49 / Hucurât Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. 18 âyettir. Sûre adını dördüncü âyette geçen “odalar” anlamındaki “hucurât” kelimesinden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/514)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
49/1-5 ALLÂH’IN VE RASÛLÜNÜN ÖNÜNE GEÇMEYİN
- Ey îman edenler! (İşlerinizde, söz ve hükümlerinizde) Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allâh’a saygılı olun, emirlerine ve yasaklarına uygun yaşayın. Çünkü Allah, (herşeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
- Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstünde yükseltmeyin, konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın; (yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. [krş. 24/63]
- Doğrusu, Allâh’ın Rasûlü yanında seslerini kısanlar (edepli olup benliğini öne çıkartmayanlar) var ya! İşte onlar, Allâh’ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için bağışlama ve büyük bir ödül vardır.
- (Rasûlüm! Sana âit) odaların ardından seni çağıranlar var ya! Onların çoğu (saygıya) akıl erdiremezler.
- Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar (seni çağırmayıp) sabretselerdi, kendileri için elbet daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
1-5. (1).‘Ey îman edenler! Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allâh’a saygılı olun, emirlerine uygun yaşayın. Çünkü Allah, hakkıyla işitendir, bilendir.’ ‘Öne geçmek ve geçirmek’ tâbiri, hakîki ve mecâzi anlamda olur. Buna göre ‘Allâh’ın ve Peygamberin önüne geçmeyin’ demek, Allah ve Rasûlünün emir, yasak, helâl, haram, hüküm ve tavsiyelerini dikkate almadan hiçbir işe girişmeyin, kural koymayın ve karar vermeyin, demektir. (..) Âyette müminler, Allâh’ın kitabı ve Peygamberin sünnetini gözönüne almaksızın acele ile veya baskı ile nefislerine uyarak bir işe kalkışmaktan, bir ilke belirlemekten, fetvâ vermekten, Kur’an ve sünnete aykırı söz söylemekten ve iş yapmaktan men edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 7/277)
(…) Âyetten görünürde anlaşılan gerek söz, gerek fiil hepsine genel olmasıdır. Rasûlullâh’ın meclisinde bir mesele geçtiği zaman ondan önce cevâba kalkışmamaları için de olduğu gibi, yolda giderken bir izin, işâret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna usulde genel mecaz yâhut beyanda kinaye tâbir edilir. (..) Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin câiz olmamasındaki mânâ da budur. Rasûlullâh’ın huzûrunda birisi imam edilip namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu âyetten herşeyde şeriata uymanın gerekliliğine delil getirilir. (ELMALILI, 7/189)
(…) Hucurât sûresinde îman edenlerin muâmelât ve hareketlerinde önden giderek kendiliğinden kararlar almaması ilk önce Allâh’ın kitabı ve Peygamberin sünnetinde bu konularda ne gibi emirler buyurulduğunun araştırılması gerektiği, şeklinde bir uyarı vardır. Ayrıca bu durum müslümanların sâdece şahsi işlerine özgü kılınmamıştır. Bilâkis onların her çeşit sosyal ilişkilerine de kapsamaktadır. Aslında bu, İslâm anayasasının temel maddesidir ve İslâm devleti onun adâlet mekanizması ve meclisi de bu hükme uymak zorundadır. Bu hükmün dışında ve karşısında serbest bir karar alınamaz. (MEVDÛDİ, 5/404)
Âyetin, Hz. Ebûbekir ile Ömer’in Temim oğullarına kimin emir olarak atanacağı konusunda, Hz. Peygamber’in huzûrunda tartışması üzerine indiği veya kimi sahâbenin kurbanlarını bayram namazından önce kesmesi ve Hz. Peygamber’in onlara yeniden kurban kesmeyi emretmesi üzerine indiği nakledilmiştir. (Buhâri, Taberi’den H. DÖNDÜREN, 2/819)
‘Allâh’a karşı gelmekten sakının.’ Bir insanın müttaki olabilmesi için, îman edip şirkten yâni Allâh’a ortak koşmaktan, inkâr ve nifaktan yâni ikiyüzlülükten sakınması, Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, ilke ve hükümlerine riâyet etmesi, bütün günahlardan, dünyâ ve âhirette kendisine zarar verecek şeyleri yapmaktan sakınması gerekir. (İ. KARAGÖZ 7/278)
‘Allah her sözü işiten ve herşeyi çok iyi bilendir.’ ‘Semi’ ve ‘alîm’ yüce Allâh’ın en güzel isimlerinden ikisidir. ‘Semi’’ her sözü, her duâyı işiten, duyan ve dinleyen demektir. Allah, insanların fısıltılarına varıncaya kadar iyi veya kötü her sözünü işitir ve gereğini yapar, duâ ve niyazları duyar ve icâbet eder. ‘Alîm’ bilen anlamındaki âlim’ kelimesinin mübâlağalı kalıbı olup herşeyi çok iyi bilen demektir. Gerçekten Allah, olmuşu ve olacağı, görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve göklerde olup bitenleri, geçmiş, hâli ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün yaptıklarını bilir. (İ. KARAGÖZ 7/278)
(2).‘Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden yüksek çıkarmayın’ Nesefi şöyle diyor: ‘Birbirinizle konuştuğunuz takdirde size düşen, onun sesinin ulaştığı sınırdan daha yüksek çıkarmamak, (..) (Allah Rasûlü’nün, M. SELMAN) sesinin yüksekliği sizinkinden daha fazla olacak şekilde kısmaktır. Tâ ki onun sizden üstün bir meziyeti olsun ve sizden ileri ve önde olduğu da açıkça ortaya çıksın.’ (S. HAVVÂ, 14/18)
‘Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e bağırmayın.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘O konuşmaksızın siz onunla konuştuğunuzda, sakın size yasaklanmış bulunan sesinizi yükseltmeye kalkışmayın. Aksine aranızda konuşurken yüksek sesle konuşmak derecesine ulaşmayın. Onunla konuşurken bağırmanın zıddı olan âdetâ fısıltıya yakın yumuşak sözlerle konuşun. Yâhut ona: ‘Ya Muhammed, ya Ahmed’ demeyin, (ismiyle hitap etmeyin, M. SELMAN). Aksine ona: ‘Ey Peygamber! diye hitâbedin, ona karşı sâkin olun, onu tâzim edin. (S. HAVVÂ, 14/19)
Hadis: Bu âyet indikten sonra Peygamber (s) ile Hz. Ebûbekir gizli konuşur gibi konuşur olmuş, Hz. Ömer’in konuşmasının dozu ise, yeniden sormayı gerektirecek derecede düşmüştü. Yüksek sesli olan Sâbit İbn Kays ise ‘amelinin boşa gideceği’ korkusu ile Hz. Peygamber’in huzûruna gelmez olmuştu. Ancak Allâh’ın Rasûlü ona: ‘Ey Sâbit! Sen hayır ile yaşıyorsun, hayır ile öleceksin. Sen cennet ehlindensin’ buyurmuştur. (Buhâri Tefsîru Sûre 49/1; Müslim Îman 187, İbn Hanbel 2/137, 146, 287’den H. DÖNDÜREN, 2/819)
Bakara sûresinde şânı yüce Allâh’ın: ‘Sizden her kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse onların yaptığı ameller dünyâda da âhirette de boşa gitmiştir.’ (el Bakara 2/217) buyruğu yer almaktadır. Hucurât sûresinde de şöyle buyurulmaktadır: ‘Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamberinize bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.’ (âyet 2) Her iki âyet-i kerîmede de amellerin boşa gitmesinin söz konusu edilmesinden, Rasûlullah (s)’e karşı edebe aykırı davranmanın eğer kasdi değil ise hemen hemen irtidâda / dinden çıkmaya yaklaştığı, kasdi yapılacak olur ise bizzat irtidad olduğunu anlamaktayız. (S. HAVVÂ, 14/52)
İbn Kesir’den: ‘Onun kabri yakınında sesi yükseltmek bizzat hayatta iken huzûrunda sesi yükseltmek gibi çirkin bir şeydir. Çünkü Hz. Peygamber hayatta iken muhterem olduğu gibi, kabrinde her zaman saygı gösterilmesi gerekir.’ (S. HAVVÂ, 14/19)
(3).‘Doğrusu, Allâh’ın Elçi’si yanında seslerini kısanlar var ya! İşte onlar, Allâh’ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için bağışlama ve büyük bir ödül vardır.’ Kullanılan ifâde, Nesefi’nin de dediği gibi; seslerini kısan kimselerin bu davranışlarının oldukça hoş görüldüğünü ve bu amellerinden râzı olunduğunu göstermektedir. Ayrıca bu ifâdeler ile seslerini yükseltmek işini işleyenlerin ne kadar büyük bir iş yaptıkları da üstü kapalı olarak dile getirilmektedir. (S. HAVVÂ, 14/20)
‘Allâh’ın imtihânı’ tecrübe ile bilmesi değil, sınav işlemi yapmasıdır. Allâh’ın tecrübe ile bilmeye ihtiyâcı yoktur. Âyetteki imtihan, doğru söyleyenler ile yalan söyleyenleri ortaya çıkarmak içindir. Allâh’ın sahâbenin kalplerini takvâ için imtihan etmesi, kalplerini genişletmesi, onları ihlâsa erdirmesi ve günahtan arındırması anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/282, 283)
İlim adamları bu âyet-i kerîmeyi Peygamber (s)’in kabr-i şerîfinin yanında, onun hadîs-i şeriflerinin okumaları sırasında da sesleri yükseltmenin men edildiğine delil göstermişlerdir. Çünkü onun vefattan sonraki saygınlığı hayatta ikenki saygınlığı gibidir. Ebû Hayyan yine âlimin huzûrunda sesi yükseltmenin mekruh olduğundan söz eder. Kendisine eziyet edilmesi ve küçük görülmesi mutlak olarak haram olan kimselere karşı eziyet vermek ve küçük düşürmek kastı ile de böyle bir işi yapmanın haram olma ihtimâli de uzak değildir. Bununla birlikte açıkça bilindiği gibi, haram oluşun da farklı farklı mertebeleri vardır. (S. HAVVÂ, 14/49)
Hadis: Şunu da belirtelim ki, bu âyet-i kerîme, kalplerin de sınandığını göstermektedir. Kimisi sınavı kaybeder, kimisi başarı elde eder. Buna şu sahih hadis de tanıklık etmektedir: ‘Fitneler kalplere teker teker arz edilir. Hangi kalp o fitneleri içerse ona siyah bir nokta konulur. Hangi kalp onu reddederse ona da beyaz bir nokta konulur. Nihâyet iki tür kalp ortaya çıkar. Birisi dümdüz kaya parçası gibi beyazdır, gökler ve yer bâki kaldıkça hiçbir fitne ona zarar veremez. Bir diğeri ise eğik duran ve siyaha çalan bir testiyi andırır. Ne mârûfu mâruf olarak tanır, ne münkeri münker olarak (tanır). Hevâsından kendisine içirilen müstesna. (Müslim’den, S. HAVVÂ, 14/49)
(4).‘(Rasûlüm! Sana âit) odaların ardından seni çağıranlar var ya! Onların çoğu (saygıya) akıl erdiremezler.’ (…) Yüce Allah ‘Heyetler yılı’ diye isimlendirilen hicretin dokuzuncu yılında Temim oğullarından bir heyetin Rasûlullâh’a geldiği zaman meydana gelen bir olaya değinmektedir. Bu yıla ‘heyetler yılı’ denmesinin nedeni, Mekke’nin fethinden sonra her yerden heyetlerin gelmesi ve İslâm’a akın akın girmelerinin bu yıl gerçekleşmesi yüzündendir. Bu gelen insanlar, çölde yetişen bedevi ve kaba insanlardı. Bunlar, Peygamber mescidine açılan hanımlarına âit odaların girişinden bağırarak ‘Ey Muhammed! gel yanımıza’ diye sesleniyorlardı. Rasûlullah bu kabalığı ve bu rahatsız etmeyi hoş görmedi, bunun üzerine (…) (bu) âyet indi. (S. KUTUB, 9/321)
(5).‘Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar (seni çağırmayıp) sabretselerdi, kendileri için elbet daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ Temim oğulları kendilerinin bir kolu olan Anber oğulları esirlerine şefaatçı olmak üzere Medîne’ye gelmişlerdi. Bunların yarısı serbest bırakıldı, yarısı için de fidye alındı. Eğer sabretselerdi, tümünün serbest bırakılabileceği söylenmiştir. (Kurtubi, ELMALILI’dan H. DÖNDÜREN, 2/819)
49/6-10 İÇİNİZDE ALLÂH’IN ELÇİSİ VARDIR
- Ey îman edenler! Şâyet bir fâsık (günahkâr) size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. (Yoksa) bilmeyerek bir topluluğa kötülük eder de, yaptığınıza kesinlikle pişman olursunuz.
7, 8. (Ey Peygamberin arkadaşları!) Bilin ki Allâh’ın Rasûlü içinizdedir. Eğer o, birçok işte size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı (isteğinizle) sevdirdi; onu kalpleriniz onunla süslendi. Küfrü, fâsıklığı ve isyânı da çirkin gösterdi. İşte bu (özelliklere sâhip ola)nlar, doğru yolda olanların ta kendileridir. 8. (Bu hâller) Allah’tan bir lütuf ve nîmet olarak (verilmiş)tir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
- (Ey Müslümanlar!) Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşurlarsa, hemen aralarını düzeltin. Eğer onlardan biri, hâlâ (Allâh’ın hükmüne boyun eğmeyip) diğerine saldırırsa, Allâh’ın emrine dönünceye kadar saldırana karşı savaşın. Eğer (Allâh’ın emrine) dönerse, artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işinizde) âdil davranın. Çünkü Allah âdil davrananları sever.
- Mü’minler ancak kardeştirler. O hâlde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun yaşayın ki rahmete erişesiniz.
6-10. (6).‘Ey îman edenler! Şâyet bir fâsık (yalancı/günahkâr) size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın,’ birden bire kapılmayın da açıklama isteyin, araştırıp anlayın, dinleyin. Fâsıkllıktan (günah ve isyan ve inkârdan) kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı âdildir. (ELMALILI, 7/195)
Âyette geçen ‘fâsık’ kelimesi, Allah ve Peygamber’e itaat etmeyen kimse demektir. Bu kavram, günah olan her türlü inanç, söz, eylem ve davranışları sergileyen kimseleri ifâde eder. Dolayısıyla kâfir, müşrik ve münafık fâsık olduğu gibi, yalan, içki, kumar, fuhuş, hırsızlık, insan öldürme, gıybet, iftirâ, yalancı şâhitlik, şâhitliği gizleme, fert ve kamu mallarına zarar verme gibi günah olan eylemleri yapanlar da namaz, oruç, hac, zekât gibi ibâdetleri terk edenler de fâsıktır. (..) Bu âyette fâsık kavramı günahkâr anlamında kullanılmıştır. (İ. KARAGÖZ 7/285)
Yüce Allah burada emrini fâsıkın getireceği haberin araştırılmasına özel kılıyor. Çünkü onun getirdiği haberin yalan olması muhtemeldir. Sonra, İslâm toplumunda o toplumu oluşturan kişilerin arasında birbirlerine iletmiş oldukları her haber konusunda bir şüphe yayılmaması gerekmektedir. Yoksa müslümanlar arası bilgi akımı felç olmaya yüz tutar. İnanmış bir toplumda asıl olan, fertlerinin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Oysa fâsık, getirmiş olduğu haberin doğruluğu ortaya çıkana kadar şüphe altındadır. (S. KUTUB, 9/322)
Şânı yüce Allah, fâsıkın getirdiği haber konusunda işi sağlam tutmayı emretmektedir. Böylelikle bu konuda gerekli ihtiyat tedbiri alınmış olur. Tâ ki onun sözüne dayanılarak hüküm verilmekten uzak kalınır. Çünkü fâsıkın haberi bizzat yalan veya hatâ olabileceğinden, onun sözüne göre hüküm veren hâkim de bu konuda onun peşinden gitmiş olur. Şânı yüce Allah ise, fesat çıkartanların yolunu izlemeyi yasaklamıştır. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/23)
Âyet-i kerîmede âdil olan bir kimsenin haberini (haber-i vâhid) kabul etmeye delâlet vardır. Çünkü bizler o kimsenin getirdiği haberde duraksayacak olursak, onu ve fâsıkı birbirine eşit tutar ve herhangi bir fayda söz konusu olmaksızın da onu da bu konuda sınırlandırmış oluruz.’ (Nesefi’den S. HAVVÂ, 14/23)
‘Yoldan çıkmış’ diye çevirdiğimiz fâsık, ‘dînin emirlerine uymayan demektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Peygamberin ashâbı genel olarak doğru, dürüst, takvâ sâhibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi Velîd’in değil, ona yalan haber taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilmemesidir. (KUR’AN YOLU, 5/90)
Râzi’ye göre (..) söz konusu âyet genel bir hüküm ifâde etmek üzere inmiştir. O hâlde bu âyet, falanca şahıs hakkında indirilmiştir, diyenlerin sözüne itibar edilmemelidir. Çünkü ne Allah Teâlâ ne de Hz. Peygamber (s) onun falanca hakkında indiğini söylemiş değildir. Ayrıca bu âyetin Velîd hakkında indiğini ileri sürmek, onu fâsıklıkla nitelemek demektir. Bu da bir sahâbi için söylenecek bir şey değildir. Çünkü böyle bir olayın doğru olduğunu kabul etsek bile, en nihâyet söz konusu sahâbinin hatâ yaptığını düşünebiliriz. Hatâ yapana da fâsık denmez. (M. DEMİRCİ, 3/174)
‘(Yoksa) bilmeyerek bir topluluğa kötülük eder de, yaptığınıza kesinlikle pişman olursunuz.’ Yâni işin gerçeğini, olayın özünü bilmeksizin bir topluluğa sataşırsınız. Bunun önlenmesi için bu emir verilmiştir. (S. HAVVÂ, 14/24)
Hadis: ‘Kişiye yalan olarak her duyduğunu söylemesi, (başkalarına aktarması) yeter.’(Müslim Mukaddime 5; İ. KARAGÖZ 7/286)
Haber bir emanettir. Onu tersyüz etmek ve çarpıtmak, ihânet, yalan, insanlara saygısızlık, onları aldatmak ve haber alma haklarını ihlâl etmektir. Dolayısıyla yalan söylemek, yalan haber yazmak ve yaymak, yalan haberle işlem yapıp suçsuz insanlara zarar vermek büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 7/286)
Dînin emirlerine aykırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye dayanarak hüküm vermek, hareket etmek ve aynı zamanda bu karakterdeki kimseleri işbaşına getirmek câiz değildir. (İ. KARAGÖZ 7/287)
(7, 8).‘Bilin ki Allâh’ın Rasûlü içinizdedir.’ Yâni aranızda Allâh’ın Rasûlünün de bulunduğunu biliniz. Onu tâzim ediniz, ona saygı gösteriniz. Ona karşı edepli olunuz, emirlerine uyunuz. O sizin menfaatinize, maslâhatınıza olan şeyleri daha çok bilir ve kendinizden daha çok size karşı şefkati vardır. Hakkınızdaki görüşü, sizin kendi hakkınızdaki görüşlerinizden daha mükemmeldir.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 14/24)
‘Eğer o, birçok işte size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi; onu kalpleriniz onunla süslendi. Küfrü, fâsıklığı ve isyânı da çirkin gösterdi. İşte bu (özelliklere sâhip ola)nlar, doğru yolda olanların ta kendileridir.’ Buna göre îman etmek için yalnız bilgi yeterli değildir. Bir irâdenin fiil olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bu yüzden dînin başı (1) kesin inanç, (2) sevgi ve (3) teslim olmaktır. Âyet: ‘De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ (Âlu İmran 3/31) Hadis: ‘Kişi dostunun dîni üzeredir. Bu yüzden sizden birisi kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.’ (Ebû Dâvud Edeb 12, Tirmizi Zühd 45, İbn Hanbel 2/303, 334’den H. DÖNDÜREN, 2/820)
Bâzı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır: ‘Dînin emirlerine aykırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye dayanarak hükmetmek ve harekete geçmek câiz olmadığına göre, böyle kimseleri işbaşına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da câiz olmaz. (KUR’AN YOLU, 5/91)
‘(Bu hâller) Allah’tan bir lütuf ve nîmet olarak (verilmiş)tir.’ İbn Kesir der ki: ‘O’nun size bağışlamış olduğu bu ihsan, O’nun tarafından sizin üzerinizdeki bir lütuf ve O’nun katından verilmiş bir nîmettir.’ ‘ve Allah Alîm’dir, Hakîm’dir’ Kimin hidâyeti kimin de sapmayı hak ettiğini çok iyi bilendir. Söz, fiil, şeriat ve takdîrinde hikmeti sonsuz, hakîm olandır. (S. HAVVÂ, 14/25)
(9).‘Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşurlarsa, hemen aralarını düzeltin.’ Bu emrin muhâtabı, vuruşan iki grubun dışındaki bu iki grubu barıştırma imkânına sâhip tüm müslümanlardır. Diğer bir ifâdeyle, Allah katında müslümanların içlerinde vuruşan iki grubu öylece seyretmeleri hoş görülmez. Bu üzücü olayın meydana gelmesi hâlinde, tüm müslümanlar bu olayın ızdırâbını içlerinde duymalı ve onların aralarını bulmak için gayret göstermelidirler. Savaşan muhâlif gruplara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak, savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. (MEVDÛDİ, 5/408, 409)
Yüce Allâh’ın ‘aralarını düzeltin’ buyruğunda hitap emir yetkisine sâhip olan kimseleredir. Bu İbn Abbas’dan da rivâyet edilmiştir. Böyle bir durumda düzeltmek vâciptir. Aynı şekilde haddi aşan grup (fie-i bâğiye) çarpıştığı sürece, onunla çarpışılır. Çarpışmaktan vaz geçip savaştan uzak durursa bırakılır. (Âlûsi’den, S. HAVVÂ, 14/27)
‘Eğer onlardan biri, hâlâ (Allâh’ın hükmüne boyun eğmeyip) diğerine saldırırsa, Allâh’ın emrine dönünceye kadar saldırana karşı savaşın.’ Bu ifâdeden de anlaşıldığı gibi müdâhâle emri, âsi ve başkaldıran gruba bir cezâ değildir. İstenilen, onların saldırılarının engellenerek, Allâh’ın kitabına ve Hz. Peygamber’in sünnetine göre hak olanı kabul etmek ve saldırıdan vaz geçmek kast olunmaktadır. Âsi olan grup bu emre uymayı kabul ettiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaktan vaz geçmek gerekir. Çünkü savaşın gerçek amacı ve nihâi hedefi budur. Artık bundan sonra Hûdûdu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Yapılması gereken, Allâh’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in sünneti ışığında söz konusu ihtilâfın nedenlerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir. (MEVDÛDİ, 5/409)
‘Eğer (Allâh’ın emrine) dönerse, artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işinizde) âdil davranın. Çünkü Allah âdil davrananları sever.’ Burada sâdece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların hak ve adâletle barıştırılmaları gerektiği de vurgulanmıştır. Bu bakımdan haklı ve haksız dikkate alınmaksızın savaşın durdurulmasının Allah nezdinde bir değer taşımayacağı ortadadır. Ayrıca haklı olan tarafa baskı yaparak, haksız olan diğer tarafın yanında yer alıp iki grubu barıştırmaya kalkışmak doğru değildir. Çünkü gerçek barış, ancak hak ve adâlete dayanan barıştır. Aksi takdirde fesat sürer, saldırgan tarafın cesâreti artar. Sonuçda da bu fesâdın illeti kalkmamış olacağından fesat daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar. (MEVDÛDİ, 5/409)
9’uncu âyet, haksız yere devlete başkaldıran gruplar ile devlet arasındaki savaştan değil, hâlk arasında meydana gelen anlaşmazlık ve kavgalardan, bunlara karşı güçlü çoğunluğun, hâlkın geri kalanlarının adâlet ve hakkaniyet ölçüleri içinde tarafları anlaştırma, aralarını bulma ve gerekirse güce başvurarak haksızlığı önleme yükümlülüğünden söz etmektedir. Devlete baş kaldıran, hukûka boyun eğmeyen âsi gruplar (bâğiler), hâlkın geri kalanına karşı da haksız yere savaş ilân etmiş oldukları ve zarar verdikleri için müctehidlerce bu âyetin kapsamına alınmışlar; – bâzı istisnalar dışında – aynı hükme ve işleme tâbi tutulmuşlardır. (KUR’AN YOLU, 6/93)
Bağy sözlükte: sınırı aşmak, isyan etmek, saldırmak anlamlarına gelir. Terim olarak, meşru devlet başkanına karşı kendince doğru gördüğü bir delîle dayanarak isyan etmek demektir. Hâricilerin Hz. Ali’ye isyânı gibi. Hz. Peygamber’in ‘Bize karşı silâh kuşanan bizden değildir.’ (Buhâri Fiten 7, Müslim Îman 161, 163) ‘Bağy yolunda ölüm cahiliyye ölümüdür.’ (Buhâri Fiten 2) hadisleri dikkat çekicidir. Âsilerin esir ve yaralıları hemen öldürülmez, kaçanları izlenmez, malları ganîmet sayılmaz. Hanefilere göre, âsilerin mala ve cana verdikleri zararın tazmîni gerekmez. Devlet gücü yanında çarpışanlara günah ve keffâret gerekmediği gibi, mala verdikleri zararı da tazmin etmeleri gerekmez. (H. DÖNDÜREN, 2/819)
İslâm toplumu hem dışarıda, hem içeride meydana gelen haksız çatışmalar karşısında ilgisiz ve duyarsız kalmaması, barış ve adâletin sağlanması için elinden geleni yapması gerekir. Bu âyet-i kerîme gereğince, Müslümanlardan oluşan bir barış gücü olmalı; bu güç, Müslümanlar arasında savaş çıkmaması, çıkmış ise sonlandırılması ve barışın adâletle sağlanmasıiçin çalışmalıdır. Bu barış gücüne İslâm Ülkeleri’nin tamâmı katılmalı ki, barış sağlanabilsin. (İ. KARAGÖZ 7/292)
Bâzı Hanbeli âlimleri de bâğilerle çarpışmanın cihaddan daha üstün olduğunu açıkça söylemişlerdir. Buna delil olarak da şunu gösterirler: Hz. Ali halîfeliği döneminde cihâdı bırakıp onlarla çarpışmıştır. Doğrusu ise bunun mutlak olarak kabul edilmeyeceğidir. Aksine eğer onlarla çarpışmanın terk edilmesinden dolayı büyük bir fesâdın ortaya çıkmasından korkuyor ise, o takdirde böyle bir fesâdın def edilmesi cihat maslâhatından daha büyüktür. Âyet-i kerîmenin maslahâtına göre bâği / ısyan eden mümindir. Çünkü bağyeden ve kendisine karşı bağyedilen her iki tâife de mümin olarak nitelendirilmiştir. (Âlûsi’den S. HAVVÂ, 14/28)
(10).‘Mü’minler ancak kardeştirler.’ Zîrâ hepsi ebedi hayâta sebep olan îman esâsında birleşir din kardeşidirler. ‘Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin’ gerek iki fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. ‘ve Allah’tan korkun’ yâni bu düzeltme ve kardeşlik takvâdandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa kâfirlere karşı mücâdele edemezler, Allâh’ın azâbından iyi korunamazlar. Onun için Allah’tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takvâ yolunu tutun. ‘ki rahmete erdirilesiniz.’ (ELMALILI, 7/201)
‘.. kardeşlerinizin arasını düzeltin’ Barış içinde olun, kavga etmeyin, dövüşmeyin, birbirinize zulmetmeyin, kavgalı, hasım ve küs olanları barıştırırn, demektir. (İ. KARAGÖZ 7/296)
Mü’minler birbirinin derdine ortak olarak, kötülük yapmalarına ve bâtıla meyletmelerine engel olarak, hayırda yardımlaşarak, selâmlaşarak, ziyâretleşerek, hediyeleşerek, birbirini koruyarak, Allah yolunda yürüyerek, İslâm düşmanlarına karşı birlik olarak kardeştirler. Aralarındaki üstünlük ancak takvâ ile, Allâh’ın emirlerine uygun yaşamakladır. Bunun dışında, kan bağları ve beşerî tedbir ve usullerin, hiçbiri, dînin getirdiği bu kardeşliği tesis edemez. Bundan dolayı şirkten kaçınmış olan mü’minler, İslâm’ın amelle ilgili şartlarını tam yerine getiremeseler bile Kur’an’ın ifâdesi gereği îman yönünden kardeş olduklarını bilmeli ve kelime-i tevhid dâvâsında birleşmelidirler. (H. T. FEYİZLİ, 1/515)
Hadis: Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücûda benzerler. Vücûdun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.’ (Buhâri Edeb 27 ve Müslim Birr 66’den Ö. ÇELİK, 4/599)
Hadis: ‘Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.’ (Buhâri Mezâlim 3, Müslim Birr 58’den Ö. ÇELİK, 4/600)
Hadis: ‘Birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birbirinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayın. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. – Üç defa göğsüne işâret ederek buyurdular ki – ‘Takvâ buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve nâmusu haramdır.’ (Müslim Birr 32’den, Ö. ÇELİK, 4/600)
49/11-12 BİRBİRİNİZİN KUSURUNU ARAŞTIRMAYIN
- Ey îman edenler! Bir topluluk, bir toplulukla alay etmesin. Ola ki (alay edilen adamlar, Allah yanında) kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Ola ki onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra (kişinin) fâsıklık (damgası yemesi veya din ve ahlâk sınırını aşması) ne kötü isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. [bk. 104/1]
- Ey îman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli kusurunu (câsus gibi) araştırmayın ve biriniz, diğerini çekiştirmesin. Herhangi biriniz (normal insan olarak) ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz (değil mi?) O hâlde ‘Allâh’a saygı duyup emir ve yasaklarına riâyet ederek yaşayın’ aykırı davranmaktan sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir. [bk. 17/36]
11-12. (11).‘Ey îman edenler! (1) Bir topluluk, bir toplulukla alay etmesin.’ Yâni, (…) erkekler başka erkeklerle alay etmesin. Bundan kasıt ise, onların aşağı ve küçük görülmelerinin yasaklanmasıdır. Böyle bir davranış haramdır. (S. HAVVÂ, 14/33)
Kurtubi demiştir ki: Alay etmek; hakâret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp ve kusura dokunmaktır. Bâzı fiilini veya sözünü hikâye ve işâret veya îmâ ile yâhut lakırdısına veya işine veya herhangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de olur. Diğer bir târife göre bir şahsı huzûrunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle aşağılamaktır. Kâmus’un ifâdesine göre eğlenmektir. (ELMALILI, 7/204, 205)
‘Ola ki (alay edilen adamlar, Allah yanında) kendilerinden daha hayırlıdırlar.’ (…) Bu yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse, her mümin şöyle inanmalıdır: Olabilir ki eğlenilen, Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun, çünkü insanlar yalnız görülebilen hâlleri bilebilirler, iç yüzünde gizli yönleri bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise vicdanların ihlâsı, kalplerin takvâsıdır. İnsanın ilmi ise, onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini horlamaya, eğlenmeye cüret etmesin, eğer Allah yanında vakarlı, saygılı olan bir şahsa, hakâret etmiş olursa, nefsine ne büyük zulmetmiş olur. (ELMALILI, 7/205)
‘Kadınlar da kadınları alaya almasın. Ola ki onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar.’ (…) Uymamız emredilen birinci edep müminin mümin ile alay etmemesi edebidir. Daha sonra yüce Allah ikinci edebi şöyle zikretmektedir:
(2) ‘Birbirinizi ayıplamayın / karalamayın.’ Yâni kiminiz kiminizi ayıplayıp tenkid etmesin. Nesefi şöyle demektedir: ‘Sizin dîninize mensup olan kimselere ta’n etmeyiniz. (Kusurları dolayısıyla ayıplamayınız) Âyet-i kerîmede geçen ‘el lemz’ tenkid ve dil ile vurup yaralamaktır. Bütün müminler ise bir tek nefis gibidir. Mümin bir başka mümini ayıpladığında kendisini ayıplamış gibi olur. Mânâsının şu olduğu da söylenmiştir: Sizler ayıplanmanıza sebep teşkil edecek şeyler yapmayınız. Çünkü bu işi yapan bir kimse hakikatte kendi kendisini ayıplamış olur. (S. HAVVÂ, 14/34)
‘karalamayın’ diye anlam verdiğimiz ‘ve lâ telmizû’ fiilinin kökü olan ‘lemz’ kelimesi, bir insanın yüzüne karşı sözle vaya el ile veya kaş göz işâretiyle karalamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyetine leke sürmek, ayıplamak ve yermek anlamlarına gelir. Bunlar kişinin yüzüne değil de arkasından yapılırsa ‘hemz’ denir. Hümeze sûresinin birinci âyetinde her iki davranış, ‘insanları arkalarından veya yüzüne karşı dil ile veya el, kaş ve göz işâretiyle çekiştiren her kişinin vay hâline!’ denilerek kınanmaktadır. (İ. KARAGÖZ 7/300)
‘lemz’ kişiyi haksız yere eleştirmektir. (..) Haklı eleştiri yapmak veya hatâları ve yanlışları usulü dâireside söylemek ‘lemz’ değil, ‘iyiliği emir, kötülüğü engellem’ görevidir. (..) İnsanları işlediği ‘kusur ve hatâlı davranış’ın diğer insanlara ve topluma bir zararı sözkonusu değilse bu kusurun gizlenmesi daha uygun olur. (İ. KARAGÖZ 7/300, 301)
(3) ‘Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın.’ (Üçüncü edep) Âyette, müminlerin birbiriyle alay etmesi veya kötü lâkap takması ‘fâsıklık’ olarak nitelendirilmiştir. Buna göre kişiyi hoşlanmadığı bir lâkapla anmak câiz olmaz. Güzel lâkap ve künye ise teşvik edilmiştir. Hz. Ebûbekir’e ‘Sıddîk’ (çok tasdik edici), (Hz.) Ömer’e ‘Fâruk’ (Hakla bâtılı ayıran), Hâlid İbn Velîd’e ‘Seyfullah’ (Allah’ın kılıcı) denilmesi gibi. Hz. Peygamber Medîne’ye hicret edince, ensardan kimileri iki – üç adla çağırılıyor, onlardan kimisi bundan inciniyordu. Yukarıdaki âyet bunun üzerine inmiştir. (İbn Kesir’den, H. DÖNDÜREN, 2/820, 821)
Kötü lâkaplar insanları rencide eder, kırgınlık ve dargınlıklara sebep olur. Özellikle engelli insanları engelleriyle anmak, meselâ kör Ali, topal Hasan, kel Mahmut, deli Mustafa ve benzeri nitelemeler son derece kötü bir isimlendirmedir. Hiç kimse kel, kör, topal ve deli olmak istemez. Bu tür nitelemeler kişinin onur ve haysiyetini zedeler. Dolayısıyla lâkap takan kişi bu sözleriyle büyük günah işlemiş olur. (İ. KARAGÖZ 7/302)
‘İman ettikten sonra fâsıklık ne kötü isimdir!’ Yâni îmandan sonra bu yasaklanan şeyleri, alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Hâlbuki îmandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. (ELMALILI, 7/206)
(12).‘Ey îman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.’ Şânı yüce Allah, mümin kullarına zannın pek çoğundan sakınmalarını emretmektedir. Zan ise, âile, akraba ve insanları yersiz olarak itham altında tutmak, onların hâinliklerinden çekinmektir. Çünkü böylesi bir düşünce kimi zaman katıksız bir günah olabilir. İhtiyâten bunun birçoğundan sakınılmalıdır. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/35)
(…) Zannın hepsi günah ve vebâl değildir. Allâh’a ve müminlere güzel zan gibi vâcip olan zan da vardır. Nitekim Nûr sûresinde ‘Erkek ve kadın müminlerin bu iftirâyı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi zanda bulunup da…’ Nûr, 24/12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis’te ‘Ben kulumun bana zannı yanındayımdır.’ (Buhâri, Müslim Zikir 19, Tirmizi) diye rivâyet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) buyurmuştur ki: ‘Her biriniz ancak Allâh’a iyi zanda bulunarak ölsün.’ (Müslim, Ebû Dâvud) ve ‘Güzel zan îmandandır’ (Ebû Dâvud, Dârimi) buyurulmuştur. Uygulamada kesin olmayan hususlarda zannî delili ile amelin vâcip olduğu yerler de vardır. Sonra geçime âit hususlarda olduğu gibi mubah olan zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakin vâcip olan ilâhi hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi Allâh’a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (sav) buyurmuştur ki: ‘Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır.’ (Müslim, Ahmed b. Hanbel’den ELMALILI, 7/207)
Tefsir ettiğimiz âyet gereği insanlar veya olaylar hakkında kanıta dayalı doğru bilgiye göre karar vermek ve gerçeği bulmak için araştırma yapmak gerekir. Başkaları aleyhinde konuşmak ve karar almak sözkonusu olduğunda zan ile hareket edilmez, edilmemesi gerekir. Çünkü zan, birçok kere isâbetsiz olabilmektedir. Zanna dayalı hüküm ile iftirâ edilmiş ve vebâle girilmiş olabilir. Bu nedenle kötü zan haramdır ve kaçınılması gerekir. Bilinmeyen bir kişi hakkında iyi zan vacip olmasa bile kötü zan câiz değildir. (İ. KARAGÖZ 7/306)
(…) Bu âyet, insanların birbirleri ile ilişkilerinde uyulması gereken bir prensip getirirken, İslâm’ın tertemiz toplumunda yaşayan insanların hakları çerçevesinde bir koruma duvarı örer. Dolayısıyla bu toplumda kişiler bir töhmetten dolayı cezâlandırılmazlar, bir şüpheden dolayı yargılanmazlar ve insanların yargılanmalarında zan asıl temel dayanak olamaz. Hattâ zan, insanlar hakkında ya da çevreleri üzerinde kovuşturma için bile gerekçe olamaz. (S. KUTUB, 9/330)
‘Birbirinizin gizli işlerini araştırmayın’ (tecessüs etmeyin) Yâni müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve işâretler elde ederek zan ve yakin meydana getireceğiz diye câsus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun, Allâh’ın örttüğünü örtün. (ELMALILI, 7/208)
Hadis: ‘Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zîrâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını tâkip eder, nihâyet onun evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay eder.’ (İbn Mâce Hudud 5, Tirmizi Birr 84, Ebû Dâvud’dan ELMALILI, 7/208)
Şerefli ve yüce İslâm toplumunda insanlar canları, yuvaları, sırları ve ayıplarından emin olarak yaşarlar. Hangi gerekçe ile olursa olsun, insanların can, konut, gizli sırlar ve ayıp dokunulmazlığı çiğnenemez. Hattâ bir suçu izleme ve kovuşturma izni İslâm düzeninde insanların ayıplarını araştırmak için bahâne olamaz. Herkes dış görünüşüne göre değerlendirilir. Dolayısı ile insanların içlerini kimsenin araştırmaya hakkı yoktur. İnsanlar, ancak ve ancak dışa vurdukları suçlar ve aykırı davranışları nedeni ile cezâlandırılırlar. Hiçbir kimsenin birisi hakkında zanda bulunmaya, tahmin yürütmeye hattâ insanların gizlice herhangi bir yasak hareketi yapıp yapmadıklarını öğrenmeye ve bunun için onların ayıplarını araştırmaya ve onları yakalamaya hakkı yoktur. Yapabilecek tek şey vardır; O da suçlunun suçu işlediği ve bunu açığa vurduğu zaman, her suç için İslâm’ın getirdiği ve belirttiği diğer garantiler eşliğinde cezâlandırılmasıdır. (S. KUTUB, 9/330, 331)
Siyâset ile uğraşan pek çok kimse, haber alma örgütlerinin modern devlet için kaçınılmaz bir şey olduğu görüşündedirler. Peki böyle bir çağda İslâm devleti ne yapacaktır? Cevap: Düşmanı gözetlemek tecessüsün yasaklanması kapsamına girmez. Çünkü Rasûlullah (sa) Kureyşlilere karşı gözetleyiciler ve câsuslar gönderirdi. Nehyedilen, müslümanlara karşı tecessüstür. İslâm devletinde haber alma örgütlerine ihtiyaç bırakmayan şey de müslüman kimsenin uyanıklığı, onun hükümeti ile kaynaşmasıdır. Ayrıca herhangi bir hâinlik yâhut güvenliğe karşı bir tehlikeyi hissettiği zaman, bunu yetkililere bildirmesidir. (S. HAVVÂ, 14/59)
Özel hayâtın gizliliği temel insan hakları arasında yer alır, izinsiz kimsenin evine girilemez (24/27-28), eşyâsı aranamaz, mektubu okunamaz. Bir insanın gizli hâlini araştırmak şöyle dursun, başkalarına veya kamuya zararı sözkonusu değilse bir kusurun gizlenmesi, açıklanmasından daha iyidir. Hadis: ‘Kim bir Müslümanın hatâsını ve kusurunu örtüp gizlerse, Allah da onun dünyâ ve âhirette bir hatâsını ve kusurunu örtüp gizler.’ (İbn Mâce Hudud 5; İ. KARAGÖZ 7/306, 307)
‘ve biriniz, diğerini çekiştirmesin.’ Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s) buyurmuştur ki: ‘Bilir misiniz gıybet nedir?’ ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. ‘Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır’ buyurdu. ‘Ya söylediğim kardeşimde varsa?’ denildi. ‘Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftirâ etmiş olursun’ buyurdu. (Müslim Birr 70, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel) Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. (ELMALILI, 7/209)
Kişinin bedeni, nesebi, davranışı, işi, elbisesi, evi, bineği ve benzeri şeylergıybet konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boylu, siyah veya sarı renkli oluşu gibi nitelikler hakkında alaylı bir şekilde söz edilmesi gıybet olur. Gıybet söz, yazı, el, kol, göz ve kaş işâretleri ile de yapılabilir. (İ. KARAGÖZ 7/307)
Gıybet icmâ ile haramdır. Bundan tek istisnâ cerh ve tadilde olduğu gibi herhangi bir maslahat sebebiyle yapılmasının gerekmesi hâlidir. Ayrıca öğüt verme de bu istisnâlar arasındadır. Hz. Peygamber’in mâlûm fâcir kimsenin yanına girmek üzere kendisinden izin istendiğinde söylediği şu söz de bu türdendir: ‘Ona izin veriniz, O bu aşîretin ne kötü bir mensûbudur!’ Yine Fâtıma bint Kays’a (r) Muâviye ile Ebû Cehm ona tâlip olduğunda söylediği şu sözler de buna örnektir: ‘Muâviye fakirin birisidir, Ebû‘l Cehm ise (çokça döven) sopasını omuzundan indirmeyen birisidir.’ Bu şekilde olabilecekler de böyledir. Bundan sonra geri kalan bütün gıybetler de alabildiğine haramdır. (S. HAVVÂ, 14/60)
Gıybet eden ölü bir insanın etini yiyen kişi gibi kötü ve çirkin bir davranış yapmış, büyük günah işlemiş, kul hakkı üstlenmiş, fâsık ve isyankâr konumuna düşmüş olur. Allâh’a tevbe etmedikçe ve gıybeti yapılan kimse hakkını helâl etmedikçe gıybetin günahından kurtulamaz. Gıybetin hiçbir olumlu yanı, fert ve topluma zerre kadar yararıyoktur. (..) Söylediği söz, yaptığı fiil ve sergilediği davranış her türlü günahı ve kötülüğü işleyen, fert ve topluma zararlı olan, sözgelimi hırsızlık ve iftirâ eden, ırz ve nâmus düşmanlığı yapan bir kimsenin zararından korunması için bu kişinin kötü davraışları bir başkasına söylenebilir. Bu gıybet değildir. (İ. KARAGÖZ 7/308)
(…) Kötülüğü gidermek için veya fetvâ almak için veya şerrinden korunmak için yâhut topal demek gibi târif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r)’den: Hz. Peygamber (s) ‘Her kim hayâ örtüsünü atarsa, artık onun gıybeti yoktur.’ (Beyhaki’den, ELMALILI, 7/209)
‘Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz (değil mi?) O hâlde ‘Allâh’a saygı duyup emrine uygun yaşayın’ aykırı davranmaktan sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir. ‘ İbn Kesir der ki: ‘Yâni sizler tabiatınız itibâriyle bundan tiksindiğiniz gibi, şer’an da bundan tiksininiz. Çünkü onun cezâsı böyle bir şeyden daha ağırdır.’ Böylelikle gıybete karşı nefret uyandırılmakta ve ondan sakındırılmaktadır. Âyet, gıybet yapma işini ölmüş bir kardeşin etini yemek şeklinde örnek vermekle yetinmemektedir. Katâde şöyle demektedir: ‘Sen kurtlanmış bir leş gördüğün zaman nasıl ondan yemekten tiksiniyor isen, hayatta iken kardeşinin etini yemekten de öylece tiksin.’ (S. HAVVÂ, 14/36)
Hadis: Enes b. Mâlik’ten dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Mirâca çıkarıldığımda bakırdan tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluk gördüm. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil?’ diye sordum. O: ‘Bunlar insanların etlerini yiyen ve nâmuslarına dil uzatanlardır’ dedi.’ Bunu da tek başına Ebû Dâvud (Edeb 35, No 4878) rivâyet etmiştir. İmam Ahmed de bu şekilde bir başka yoldan rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 14/61)
Âyette sû–i zan, gizlileri araştırma ve gıybet yasaklandıktan sonra ‘Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir’ cümlesiyle verilmek istenen mesajı şöyle anlayabiliriz: Müminler hakkında kötü zanda bulunmayın, müminlerin gizli hâllerini araştırmayın ve gıybetlerini yapmayın; yaparsanız Allâh’a karşı gelmiş, isyan etmiş olursunuz. Bu duruma düşerseniz tevbe etmeniz gerekir. Tevbe ederseniz Allah tevbenizi kabul eder ve size merhametle muâmele eder. Ayrıca bu üç davranışla kul hakkı ihlâl edildiği için hak sâhibinden hrlâllik alınması da gerekir. (İ. KARAGÖZ 7/310)
49/13-14 ALLAH YANINDA EN DEĞERLİNİZ
- Ey insanlar! Şüphesiz biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık (ırkınız ve şahsınızla övünmeniz için değil; sırf iyilik uğrunda) tanışasınız (yarışıp ve yardımlaşasınız) diye sizi boylara ve kabîlelere ayırdık. Hiç şüphesiz ki sizin Allah yanında en şerefliniz, en takvâlınız (Allah’ın emirlerine en uygun yaşayanınız ve günahlardan sakınanınız)dır. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir, (herşeyden) haberi olandır.
- (Ey Peygamberim!) Çöldeki (bedevî) Araplar (gelip): “İman ettik.” dediler. De ki: “Siz (gönülden) îman etmediniz. (Fakat🙂 ‘Müslüman olduk/teslim olduk’ deyin. Henüz îman kalplerinize (tam) girmedi. Eğer Allâh’a ve Rasûlü’ne (tam) itaat ederseniz (îmanınız sahih ve kâmil olur); O’da amelleriniz(in sevâbın)dan hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [krş. 8/2-4]
13-14. (13).‘Ey insanlar! Şüphesiz biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık’ Âdem ile Havvâ’dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yâni bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki, onun bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete engel olması gerekir. ‘ve sizi milletler ve kabîleler yaptık ki, tanışasınız’ yâni soylarınız, atalarınızla övünmek için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir. (ELMALILI, 7/211, 212)
Yaratılış bakımından bütün insanlar eşittir. Çünkü onları yaratan bir’dir, onların yaratıldığı madde ve yaratılış yolu da birdir. Hepsinin bağı, bir anne ve bir babaya dayanır. Bir de, bir kimsenin, herhangi bir milletin yurdunda veya âile topluluğu içinde yaratılması, kendi irâdesi ve seçiminin dışında ve hiçbir çalışma ve çabası olmadan, ilâhi irâdeyle meydana gelmiş bir olaydır. Bu bakımdan, birinin diğerine üstünlük elde etmesi için hiçbir mâkul sebep yoktur. Birinin diğerine üstün olmasını gerektiren asıl şey, o kişinin diğerlerinden daha çok Allah’tan sakınması, kötülüklerden kaçınması, dürüstlük ve doğruluk yolunda yürüyen kimselerden olmasıdır. (MEVDÛDİ, 5/424)
‘Gerçekten Allah katında en değerliniz, en takvâlınızdır.’ Takvâ, nefsi herhangi bir günah sayılan söz ve fiillerden korumaktır. Takvâ için, büyük günahlardan kaçınmanın gerekliliği konusunda görüş birliği vardır. (bk. Necm, 53/32) Küçük günahlar tartışılmıştır. Hadis: ‘Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk etmedikçe takvâ sâhiplerinden olamaz.’ ((Tirmizi Kıyâme 19, İbn Mâce Zühd 24) Buna göre, kişinin haram şüphesi olan şeylerden yâni tahrimen mekruhlardan da kaçınması gerekir. Râgıp el İsfehâni şöyle demiştir: ‘Takvâ, nefsi günahtan korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mubah olan şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü ‘Helâl belli, haram bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır’ hadisi uyarınca korunun çevresinde otlayan içine düşebilir’ (Buhâri Büyu 2, Müslim Müsâkat 107’den H. DÖNDÜREN, 2/821)
Kur’an’da ‘ittikâ’ kavramı; îman (Şu’arâ 26/11), tevbe (Mâide 5/65), itaat (Nahl 16/52), günahları terk etmek (Bakara 2/189), korkmak (haşyet) (Hac 22/1), ibâdet etmek (Nahl 16/2) ve ihlâs (Tevbe 9/108, Hac 22/37) anlamlarında kullanılmıştır. (DÎNÎ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/306)
Bir müminin müttaki olduğunun üç göstergesi vardır: (a). Bir günah işlerse hemen pişman olup tevbe eder (3/133), (b). İşlediği günahı telâfi etmek için bir sâlih amel işler, (c). Sâhip olduğu imkânlar ile mağrur olmaz ve âhireti unutmaz. (İ. KARAGÖZ 7/313)
Hadis: ‘Irkçılığa çağırıp kavmiyetçilik yapan bizden değildir. Irkçılık uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere ölen bizden değildir.’ (Ebû Dâvud No 5121; İbn Mâce No 3948)
Hadis: ‘Allah cahiliyetten kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. Bu atalar, ister mümin ve müttaki, ister fâcir ve günahkârolsun fark etmez. Siz Âdem’in neslindensiniz ve Âdem de topraktan yaratılmıştır. Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın, kavimlerinizle övünmeyiniz. Atalarla övünenler, cehennem kömürlerinden bir kömür gibidir. Atalarla övünenler, Allah nazarında burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür.’ (Ebû Dâvud Edeb 112, İ. KARAGÖZ 7/313)
Takvânın üç mertebesi vardır: (1) Şirk, küfür ve nifaktan korunarak îmâna sarılmak. (Fetih 48/26) Kelime-i tevhid, (Lâ ilâhe illallah = Allah’tan başka ilâh yoktur, cümlesi) kelime-i takvâdır. (Tirmizi Tefsir 48) (2) Büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoymak ve dini görevleri, farzları yerine getirmek (A’raf 7/96). (3) Kalbi Hak’tan meşgul edecek herşeyden temizleyip bütün varlığı ile Allah’a yönelmektir. (Âl-i İmran 3/102) (DÎNÎ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/306)
Rasûl–i Müctebâ (s) meşhur Vedâ Hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi: ‘Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz Bir’dir, babanız birdir. Arab’ın başka ırka, başka ırkın Arab’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhi gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?’ Hep birden ‘Evet’ dediler. ‘Öyleyse burada olanlar, olmayanlara bildirsin’ buyurdu. (Ahmed b. Hanbel’den Ö. ÇELİK, 4/607, 608)
Takvâ sâhibi olmak, bütün günahlardan ve günaha giden yollardan sakınmak, nefsi terbiye ve tezkiye etmektir. Bu da nefsi her türlü kötü ve bâtıl duygu ve isteklerden arındırarak, Allâh’ın emrine ve Rasûlü’nün sünnetine uygun yaşamak; insanlara karşı dış yaşantısını Allâh’a karşı da iç yaşantısını tertemiz süslemektir. Muttakîlik köşeye çekilme değil, aynı zamanda iyiliği emir kötülüğe engel olmayı yerine getiren aksiyoner bir hayat tarzıdır. Âyet-i kerîmeden anlaşıldığı üzere dünyâda bütün insanlar arasında, insan olma yönünden hiç bir farklılık ve üstünlük yoktur. Eşitlik, karşılıklı saygı, müsâmaha ve hayat hakkını tanıma (5/32) vardır. Hâlbuki bu hareket Batı’da ancak 15’inci asırdan sonra hümanizm ile gelişmiştir. Ancak Allâh’a olan inanç ve kulluğun yerine getirilmesi bakımından O’nun katında dereceler ve üstünlükler vardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/516)
(14).‘Bedeviler; İman ettik, dediler’ İbn Kesir şöyle diyor: Yüce Allah, İslâm’a girer girmez henüz îman kalplerine yerleşmeden önce kendilerinin îman makâmına eriştiklerini iddiâ eden bedevi Arapların durumlarını reddederek şöyle buyurmaktadır: ‘De ki: Siz îman etmediniz’ henüz gerçek îman makâmına erişmediniz. (S. HAVVÂ 14/44)
‘Ama teslim olduk / boyun eğdik, deyiniz’ Müslümanlar Medine’de devlet kurup güçlenince, bir kısım bedeviler îman etmedikleri hâlde, Hz. Peygamber’e gelip, sosyal yardımlardan pay alabilmek, can ve mal güvenliklerini sağlayabilmek amacıyla ‘biz îman ettik’ demişler, yüce Allah da bunların îman etmediklerini bildirmiş ve Hz. Peygamber’in kendilerine ‘siz îman etmediniz, çünkü îman kalplerinize girmedi, biz size teslim olduk, size boyun eğdik, hâkimiyetinizi ve gücünüzü kabul ettik demelerini emretmiştir. (İ. KARAGÖZ 7/315)
‘eslemnâ / biz boyun eğdik’ demek, barış amacıyla ve kendi isteğimizle size geldik ve aranızda sizinle birlikte yaşamak istiyoruz, demektir. Bedeviler ‘eslemnâ’ fiilini sözlük anlamında kullanmışlardır. (Biz Müslüman olduk anlamında kullanmamışlardır. İ. KARAGÖZ 7/315))
İmam-ı Azam’a nispet edilen Fıkh-ı Ekber’de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir. İslâm, Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı îman ile İslâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer’i hükümde İslâmsız îman, îmansız İslâm olmaz. Bu ikisi, zâhir ile bâtın, yüz ile astar gibidir. Din de îman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir. (ELMALILI, 7/215)
‘ve Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederseniz’ yâni açıktan şehâdet ile ikrar edildiği gibi kalben de samimiyetle îmânâ yükselip olgun mümin, dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Rasûlünün emirlerini seve seve yerine getirirseniz ‘Allah size amellerinizden hiçbirini eksik olarak ödemez’ değerinden eksik ecir ile karşılamaz. (ELMALILI, 7/216, 217)
Medîne çevresinde oturan Esed oğulları ganîmet ve sadaka elde etmek amacıyla İslâm’a girmişlerdi. Bir kıtlık yılında Medîne’ye gelerek ‘şehâdet kelimesi’ni söylemişler, Hz. Peygamber’e ’Biz filân oğulları gibi sana karşı savaş açmadık, ağırlık ve âilelerimizle geldik’ diyerek sadaka istemişlerdi. Yukarıdaki âyet bu sebeple inmiştir. Nitekim aynı kabîle, çağrıldığı hâlde, Hûdeybiye seferine katılmamış, fakat Hayber ganîmetlerinden pay almak için çaba harcamıştı. (H. DÖNDÜREN, 2/822)
49/15-18 SİZ DİNİNİZİ ALLAH’A MI ÖĞRETİYORSUNUZ?
- Mü’minler, ancak Allâh’a ve Rasûlü’ne inanan; sonra (bunda) şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar (îmanlarında) doğru olanların ta kendileridir. [bk. 4/76; 61/10-11]
- (Ey Peygamberim! Kalpleriyle îman etmeyen Bedevilere) De ki: “Siz dininizi Allâh’a mı haber veriyorsunuz? Hâlbuki Allah göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, herşeyi bilendir.”
- (Ey Peygamberim! Bedeviler) Teslim olup boyun eğmelerini senin başına kakıyorlar. (Seni minnet altında bırakmak istiyorlar.) De ki: “Teslim olup boyun eğmenizi (iyilik ve lütuf sayıp) benim başıma kakmayın. Aksine (îman ettik sözünüzde doğru iseniz), Allah sizi îmâna eriştirmekle, size lütufta bulunmuş olur.”
- Şüphesiz ki Allah, göklerin ve yerin görünmeyenini bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
15-18. (15).Mümin nasıl olur, denilirse: ‘müminler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Rasûlüne îman etmişlerdir’ yâni dilleriyle ikrar verdikleri gibi kalpleriyle de sağlam inanmışlardır. ‘Sonra da işkillenmemiş, şüpheye düşmemişlerdir’ Demek ki îman etmek için önce kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi, ileride devamı için şüpheden uzak olmak da şarttır. Onlar sonradan da şüpheye düşmemişlerdir. ‘Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmektedirler’ Yâni Allah’a itaat yolunda her türlü zahmet ve sıkıntıya göğüs germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedeni her türlü ibâdeti içine alır. ‘ve işte onlar sâdıklardır’ îman dâvâsında sâdık, verdikleri ikrâra kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır. (ELMALILI, 7/217)
‘Müminler sonra şüphe etmeyen kimselerdir.’ Bir insanın mümin olabilmesi için îman esaslarını şeksiz şüphesiz kabul etmesi gerekir. Şüphesi ve tereddüdü olan kimse, mümin olamaz. Meselâ ‘Kur’an Allah sözü mü değil mi, âhiret var mı ok mu?’ diye şüphe eden kimse mümin değildir. (İ. KARAGÖZ 7/317)
‘Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir.’ Cihad, îman edip, sâlih ameller işlemek, hak dinde sebat etmek, nefsi kötülüklerden ve haramlardan alıkoymak, İslâm’ı öğrenmek ve öğretmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yücelmesi ve hükümlerine uyulması için çalışmak, Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunmak, fitne ve fesâdı önlemek, güven ve huzuru sağlamak ve benzeri İslâm toplumunun yararına olan kişisel ve toplumsal bazda sözlü, yazılı, görsel, bilimsel ve ekonomik olarak yapılan her türlü çabayı göstermek, Allah rızasına yönelik her türlü gayret, gerektiğinde İslâm düşmanlarıyla canı ve malı ile savaşmak ve savaş araç gereçlerini hazırlamak ve hazırlanmasına katkı sağlamaktır. (İ. KARAGÖZ 7/317, 318)
Cihâdı üç kısıma ayırmak mümkündür: (a). İalâm’ı anlatarak ve bizzat yaşayarak tebliğ etmek, Müslümanlara saldırı ve savaş açıldığında mal ve canla fiilen savaşmak. (Buhâri Rikak 34, Cihad 2) (b). Allâh’a ve Peygamberine itaat etme konusunda nefisle mücâdele etmek. (c). Şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı koymak, haram ve günahlardan sakınmak (İ. KARAGÖZ 7/318)
Hadis: ‘Ey Allâh’ın elçisi! İnsanların en üstünü hangisidir?’ diye soruldu. Hz. Peygamber (s): ‘Malı ve canı ile Allah yolunda cihad eden mümindir’ buyurdu. (Buhâri Cihad 1; İ. KARAGÖZ 7/318)
(16).‘De ki: Allâh’a dîninizi haber mi veriyorsunuz?’ Yâni, Allâh’a diyânetinizi, dindarlığınızı haber verip bildirmek mi istiyorsunuz ki, ‘biz îman ettik’ diyorsunuz. Hâlbuki: ‘Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah herşeyi hakkıyla bilendir’ Bu âyet o A’rabileri kınamaktadır. (ELMALILI, 7/217)
(17).‘Onlar’ yâni şu Bedevi Araplar, İslâm’a girdiler diye sana minnet ediyorlar / başa kakıyorlar’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Minnet (karşısındakine) şükür etmesi gerektiğini hatırlatmak kasdı ile yapılan iyilikleri söz konusu etmektir. Şânı yüce Allah da onların bu tavırlarını reddederek şöyle buyurmaktadır: ‘De ki: Boyun eğip teslim olduğunuz için bana minnet etmeyin / başa kakmayın’ çünkü bunun faydası size âittir. Aksine bu konuda Allah size lütufta bulunur: ‘Bilâkis sizi îmâna erdirdiği için Allah size minnet eder’ Çünkü sizi îmâna iletmiştir. ‘Şâyet sâdıklardan iseniz’ Allâh’a îman etmek iddiâsında doğru iseniz, bu konuda Allâh’ın size lütfu söz konusudur. (S. HAVVÂ, 14/46)
Îman etmedikleri hâlde, Allâh’a yemin ederek ‘îman ettik’ sözlerinde doğru olduklarını anlatmaya çalışan bedevilere ‘Siz îman ettik demekle dîninizi Allâh’a mı haber veriyorsunuz’ âyeti ile cevap verilmiştir. Bir insanın gerçekten îman edip etmediğini ancak Allah bilir. ‘Dîninizi Allâh’a mı haber veriyorsunuz’ soru cümlesi istifhâm-ı inkâri olup, ‘boşuna yemin etmeyin, Allah sizin îman etmediğinizi biliyor’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/320)
Yüce Allah Hz. Peygamberine bedevilere, eğer gerçekten îman etmiş iseniz, Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Çünkü îman etmiş olmanız, sizin hayrınıza olan bir durumdur. İnsanın, kendi hayrına yaptığı bir şey için başkasını minnet konusu yapması, doğru değildir. (İ. KARAGÖZ 7/320)
(18).‘Şüphesiz ki Allah, göklerin ve yerin gaybını / gizliliklerini bilir.’ Bundan dolayı sizin içinizi, dışınızı bilir. Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı, kalplerinizde îman ve doğruluk bulunup bulunmadığını, niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamâmen bildiği gibi, âlemde, göklerde ve yerde neler olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. ‘Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.’ Her ne yaparsanız görür, hiç birni kaçırmaz. Bundan dolayı siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup, ona göre çalışınız. (ELMALILI, 7/218)