76 / İnsan Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. Mekke’de indiği de söylenir. 31 âyettir. 24. âyet Mekke döneminde inmiştir. Dehr sûresi de denilir. İlk âyetinde geçen “insan” kelimesinden dolayı bu adla anılmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/577)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
76/1-4 İNSANI KATIŞIK BİR NUTFEDEN YARATTIK
1.Gerçekten insan(ı yaratmamızdan önce) üzerine öyle uzun bir zaman gelip geçti ki, henüz (o vakitlerde insan daha yaratılmadığından), anılan bir şey değildi. [krş.19/67]
- Şüphesiz biz, insanı (kudretimizi gösterelim ve teklifimizle) imtihan edelim diye (erkekteki çeşitli unsur ve salgılar içindeki genetik kısmın, yumurtadaki genetik kısımla) karışmış bir nutfe (zigot)tan yarattık da onu (insanı) işiten ve gören bir varlık yaptık. [bk. 18/7; 67/2]
- Şüphesiz biz ona, doğru yolu gösterdik. İster şükredici olur (kulluğunun gereğini yapar), isterse nankör.
- Hiç şüphesiz biz, kâfirler için zincirler, kelepçeler ve alevli bir ateş hazırladık.
1-4.(1).’Gerçekten insan(ı yaratmamızdan önce) üzerine öyle uzun bir zaman gelip geçti ki, henüz (o vakitlerde insan daha yaratılmadığından), anılan bir şey değildi.’ İnsanın basit bir varlık olarak yaratılmasının üzerinden, gerek topraktan ilk yaratıldığı sırada, gerek anne karnında iken, yaratılış dönemlerinde olgunluk düzeyine ulaşıncaya kadar, henüz adının sanının anılmadığı nice zaman geçmedi mi? Kibre kapılarak Rabbi’ne boyun eğmekten kaçınan insan bir zamanlar bir hiç olduğunu ve Allâh’ın lütfu sâyesinde yaratılıp olgunlaştırıldığını hiç düşünmüyor mu? (M. KISA, 1/613)
(2).‘Biz insanı karışık bir damla sudan yaratmışızdır.’ (…) Bugünkü ilmi anlayışa göre (..) ‘emşâc nutfe’ sperm ile onun döllediği yumurta karışımıdır. Esâsen normal hücrenin yarı katı kromozom taşıyan iki hücrenin birleşmesiyle meydana gelen tam hücreye ‘zigot’ denilmektedir. İşte Kur’ân-ı Kerîm de buna ‘nutfe-i emşâc’ (birbirine katışmış nutfe) ismini vermiştir. Bu da ana karnındaki yaratılışın ilk aşaması demektir. (M. DEMİRCİ, 3/473)
‘Onu deneriz.’ Kendisi için emir ve yasaklar koyarak onu imtihan etmek kastıyla yarattık. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 15/490)
‘Bu yüzden onu işitici ve görücü yaptık.’ (…) Yüce Allâh’ın insan soyunun sürmesine ve belirlediği yöntem – ki bu karışım nitelikli bir sıvı damlasından insan yavrusu yaratmaktır – uyarınca insan fertlerinin çoğalmasına ilişkin irâdesinin arkasında bir hikmet, bir amaç vardır. Ortada rastgelelik diye bir şey yoktur. Bu sûrenin ardındaki amaç, bu canlı türünü sınavdan geçirmektir. Bundan dolayı ona algılama, karşılık verme, bilgi edinme ve seçim yapabilme yetenekleri bağışla(n)mıştır. İnsanın yaratılışı, algı ve kavrama yetenekleri ile donatılması ve hayâtı boyunca denenmesi, bütün bunlar belirli ölçülere bağlıdır. (S. KUTUB, 10/301)
Gözün görevi ilâhi gerçekleri görmek, kulağın görevi ilâhi gerçekleri dinlemektir. Bu, insanın gözleri ve kulakları ile de sınava tâbi tutulduğunu ifâde eder. Kulak ve göz, bilgi edinme araçlarından ikisidir. İnsan doğruları, gerçekleri, Allah ve peygamberin sözlerini, öğütlerini, emir ve yasaklarını kulakları ile dinler, varlık âlemini ve kevni âyetleri gözleri ile görür ve müşâhede eder. (İ. KARAGÖZ 8/344)
(3).‘Şüphesiz biz ona, doğru yolu gösterdik. İster şükredici olur, isterse nankör.’ Allah Teâlâ insanı akıllı, irâdeli ve iyiyi kötüden ayırma kâbiliyetine sâhip değerli bir varlık olarak yaratmış; görevlendirdiği peygamberler ve indirdiği vahiyle ona doğru yolu göstermiş, aynı zamanda kendisine irâde ve seçme hürriyeti vermiştir. Artık Allâh’ın gösterdiği doğru yola girip şükredici olmak veya şeytana ve nefse uyarak Allâh’ın verdiği imkân ve kâbiliyetleri baskı altına alıp nankör olmak insanın kendi elindedir. (krş. İsrâ 17/18-19; Kehf 18/29; KUR’AN YOLU, 5/517)
(4).‘Hiç şüphesiz biz, kâfirler için zincirler, kelepçeler ve alevli bir ateş hazırladık.’ Âyetin orijinalinde yer alan ‘selâsil’ ayakları ve ‘ağlâl’ da elleri birbirlerine bağlayacak zincirler ve demirden yapılmış aygıtlar anlamına gelir. Bir de ayakları zincire vurulmuş ve elleri kelepçelenmiş kâfirlerin içine atılacakları çılgın alevli cehennem ateşi vardır. (S. KUTUB, 10/302)
76/5-10 BİZ, ÇETİN VE BELÂLI BİR GÜNDEN KORKARIZ
- Doğrusu sâlih müminler, (cennette) karışımı kâfûr olan (dolu) bir kadehten içerler.
- (O kâfûr) bir pınardır ki Allâh’ın (iyi) kulları ondan içer(ler) ve istedikleri yere akıttıkça akıtırlar.
- (İyi müminler, dünyâda) adaklarını (ve ahitlerini) yerine getirirler ve fenâlığı (her tarafa) yaygın olan kıyâmet gününden korkarlar(dı).
- (İyi müminler) Yoksula, yetime ve esire, kendilerinin ‘arzu ve ihtiyaçları’ varken/‘seve seve’ yemek yedirirler:
- “Doğrusu biz sizi, sâdece Allâh’ın rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür de istemiyoruz.
- Çünkü biz ‘yüzleri ekşiten ve asık suratlı yapan’ (dehşetli ve kara) bir günde Rabbimizden korkarız.” (derlerdi). [bk. 59/9]
5-10. (5).‘Doğrusu iyiler, (cennette) karışımı kâfûr olan bir kadehten içerler.’ Bâzıları bu âyette geçen ‘el ebrâr: iyiler’i başkalarına eziyet etmeyen ve içinde kötülük saklamayan kimseler olarak tanımlamışlardır. (..) Rasûlullah (sa) (..) iyiliği ‘gönüle yatan şey’ sözüyle açıklamıştır. İyiler de iyilik makamlarını elde eden kimselerdir. (S. HAVVÂ, 15/492)
(6).‘Kâfûr katılmış dolu bir kâseden içerler.’ (…) Cennetteki iyi kulların içeceğinin kâfûr karışımı bir sıvı olduğu belirtiliyor. Cennetlikler yerden oluk oluk kaynayan bu bol ve gür akışlı içeceği kâse kâse içerler. Eski Araplar içkilerine kimi zaman ‘kâfûr’, kimi zaman da ‘zencefil’ katarak onun lezzetini artırırlardı. Bu yüzden onlara cennette, içine ‘kâfûr’ karıştırılmış bol ve gür bir içecek pınarının olduğu, üstelik bu içeceğin ‘temiz’ yâni sarhoşluk vermeyen bir nitelik taşıdığı haber veriliyor. (S. KUTUB, 10/302)
‘(O kâfûr) bir pınardır ki Allâh’ın (iyi) kulları ondan içer(ler) ve istedikleri yere akıttıkça akıtırlar.’ Yâni katkısı ‘kâfûr’ olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynağı olan bir çeşme suyu veya o su ile karıştırılmış bir içki içerler. (…) Bu sûrede geçen ‘kâfûr’ Sâffât sûresinde geçen ‘bembeyaz, içenlere lezzet verir’ ve Muhammed sûresinde geçen ‘Tadı değişmeyen sütten ırmaklar’ (Muhammed, 47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakın mânâdadırlar. (ELMALILI, 8/463)
(7).‘İyi müminler verdikleri sözleri tutarlar.’ Yâni görev edindikleri ibâdetleri yaparlar, üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirirler. Başka bir deyimle, bu işi ciddiye alırlar, ona içten sarılırlar; sorumluluklarından kaçmaya, yükümlülüklerinden sıyrılmaya kalkışmazlar; bu inanç sistemini benimsedikten sonra ondan yan çizmeye yönelmezler. İşte bu anlamda ‘verdikleri sözleri tutarlar.’ Yoksa sâdece ‘adaklarını yerine getirirler’ denmek istenmiyor. (..) ‘..ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.’ İyilerin korktukları bugün Kıyâmet günüdür. (S. HAVVÂ, 15/493)
(8-10).‘İyi müminler yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler.’ İhtiyaçlı ve istekli bulunmalarından dolayı yemeği sevmelerine rağmen, yâhut Allâh’ı sevmeleri sebebiyle, kazanma gücü olmayan fakire, babası olmayan yetime, esir düşmüş kimseye yemek yedirirler. Bu âyetin nâzil olduğu zamanlarda müslümanların esirleri kâfirlerdir. Buradan anlıyoruz ki, onların yaptığı hayırlar müslüman şöyle dursun kâfire kadar uzanıyordu. (S. HAVVÂ, 15/493)
Daha sonra yemek yedirmelerinin sebebini açıklamak üzere: ‘Biz sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’ derler. Fakat bunu açıkça yüzlerine söylemez, içlerinden ve hâlleriyle söylerler. Onun için burada ‘böyle derler’ diye açıkça söylenmemiş, dolaylı olarak ifâde edilmiştir. (ELMALILI, 8/465)
‘Doğrusu biz asık suratlı çetin bir günde Rabbimizden korkarız (derler)’ Bunları sâdece belki Allah kötü çehreli, çatık suratlı günde (Kıyâmet gününde) bize merhamet eder, bizi lütfuyla karşılar diye yapıyoruz, derler. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 15/493)
76/11-22 NE YANA BAKARSAN BAK ULU BİR SALTANAT GÖRÜRSÜN
- Allah da, o günün şerrinden iyi müminleri korur ve (yüzlerini) bir parlaklık ve sevince kavuşturur.
12, 13. (Nefislerinin arzularına ve eziyetlere) dayandıklarından dolayı onları cennet ve ipekle ödüllendirir. 13. Orada (onlar) koltuklara dayanmış olarak; ne bir güneş(in yakıcı sıcağı) ne de şiddetli bir soğuk görürler;
- (Cennet ağaçlarının) gölgeleri yakından üzerlerine düşer, meyveleri de (koparmaları için) aşağı yakınlaştırılır.
15, 16. Onlara (sunulmak üzere) gümüş kaplar ve billûr kupalar dolaştırılır. 16. O gümüş (beyazlığında) billûr (kupa)lar ki onları(n içindeki şarabı, içecekleri) bir miktarda ölçer(ek sunar)lar.
17, 18. Orada karışımında zencefil olan (dolu) kadehlerde (cennet şarabı) içirilir. 18. (O zencefil) orada bir pınardır ki ona “Selsebîl” adı verilir.
- (Cennet ehline hizmet için) çevrelerinde (hep aynı yaşta kalacak) ölümsüz gençler dolaşır ki onları görünce, saçılmış birer inci sanırsın.
- (Ey Peygamberim! Cennette) nereye baksan, (târife sığmaz) bir nîmet, büyük bir mülk (ve saltanat) görürsün.
- (İyi müminlerin) üstlerinde, yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara gâyet temiz bir (âhiret) şarabı içirir.
- “Bu (nîmetler), şüphesiz sizin için bir mükâfattır, çalışmanız da karşılığını bulmuştur.” (denilir).
11-22. (11).‘Allah da, o günün şerrinden onları korur’ 11’inci âyetteki ‘Allah onları korur’ cümlesindeki ‘onlar’ ile maksat, iyi müminler, ‘Allâh’ın koruması’ onları dirilişte, mahşer yerinde ve hesap esnâsında herhangi bir sıkıntıya mâruz bırakmamasıdır. Bu husus âyette ‘bu günün şerrinden’ şeklinde ifâde edilmiştir. (..) ‘Âhiret gününün şerri’, o günün her türlü sıkıntısı ve azâbıdır. 11’inci âyete göre iyi müminler, âhirette hiçbir sıkıntı çekmeyecek ve azap görmeyeceklerdir. (bk. 52/18; İ. KARAGÖZ 8/350, 351)
‘ve (yüzlerini) bir parlaklık ve sevince kavuşturur. (Nefislerinin arzularına ve eziyetlere) dayandıklarından dolayı onları cennet ve ipekle ödüllendirir.’ ‘Sabırlarına karşılık onlara verilir’ bununla sabrın, iyi kişilerin başarılı olma sebeplerinden biri olan en seçkin özellikleri olduğuna ve böylece aynı anda hem şükrettiklerine hem de sabrettiklerine işâret olunmuştur. ‘Cennet,’ yâni diledikleri gibi yiyip içecekleri, gönülde yer alan hoş bir bahçe ‘ve bir ipek’ ‘Orada giysileri de ipektir.’ (Hacc 22/23; Fâtır 35/33) âyetinde de belirtildiği gibi, bir ipek ki onu giyip süslenirler. Bu yüzlerindeki parlaklık ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek şu hâl ile ifâde ediliyor: ‘Koltuklar üzerine dayanıp kurularak’ (ELMALILI, 8/466)
(13).‘Orada koltuklara dayanmış olarak; ne bir güneş(in yakıcı sıcağı) ne de şiddetli bir soğuk görürler;’ Onlar güvenli bir toplantıda bir araya gelmiş, sohbet ediyorlar. Çevrelerini saran hava, bolluk, refah havasıdır. Bu hava sıcak değil, ılıktır; soğuk değil, serindir. Ne yakıcı rüzgâr estiren bir güneş ve ne de dondurucu soğuk vardır. Bu tanıtmaya şunu eklemeliyiz: Orası başka bir âlemdir; orada ne şu bildiğimiz güneş ve ne de onun benzeri olan başka güneşler vardır, o kadar. (S. KUTUB, 10/305)
(14).‘Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve devşirilmeleri de kolaylaştırılmıştır.’ ‘Onlara (sunulmak üzere) gümüş kaplar ve billûr kupalar dolaştırılır.’ ‘O gümüş (beyazlığında) billûr (kupa)lar ki onları(n içindeki şarabı, içecekleri) bir miktarda ölçer(ek sunar)lar.’ ‘Orada karışımında zencefil olan kadehlerde (cennet şarabı) içirilir.’ ‘(O zencefil) orada bir pınardır ki ona “Selsebîl” adı verilir.’ Cennetlikler, geniş yapraklı ağaçların gölgeleri, yere sarkmış dalların ve tatlı, ılık bir havanın altında, koltuklarına kurulmuş olarak safâ sürerlerken, buyruklarındaki hizmetçiler kendilerine gümüş kaplarda getirilen ve yine gümüş maşrapalarla dağıtılan içecekler sunarlar. Bu gümüş maşrapalar gümüşten olmalarına rağmen, kristal gibi şeffaftırlar ki, dünyâdaki gümüş kaplarda böyle bir özellik görülemez. Ayrıca bu maşrapalar, bu kâseler hem yararlılığı hem de güzelliği bir araya getiren, uygun büyüklüktedirler. Sonra bu içeceğe ‘zencefil’ karıştırılmıştır. Tıpkı daha önce tanıtılan bir cennet içeceğinin içine ‘kâfûr’ karıştırıldığı gibi. Ayrıca içecek tatlılığından ve hoş içimliliğinden dolayı ‘selsebil’ adı ile anılan bir cennet pınarından sağlanmaktadır. (S. KUTUB, 10/306)
(15).‘Orada gümüşten kaplar…’ Zuhruf (…) 43/71’inci âyette ‘onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı herşey oradadır. Siz orada temelli kalıcısınız’ buyurulmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, orada bâzen altın tabak ve bâzen de gümüş tabak – çanak kullanılacaktır. (MEVDÛDİ, 6/517)
Dahası var. Bu testilerle ve kâselerle cennetliklere içecek dağıtan hizmetçiler, yüzlerinde tüy bitmemiş tâze dalikanlılardır. Ne zaman aşımına uğrarlar ve ne de yaşlanırlar. Hep genç, delikanlı ve parlak yüzlü kalırlar. Cennetin orasına burasına inciler gibi serpilmişlerdir. Okuyoruz: ‘Onlara hiç ölmeyecek gençler hizmet ederler. Bu gençleri görsen, ortalığa saçılmış birer inci sanırsın.’ (S. KUTUB, 10/306)
(20).‘(Cennette) nereye baksan, (târife sığmaz) bir nîmet, büyük bir mülk (ve saltanat) görürsün.’ Kederden, kin ve hîleden uzak, katıksız bir nîmet ve anlatılamayacak büyük bir saltanat (görürsün). (ELMALILI, 8/467)
(21).Yâni, o nîmet içindeki kişileri gördüğün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarında dolaşıldığı veya koltukları üzerinde oturdukları sıradaki hâlleri, üstlerinde giyim yâhut üst taraflarında tezyinat olarak ‘yeşil sündüs giysiler vardır,’ yâni sündüs adı verilen, gâyet ince ve zarif ipek kumaşlardan yeşil giyecekler ‘ve istebrak vardır.’ Yâni kalın veya sırmalı ipek kumaşlar ki ‘Sündüs ve atlastan elbiseler giyerler.’ (Duhan, 44/53) mânâsınca sırasına göre giyinirler veya oturdukları yerler aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı bunlarla donatılmıştır. (ELMALILI, 8/467, 468)
‘ve onlara Rabları tertemiz bir şarap sunmaktadır.’ Ki hem temiz, hem de hiçbir keder ve leke bırakmayacak şekilde son derece temizleyici bir şaraptır. Bu şarap, daha önce söz edilen biri kâfûr katkılı, diğeri zencefil katkılı iki türün ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf ve temizlik vasfıyla seçkin tertemiz bir içki. Bu, Hakkın Cemâline kavuşma neşesidir. (ELMALILI, 8/468)
15-21’inci âyetlerde cennetliklerin içecekleri içkiler, sunucular ve hizmetçiler anlatılmakta; elbiseleri ve takıları tasvir edilmektedir. Müfessirler, buradaki kâselerin gümüş ve billûrlarla tanıtılmasının, sâdece bilinmeyeni bilinenle anlatmak, böylece muhâtabın zihninde cennet nîmetleriyle ilgili bir imaj, bir fikir ve sonuçta bir arzu uyandırmak maksadıyla yapılmış bir benzetmeden ibâret olduğunu belirtirler. Bunların mâhiyetleri hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Abbas ‘Cennetteki nîmetlerle dünyâdakiler arasında isim benzerliğinden başka benzerlik yoktur.’ (Râzi, ayrıca bk. Bakara 2/25; KUR’AN YOLU, 5/519, 520)
(22).“Bu (nîmetler), şüphesiz sizin için bir mükâfattır, çalışmanız da karşılığını bulmuştur.” (denilir).’ Dünyâdaki çalışmalarınız boşa gitmedi; kıymeti takdir olunup daha büyük bir mükâfat ile karşılandı. Bu hitap, cennetlikler cennete girip kendileri için hazırlanmış olan nîmetleri gördükleri zamanki kutlama ve tebrik hitâbını hikâyedir. Yâni o zaman böyle denecektir. (ELMALILI, 8/470)
76/23-31 SABAH AKŞAM RABBİNİN İSMİNİ YÂDET
- (Ey Peygamberim!) Bu Kur’ân’ı peyderpey indiren biziz.
- (Ey Peygamberim!) Rabbinin hükmüne bağlanıp sabret ve (dînin emirlerini yerine getirmede) onlardan hiçbir günahkâr veya nanköre / kâfire boyun eğ(ip itaat et)me! [krş. 58/22; 68/8-14]
25, 26. (Ey Peygamberim!) Ve sabah akşam Rabbinin ismini an. 26. Gecenin bir kısmında O’na secde et (akşam ve yatsı namazlarını kıl) ve geceleyin uzun uzadıya O’nu tesbih et (teheccüd namazı kıl). [bk. 73/20]
- Şüphesiz kâfirler, acele geçen (dünyây)ı severler de önlerindeki âhireti arkalarına atarlar.
- Kâfirleri biz yarattık ve eklemlerini (ve bütün vücut kısımlarını) sağlamlaştırdık. Biz dilediğimiz zaman, onları (helâk eder) benzerleriyle değiştiriveririz (yerlerine başka insanları getiririz).
- Şüphesiz ki bu (Kur’an) bir öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbine (varan) bir yol edinir.
- (Ey insanlar!) Allah dilemedikçe siz (bir şey) dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
- (Allah,) dilediğini rahmetine eriştirir (cennetine koyar). Zâlimlere gelince, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır.
23-31. (23, 24).‘Şüphesiz Kur’ân’ı sana Biz indirdik, Biz.’ ‘Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yâhut hiçbir nanköre itaat etme.’ ‘Sabah akşam Rabbinin adını an.’ ‘Gecenin bir kısmında O’na secde et, onu geceleri uzun uzadıya tesbih et.’
Kur’ân-ı Kerîm’in bu âyetlerde verdiği (1) birinci tâlimat Allah’ın emirlerini tutup, kulluk vazifelerimizi yerine getirdikten sonra Rabbimizin vereceği hükmü, meydana getireceği neticeyi sabırla beklemek gelir. Çünkü acele etmek bir fayda vermez. (Ö. ÇELİK, 5/316)
24’üncü âyetteki ‘Rabbinin hükmü’ ile maksat, peygamberlik görevi, Kur’an’da yer alan emir ve yasaklardır. Yüce Allah, Hz. Peygamberin şahsında müminlerin Kur’an hükümlerine sabırla sarılmalarını ve yılgınlık göstermemelerini emretmektedir. Âyet, Allâh’ın emir ve yasaklarına hayat boyu riâyet edilmesi gerektiğini belirtir. (İ. KARAGÖZ 8/355)
(2) İkinci tâlimâtı, hiçbir günahkâra veya nankör kâfire itaat etmemek, boyun bükmemektir. Çünkü onların, zaman zaman Allâh’ın murâdına aykırı talepleri olmaktadır. Nitekim müşrikler, Peygamberimiz (s)’den kurulu düzenlerini sarsan tebliğ davasından vazgeçmesini istemişler; böyle yaptığı takdirde kendisine mal, mülk, makam, itibar (kadın, M. SELMAN) gibi maddi- mânevi karşılıklar vaadetmişlerdi. Efendimiz (s) ise, bunların hepsini reddetmiş, güneşi sağ, ayı sol eline koysalar bile kesinlikle dâvâsını bırakmayacağını söylemişti. (Ö. ÇELİK, 5/316)
(24).‘Rabbin hükmünü verinceye kadar sabret.’ O’nun belirlediği an gelinceye kadar eziyetlere ve baskılara sabret. Eğrilik cephesinin gâlip gelmesine, şer güçlerin gemi azıya almalarına sabret. En çok da bu Kur’ân’da sana indirilen gerçeğe sımsıkı sarılarak sabret. Sabret de, sakın o adamların bu inanç sisteminin zararına olacak barış ve ortak noktada buluşma önerilerine kulak asma. (S. KUTUB, 10/310)
(25, 26).(3) Kur’ân’ın üçüncü tâlimâtı gece gündüz Allâh’a ibâdete O’nu zikir ve tesbîhe devam etmektir. Burada (25 ve 26’ncı âyetlerde) beş vakit namaza ve teheccüd namazına işâret olduğu belirtilir. Şöyle ki: ‘Rabbinin ismini zikir’den maksat namaz kılmaktır. ‘bükra’ sabah ve sabahtan öğlene kadar olan vakit demek olup, bununla ‘sabah namazı’na işâret olunur; ‘asîl’ öğleden akşama kadar olan vakittir. Bununla ‘öğlen ve ikindi namazları’na işâret edilir. ‘Gecenin bir kısmında secde etmek’ten maksat, akşam ve yatsı namazlarıdır. Gecenin uzun bir bölümünde yapılması istenen tesbih ise ‘teheccüd namazı’dır. Diğer tesbihat, zikir ve istiğfar da buna dâhildir. (Ö. ÇELİK, 5/317)
(…) İslâm çağrısına karşı duran direniş hareketinin ardındaki sebepleri şu üç kategoride toplayabiliriz: (a) İleri gelen müşriklerin sosyal konumları, o günün egemen toplumsal değerleri, siyâsi otorite, servet ve çıkarlar; (b) Alışkanlıklar, âdetler ve geleneksel hayat tarzı; (c) Değer yargılarından ve ahlâk bağlarından sıyrılmak isteyen içgüdülerin ve ihtiraslârın dürtüsü. Bütün bunlar ilk çağrı hareketinin karşısına dikilen faktörlerdi. Aynı faktörlerin her zaman ve her yerdeki çağrı hareketinin karşısına dikildikleri görülür. Bu faktörler İslâm küfür savaşının değişmez faktörleridir. (S. KUTUB, 10/308)
Gerçekten müşrikler, Peygamberimize siyâsi mevki içerikli, servet içerikli, şehvet tatmini içerikli vaadler yapıyorlardı. Ona kabîlelerinin önderi olmayı, verecekleri servetlere konmayı öneriyorlardı. Kendisini Mekke’nin en zengini yapacaklarına söz veriyorlardı. Hatta O’na güzel kızları peşkeş çekeceklerini söylüyorlardı. Nitekim müşriklerin elebaşılarından biri olan Utbe b. Rebia birgün Peygamberimize ‘Bu dâvâdan vazgeç, sana kızımı vereyim. Kızım Kureyş kabîlesinin en güzel kızlarından biridir’ demişti. Bütün bunlar öteden beri eğrilik yanlılarının her yerdeki ve her kuşaktan dâvâ adamlarını satın almak için yaptıkları çekici teklifler olagelmiştir. (S. KUTUB, 10/310)
(27).‘Şüphesiz kâfirler, acele geçen (dünyây)ı severler de önlerindeki ağır günü (âhireti) arkalarına alırlar.’ Kâfirler, dünyâyı âhirete tercih ederler. Kıyâmet gününe aldırmazlar. O günün sıkıntıları kâfirlere ağır geleceği için ‘yevmen sakîla: ağır bir gün’ ifâdesi kullanılmıştır. Kâfirler dünyâyı tercih edip, bundan dolayı kıyâmet için çalışmadıklarına göre müslümana onlar gibi hareket etmek yakışmaz. (S. HAVVÂ, 15/499)
Bu adamların hiçbir sözlerine uyulmaz, tutturdukları yolda peşlerinden gidilmez. Müminler ile ortak hedefleri ve paylaşılır amaçları olmaz. Şu geçici dünyâdaki mallarına, mevkilerine ve konforlarına imrenilmez. Çünkü şu dünyânın günleri sayılıdır, nîmeti ve konforu yetersizdir, sâhiplerine gelince onlar da küçük ve basit zavallılardır. (S. KUTUB, 10/312)
(28).‘Kâfirleri biz yarattık; onların yaratılışını sapasağlam yaptık.’ Mafsallarını da biz pekiştirdik. Yâni mafsallarının bağını sinirlerle biz sağlamlaştırdık. Tâ ki böylece kalkıp oturabilsinler, alıp verebilsinler, hareket edebilsinler. Yaratan ve nîmet veren varlığın hakkı nankörlük edilmek değil, şükredilmektir. (İ. H. BURSEVİ, 22/595)
‘Dilediğimizde yerlerine benzerlerini getiririz.’ Onları helâk etmek istediğimiz zaman helâk ederiz ve onların yaratılışta benzerlerini itaat edenlerle değiştiririz. (Nesefi’den S. HAVVÂ, 15/500)
(29).‘Şüphesiz ki bu (Kur’an) bir öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbine (varan) bir yol edinir.’ Nesefi: ‘İtaatle Allâh’a yaklaşarak ve peygamberinin sünnetine uyarak, Rabbine götüren bir yol tutar’ der. İbn Kesir der ki: ‘Dileyen Kur’ân’la doğru yolu bulur.’ (S. HAVVÂ, 15/501)
(30, 31).‘Allah dilemedikçe siz (bir şey) dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ ‘(O,) dilediğini rahmetine eriştirir. Zâlimlere gelince, onlar için acıklı bir azap hazırlamıştır.’ Külli irâde Allâh’a âittir. Kula verilen, ancak bu külli irâdeye bağlı bir cüz’i irâdedir. Kul, kendine verilen bu cüz’i irâdeyle bir şeyi dileme, tercih etme ve karar verme imkânına sâhiptir. Meselâ, bununla hak veya bâtıl istediği dîini seçebilir. Bununla helâl veya haram bir geçim yolu benimseyebilir. Yine bu irâdeyle güzel veya çirkin bir ahlâk yolu tercih edebilir. Ancak, tercihlerini eyleme dökerken, Allah kendisine ne kadar müsâade buyurursa o kadarını gerçekleştirebilir. Eğer bu konuda Allah insana sınırsız bir irâde ve yetki vermiş olsaydı, dünyâ nizâmı altüst olurdu. Hâsılı Cenâb-ı Hak, dünyâda böyle bir denge kurmuş ve insanı da bu çerçevede sorumlu tutmuştur. İnsana düşen, bu sınırlı çerçeve içinde üzerine düşen kulluk görevini yaparak sınavı kazanmak, her türlü şirk, küfür, isyan, zulüm ve haksızlıklardan uzak durup Allâh’ın rızâsına uygun ameller işleyip ilâhi rahmete girenlerden olmaya çalışmaktır. (Ö. ÇELİK, 5/318)
Allah Teâlâ doğru yolu bulmanın ve sapıtmanın kendi dilemesiyle olduğunu vurgulamıştır. Ancak O’nun doğru yola ulaştırması lütfundan, sap(ıklıkta bırak)ması ise adâletindendir. Allâh’ın irâdesinin herşeyi içine alması insanın seçim yapmasına engel değildir. İnsan seçim yapma gücüne sâhiptir ve Allâh’ın irâdesi ise herşeye şâmildir. İrâdesinin böyle kapsamlı olması yücelik ve üstünlük alâmetidir. Yoksa kâfirin isyânı Allâh’ın istememesine rağmen olur, hoşnutluğunu kazanmak da O’nun yardımı olmaksızın gerçekleşirdi. (S. HAVVÂ, 15/502)