59 / Haşr Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. 24 âyettir. Haşr, “sevkiyât için bir yere toplamak” demektir. 2-17. âyetlerdeki yahûdi kabîlelerinden Nadroğulları’nın sürülmeleri hâdisesinden hareketle, sûreye bu ad verilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/544)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
59/1-4 HERŞEY ALLÂH’I TESBİH EDER
- Göklerde olanlar da, yerde olanlar Allâh’ı tesbih eder (O’nu noksan sıfatlardan tenzih ederler). O mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir (her işi, her emir ve yasağı çok hikmetli olandır).
- Ehl-i Kitap’tan (ahitlerinden cayan ve Peygamber’e suikast tertipleyip) küfre sapanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. (Ey müminler!) Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar (yâni Nadroğulları yahûdileri) de, kalelerinin kendilerini, Allâh’(ın azâbın)dan koruyacağını sanmışlardı. Allâh(’ın cezâsı), onlara hesap etmedikleri taraftan geldi (liderleri öldürüldü) ve kalplerine korku düşürdü. Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de mü’minlerin elleriyle ‘yıkıp harap’ ediyorlardı. Ey basîret sâhipleri! İbret alın!
- Eğer Allah onlara (Benî Nadir yahûdilerine bu) sürgünü yazmasaydı bile, elbette kendilerine dünyâda yine (başka şekilde) azap ederdi. (Kaldı ki) âhirette de onlar için ateş azâbı vardır.
- Onların bu şekilde sürülmeleri, Allâh’a ve Peygamberi’ne muhâlefet etmeleri / karşı gelmeleri (ve düşmanlık etmeleri) yüzündendir. Kim de Allâh’(ın buyrukların)a muhâlefet eder/karşı gelirse, şüphesiz ki Allâh’ın azâbı çetindir.
1-4.(1).‘Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allâh’ı tesbih eder.’ İbn Kesir der ki: ‘Şânı yüce Allah göklerde ve yerde bulunan her bir şeyin, hepsinin yüce Allâh’ı tesbih ettiklerini, şânını yücelttiklerini, takdis ettiklerini, O’na duâ edip O’nu tevhid ettiklerini haber vermektedir.’ (S. HAVVÂ, 14/521)
‘Sübhânallah’ Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim’ demektir. (Müslüm Salât 105, 106). Kur’an’da meleklerin ve müminlerin Allâh’ı tesbîh ettikleri bildirildiği gibi, canlı ve cansız diğer varlıkların da Allâh’ı tesbîh ettikleri bildirilmiştir: ‘Göklerdeki herşey, yerdeki herşey Allâh’ı tesbîh eder.’ (62/1). (Bk. 24/41, 21/79, 38/8, 19; İ. KARAGÖZ 7/657)
‘O mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Yâni Allah güçlüdür. Dostlarına yardım edebildiği gibi, düşmanlarını da ezip geçebilecek kudrettedir. Takdîrinde ve plânlamasında mâhirdir. (S. KUTUB, 9/587)
(2).‘Ehl-i Kitap’tan küfre sapanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur.’ Nesefi der ki: ‘İlk toplanma yeri (evvelü‘l haşr)nin mânâsı şudur: Bu onların Şam (Suriye) bölgesindeki ilk toplanmalarıdır. Veya bu onların ilk olarak toplanmaları (sürülmeleri)’dır. Son olarak toplanmaları ise Hz. Ömer’in onları Hayber’den Şam’a doğru sürmesi ile gerçekleşmiştir.’ (S. HAVVÂ, 14/522)
Benu Nadir’in Medîne’den sürülmesi olayı, sonradan zihinlerde boşluklar olmaması için başlangıçta iyice anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s) Benu Nadir ile yazılı bir antlaşma yapmıştır. Yahûdiler bu antlaşmanın geçersiz olduğunu açıkça söylememelerine rağmen, anlaşmayı bozacak birçok davranış ve girişimlerde bulunmuşlardır. Fakat en sonunda antlaşmaya açıkça aykırı olan bir davranışta bulunduklarından Hz. Peygamber onlara savaş ilân etmiştir. Bunun nedeni, kendileriyle Medîne Devleti’nin başkanı sıfatıyla antlaşma yapan Hz. Peygamber’i (sa) öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Bu plânı önceden haber alan Hz. Peygamber, bu gerçeği Yahûdilere açıkladığında, onlar bunu inkâr edememişler ve bunun üzerine de Hz. Peygamber (s) 10 gün içerisinde Medîne’yi terk etmedikleri takdirde kendilerine savaş açılacağını bildirmiştir. Bu ültimatom Enfâl 58’de vaz edilen Allâh’ın şu hükmüne uygundur: ‘Bir topluluğun hâinlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde antlaşmayı fesh et. Çünkü Allah hâinleri sevmez.’ (MEVDÛDİ, 6/182)
‘Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız.’ Nesefi der ki: ‘Yâni oldukça güçlü kuvvetli, kendilerini koruyabilecek şekilde olmaları, kalelerinin sağlam olması, sayı ve silâhlarının çok olması sebebiyle onların çıkacaklarını sanmamıştınız.’ (S. HAVVÂ, 14/522)
‘Onlar da kalelerinin kendilerini, Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Allâh(’ın azâbı), onlara hesap etmedikleri taraftan geldi ve kalplerine korku saldı.’ İbn Kesir der ki: ‘Korku, sabırsızlık ve tedirginlik saldı. Hem onlar böyle bir durumda nasıl olmasınlar ki? Çünkü bir aylık mesâfeden itibâren düşmanlarının kalbine salınan korku ile kendisine yardım olunan o yüce Peygamber, onları kuşatmış bulunuyordu.’ (S. HAVVÂ, 14/523)
‘Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle hem de mü’minlerin elleriyle ‘yıkıp harap’ ediyorlardı. Ey basîret sâhipleri ibret alın!’ Nesefi der ki: ‘Yâni bu kimselerin başına gelenler üzerinde iyice düşünün. Böyle bir cezâya çarptırılmaya hak kazanmalarının sebebi üzerinde düşünün ve siz de onların yaptıkları işin benzerini yapmaktan uzak durun, sakının. O vakit onların karşılaştıkları cezânın benzeri ile siz de cezâlandırılırsınız. Aynı zamanda bu buyruk, kıyâsın câiz oluşuna delildir. (S. HAVVÂ, 14/523)
Bir şey, insanların yalnız kendi isteğine göre olmaz; onun yanında bir de mühim olan ve unutulmaması gereken, Allâh’ın plânı / takdîri vardır ki işte “ibret alın” ifâdesi buna işâret etmektedir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/544)
Âyetin bağlamına göre, ibret alınacak konu; yahûdilerin inanç, tutum ve davranışları sebebiyle başlarına gelen sıkıntılardır. Benî Nadîr Yahûdileri, Hz. Peygamberi ve Kur’ân’ı inkâr etmişler, yaptıkları sözleşmeye uymamışlar, müşriklerle işbirliği yaparak Müslümanlara hâinlik etmişler ve Peygambere suikast yapmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların hepsi zulümdür. İnkâr edenler ve zulmedenler cezâyı hak ederler. Çünkü inkâr ve zulüm, cezâ sebebidir. (İ. KARAGÖZ 7/660, 661)
(3).‘Şâyet Allah onlar (Benî Nadîr yahûdileri) hakkında sürülmeyi’ yâni vatanlarından çıkıp çoluk çocuklarından ayrılmayı ‘yazmamış olsaydı, onlara dünyâda’ Kurayzaoğulları’na yapmış olduğu gibi öldürmek ve esir alınmak sûretiyle ‘azap verecekti. Ve onlar için’ ister sürülsünler, ister öldürülsünler ‘âhirette de ateş azâbı vardır’ ki, ondan daha çetin bir azap yoktur. (S. HAVVÂ, 14/523)
(4).‘Kim de Allâh’(ın buyrukların)a muhâlefet eder / karşı gelirse, şüphesiz ki Allâh’ın azâbı çetindir.’ Pek şiddetli azap eder. Dünyâda yapmazsa âhirette yapar. Düyâdaki azap geçse de, âhiretteki geçmez. (ELMALILI, 7/484)
Benî Nadîr Yahûdilerinin, Tevrat’ta yazılı olduğu için oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları hâlde (2/146, 6/20). ‘son peygamber’ (33/40) Muhammed (s)’i inkâr edip yalanlamaları, Hz. Peygamber ile yaptıkları sözleşmeye uymamaları, Mekkeli müşrikler ile işbirliği yapmaları, Uhud savaşında müşriklere yardım etmeleri ve Peygambere suikast planlamaları, Allâh’a ve peygamberine muhâlefet ve dümanlık etmeleridir. Bu sebeple cezâlandırılmışlar ve yurtlarından sürgün edilmişlerdir. (İ. KARAGÖZ 7/662)
‘şiddetli azap’ Bununla maksat cehennem azâbıdır. Allâh’a ve peygamberine muhâlefet edip düşmanlık etmek, inkârdır. İnkâr edenlerin gideceği yer cehennemdir. Cehennemde ateşte yakmak ve kaynar su içirmek gibi şiddetli azap vardır. (İ. KARAGÖZ 7/662)
59/5-6 PEYGAMBERİNE VERDİĞİ GANÎMETLER
- (Ey müminler! Kuşatma sırasında) herhangi bir hurma ağacını (ne zaman) kestiniz veya onu (kesmeyip) kökleri üzerinde (olduğu gibi) bıraktınızsa, (hep) Allâh’ın izniyledir ve (bu izin) yoldan çıkanları rezil etmek içindir.
- (Ey müminler!) Allâh’ın onlardan Peygamberi’ne kolayca ganîmet olarak verdiği şeye gelince, siz onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz. (Akın edip harp etmediniz.) Fakat Allah, Rasûlü’nü dilediği kimseler üzerine ‘salarak (onların kalplerine düşen korkudan dolayı onlara) harpsiz üstün kılar.’ Allah herşeye kâdirdir.
5-6. (5).‘Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz veya gövdeleri üzerinde dimdik bırakmanız Allâh’ın izniyledir.’ Bu, kuşatma başlangıcında Benu Nadir’in yerleşim bölgesi etrâfındaki askeri bir harekâtı engelleyen bâzı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işâret etmektedir. Askeri harekâta engel olmayan ağaçlara ilişilmemiştir. (…) Bu âyet-i kerîmeden savaş sırasında bâzı zarûri tahribâtın arzı ifsat etmek olmayacağı şeklinde şer’i bir hüküm elde edilmektedir. Arzı ifsat etmek ise, bir ordunun düşmanın ülkesine girdiğinde tarlaları, bağları ve evleri yakıp yıkmasıdır. Bu konuda Hz. Ebû Bekir’in (r) Şam’a gönderdiği orduya verdiği emirler, genel kural mâhiyetindedirler. ‘Meyvelî ağaçları kesmeyin, tarlaları harap etmeyin ve yerleşim bölgelerini virana çevirmeyin.’ (MEVDÛDİ, 6/186)
‘Bir de fâsıkları rüsvay etmek içindir.’ Nesefi der ki: ‘Yâni onların kesilmelerine izin verilmesi, Yahûdileri zelil kılmak ve onları öfkelendirmek içindir.’ Şunu belirtelim ki, bu gerekçeden önce ‘vav’ harfinin yer alması, bu kesme izninde başka birtakım menfaatlerin de bulunduğunu ifâde etmektedir. Bunlardan birisi Allah’ın düşmanlarını zelil kılmaktır. Ağaçların tümünün yok edilmemesi ise, maksadın bizzat ağaçları kesmek veya tahrip etmek olmadığına işâret etmektedir. (S. HAVVÂ, 14/525)
(6).‘Allah’ın onlardan Peygamberi’ne kolayca ganîmet olarak verdiği şeye gelince, siz onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz.’ Savaşla ele geçirilen düşman ülkesindeki taşınır ve taşınmaz malların bütünü ‘ganîmet’ adını alır. Ganîmet hükümleri genel olarak Enfâl sûresi 8/1 ve 41’inci âyetlerde düzenlenmiştir. Buna göre ganîmetin beşte biri; Allâh’a, Rasûlüne, Rasul ile hısımlığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara âittir. Beşte dördü de savaşa katılan askerlere atlı veya yaya olma durumuna göre paylaştırılır. (Ayrıca bk. Âl-i İmran 3/161; Nisâ 4/94; Ahzâb 33/50; Fetih 48/15, 19, 20. H. DÖNDÜREN, 2/880)
Fey’ ise, savaşsız olarak ele geçirilen yerlerde, güçlüğe katlanmadan elde edilen ganîmet türüdür. (…) 6’ncı âyette sözü edilen yer Nadiroğulları yurdu olup, Medîne’ye iki mil kadar (bir saatlik) mesâfede idi. Oraya yaya olarak gidilmiş ve önemli bir çatışma olmadan düşman sürgün edilmiştir. Nadiroğulları ganîmetleri Hz. Peygamberin tasarrufuna bırakılmış, o bunları muhâcirler arasında taksim etmiş, ensardan yalnız üç yoksula pay vermiştir. Burada beşte bir paydan söz edilmediği için, taşınmazların Devlet Başkanı’nın tasarrufuna bırakıldığı anlaşılmaktadır. (H. DÖNDÜREN, 2/881)
İbn Kesir bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Şânı yüce Allah, fey’in ne olduğunu, niteliklerinin ve hikmetinin ne olduğunu şöylece beyan buyurmaktadır: Fey’, savaşsız olarak at yâhut deve sürmeksizin kâfirlerden alınan her türlü maldır. Burada sözü geçen Nadiroğulları’nın mallarıdır. Nadiroğulları’nın mallarını ele geçirmek için müslümanlar ne bir at sürdüler, ne de bir deve. Yâni düşmanla teke tek çarpışmadıkları gibi, karşılıklı olarak hücum da etmediler. Aksine Nadiroğulları şânı yüce Allâh’ın Rasûlü’nün heybetini yerleştirmesi sonucu kalplerine yerleşen korkudan dolayı, kalelerinden inmişler, Allah da bu malları Rasûlüne fey olarak ihsan buyurmuştur. İşte bundan dolayı o da bu mallarda dilediği gibi tasarrufta bulundu. (S. HAVVÂ, 14/525, 526)
Hanefi ve Hanbelilere göre İslâm Devlet Başkanı’nın fethedilen topraklar üzerinde savaş konjonktürüne göre gâzilere dağıtma veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır. Nitekim Hz. Ömer, hâlifeliği sırasında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır toprakları üzerinde fey’ hükümleri uygulamıştır. Burada toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devletin, ekip biçme hakkı ise eski sâhipleri olan gayrimüslimlerin olur. Onlara bu yararlanmaya karşı ‘harac’ vergisi, akıllı ve ergin olan her erkek için de baş vergisi olarak ‘cizye’ öderler. Bu gelirler, kamu harcamaları için önemli bir gelir kaynağıdır. (H. DÖNDÜREN, 2/881)
‘Fakat Allah peygamberlerine dilediği kimselere karşı üstünlük verir.’ Nesefi der ki: Yâni şânı yüce Allâh’ın Nadiroğulları’na âit olan mallarda Rasûlüne bağışlamış olduğu imkân, sizin savaşmak ve üstünlük sağlamak sûretiyle elde ettiğiniz bir şey değildir. Fakat yüce Allah peygamberine, onlara ve onların ellerinde bulunanlara, daha önce diğer peygamberlerini düşmanlarına karşı musallat kılmış olduğu gibi, üstünlük vermiştir. O bakımdan bu konuda uygulama ona bırakılmıştır. O bu malı dilediği gibi kullanır, savaşılarak ve düşmandan zorla alınan ganîmetler gibi paylaştırılmaz.’ (S. HAVVÂ, 14/525)
59/7-10 PEYGAMBER SİZE NE VERDİYSE ONU ALIN
- (Ey müminler!) Allâh’ın (fethedilen diğer kâfir) memleketler halkın(ın malın)dan, Rasûlü’ne savaş yapmadan kazandırdığı mallar; Allâh’a, Peygamber’e, akrabâlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara âittir. Bu da (bu malların), içinizden yalnız zenginler arasında elden ele dolaşan bir servet olmaması içindir. Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da vazgeçin. Allâh’a saygılı olup emirlerine uygun yaşayın / aykırı davranmaktan sakının. Çünkü Allâh’ın azâbı çetindir.
- (Bir de bu malların bir kısmı,) hicret eden fakirlere âittir. Onlar, Allah’tan bir lütuf ve bir rızâ ararlarken, hem de Allâh’a ve Rasûlü’ne (malları ve canlarıyla) yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar, (îman ve mücâdelelerinde) doğru olanların ta kendileridir.
- Onlardan önce (Medîne’yi) hem yurt hem de îman (İslâm) evi edinen kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir ihtiyaç (bir kıskançlık) duymazlar. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile, (onları) öz canlarına tercih ederler. Kim (mala karşı) nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluş ve saâdete erenlerin ta kendileridir. [bk. 76/8]
- Muhâcir ve Ensardan sonra gelen (diğer bütün mü’min)ler derler ki: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce îmanla geçmiş (din) kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde, îman edenler için bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen pek şefkatlisin, pek merhametlisin.” [bk. 9/100]
7-10. (7).‘Allâh’ın (fethedilen diğer kâfir) memleketler hâlkın(ın malın)dan, Rasûlü’ne savaş yapılmadan kazandırdığı mallar; (1) Allâh’a, Peygamber’e,’ Burada ilk olarak birinci hissenin Allah ve Rasûlüne âit olduğu vurgulanmıştır. Hz. Peygamber’in (s) bu konuda nasıl davrandığını Mâlik bin Evs bin el Hadsan, Hz. Ömer’den şöyle rivâyet etmiştir: ‘Hz. Peygamber fey’den kendisi ve âilesi için nafaka ayırıyor, geri kalanını da silâh ve binek hayvanları için harcıyordu.’ (Buhâri, Müslim, Müsned-i Ahmed, Nesâi, Tirmizi’den MEVDÛDİ, 6/189) (2) ‘akrabalarına,’ İkinci pay akrabalar içindir. Yâni Hz. Peygamber’in akrabalarına (Benu Hâşim ve Benu Muttalib) âittir. Bu pay, Hz. Peygamber’e o hem âilesini, hem akrabasını geçindirmekle mükellef olduğu ve muhtaçlara yardım etmesi gerektiği için ayrılmıştır. Ancak Hz. Peygamber’den sonra bu müstakil bir hisse olarak kalmadı. Fakirler, yetimler, yolcular ve bunların yanı sıra Benu Hâşim ve Benu Muttalib’in muhtaçların sorumluluğundan Beytü‘l mâl ve İslâm Devleti sorumlu olmuştur. (MEVDÛDİ, 6/189) ‘(3) yetimlere, (4) yoksullara, (5) yolda kalanlara âittir.’ Geriye kalan üç pay hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Ancak İmam Şâfii diğer üç imama muhâlefet ederek Fey’in 5 eşit bölüme ayrılması gerektiğini söyler. Onun sıralamasına göre, müslümanların genel menfaati için beşte bir, Benu Hâşim ve Benu Muttalib’e beşte bir, beşte bir yetimlere, beşte bir fakirlere ve beşte bir de yolda kalmışlara verilmelidir. Diğer üç imam bu taksimâtın aksine, Fey’in tümünün Müslümanların genel menfaati için kullanılması görüşündedirler. (Muğni ‘ül Muhtac’dan MEVDÛDİ, 6/190)
‘Bu da (bu malların), içinizden yalnız zenginler arasında elden ele dolaşan bir servet olmaması içindir.’ İbn Kesir der ki: ‘Bizim Fey’in harcama yerlerini bu şekilde takdir etmemiz, onun yalnızca zenginlerin istifâde ettiği ve faydalandığı; sâdece kendi arzu ve görüşlerine göre tasarrufta bulunarak ondan fakirlere herhangi bir şey harcamamaları önlensin, diyedir.’ Bu açıklama, İslâm’da malın, dağılım düzeninde sâdece zenginlerin elinde toplanıp biriktirilmemesine dikkat edilmesinin, gözetilmesi gereken hedeflerden olduğunun delilidir. İşte bundan dolayıdır ki yüce Allah, fâizi ve karaborsacılığı haram kılmıştır. (S. HAVVÂ, 14/526, 527)
Hanefi mezhebine göre, savaş yolu ile elde edilen taşınmazlarda devlet başkanının geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır. Devlet başkanı duruma ve şartlara göre uygun görürse Enfâl sûresinin 41’inci âyetinin hükümleri doğrultusunda –beşte birini ayırdıktan sonra – toprağı gâzîlere pay eder. Bu durumda arâzi öşür toprağı olur. Bunu uygun görmezse Hz. Ömer’in Sevad toprakları hakkında yaptıkları gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında haraç vergisi yükler. Bu takdirde arâzi haraç toprağı olur. (KUR’AN YOLU 5/290)
‘Peygamber size neyi verdiyse onu alın,’ yâni ganîmetten her ne pay verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse onu tutun. ‘Ve size neyi yasak ettiyse ondan da vazgeçin,’ almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın. ‘ve Allah’tan korkun’ da Allâh’ın ve peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan, ganîmeti maddi ve mânevi, dünyevi ve uhrevi mânâda korunmak için takvâ ile harcayıp israftan ve Allâh’ın azâbına düşmekten korunun. ‘Çünkü Allah azâbı şiddetli olandır.’ Azap edince çok şiddetli azap eder. Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun için ibret alınacak bir örnek vardır. (ELMALILI, 7/497)
‘Peygamber size neyi vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının’ şeklinde çevrilen cümle, bağlamı dikkate alınarak fey ve ganimet gibi şeylerin dağıtımında Hz. Peygamberin kullandığı takdir yetkisine saygılı olunması gerektiği şeklinde açıklanmıştır. (Bu ifâdenin) Kapsamlı bir olması sebebiyle genellikle, Hz. Peygamberin sünnetinin Müslümanlar açısından bağlayıcı bir kaynak olduğunun Kur’an’daki dayanakları arasında da zikredilir. (KUR’AN YOLU 5/291)
(..) İslâm toplumunun sosyal ve ekonomik düzeninin ilkelerinden temel bir ilkeyi dile getiriyor: ‘Böylece o mallar zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz.’ Bunun yanında yine İslâm toplumunun anayasasında yer alan köklü bir ilkeyi şöyle dile getiriyor: ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.’ Bu iki ilke her ne kadar savaşılmadan elde edilen ganîmetler ve onların dağıtılmasıyla ilgili olarak belirlenmiş olsalar da, bunların hükmü söz konusu olayı çok aşmakta, İslâm’ın sosyal düzeninin temel ilkelerinde yönlendirici etkiye sâhip olmaktadır. (S. KUTUB, 9/592)
(1).Birinci ilke, ekonomik düzenin ilkesidir. İslâm ekonomik düzeninin önemli ve kapsamlı ilkelerinden birini belirlemektedir. İslâm düzeninde bireysel mülkiyet kabul edilen bir olgudur. Yalnız, bu olgu burada söz konusu edilen ilkeyle sınırlıdır. Yâni malların zenginler arasında dolaşan, fakirler arasında hiçbir yararı olmayan bir ayrıcalığa dönüşmemesi ilkesiyle malın sâdece zenginler arasında dolaşmasına yol açacak her düzenleme, İslâm’ın ekonomik doktrinine aykırıdır. Ayrıca sosyal yapının temel hedefleriyle de çelişir. (S. KUTUB, 9/592)
İslâm bizzat pratik uygulamasında düzenini bu temel ilkenin esâsı üzerine kurmuştur. Buna bağlı olarak zekâtı farz kılmıştır. Para türü malların sermâyesinde senede yüzde ikibuçuk, diğer ürünlerde ise yüzde on veya yüzde beş oranında bir zekât miktarı belirlemiştir. Hayvanlarda da buna denk bir oranda zekât miktarını tespit etmiştir. Yeraltı zenginlik kaynaklarında ise paraya uygulama oranı tespit etmiştir. Zekât için belirlenen bu oranlar önemli bir yekün tutmaktadır. Ganîmetin beşte dördünü zengin olsun, fakir olsun savaşanlara ayırırken, savaşılmadan elde edilen ganîmetlerin tümünü fakirlere ayırmıştır. (S. KUTUB, 9/593)
(2). İkici ilke, yasayı ve hukûku bir tek kaynaktan alma ilkesidir. ‘Peygambersize ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.’ Bu ilke aynı zamanda İslâm anayasa Düzeni’ni de ortaya koymaktadır. İslâm’da hukûkun egemenliği bu yasanın Kur’an ve sünnet olarak Hz. Peygamberden gelmesinden kaynaklanır. (S. KUTUB, 9/593)
(8).‘Yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır.’ Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe mâruz kalmışlardır. Durumları ve gâyeleri şudur: ‘Allah’tan bir fazl ve Rıdvan isterler.’ Fazl dünyâda rızık, âhirette cennet sevâbı demektir. Rıdvan, ‘Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür.’ (Tevbe 9/72) âyetinde ifâde edildiği üzere hepsinden büyük olan Allâh’ın rızâsına denir. ‘ve Allah ve Rasûlüne nusret, yâni dinine hizmetle yardım ederler.’ ‘İşte onlar,’ yâni böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, ‘sadıklardır.’ Sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadâkatte mahâret sâhibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Rasûlüne karşı sadâkatlerini fiilen cihadlarıyla ispat etmişlerdir. (ELMALILI, 7/501)
(9).‘Onlardan önce (Medîne’yi) hem yurt hem de îman (İslâm) evi edinen kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler.’ O kadar ki, onlarla mallarını yarı yarıya bölüştüler, evlerinde yerleştirdiler. İki hanımı olanlar iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birisini onun için boşama teklifini dahi yaptılar. (S. HAVVÂ, 14/527)
‘Onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir ihtiyaç (bir kıskançlık) duymazlar. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile, (onları) öz canlarına tercih ederler.’ Îsar: Bir kimsenin kendi ihtiyâcı olduğu hâlde, mümin kardeşini kendisine tercih ederek onun ihtiyâcını karşılaması hasletidir. Bunun sahâbe arasında çok örnekleri vardır. Medîne’nin yerlisi olan ensar, muhâcirleri malına ortak etmiş, evini onlarla paylaşarak kardeşlik antlaşması yapmıştır. Nadiroğulları ganîmetleri Hz. Peygamber’in tasarrufuna verilince, o ensarla istişâre etti. Bunu ensar ve muhâcirlerle dağıtacak; muhâcirler ensardan kardeşinin evinde bir süre daha kalacak, ya da yalnız muhâcirlere dağıtacak, onlar muhâcir kardeşlerinin yanından ayrılarak kendi ayaklarının üzerinde duracaklardı. Bu teklifi işiten ensar, ganîmetin hepsinin muhâcirlere dağıtılmasını, fakat onların kendi yanlarında devam etmelerini istediler. Böylece Allah ve Rasûlü’nün hoşnutluğunu kazandılar. (bk. Tevbe 9/100, 117; H. DÖNDÜREN, 2/882)
İnsanlık târihi bugüne kadar Ensârın muhâcirleri karşıladığı gibi sosyal bir olaya şâhit olmamıştır. Bu kadar zengin bir gönülle, bu kadar bol ve cömertçe yardımlarla ve bu kadar gönülden paylaşımlarla hiçbir topluluk bir topluluğu karşılamamıştır. Hiçbir topluluk bir başka topluluğu bu kadar bağrına basmamış ve onun tüm yükünü üstlenmemiştir. Târihin kayıtlarında görüyoruz ki, her hicret eden adam, mutlaka kura ile bir Ensârın evine yerleşmiştir. Zîrâ bir göçmeni barındırmak isteyenlerin sayısı, göç edenlerin sayısından her zaman fazla olmuştur! (S. KUTUB, 9/596)
‘Kim (mala karşı) nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluş ve saâdete erenlerin ta kendileridir.’ Âyetteki cimrilik (şuh), hırs ile birlikte olan cimrilik olup, bunun âdet hâline gelmesidir. Bu konuda orta yol tavsiye edilir. ‘Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün açıp da saçıp savurma, sonra pişman olur, açıkta kalırsın.’ (İsrâ 17/29; H. DÖNDÜREN, 2/882)
Hadis: ‘Zulümden sakının çünkü zulüm, kıyâmet günü karanlıktan ibârettir. Cimrilik’ten sakının çünkü cimrilik, hırs ve kıskançlık sizden öncekileri helâk etmiştir. Onlar birbirlerinin kanlarını döktüler ve haramları helâl saydılar.’ (Müslim Birr 56’daen, İ. H. BURSEVİ, 21/133)
Hadis: ‘İki özellik bir müslümanda olmaz: Cimrilik ve kötü ahlâk.’ (Buhâri, Tirmizi Birr ve Sıla 410, Ebû Dâvud’dan MEVDÛDİ, 6/194)
(10).‘Muhâcir ve Ensardan sonra gelenler derler ki: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce îmanla geçmiş (din) kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde, îman edenler için bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen pek şefkatlisin, pek merhametlisin.” Bunlar, fakirleri fey’ mallarından hak sâhibi olanların üçüncü kısmıdır. Bu üç kısım ise Muhâcirler, Ensar ve onlara güzel bir şekilde tâbi olanlardır. Nitekim şânı yüce Allah, Tevbe sûresinde yer alan âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: ‘Muhâcirler ve Ensardan onlara güzellikle uyanlardan olan ilkler ve ileriye göçenlerden Allah râzı olmuştur, onlar da ondan hoşnud olmuşlardır.’ (et Tevbe 9/100) Güzel bir şekilde onlara tâbi olanlar, onların güzel izlerinin ardından gidenler, güzel niteliklerine sâhip olanlar, gizlide ve açıkta onlara duâ edenlerdir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/542)
Bu âyet-i kerîme bize de, bizden sonra gelecek müminlere de, âhirete göçmüş mümin kardeşlerimizle alâkalı yapmamız gereken görevlere dikkat çekmektedir. Onları unutmamak, duâlarımızı eksik etmemek, hayırla yâd etmek, onların bağışlanmasına yarayacak, ruhlarını şad edecek her türlü duâ, istiğfar, hayır ve hasenâta devam etmek bu görevlerin başında gelmektedir. (bk. Necm 53/38-41; Ö. ÇELİK, 5/82)
59/11-17 MÜNÂFIKLARIN DURUMU TIPKI ŞEYTANIN DURUMU GİBİDİR
- (Ey Peygamberim!) Görmez misin (şu) münâfıklık edenleri? (Onlar) Ehl-i Kitap’tan o küfre sapan kardeşlerine: “Eğer siz, (yurdunuz Medîne’den) çıkarılırsanız, elbette biz de sizinle berâber çıkarız ve sizin aleyhinize hiçbir kimseye aslâ itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, mutlaka (biz de) size yardım ederiz.” derler. Hâlbuki Allah şâhitlik eder ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.
- Yemin ederim ki eğer (o yahûdi Nadiroğulları kabîlesi) çıkarılsalar (bile bunlar), onlarla berâber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılsa, onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile, kesinlikle arkalar(ın)ı dön(üp kaç)arlar, sonra (Allah onları helâk eder, kimse tarafından) da yardım edilmezler.
- (Ey mü’minler!) Siz, münâfıkların yüreklerine, Allah’tan daha çok korku vermektesiniz. Bu, onların (Allâh’ın büyüklüğünü) anlamayan bir topluluk olmalarındandır.
- (Münâfıklar ve yahûdiler,) surla çevrilmiş kasabalarda ve duvarların arkasında olmaksızın sizinle toplu hâlde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları (çekişmeleri) şiddetlidir. (Ey Peygamberim!) Sen onları toplu (birlik olmuş) zannedersin. Hâlbuki onların kalpleri (birlik değil) dağınıktır. Bu ise onların aklını kullanmaz bir topluluk olmalarındandır.
- (O yahûdilerin hâli) kendilerinden az öncekilerin (Mekkeli müşriklerin ve Beni Kaynuka yahûdilerinin) hâli gibidir. Onlar (kötü) işlerinin günahını (dünyâda) tattılar. Onlar için (ayrıca âhirette de) acıklı bir azap vardır.
- (Münâfıkların ve kâfirlerin îman etmeme durumu da) şeytanın hâli gibidir. Çünkü o insana: “İnkâr et” der, (insan) inkâr edince de: “Hakikaten ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” der.
- Nihâyet ikisinin (şeytan ve kâfirlerin) de sonu, ebedî olarak ateşte kalmaları oldu. Zâlimlerin cezâları budur.
11-17. (11).‘Görmez misin (şu) münâfıklık edenleri?’ Nadiroğulları Yahûdilerine haber gönderip onlara kendilerinin yardımcı olacakları vaadinde bulunan Abdullah b. Übey ve benzerlerine? (S. HAVVÂ, 14/529)
‘(Onlar) Ehl-i Kitap’tan o küfre sapan kardeşlerine:’ küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri veya sıkı fıkı konuştukları dostları olan o kâfirlere diyorlar yâhut diyorlar ki, “Eğer siz, (yurdunuz Medîne’den) çıkarılırsanız, elbette biz de sizinle berâber çıkarız’ yâni biz de yurtlarımızı ve mallarımızı bırakır, sizinle berâber gideriz. ‘Ve sizin hakkınızda ebediyyen kimseyi dinlemeyiz.’ Yâni sizi çıkartmamak için her türlü itaatsizliği, isyânı göze alırız. Şâyet sizin çıkmanıza engel olamazsak, her hâlde biz de berâber çıkarız ve çıkmamıza engel olacak kimseleri aslâ dinlemeyiz. (ELMALILI, 7/513)
‘Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle (biz de) size yardım ederiz.” derler.’ Savaşta düşmanlarınıza karşı sizden taraf oluruz, sizinle berâber biz de onlarla çarpışırız diye yemin ederek söz veriyorlardı. (ELMALILI, 7/513) Münâfıklar her fırsatta, İslâm’a ve müslümanlara düşman olanlarla dostluk ve birlik kurmuşlardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/546)
‘Hâlbuki Allah şâhitlik eder ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.’ O münâfıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Söyledikleri bu sözler, verdikleri vaadler, fikirlerine uygun olsa bile gerçeğe uygun olmayacaktır. Onlar yeminlerinde durmayacaklar ve dediklerinin hiçbirini yapmayacaklardır. (ELMALILI, 7/513)
(12).Yâni ‘Yemin olsun ki o kardeşleri çıkarılırlarsa berâberlerinde münâfıklar çıkmayacaklardır.’ Evvela ‘Eğer siz çıkarılırsanız biz de sizinle berâber çıkarız’ demeleri bile yalandır. Sonra ‘yine yemin olsun ki, onlarla savaşılsa onlara yardım da etmeyeceklerdir.’ ‘Eğer sizinle savaşılırsa kesinlikle size yardım ederiz’ demeleri de yalandır. Gerçekten de böyle oldu. Ne onlarla berâber çıktılar, ne de savaştılar. Allah Teâlâ’nın şâhitliğiyle yalancı oldukları ortaya çıkmış oldu. ‘ve faraza yardım ederlerse, kesinlikle arkalarına döneceklerdir.’ Müminlerin karşısında dayanamayacaklardır. ‘Sonra dönen o münâfıklara’ veya yardım etmek istedikleri Yahûdilere ‘hiçbir taraftan yardım olunmayacaktır.’ Helâktan ve Allâh’ın azâbından kurtulmayacaklardır. (ELMALILI, 7/513, 514)
(13).‘Herhâlde onların sînelerinde, yâni yüreklerinde ‘Allah’tan fazla sizin korkunuz vardır.’ Onlar, gizli ve açıkta olanı bilen, herşeyi gören ve azâbı şiddetli olan Allah Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azâbından korkmuyorlar ve gizli gizli münâfıklık ediyorlar. ‘Kimseye itaat etmeyiz’ deyip, sizden çekiniyorlar ve size karşı müslümanlık iddiâsında bulunuyorlar. ‘Bu,’ yâni Allah’tan ziyâde sizden korkmaları ‘onların anlamayan bir topluluk olmalarından, Allâh’ın büyüklüğünü, ilim ve kudretinin genişliğini bilmemelerindendir. (ELMALILI, 7/514)
(14).‘(Münâfıklar ve yahûdiler,) surla çevrilmiş kasabalarda ve duvarların arkasında olmaksızın sizinle toplu hâlde savaşamazlar.’ O hâlde harp olunca onlardan korkmamak, onları oralardan çıkarmak veya içlerinde yakalamak için ‘Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.’ (Enfâl 8/60) emri gereğince kuvvet, âlet ve vâsıta hazırlamak, bununla berâber sûrenin başında zikredildiği gibi o âlet ve vâsıtalara güvenmeyip yalnız Allâh’a kalbi bağlamak gerekir. (ELMALILI, 7/514)
‘Kendi aralarındaki savaşları çetindir.’ Kendi aralarında şiddetli bir şekilde düşmanlık sâhibidirler. Yâni onların nitelikleri olarak görülen çetin çatışma sâdece Yahûdiler, Yahûdilerle çarpıştıkları yâhut Yahûdiler ve münâfıklar birbirleriyle çarpıştıkları zaman kendi aralarında söz konusudur. Eğer onlar sizinle çarpışacak olurlarsa, onların bu çetin güçlerinin varlığı kalmaz. Çünkü kahraman görünen kimse, Allâh’a ve Rasûlüne karşı savaş açtığı zaman korkuya kapılır. (S. HAVVÂ, 14/530, 531)
‘Sen onları toplu (birlik olmuş) zannedersin. Hâlbuki onların kalpleri dağınıktır.’ Nesefi der ki: Yâni onların arasında çekememezlikler, garezler, düşmanlıklar vardır. Gereği gibi birbirlerine destek olamazlar. Bu ifâdelerle müminlere, onlara karşı savaşmak için cesâret verilmekte ve yüreklendirilmektedirler.’ (S. HAVVÂ, 14/531)
Burada münâfıkların ikinci zaafları beyan edilmiştir. Onların birinci zaafları, Allah yerine başkalarından korkmaları ve müminler gibi hakkında bir fedâkârlık yapabilecekleri ulvi bir gâye sâhibi olmayışlarıdır. İkinci zaafları, münâfıkları bir araya getirecek ve onları disiplinli topluluk yapacak olumlu bir düşünceye sâhip olmamalarıdır. Onları bir araya getiren Hz. Muhammed’e (s) karşı besledikleri hasetten başka bir şey değildir. Bu haset dolayısıyla Medîne civârındaki İslâm düşmanları ile irtibat kurmuş ve tüm İslâm düşmanları bir araya gelerek Hz. Peygamberin önderliğindeki Muhâcirin ve Ensârın iktidârını yok etmek istemiştir. Onlar bu yüzden bir araya gelmişlerdir. Yoksa onları birleştirecek başka bir şey bulunmamaktadır. Her biri liderlik sevdâsındadır ve birbirlerine karşı samîmi değillerdir. (MEVDÛDİ, 6/203)
‘Bu ise onların aklını kullanmaz bir topluluk olmalarındandır.’ Sırf dünyâ muhabbetiyle nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından gittiklerinden akılları kalmaz, mâkul hareket etmezler ve hakkı tanımazlar. Böylece tefrika, kalplerin dağınıklığı, Allah’tan başkasından korkmak, sadâkat ve fedâkârlık göstermemek, gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini zayıf duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen bilseler bile, yine de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler. Çünkü hakkı sevmezler, onun için de cezâsını çekerler. (ELMALILI, 7/515)
(15).‘(Benî Nadir yahûdilerinin durumu) kendilerinden az önceki (Müşrikler ve Benî Kaynuka yahûdi)lerin(in) hâli gibidir. Onlar (kötü) işlerinin günahını (dünyâda) tattılar. Onlar için (ayrıca âhirette de) acıklı bir azap vardır.’ (…) Söz konusu âyette kastedilen grup, Bedir savaşından sonra ahitlerini bozmaları sebebiyle Medîne’ye sürgüne gönderilen Beni Kaynuka Yahûdileridir. Çünkü denildiğine göre bu Yahûdi topluluğu kıskançlık gösterip Hz. Peygamber’le yapmış oldukları antlaşmayı ihlâl eden konuşmalar yapıyorlardı. Bu tavırlarından dolayı aslında Allah Rasûlü (s) onları uyarmıştı. Ancak onlar, Bedir savaşını kastederek: ‘Ey Muhammed! Savaş bilmeyen bir grup Kureyşliyi öldürmüş olman seni aldatmasın. Eğer bizimle karşı karşıya gelirsen savaşmanın ne demek olduğunu görürsün’ (Ebû Dâvud’dan) şeklinde küstahça meydan okumuşlardı. Ama esâsen bardağı taşıran son damla, Medîne’de Bani Kaynuka çarşısına giden müslüman bir kadının tâcize uğraması ve çıkan olayda karşılıklı kan dökülmesiyle oluşmuştur. (bk. Enfâl 8/58) Bunun üzerine Beni Kaynuka Yahûdileri kalelerine çekilip müstahkem surlarının arkasına sığınmışlardı. Ancak Hz. Peygamber, hicretten yirmi ay sonra Şevval ayının ortasında Kaynukaoğulları’nın sığındıkları kalenin etrafını kuşatmış, 15 gün sonra da söz konusu grubun hepsini teslim alarak Sûriye taraflarına sürgüne göndermişti. (M. DEMİRCİ, 3/333)
(16).‘(Münâfıkların ve kâfirlerin îman etmeme durumu da) şeytanın hâli gibidir. Çünkü o insana: “İnkâr et” der, (insan) inkâr edince de: “Hakikaten ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” der.’ Yâni onların durumları kurduğu tuzak ile insanı aldatan ve nihâyet ondan uzaklaşıp ilişkisini kesen şeytanın durumunu andırmaktadır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni bu Yahûdilerin kendilerine yardımcı olmak vaadini veren münâfıkların sözlerine ve yine münâfıkların söylediği: ‘Eğer sizinle savaşılacak olursa mutlaka biz de size yardımcı oluruz’ diye söz verdikleri hâlde, iş gerçeğe binip kuşatma ve savaş dolayısıyla kıtlığa mahkûm olunca, onları hâlleriyle başbaşa bırakan ve helâk olma tehlikesine terk eden tavırlarına aldanan bu Yahûdilerin misâli, evet bütün bu hususlarda onlar şeytanın insana küfrü güzel göstermesi hâline benzer. – Bundan Allâh’a sığınırız – İnsan şeytanın güzel gösterdiği durumun içerisine girince bu sefer ondan uzaklaşır, çekip gider ve arkasından da: ‘Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der.’(S. HAVVÂ, 14/531-2)
(17).‘Sonra her ikisinin (şeytan ile kâfirlerin) de ebedi olarak ateşte kalmaları kendilerinin âkıbetleri oldu.’ Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik etmiş, diğeri de tutup yapmıştı. Demek ki, âmirin Allâh’a karşı isyan emri, yapıldıktan sonra kendisine emredileni de sorumluluktan kurtaramaz. Eğer bu isyan küfür ise, cezâsı ebediyen cehennemdir. ‘Ve işte bu’ yâni cehennem ateşinde ebedi kalmak yalnız o ikisine mahsus değil ‘bütün zâlimlerin cezâsıdır.’ Zulmü iyi veya mubah gören gerek âmir, gerek memur bütün haksızların cezâsı, sonsuza kadar cehennemde kalmaktır. Çünkü zulmü helâl saymak da küfürdür. (ELMALILI, 7/517, 518)
‘Bu, zâlimlerin cezâsıdır’ Bu cümle ile maksat, şeytan ve kâfirlerincehennem ateşine atılmalarıdır. ‘zâlimler’ ile maksat, kâfirlerdir. İnkâr eden her insan, zâlimdir. Çünkü kendilerini cehenneme mahkûm etmişlerdir. (2/254, İ. KARAGÖZ 7/684)
59/18-20 HERKES, YARINA NE HAZIRLADIĞINA BAKSIN
- Ey îman edenler! Allâh’ın emirlerine ve yasaklarına riâyet ederek yaşayın ve herkes yarın için önden ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allâh’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
- (Ey müminler!) Allâh’ı unuttuklarından dolayı, (Allâh’ın da) kendilerine nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir. [bk. 63/9]
- Ateş ehli ile cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli (olanlar), kurtuluş ve saâdete erenlerin ta kendileridir. [krş. 13/19; 40/58; 45/21; 47/14]
18-20. (18).‘Ey îman edenler! Hep Allah’tan korkun.’ Nifaktan, münâfıklardan, küfürden, kâfirlerden, zulümden, zâlimlerden ve şeytanın şeytanlığıyla o kötü âkıbete düşmekten sakınıp Allâh’ın korumasına sığının da her işinizde O’nun emir ve yasağını tutarak azâbından korunun. ‘Ve her nefis yarın için’ yâni kıyâmet günü için ne hazırlamış, ‘Allâh’a ne takdim etmiş olduğuna baksın.’ Hesap sorulmadan önce nefsini muhâsebeye çekip kendi hesâbına nazar etsin. (ELMALILI, 7/519)
18’inci âyette geçen ve ‘yarın’ anlamına gelen ‘ğad’ kelimesinin Kur’an’da zarf olarak kullanımları bulunmakla berâber bu şekilde (‘yarın için’ mânâsında) kullanıldığı tek âyet budur. Bir taraftan mecâzi bir anlatımla hesap gününün çok yakın olduğuna dikkat çekilirken, diğer taraftan da kelime nekre (belirsiz) şekilde kullanılarak o günün önemine, dehşetine ve mâhiyetinin insanlar tarafından bilinmezliğine îmâda bulunulmaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/301)
‘ve Allah’tan korkun.’ Pekiştirmek kastıyla takvâlı olmak emrini bir defa daha tekrarlamış bulunuyor. ‘Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden haberdardır.’ Yâni şunu biliniz ki, O bütün hâllerinizi bilir, sizin en gizli şeyiniz bile O’na gizli değildir. Önemli önemsiz hiçbir şeyiniz O’na gizli kalmaz. Nesefi der ki: Bu buyruk ile murâkabe (Allah’ın gözetimi altında olma şuuruna sâhip olmak) teşvik edilmektedir. Çünkü kötü bir iş yaptığı vakit, şânı yüce Allâh’ın bunu bildiğini bilecek olursa, ondan imtina eder.’ (S. HAVVÂ, 14/533)
(19).‘Allâh’ı unuttuklarından dolayı, (Allâh’ın da) kendilerine nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.’ Yüce Yaratıcıyı unutmak, başta emir tanımamazlık olmak üzere, Allâh’ın hukûkunu çiğnemek, verdiği olanca nîmete karşı şükretmemek, saygı ve hürmette kusur etmek, günah işlerken O’nu hatıra getirmemek, kısacası kulluk bilincinden uzak hareket etmek demektir. Böyle olduğu içindir ki Allah Teâlâ, ‘Münâfıkların erkeği de kadını da aynıdır. Zîrâ onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar. Üstelik elleri de çok sıkıdır. (Böyle yaptıkları için) Onlar Allâh’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.’ (Tevbe 9/67) âyetinde de ‘nesiye’ fiilini kullanarak, kendisini umursamayan münâfık topluluğunu, kendi hâllerine terk ettiğini bildirmiştir. Demek ki sünnetullâh’ın bir gereği olarak Yüce Allah da kendisini unutanları unutmaktadır. Ancak, Allâh’ın unutmasından maksat, insanlardan yardımını, hidâyetini ve rahmetini kesmesi ve onları unutulmuş ve terk edilmiş bir durumda bırakması demektir. Buna göre Allâh’ın unutması mecâzi anlamdadır. Zîrâ Allah, gerçek anlamda unutmaktan uzaktır. (M. DEMİRCİ, 3/335)
‘Allâh’ın da kendilerine nefislerini unutturmuş olduğu kimseler gibi olmayın.’ Yâni sizler, şânı yüce Allâh’ı zikredip hatırlamayı unutmayın. Unutursanız, O da sizlere âhiretinizde sizin için faydalı olacak, kendi menfaatinize olan ameller işlemeyi unutturur. Çünkü cezâ ve mükâfat yapılan amel türünden olur. (S. HAVVÂ, 14/533)
Yüce Allâh’ı unutanlar, O’nun emir ve yasaklarını yaşantısına karıştırmayanlar, kalpleriyle akılları arasındaki bağlar kopmuş çarpık kimselerdir. Zaten Allâh’a yabancılaşanlar, O’nunla bağını kesenler, nefislerinin ve teknolojinin esiri olup Allah’tan başka şeylere taparcasına bağlanacaklar ve onlardan zevk alıp günah deryâsında devam edeceklerdir. Bunun yanında yüce Allâh’ın onlara kendilerini unutturması da çok vahimdir. Çünkü kendini unutan insan ve toplum hayvânî duygulara yönelecek, böylece cehenneme götürecek şeyleri câzip görecek, öz benliğini, şahsiyetini, mânevî değerlerini unutup kendine yabancılaşacaktır. Böyle bir fert veya toplum; artık yoldan çıkmış, mânen intihar etmiş, zillet ve esârete dûçâr olmuş, rûhen köleleşmiş veya yok olmaya mahkûm olmuş demektir. İşte yüce Allah bu iki tehlikeye karşı uyarmaktadır.) [bk. 7/51; 9/67; 103/1-3] (H. T. FEYİZLİ, 1/547)
(20).‘Ateş ehli ile cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli (olanlar), kurtuluş ve saâdete erenlerin ta kendileridir.’ Yâni Allâh’ı bırakıp da günaha dalmış o fâsıklar beyan edildiği gibi, cehennem ateşinde kalmayı hak etmişlerdir. Allah’tan korkup korunanlar ise, cennete müstehaktırlar. Cehennemliklerle cennetlikler ise, denk olmazlar. (ELMALILI, 7/520)
‘Kurtulanlar ancak cennet ashabıdır.’ Tehlikeden kurtulmuş büyük murâda ermişlerdir. Müminler, böyle bir tehlikeden kurtulup o büyük murâda ermek, o fazileti kazanmak için günahlardan korunarak ve azaptan sakınarak çalışmalıdırlar. Ayrıca her gün, yarına ne hazırladıklarına bakıp hesap etmeli ve Allâh’ı unutup da kendilerine yazık ederek ateşte kalacak fâsıklar ve zâlimler gibi olmamalıdırlar. Onun için de bu nasîhatlere, Allâh’ın emir ve yasaklarına iyi dikkat etmelidirler. (ELMALILI, 7/520, 521)
59/21 BİZ BU KUR’ÂN’I DAĞA İNDİRSEYDİK
- (Ey Peygamberim!) Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, elbette onu, Allâh’ın korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz. [bk. 33/72-73]
21-21. ‘Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, elbette onu, Allâh’ın korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.’ Şâyet bir dağa insana verildiği gibi şuur verilmiş olsaydı, o heybet timsâli eğilmez dağ bile Allâh’ın sıfatlarını bilmenin ve sorumluluk duygusunun sonucu olarak O’nun azameti, kudreti ve evrendeki mutlak egemenliği karşısında sonsuz bir saygıyla eğilirdi; ama bununla kalmaz, O’na kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise genellikle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. Burada dikkat çeken bir husus, yine âyetin sonunda ifâde edildiği üzere, bu örnekten sonuç çıkarmanın da yine insana, daha doğrusu onun muhâkeme yeteneğini kullanmasına bağlı olmasıdır. (KUR’AN YOLU, 5/303)
59/22-24 EN GÜZEL İSİMLER O’NUNDUR
- O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Gizliyi de, âşikârı da bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
- O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Hükümrandır, mukaddestir, selâmete erdirendir. İnanıp sığınana güven verendir, gözetip koruyandır, mutlak gâliptir, cebbârdır. Büyüklük ve ululukta eşsizdir. Allah, ortak koştukları şeylerden (ve benzetmelerden) münezzehtir.
- O, takdir edip yaratan, var eden, varlıklara sûret veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih (ve tenzih) eder. O, mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
22-24. (22).(1)‘O, öyle (2)Allah’tır ki’ bütün kemâl sıfatlarını zâtında toplayan, varlığı gerekli ve ulûhiyet kendi hakkı olan en yüce zattır ki ‘O’ndan başka ilâh’yâni tapılacak tanrı ‘yoktur.’ O Allah (3) ‘gaybı da bilir şehâdeti de’ Gayb iki ayrı anlamda kullanılır. Birincisi mutlak gayb, diğeri de izâfi gaybdır. Mutlak gayb: Hiçbir mahlûkun, ne duyumlarının, ne de bilgisinin ulaşamadığı gayba denir. İzâfi gayb ise, bâzı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybdır ki bu, onlara göre gayb demektir. Burada ilk akla gelen ise mutlak gaybdır. (…) Âyetteki şehâdetten maksat, yaratıkların göz veya sezgi ile müşâhede edebileceği âlem demektir. Şüphe yok ki, gaybı bilenin şehâdeti bileceği öncelikle mümkündür. (ELMALILI, 7/522)
‘O, (4) Rahmân’dır, (5) Rahîm’dir.’ Yâni, O’nun rahmeti sınırsızdır. Rahmeti, kâinattaki herşeyin kendisinden istifâde edecek derecede geniştir. O’nun kadar geniş rahmet sâhibi kimse yoktur. Mahlûkatta bulunan merhamet, Allâh’ın rahmetinin cüz’i ve sınırlı bir kısmıdır. Allah bunu dünyânın maslahâtı îcâbı, bir mahlûk diğerine merhamet edebilsin diye vermiştir. Bu merhamet, Allâh’ın geniş ve sınırsız merhamet sâhibi olduğunun apaçık delilidir. (MEVDÛDİ, 6/205)
Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete delâlet eder. Birisi Rahmet-i Rahmâniye, diğeri Rahmet-i Rahîmiye’dir. Rahmet-i Rahmâniye, hiçbir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de, çalışanı da çalışmayanı da kapsamaktadır. Meselâ başlangıçta var olma, bu rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere de dünyâda rızık, akıl vesâire gibi nîmetler verir. Rahmet-i Rahîmiye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyeyi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazîlet olan yüksek derecesinin ise sınırı ve sonu yoktur. İşte dînin, takvânın, çalışma ve gayretin önemi bu sebepledir. Onun içindir ki, (yâni) Rahmân dünyâ ile Rahîm ise âhiretle ilgilidir’ denilmiştir. (ELMALILI, 7/523)
‘O, öyle Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.’ Evet, korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah, öyle bir Allah’tır ki, hakikatte O’ndan başka ibâdet edilecek bir varlık yoktur. (6)‘Mülkün sâhibi’ bütün eşyânın mülk ve hükümdarlığı O’nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve yasak, yönetim ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükâfat ve cezâ ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sâhibi O’dur. (ELMALILI, 7/524)
(7) ‘Kuddûs’, gâyet mukaddes, her türlü kusurdan münezzeh (uzak), her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvîre sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, temiz demektir. (..) Öyle ki (8) ‘Selâm’ her selâmetin kaynağı, kendisi ayıptan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden sâlim olduğu gibi, selâmet umulan, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O’dur. (9) ‘Mümin’ îman, emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere îman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan da O’dur. (..) (10) ‘Müheymin’ görüp gözeten, herşeye şâhit olan, koruyan ve bekçilik eden de O’dur. (…) (11) ‘Azîz’ yâni gâyet izzetli, onurlu ve şanlıdır. Hiçbir şekilde mağlûp edilemez, her işinde gâliptir. Yâhut eşi benzeri yoktur ve gâyet yüksektir. Yâni ‘Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır’ (İhlâs 112/4) âyetinde ifâde edildiği gibidir. Yâhut dilediğini yapan yâni ‘fa’âlün limâ yürîd’ (Hûd, 11/108) Bununla berâber alçaklığı, ahlâksızlığı, küfür, zulüm, fesat, isyan ve küfran gibi fenâlıkları sevmez. (..) (12) ‘Cebbâr’ (…) Yâni çok cebredici mânâsını ifâde eden Cebbâr vasfında başlıca iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esâsen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. (…) Bu mânâda Cebbâr ismi, hâlkın eksiklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hâkim mânâsını ifâde eder. Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ’ya Cebbar ismini vermenin bu anlamda olduğu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zattır. İkincisi cebr, icbar etmek, yâni dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbar, zorlu demektir. Allah Teâlâ’ya isnâdı, Kahhar ismi gibi, hâlkı irâdesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kâdir olan, hüküm ve nüfûzuna karşı çıkılma ihtimâli bulunmayan güç ve büyüklük sâhibi demektir. Bununla birlikte bundan, Cebriyyenin dediği gibi kullara hiç irâde vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda seçme hakkı yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. (ELMALILI, 7/524, 525) (..) (13) ‘Mütekebbir ‘ Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, büyüklük, ululuk, Kibriyâ ve yücelik kendisine özgü, kendisinin hakkı olan demektir. Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki, mütekebbir sıfatının insan için kullanımı, hoş karşılanmamıştır. Zîrâ mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen demektir. Hâlbuki yaratıklarda esâsen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır. (ELMALILI, 7/526)
‘Allah onların koştukları şirkten münezzehtir.’ Yâni yaratıklardan bâzıları kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yâhut öyle yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allâh’ın zikredilen sıfatlarına şirk koşuyorlar. Hâlbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah’tan çok uzaktır. O’nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. (ELMALILI, 7/526, 527)
(1) ‘O’ (Hüve, Hu), (2) ‘Allah’ Rabbimizin özel ismi; bütün isim ve sıfatlarını kendinde toplayan en büyük ismi(dir). (14) ‘el Hâlik’ Takdir ettiği gibi yoktan yaratan. (15) ‘el Bâriü’ Örneği olmadan yaratan, yaratıklarını düzgün ve âhenkli kılan, yaratmanın tüm aşamalarındaki inceliklerin asıl kaynağı(dır). (16) ‘el Musavvir’ Şekil, biçim ve özellik veren, varlıkların maddi – mânevi duyularla idrak edilen – edilemeyen tüm şekil ve özelliklerini belirleyen(dir). (17) ‘el Hakîm’ Bütün hükümleri ve işleri yerli yerince ve sağlam olan; hüküm ve hikmet sâhibi(dir). (Ö. ÇELİK, 5/92)
Allah Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bunlardan ibaret de değildir. ‘Esmâ-i Hüsnâ / En güzel isimler hep O’nundur.’ Yâni Allah Teâlâ’nın vasıflarını ifâde eden isimleri, yalnız bu sayılanlar değildir. En yüce anlamlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. Nitekim ‘En güzel isimler Allâh’ındır. O hâlde O’na onlarla duâ edin.’ (A’raf 7/180) ve ‘Allah ki O’ndan başka Tanrı yoktur. En güzel isimler O’nundur.’ (Tâhâ 20/8) gibi âyetler de bu mânâya işâret etmektedirler. En güzel isimler anlamındaki ‘Esmâ-i Hüsnâ’ tâbiri, şeriat dilinde özellikle Allah Teâlâ’nın isimleri için kullanılır. Bu isimlerin bâzıları zat, bâzıları da sıfat ismidir. (2) Allah ismi, bunların hepsini toplayan zat ismi, diğerleri sıfat ismidir. (ELMALILI, 7/528)
Hadis: ‘Allah Teâlâ’nın doksandokuz (99) ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer.’ (Buhâri, Müslim’den ELMALILI, 7/529)
Cenâb-ı Hakk’ın zâti, sübûti ve fiili sıfatları bu kapsamdadır. Ancak isimleri 99 ile sınırlı değildir. Buna göre Allâh’ın kitabında zikretmediği ve hiçbir kimseye de bildirmediği isimleri de vardır. Nitekim Hz. Âişe ‘Yüce Allah kendisine duâ edilince, kabul buyurduğu ismini bana öğret’ deyince Hz. Peygamber: ‘Kalk, abdest al, mescidde iki rek’at namaz kıl, sonra duâ et, ben dinleyeyim’ demiş. Âişe şöyle duâ etmiş: ‘Allâh’ım! Bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerinin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana duâ ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği zaman verdiğin en yüce isminle (ism-i âzam ile) senden istiyorum.’ Bunun üzerine Hz. Peygamber: ‘İsâbet ettin, isâbet ettin’ buyurmuştur. (Beyhaki, H. DÖNDÜREN, 2/883)
Bir kimse şüphelerden, bir şeye benzemekten ve herhangi bir şeye kıyaslanmaktan yüce ve münezzeh olan Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatları konusunda tartışmaya girişmemelidir. Bir hadîs-i şerifte ‘Bu ümmetin mahvolması, Rab’leri konusunda ileri geri konuşmalarındadır.’ Bu kıyâmet alâmetlerindendir’ buyrulmuştur. (Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 21/221)
Hadis: ‘Kim sabaha çıktığında üç defa ‘Kovulmuş şeytandan herşeyi işiten ve bilen Allâh’a sığınırım’ deyip de Haşr sûresinin sonundan üç âyet-i kerîme okuyacak olursa, Allah ona akşam oluncaya kadar duâ edecek yetmiş bin melek gönderir. Şâyet o gün ölürse, şehid olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin okuyacak olursa, onun için de aynı şey söz konusudur.’ (Tirmizi Sevâbü’l Kur’an 22’den Ö. ÇELİK, 5/92)