaktır. İlâhi el, bu evrensel mucizeyi şaşırtıcı bir dikkat içinde şaşmadan değişmezbirsüreklilikiçinde gerçekleştirmektedir. (S. KUTUB, 7/372)    

‘Allâh’ın hükmü böyledir. Şüphesiz Allah, hakkın ta kendisidir. O’nun dışında yalvardıkları (sığındıklarıputlar / ilâhlar) da bâtılın ta kendisidir.’ Görüldüğü gibi bâtıldan maksat, Allâh’ı bırakıp başkasına tapma ve bağlanma olup aynı zamanda O’nun rızâsına aykırı iş ve hareketlerdir. (H. T. FEYİZLİ, 1/338)

22/63-72  GÖKLERDE VE YERDE NE VARSA HEPSİ O’NUNDUR

63. (Ey insan!) Görmedin mi, Allah gökten yağmur indirir de, yer (onunla) yemyeşil oluverir. Doğrusu Allah çok lütufkârdır, (herşeyden) haberdardır. [krş. 10/ 61; 27/25; 31/16]

64. Göklerde ve yerde olanlar(ınhepsi) Allâh’ındır. Doğrusu Allah elbette çok zengindir, övülmeye lâyıktır.

65. (Ey insan!) Görmedin mi, Allah yerde olan şeyleri ve emri ile denizde akıp giden gemileri sizin fayda ve hizmetinize vermiştir. Göğü de kendi izni olmadan, yere düşmemesi için O tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [bk. 31/29; 45/13]

66. Size (önce) hayat verip sonra öldürecek, sonra yine diriltecek olan ancak O’dur. Gerçekten insan, çok nankördür. [bk. 2/28; 40/11; 45/26]

67. Biz her toplum için, (kendiçağlarında) uygulamakta oldukları bir ibâdet tarzı (şeriat) koyduk. Müşriklerin din işinde seninle tartışmalarına fırsat verme. Artık sen Rabbine dâvet et. Şüphesiz sen dosdoğru bir yol (olanİslâm) üzeresin. [krş. 2/148; 5/48]

68. (Ey Peygamberim!) Eğer seninle (dinde) mücadele ederlerse (onlara): “Allah yaptıklarınızı daha iyi bilendir.” de. [bk. 10/41; 46/8]

69. “Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında Allah, kıyâmet günü aranızda hüküm verecektir.” [bk. 32/25; 60/3]

70. (Ey insan!) Bilmez misin ki Allah gökte ve yerde ne varsa (hepsini) bilir. Çünkü bu(nlarınhepsi), Kitap’da (Levh-i Mahfûz’da)dır. Gerçekten bu (bilme), Allah’a göre pek kolaydır.

71. (Müşrikler) Allâh’ı bırakıp da O’nun, delil olarak hakkında hiçbir şey indirmediği ve kendilerinde de ona dâir bir bilgi bulunmayan putlara taparlar. Zâlimlerin (hiçbir) yardımcısı yoktur.

72. Müşriklere açık olarak âyetlerimiz okunduğu zaman, inkâr edenlerin yüzündeki inkâr (belirtisin)i anlarsın. Neredeyse âyetlerimizi karşılarında okuyanlara saldıracaklar. (Rasûlüm!) De ki: “Size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Cehennem ateşi! Allah onu inkârcılara vaadetmiştir. O ne kötü (bir) dönüş yeridir!”

63-72. (63).‘Görmedin mi, Allah gökten yağmur indirir de, yer (onunla) yemyeşil oluverir.’ Hayat kaynağı olan suya buharlaşıp yükselme, rüzgârlara bulutları sarsmadan sürüp bir yerden başka bir yere taşıma (24/43), özelliğini veren yüce Allah’tır. Eğer Allah, bu özelliği vermeseydi, okyanuslardaki su, binlerce km. uzaklıktaki çöllerin üzerine yağmur olarak nasıl düşer ve güneşin hararetiyle yanıp kavrulmuş ölü toprak nasıl canlanabilirdi? Tuzlu deniz sularının buharlaşma ve yağmur yoluyla arıtılıp tatlı suya çevrilmesi işlemi de yüce Allâh’ın başta insanlar olmak üzere bütün canlılara bir lütfudur. Bütün bunlar ve tabiatta olup bitenler, Allâh’ın varlığının ve gücünün açık delilleridir. (İ. KARAGÖZ 4/713)   

‘ .. görmedin mi?’ sorusu, istifhâm-ı inkâri olup, gör, bil, incele ve anla demektir. Toprak, hava, su, ağaçlar, bitkiler, bulutlar, yağmur ve kar yağması ve diğer varlıklar, görüldüğü ve incelendiği zaman bunların kendiliğinden var olmadığı, bunları bir yaratan ve yönetenin olduğu bilinir. (İ. KARAGÖZ 4/713)

(64).‘Göklerde ve yerde olanlar Allâh’ındır.’ Her şey O’nun mülküdür. Kendisinden başkasına ihtiyâcı yoktur. Her şey O’nun kuludur. (S. HAVVÂ, 9/349)

Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sâhibi ve mâliki yüce Allah’tır. Göklerde bulunan Güneş, Ay, yıldızlar, galâksiler, bulutlar, rüzgârlar, yeryüzündeki ağaçlar, bitkiler, mantarlar, toprak, su, yer altında bulunan mâdenler ve daha nice varlıkların hepsini yaratan, yaşatan, yöneten, insanların hizmetine sunan ve bütün bu varlıkların yegâne sâhibi ve mâliki yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 4/714)

(65).‘Görmedin mi, Allah yerde olanları’ mâden, toprak, hava, çeşitli unsur ve terkipleri, canlı, cansız ve bitkileri ‘ve emriyle denizde akıp giden gemileri, buyruğunuz altına vermiştir.’ Bu gemileri sizin emrinize vermiştir. Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve emrine vermesiyle  bu şekilde akıp gitmektedir. ‘İzni ile’ emir ve dilemesiyle ‘olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için, göğü’ arzın dışında olan ve üstünde kalan her şeyi ‘O tutar.’ (S. HAVVÂ, 9/349) /349)

r. (S. HAVV’den başkasına ihtiyerçekleştirmektendirenildir. Bu da şu koskoca evreni bu yasalar doğrultusunda yöneten v

Denizlerde yüzen gemiler; Gemileri yapan insanlardır. Ancak insanlara gemi yapma yeteneğini veren, gemilerin yapıldığı malzemeleri yaratan ve suya kaldırma gücü veren yüce Allah’tır. Bu imkânlar olmasaydı insanlar ne gemi yapabilirler ne de gemiler denizde yüzebilirdi. (..) Yeri, gökleri ve göklerdeki varlıkları yaratan ve bunları dağılmadan varlıklarını sürdürmelerini sağlayan, yer ile gökler arasında dengeyi ve tabiat yasalarını var eden yüceAllah’tır. (..) ‘.. göğün yerkürenin üzerine düşmekten korunması’ ile maksat, Allâh’ın fizik âlemdeki yasalarını ifâde etmekte, varlıkların kendi kendilerine var olmadıklarını ve varlıklarını sürdürmediklerini, ancak Allâh’ın yaratması ile var olduklarını, varlıklarını sürdürdüklerini ve görevlerini yaptıklarını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/715, 716)

(66).‘Sizi dirilten, sonra öldürecek, sonra yine diriltecek olan O’dur. Gerçekten insan çok nankördür.’ Başka âyetlerden de anlaşıldığı üzere, bütün insanlar nankör davranmaz, rabbine şükretmesini bilenler de vardır; fakat burada, basiret sâhibi kimselerin ayan beyan görebilecekleri nîmetleri görmezden gelme şeklindeki yaygın beşeri zaafa değinilmektedir. (âyetlerde verilen örneklerin açıklaması için bk. Bakara 2/22, 29, 164; Ra’d 13/2; İbrâhim 14/32-34; Nahl 16/10-11, 14-16, 65; İsra 17/66; KUR’AN YOLU, 3/749)

(67).‘Her topluma bir ibâdet yolu / şeriat belirledik.’ Âyette her ümmet için dîni kurallar belirlenmiş olduğuna değinilerek, öncelikle Allah tarafından toplumların şartlarına ve beşeri gelişmelere göre farklı dînî hükümlerin bildirilmiş olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir. Bu gerçeğin göz önünde bulundurulması hâlinde Mekke putperestlerinin Hz. Muhammed’in peygamberliğini yadırgamamaları ve bu noktadan hareketle bir tartışmaya girmemeleri gerekir. (KUR’AN YOLU, 3/751)

‘Artık sen Rabbine (İslâm’a) dâvet et’ cümlesi, Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Her mümin, bilgisi ve imkânı nisbetinde dîni anlatmakla yükümlüdür. Bu, İslâm ümmetinin ortak görevi (3/110) ve her bir müminin özelliğidir. (9/71; İ. KARAGÖZ 4/718)

(..) Vahiy, şeriatın zaman ve mekân şartlarına göre bedenlenmiş şeklidir. Bir başka ifâde ile dînin hayâta bakan kısmı ya da pratik yönü olan esaslarıdır. Bunların ilk akla gelen niteliği de söz konusu esasların değişken olmalarıdır. Şeriatlara konu olan hükümlerin bu özelliklerinden dolayıdır ki, ‘Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik.’ (Mâide 5/48) âyetinde yer alan ‘şir’at’  kelimesini âlimler, her peygamberin getirmiş olduğu amelî ve fer’î hükümlerin kendi zaman ve şartlarına göre değişik olması şeklinde yorumlamışlardır. (M. DEMİRCİ, 2/356, 357)  

(68).‘O hâlde bu konuda seninle çekişmesinler.’ Mânâ şudur: Onların sözlerine iltifat etme! Bu konuda seninle tartışmalarına da imkân verme. ‘ve Rabbine dâvet et.’ O’nun dînine, şerîatına, ibâdetine ve O’na karşı takvâlı olmaya çağır. (S. HAVVÂ, 9/350)   

‘Şüphesiz sen dosdoğru bir yol (olanİslâm) üzeresin.’ En doğru yol, Allâh’ın son gönderdiği ve bütün hükümlerin tamamlandığı din, İslâm olup artık tartışmaya lüzum yoktur. Bundan önceki bütün dinler hem tahrif edilmiş hem de hükmü kalmamıştır. Dolayısıyla Yahûdilik ve Hıristîyanlığı, İslâm ile eşit göstermek yanlıştır. [bk. 2/83] (H. T. FEYİZLİ, 1/339)

‘Eğer seninle münâkaşa ve mücâdeleye girişirlerse: ‘Allah yaptığınızı çok iyi bilmektedir’ de.’ Sen onlarla yine de tartışma ve şöyle diyerek onları başından sav: Allah sizin bütün işlediklerinizi, gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da, bunlardan neyi gözettiğinizi de ve bu amellerinize karşılık neyi hak ettiğinizi de bilir. Bu hem bir tehdit, hem bir edeplendirmedir. Her inatçı mütekebbire verilecek bir cevaptır. (S. HAVVÂ, 9/350, 351)

Burada Yüce Allâh’ın kullarına öğrettiği güzel bir edep vardır. Bu da işi yokuşa sürmek ve sırf tartışma yapmak için inatlaşan kimselere karşı takınılması gereken tavırdır. Böyle kimselere cevap vermemeli ve onlarla tartışmamalıdır. (Ö. ÇELİK, 3/441)

(70).‘Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde olanı bilir. Hiç şüphesiz ki bunlar bir kitaptadır. Doğrusu bunlar Allah’a çok kolaydır.’   Şânı Yüce Allah’ın mahlûkâtı hakkındaki mükemmel bilgisi, göklerde ve yerde bulunan her şeyin bilgisini kuşattığını, yerde olsun gökte olsun, zerre ağırlığınca hatta ister ondan küçük, ister ondan büyük olsun (fark etmez, M. SELMAN). Hiçbir şeyin O’nun bilgisinden uzak olamayacağını, bütün varlıkları varoluşlarından önce bildiğini, bunu kitabı olan Levh-i Mahfuz’da yazdığını bize haber vermektedir. (S. HAVVÂ, 9/367)

Hadis: (Nitekim) Sahih-i Müslim’de Abdullah b. Amr’dan şöyle dediği sâbit olmuştur: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Allah mahlûkâtın kaderlerini, semâvat ve arzı yaratmasından elli bin sene önce takdir buyurdu ve o zaman arşı su üstünde idi. Sünende yer alan ve ashaptan bir grup tarafından nakledilen  bir hadîs-i şerîfe göre, Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Yüce Allâh’ın ilk halk ettiği şey kalemdir. Ona: ‘Yaz’ dedi. Kalem: ‘Ne yazayım?’ deyince, şöyle buyurdu: ‘Olacak olan şeyleri yaz’, dedi. Kalem, kıyâmet gününe kadar olacak olan ne varsa yazdı. (S. HAVVÂ, 9/367)

Hadîs-i şerifte geçen: ‘Göklerin ve yerin yaratılışından elli bin sene önce idi ve O’nun Arş’ı su üstünde idi’ ifâdesi, o zaman Arş ile suyun da mevcut olduklarına işâret etmektedir. Ancak hiçbir kimse, Allâh’ın takdîrinin sonradan olduğu anlamını çıkarmamalıdır. Çünkü şânı Yüce Allah, neyin ne olacağını ezelden beri bilmiş, ona göre hükmünü, kazâ ve takdîrini vermiştir. Ancak bunun Levh-i Mahfuzda ilk olarak meydana çıkartılması göklerin ve yerin yaratılmasından elli bin yıl önce olmuştur. Burada zikredilen ‘elli bin sene önce’ rakamının, şânı Yüce Allâh’ın el Meâric sûresinde buyurduğu gibi Rabbimizin günlerinden bir gün kadar olduğuna dikkat edelim: ‘Melekler de ruh da oraya, miktârı elli bin yıl olan bir günde yükselir.’ (el Meâric, 70/4) Şânı Yüce Allah, katındaki bir günün, bizim saydığımız bin yıl gibi olduğunu, yine bir günün miktarının elli bin yıl olduğunu zikretmektedir. (S. HAVVÂ, 9/367)            

(72).‘Müşrikler neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyan (Peygamber ve müminlere) şiddetle saldıracaklar.’ Âyetin ilk cümlesinde geçen ‘münker’ kelimesi, inkâr edilen, yadırganan şey demektir. Bununla maksat, müşriklerin Kur’an okununca yüzlerini buruşturmaları, eğip bükmeleri, hoşlanmadıklarını yüz hatları ile belli etmeleri, âyetleri ve içeriğini kabulden hoşlanmamaları ve Allah sözü olduğunu kabul etmemeleridir. Okunan Kur’an’dan hoşlanmamak, inkârdır. Bu itibarla âyet, müşriklerin sergilediğini sergileyen herkes için geçerlidir. (İ. KARAGÖZ 4/721)

22/73-78  ALLÂH’IN  KADRİNİ  HAKKIYLA BİLEMEDİLER

73. Ey insanlar! İşte size bir örnek verildi. Şimdi onu iyi dinleyin: Sizin Allâh’ı bırakıp da yalvar(ıp/tap)tıklarınız; hepsi bir araya toplansalar dahi aslâ bir sineği bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir pay kapsa, onu ondan kurtarmaya bile güçleri yetmez. İsteyen de âciz (kendisinden) istenen de.

74. Müşrikler Allâh’ı gereği gibi (anlayıp) takdir edemediler. Doğrusu Allah çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

75. Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. (Bununlabirlikte) kesinlikle Allah (herşeyi) işitendir, görendir.

76. (Allah) insanların önlerindekini de arkalarındakini de (yaptıklarınıdayapacaklarınıda) bilir. (Bütün) işler, ancak Allâh’a döndürülür. [bk. 72/28]

77. Ey îman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki umduğunuza erişesiniz.

78. (Ey müminler!) Allah yolunda hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti ve din konusunda da üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Tıpkı babanız İbrâhîm’in dini(ndeolduğu) gibi. O (Allah) daha önce(kikitaplarda) ve bu (Kur’ân’)da size “müslümanlar” adını verdi. Tâ ki peygamber size şâhit olsun, siz de insanlara şâhit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a (O’nun dînine) sımsıkı yapışın. Mevlânız (sâhibiniz) O’dur. (O) ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! [krş. 3/103]

73-78. (73).‘Şüphesiz ki sizin Allâh’ı bırakıp ta taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar.’ Allâh’ı bir yana bırakıp da putlardan ve heykellerden, şahıs ve değerlerden ya da rejimlerden yalvarıp yakardığınız, Allah yerine yardım istediğiniz düzmece tanrıların tümü ‘Biraraya gelseler bir sinek bile yaratamazlar.’ Sinek küçücük, zayıf bir yaratıktır. Ama bu düzmece tanrılar, biraraya gelseler, birbirleriyle yardımlaşsalar bile bir sinek yaratamazlar. (S. KUTUB, 7/380)  

Müşrikler putlarını zaferan ile sıvarlardı. Daha sonra, bu zaferan kurur, sinek gelir, onlardan bir şeyler kapıp götürürdü. Yine putların önüne yemekler koyarlardı. O yemeklere sinekler konar ve ondan yerlerdi. Putların ne üzerlerine sineklerin konmasına, ne de önlerindeki yemeklerden yemelerine müdâhale edecek hâlleri yoktu. Çünkü cansızdırlar. O hâlde kendilerini bile savunmaktan âciz olan şeylerin, başkalarına ne faydası olabilir?   (Ö. ÇELİK, 3/443)

Yâni putun önüne varıp tapan, isteklerini, yapacaklarını veya şikâyetlerini söyleyen de âciz, put da âciz. İslâm öncesi câhiliye devrinin müşrik Arapları, heykel putlarının önünde törenler tertip ederler, övgü ve şikâyetlerini dile getirirler, birtakım adaklarla istekte bulunurlardı. İşte yüce Allah, bu ilkellik ve câhiliye âdetlerini veciz şekilde bildiriyor.) (H. T. FEYİZLİ, 1/340)

‘Allah hem meleklerden elçiler seçer’ Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve başkaları gibi, ‘hem de insanlardan’ İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (s) gibi elçiler seçer. (S. HAVVÂ, 9/371)

(76).‘Allah, onların (Rasullerin) önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir.’ ‘Onların yapacaklarını da, daha önce yaptıklarını da bilir’ ve ‘Onların açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir’ şeklinde de anlaşılmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/754)

‘Bütün işler Allâh’a döndürülür.’ Allah dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz, insanların yaptıkları da Allâh’ın denetimi altındadır. Âhirette insanları yaptıkları ve yapmadıkları konusunda hesaba çeker, mazlumun hakkını zâlimden alır, kâfirleri cezalandırır, müminleri ödüllendirir. (İ. KARAGÖZ 4/725)

(77).‘Ey îman edenler! (namazınızda) rükû edin, secde edin.’ İmam Azam ve İmam Malik ise âyette secdenin rükû ile birlikte zikredilmesinin burada kastedilenin namaz secdesi olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir. (İ. H. BURSEVİ, 13/161)

Secde, saygının, teslimiyetin, itaatin ve bağlılığınen yüksek şeklidir. Secdenin ibâdet olabilmesi için niyet şarttır. Bu anlamda secde sâdece Allâh’a yapılır. Secde, ‘secde-i teshir’ ve ‘secde-i ihtiyar’ olmak üzere iki kısma ayrılır. (15/98). Birincisi insanlara, hayvanlara, ve diğer canlılara; ikincisi ise sâdece insanlara ve cinlere özgüdür. (13/15). İnsan ve cinlerin dışındaki bütün varlıklar, sözgelimi melekler, hayvanlar, bitkiler, zebzeler, ağaçlar, Güneş, Ay ve yıldızlar ..  Allâh’a secde ederler. (7/206, 16/49-50, 22/18, 55/6; İ. KARAGÖZ 4/725, 726)

Allâh’a secde etmek ibadettir. Allâh’a, O’nun emir ve yasaklarına, hüküm ve tavsiyelerine, kazâ ve kaderine boyun eğmek, rızâ göstermek, saygıda bulunmaktır. Allah için boyun eğen, alnını secdeye koyan, O’nun hükümlerini baş tâcı eden insan, O’ndan başka hiçbir şeye isteyerek boyun eğmez. O’ndan başkasına kulluk etmez. İnsanın Allah için secde etmesi, kulluğun ikrârı, başka hiçbir varlığa boyun eğmeyeceğinin beyanıdır. (9/112, 15/98, 19/58, 25/64, 32/15, 39/9, 48/29; İ. KARAGÖZ 4/726)

Bütün emrettiklerinde itaat etmek sûretiyle ‘Rabbinize ibâdet edin ve’ bütünü ile ‘iyilik yapın ki, kurtuluşa eresiniz.’ Nesefi der ki: ‘Denildiğine göre zikrin diğer itaatlere göre özel bir meziyeti olduğundan dolayı Yüce Allah, önce katışıksız bir zikir olan namaza müminleri dâvet etti. Namazın katışıksız bir zikir olması Yüce Allâh’ın ‘Ve beni zikretmek için namaz kıl.’ (Tâhâ 20/14) buyruğudur. Bundan sonra namazın dışında oruç, hac ve buna benzer diğer ibâdetlerde bulunmaya dâvet etti, arkasından diğer bütün hayırları işlemeye teşvik etti. (S. HAVVÂ, 9/373)

Birfiilin ve amelin ibâdet olabilmesi için îman, ihlâs ve iyi bir niyetin bulunması ve ibâdetin Kur’an ve sünnete uygun olması şarttır. Îmansız, niyetsiz, ihlâssız, Kur’an ve sünnete uygun olmayan amel, ibâdet olmaz. Böyle bir amel boşa gider. (5/5; İ. KARAGÖZ 4/726, 727)

‘..ve hayır işleyiniz.’ Namaz ve diğer ibâdetlerden başka bir de her işinizde hayır ve sevap getiren şeyleri araştırıp, nâfile ibâdetler, yakın akrabayı gözetmek, güzel ahlâk, insanlara yararlı olmak ve Allâh’ın yaratıklarına şefkat gibi gücünüzün yetebildiği iyiliği yapınız. (ELMALILI, 5/504)

(78).‘Allah yolunda da hakkıyla cihad edin.’ Cihad, düşmana karşı savunmada bütün gücünü harcamaktır ki, üç kısımdır: (1) Birincisi, açıkça kendini belli etmiş düşman ile yapılan cihad. (2) İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. (3) Üçüncüsü de nefis ile yapılan cihaddır. (ELMALILI, 5/504)

Âyet-i kerimedeki ‘Allah yolunda hakkıyla cihad’ kaydı, (1). herhangi bir çıkar gözetmeksizin sırf Allah için cihad edin, (2). Allah yolunda cihad ederkentepkilerden ve kınanmaktan çekinmeyin, (3). İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak ve insanlara anlatmak için maddî ve mânevî her türlü imkânı seferber edin ve nefsinize uymayın, inlamlarını ifâde eder. (4/84, 95, 5/35, 9/73; İ. KARAGÖZ 4/729, 730)

 ..‘O sizi seçti.’ Kendi dini için ve dinine yardımcı olmanız için sizi seçmiştir. İbn Kesir der ki: ‘Ey Ümmet! Allah sizi seçti. Diğer ümmetler arasından tercih etti, size fazilet ve üstün şeref verdi. Rasullerin en mükerremini ve en mükemmel şerîatı size tahsis etti. (S. HAVVÂ, 9/373)

‘.. seçkin insan’ olmayı hak edebilmek içinşartlarına uygun îman etmek, îmânın gereği sâlih amelleri işlemek, haramlardan sakınmak, Kur’an ahlâkına sâhip olmak, Allah için çalışmak yâni cihad etmek gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/730)

‘Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.’ Sizin için dînin hükümlerini dar tutmamıştır. Aksine sizi yükümlü tuttuğu temizlik, namaz, hac, oruç gibi bütün amellerinizde teyemmüm, îmâ, kasır /kısaltma, sefer ve hastalık özürleri sebebiyle oruç açmak; binek ve azık bul(a)mama hâlinde hacla yükümlü tutmamak gibi ruhsatlar vermiştir. (S. HAVVÂ, 9/373)

Herkesinsıkıntısına, ihtiyâcına, mâzeretine göre ruhsatlar verdi. Meselâ ayakta namaz kılamayanın oturmasına, oturamayanın îmâ ile kılmasına müsâade etti, kolaylıklar gösterdi. Cihâdı da yeterli bir gücün varlığı ile orantılı olarak farz kıldı. (ELMALILI, 5/505)

Kolaylaştırma (teysir) İslâmiyetin temel ilkelerinden olup, birçok âyet ve hadiste bu noktaya vurgu yapılmıştır. Meselâ bir hadiste İslâm’ın kolaylık dîni olduğu ifâde edilmiş (Buhâri), Hz. Peygamber de kendisinin kolaylaştırıcı bir eğitimci olduğunu belirtmiştir. (Müslim, ayrıca bk. Bakara 2/185; Nisâ 4/28; Maide 5/6). Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir ölçüyü yine Rasûlullâh’ın hayatından öğreniyoruz. Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre Peygamber efendimiz, Allah tarafından kural konmamış bir konuda iki seçenekle karşı karşıya geldiğinde en kolay olanı tercih ederdi; fakat Allâh’ın koyduğu hükümlerin yerine getirilmesi için de herkesten titiz davranırdı. (Buhâri, Müslim, KUR’AN YOLU, 3/757, 758)   

Hadis: ‘Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.’(Buhâri)

Hadis: Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılık helâk etmiştir.’ (İbn Mâce Hac 63, İ. KARAGÖZ 4/734)

‘Babanız İbrâhîm’in dininde olduğu gibi…’ Nesefi der ki: ‘İbrâhim (as) bütün ümmetin atası olmamakla birlikte, Yüce Allâh’ın ondan ümmetin atası diye söz etmesi, Rasûlullah (s)’in atası olması dolayısıyladır. Ona ata olunca, onun ümmetinin de atası olur. Çünkü Rasûlün ümmeti, onun çocukları hükmündedir. Hadis: Nitekim peygamber (s), ‘Ben sizin için bir baba gibiyim’ buyurmuştur. (S. HAVVÂ, 9/373)

‘Daha önceden (inmişkitaplarda) ve bunda da (YâniKur’ânıKerim’dede) size Müslüman adını veren O’dur.’ O, sizleri diğer ümmetlere üstün tutarak bu güzel isimle adlandırdı. (S. HAVVÂ, 9/374)

Âyet-i kerimedeki ‘Peygamber size şâhit olsun, siz de onlara şâhit olasınız’ cümlesi, müminin örneklik göreviniifâdeeder. Âyette geçen ‘şâhit’ kelimesi örnek ve delil anlamlarına gelir. Dünyâda Peygamberimiz (s) Müslümanlara modeldir. Müslümanların da inancı, ahlâkı, dürüstlüğü, temizliği, kamu ve insan haklarına saygısı, diğer insanlara model olmaları gerekir. Bu niteliklere sâhip Müslümanlardan oluşan toplumun, her türlü aşırılıklardan uzak, akıllı, itidalli, adâletli ve dengeli bir toplum olması gerekir. (2/143) Aşağıdaki hadisler müminin örnek insan olması gerektiğini ifâde etmektedir: Hadis: ‘Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların güvende olduğu kimsedir.’ (Buhâri). Hadis: ‘Mümin, insanların mallarına ve canlarına karşı emin olduğu kimsedir.’ (Tirmizi; İ. KARAGÖZ 4/734)

’Şu hâlde namaz kılın, zekât verin.’ Bu büyük nîmete şükürle karşılık verin. Size farz kılmış olduğu şeyleri edâ etmek sûretiyle, vâciplerine itaat etmek, haram kıldıklarını da terketmek sûretiyle Allâh’ın hakkını tastamam yerine getirin. Bunlar arasında ise en önemlileri namaz kılmak ve zekat vermektir. (S. HAVVÂ, 9/374)

Hadis: ‘Namazı kasden terk etmeyin. Çünkü kim namazı kasden terk ederse, Allâh’ın ve Rasûlünün himâyesi ondan uzak olur.’ (Ahmed 6/421, İ. KARAGÖZ 4/735)

İslâm’ın beş temel esâsından biri de zekâttır. Zekât âyet ve hadislerde hep namazla birlikte zikredilir. Bu, zekâtın dînimizdeki yerini ve namaz ile zekât arasındaki kuvvetli bağı ifâde eder. Zekât vermek, namaz ile birlikte kendilerine cennet vaad edilen takvâlı ve Muhsin müminlerin en önde gelen niteliğidir. (5/55, 23/1-8). Zekât, fakir ile zengin arasında bir köprüdür, sosyal yardımlaşma ve dayanışmadır, serveti mânen temizlemektir. Zengin olduğu hâlde zekâtını vermeyenler Allâh’a isyan etmiş, kul hakkı üstlenmiş ve kendilerini ilâhi azâba duçar etmiş olurlar. (9/34, 35, İ. KARAGÖZ 4/735)

‘Allâh’a (O’nun dînine) sımsıkı sarılın.’ Allâh’a sarılmaktan maksat, O’nun varlığına ve birliğine, peygamberine ve kitabına îman etmek, Peygamberine uymak ve kitabına sarılmaktır. Bu husus ‘Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın.’ (3/103) âyeti ile dile getirilmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/735)

‘..ve Allâh’a dayanın.’ İbn Kesir der ki: ‘Allah’tan gücünüzü alın, O’ndan yardım isteyin, O’na tevekkül edin, O’nun desteğini alın.’ Nesefi der ki: ‘Güveneceğiniz ve tevekkül edeceğiniz şeyler, namaz ve zekât olmasın. Siz Allâh’a güvenin, O’na tevekkül edin.’ (S. HAVVÂ, 9/374)

Sonuç olarak yüce Allah, âyette Müslümanlara beş görev yüklemiş, bu görevleri yapanların Mevlâ’sı ve yardımcısı olduğunu bildirmiştir. Bu görevler: Allah uğrunda cihad etmek, hak dînin ilkelerine uymak, beş vakit namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek ve Allâh’a sarılmaktır. Bu emirler bağlayıcıdır. Yâni her Müslümanın bu emirleri yerine getirmesi zorunludur, bu görevleri yapanlar ibâdet etmiş, sevap kazanmış, terk edenler ise isyan etmiş ve günaha girmiş olurlar. (İ. KARAGÖZ 4/736)

‘O’dur sizin mevlânız.’ Mâlikiniz, yardımcınız, işlerinizi çekip çeviren, sizi koruyacak olan, düşmanlarınıza karşı zafer verecek olan. (..) ‘O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.’ Düşmanlara karşı ne güzel zafer verir. İşte Allâh’ın Mevlâ ve yardımcısı olduğu kimse ise kurtulmuştur. (S. HAVVÂ, 9/374) (Allah’ın izniyle tamamlandı: 28 Mart 2015/ 8 Cemâziyelahir 1436, Rabbimiz okuyup amel etmeyi nasip eylesin. Âmîn)