Hadid Suresi

  1. Hadîd Sûresi

Medîne döneminde inmiştir. 29 âyettir. Hadîd, “demir” demektir. Sûre adını, demirin önemine işâret eden 25. âyetten almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/536)

Tesbih ifâdesiyle başladıkları için ‘müsebbihat’ diye anılan beş sûrenin ilkidir.(diğerleri Haşr, Saf, Cum’a ve Teğâbün sûreleridir). Hadîs: Hz. Peygamber yatmadan önce ‘müsebbihâtı okur’ ve bunlarda bin âyetten fazîletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi. (Tirmizi Fezâilü’l Kur’an 21’den, KUR’AN YOLU, 5/234)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 57/1-6  O  SİZİNLE  BERÂBERDİR

  1. Göklerde ve yerde olan herşey, Allâh’ı tesbih eder. O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir. [krş. 17/44]
  2. Göklerin ve yerin mülkü (ve hükümranlığı yalnız) Allâh’ındır. Hem diriltir, hem öldürür. O, herşeye kâdirdir.
  3. O (Allah); hem ilktir, hem son(suz kalacak olan)dır. Zâhir’dir (varlığının delilleri açıktır). Bâtın’dır (zâtının hakikati gizlidir). O, herşeyi hakkıyla bilendir.
  4. O, gökleri ve yeri altı aşamada yaratan, sonra arşa hükümran olandır. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni hep O bilir. (Ey insanlar!) Nerede olsanız sizinle berâberdir. Allah (bütün) yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
  5. Göklerin ve yerin mülkü (ve hükümranlığı) ancak Allâh’ındır. Bütün işler ancak O’na döndürülür.
  6. Geceden (bir kısmını) gündüzün içerisine katar (böylelikle gündüzler uzar). Gündüzden de gecenin içerisine katar (böylelikle geceler uzar). O, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.

 1-6.(1).‘Göklerde ve yerde olan herşey, Allâh’ı tesbih eder. O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.’  Tesbih, Allah Teâlâ’nın zâtını ve sıfatlarını her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzak tutmaktır. Göklerde ve yerde canlı cansız akıllı akılsız ne kadar varlık varsa kendilerine has dilleriyle ve hâlleriyle yüce Allâh’ı tesbih ederler. (bk. İsrâ 17/44, Ö. ÇELİK, 5/34) Bilindiği gibi Kur’an’ın bir âyetinde ‘Ey dağlar o (Hz. Dâvud) tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın.’ (Sebe, 34/10) buyuruluyor. Yâni dağların, Hz. Dâvud’un tesbihine koro hâlinde katıldıkları belirtiliyor. Elimizde bu gerçeği vurgulayan hadisler de vardır. Birkaç tânesini birlikte gözden geçirelim: Sahâbilerden Câbir’in bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: ‘Mekke’de bir kaya var. Bu kaya, peygamberliğimin ilk gecelerinde bana selâm verirdi. O kayayı şimdi de biliyorum. (Müslim) Öte yandan Hz. Ali (kv) şöyle diyor: ‘Bir keresinde Peygamberimizle birlikte Mekke’nin kenar semtlerinden birinde geziye çıkmıştık. Yolda rastladığımız her ağaç, her tepe ‘Esselâmü aleyke yâ Rasûlallah’ diyerek O’nu selâmlıyordu. (Tirmizi’den S. KUTUB, 9/529)

Azîz; kuvvet sâhibi, kâdir ve kâhir anlamına gelir. Hiç kimse O’nun emirlerine karşı koyamaz ve herkes O’nun emirlerini yerine getirmek zorundadır. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz Hakîm ise, hikmet sâhibi demektir. Yâni O’nun yaptığı herşeyde bir hikmet vardır. Onun yaratışı, idâresi, emirleri ve yol göstermesi yine bir hikmete dayanmaktadır. Yaptıkları akla ve mantığa ters değildir, hiç birinde bir bilgisizlik yoktur. (MEVDÛDİ, 6/110)

(2).‘Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allâh’ındır.’ Yâni âlemdeki bütün külli tasarruf, var etme, yok etme ve diğer bilinen ve bilinmeyen tasarrufların hepsi O’nun içindir. (ELMALILI, 7/417)

‘Diriltir, öldürür.’ Yâni ölüleri diriltir, dirileri de öldürür. ‘ve O, herşeye kâdirdir.’  Yâni O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. (S. HAVVÂ, 14/422)

(3).Üçüncü âyette zikredilen ‘evvel, âhir, zâhir, bâtın’ isimleri Hz. Peygamberin, Allâh’ın doksandokuz isminin sayıldığı ‘esmâ-i hüsnâ’ ile ilgili hadisin yanı sıra, onun şu şekilde başlayan bir münâcâtında da yer alır: ‘Allâh’ım sen evvelsin, senden önce olan yoktur. Sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur; Sen zâhirsin, senden daha açık ve üstün olan yoktur; Sen bâtınsın, senden daha gizli ve senden öte hiçbir şey yoktur. (Müslim Zikir 61) Bunların anlamları kısaca şöyledir: (a) Evvel: Allah Teâlâ kadimdir, ezelidir; varlığının başlangıcı yoktur; O, herşeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. (b) Âhir: Allah Teâlâ bâkîdir, ebedidir; varlığının sonu yoktur; herşey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. (c) Zâhir: Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının kanıtları, kudretinin eserleri açıktır. O açıkta olanları bilir; üstündür, yücedir, hikmet sâhibidir. (d) Bâtın: O’nun zâtının içeriği gizlidir, yaratılmışlarca bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, muhayyileler O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, herşeye nüfûz eder. (KUR’AN YOLU, 5/236)

(4).‘Gökleri ve yeri altı aşamada yaratan, sonra da arşa istivâ eden O’dur.’ Ve bu O’nun kudretinin tecellîlerinden, mutlak Mâlik oluşunun delillerindendir. (S. HAVVÂ, 14/422)

Allâh’ın Arş’a istivâsı mecâzi anlamda olup, bununla maksat, herşeyi yaratması, bütün varlıkları egemenliği altına alıp yönetmesidir. (10/3, 13/2, 20/5) ‘Allah her an bir iş üzerindedir’ (55/29) âyetinde belirtildiği üzere, yüce Allah varlık âlemini yaratıp bir kenara çekilmiş değildir. O ilmi, irâdesi, hikmeti ve lütfu ile her an varlık âlemi ile ilişkisini sürdürmekte ve yönetmektedir. ‘O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez!’ (6/59; İ. KARAGÖZ 7/576)).

‘Nerede olursanız olun O sizinle berâberdir.’ Allâh’ın insanlarla berâberliği mekân itibariyle değil, Allâh’ın insanları görmesi, duâlarını duyması ve bütün yaptıklarını bilmesi itibâriyledir. (İ. KARAGÖZ 7/576)

‘Yere gireni,’ ışık, meteor, melekler gibi yerin dışından olup oraya girenleri yâhut tahıl, yağmur, ölüm ve buna benzer toprağın içine girenleri ‘de ondan çıkanı, yerden başka yere çıkan ruhları, melekleri, yapay  uyduları, fezâ gemilerini yâhut toprağından çıkan bitki, ekin ve meyveleri ‘de gökten ineni’ melekleri ve emirleri ‘de oraya yükseleni’ melekleri, ruhları, amelleri ve duâları ‘da bilir. Nerede olursanız olun, O sizinle berâberdir.’ Nesefi der ki: ‘Genel olarak ilim ve kudretiyle, özel olarak da lütuf ve rahmetiyle sizinledir. (S. HAVVÂ, 14/422)

‘Yerden çıkan şeyleri bilir.’ Yerden çıkan şey, su, bitkiler, mantarlar, gaz, petrol ve benzerleridir. (..) ‘göğe çıkan şeyleri’ Göğe çıkan şey ruhlar, kulların duâları ve ibâdetleri, yeryüzüne inen melekler, su buhârı ve benzerleridir. (İ. KARAGÖZ 7/575)

‘Allah yaptıklarınızı görmektedir.’ İbn Kesir der ki: ‘O, sizin üzerinizde gözeticidir. Amellerinize nerede olursanız ne hâlde bulunursanız bulununuz, tanıktır. İster denizde, ister karada, ister gece, ister gündüz, ister evlerin odalarında, ister çölde bulunun. Hepsi O’nun bilgisi açısından eşittir; hepsi de O’nun görmesi ve işitmesi söz konusudur. Sizin sözlerinizi işitir, yerinizi görür, bilir; gizlediğinizi bildiği gibi, fısıltılarınızı da bilir. (S. HAVVÂ, 14/423)    

(5).‘Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) ancak Allah’ındır.’ Sûrenin ikinci âyetinde de geçen bu cümle mânâyı pekiştirmek ve bundan sonra gelmekte olan âyete girizgâh olmak üzere tekrarlanmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 20/552)

‘Bütün işler ancak O’na döndürülür.’ Dünyâ – âhiret işlerinin tümü O’na dönecektir. Çünkü mutlak Mâlik ve tasarruf sâhibi sâdece O’dur. (S. HAVVÂ, 14/423)

(6).‘Geceden gündüzün içerisine katar. Gündüzden de gecenin içerisine katar.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni mahlûkâtında tasarrufta bulunan O’dur. Geceyi ve gündüzü evirip çevirir. Onları hikmetine göre dilediği şekilde takdir eder. Kimi zaman gece uzar gündüz kısalır,  kimi zaman bunun aksi olur. Kimi zaman da onları mûtedil hâlde bırakır. Kimi zaman kış mevsimi, kimi zaman bahar, sonra yaz, sonra sonbahar gelir. Bütün bunlar ise O’nun yarattıkları hakkında dilemiş olduğu hikmet ve takdîrine göre olmaktadır. (S. HAVVÂ, 14/423)

‘O, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.’ En gizli fikirleri, niyetleri, acı ve kederleri, her türlü duyguyu O bilir. (ELMALILI, 7/419)

 57/7-12  FETİHTEN  ÖNCE  HARCAYAN  VE  SAVAŞANLARIN  DERECESİ

  1. (Ey müminler!) Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edin (îmânınızda sebat edin), sizi üzerinde tasarrufuna / harcamasına vekil kıldığı (maddî) şeylerden (Allah uğrunda) harcayın. Sizden îman edip de (Allah için) harcayanlar var ya! Onlar için büyük bir mükâfat vardır.
  2. (Ey kâfirler!) Size ne oluyor da, Peygamber sizi Rabbinize inanmanız için çağırdığı hâlde, Allâh’a inanmıyorsunuz? Hâlbuki (inanmanız için Allah, ezelde) sizden kesin söz almıştı. Eğer inanacaklardansanız (hemen inanın). [bk. 5/7; 7/172]
  3. (Ey insanlar!) Sizi (her türlü inkâr) karanlıklar(ın)dan (îman) aydınlığ(ın)a çıkarmak için kuluna açık açık âyetleri indiren O’dur. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [krş. 2/257]
  4. (Ey îman edenler!) Size ne oluyor da Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin (bütün) mîrâsı Allâh’ındır (herşey, asıl sâhibi olan Allâh’a kalacaktır). İçinizden (Mekke) feth(in)den önce (Allah yolunda) harcayan ve savaşanlar, (diğerleriyle) bir olmaz. İşte onlar derece bakımından, (fetihten) sonra harcayan ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, yine de (bunların) her birine en güzel (mükâfat olan cennet)i vaadetmiştir. Allah (bütün) işlediklerinizden haberdardır. [bk. 4/95]
  5. (Ey müminler!) Kim ki Allâh’a “karz-ı hasen”le bir borç verirse Allah da ona o(nun karşılığı)nı kat kat artırır. Hem ona değerli bir mükâfat (cennet) de vardır.
  6. (Ey Peygamberim!) O gün mü’min erkeklerle, mü’ min kadınların (îman ve sâlih amellerinin) nurlarının, önlerinden ve sağlarından (aydınlatıp) gitmekte olduğunu görürsün. (Onlara🙂 “Bugün sizin müjdeniz, içlerinde ebedî kalacağınız, alt tarafından ırmaklar akan cennetlerdir.” (denilecek). İşte bu, büyük ‘kazanç ve kurtuluşun’ ta kendisidir.

 7-12. (7).‘Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edin.’ Çünkü Allâh’ın tebliğini, emirlerini, nehiylerini o getirecek, o beyan edecektir. (ELMALILI, 7/420)

‘Sizi üzerinde hâlîfe kıldığı şeylerden harcayın.’ Bu emrin kapsamına zekât, sadakalar ve Allah yolunda cihad için infak da girmektedir. (S. HAVVÂ, 14/428)

Nesefi der ki: ‘Yâni sizin ellerinizde bulunan bu mallar, aslında onları yaratmış ve var etmiş olması sebebiyle Allâh’a âit olan mallardır. O bu malları sizler onlardan istifâde edesiniz diye vermiştir ve bu mallarda tasarrufta bulunmak üzere sizleri malın üzerindeki hâlîfeler kılmıştır. Gerçekte bunlar size âit olan mallar değildir. Sizin bu mallara karşı konumunuz ise vekil ve temsilci konumundadır. O bakımdan bu mallardan şânı yüce Allâh’ın hakları alanında infakta bulununuz. (S. HAVVÂ, 14/429)

Âyetin anlamı şöyle de olabilir: Allah öncekilere âit olan malları size bırakmak sûretiyle sizi onlara hâlîfe yaptı. Öyleyse onların hâlinden ibret alın, çünkü bu mallar onlardan size intikal ettiği gibi sizden sonrakilere de intikal edecektir. O hâlde infakta cimrilik etmeyin. (İ. H. BURSEVİ, 20/556)

Hadis: İnsanoğlu ‘malım malım’ diyor, oysa senin malın ancak yediğin, giyerek eskittiğin ve sadaka vererek âhirete gönderdiğindir. Bunun dışında elinde ne varsa, elinden çıkacak ve başkalarının eline geçecektir.’ (Müslim, MEVDÛDİ, 6/115)

(8).‘Hâlbuki Allah sizden kesin söz almıştı.’ ‘ehaze’ fiilinin zamiri hem Allâh’a hem Rasûlüne âit olabilir. Allâh’a âit olduğu düşünülürse o zaman buradaki mîsaktan maksat, yaratılış sözü olan ‘Evet Rabbimizsin dediler’ mîsâkıdır ki, delil getirme ve düşünceye yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Rasûlullah (s)’e âit kabul edilirse, bu duruma göre de ona yapılan bîat anlamına alınabilir. Zîrâ Ubâde b. Sâmit (r)’den rivâyet edildiğine göre sahâbiler Hz. Peygamber’e canlılık ve gevşeklik hâlinde işitip itaat etme, zorluk ve kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz söyleme konusunda bîat etmişlerdi. (ELMALILI, 7/420. 421)

‘Rabbinize îman etmeniz için’ denilmesi, müşriklere Allah’tan başka ilâh bulunmadığını, yegâne ilâh ve rabbin Allah olduğunu bildirmek içindir. ‘Allâh’a (O’nun birliğine) îman etmiyorsunuz’ cümlesi ‘îman edin’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/580)

(9).‘Sizi’ Allah veya Rasûlü bu Kur’an ile dâvette bulunmak sûretiyle ‘(inkâr) karanlıklar(ın)dan (îman) aydınlığ(ın)a’ yâni küfür, şüphe ve şaşkınlığın karanlıklarından îman ve yakînin aydınlığına; İbn Kesir’e göre bilgisizliğin, küfrün ve birbiri ile çelişkili görüşlerin karanlıklarından hidâyetin, yakînin ve îmânın aydınlığına ‘çıkarmak için kuluna’ Muhammed (s)’e ‘apaçık âyetler’ yâni bu Kur’ân-ı Kerîm’de açık – seçik deliller, göz kamaştırıcı belgeler  ve kesin burhanlar ‘indiren O’dur. Doğrusu Allah size karşı Raûf’dur, Rahîm’dir.’ Size karşı rahmeti pek çok olandır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni, insanları hidâyete kavuşturmak, ileri sürebilecekleri gerekçe ve şüphelerini ortadan kaldırmak için kitapları indirmekle, peygamberler göndermekle ..’ size karşı çok rahmetli ve merhametlidir. (S. HAVVÂ, 14/430)

‘karanlıklar’ ile maksat, şirk, inkâr, nifak, ateizm ve deizm gibi küfür karanlıkları; ‘aydınlık’ ile maksat, îman ve İslâm aydınlığıdır. Îman ve İslâm tek olduğu için ‘nûr’ kelimesi tekil, küfür çok çeşitli olduğu için ‘zulmet’ kelimesi çoğul olarak kullanılmıştır. Yüce Allâh’ın peygamber ve kitap göndermesinin amacı, insanları küfür karanlıklarından kurtarıp, îman aydınlığına çıkarmaktır. (İ. KARAGÖZ 7/581)

(10).‘Ne oluyor size ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz?’ ‘O’nun dînini yükseltmek için cihad uğrunda harcamıyorsunuz? ‘Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni O, her ikisinde bulunan herşeye mîrasçı olacaktır. Mal olsun, başka bir şey olsun O’nun dışında hiçbir kimseye bir şey kalmayacaktır. (S. HAVVÂ, 14/431, 432)

‘Göklerin ve yerin mîrâsı’ cümlesi, göklerin ve yerin gerçek sâhibive mâliki anlamındadır. Bütün mülk Allâh’ındır. İnsanların sâhip oldukları herşey, ellerinde emanettir. İnsanlar ellerindeki mal ve mülkün sâdece kullanım hakkına sâhiptir. (İ. KARAGÖZ 7/582)

‘İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşanlar diğerleriyle bir olmaz.’ Burada fetihten kasıt Mekke’nin fethi yâhut hakkında Fetih Sûresinin indiği Hudeybiye’dir. Bu ibâreden de onuncu âyetin Medîne’de indiği anlaşılır. Müfessir el Vâhidi’nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekir (r) hakkında indirilmiştir. (Âlûsi’den) Bununla berâber, ‘Sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel teşkil etmez’ kuralından hareketle Mekke’nin fethedilmesinden veya Hudeybiye’den önce infakta bulunan ve savaşan Muhâcir ve Ensârı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki, çoğul kalıbıyla  ‘Onlar (derece itibâriyle) daha büyüktür’ buyurulmuştur. (ELMALILI, 7/421)

Âyetin üçüncü cümlesine göre Hudeybiye antlaşması ve Mekkenin fethinden önce ve sonra yapılan ‘infak’ ve ‘savaş’ aynı olmasına rağmen, Allah katında değeri aynı değildir. Çünkü Mekkenin fethinden önce  Müslümanların hem ekonomik, hem askeri gücü Hudeybiye antlaşması ve Mekkenin fethinde sonrasına göre daha zayıftı, demek ki zor durumda dînî bir emrin uygulanması Allah katında daha değerli olmaktadır. (İ. KARAGÖZ 7/583)

Bu kümedeki âyetlerin rûhundan ve bağlamından edindiğimiz izlenim, anılan âyetin bir kişi hakkında değil, Tevbe sûresinin 100’üncü âyetinde ‘es sâbikûne‘l evvelûn’ diye nitelendirilen ilk tabaka muhâcir ve ensar hakkında olduğudur. Ona göre âyetin iniş vesîlesi de İslâmiyete yeni girmiş, özellikle görevlerini yerine getirme ve özveride bulunma husûsunda tereddütlü ve gevşek davranan kimselerin uyarılmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Nitekim onların bu gibi tutumlarına başka birçok âyette değinilmiştir. (bk. Bakara 2/264-267; Nisâ 4/52-57; 71-87; 95-100; 114-115; 140-147 ve bu sûrenin daha sonra gelecek âyetleri, KUR’AN YOLU, 5/241)

(11).‘Kim ki Allâh’a “karz-ı hasen”le bir borç verirse Allah da ona o(nun karşılığı)nı kat kat artırır. Hem ona değerli bir mükâfat da vardır.’ ‘Karz-ı Hasen’ İhtiyasç sâhiplerine Allah rızâsı için güzelce ödünç vermek ve yoksullara karşılıksız yardımda bulunmak, sırf Allah rızâsı için zekât, sadaka, bağış ve hediye vermek, Allah yolu İslâm’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanması için harcamak anlamlarına gelir. İhtiyâcı olanlara borç verme anlamında karz-ı hasen, altın ve para gibi değişim vâsıtası olabileceği gibi (..) bir ürün ve mahsul de olabilir. Borç veren açısından uhrevi, borç alan açısından dünyevi yarar söz konusudur. (İ. KARAGÖZ 7/584)

Karzı hasen (güzel bir borç): Karşılığını Allah’tan bekleyerek, malın iyisinden, helâlinden gönül hoşluğu ile gösterişsiz olarak Allah yolunda vermektir. Bu da Allâh’a vermek gibidir (Beydâvî). Sırf Allah rızâsı için darda kalmış müslümâna borç vermek veya (ilim) tahsîlinde kolaylık sağlamak da böyledir. Ebû Dahdâh (ra.), “Ey Allah’ın Rasûlü! Allâhu Teâlâ bizden ödünç mü istiyor?” dedi. O da, “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine, “Elini bana ver.” dedi. Rasûlullah (sas.) da elini ona uzattığında elini tutup dedi ki: “Ben bahçemi Rabbime ödünç verdim.” Ebû Dahdâh’ın bahçesinde 600 hurma ağacı bulunuyordu. Hanımı ve çocukları orada oturuyorlardı. Ebû Dahdâh gelip onlara, “Artık buradan çıkın, ben onu Rabbime ödünç verdim.” dedi. Kadının sözü ancak “Bu alışverişin hayırlı olsun.” demek oldu. Çocuğunu ve eşyâsını taşıdı. Rasûlullah (s.), “Ebû Dahdâh’ın cennette kocaman dalları olan hurma ağaçları var” buyurdu. (İbni Kesîr (Çetiner), XIV, 774). [bk. 2/245; 5/12; 57/18; 64/17; 73/20] (H. T. FEYİZLİ, 1/537)

Karz-ı Hasen’in on özelliği taşıdığı ifâde edilmiştir: (1) Sarf edilecek malın helâl maldan olması lâzımdır. Çünkü Allah Teâlâ temizdir, temiz olmayanı sevmez. (2) Kişinin sâhip olduğu malın en iyisinden olmalıdır. (3) Karz-ı hasen sâhibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi olmalıdır. (4) Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir. (5) Verdiği malı gizlemeli, açığa vurmamalıdır. (6) Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir. (7) Maksadı sırf Allah rızâsı olmalıdır. (8) Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir. (9) En sevdiği malından vermelidir. (10) Malı, fakire evine götürerek vermek sûretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir. (ELMALILI, 7/424)

(12).‘O gün (mahşerde) mü’min erkeklerle, mü’min kadınların (îman ve amellerinin) nurlarının, önlerinden ve sağlarından (aydınlatıp) gitmekte olduğunu görürsün.’ Bu âyet ile bir sonraki âyetten anlaşıldığına göre mahşer meydanında Allâh’ın nûru sâdece sâlih müminlere mahsus olacak, kâfir, münâfık, fâcir ve fâsıklar ise dünyâda nasıl karanlıklar içinde yaşamışlarsa orada da karanlıklar içinde kalacaklar. Çünkü aydınlık, orada sâlih akîde / inanç ve amellerin sonucunda vukû bulur. İmandaki ihlâs, hayat tarzındaki parlaklık orada ‘nur’ olarak aydınlık verecek ve bununla müminlerin yüzleri ışıldayacaktır. (MEVDÛDİ, 6/119)

Nesefi der ki: ‘Burada yüce Allâh’ın ‘Önlerinden ve sağlarından’ diye buyurmasının sebebi, bahtiyar olacak olanlara amel defterlerinin bu iki cihetten verileceğinden dolayıdır. Nitekim bedbahtlara da amel defterleri sol taraflarından ve arkalarından verilecektir. Böylelikle sözü geçen iki tarafta nûrun bulunması onlar için bir şiar ve alâmet olacaktır. Çünkü onlar hasenatları ile mutlu olacaklardır. Cennete götürülüp Sırat üzerinden koşarak geçtiklerinde onların koşmaları sebebiyle nurları da koşacaktır. (S. HAVVÂ, 14/433)

 57/13-15  ARKANIZA  DÖNÜN  DE  BİR  IŞIK  ARAYIN

  1. (Ey Peygamberim!) O gün, münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o îman etmişlere: “(Ne olur) bize bakın (bizi bekleyin) de nûrunuzdan faydalanalım.” derler. (Onlara🙂 “Dönün arkanıza (tekrar dünyâya) da (burası için) bir nur alın.” denilir. Sonra aralarına kapılı bir sûr çekilir. (Öyle ki) onun iç tarafında rahmet, dış tarafında da azap vardır.
  2. (Münâfıklar,) müminlere seslenirler: “Biz (dünyâda) sizinle değil miydik?” (Mü’minler de🙂 “Evet (görünüşte berâberdik). Fakat siz, fitnelik yapıp kendi (canı)nızı yaktınız. (Kur’ân’ın hükümlerini hiçe saydınız hep mü’minleri dışladınız, eksik tarafları ve felâketleri için) fırsat gözlediniz. Şüphe ettiniz (tam inanmadınız). Kuruntular sizi, Allâh’ın emri (ölüm) gelinceye kadar aldat(ıp oyala)dı. O çok aldatıcı (şeytan), Allâh’a karşı bile (inanç ve ibâdet husûsunda) sizi aldattı.” [bk. 83/29-35]
  3. (Ey münâfıklar!) Bugün artık sizden ve (açıktan) inkâr edenlerden (kurtuluş için) bir fidye alınmaz, barınacağınız yer ateştir. Size lâyık olan yer orasıdır. O, ne kötü gidilecek bir yerdir!

 13-15. (13).‘O gün, münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o îman etmişlere: “(Ne olur) bize bakın (bizi bekleyin) de nûrunuzdan yararlanalım” derler.’ Bu buyrukta şânı yüce Allah, Kıyâmet gününde Arasat’ta meydana gelecek korkunç dehşet verici hâlleri, büyük sardıntıları, müthiş durumları haber vermekte, o gün Allâh’a ve Rasûlüne îman eden, Allâh’ın emri gereğince îman edip, sakınılmasını emrettiği şeyleri terk eden kimselerin dışında kurtulan olmayacağını bildirmektedir. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 14/459)

Nursuz münâfıklar, âhirette müminlerden ışık isterler, ancak alamazlar. Münâfık, gerçekten îman etmediği hâlde, birtakım dünyevi çıkarlar veya başka amaçlarla dili ile mümin olduğunu söyleyen ve mümin gibi görünen kâfir kimsedir. (İ. KARAGÖZ 7/587)

‘Onlara’ yâni melekler yâhut müminler onları reddetmek ve onlara tahakküm edâsı ile  “Dönün dünyâya da bir nur alın” denilir.’ Bize bu nûrun verildiği hesap için durdurduğunuz yere veya dünyâya dönün de orada bu nûru elde etmenin sebeplerini arayın, diyeceklerdir. Bu sebep ise îmandır, bunu bu yolla elde etmeye ise güçleri yetmeyecektir. (S. HAVVÂ, 14/433)

‘Sonra aralarına kapılı bir duvar çekilir.’ Yâni cennet ile cehennem arasında bir engel olacak duvar konulur. Nesefi’nin dediğine göre bunun A’raf olacağı söylenilmiştir. Bu sûrun da cennet ehlinin içinden geçecekleri bir kapısı olacaktır. Kapının ‘içinde’ yâni cennet tarafında kalan kısmında ‘rahmet, dış tarafında’ cehennemliklerin gördüğü kısımda ‘önünde’ yâni orada ve onun tarafında ‘ise azap’ karanlık veya cehennem ‘vardır.’ (S. HAVVÂ, 14/434)

(14).Münâfıklar müminlere ‘Biz sizinle berâber değil miydik?’ diye bağırışırlar. Dünyâda sâdece dilleriyle ‘âmennâ / (inandık)’ deyip mümin göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı müminler ‘diyecekler, evet… velâkin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz.’ Yâni münâfıklık yaparak kendinizi meşakkate düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz ve helâk ettiniz. ‘ve gözettiniz’ müminlere belâ ve musîbet gelmesini beklediniz. Bunun da sebebi ‘ve şüphe ettiniz, işkillendiniz.’ Yâni inanamadınız, böylece de hakikaten müminlerle berâber olmadınız. ‘ve’ bunun sebebi de ‘kuruntularınız sizi aldattı.’ Boş temenni ve hülyâlarla kuruntularınıza aldandınız ve münâfıklıkla o boş isteklerinize ereceğinizi, böylece de İslâm’ın başarılı olamayacağını zannettiniz. ‘..ta Allah’ın emri’ yâni ölüm ‘gelinceye kadar’ gururlandınız ‘ve’ bunun da sebebi ‘o aldatıcı’ gururlu yâni şeytan ‘sizi Allâh’a güvendirdi.’ Adam sen de! Günahın zararı yoktur, Allah Gafûr ve Rahîm’dir, affeder diye sizi keyflerinizin arkasından koşturdu. (ELMALILI, 7/426, 427)

Müfredat’ta ise ‘gurur’ mal, makam, şehvet ve şeytan gibi insanı aldatan herşeydir. Burada ise şeytan olarak tefsir edilmiştir. Çünkü o, dünyâ ile aldatanların en kötüsüdür. Dünyâ için de: ‘O aldatır, zarar verir ve geçer gider’ denilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 20/579)  

(15).‘Bugün sizden de’ ey münâfıklar ‘inkâr etmiş olanlardan da fidye’ kendinizi azaptan kurtaracak bir bedel ‘alınmaz. Varacağınız yer ateştir.’ Oraya varacaksınız ve oraya döküleceksiniz.’Size yaraşan odur.’ Küfrünüze ve şüphelerinize karşılık bir cezâ olmak üzere size her türlü yerden daha uygun olan yer orasıdır. ‘O’ cehennem ‘ne kötü bir dönüş yeridir!’ (S. HAVVÂ, 14/434)

 57/16-18  KALPLERİNİN  ÜRPERMESİ  ZAMÂNI  DAHA  GELMEDİ  Mİ?

  1. İman edenlerin Allâh’ı anma ve hak olarak inen (Kur’ân’)a karşı kalplerinin ürpermesi / saygıyla yumuşaması zamanı gelmedi mi? (Mü’minler,) sakın bundan önce kendilerine kitap verilip de (onunla alâkayı keserek) üzerlerinden uzun zaman geçmiş, kalpleri artık katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Çünkü onlardan çoğu (Allâh’ın emrinden çıkmış) fâsık (olmuş)lardır.
  2. (Ey müminler!) Bilin ki Allah, yeri ölümünden sonra diriltir. Hiç şüphesiz biz, akıl erdiresiniz diye size (kudretimize delâlet eden) âyetleri (böyle) açıklarız.
  3. Doğrusu sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allâh’a karz-ı hasende bulunanlar (gönül hoşluğuyla güzel ödünç verenler)in (karşılıkları) kendilerine kat kat verilecektir. Onlar için (ayrıca) değerli bir mükâfat (cennet) vardır. [krş. 57/11]

 16-18. (16).‘İman edenlerin Allâh’ı anma ve hak olarak inen (Kur’ân’)a karşı kalplerinin ürpermesi / saygıyla yumuşaması zamânı gelmedi mi?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allah der ki: Allâh’ın  zikrine, müminlerin kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı gelmedi mi? Yâni zikir, öğüt ve Kur’ân’ı dinlemek esnâsında kalplerinin bunları dinlemesi, kulak vermesi, itaat etmesi zamanı gelmedi mi? (S. HAVVÂ, 14/436)

Kalplerin Allâh’ın zikrine ve Kur’ân’a karşı boyun eğmesinin zamânı gelmedi mi? Sorusu, bilgi amaçlı bir soru değil, zamânı geldi, Allâh’ın azap ve gazabından korkun, Allâh’ı zikredin, gevşek davranmayın, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uyun, anlamındadır. Âyetin ilk cümlesi ile müminler dînî duyarlılığa ve kemâle ermeğe, ibâdet ve itaate, kâmil îman, sâlih amel, yasaklardan sakınma ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmaya teşvik edilmekte, îmânın sevgi ve saygıyı, emir ve yasaklara riâyeti, ve güzel ahlâkı gerektirdiği bildirilmekte, dînî konularda gevşeklik gösterenler kınanmakta ve uyarılmaktadır. (İ. KARAGÖZ 7/591)

‘Onlar daha önce kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçtiği için, artık kalpleri katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar.’ İbn Kesir der ki: Yüce Allah, müminlere kendilerinden önce kitabı yüklenmiş bulunan Yahûdi ve hıristiyanlar gibi olmalarını, onlara benzemelerini yasaklamaktadır. Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanla ellerinde bulunan Allâh’ın kitabını değiştirdiler ve onu az bir bedel karşılığı sattılar, gerilerine attılar. Farklı sözlere yöneldiler, uydurma sözlere itibar ettiler, Allâh’ın dîninde sıradan insanları taklit ettiler.  Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler. İşte o vakit kalpleri katılaştı, bundan dolayı onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve kalpleri hiçbir tehdit dolayısıyla da yumuşamaz. (S. HAVVÂ, 14/436)

Mekke’de iken yoksul olan, hicretten sonra durumu iyileşen, fakat gevşeklik gösteren kimi sahâbileri uyarmak için inmiştir. Nitekim İncil ve Tevrat’a tâbi olan kitap ehli de vahyin üzerinden uzun bir sürenin geçmesi yüzünden böyle bir gevşekliğe düşmüştür. Müminlerin Kur’an karşısında kalplerinin ürpermesi ve îmanlarının artması gerekir. (bk. Enfâl 8/2, H. DÖNDÜREN, 2/853)

Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Kâsım b. Muhammed ve el Hasen el Basri’ye göre söz konusu âyette yüce Allâh’ın yer verdiği topluluk Hz. Muhammed’in risâletini kabul eden müminlerdir. (M. DEMİRCİ, 3/300)

Zâten onlardan birçoğu fâsıklardır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni onların çoğu dinlerinin dışına çıkmış ve her iki kitapta da bulunanları reddeden kimselerdir. Yâni onlardan îman eden kimseler pek azdır.’ (S. HAVVÂ, 14/437)

Âyet-i kerîmede yüce Allah, mü’minlere, kitaplarından uzaklaşan yahûdiler ve hıristiyanlar gibi olmamalarını emir buyuruyor. Çünkü mü’minlerin Kur’an’la îmanlarının kuvvetlenmesi, kalplerinin sükûn, hayatlarının huzur içinde olması gerekirken (8/2; 13/28), bunun aksine Kur’an’dan, onun kültüründen, mânevî gıdâsından ve hükümlerinden uzaklaşan kalp îmanca zayıflar, katılaşır ve duygusuzlaşır. Böyle bir kalbe sâhip olan insan Allâh’a karşı sorumluluğunu unutur, maddeci ve menfaatperest olur. Menfaatini başkalarının zararlarına, hattâ yok olmaları üzerine kurmakta kalbi huzursuz olmaz. (H. T. FEYİZLİ, 1/538)

(17).‘Bilin ki Allah, yeri ölümünden sonra diriltir. Hiç şüphesiz biz, akıl erdiresiniz diye size âyetleri (böyle) açıklarız.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu buyrukta şânı yüce Allâh’ın katılaşmasından sonra kalpleri yumuşattığına, sapmaktan sonra şaşkınları hidâyete ilettiğine, şiddetinden sonra kederleri açıp giderdiğine bir işâret vardır. Kurak, hareketsiz ve ölmüş arâziyi bol ve faydalı yağmurlarla dirilttiği gibi, katı kalpleri de Kur’ân-ı Kerîm’in burhanları ile delilleri ile hidâyete iletir. Daha önceden kilitli olup, hiçbir şey kendilerine ulaşmazken onlara nûru ulaştırılır. Dalâlettern sonra dilediğine hidâyet veren, kemâlden sonra dilediğini saptıran, dilediğini yapan, bütün işlerinde hikmeti sonsuz ve âdil olan, lâtif, habîr, kebîr ve müteâl (yüce) olan Allâh’ı bütün noksanlıklardan tenzih ederiz.’ (S. HAVVÂ, 14/438)

(18).‘Doğrusu sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allâh’a karz-ı hasende bulunanların (karşılıkları) kendilerine kat kat verilecektir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, sâdece Allâh’ın rızâsını gözeterek, verdikleri kişilerden bir karşılık ve bir teşekkür beklemeksizin hâlis bir niyet ile verenlere.’ Nesefi der ki: Karz-ı hasen insanın helâl olan şeyden gönül hoşluğu ile ve sahih bir niyet ile sadakaya hak kazanan kimseye tasaddukta bulunması demektir. İşte böyle ödünç verenlere ‘kat kat artırılır.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunlara bir iyiliklerine on kat fazlası ile karşılık verilir ve bu, yediyüz katına ve hattâ daha da fazlasına arttırılır.’ ‘Onlar için (ayrıca) değerli bir mükâfat vardır.’ Nesefi (..) ‘Yâni cennet vardır’ demektedir. (S. HAVVÂ, 14/438, 439)

 57/19-20  DÜNY  HAYÂTI

  1. Allâh’a ve Rasûllerine inananlar hem Rableri yanında dosdoğru olanlar hem de (Allah için gerçeğşn) şâhidi olanlardır. Onların hem mükâfatları, hem de nurları vardır. İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar(a gelince), onlar da cehennem ehlidirler. [bk. 24/35-36; 39/22]
  2. (Ey insanlar!) Bilin ki (âhiret kazancına önem verilmeden geçirilen) dünyâ hayatı, ancak (geçici) bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta çoğalma yarışıdır. (Bu) tıpkı şuna benzer: Bir yağmurun bitirdiği (o yeşil) bitki, ekincilerin hoşuna gider, (fakat) sonra o (bitki) kurur da sen onu sararmış hâlde görürsün. Sonra da çer çöp olur (işte dünyâdaki herşey de böyledir). Âhirette ise (günahkârlara) şiddetli azap, (iyilere de) Allah’tan mağfiret ve hoşnutluk vardır. Dünyâ hayâtı, aldatıcı bir faydalanmadan başka bir şey değildir. [bk. 3/14; 10/24; 18/45-46; 39/21]

 19-20. (19).‘Allâh’a ve peygamberine îman edenler, işte onlar Rablerinin  nezdinde sıddıklar ve (gerçeğin) şâhitleridir.’ Sâdık kelimesinin  mübâlağalı çoğulu olan ‘sıddıklar’, Allah ve Rasûlünü tasdik edip özü ve sözü dosdoğru olanlar, doğruluk ve dürüstlükten aslâ tâviz vermeyenler, sadâkat sâhipleri demektir. Müminler îmânında, ihlâsında, Allâh’a, kendisine, yakınlarına ve diğer insanlara karşı görevlerinde ve sosyal ilişkilerinde dosdoğru olan; hilesi, yalanı, aldatması ve sahtekârlığı bulunmayan dürüst kimselerdir. (İ. KARAGÖZ 7/595, 596)

Bu âyette yer alan ‘şüheda’ kelimesine her iki mânâyı vermek mümkündür. Çünkü (…) söz konusu sözcük hem şâhit hem de şehit anlamına gelmektedir. Ancak şunu da hemen ifâde etmek gerekir ki, buradaki ‘şühedâ’ sözcüğünü Allah yolunda can veren sehidler olarak değerlendirmek, âyetin özelliğine göre ‘her mümin bu anlamda şehit’ olduğunu öne sürmek demektir. Hâlbuki her mümin şehit değildir. Ama söz konusu kelimenin anlamını şehitlikle sınırlamayıp ‘hakka tanıklık yapmak’ olarak mânâlandırırsak, o zaman yukarıda işâret ettiğimiz problem ortadan kalkmış olur. Çünkü her mümin bu anlamda gerçeğin şâhididir. Nitekim ‘İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için sizi orta bir ümmet kıldık.’ (Bakara 2/43). ‘Allah uğrunda hakkını vererek cihat edin. O, (bunun için) sizi seçti; din husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim’in dîninde (de böyleydi) Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size müslümanlar adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allâh’a sımsıkı sarılın. (Şunu da bilin ki) O, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.’ (Hac 22/78) âyetleri bu mânâyı desteklemektedir. (M. DEMİRCİ, 2/303)

‘Onların hem mükâfatları, hem nurları vardır.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allâh’ın katında onlar için büyük bir ecir, muazzam bir nur vardır. Bu nur, onların önünde koşar durur. Bu konuda onların arasında dünyâ hayâtındaki amellerinin farklılığına göre farklılık olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/439)

(20).‘Dünyâ hayâtı’ yâni âhiret kazancı için sarf edilmeyen, sonsuzluk âleminin nîmetlerini elde etmeye vâsıta kılınmayan o dünyâ hayâtı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka bir meyvesi olmayan şu hâllerden ibârettir: ‘Bir oyundur,’ heves edilir. Uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibâriyle hiçe doğru sürüklenip gider. ‘ve eğlencedir.’ İnsanı faydalı olan işinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlencelerdir. ‘Ve süstür’, herhangi bir şeref bahşetmeyen, kadın ve çocuklar gibi gâfilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler biciler kabilinden sâdece bir gösteriştir. ‘Ve aranızda bir övünmedir,’ ben senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere güvenip övünmesidir. ‘Mal ve evlâtta bir çokluk yarışı’, bir gururdur. İşte sırf dünyâ için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir. (ELMALILI, 7/432, 433)

‘Bir yağmur örneği gibi ki, otu çiftçileri imrendirmiştir.’ Burada küffar, şer’an bilinen anlamı ile kâfirler demek olabilirse de İbnü Mes’ud (r)’dan rivâyet edildiği üzere çiftçiler, rençberler mânâsına olması daha tercîhe şâyândır. Çünkü küfür, asıl lügat anlamında ‘örtmek’ demektir. Çiftçiler de tohumu toprağa atıp, örttükleri için onlara da bu vasıf verilmiştir. (ELMALILI, 7/433) ‘Sonra heyecâna gelir,’ coşar, gürleşir yâhut kurumaya yüz tutar, körelir. ‘Bir de bakar onu sapsarı görürsün. Sonra bir tutam çöp olur.’ İşte dünyâ hayâtının misâli budur. (ELMALILI, 7/433)

‘Âhirette ise şiddetli bir azap vardır.’ Bu cümledeki şiddetli azap’ ile maksat, cehennemdir. Cehennemdeki şiddetli azap, ateşte yakılma, diken ve zakkum yedirilme, kaynar su ve irin içirilme, üzerlerine kaynar su döküime ve demir sopa ile dövülme gibi azaplardır. (İ. KARAGÖZ 7/598)

Yâni dünyâ hayâtına düşkünlüğün neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk önce azap haberi verilmiştir. ‘Bir de Allah’tan bir bağışlama,’ bütün günahları örten, zahmetleri unutturan ve içeriğini tasvir imkânı olmayan bir mağfiret, bir bağışlama vardır. ‘Ve bir Rıdvan vardır’ ki herşeyden büyük, her zevkten üstün olan Allâh’ın rızâsına ulaşmak, ‘Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlar…’ (Beyyine 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden râzı olunmuş, hem de kendisi râzı olmuş olmak ve ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu ise, dünyâ hayâtını gâye edinmeyip, âhiret için çalışan müminlere vaad edilmiştir. (ELMALILI, 7/433)  

‘Allah’tan bağışlama ve hoşnutluk vardır.’ Görülüyor ki, şiddetli bir azâba karşılık iki şey zikredilmiştir: (1) Mağfiret, (2) Hoşnutluk. Bu da Allâh’ın rahmet sıfatının gadab sıfatına üstün geldiğini göstermektedir. Kısacası, ‘dünyâ hayâtı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir’ bu, zevkten ibârettir. Fakat bir aldanma zevkidir. (ELMALILI, 7/433)

Hadis: İbn Cerir rivâyet ediyor… Ebû Seleme, Ebû Hüreyre’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (sa) şöyle buyurdu: ‘Cennette bir kamçılık kadar bir yer, dünyâdan ve dünyâdaki herşeyden hayırlıdır.’ Yüce Allâh’ın ‘Dünyâ hayâtı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir’ buyruğunu okuyunuz.’ Bu hadîsi şerif bu son fazlalık olmaksızın, Sahih’te sâbittir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (S. HAVVÂ, 14/464)  

 57/21-24  CENNETE  KOŞUN 

  1. (Ey insanlar! tevbe ve sâlih amellerle) Rabbinizden bir bağışlanmaya ve Allâh’a ve Rasûllerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete (girmek için) koşuşun/yarışın. Bu Allâh’ın bir lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir.
  2. (Ey insanlar!) Gerek yerde, gerek kendi canlarınızda meydana gelen (kıtlık, âfet ve hastalık gibi) herhangi bir musîbet, biz onu yaratmadan önce mutlaka bir Kitap’ta (Levhi Mahfûz’da) yazılmıştır. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.
  3. (Ey insanlar! Herşeyin önceden yazılmış olması) elinizden çıkıp gidene üzülmemeniz (Allâh’ın takdiri diye boyun eğmeniz) ve O’nun size verdiğiyle de sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.
  4. (İşte) onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara da cimriliği emrederler. Kim de (Allah yolunda malını vermekten) yüz çevirirse, şüphe yok ki Allah Ganî’dir, hamd edilmeye (en) lâyık olan O’dur.

 21-24. (21).‘Rabbinizden bir bağışlanmaya ve genişliği yer ile göğün genişliği gibi bir cennete doğru yarışın.’ Sâbikû: Müsâbaka edin, yâni sizden önceki ümmetlerin önde gidenlerini geçmek ve onlardan daha ileri giderek Rabbinizin bağışlamasına, nitelenen cennet ve Allâh’ın rızâsına ermek için gerekli olan sebepleri hazırlamak hususunda koşu meydanlarında yarışan yarışçılar gibi müsâbaka edin, güzel ve hayırlı ameller için gayret gösterin. (ELMALILI, 7/434)

(…) Bu âyet ile cennetin boy ve eni anlatılmak istenmemiştir. Nitekim burada, ‘cennetin yeryüzü ve gökyüzü gibi geniş olduğu’ ifâde edilirken, Âl-ı İmrân 133’te ‘Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet’ şeklinde bir ifâde kullanılmıştır. Bu iki âyet birleştirilerek okunduğunda, insan zihninde cennette bahçelerin ve birçok mahâllin olacağı ve insanoğlunun istediği yere gidebileceği şeklinde tasavvurlar oluşur. Öyle ki tüm kâinat bir gezi yeridir âdetâ ve orada dünyâdaki gibi engeller olmayacaktır. (MEVDÛDİ, 6/125)

Nesefi der ki: ‘Bu buyruk (yâni hazırlanmış ifâdesi) cennetin mahlûk olduğunun delilidir.’ Yâni cennet şimdi / şu anda vardır, her kim daha sonra yaratılacağını ileri sürerse, bu âyet sebebiyle hatâ etmektedir. (S. HAVVÂ, 14/442)

‘İşte bu’ yâni vaadolunan bağışlama ve cennet ‘Allâh’ın lütfudur ki onu dilediğine verir.’ Bunlar ise müminlerdir. Nesefi der ki: ‘Bu buyrukta Allâh’ın lütfu ile olmadıkça hiçbir kimsenin cennete giremeyeceğine dâir delil vardır.’ (S. HAVVÂ, 14/442)

(22).‘Gerek yerde, gerek kendi canlarınızda meydana gelen herhangi bir musîbet, biz onu yaratmadan önce mutlaka bir Kitap’ta (Levhi Mahfûz’da) yazılmıştır. Musîbet, hedefine isâbet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan olay ve felâkettir. Arzda vukû bulan musîbet, yerde herhangi bir zarar ve harâbeye sebep olan âfet ve ziyanlardır. Bu kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan afetler, ev veya şehir yıkımı, arâzi ziyânı ve deprem gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musîbet ise ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allâh’ın lütfu olduğu gibi, bütün musîbetler de Allâh’ın ezeli ilminde veya Levh-i Mahfuzda yazılmış bir takdîridir. (ELMALILI, 7/434, 435)

‘Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni şânı yüce Allâh’ın olmalarından önce eşyâyı bilmesi ve zamânı gelince var oluşlarına uygun olarak bunları yazması, Azîz ve Celîl olan Allah için çok kolaydır. Çünkü O olmuşu, olanı, olmamışı, olacağı vakit ne şekilde olacağını bilir.’ (S. HAVVÂ, 14/443)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Hani’el Havlâni, Ebû Abdurrahman el Hubûli’yi şöyle derken dinledim: Rasûlullah (s)’i şöyle buyururkrn dinledim: ‘Şânı yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce herşeyin kaderini ve miktârını takdir buyurdu.’ Bunu Müslim de Sahih’inde rivâyet etmiş olup hadîsin senedinde yer alan râvilerden birisi olan İbn Vehb ayrıca şunu rivâyet etmektedir: ‘Ve O’nun arşı su üzerinde idi.’ Bunu Tirmizi de rivâyet etmiş olup, hasen – sahihtir, demiştir. (S. HAVVÂ, 14/465)

(23).‘O yazı (kader) şu hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünyâ nîmetlerinden ötürü gam yemeyip üzülmeyesiniz.’ Allâh’ın takdîri böyle imiş diye teselli bulup gücünüzü koruyasınız. ‘ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz,’ kibirlenmeyip ‘Bu, dedi şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır.’ (Neml 27/40) diye sonunu düşünesiniz. Zîrâ hepsinin takdir edilmiş olduğuna îmânı olan, kalpleri Allâh’ın zikrine ve inen hakka saygı duygusu besleyen kimseler Allah Teâlâ’nın olaylar ile ortaya çıkan acı, tatlı kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa veya duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırâbına ne de sevincin gurur ve heyecânına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetlerinin bulunduğunu bilerek her iki hâlde de gönlünü, Allâh’ın mağfiret ve hoşnutluk neşesine bağlayıp alçak gönüllülük ve rızâ hisleriyle görevine bakar. (ELMALILI, 7/435)

İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allâh’ın size vermiş olduğu nîmetlerle insanlara karşı böbürlenmeyiniz. Çünkü bu, sizin kendi çalışmanız ve çabanızla olmuş şeyler değildir. Yüce Allâh’ın kaderi ve size olan rızkı dolayısıyladır. O bakımdan Allâh’ın nîmetlerini azmak ve şımarmak için bir sebep kabul etmeyiniz. Onlarla insanlara karşı böbürlenmeye kalkışmayınız.’ (S. HAVVÂ, 14/443)

‘Allah kendini beğenip böbürlenen hiç kimseyi sevmez.’ Nesefi der ki: ‘Çünkü dünyâdaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse, bununla büyüklenir, başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.’ İkrime der ki: ‘Sevinmeyen, üzülmeyen hiçbir kimse yoktur. Fakat sevincinizi şükür, kederinizi sabıra dönüştürünüz.’ (S. HAVVÂ, 14/443)   

(24).Yâni ‘şöylelerini ki’ yâhut ‘onlar öyle kimselerdir ki cimrilik ederler;’ sadaka vermekten, yardım etmekten, Allah yolunda harcamaktan mallarını kıskanır, esirger ve cimrilik ederler. ‘İnsanlar da cimriliği emrederler,’ bu durum iki şekilde olur: Ya nasihat ediyormuş gibi doğrudan doğruya ağızlarıyla söyler ve iktisattan, idâreden bahsederek sıkılığa, cimriliğe teşvik ederler. Yâhut davranışlarıyla herkese cimrilik örneği olurlar. ‘Her kim de ardına dönerse’, Allah yolunda harcamaktan yüz çevirirse, ‘haberi olsun ki, Ganî ve Hamîd ancak Allah’tır.’ Hiç ihtiyâcı olmayan zâtında hamdedilmeğe  ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur. Onların yüz çevirmeleriyle Allâh’ın hiçbir şeyi eksilmez, zarar onların kendilerine âittir. İhtiyaç da kendilerinindir. (ELMALILI, 7/435, 436)   

 57/25-29  ADÂLETİ  YERİNE  GETİRMELERİ  İÇİN  KİTABI  VE  MÎZÂNI  İNDİRDİK

  1. Yemin ederim ki biz, Rasûllerimizi, açık mûcizelerle gönderdik ve insanların adâleti (vahye uygun olarak) ayakta tutmaları için, onlarla berâber (hükümleri bildiren) Kitab’ı ve mîzânı (adâlet ve ölçüyü de) indirdik. Bir de kendisinde çetin bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik (var edip ikram ettik) ki böylece Allâh’ın, kendi (dîni)ne ve Rasûlü’ne gıyaben / görmediği hâlde kimin (bundan faydalanıp) yardım edeceğini belli etsin. Şüphesiz Allah çok kuvvetlidir, dâimâ gâliptir.
  2. Yemin ederim ki biz, Nûh’u ve İbrâhîm’i (peygamber olarak) gönderdik. Peygamberliği ve Kitab’ı da (artık) onların nesillerine verdik. Onlardan bir kısmı doğru yolu bulmuştur. Fakat çoğu yoldan çıkmışlardır.
  3. Sonra onların (Nuh ve İbrâhim’in) izleri üzerine ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryemoğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik. O’na İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet (duygusu) koyduk. Ruhbanlığa (gelince): Onu kendileri icat ettiler. Biz onu üzerlerine emretmedik, ancak Allâh’ın rızâsını aramak için (böyle bir şey ortaya koydular). Fakat ona da hakkıyla uymadılar (teslis inancına ve riyâkârlığa saptılar). Biz de onlardan (ortak koşmadan) îman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan birçoğu yoldan çıkmışlar (kâfir olmuşlar)dır. [bk. 5/17-72-73; 9/30]

28, 29. Ey (önceki peygamberlere / Tevrat ve İncil’e) îman edenler! Allâh’ın emirlerine uygun yaşayın / aykırı davranmaktan sakının! O’nun (son) Rasûlü’ne de inanın ki, rahmetinden size iki pay versin; size hem (îmânınızdan dolayı) ışığı ile yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin hem de sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 7/157; 24/34-35; 39/22] 29. Böylece (son Peygamber’e inanmayıpyahûdiler yahûdi hıristîyanlar da hıristîyan olun ki doğru yolu bulasınızdiyen) Ehl-i Kitab, kesin olarak bilsin ki Allâh’ın lütfundan hiç bir şey (elde etmey)e aslâ güç yetiremezler. Şüphesiz lütuf Allâh’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir. [bk. 2/135; 7/157]

 25-29. (25).‘Andolsun ki biz, Rasûllerimizi, açık delillerle gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için, onlarla berâber (hükümleri bildiren) Kitab’ı ve mîzânı (adâlet ve ölçüyü de) indirdik.’ Burada kısa bir cümleyle özetlenen peygamberlerin misyonunu iyice kavramak gerekir. Peygamberlerin tümüne şu üç şeyin verildiği görülmektedir. (1) Beyyinât: Yâni, onların Allâh’ın gerçek peygamberleri olduğuna dâir açık işâretler. Hakk’ın ve Bâtıl’ın ne olduğu âyet ve delillerle ispat edilmiş, ayrıca inanç, ahlâk ve beşeri münâsebetler konusunda doğru ve yanlış yolun özellikleri, açıkça ve şüpheye mahâl bırakmadan izah edilmiştir. (2) Kitap: İnsanoğluna muhtaç olduğu hidâyetin yolunu bulabilmesi için verilmiştir. (3) Mizan: Tartı yapıldığında hak ve bâtılın arasındaki farkı gösteren, düşünce, ahlâk ve uygulamalar konusunda ifrat, tefrit ve itidal noktalarını ortaya koyan ölçü. (MEVDÛDİ, 6/127)

Bu üç şeyin peygamberler ile birlikte dünyâya gönderilmesinin nedeni, onların bireysel ve toplumsal hayâta adâlet ve itidâli hâkim kılmaları içindir. Böylelikle onlar, bir yanda Allâh’ın kulları üzerindeki haklarını, nefsinin insan üzerindeki haklarını ve uygulamalarda insanların birbirleri üzerindeki haklarını ortaya koyup, bunları hakkıyla uygularlar, diğer yanda bu ilkelere dayanarak, toplumda zulmü kökten kaldıracak şekilde sosyal hayâtı düzenlerler. Toplumun her üyesinin kendi hakkını elde edebilmesi ve başkalarının hakkını verebilmesi için kültürel, ahlâki, ekonomik vs. her sahada aşırılıklardan uzak olarak dengeyi kurarlar. (MEVDÛDİ, 6/127, 128)

‘Bir de kendisinde çetin bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik.’ 25’inci âyette hem güç sembolü olan  hem de insanlara çeşitli faydalar sağlayan demirin de bir nîmet olarak yaratıldığından söz edilmektedir. ‘İndirme’ anlamına gelen kelime,  Zümer 39/6 âyetinde olduğu gibi ‘yarattı, lütfetti, insana kullanabilme yeteneğini ilham etti’ anlamındadır. (İbn Âşur’dan) Âyetin üslûbundan, Allâh’ın dînine ve peygamberlerine yardım eden, hak ve adâleti ayakta tutmak isteyenlerin bu gâyelerini gerçekleştirebilmek için demirle sembolize edilen maddi güce ve siyâsi otoriteye sâhip olmaları gerektiği anlaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/252)

‘Bir de demiri indirdik,’ yâni bolca yaratıp varlığını bildirdik, kullanılmasını öğrettik. ‘Onda şiddetli bir be’s vardır.’ Yâni, kuvvetli bir darbe, çetin bir azap vardır. Çelik silâhlar ve harp âletleri ondan yapılır. ‘ve insanlar için çok faydaları vardır.’ İğneden ipliğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve menfaati olmasın. Demir bütün sanâyiin hem belkemiği, hem eli ve tırnağı gibidir. (ELMALILI, 7/436)

’Ve Allah kimin görmeden’ kendileri için gayb olduğu hâlde ‘Allâh’a ve peygamberlerine’ Nesefi’nin ifâdesiyle kılıç, mızrak ve diğer silâhları din düşmanlarına karşı cihad etmekte kullanmak sûretiyle ‘yardım edeceğini ortaya çıkarsın diye. Şüphesiz ki Allah’ gücü ile kendi dîninden yüz çevirenlerin kuvvetlerini bertaraf eden ‘Kavi’dir.’ İzzeti ile kendi dinine yardımcı olmaya  kalkışanların kalplerine sebat ve sükun veren ‘Azîz’dir.’ (S. HAVVÂ, 14/446) 

Yüce Allah burada ilâhî adâletin hayâta hâkim olmasını, bunun için de demirden faydalanarak her türlü kuvveti elde etmeyi bildirmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/540)

25’inci âyette üç şeyin indirildiği bildirilmiştir: Bunlar kitap, mîzan ve demir. Kitap nazari kuvvetlere, mîzan ameli kuvvetlere, demir kötü şeylerin ortadan kaldırılmasına işârettir. Kitap bilgiyi, mîzan adâleti, demir gücü temsil eder. Dolayısıyla İslâm Medeniyeti (a). Bilgi, eğitim ve kültüre, (b). Siyaset, ölçü, tartı, iş, hak, hukuk, ücret ve sosyal ilişkilerde adâlete, (c). Asleri, sanayi, ekonomi ve ticârette güce dayanır. Gelişmiş ve ilerlemiş bir devlet ve topluma sâhip olmak için bu üç alanda gelişmek ve ilerlemek gerekir. Medeniyet kurmak için ilim, adâlet ve sanâyi şarttır. (İ. KARAGÖZ 7/609)

(26).‘Yemin ederim ki biz, Nûh’u ve İbrâhîm’i gönderdik. Peygamberliği ve Kitab’ı da (artık) onların nesillerine verdik. Onlardan bir kısmı doğru yolu bulmuştur. Fakat çoğu yoldan çıkmışlardır.’ Peygamber apaçık delilleri ortaya koyduğu hâlde, insanların inanmamaları yeni değil, eskiden beri devam edegelen bir durumdur. Burada herkesin inanması için son derece istek ve gayret gösteren Peygamberimiz (s)’i teselli vardır. (Ö. ÇELİK, 5/52)

‘mühted’ kelimesinin tekil olması, îman edenlerin azlığına, ‘fâsık’ kelimesinin çoğul olması, kâfirlerin çokluğuna delâlet eder. Fâsık kelimesi itaati terk eden kimse demektir. ‘onların çoğu fâsık idi’ denilmesi, hem insanların çoğunun kâfir olduklarını hem itaat etmediklerini ifâde eder. İsyankâr ve kâfir insanlara fâsık denir. (İ. KARAGÖZ 7/611)

(27).‘Sonra onların (Nuh ve İbrâhim’in) izleri üzerinde peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Meryemoğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.’ İncil Allâh’ın Hz. Îsâ’ya vahyettiği kitaptır. ‘Ona uyanların’ bunlar ise Havâriler ve onların izinden giden kimselerdir; ‘yüreklerine bir şefkat’ haşyet demek olan kalp inceliği, rikkat ‘ve’ yaratıklara karşı ‘merhamet’ veya kardeşlerine karşı sevgi ve yumuşaklık ’koyduk.’ (S. HAVVÂ, 14/448)

‘Onların uydurdukları Ruhbanlığa gelince’ Nesefi der ki: ‘Ruhbanlık, onların din husûsunda fitneye düşmekten kaçmak kastı ile kendilerini ibâdete tahsis etmek için dağlara kaçıp sığınmalarıdır. İfadenin takdîri şöyledir: Onlar kendiliklerinden uydurup çıkardıkları ve adadıkları bir ruhbanlık ortaya koydular. (S. HAVVÂ, 14/448)

‘Onu Biz üzerlerine emretmedik.’ Yâni, ruhbanlığı onlara farz kılan Bizler değiliz. ‘Ancak kendileri Allâh’ın rızâsını kazanmak için yaptılar.’ Nesefi der ki: ‘Fakat onlar Allâh’ın rızâsını aramak kastıyla bunu ortaya çıkardılar.’ (S. HAVVÂ, 14/448)

Ruhbanlık: Hıristiyanların ilk neslinden sonra gelenler, zamanla dinde ruhbanlığı, Allâh’a ibâdette ihlâsı ve yaşam biçiminde takvâyı terk ettiler. Dünyâ hayâtının geçici menfaatine kendilerini iyice kaptırdılar. Ruhbanlık ve azizlik kisvesi altında insanları, kendi doğmalarına itaate mecbur ettiler. (9/31). Pek çok kimseyi Allâh’ın yolundan saptırdılar, din adına insanların altınlarına, gümüşlerine ve mallarına el koydular. (9/34). Yüce Allâh’ın âyetlerini para ile sattılar. Hattâ kendi elleriyle sattıklarını ‘Allâh’ın âyetleridir’ diyerek insanlara pazarladılar. (2/79, 3/78). Kiliseye yapılan yatırım karşılığında günahları bağışladılar, insanlara cennetin anahtarlarını sattılar. Böylece altın, gümüş ve servet stoklaı oluşturdular. (9/34, 35). Elbette bunların arasında gerçek râhipler, adâletle hüküm veren keşişler ve Allâh’a ibâdette ihlâsı terk etmeyensamîmi ve mütevâzı müminler de vardı. (5/82; İ. KARAGÖZ 7/613).

Dînî kuralları peygamber ve kitapları vâsıtasıyla bildiren yüce Allah’tır. Kitapta yeri olmayan ve peygamberin bildirmediği bir din kuralı ihdas etmek ilâhi irâdeye uygun değildir. Bu itibarla bid’atlerden uzak durmak gerekir. Hadis: Peygamberimiz (s) bu konuda şöyle buyurmuştur: ‘Kim İslâm’da olmayan bir şeyi din adına ortaya çıkarırsa o reddedilmiştir.’ (Buhâri Sulh 5). Hadis: Din adına sonradan ihdas edilen herşey bid’attir. Her bid’at sapıklıktır, her sapıklık ateştedir.’ (Nesâi Iydeyn 22, Müslim Cuma 43, İ. KARAGÖZ 7/614)

‘Ama buna da hakkıyla riâyet etmediler.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, onlar üzerine aldıkları işi hakkıyla yerine getirmediler. Bu ifâde ile onlar iki bakımdan yerilmektedirler: Evvelâ onların Allâh’ın dîninde, Allâh’ın emretmemiş olduğu bir şeyi bid’at olarak ortaya çıkarmaları, ikinci olarak da kendilerini Allâh’a yaklaştıracak yakınlaştırıcı bir amel diye zannettikleri ve yapmayı üstlendikleri şeyi gereğince yerine getirmemeleri.’ (S. HAVVÂ, 14/448)

Hadis: ‘Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Yüce Allah yolunda cihattır.’ (Ahmed b. Hanbel 3/82’den Ö. ÇELİK, 5/53)

Yâni bu ümmetin rûhânî gelişimi dünyâyı terk etmek değil, Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Dolayısıyla İslâm ümmetinin fertleri fitnelerden korkmak, orman ve dağlara çekilmek yerine, fitne ve fesâda karşı Allah yolunda mücâhede ederek, fitne ve fesâdı ortadan kaldırmak durumundadır. (MEVDÛDİ, 6/130)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor…  İbn Mes’ud dedi ki: Rasûlullah (s) bana Ey ibn Mes’ud’ dedi, ben: ‘Buyur ey Allâh’ın Rasûlü’ dedim; şöyle buyurdu: ‘Sen İsrâiloğulları’nın yetmiş iki fırkaya bölündüğünü ve üçü dışında hiçbir fırkanın kurtulmadığını biliyor musun? Bu fırkanın birisi Meryemoğlu Îsâ (as)‘dan sonra krallar ve zorbalar arasında dikilerek Allâh’ın dînine ve Meryem oğlu Îsâ’nın dînine dâvet etti. Zorbalarla çarpıştı ve bu fırka öldürüldü; fakat onlar sabrettiler ve kurtuldular. Daha sonra savaşacak gücü olmayan bir başka fırka ortaya çıktı. Bunlar da krallar ve zorbalar arasında dikilerek Allâh’ın dînine ve Meryem oğlu Îsâ’nın dînine çağırdılar. Bu fırka da öldürüldü, testerelerle parçalandı, ateşlerde yakıldı. Bunlar da sabretti ve kurtuldu. Arkalarından bir başka fırka ortaya çıktı. Bunların savaşacak güçleri, adâleti gereğince ayakta tutacak güçleri de yoktu. O bakımdan onlar dağlara gittiler. Orada ibâdete koyuldular ve ruhbanlığa başladılar. İşte yüce Allâh’ın: ‘Onların uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz üzerlerine emretmedik’  buyruğunda söz konusu ettiği budur.’ (S. HAVVÂ, 14/466)

(28, 29)‘Ey (önceki peygamberlere / kitaplara) îman edenler!’ Allâh’ın kitabına uymak, O’na duâ edip namaz kılmak, O’nun yolunda infak etmek sûretiyle ‘Allah’tan korkun ve’ Muhammed (s)’i tasdik etmek, sünnetine uymak, dînine yardımcı olmak sûretiyle ‘Peygamberi (Muhammed)e îman edin ki size rahmetini’ Nesefi’nin açıklamasına göre; Muhammed (s)’e  ve ondan öncekilere îmânınız dolayısıyla  rahmetini ‘iki kat versin.’ İbn Kesir der ki: Ve onlara fazladan ‘Size üzerinde yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin.’ İbn Kesir’in açıklamasına göre; kendisi vâsıtasıyla körlükten ve cehâletten kurtularak basîret sâhibi olunacak bir hidâyet versin, demektir. ‘ve sizi bağışlasın’,  yâni günahlarınızı affetsin. Buna göre bu ümmet, diğer ümmetlere göre, ecrinin kat kat verilmesi ve mağfiret ile üstün kılınmıştır. ‘Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.’ O hâlde siz de O’ndan korkun, takvâ sâhibi olun, Peygamberine îman edin ki, O’nun rahmet ve mağfiretine nail olasınız. (S. HAVVÂ, 14/450)   

(Emir ve yasaklarına uyarak) Allâh’a karşı gelmekten sakının’ Bir insanın Allâh’a karşı gelmekten sakınıyor olabilmesi için, şartlarına uyugun îman edip, Allâh’a ortak koşmaktan, inkâr ve nifaktan sakınması, Allah ve Peygamberinin emrettiği şeyleri yapması ve yasakladığı şeyleri terk etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 7/615)

‘Böylece’ İslâm’a girmeyen ‘kitap ehli Allâh’ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyeceklerini’ İbn Kesir’in açıklamasına göre; Allâh’ın verdiğini geri çeviremeyeceklerini, Allâh’ın vermediğini de veremeyeceklerini, ‘lütuf ve keremin kesinlikle bütünüyle Allâh’ın elinde olduğunu’ onun mutlak Mâlik’inin ve mutasarrıfının O olduğunu, ‘onu kullarından dilediğine verdiğini bilsinler. Ve Allah, büyük lütuf sâhibidir’ ki,  hiçbir kimse O’nun kadrini hakkı ile takdir edemez. (S. HAVVÂ, 14/450)