İsra Suresi

Mekke döneminde (Hicret’ten 18 ay önce) nâzil olmuştur. 111 âyettir. İsrâ, “gece yürütmek ve götürmek” demektir. Hz. Peygamber’in Mirâç için geceleyin Mekke’den Kudüs’e götürülüşünü anlatan birinci âyetteki bu kelime, sûreye ad olmuştur. Sûrenin 26, 32, 33, 57 ve 73-80. âyetlerinin Medîne döneminde indiği belirtilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/281)

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

17/1  Mİ’RAC  MÛCİZESİ

1.Kulu (Muhammed(s)’i,) geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren (Allah’)ın şânı yüce (vehertürlünoksanlıktanuzak)tır. (Bunu,) kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (yaptık). Şüphesiz O, (evet) O, hakkıyla işitendir, görendir.  

1-1.‘Tesbih O’na ki, Kulunu geceleyin götürdü.’ Evet O, öyle bir sübhandır ki, ‘kulunu’ ona ibâdet etmekle seçkin olan, yâni Muhammed Mustafa’yı ‘geceleyin’  yâni gecenin bir kısmında, ‘’Mescid-i Haram’dan’ Mescid-i Haram, Ka’be’yi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen câmidir. Bunun etrafını kuşatan yer de, özel ve belirli sınırlara kadar Harem’dir.

‘Mescid-i Aksâ’ya götürdü.’ ‘O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübârek kıldık.’ Yâni çevresini din ve dünyâ bereketleri ile bereketlendirdik. Çünkü Mûsâ (a.s.)’dan, İsa a.s.)’ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibâdetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defâ da isrâ bereketi ile bereketli kılındı. (ELMALILI, 5/275, 276)

İsrâ sûresinin birinci âyeti ve Necm sûresinin ilk âyetleri mirac olayına işâret etmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/458) Mirac olayı, hicretten bir yıl kadar önce (M. 621) meydana gelmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/281)

Mirac ise, Allah Resûlünün (s.a.) Mescid-i Aksa’dan Cebrâil (a.s.) tarafından alınarak, mânevi bir binekle göklere çıkarılması, yedi kat semâyı geçerek, sidre-i müntehâya ulaşması, Rabbinin huzûruna varması ve orada Allah’ın büyük işâret ve delillerini görmesi olayıdır. (Ö. ÇELİK, 3/114)

‘Ona bâzı âyetlerimizi göstermek için.’ Buhâri ve diğer hadis kitaplarının rivâyetlerinde olduğu gibi, Hz. Peygamber Burak ile Beytü’l Makdis’e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte, peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü, cennet ve cehennemin durumlarını gördü, sidre-i müntehâya geçti, Allâh’ın melekût âleminden birçok şaşılacak şeyler gördü. (ELMALILI, 5/276)

Allah Rasûlü (s), bu kadar büyük ve ibretli olayları temâşâ ettiği miraçtan ümmetine üç büyük hediye getirmiştir. Bunlardan biri, (1) beş vakit namazdır. Namazın Efendimize Miraçta aracısız emredilmesi, onun ibâdetler içinde apayrı bir yeri olduğunu gösterir. (2) İkincisi, toplumumuzda ’Âmene ‘rrasûlü’ olarak bilinen Bakara sûresinin son iki âyeti, (3) üçüncüsü ümmetinden şirke düşmeyenlerin büyük günahlarının affedileceği müjdesidir. (Müslim, Îman, Ö. ÇELİK, 3/115)

İlim adamlarının çoğunluğu, isrânın beden ve ruhuyla,  uykuda değil uyanık iken olduğu görüşündedir. 60’ncı âyette, er rü’yâ‘yi İbn-i Abbas, ‘Burada sözü geçen rü’yâ (görme), Rasûlullâh’a (s) gözüyle gösterilendir. (Buhâri’den) ‘Göz meyletmedi ve haddini de aşmadı.’ (Necm, 53/17) Burada sözü geçen basar (göz) insanın bedeninin araçlarındandır, rûhun aracı değildir. Aynı şekilde peygamber Burak sırtında taşınmıştır. Bu binme, ruh için değil, beden içindir. (S. HAVVÂ, 8/143, 144)

Kur’ân’da sidretü’l müntehâ denilen alanın son sınır olması nedeniyle Cebrâil (a.s.) daha öteye geçme imkânı olmadığından Refref denilen araçla yükselmesine devam etmiştir. Bu sırada kendisine evrenin sırları, kaderi, hükümleri ve bununla ilgili meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihâyet Allah’a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı. (Necm, 53/8-9) Necm sûresinde yay örneği ile anlatılan (KUR’AN YOLU, 3/459) yaklaşma, ağırlıklı yoruma göre Cebrâil  ile Hz. Peygamber arasında olmuştur. (Necm, 53/8-9, KUR’AN YOLU, 3/459)

İsrâ ve mirâca dâir hadisler, -ki mütevâtirdirler – yedi semânın varlığına, bunların üstünde ‘Rahmân’ın arşı’nın bulunduğuna delâlet etmektedir. Dolayısı ile yedi semâyı kim reddederse, ya küfür üzeredir ya da dalâlet üzeredir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen semâvât kelimesi, kimi zaman yeryüzü atmosferinin, kimi zaman mirâcın yapıldığı semâvâtın kast edildiğini ortaya koymaktayız. Kendisi ile mirâcın yapıldığı semâvâtın gaybî olduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu semâvât, var olmak açısından vardırlar. Ancak onların bu varlıkları cinlerin, meleklerin ve cehennemin varlığı gibi gaybî bir varlıktır. (S. HAVVÂ, 8/147)

‘..kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah…’ Âyetteki Mescid-i Aksâ’nın çevresinin mübârek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burada Hz. İbrâhim’den (Ö. ÇELİK, 3/114) Hz. Îsâ’ya kadar pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefât etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihâyet Peygamber Efendimiz’in mûcizevi bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın Müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ çevresinin mübârek bir mekân oluşunun başka bir ifâdesidir. (KUR’AN YOLU, 3/461)                

17/2-6  BENDEN  BAŞKASINI  RAB  EDİNMEYİN

2. Biz, Mûsâ’ya Kitab verdik ve onu İsrâiloğulları’na: “Benden başkasını vekil (rab) edinmeyin.” diyerek doğruluk rehberi kıldık.

3. Ey Nuh ile berâber (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Doğrusu o (Nuh), çok şükreden bir kuldu.

4. Biz, İsrâiloğulları’na Kitap’da (Tevrat’ta) şu hükmü bildirdik: “Siz o (mukaddes) yerde, mutlaka iki defa fesat (bozgunculuk) çıkaracaksınız ve muhakkak sûrette, büyük bir kibirle çalım satacak (veazgınlıkyapacak)sınız.”

5. (Ey İsrâiloğulları!, yapacağınız iki bozgunculuktan) ilkinin süresi geldiği zaman üzerinize (savaşta) çok güçlü kullarımızı (Bâbil halkını) gönderdik. Bunlar, evlerin arasına kadar sokulup girdiler, (evleri talan ettiler ve sizi yakalayıp öldürdüler. İşte azgınları böyle cezâlandırmak) yapılması gereken bir vaad idi, (bu vaad yerine getirildi).    

6. (Ey İsrâiloğulları! Tevbeettikten) sonra size, düşmanlarınıza karşı tekrar (imkânvegâlibiyet) verdik; mallarla, oğullarla yardım ettik ve sizi sayıca (evvelkinden) daha çok yaptık.

2-6. (3).’Ey Nuh ile berâber (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Doğrusu o (Nuh) çok şükreden bir kuldu.’ Kişinin elde ettiği bir nîmet ve imkânın, Allah-ü Teâlâ’nın fazl ve keremiyle meydana geldiği bilincinde olması demektir. Maldan yoksulun hakkını vermek te şükür kapsamında olup, malın artmasına sebep olur. (H. DÖNDÜREN, 1/471)

Şekür olan, malıyla şükreder ilerisi için hiçbir şey biriktirmeyerek onu Allah yolunda seve seve harcar. Nefsiyle şükreder, onu dâimâ / devamlı Allah’a itaat yolunda kullanır;  kalbiyle şükreder, onunla Allah’ı zikretmediği bir an olmaz. (Ö. ÇELİK, 3/116)

‘…. Siz o mukaddes yerde mutlaka iki defa fesat çıkaracaksınız….’ İsrailoğullarının mâruz kaldığı ilk felâket M.Ö. 598 de Babil kralı Buhtunnasr’ın istilâsıdır. O Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i yerle bir etti. Onlara verilen ilk cezâ budur. Bu felaketin sebebi olarak Hz. Zekeriyâ’yı öldürmeleri ve Ermiya’yı hapsetmeleri zikredilir. (Bu görüş tenkit edildi, çünkü Hz. Zekeriyâ Hz. Îsâ’nın gelmesine yakın bir zamanda yaşamıştı. M. SELMAN)

M.S. 70 te, Roma’lı Titus, Kudüs’ü alıp, Yahûdileri kılıçtan geçirdi. Beyt-i Makdis’i yaktı, yıktı. Âyette belirtilen ikinci felâket, bu olabilir. Bu felaketin sebebi olarak ta, Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri veya Hz. Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri zikredilir. (Ö. ÇELİK, 3/119, MEVDÛDİ’ye atıf var)

(5).‘.. bunlar evlerin arasına kadar sokulup girdiler, (evleri talan ettiler, sizi yakalayıp öldürdüler, azgınları böyle cezâlandırmak), yapılması gereken bir vaad idi.’ (İsrâiloğulları), azgınlıklarını peygamberlerini öldürmeye kadargötürmeleri netîcesinde kilk vaad gerçekleşmiştir. (..) Târîhî bilgilere göre ise bu ilk vaad, mîlâttan önce VI. Yüzyılda Bâbillilerin Kudüs’ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedini yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esâret sürecini ifâde etmektedir. (KUR’AN YOLU 3/464)           

(6).‘(Tevbeettikten) sonra size, düşmanlarınıza karşı tekrar (imkânvegâlibiyet) verdik; mallarla, oğullarla yardım ettik ve sizi sayıca (evvelkinden) daha çok yaptık.’ (..) Zamânın Pers Kralı Kyros’un milattan önce 539’da Bâbil’i ele geçirdikten sonra İsrâiloğullarının, ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve M:Ö: 63 yılına kadar süren milli birliğin yeniden kurulması, ikinci mâbedin inşâsı, Kudüs’ün îmârı, dînî ve kültürel hayâtın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işâret edildiği anlaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU 3/464)

17/7-8  CEZÂLANDIRMA  ZAMÂNI  GELİNCE

7. (Ey İsrâiloğulları!) İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Şâyet kötülük ederseniz o da kendinizedir. Diğerinin (cezâ) vakti gelince, yüzlerinizi (üzüntüden) kötü duruma sokmaları, birinci defa girdikleri gibi Mescid’e (BeytiMakdis’e) yine girmeleri ve bütün ele geçirdiklerini, yerle bir etmeleri için (sizetekrardüşmanlargönderdik).

8. (Ey İsrâiloğulları! Tevbeederseniz) belki Rabbiniz size acır. Eğer (yineisyâna) dönerseniz, biz de (sizicezâlandırmaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirlere (çıkamayacakları) bir zindan yaptık.

7-8. (8).‘..Diğerinin (cezâ) vakti gelince, yüzlerinizi (üzüntüden) kötü duruma sokmaları, birinci defa girdikleri gibi Mescid’e (BeytiMakdis’e) yine girmeleri ve bütün ele geçirdiklerini yerle bir etmeleri için (size tekrar düşmanlar gönderdik.)’ (..) Romalılar Kudüs’ü ele geçirerekşehri tahrip etmiş, yahûdilerin bağımsızlığına son vermişler (m.s.63), bu arada onbinlerce yahûdi öldürülmüş ve nihâyet 70 yılında ikinci mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. (KUR’AN YOLU 3/464) Böylece yahûdiler devletlerini, bağımsızlıklarını ve birliklerini kaybetmiş oldular. Bu durum 1948 yılına kadar sürdü. (İ. KARAGÖZ 4/215)

‘Eğer son peygambere inanırsanız umulur ki Rabbiniz size merhamet eder.’ Hitap, hem Rasûlullah (sav) döneminde yaşayan yahûdilere, hem de onlar üzerinden İslâm’a açıktan cephe almış bulunan müşrikleredir. Yahûdiler, atalarının başına gelen musibetlerden ibret almaya, Allah Rasûlü (sav) karşısındaki konumlarını gözden geçirerek aynı felâketlere mâruz kalmamak için dikkatli davranmaya dâvet edilirken, müşriklere de inkârlarından vazgeçtikleri takdirde Allah’ın rahmetine erecekleri bildirilir. (Ö. ÇELİK, 3/120)

Ama İsrâiloğulları tekrar yeryüzünde bozgunculuğa kalkışacak olurlarsa, cezâ yine hazırdır veyasa yine yürürlüktedir: ‘Fakat eğer kargaşaya dönerseniz, biz de tekrar cezalandırırız.’ Nitekim İsrâiloğulları tekrar bozgunculuğa başlamışlardı. Yüce Allah da cezâ olarak müslümanları onların başlarına musallat etti. Onları bütün Arap Yarımadası’nın dışına sürdüler. Bundan sonra yine bozgunculuk yaptılar. Bu sefer de başka kulları başlarına musallat etti. Böylece günümüze kadar geldiler. Bu asırda ise ‘Hitler’ başlarına musallat oldu. Bugün de ‘İsrâil’ olarak tekrar bozgunculuğa başladılar. İsrâil, oranın sâhibi olan Araplara işkencenin binbir çeşidini tattırdı. Yüce Allah, kesin olan vaadini doğrulamak ve değişmeyen yasasını yürürlüğe koymak için onlara azâbın en acısını tattıracak bir milleti gönderecektir. Hiç şüphesiz yarın, bekleyeni için çok yakındır! (S. KUTUB, 7/19)   

17/9-11  BU  KUR’ÂN  EN  DOĞRU  YOLA  İLETİR

9, 10. Gerçekten bu Kur’ân, (insanlara) en doğru olan yolu gösterir, sâlih ameller işleyen mü’minlere de kendileri için (cennette) büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. 10. (BuKur’ân) âhirete inanmayanlara da, kendileri için (cehennemde) acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir.

11. İnsan, hayrı istediği kadar (bazen) şerri de ister. İnsan çok acelecidir. [bk. 21/37]

9-11. (9).‘Gerçekten bu Kur’ân, (insanlara) en doğru olan yolu gösterir,’ Yâni Kur’ân’ın ilettiği hâl, hâllerin en doğru ve mükemmelidir. Yâhut da bu Kur’an, en doğru olan dîne veya her hususta en doğru olan yola; inanç, ahlâk, yaşayış, ibâdetler ve hüküm koymada en doğru olana iletir. (S. HAVVÂ, 8/160) ‘sâlih ameller işleyen mü’minlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.’

İnsana dünyâ ve âhireti için en doğru yolu gösteren Kur’ân olunca, artık gerçek müslüman, onun rehberliğinde, Hz. Peygamber’in önderliğinde doğru yolu bulur ve onda yürür. Müslüman ancak, Kur’ân’a uygun bir düşünce ve yaşayış ile toplumsal çöküşten kurtulur. Hayâtı ve yaptığı işler Allah’ın hükmüne ve rızâsına uygun ve mükâfâtına lâyık olur, yeniden medeniyetin yüksek katlarına ulaşır. [bk. 2/2] (H. T. FEYİZLİ, 1/282)

(10).‘(BuKur’ân) âhirete inanmayanlara da, kendileri için acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir.’ Âhirete îman etmek, îman esaslarından biridir. (2/177, 4/136) Âhirete îman etmeyen kimse, mümin olamaz. Mekkeli müşrikler, âhiret hayâtına îman etmiyorlardı. (23/37, 50/2-3). Diğer îman esaslarının hepsine îman etse bile, âhirete îman etmeyen kimse kâfir olur. (30/16) Kâfir olarak ölen kimse, cehenneme atılır ve cehennemde kendisine elem veren azap edilir. ‘.. elem veren azap’, ateşte yakılma, üzerine kaynar su dökülme, irinli su içirme ve benzeri cezâlardır. (14/14-17, 44/47-48, 66(6; İ. KARAGÖZ 4/218)

(11).’İnsan, hayrı istediği kadar (bâzen) şerri de ister.’ Sanki o büyük mükâfâta duâ ediyormuş gibi, o acıklı azâba duâ eder. Veyâ yaptıkları ile o azâbı dâvet eder. Bunun sebebi de şudur: ‘İnsan pek acelecidir.’ (..) İnsan peşincidir. Veresiyeden daha fazla peşine heves eder. Âhireti dünyâda görmek ister. Onun için insanların birçoğu âhireti bırakır da dünyâyı ister. O büyük ücrete önem vermez, o acıklı azâbı hesâba almaz. Ve bu şekilde kendisine hayır istiyormuş gibi, kötülüğü dâvet eder. (ELMALILI, 5/295)

17/12  YILLARIN  SAYI  VE  HESÂBI

12. Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizigösteren) iki delil yaptık. Gece delili (ayı) sil(iprahatlıkiçinkaranlıkyap)tık, (arkasındanda) gündüz âyetini (getirip) Rabbiniz’den bol nîmet aramanız, yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbını bilmeniz için aydınlatıcı yaptık. (Böylecebiz) herşeyi genişçe anlattık. [bk. 25/61-62; 28/71-73; 36/37-38]

12-12. Gece ve gündüzün ortalığı aydınlatan iki âyet, yâni güneş ve ay’ı yarattık. (S. HAVVÂ, 8/161)

‘Rabbinizden lütuf arayasınız.’ Geceleyin dinlenip, gündüzün maişet, iş, çalışma ve yolculuklarınız için dolaşıp araştırasınız diye. Eğer gece ve gündüz olmasaydı, bu kâinâtın kânunları çerçevesinde hayat diye bir şey olmazdı. (S. HAVVÂ, 8/161)

‘.. Rabbinizin lütfunu istemeniz için..’ cümlesi, hem çalışmayı hem de çalışmanın gündüz vaktiyapılmasını ifâde eder. Yüce Allah geceyi dinlenmek, gündüzü de çalışmak için var etmiştir. Aynı zamanda Yerküre, ısı ve ışığını Güneşten gündüz vakti aldığı için, sebze, meyve, bitki ve diğer ürünler, ısı ve ışığa olan diğer ihtiyâcını gündüz vakti karşılar. İnsanlar da genelde gece dinlenip, gündüz çalışırlar. Bu da Rabbimizin bizden isteğidir: ‘Allah geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamânı ve gündüzü de hareketve çalışma vakti yapandır.’ (25/47, 93/1-2, İ. KARAGÖZ 4/221)

‘ve yılların sayısını ve hesâbı bilesiniz.’ Gece ve gündüzün değişip durmasıyla, zamanları hesaplamasını ve çalışma mevsimlerini, günlerin, haftaların, ayların ve yılların sayısını bilesiniz. Borçlar için belirlenmiş sürelerin geçtiğini, ibâdetler, uygulamalar, kira sözleşmeleri için belirlenmiş süre ve zamanların geçtiğini ve bunların mekân olarak yapıldıkları yerleri bilesiniz diye.   (S. HAVVÂ, 8/161, 162)

17/13-14  KİTABINI  OKU!

13. Her insanın amelini boynuna yükledik, (onusorumlu kıldık) Kıyâmet günü  insan için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkaracağız. [bk. 52/16; 75/12-14; 99/7-8]

14. “(Kıyâmet günü) Oku kitabını, bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!” (diyeceğiz).

13-14.  (13).‘Her insanın amellerini boynuna astık’ . “Oku kitabını, bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!” (diyeceğiz).’ Yâni ona şu kitabını, amel kitabını oku! Deriz. Nesefi der ki: Herkes okumayı bilecek şekilde diriltilecektir. Yâni bu kitabı okuyabilecektir. (S. HAVVÂ, 8/162)

Buna göre herkes kendinden sorumludur; her insan yaptığı ile kendini bağlamış, sorumluluk altına girmiştir, sonucunu da önüne amel defteri konularak görecektir. (KUR’AN YOLU, 3/469)

(14).‘.. bugün hesap sorucu olarak nefsin yeter.’ Âyette kişinin kendi kendisinihesâba çekeceği bildirilmektedir. Bunun anlamı, kişinin yaptıklarını itiraf edeceği, kendisini sorgulayacağı ve kınayacağı anlamına gelir. Şu âyetler bunun açık ifâdesidir: ‘Bâzı mâzeretler ileri sürse de kıyâmet günü insan kendi aleyhine şâhittir.’ (75/14-15). ‘Kıyâmet günü biz insanların ağızlarını mühürleriz, elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şâhitlik eder.’ (36/65; İ. KARAGÖZ 4/223)

Onun için insan, dünyâda da her gün kendini okumalı, hesâba çekilmeden önce kendini hesâba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte, ‘Hesâba çekilmeden önce, kendinizi hesâba çekiniz.’ (Tirmizi’den) buyurulmuştur. (ELMALILI, 5/297)

17/15-17  KİMSE  BAŞKASININ  GÜNAHINI  YÜKLENMEZ

15. Kim (AllahveRasûlü’nüngösterdiği) doğru yola gelirse, ancak kendisi için doğru yola gelmiştir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmıştır. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (hiçbirkavme) azap edici değiliz. [bk. 16/25; 29/13-14; 35/18 vekrş. 39/71; 40/49-50; 67/8-9]

16. Biz, bir beldeyi (zulüm, isyanvetaşkınlıklarındandolayı) helâk etmek istediğimiz zaman, onun refahtan şımarmış elebaşılarını emir / yönetici olma (ve çoğalmalarına imkân veri)riz, onlar da fâsıklığa saparlar. Artık o (belde)nin üzerine azap sözü hak olur. Derken biz de onu yerle bir ederiz. [bk. 6/123; 11/116-117; 23/63-64; 34/33-35]

17. (Ey Peygamberim!) Nuh’tan sonra nice asırlar(dainsanlar)ı helâk ettik. Kullarının günahlarından haberdar ve görücü olarak Rabbin yeter. [krş. 21/11; 22/45]

15-17. (15).‘Kim hidâyete ererse kendi nefsi için hidâyete ermiş olur; kim de dalâlete düşerse kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur.’ Yâni hidâyet bulmanın sevâbı da, dalâlette kalmanın vebâli de kendisinindir. Kim hidâyet bulur, hakka uyar, gösterdiğimiz yolu izlerse, bunun güzel sonuçlarını kendi lehine ve faydasına olmak üzere elde eder. Kim haktan sapar, doğruluk yolundan ayrılırsa, kendisine karşı haksızlık etmiş olur ve bunun vebâli kendisine âittir. (S. HAVVÂ, 8/163)   

‘Kimse başkasının yükünü yüklenmez.’ Suç işleyen herkes, ancak kendi aleyhine (suç) işlemiş olur. Her bir nefis, bir günah yüklenir ve onun yüklendiği bu günah kendisinindir, başkasının değildir. (S. HAVVÂ, 8/163)

Hiçbir mâsum kişi başkasının günahını, sorumluluğunu üzerine almaz, Allah buna izin vermez, ilâhi yasada ilke olarak sorumluluk şahsîdir. Buna göre toplu işlenen suçlarda herkesin sorumluluğu ve cezâsı kendisinin katkısı oranındadır. Şu hâlde hiç kimse kendi günahının, suçunun cezâsını başkasının çekmesini ummamalıdır. Ayrıca haram olan bir şeyi başkası yapıyor diye kendisi de yapmamalıdır; Çünkü herkesin günahı kendisinedir. (Râzi). (..) Kânunsuz suç ve cezâ olmaz. Âyetin on dört asır önce suçun ve cezanın kânûnîlik ilkesini bu kadar açık ve kesin bir şekilde ifâde etmesi ilgi çekicidir. (KUR’AN YOLU, 3/470)    

‘Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz.’ Bu buyruk ile Yüce Rabbimizin adâleti bize bildirilmektedir. Aynı şekilde O’nun Rasul gönderip, ona karşı delillerini ortaya koymadıkça hiçbir kimseye azap etmeyeceğini de ifâde ediyor. (S. HAVVÂ, 8/163)

İbn-i Kesir: Müminlerin çocuklarının cennet ehlinden oldukları konusunda ihtilâf edilmemiştir. (S. HAVVÂ, 8/172)

Bu âyet, yalnız bir hak dini haber alanın sorumlu olacağını gösterir. Buna göre fetret dönemi geçirenleri veya günümüzde dinlerden habersiz ömür geçiren kişileri, Allâh’a îman kurtarabilir. (H. DÖNDÜREN, 1/472)

Nübüvvetin / Peygamberliğin Gerekliliği: Ehl-i Sünnet âlimleri nübüvveti, insanlığın hem dünyâ hem de âhiret mutluluğunu elde etmesi için gerekli olan en temel bir kurum olarak görmektedir. Onlara göre de insan akıl, idrak ve irâde sâhibi bir varlıktır. Bu yüzden o, söz konusu kuvvetlerini kullanmak suretiyle dünyadaki mutluluğun yollarını tesbit edip belki kendince huzurlu bir hayat yaşayabilir, ama âhirette kendisini mutlu kılacak ebedi hayat temel esaslarını keşfedip ortaya çıkaramaz. (..) İnsan, nübüvvetin alanına giren hususların bir kısmını – söz gelimi Allah’ın varlığını idrak etmek gibi – aklı ile bilme imkânını elde etmiş olsa da ilâhi sıfatlar, Allah – insan, Allah kâinat ilişkisi ve ulûhiyetle ilgilikonularda kesin bilgi üretemez. Zîrâ sınırlı olan insan aklı, kendi kendine ne gereği gibi Allah’ı kavrayacak ne de Allâh’ın emir ve yasaklarını ortaya çıkaracak kapasiteye sâhiptir.Böyleoluncainsanın, tüm bu hususları kendisinden öğreneceği bir peygambere ihtiyaç vardır. (M. DEMİRCİ, 2/190, 191)     

(16).Bir beldeyi helâk etmek istediğimizde o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarını yönetici yaparız.’  Bu aynı zamanda, her toplumun önderlerini ve yöneticilerini seçmede çok dikkatli ve titiz olması gerektiği konusunda da bir uyarıdır. Çünkü eğer önderler, günahkâr ve isyankâr olurlarsa, kaçınılmaz olarak toplumu da felâkete sürüklerler. (MEVDÛDİ, 3/91)  

Bir toplumda zenginlik sebebiyle, azgınlık, şımarıklık ve sefahat çoğalırsa ilâhi cezâ hak olur. Yüce Allah, peygamber ve kitapvâsıtasıyla yol göstermedikçe, hiçbir toplumu helâk etmez. Helâk edilenler, önceden mutlaka uyarılmışlardır. Yüce Allah, suçsuz hiç kimseyi ve toplumu cezalandırmaz. (8/53, 13/11). Bir toplumda azgınlar ve işlenen günahlar çoğaldığı zaman, o toplum âfet ve musîbetlerle cezalandırılır. (Ey Peygamberim! Kâfirlere yaptıkları şeyler süslü gösterildiği) gibi, hilekârlık yapmaları için her beldede oranın giünahkârlarını, ileri gelenleri yaptık. Hâlbuki onlar, ancak kendilerine hîlekârlık yaparlar, (fakat) bunun farkında olmazlar.’ (6/123; bk. 25/31).

17/18-22  RABBİ’NİN  İHSÂNI  SINIRSIZDIR

18. Kim (haramhelâlayırmaksızınsâdece) şu çabucak geçen (dünyâlıkşeyler)i isterse, dilediğimiz kimseye istediğimiz kadarıyla onu hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız. Oraya kınanmış ve (rahmetimizden) kovulmuş olarak atılır. [bk. 11/15; 42/20]

19. Kim de inanarak âhireti(ningüzelolmasını) ister ve ona (lâyık) bir gayret ile çalışırsa, onların da çalışmalarının karşılığı verilir.

20. Her birine; gerek (dünyâyıisteyen) onlara, gerek (âhiretiisteyen) bunlara Rabbinin ihsânından veririz, Rabbinin (dünyâdaki) lütfu (hiçkimseden) esirgenmiş değildir.

21. Bak, biz onların kimini kimine (rızıktavebâzıhususlarda) nasıl üstün kıldık. Elbette âhiret, ‘erişilecek dereceler’ bakımından daha büyük, (kazanılacak) üstünlükler bakımından da (elbette) daha büyüktür.

22. Allah ile berâber başka bir ilâh edinme! Sonra yerilmiş ve tek başına (bırakılmışolarak) oturup kalırsın.

18-22. (18).‘Kim geçici dünyâ hayatını isterse’, yâni dünyâ için çalışır, amelinin mükâfâtını bu dünyâ hayâtında almak isterse, ‘onu burada, bu dünyâda peşin veririz.’ Fakat eşit olarak herkese istediği kadar değil, ‘istediğimiz kimseye dileyeceğimiz kadar.’  Çünkü, herhangi bir amelin değeri, çalışanın istediği ile değil, çalıştıranın kabul etmesi ile belirlenir. ‘Kim dünyâ hayâtını ve onun süslerini isterse, Biz onlara dünyâda yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez.’ (Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli tam olarak verilir. Hiç birinin hakkı yenmez. (ELMALILI, 5/298)

Bir amelin hak katında makbul olması için şu üç şarta dikkat çekilir: (a) Âhiret sevâbını istemek, (b) Ebedi nîmetleri kazanmaya sebep olacak işler yapmak, bu yolda çabalamak, (c) Bütün bunları îmanla birlikte yapmak. (Ö. ÇELİK, 3/126)

Yüce Allah âyette cennete girmenin üç yolunu bildirmiştir: (a). Âhireti istemek, (b). Mümin olmak, (c). Âhiret için çalışmak. Bu, en azından farz görevleri yapmak ve haramlardan sakınmakla mümkün olur. Bunun anlamı, dünyâ nîmetlerini hiç istememek mânâsına gelmez. Mümin, hem dünyâ hem âhiret nîmetlerini isteyecek (2/201), ancak, âhireti dünyaya tercih edecektir. (87/16-17).

(21).‘Bak biz onların kimini kimine nasıl üstün kıldık.’ Dünyâ hayatında mal, mevki, bolluk ve kemâl açısından üstünlüklerini gör! Kimisi zengin, kimisi fakir, kimisi bunlar arasında; kimisi küçükken ölür, kimisi de yaşlı ve ihtiyar olana kadar yaşar. (S. HAVVÂ, 8/165)

‘Ama âhirette sâhip olunacak dereceler ve üstünlükler elbette daha büyük olacaktır.’  Hadis: Allah yolunda cihad edenle, oturan kimse arasında yüz derece vardır. Her iki derece arasını ise, süratli giden at, ancak yetmiş senede kat eder. (Deylemi, Ö. ÇELİK, 3/127)

Peygamberlerin, velîlerin,müttakîletin âhirette dereceleri ve mükâfatları elbette farklı olacaktır. Sâdece farzları yapmakla yetinenmümin ile farz görevler ile birlikte nâfile ibâdetleri de yapanların, bütün günahlardan sakınanlar ile bâzı günahları işleyenlerin, Allâh’ı çok zikredenler ile az zikredenlerin, çok şükredenlerle şükretmeyenlerin, sabredenlerle sabırsızların elbette Allah katında dereceleri ve nîmetleri farklı olacaktır. (İ. KARAGÖZ 4/231)

(22).(1). Birinci Emir (İlke, kural, ödev) ‘Allah ile berâber başka bir ilâh edinme!’ Hem Allah’a inanılıp, hem de nefisten veya başkasından gelen emirler, Allah’ın emirlerinden üstün tutulur, öne geçirilirse Allah ile berâber bir ilâh edinilmiş olur. (H. T. FEYİZLİ, 1/283)

‘Allâh’a ortak koşmayın’ ve ‘Allah ile birlikte başka ilâh edinmeyin’ şeklinde yasak formatı dışındaşart ve haber cümleleri, ‘..yüce oldu’ ve ‘..münezzehtir’ anlamındaki cümleleri ile şirk reddedilmiştir. Allâh’a ortak koşmak haram (6/151, 7/33), iftirâ, büyük günah (4/48), sapıklık (4/116) ve en büyük zulümdür. (31/12; İ. KARAGÖZ 4/232).

17/23-25  ANA  BABAYA  ÖF  BİLE  DEME!

23. (Ey Peygamberim!) Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya babaya ihsânı (iyiliğivegüzeldavranmayı) emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa erişirlerse, onlara “öf” (bile) deme! Onları azarlama ve onlara çok nâzik (vetatlı) söz söyle. [krş. 9/113; 31/14]

24. Onlara merhametle alçak gönüllülük kanadını indir ve: “Ey Rabbim! (Bunlar) küçükken beni yetiştirdikleri gibi (sendeşimdi) onlara acı (veesirge).” de.

25. (Ey Peygamberim!) Rabbiniz (onlarakarşı) içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi (yaşayıpİslâm’auyan) kimseler olursanız şüphesiz O, çok tevbe eden (veitaatlekendisineyönelen)leri bağışlayıcıdır.

23-25. (23).(2). İkinci Emir: ‘Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya babaya ihsânı (iyiliğivegüzeldavranmayı) emretti (hükmetti) Anne babaya yapılacak iyilik ve hizmetler beş madde hâlinde beyan edilir: (a) Kızgınlık, bıkkınlık ifâdesi olan ‘öf bile dememek, (b) ‘onları azarlamamak’. (c) ‘ikisine de güzel söz söyle’ onlara tatlı, gönül alıcı güzel, hoş sözler söylemek, (d) ‘Alçak gönüllülükle üzerlerine kol kanat ger’ Tevâzu, şefkat, merhamet kanatlarını onların üzerine indirmek, alçak gönüllü olmak, her türlü ihtiyaçlarını yerine getirmek, (e) ‘Onlar beni küçükken nasıl yetiştirmişse, onlara rahmet et! Diye duâ et. (..) (Ö. ÇELİK, 3/130)

Sâdece Allâh’a ibâdet edilmesi emredildikten sonra, anne ve babaya ihsanda bulunulmasının emredilmesi dikkat çekicidir. İnsanı yaratan yüce Allah, onun dünyâya gelmesine vâsıta olan, yetişmesini, bakımını ve terbiyesini sağlayan da anne ve babasıdır. Bu itibarla Allâh’a itaat ve ibâdet farz ve sevap olduğu gibi, anne ve babaya ihsanda bulunmak da aynı şekilde farz ve sevaptır. Allâh’a şirk koşmak ve isyan etmek gibi (31/15) günah olan isteklerinin dışında anne ve babanın meşru isteklerinin yerine getirilmesi gerekir. (..) Anne ve babaya bakmamak,  kötüsözsöylemek ve zulmetmek haram ve büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 4/233, 234)

‘.. ve her ikisine de tatlı sözler söyle.’ Onlara ‘of’ diyecek, azarlayacak yerde onlara güzel, yumuşak, hoş sözleri, edep, saygı ve tâzim ile, onlara karşı güzel bir edebin, gerektirdiği şekilde söyle! Onları isimleri ile çağırmamalı, babacığım, anneciğim demelidir.  (S. HAVVÂ, 8/177)

İbrâhim (a.s.) babası kâfir olduğu hâlde, ismi ile hitap etmemiş, babacığım demiştir. (İ. H. BURSEVİ, 11/115)

Hadis: Rasûlullah, kendisine sorulan suale cevap mahiyetinde, en faziletli amelleri sayarken: Vaktinde kılınan namaz, ana – babaya iyilik, Allah yolunda cihad’ buyurmuştur. (Buhâri, Müslim’den, Ö. ÇELİK, 3/130)

Yine Efendimiz (s) büyük günahların en büyüğünü haber verirken ‘Allah’a ortak koşmak, ana-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak’  buyurmuştur. (Buhâri, Müslim’den, Ö. ÇELİK, 3/130)

Ancak hayatta iken, kâfir anne ve babasına hidâyet bulmaları için duâ eder. Vefat ettikten sonra, kâfir ana baba için, mağfiret dilemek caiz değildir. (S. HAVVÂ, 8/178)

Ariflerden biri şöyle demiştir: Benim otuz yaşında bir oğlum var. Bana isyan eder de azâbı hak eder korkusuyla otuz senedir ona bir şeyi emretmedim. (İ. H. BURSEVİ, 11/121)

Hadis: Rasûlullah (s)’in yanında oturuyor iken Ensar’dan bir adam gelerek şöyle sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, vefatlarından sonra anne ve babama karşı yapabileceğim bir iyilik kaldı mı? Şöyle buyurdu: ‘Evet, yapabileceğin dört şey vardır: Onlara duâ edersin, onlara mağfiret dilersin, söz vermişlerse sözlerini yerine getirirsin, arkadaşlarına ikramda bulunursun, bir de ancak kendileri tarafından gelen akrabalık bağını koruman, senin vefatlarından sonra onlara yapabileceğin geriye kalmış iyiliklerdir.’  (Ebû Dâvvud, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 8/192)

17/26-30  ŞEYTANLARIN  DOSTLARI

26. Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, (malınılüzumsuzyere) saçıp savurma!

27. Şüphesiz ki, saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.

28. (Ey Peygamberim!) Eğer (fakirlereverecekbirşeyinbulunmadığıiçin) Rabbinden umduğun bir rahmeti (birrızkı) beklediğin sırada onlara yardım edemeyecek olursan, hiç olmazsa onlara yumuşak söz söyle (deöylegönder).

29. (Ey müminler!) Elini boynuna bağlama (cimrilikyapma), onu büsbütün de açma (israfçıolma). Sonra kınanmış, pişman olmuş bir hâlde oturup kalırsın.

30. Hiç şüphesiz, Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve (dilediğinede) daraltır. Çünkü O, kullarından haberi olan, hakkıyla görendir.

26-30. (26).(3). Üçüncü Emir: ’Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya hakkını ver.’ ‘Yakın akrabaya hakkını ver.’ Yakın akrabâya farz kılınmış hakkı, mahremi ise, nafakasını vermektir. ‘miskine ve yolcuya da’ Bunların hakları da var. Bunların farz hakları ise zekât ve darlık ve sıkıntılı zamanlarda ise yardımcı olup, gözetmektir. (S. HAVVÂ, 8/179)

(27).(4). Dördüncü Emir: ‘israf ederek saçıp savurma.’ İbn-i Mes’ud dedi ki: İsraf, hak olmayan harcamadır. İbn-i Abbas ta aynı şekilde söylemiştir. Mücâhid der ki, kişi malının tümünü hak uğrunda infak ederse, saçıp savurmuş olmaz. Hak olmayan bir yerde, bir avuç dahi harcayacak olsa, o zaman savurgan olur. Katâde der ki, Savurganlık,  Allâh’a isyan uğrunda harcamaktır, hak olmayan yolda, fesat yolda harcamaktır. (S. HAVVÂ, 8/194) 

(28).(5). Beşinci Emir: ‘…. Onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, o zaman onlara tatlı bir söz söyle.’ Yukarıdaki (3.4.5. emirler / kurallar) kazanç ve servetin sâdece kendisi değil, akrabâ, komşu ve muhtaç olanlara da hakkını vermesi için elinden geleni yapması gerektiğini vurgular. Bu tür davranışlar İslâm’ın toplumsal hayatında birlik, sevgi ve adâlet ruhunun doğmasına yardımcı olacaktır. (MEVDÛDİ, 3/95) 

Yâni akrabâların ve onlara bir şeyler vermenin sana emretmiş olduğumuz kimseler, senden isteyip de sende verecek bir şey bulunmaz ve infak edecek bir şeyin olmadığı için ondan yüz çevirecek olursan, ‘o zaman onlara tatlı bir söz söyle.’ Yumuşak ve güzel sözler ile güzel vaadlerde bulun. (S. HAVVÂ, 8/179)

(29).(6). Altıncı Emir: ‘Elini boynuna bağlama (cimrilikyapma) onu büsbütün de açma (israfçıolma)‘ (Altıncı emir) hem cimrilikten, hem israftan sakınmaktır. Cimrilik te, savurganlık ta aşırılıktır, bu sebeple haramdır. İkisinin ortası, cömertliktir. (KUR’AN YOLU, 3/479)

Kur’ân insanlardan, orta yolu izlemelerini, dengeli biçimde davranmalarını istemektedir. (Mevcut) parayı, gerçek ihtiyaçlardan olmayan yerlere, yâni gösteriş, lüks, günah fiillere harcamayı yasaklamaktadır. (..) Bu emirler, (Medîne’de kurulacak) İslâm toplumunu ahlaki eğitim, sosyal baskı ve hukuki sınırlamalarla savurganlıktan korumaya yöneliktir.  (MEVDÛDİ, 3/96)

Hadis: Medîneli Müslümanlardan bir kısmı Rasûlullah (s)’den bir şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine istediler. Efendimiz, elindekiler bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince, onlara şöyle hitap etti: ‘Yanımda birşeyler olsaydı, sizden esirgemez, verirdim. Kim dilenmekten çekinir ve iffetli davranırsa, Allah onun iffetini artırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allah ona sabır verir. Hiçbir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük bir lütufta bulunulmamıştır.’ (Buhâri Zekât 50; Müslim Zekât 124’den Ö. ÇELİK, 3/133)

Hadis: Rasûlullah (s) vermenin ölçüsünü şöyle belirlemektedir: ‘Ey insanoğlu! İhtiyâcından fazla olan malını insanlara vermen senin için iyi, vermemen kötüdür. İhtiyâcını yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. Geçimini üstlendiklerinden başlamak sûretiyle iyilik et. Veren el alan elden üstündür.’ (Müslim Zekât 197’den, Ö. ÇELİK, 3/133)  

(30).‘Hiç şüphesiz, Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve (dilediğinede) daraltır.’ Allah hikmeti (gereği) kimine az ((rızık) kimine çok (rızık) verir. Ama ne çok vermesi mutlak anlamda hayır, ne de az vermesi mutlak anlamda şerdir. Zenginlik uğruna birçok şeyini, inancını, hayâtını kaybedenler olduğu gibi, fakirlik sebebiyle birçok kayıptan kurtulanlar, mânevi kazançlara kavuşanlar da vardır. Âyetlerde, Allah’tan fakirlik isteyin’ anlamına gelecek ifâde bulunmamaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/479)

Allah dilediğine hesapsız derecede rızık verir (2/212). Allâh’ın bir kimseye bol rızık vermesi, onun Allah katında değerli olduğunu göstermediği gibi, herhangi bir kimseye rızkı az vermesi de Allah katında sevilmeyen biri olduğu anlamına gelmez. Mal varlığı, Allah rızâsına uygun olarak kullanılmazsa, Allah katında bir değer ifâde etmez. Sonra Allâh’ın kimisine az, kimisine çok rızık vermesinin birçok sebebi ve hikmeti vardır. Meselâ Zuhruf sûresinin 32’nci  âyetinde bu hiknetlerden biri şöyle ifâde edilmiştir: ‘Dünyâ hayâtında insanlarıngeçimliklerini aralarında biz paylaştırdık; birbirlerine iş gördürmeleri için, çeşitli alanlarda kimini kimine derece derece üstün kıldık.’ (İ. KARAGÖZ 4/238-239)

17/31-34  VERİLEN  SÖZ  SORUMLULUK  GEREKTİRİR

31. (Ey müminler!) Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin (onlarıçeşitliusullerleyoketmeyin). Onlara da, size de biz rızık veriyoruz. Doğrusu onları öldürmek büyük bir günahtır. [bk. 81/8-9]

32. (Ey müminler!) Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o bir hayasızlıktır / yüz kızartıcı çirkin bir iştir ve (cehennemegötüren) çok kötü bir yoldur.

33. (Ey müminler!) Allah’ın haram kıldığı canı, haklı / meşrû (birsebep) olmadıkça öldürmeyin. Kim haksızlığa uğramış olarak öldürülürse, biz onun velîsini (öleninmîrasçısını, kısashakkınıistemeye) yetkili kıldık. O da (kısasla) öldürme işinde (kendincedahafazlasınıisteyerek) aşırı gitmesin. Çünkü kendisine (zâten) yardım edilmiştir.

34. (Ey müminler!) Yetim malına da ergenlik çağına erişinceye kadar, ancak (omalıgeliştirmekgibi) en güzel bir durum olmadıkça yaklaşmayın. Verilen sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir. [bk. 4/2-6; 6/152]

31-34. (31).(7). Yedinci Emir: ‘Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.’ Günümüzde de çeşitli sebeplerle çocuklar henüz dünyâya gelmeden ana rahminde öldürülmektedir. Kürtaj onlardan biridir. Allah-ü Teâlâ, herkesin rızkını verenin kendisi olduğunu beyan etmiştir / açıklamıştır. Fakirlik korkusu ile çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bunun çok büyük günah olduğunu belirterek haram kılmıştır. (Ö. ÇELİK, 3/134)

(32).(8). Sekizinci Emir: ‘Zinâya yaklaşmayın.’ Zina, akıllı ve ergenlik (bülûğ) çağına gelmiş olan erkek ve kadının, aralarında geçerli nikâh akdi olmadan (4/24) kendi arzuları ile cinsel ilişkide bulunmasıdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/284)

Zinâ, içinde yaygınlık kazandığı toplumu öldürür. Soylar kaybolur, kanlar karışır.  Nâmus ve çocuk konusundaki güven yitirilir. Toplumsal çöküntü başlar. Bütün bağlar kopar. Diğer toplumlar arasında ölümü andıran bir sonuçla karşı karşıya gelir. Zinâ, bir diğer anlamda da toplum için ölümdür. Zinâ, insanların gayrimeşru yoldan kolay bir şekilde şehevi duygularını tatmin etmelerine yol açar ve evlilik hayâtını zorunlu olmayan saçma bir hayâta dönüştürür. Âileyi gerekli olmayan bir yük olarak algılama sonucunu doğurur. Hâlbuki âile, yeni yetişen nesil için en güzel yuvadır. Yeni neslin sağlıklı bir yapıya ve sağlıklı bir eğitime kavuşması âilesiz düşünülemez. (S. KUTUB, 7/34, 35)

Âyette, ‘Zinâya yaklaşmayın’ buyurulması, zinâya götürülme tehlikesi bulunan her türlü niyet, söz, fiil ve davranışları yasaklamaktadır. Toplumda zinâyı engellemek için zinâ ve zinâ iftirâsına cezâlar öngörmüş, örtünme ile ilgili düzenlemeler yapmış, müstehcen neşriyâtı ve fuhşu yasaklamış, sarhoş edici içkilerin içilmesini haram kılmıştır. Zinâya teşvik eden müzik, oyun, reklâm ve resimleri men etmiştir. (Ö. ÇELİK,  3/134, 135)

(..) İslâm, zinaya iten sebeplerin yolunu keser. Böylece zinaya düşülmesini engeller. Zorunlu şartlar dışında kadınlı – erkekli karma bir hayâtı hoş görmez. Kadın ve erkeğin başbaşa kalmasını engeller. Kadının süsler takarak açılıpsaçılmasını yasaklar. Gücü yetenlerin evlenmesini teşvik eder. Gücü yetmeyenlerin ise oruç tutmalarını öğütler. Evliliğe engel olan mehirlerin pahâlılığı gibi, zor şartları hoş karşılamaz. Çocukların fakirliğe ve yoksulluğa yol açacağı endişesini ortadan kaldırır. Nâmuslarını korumak amacıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olmaya teşvik eder. Bütün bunlara rağmen zinâ suçu meydana gelmişse, en ağır cezâyı uygular. (S. KUTUB, 7/35)

Hadis: ‘Zinâ eden kimse, zinâ ettiği zaman mümin olarak zinâ etmez.’ (Müslim Îman 100, İ. KARAGÖZ 4/241)

(33).(9). Dokuzuncu Emir: ‘Allah’ın haram kıldığı canı haklı (meşrubirsebep) olmaksızın öldürmeyiniz.’  ‘Hiçbir canı öldürmeyin.’ Yasağı, sâdece başkalarının değil, kişinin kendi canını da kapsamı içine almaktadır. Bu nedenle intihar da cinâyet kadar büyük bir günahtır. (MEVDÛDİ, 3/98)

‘Gerçekten biz onun velîsine bir hak tanımışızdır.’ Yâni, kâtile karşı ona bir hak verdik. O serbesttir. İsterse kısas yoluyla onu öldürür, isterse diyet karşılığında onu bağışlar, dilerse diyet gibi bir bedel de olmaksızın affeder. (S. HAVVÂ, 8/182)

‘Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin.’  Kâtilin velîsi, kâtile müsle yapmamalı, ya da kâtil olmayan (yakın akrabasına- İ. H. BURSEVİ, 11/138) kısas uygulamak sûretiyle haddi aşmasın. (S. HAVVÂ, 8/182)

İslâm devletinde ‘haklı olarak insan öldürme’  şu beş durumla sınırlandırılmıştır: (a) Kasten adam öldürme, (b) Savaş sırasında hak dine karşı gelme, (c) İslâm devletini ortadan kaldırmaya çalışma, (d) Kadın olsun, erkek olsun evli iken zina yapma, (e) İslâm dininden dönme (irtidat) (Ö. ÇELİK, 3/136)

Hadis: ‘Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı ve canı haramdır.’ ((Müslim Müslim Birr 32, Tirmizi Birr 18; İ. KARAGÖZ 4/242)

Hadis: Büyük günahların en büyüğü; Allâh’a ortak koşmak, insan öldürmek, ana babaya isyan etmek ve yalan söz söylemektir.’ (Buhâri Diyar 1, İ. KARAGÖZ 4/242)

‘Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine öldürme yetkisi verdik.’ Kısas, kasden bir insan öldüren kimse, yargılanıp suçlu bulunursa öldürülmesidir. Kısas hükmü, hem cana kıymanın suç, hem de bu suçun vebâlinin ağır olduğunu ifâde eder. (2/178, 179). Kısas cezâsının uygulanabilmesiiçinöldürülenkimsenin, haksız yere öldürülmesi gerekir. Âyette bu husus: ‘mazlum olarak öldürülen kimse’ şeklinde ifâde edilmiştir. Mazlum olarak öldürülme ile maksat, suçsuz ve haksız yere öldürülmedir. (İ. KARAGÖZ 4/243)

‘Öldürmede haddi aşmak’, şu şekilde anlaşılabilir: (a). Öldürme ile yetinmeyip işkence etmek ve organlarını kesmek, (b). Kâtilden başkasını mesela babası, oğlu veya bir yakınını öldürmek, (c). Kâtililebirlikte bir yakınını daha öldürmek. (..) Yüce Allah bu şekilde davranmayı yasakladı. (..) Âyette geçen israf, haddi aşmak, öldürme ile ilgili kuralları ihlâl etmek, daha fazla cezâ vermeye kalkmak, kan dâvâsı gütmek ve benzeri davranışlardır. Bunların hepsi âyette kesin bir üslûpla yasaklanmaktadır. (İ. KARAGÖZ 4/244)  

(34).(10). Onuncu Emir: ‘Erginlik yaşına ulaşıncaya kadar, yetimin malına –en güzel hâli olması müstesnâ- yaklaşmayın.’ Yetimlerin mallarını yemenin cezâsı cehennemdir. (4/10) (Ö. ÇELİK, 3/136)

En güzel bir yol ile yaklaşmak, bundan müstesnâdır. Bu yol ise, o malı muhâfaza etmek ve malın gelir getirmesini sağlayacak uygulamaları yapmaktır. (S. HAVVÂ, 8/183)

Yetimlerin zayıflığındanyararlanıp, onların mal ve mülklerine tecâvüz etmek haramdır.(4/2). ‘Zulüm ile yetimlerin mallarını yiyenlerkarınlarına ancak ateş yemiş olurlar. Onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.’ (4/10). (..) Peygamberimiz (s)’Allâh’ım, iki zayıf kimsenin, yetim ve kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum’ (İbn Mâce) diye duâ etmiş ve haksız yere yetim malı yemenin sakınılması gereken helâk edici yedi günahtan biri olduğu bildirilmiştir. (Müslim) Veli, yetimin malına, yetim rüşdüne erinceye kadar, en güzel bir şekilde yaklaşmakla yükümlüdür. Veli, yetimin malından başkasına borç veremez, malını kendi çıkarları için kullanamaz, zarara uğratamaz, israf edemez, zengin ise yetimin malından kendisi için harcama yapamaz, fakir ise emeği kadaralabilir. Velînin, yetim rüşdüne erince, malını teslim etmesi gerekir. (4/6, İ. KARAGÖZ 4/245)

(11). Onbirinci Emir: ‘Bir de ahdi yerine getirin.’ Emir ve yasaklarına uymak ve korumak sûretiyle Allah ile; onlara vermiş olduğunuz sözlerde durmak sûretiyle insanlarla ve karşılıklı ilişkilerinizle yaptığınız akitlere / sözleşmelere bağlı kalmak sûretiyle akitlerinizi yerine getirin. Çünkü bütün akitlerden ve ahitlerden dolayı kişi sorumludur. (S. HAVVÂ, 8/183)            

Ahid kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de yerine göre hem insanların birbirlerine söz vermelerinihem kulların Allâh’a söz vermeleri ifâde etmek için kullanılmıştır. Dolayısıyla hem Allâh’a hem Allâh’ın kullarına verilen sözün tutulması ve yapılan sözleşmelere uyulması farz, aksi davranış olan ahde vefâsızlık haram ve büyük günahtır. Âyet ve hadislerde ahde vefâ gösterilmesi emredilmekte ve bu emre uyanlar övülmekte, uymayanlar yerilmektedir. Bakara sûresinin 177’nci âyetinde cennetin kendileri için hazırlandığı müttakilerin özellikleri arasında ‘Sözleşme yaptıklarında sözleşmelerini yerine getirenler’ de zikredilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/245)

17/35-39  RABBİMİZİN  VAHYETTİĞİ  HİKMETLER

35. (Ey müminler!) Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru (vehassas) terâzi ile tartın. Bu daha hayırlıdır, sonu da daha güzeldir. [krş. 83/1-5]

36. (Ey mümin!) Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp / gönül; bunların hepsi ondan sorumludur. [bk. 49/12]

37. (Ey insan!) Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin (nede) boyca dağlara erişebilirsin.

38. Böylesi yasakların hepsi, Rabbinin katında hoş görülmeyen (davranışlar)dır.

39. (Ey Peygamberim!) Bu (emir ve yasak)lar, Rabbinin sana vahyettiği hikmet(ler)dendir. Allah ile berâber başka bir ilâh edinme (Allahyerineonabağlanma); sonra kınanmış, kovulmuş olarak cehenneme atılırsın. [krş. 1/4; 9/31; 23/117]

35-39. (35).(12). On ikinci Emir: ‘Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru (vehassas) terâzi ile tartın.’ Âyet, tartılarak ve ölçülerek alınıp satılan ürün ve malların ölçü ve tartılarının tam, eksiksiz, hilesiz ve hakkâniyete uygun olması gerektiğini ifâde etmektedir. Âyetteki emirler, ticâret yapan herkesi bağlayıcıdır. Yüce Allah, ‘Ölçüyü adâletle tam yapın ve eksik tartmayın.’ (55/9) âyetinde hem emrederek hem yasak koyarak vurgulu bir şekilde ölçü ve tartının tam yapılmasını, böylece kul hakkına özen gösterilmesini, ayarsız tartının kullanılmamasını, tartarken insaf ve adâletledosdoğru tartılmasını ve tartının eksiltilmemesini istemektedir. (İ. KARAGÖZ 4/247)   

Bu emir, hem bireylere hitap etmekte hem de, çarşı pazar alış verişlerinde ölçü – tartıya uyulup, uyulmadığını kontrol etmeyi İslâm Devletinin görevlerinden biri hâline getirmektedir. (MEVDÛDİ, 3/101)

Hadis: Bir kimse haram işlemeye gücü olduğu hâlde, sırf Allah korkusu dolayısıyla onu terk ederse, o sebeple mutlaka Yüce Allah, âhiretten önce, bu dünyâda onun yerine ondan hayırlısını ona verir.’ (S. HAVVÂ, 8/197)

(36).(13). On üçüncü Emir: ’Bilmediğin şeyin ardına gitme.’ Bu âyet-i kerîme, insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini, bilgisizce davranmasını, bilmediği kimseler hakkında konuşmasını, yalancı şâhitlik, iftirâ atmayı, bilgi sâhibi olmaksızın tahmin ile kişiler hakkında zarar verecek şekilde konuşma ve hareket yasaklanmıştır. (Ö. ÇELİK, 3/137)

Âyette insanın bilmediği bir konuda söz söylemesi, hüküm vermesi, bilgisizce davranması, bilmediği tanımadığı kişiler hakkında ileri geri konuşması, daha özel olarak yalancı şâhitlik yapması, iftirâ atması, kısaca bilgi sâhibi olmadan tahmine göre herhangi biri için maddi veya mânevi zarara yol açacak şekilde konuşması ve hareket etmesi yasaklanmaktadır. (..) Âyette bu bilgi kaynaklarının (kulak, göz, kalp) doğru kullanılması gerektiği, bunlardan sorumlu olunduğu ifâde edilmektedir. Kuşkusuz bu yasak, insan ilişkileriyle ilgili olup, bilimsel ve fikri konularda kurallara uygun olarak tahminler yürütmek, görüş belirtip ictihadlarda bulunmak meşru hattâ gereklidir. Nitekim Hz. Peygamber, Kitap ve Sünnette delil bulunmaması hâlinde şahsi görüş istikâmetinde uygulamalarda bulunmayı tasvip etmiştir. (Şevkâni’den KUR’AN YOLU, 3/482)

Şânı Yüce Allah bilgisizce, yâni vehim ve hayâlden ibâret olan zanna dayanarak sözler söylemeyi yasaklamaktadır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: ‘Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.’ (Hucurât, 49/12), (S. HAVVÂ, 8/197, 198)

‘Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.’ Allah Teâlâ, hesap günü insana bu organlarını, (kulak, göz ve kalp) nasıl kullandığını soracağı gibi, bu organlar da dünyâda neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. (Yâsin, 36/65, Fussilet, 41/20; Ö. ÇELİK, 3/137)

Duyulanbir haberi araştırmadan doğruymuş gibi başkalarına anlatmak insana vebâl yükler. Duyulan haberin doğru olup olmadığının araştırılması (49/6) ve doğrunun öğrenilmesinden sonra bir faydası olacaksa konuşulması gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/248)

(37).(14). On Dördüncü Emir: ‘Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.’  Âyet, kibirlilerin salınarak yürüdüğü gibi böbürlenip yürümeyi, insanlara büyüklük taslayarak dolaşmayı yasaklamaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/138)

Hadis: Rasûlullah, kibirin ne kadar kötü bir huy olduğunu vurgulamak üzere, ‘Kalbinde zerre kadar kibir bulunanın cennete giremeyeceğini’ bildirmiştir. (Müslim Îman 147’den, KUR’AN YOLU, 3/482)

İslâm ahlâk geleneğinde tevâzu, peygamber sıfatı olarak değerlendirilir. Furkan sûresinde (25/63), Allah’ın iyi kullarının başlıca hasletlerinden söz edilirken, ilk olarak tevâzu erdemine yer verilmiştir. (KUR’AN YOLU, 3/482)      

17/40-44  O’NU  TESBİH  ETMEYEN  HİÇ  BİR  ŞEY  YOKTUR

40. (Eymüşrikler!) Rabbiniz, erkek çocukları sizin için beğenip seçti de melekleri de kendisine kız çocukları edindi, öyle mi! Doğrusu siz, (vebâli) çok büyük söz söylüyorsunuz. [krş. 16/57; 19/88-95; 43/15-18; 53/21-22]

41. Hiç kuşkusuz düşünüp öğüt almaları için biz, (bugerçekleri) şu Kur’ân’da açıkladık.  (Fakatbuaçıklamalar), kâfirlerin ancak kaçışlarını artırıyor.

42. (Ey Peygamberim!) De ki: “Eğer dedikleri gibi O’nunla berâber birtakım ilâhlar olsaydı, o zaman onlar, Arş’ın sâhibi (Allâh’a yaklaşmak için) mutlaka bir yol ararlardı.”

43. Allah, onların dediklerinden tamâmen münezzehtir (uzaktır), çok yücedir, uludur.

44. Yedi gök, yer ve onların içindekiler Allâh’ı tesbih eder. O’na, hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbihlerini anlayamazsınız. Doğrusu O, Halîm’dir (cezâyaaceleetmezve) çok bağışlayıcıdır. [bk. 22/18]

40-44. (41).‘Andolsun ki biz, ibret alsınlar diye bu Kur’ân’da çeşit çeşit açıklamalar yaptık.’ ‘.. sarrafnâ / açıkladık’ açıkladık, beyan ettik, demektir. Yüce Allah, Kur’an’da insanlar için gerekli olan bütün bilgileri vermiş, insanlara emir, yasak, helâl ve haramları, îman, ahlâk ve ibâdet esaslarını açıklamış, müjde ve uyarıları yapmıştır, lâzım olan herşeyi beyan etmiştir. (16/89, İ. KARAGÖZ 4/254)

Bu Kur’ân-ı Kerim’de manaları defalarca tekrarladık durduk. Her bir tekrar, ayrı bir üslûpla yapıldı, ayrı bir yolla sunuldu. Her bir üslûbun değişik bir ses tonu ve ses uyumu, değişik düzeni ve örnekleri vardır ki, beşer gücünün böylesini gerçekleştirmesine imkân yoktur ve bunu insanlar öğüt alsın, diye yaptık. (S. HAVVÂ, 8/204, 205)

(42).‘De ki; Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, arşın sâhibi olan Allah’a ulaşmak için çâreler arayacaklardı.’  Allah Teâlâ ile berâber iki veya daha fazla ilâhın olması mümkün değildir. Farz-ı muhâl, böyle bir şey olsaydı,   şu ihtimâller devreye girerdi: (a) Eğerherbiri birbirinden bağımsız ilâhlar olsalar, sınırsız evrenin yönetiminde birbirleri ile anlaşamazlar ve evrenin işleyişinde düzen, âhenk ve denge olmazdı. (b)  Eğer onlardan biri en üstün ilâh olsa ve diğerleri bâzı yetkiler verdiği kulları olsaydı, onlar üstün ilâha itaat eden kullar olmazlardı. Kendileri en üstün olmaya çabalardı. (Ö. ÇELİK, 3/141; MEVDÛDİ, 3/103)

Nitekim Allah’ın emirlerine karşılık, kendi ilke ve emirlerini yürürlüğe koyan Firavun, Nemrut ve benzerleri de otoritelerine dayanarak ilâhlaşma gayreti içinde olmalarına rağmen, yine de Arş’ın sâhibi Allah’a karşı aciz kalıp ölmüşlerdir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/285)

(44).‘Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar Allâh’ı tesbih eder.’ Allah’ı tesbih, hem dille hem de hâlle olabilmektedir. Bu iki tür tesbih melekler, cinler ve insanlar için geçerli olduğu gibi, bu âyetin delâletiyle akılsız veya cansız olduğunu düşündüğümüz gökler, yer ve bunlarda bulunan diğer varlıklar için de geçerlidir. (Ö. ÇELİK, 3/142)

Yüce Allah buyuruyor ki, yedi gök ve yeryüzü O’nu takdis etmektedir. Onların içindeki bütün yaratıklar da aynı şekilde O’nu tenzih, tâzim, tekbir etmekte, Allah’ın birliğine tanıklık etmektedirler. (S. HAVVÂ, 8/206)

‘O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.’ Mahlûkat arasında Allâh’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Yâni, ya diliyle yâhut da lisân-ı hâliyle ‘Sübhânallâhi ve bi hamdihi’ der. Bu konuda tercih edilen görüş,  eşyânın ‘kâl diliyle’ Allah’ı tesbih ettiği görüşüdür. (S. HAVVÂ, 8/206)

Hadis: Abdullah b. Mes’ud (r) diyor ki; ‘Biz Allah Rasûlü (s)‘in yanında o hâle gelmiştik ki, boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhini işitirdik. (Buhâri Menâkıb 25’den, Ö. ÇELİK, 3/142)

Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Mekke’de bir taş biliyorum. Ben peygamber olarak gönderilmeden önce, o bana selâm veriyordu. Şu anda dahi o taşı tanırım.’ (Müslim Fezâil 2, Ö. ÇELİK, 3/143)

Hadis: Rasûlullah (s) kurbağanın öldürülmesini yasaklamış ve ‘onun çıkardığı sesler tesbihtir’ diye buyurmuştur.  (Nesai’den, S. HAVVÂ, 8/224)

‘Ne var ki, onların tesbîhini anlamazsınız.’ Çünkü onlar, sizin dilinizden farklı dillerle tesbih etmektedirler. Bu buyruk, hayvanları, insanları ve bitkileri de kapsayan genel bir ifâdedir. (S. HAVVÂ, 8/206)

Özetle, zerreden kürreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğinin etrafında sâniyede iki bin km. hızla dönen elektrona kadar evrendeki her şey, Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte, O’nun varlığına, birliğine, kudret ve hikmetine tanıklık etmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/486)           

17/45-48  KAPALI  KALPLER  SAĞIR  KULAKLAR

45. (Ey Peygamberim!) Kur’ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına gizli bir perde var ettik.

46. (Ve) onların kalplerine (kötüniyetlerindendolayı) onu anlamalarına engel olacak perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. (Ey Peygamberim!) Kur’ân’da Rabbini bir olarak andığın zaman, nefretle arkalarını dön(üpgid)erler. [bk. 39/45]

47. (Ey Peygamberim! Biz) müşriklerin, seni (Kur’ânokuduğunzaman) dinlerken, ne amaçla dinlediklerini ve (kendiaralarında) fısıldaşırken de o zâlimlerin: “Siz ancak, büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz.” dediklerini biz çok iyi biliriz.

48. (Ey Peygamberim!) Bak;  Sana (sihirbaz, kâhin, şâir, mecnundiye) nasıl benzetmeler yaptılar da (buyüzden) saptılar. Artık onlar doğru yolu bulamazlar.

45-48. (45).‘Kur’ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz.’ Kur’ân-ı Kerim dâvetini âhirete îman kaidesi üzerine bina eder. Bu bakımdan ancak âhirete îman edenler Kur’ân’a inanır, onun âyetlerine kulak verir ve dâvetine icâbet ederler. (En’am, 6/92) Âhirete îman etmeyenlere gelince, böyle kişilerin kalpleri katılaşır, onların üzerinde tortular, perdeler, kılıflar oluşur, kulakları dini gerçeklere karşı sağırlaşır. Böyle kimseler, Kur’ân’ın dâvetine hiçbir zaman değer vermezler, onu anlamazlar, sâdece gözleriyle gördükleri, elleriyle tuttukları dünyâ zevklerinin peşinden koşarlar. Aslında bu onların kendi tercihleridir. (Fussilet, 41/5) (Ö. ÇELİK, 3/144)

(47).‘…. Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.’ Ancak burada belirtildiği gibi zaman zaman onların bir yerlere gizlenerek âyetleri dinledikleri de olurdu ve bu sırada onda bir noksanlık yakalamaya çalışırlar, alaylı ve yalanlayıcı ifâdelerle aralarında fısıltılı konuşmalar yaparlardı. Âyette bu tür konuşmaladan söz edilmekte; genellikle Peygamber’e yönelttikleri ‘büyülenmiş’ şeklindeki iftirâlarına değinilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/489)

İbn-i İshâk’ın anlattığına göre Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Ahnes b. Şerik gibi putperest büyükleri bâzı gecelerde, biri diğerinden habersiz olarak Rasûlullah’ın bulunduğu yere giderek gizlice onun Kur’ân okumasını dinler, yolda tesadüfen karşılaştıklarında da birbirlerini suçlarlardı. (KUR’AN YOLU, 3/489, 490) 

Mekkeli müşrikler, peygamberlik öncesinde ‘güvenilir Muhammed’ dedikleri hâlde, peygamberliğini duyurduktan sonra ona ‘yalancı ve büyücü’ (38/4), ‘şâir ve mecnun’ (37/36) diyorlardı. 48’nci âyette bu husûsa ‘Bak, müşrikler senin için nasıl benzetmeler yaptılar’ cümlesi ile işâret edilmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/261)

17/49-52  İSTER  TAŞ  OLUN  İSTER  DEMİR  DİRİLTİLECEKSİNİZ

49. (Müşrikler) Dediler ki: “Birtakım kemik (yığını) ve un ufak toz (toprak) olduğumuz zaman biz mi yeni bir yaratılışla diriltilecekmişiz?” [bk. 36/77-78; 75/3; 79/10-12]

50, 51. (Rasûlüm! Müşriklere) De ki: “İster bir taş, ister bir demir (gibi) olun, ister gönüllerinizde büyüyen (dağlargibi) bir yaratık (olun, Allahsiziâhirettediriltecektir).” Yine: “Bizi kim (orada) diriltip geri çevirecek?” diyecekler. De ki: “Sizi ilk defa yaratan (diriltecektir).” O zaman sana başlarını sallayacaklar da (alayederek): “Ne zamanmış o?” diyecekler. De ki: “Umulur ki yakındır.” [bk. 30/27]

52. (Kıyâmet koptuğu) gün (Allah) sizi çağıracak, siz de hemen hamdederek O’nun çağrısına (kabirlerindenkoşarcasına) uyacaksınız ve (dünyâda) ancak pek az kaldığınızı zannedeceksiniz. [krş. 36/52]

49-52. (50).‘ diyecekler ki: Bizi kim yeniden diriltecek?’ Kemik ve unufak olmuş bedende bile yine de bir insanlık kokusu, hayâtı andıran birtakım olgular vardır. Demir ve taş ise, bunlara göre canlılıktan daha uzaktır, onlara deniyor ki: ‘İster taş olun ister demir, ister taş ve demirden başka canlanmasını ve hayâtın içine gireceğini bir türlü düşünemediğin hayattan daha uzak bir varlık olun… Allah sizi kesin diriltecektir. (S. KUTUB, 7/49)  

‘De ki: Sizi ilk defâ yaratan diriltecek’ yâni hiçbir şey değilken sizi yaratmış olan kimse, ikinci defa sizi tekrar diriltecek olan da O’dur. (..) Hâlbuki kemikler, ölenin parçaları idi. Hattâ cesedin diğer kısımlarının (et, kas gibi) etrâfında kümelendiği, hilkatinin temel direği idi. Onları kudreti ile ilk şekline döndürmek, Allah için olmayacak bir şey değildir. Fakat sizler, hayat bulma ihtimâli en uzak bir taş olsanız (..) sizi tekrar hayâta döndürmeye kâdirdir. (S. HAVVÂ, 8/209, 210)   

Dirilme, ölüm ile bedenlerinden ayrılan ruhların kıyâmetin kopması ve Allâh’ın emriyle yeniden inşâ edilen bedenlerle buluşup canlanmasıdır. ‘Allah, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu O’na göre ilk yaratmadan daha kolaydır.’ (30/27) (..) Yüce Allah, sûra ikinci defâ üfleninceinsanın bedenine âit aslî parçalarını biraraya getirir ve ona rûhunu iâde eder. Dolayısıyla yenide dirilme, hem beden hem de ruh ile olur. Nitekim şu âyette bu husus bildirilmektedir: ‘Ruhlar bedenlere iâde edilip birleştirildiği zaman.’ (81/7; İ. KARAGÖZ 4/263, 264)

‘Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar.’ Düşmanlıklarını veya kabul etmediklerini göstermek yâhut  da seninle alay için başlarını sallarlar. (MEVDÛDİ, 3/107)

(52).‘O gün (Allah) sizi çağıracak, siz de hemen hamdederek O’nun çağrısına (kabirlerindenkoşarcasına) uyacaksınız ve (kabirlerinizde) ancak pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.’ İsrâfil (a.s.) sur’a son üfürüşte (nefha) sizi kabirlerinizden kalkmaya çağırır, siz de İsrafil’e icâbet edersiniz. (İ. H. BURSEVİ, 11/179)

Mukâtil b. Süleyman’ın yorumu (..) şöyledir: İnsanların söz konun müddetle ilgili beyanları kabir (berzah) âlemiyle ilgilidir. Demek ki, âhiret hayâtının sonsuzluğu karşısında kabirdeki kalış süresi de çok kısa bir süre olarak telâkki edilecektir. (..) Ancak 49-52. Âyetler birlikte değerlendirildiğinde ‘..çok kısa bir süre kalmış olduğunuzu zannedeceksiniz.’ Sözüyle kastedilenin, kabirde geçen süre olduğu biraz daha ağırlık kazanmış olur. Çünkü söz konusu âyetlerde öncelikle müşriklerin dirilişi inkârları ele alınmakta, ardından da onlara taş, demir ya da hayâllerinde büyüttükleri en büyük cüsseli bir varlık da olsalar, mutlaka diriltilecekleri söylenmektedir. Bundan sonra da Allâh’ın çağrısı gerçekleştiğinde diriltilen her insanın, kabrinden doğrulup Allah’ı överek mahşer meydanına doğru gideceği ve bu esnâda daha önce kaldığı yerde çok kısa bir müddet geçirdiğini belirteceği ifâde edilmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/203)

Hadis-i Şerif’te şöyle denilmektedir: ‘Lâ ilâhe illallah’  ehli olan kimselere, kabirlerinde yalnızlık yoktur. Ben, ‘Lâ ilâhe illallah’  ehlinin kabirlerinden kalkarken, başlarından toprağı silkelediklerini ve yine ‘Lâ ilâhe illallah’ dediklerini görür gibiyim.’ (S. HAVVÂ, 8/229)

17/53-55  SÖZÜN  EN  GÜZELİNİ  SÖYLESİNLER

53. (Ey Peygamberim! Mü’min) kullarıma söyle: “En güzel sözü söylesinler.” Şüphesiz şeytan insanların aralarınaa fesat (vefitne) çıkarır. Şeytan şüphesiz, insana apaçık bir düşmandır.

54. (Ey insanlar!) “Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder, dilerse azap eder.” (Rasûlüm!) Biz seni onların üzerine (zorlayıcı) bir vekil olarak göndermedik.

55. (Ey Peygamberim!) Rabbin göklerde ve yerde olanları daha iyi bilir. Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık, Dâvûd’a da Zebûr’u verdik. [bk. 2/253]

53-55. (53).‘Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler.’ Bu emirde İslâmi edeplerin en üstün ve en zor olanlarından bir edep emredilmektedir. Sözü edilen bu edep, Müslümanın Müslüman kardeşine her hâl-ü kârda, kızgınlığında, sevincinde, şaka ve ciddi zamanlarında güzel söz söylemesidir, kalbi yaralamayan, bağları koparmayan bir söz söylemesidir. (S. HAVVÂ, 8/229)

Müminlere, kâfirlerle ve diğer İslâm düşmanları ile tartıştıklarında bile güzel sözler söylemeleri emredilmektedir. Onlar ne sert söz söylemeli, ne de abartılmış ifâdeler bulunmalıdır. (MEVDÛDİ, 3/107)

(..) Müminler hem kendi aralarındaki ilişkilerinde güzel olanı söylemeli, hem de câhillerle, nâdanlarla ilişkilerinde güzel olanı söylemelidirler. Nitekim Furkan sûresinde Rahmân’ın has kullarınınvasıflarısayılırken: ‘Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler; kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında incitmeksizin Selâmetle!’ derler, geçerler’ (Furkan25/63) buyrulur. Rasûlullah (s)’de insanlara edep ve ahlâk bakımından kardeşliği sağlayacak esasları öğretip ‘Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz.’ (Buhâri, Müslim) tavsiyesinde bulunur. (Ö. ÇELİK, 3/147)    

Âyette yüce Allah, kâfirler dâhil, insanlara yapıcı ve en güzel söz söylenmesini emretmektedir. Gerekçe olarak şeytanın bu sebeple insanların arasını açacağını, kavga, fitne ve fesat çıkaracağını bildirmektedir. Yüce Allah putlara bile sövülmesini ve kötü söz söylenmesini yasaklamaktadır. (6/108). (..) Yüce Allah, bu âyette müminlerin konuşmalarında güzellik, incelik, nezâket ve nezâfet bulunmasını istemektedir. Çünkü kötü söz ve davranış, insanların tepki göstermesine, aynı şekilde karşılık verilmesine, tartışmaya ve dargınlığa sebep olur. Kaba ve kırıcı söz söylemek kötü; güzel, tatlı, yapıcı ve nâzik söz söylemek iyidir. Öfkeye sâhip çıkmak,  ve affedici olmak (3/133), câhillere aldırmamak (7/199), ağır başlı olmak ve kendilerine sözle sataşanlara ‘selâm’ deyip geçmek (25/63) müttaki müminlerin özelliğidir. Bu itibarla müminlerin, insanlarla konuşurken dürüst, nâzik, edepli, dâimâ ölçülü ve kibar olmaları gerekir. Kötü mânâya çekilecek veya kardeşini incitecek nâhoş sözler, hitaplar ve davranışlar, insanların aralarının açılması için şeytana fırsat vermek anlamına gelir. (2/104, İ. KARAGÖZ 4/265)  

(54).‘İsterse size merhamet eder, isterse azap (eder.)’ YüceAllah dilediğini yapar (24/27), yaptığından da sorumlu değildir. (21/23), ancak azlâ zâlim değildir, kullarına zerre kadar zulmetmez (4/40). Yüce Allah, dünyâda herkese merhamet eder (7/156), îman etmek isteyenlere îmânı nasip eder, dilediğine hidâyet eder, dilediğini sapıklıkta bırakır (14/4), tevbe edenin tevbesibi kabul eder ve onu affeder (9/104), inkâr edip isyan edenleri cezâlandırır (48/6), îman edip ibâdet edenleri cennetle ödüllendirir. (İ. KARAGÖZ 4/266)

‘Biz seni onların üzerine vekil olarak göndermedik.’ Amellerinin bekçisi olarak ve işleri sana havâle edilmiş olarak göndermedik. Biz seni sâdece bir uyaran olarak gönderdik. Sana itaat eden cennete girer, uymayan da cehenneme girer. (S. HAVVÂ, 8/211)

(55).‘Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.’ Hz. Muhammed’in ulü’l azm peygamberlerin içinde en faziletlisi olduğunda, sonra İbrâhim’in (a.s.) geldiğinde görüş ayrılığı yoktur. Ondan sonra da meşhur olan görüşe göre Hz. Mûsâ (a.s.) gelir. (S. HAVVÂ, 8/230)

(..) (Yüce Allah),Peygamberlere de farklı özellik ve değer verebilir. Meselâ Hz. İbrâhim’i dost edinmiş (4/125), Hz. Mûsâ ile konuşmuş (4/164), Hz. Îsâ’yı babasız yaratmış ve küçük yaşta kendisine mucizeler vermiş (3/45-49), Hz. Süleyman’a ihtişamlı bir hükümranlık vermiş (21/78-82), Hz. Muhammed’i (s) âlemlere rahmet olarak göndermiştir. (21/107). Dolayısıyla her peygamberin Allah katında farklı değerleri, kendilerine özgü özellik ve üstünlükleri vardır. (İ. KARAGÖZ 4/267)

Hadis: Allah Hz. Peygamberi ümmetinin çokluğuyla da üstün kılmıştır. Nitekim Rasûlullah (s) ‘Cennet ehli yüz yirmi saftır. Bunlardan seksen safı benim ümmetimdir.’ buyurmuştur. (Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 11/189)

‘Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.’ Burada özellikle Dâvud ve Zebûr’un zikredilmesinin sebebi, (1) Kureyş, peygambere karşı mücâdele etmek için Yahûdilere mürâcaat ediyorlar. Yahûdiler de ‘Mûsâ’dan sonra peygamber yoktur, Tevrat’tan sonra kitap yoktur diyorlar. Şu hâlde bununla onların bu iddiâları çürütülmüştür. (2) Bununla üstünlüğün değerine işâret edilmiştir. Çünkü Dâvud (a.s.) büyük bir hükümdar idi. Böyle iken, burada onun hükümdarlığı göz önünde bulundurulmayıp da, Zebûr’un tahsis edilmesi, zikredilen üstünlükten maksat, mal ve mülk ile değil, ilim ve din ile üstünlük demek olduğunu gösterir. (ELMALILI, 5/306)

Zebur, semâvi bir kitaptır. Ancak tahrif edilmiş ve değişikliklere uğramıştır. Hatta şimdi, elde bulunan Zebûr’da yer alan bir takım fıkralarda, küfür ve şirk bile vardır. (S. HAVVÂ, 8/231)    

17/56-58  RABBİNİN  AZABI  HAKTIR

56. (Ey Peygamberim!) De ki: “O’ndan başka ilâh sandıklarınıza yalvarın. Onların, sizden (bir) sıkıntıyı kaldırmaya ve çevirmeye güçleri yetmaz.” [bk. 27/59-63; 34/22]

57. Müşriklerin (Allah’ayaklaştırsındiye) yalvardıkları (Mesih, Üzeyr, melekvediğerleri) ne varsa, (hepsi) kendileri Rablerine yaklaşmaya vesîle / yol ararlar; O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı korkunçtur. [krş. 5/35]

58. Hiçbir belde yoktur ki (inkâr ve zulümleri sebebiyle) kıyâmet gününden önce orayı yok etmeyelim yâhut şiddetli bir azap ile cezâlandırmayalım. Bu(nlarınhepsi), Kitap’ta (LevhiMahfûz’da) yazılıdır. [krş. 11/100-101; 65/8-9]

56-58.  (56). ‘De ki: Ondan (Allah’tan) başka iddiâ ettiklerinize duâ edin.’  Onları çağırın, fakat onların hastalık, fakirlik ve azap gibi herhangi bir sıkıntınızı giderebilecek güçleri olmadığı gibi, birisindeki sıkıntıyı alıp, öbürüne değiştirmeye güçleri de yoktur. (S. HAVVÂ, 8/212)

Bu uyarı, tevhid ilkesini işlemekte ve şirki reddetmektedir. Buna göre şirk,  sâdece Allah’tan başkasına secde etmekten ibâret değildir. Allah’tan başkasına yalvarıp, başkasından yardım dilemek te şirktir. (MEVDÛDİ, 3/109)

(57).‘Onun rahmetini umarlar, azâbından korkarlar.’ Âyette yüce Allah, kendisinin dışında ilâh diye tapılan varlıkların kıtlık ve hastalık gibi sıkıntı, âfet ve musîbetleri gidermeye, musîbetleri nîmete, hastalıkları sağlığa, kıtlığı bolluğa çevirmeye güçlerinin yetmediğini (bildirdi). Bu itibarla kendisinden başka hiçbir varlığa kulluk ve duâ edilmemesini, ilâh diye canlı ve cansız tapılan ve yalvarılan varlıkların âciz olduklarını, hattâ ilâh diye tapılan kimselerin en sâlih, en müttaki ve Allâh’a en yakın olanların kendilerinin bile Allâh’a yaklaşmak için vesîle aradıklarını (bildirdi). Allâh’ın rahmetini umduklarını ve azâbından korktuklarını bildirdi ve sâdece kendisine ibâdet edilmesini ve kendisine duâ edilmesini emretti. (..) ‘Allâh’ın rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar’ cümlesi, müminin korku ve ümit arasında olması, yâni ne Allâh’ın azâbından emin olması, ne de Allâh’ın rahmetinden ümit kesmesi gerekir. Allâh’ın rahmeti çok, azâbı şiddetlidir. (İ. KARAGÖZ 4/269, 270)

(58).‘Hiçbir belde yoktur ki kıyâmet gününden önce orayı yok etmeyelim yâhut şiddetli bir azap ile cezâlandırmayalım.’ Hâlkı zâlim olmadığı takdirde hiçbir ülkenin helâk edilmeyeceğini bildiren âyet (Kasas, 28/59) dikkate alındığında burada helâk edileceği veya şiddetli bir şekilde cezâlandırılacağı bildirilen ülkeler hâlkı yoldan çıkmış olanlardır. (..) ‘Bu, kitapta yazılıdır.’ Yâni Allah’ın şaşmaz yasasıdır. İnkârcılık, ahlâk bozukluğu ve zulümle birlikte varlığını sürdürebilmiş hiçbir uygarlık yoktur. Kur’ân bu gerçeğe, geçmiş kavimlerden sık sık örnekler vermektedir. (KUR’AN YOLU, 3/496)

17/59-60  RABBİN  İNSANLARI  ÇEPEÇEVRE  KUŞATMIŞTIR

59. (Sana) mûcizeler göndermekten bizi alıkoyan, ancak öncekilerin onu yalanlamış olmasıdır. Biz Semûd kavmine de açık bir mûcize olarak o dişi deveyi verdik ve (onuöldürdülerde) bu yüzden (kendilerine) zulmettiler (helâkoldular). Hâlbuki biz mûcizeleri ancak (âhiretazâbından) korkutmak için göndeririz. [bk. 7/73; 11/64-65; 26/141-159]

60. (Ey Peygamberim!) Hani sana: “Şüphesiz Rabbin, insanları kuşatmıştır.” demiştik. (Geceleyin) sana gösterdiğimiz (Mirâç’taki) temâşâyı ve Kur’ân’da lânetlenmiş olan (cehennemdekizakkumisimli) ağacı, ancak insanlara bir sınama olarak meydana getirdik. Biz onları (buağaçla) korkutuyoruz. Fakat bu, onların (inatlarındandolayı) daha da azgınlıklarını artırdı.

59-60. (59).‘Bizi mûcizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu mûcizeleri yalanlamış olmasıdır.’ Allah’ın ümmetler hakkındaki sünneti şudur: Herhangi bir ümmet, bir mucize isteyecek olsa ve bu istekleri kabul edildiği hâlde ona îman etmeyecek olurlarsa, bu dünyâ hayatında onları kökten yok eden azap gelir. (S. HAVVÂ, 8/214)

Müşrikler Rasûlullah (s)’e inanabilmeleri için ondan mucize olarak Safâ tepesini altın yapmasını, Mekkedeki kayalık dağların düzlenip ziraata elverişlikılınmasını istemişlerdi. Allah ona bildirdi ki, ‘istersen onların taleplerini karşılayayım, ama buna rağmen inkâr ederlerse helâk olurlar. İstersen onlara mühlet vereyim, belki sonları iyi olur.’ Rasûlullah da ‘Hayır, mühlet ver’ dedi ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Nesâi, F. BEŞER 1/605)

Tefsirlerde bildirildiğine göre Mekke putperestleri akıllarınca Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak için kendisinden Safâ tepesini altına çevirmesi, Mekke’nin dağlık çevresini bereketli bir ova hâline getirmesi gibi mûcizeler göstermesini isterlerdi. (bk. İsrâ 17/90-93). Âyette Allah, bu mûcizeleri gerçekleştirmeyişinin sebebini açıklamaktadır. Çünkü Allah’ın yasası uyarınca mûcizeler gösterildiği hâlde yine de inkârda direnirlerse – ki zâten bu isteklerinde samimi değillerdi – o takdirde hak ettikleri cezâ hemen verilecekti. Nitekim eski bir Arap toplumu olan Semûd kavminin istedikleri mûcize gerçekleştiği hâlde, bir mûcize olarak yaratılan ve kesinlikle zarar vermemeleri istenen deveyi boğazlamışlar, böylece Allah’ın buyruğunu tanımadıkları için cezalandırılmışlardır. (bk. A’raf 7/73-79; Hûd 11/61-68. Mûcizenin iknâ etmeyi değil korkutmayı, heyecan ve ürperti vermeyi amaçladığı belirtilmektedir. Kur’ân’ın amacı ise iknâ etmektir. (KUR’AN YOLU, 3/496, 497)

‘Nitekim Semûd kavmine, açık bir mûcize olmak üzere bir dişi deve vermiştik.’ Allâh-ü Teâlâ’nın bu âyette özellikle Semûd kavminizikretmesi, belki de Kureyş gibi Arap olmaları ve Kureyş’in, Semûd’un durumu hakkında fazlasıyla bilgi sâhibi olmasındandır. Çünkü Kureyş, onların yok edilişlerinin izlerini ticâret için gidip gelirken görürlerdi. (İ. H. BURSEVİ, 11/199)

(60).(..) Âyette yer alan ‘Hani sana, ‘Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik.’ sözü, lâfzen hiçbir insanın Allah’ın takdir ettiği  kaderin dışına çıkmayacağı; O, neye izin verirse ancak onu yapacağı anlamına gelmektedir. (..) el Hasen el Basri ise demiştir ki, söz konusu ifâde Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i vahyi tebliğ aşamasında koruması mânâsına gelir. (..) Yüce Allah (..) Mâide 5/67 âyetinde elçisini insanlara / kâfirlere karşı açıkça koruyacağını vadetmiştir. Görüldüğü gibi bu iki âyet, putperest müşriklerin Hz. Peygamber ve Müslümanlar karşısında başarı gösteremeyecekleriniortaya koymaktadır. Çünkü özellikle ‘..Rabbin insanları kuşatmıştır..’ sözüyle Yüce Allah, müşriklerin baskılarına rağmen Hz. Peygamber (s) ve Müslümanlar karşısında başarılı olamayacaklarını beyan etmektedir. Allah’ın bu vaadi sâyesinde de Hz. Peygamber birgün müşrikleri dize getireceğini biliyor ve buna gönülden inanıyordu. Allah Teâlâ da bu vaadini ona ya vahiyle ya da rüyâ ile bildirmişti. (M. DEMİRCİ, 2/203, 204)     

‘Sana gösterdiğimiz rüyâyı ve Kur’ân’da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik.’    Hadis: Buhâri, İbn-i Abbas (r) dan rivâyetle bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: Burada sözü geçen rüya, İsrâ gecesinde Rasûlullah’a (s)  gösterilen ve gözüyle gördüğüdür. Aynı şekilde bunu Mücâhid, Said b. Cübeyr, el Hasen, Mesrûk, Abdurrahman b. Zeyd ve başkaları da İsrâ gecesinde gösterdikleri ile tefsir etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 8/216)

Âyette geçen ‘fitne’ sınav, deneme demektir. Hz. Peygamberin isrâ ve mîracda yaşadıklarını ve gördüklerini anlatınca (a). Müşrikler anlatılanlara yalan, asılsız ve imkânsız dediler, (b). Müminler duyduklarını olduğu gibi kabul ettiler, (c). Îmanları gönüllerine henüz yeterince yerleşmeyenlerden bâzıları haberi imkânsız görüp irtidat ettiler. Böylece Hz. Peygamberin anlattığı gerçekler, kâfirler ve zayıf îmanlı müminler için bir imtihan oldu.

Onlar Yüce Allâh’ın ‘Şüphe yok ki zakkum ağacı o günahkârın yiyeceğidir.’ (Duhan, 44/43) buyruğunu işittikleri zaman, alay etmeye başladılar. Ve Muhammed cehennemin hem taşları yakacak kadar sıcak olduğunu söylüyor, hem de orada ağaç bittiğini iddiâ ediyor, Taberi’den. Ö. ÇELİK, 3/152)  ‘Ateşte nasıl olur da ağaç biter?’ dediler. Hattâ, Ebû Cehil, alay yollu şöyle demişti: ‘Haydi bize tereyağı ve hurma getiriniz.’ Sonra her ikisinden de yemeye başladı ve şöyle dedi: ‘Haydi zıkkımlanınız’, biz bundan başka bir zakkum bilmiyoruz.’ (S. HAVVÂ, 8/216)         

(..) Yüce Allah zakkumu ‘şecere-i mel’ûne’ diye vasıflandırmak suretiyle Allâh’ın emirlerine karşı çıkarak lâneti hak eden inkârcılara, cehennemde de ızdırap veren bir yemek yedireceğini daha dünyâda iken haber vermek istemektedir. Zîrâ Kur’ân’a göre kâfirler zakkumu yediklerinde karınlarında erimiş mâdenin yâhut kaynar suyun kaynaması gibi bir sıkıntı çekecekler (Duhan 44/43-46), ardından suya kanmayan develerin su içişi gibi o kaynamış suları içeceklerdir. Bu yüzden olmalı ki, Allah Rasûlü bir hadîsinde buyurmuştur ki: ‘Ey îman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslüman olarak canınızı verin. Şunu da bilin ki, zakkum ağacından yeryüzüne bir parça düşürülseydi, dünyâdaki bütün insanlar acılara boğulurdu. Şimdi bu durumda ondan başka yiyeceği olmayanları bir düşünün.’  (Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce; M. DEMİRCİ, 2/208).

17/61-65  ŞEYTAN  ALDATMADAN  BAŞKA  BİR  ŞEY  VAADETMEZ

61. (Ey Peygamberim!) Hani vaktiyle meleklere: “Âdem’e (kudretimiçin) secde edin.” demiştik de hemen secde ettiler, yalnız iblis etmedi: “Ben çamurdan yarattığın kimseye mi secde edeceğim?!” dedi. [bk. 2/30-34; 7/12; 38/76]

62. (İblis şöyle dedi:) “Şu bana üstün kıldığına baksana! Eğer kıyâmet gününe kadar beni (öldürmez) ertelersen, Andolsun ki onun soyunu, birazı hâriç, hükmüm altına al(ıpazdır)acağım.” dedi. [bk. 15/40; 38/82-83]

63. Allah (şöyle) dedi: (Ey iblis! Hadi git, sana kıyâmete kadar yaşama izni verdim.) İnsanlardan kim sana uyarsa şüphesiz cehennem, sizin cezâ yerinizdir. (Cehennemde) tam bir cezâ (çekeceksiniz). 

64. (Ey iblis!) “Onlardan gücünün yettiği kimseyi, sesinle (ayartmanla, şehvetiçerençalgılarlagünahakaydırabilirsen) kaydır; atlı ve yaya bütün kuvvetlerini üzerlerine topla; mallarda ve evlâtlarda onlara ortak ol, onlara (aldatıcışeyler) vaad et. (Ey insanlar! Bilesiniz ki) şeytanın insanlara yaptığı vaad, aldatmadır. (krş. 4/118-119, 7/16-17)

65. (Ey iblis!) “Doğrusu benim (gerçek) kullarım üzerine senin (hiç) bir etki gücün yoktur. Vekil olarak (onlara) Rabbin yeter.”

61-65. (62).‘… pek azı müstesnâ mutlaka onun soyunu emrim altına alırım, demişti.’ Onların üzerine üstünlük kuracak, onları saptıracak ve aldatmalarımla onların kökünü kazıyacağım. Ancak ihlâslı olanlar, bundan müstesna kalabilecek.

Şeytanın insana vereceği zararlar dört yöntem olarak açıklamak mümkün:

(64).(1). Birinci Yöntem:  ‘Sesinle (yânivesvesenle) onlardan gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat!’ Şeytan, kandırıcı sesiyle, vesvese ve tahrikleriyle gücü yettiği kimseleri ayartır, baştan çıkarır, günahlara kaydırır. (Ö. ÇELİK, 3/154)

(2). İkinci Yöntem: ‘Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü.’  Süvâri ve yaya birliklerini toplayıp insanlar üzerine hücum eder, saldırır. Bu süvâri ve yaya birlikleri şeytanın her türlü hîle ve desiseleri olabileceği gibi, aynı zamanda ona isyan eden herkestir. Nitekim âyet-i kerîmede şeytanların hem cinlerden, hem de insanlardan olabileceği beyan edilir. (En’am 6/112, Nas, 114/3-6; Ö. ÇELİK, 3/154)

(3). Üçüncü Yöntem: ‘Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol.’  Şeytan insanların mallarına ve evlâtlarına ortak olur. (Ö. ÇELİK, 3/154)  ‘Mallara ortak olması’: Helâl olmayan yerlerden mal toplayıp, haram yerlerde harcamak. Câhiliye döneminde Bahîre ve Sâibe gibi hayvanları haram kılmaları (S. HAVVÂ, 8/218), şeytanın gasp, hırsızlık, fâiz gibi haksız yollarla servet edinmeye teşvik etmesidir. (Ö. ÇELİK, 3/154) ‘Çocuklarda onlara ortak olma’: Doğan çocuğa Allah’ın hoşlanmadığı isim koymak, Allah’ın râzı olmayacağı başka dîne sokmak, onu öldürmek, diri diri gömmek. (S. HAVVÂ, 8/218)

(4). Dördüncü Yöntem: ‘ve vaadde bulun.’ Putların şefaatçi olacağını, dünyâ hayâtını tercih etmelerini, yalan vaadler yap, demektir. (S. HAVVÂ, 8/218)

(65).‘Şüphesiz benim kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.’    Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Yolculuk hâlinde herhangi biriniz nasıl ki devesinin dizginlerini tutup sürüklüyorsa, mümin de şeytanlarını öylece tutup sürükler.’ (Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 8/233)

Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Onlardan birisi hanımına yaklaşmak isteyip te, ‘Allâh’ın adıyla, Allah’ım şeytanı bizden uzaklaştır ve bize bağışlayacağın rızıktan şeytanı uzaklaştır ve bize bağışlayacağın rızıktan şeytanı uzak tut’ diyecek olursa, eğer bu ilişkileri sonucu, onlardan bir çocuk olması mukadder ise, şeytan ona ebediyyen zarar vermez.’ (Buhâri, Müslim’den, S. HAVVÂ, 8/234)         

17/66-70  İNSANOĞLU  ÇOK  NANKÖRDÜR

66. (Ey insanlar!) Rabbiniz, bol nîmetinden (rızık) aramanız için, denizde gemileri yüzdürendir. Şüphesiz O, size karşı çok merhametlidir.

67. (Ey müşrikler) Denizde bir musîbete uğradığınız zaman, O’ndan başka tapındıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi karaya çıkarıp kurtarınca, yine yüz çevirirsiniz. Şu (kâfir ve isyankâr olan) insanoğlu çok nankördür! [bk. 16/53]

68. (Ey insanlar! Allah’ın) kara tarafında iken (sizi) yere batırmasına veya üzerinize taşlar yağdıran bir kasırga göndermesine karşı bir güvenceniz mi var? Sonra kendinize hiçbir koruyucu bulamazsınız. [krş. 67/16-17]

69. Yâhut sizi bir kere daha oraya (denize) döndürüp inkâr etmeniz sebebiyle, üzerinize kırıp geçiren bir fırtına gönderip sizi boğmayacağı konusunda güvenceniz mi var? (Bunlarbaşınızageldikten) sonra, kendinize hiçbir yardımcı (vekoruyucu) bulamazsınız.

70. Andolsun ki biz, Âdemoğlunu şeref (değer, itibar ve nîmet) verdik. Onları karada ve denizde taşıdık, onlara güzel/temiz/helâl şeylerden rızık verdik ve gerçekten onları yarattıklarımızdan pek çoğuna üstün kıldık.

66-70. (66).‘Rabbiniz lütfundan rızık arayasınız diye gemileri sizin için denizde yüzdürendir.’ Suyu yaratan ve denizlerde toplayan, suya kaldırma gücü veren, denizlerde balık ve benzeri birçok nîmet var eden, insanlara gemi yapma yeteneği veren, gemilerin denizde batmadan yüzmesini sağlayan yüce Allah’tır. (..) Denizlerde gemilerle taşımacılık ve ticâret yapma ve deniz ürünleri avlama ve mücevherat çıkarma imkânı veren yüce Allah’tır. Bütün bunlar yüce Allâh’ın kullarına bir lütfudur. (İ. KARAGÖZ 4/278)

(67).‘O sizi kurtarıp karaya çıkardığında (yineeskihâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür.’ Allah Teâlâ yardım edip, sizi sağ sâlim karaya çıkardığı zaman o tevhid hâlini kaybeder, tekrar şirke dönersiniz. Bu insanın nîmetleri unutup, hemen nankörlüğe dönen zayıf bir yaratılışta olmasının neticesidir. Demek insan, en çok bu nankör benliğini aşmak için çalışmalıdır. (Yûnus 10/22-23, Ö. ÇELİK, 3/155)

Rasûlullah (s) Mekke’yi fethettiğinde, Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Habeşistan’a gitmek için gemiye bindi. Oldukça şiddetli bir kasırga geldi. Gemidekiler birbirlerine ‘Yalnızca Allâh’a duâ etmekten başka, hiçbir şeyin faydası olmaz’ dediler. İkrime de kendi kendine ‘Allâh’ım sana söz veriyorum, eğer beni bu denizden sağ sâlim çıkartacak olursan, elimi Muhammed’in eline vereceğim’ dedi. Selâmetle denizden kurtuldular. Rasûlullah (s)’in yanına dönüp İslâm’a girdi. (S. HAVVÂ, 8/234)

(70).‘Andolsun ki biz Ademoğlunu mükerrem kıldık.’ Akıl, konuşma, yazı, güzel şekil, mûtedil boy – pos, dünyâ ve âhiret işlerini çekip çevirme, başka varlıklar üzerinde egemen olma, eşyânın ona hizmet etmesi, elleriyle yemek yemesiyle üstün kıldık. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 8/234)

Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâki yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sâhip olmasıyla açıklanmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/503)

Aslında insana verilen en büyük nîmetin akıl olduğu konusunda insanlık hemfikirdir. Çünkü onun sâyesinde insan, eşyanın gerçeklerini aslına uygun olarak kavrayabilmektedir. Bu yüzdendir ki Râzi, insanın diğer yaratıklar karşısındaki üstünlüğünü ona bahşedilen akıl gücüyle açıklamaktadır. Zîrâ akıl, madde ve mânâ âleminin sırlarına ulaşan, sâhip olduğu bilgi sâyesinde de Allâh’ın ruhlar ve cisimler âleminde yaratmış olduğu varlık türlerini kuşatan bir güçtür. Onun sâyesinde ancak insan mârifetullah sırrına ulaşmaktadır. Bu sebeple insan bu âlemdeki varlıkların en değerlisidir. (Râzî’den, M. DEMİRCİ, 2/212)

(..) İnsan diğer varlıklar karşısında üstün meziyetlere sâhip olsa da, onun Allah katındaki üstünlüğü ve değeri ya da değersizliği tamâmen îman ve amelle ilgilidir. Yâni îman ve ihlâs sâhibi kulların Allah katında bir değeri vardır, şâyet onu üstün kılan bu meziyetler kendisinde mevcut değilse, o durumdaki insan için üstünlükten ve değerden söz etmek mümkün değildir. (M. DEMİRCİ, 2/213)

Şu hâlde insanı bu derece yücelten Allah olduğuna göre, insan sâdece O’na kulluk etmeli, başka âcizlere kulluk ederek kendi insanlık değerini düşürmemelidir. Görüldüğü gibi, insanın şerefli olmasının bir yönü de, bütün varlıkların onun hizmetine verilmiş olmasıdır. Bir bakıma bütün kâinat insana hizmet için hareket etmektedir. (Câsiye, 45/12, 13; İbrâhim, 14/32, 33; Ö. ÇELİK, 3/157)

İnsanlar aklı ve şehevi arzuları olmayan varlıklar ile cinlerden üstündür. İnsanların iki çeşit değeri vardır: Biri aklı, irâdesi ve yetenekleri gibi vehbi olanlar. Bu değer yaratılıştan gelir. Diğeri îman ve ibâdet etmesi, haram ve günahlardan sakınması ve güzel ahlâk sâhibi olması gibi kesbi olanlar. Bu değeri insan, kendi irâdesi ve Allâh’ın izni ve yardımı ile kazanır. Âyette sözü edilen değer ve üstünlük Vehbi olan değer ve üstünlüktür. İnsan bu değer ve üstünlüğüne îman, ibâdet, güzel ahlâk ve takvâ ile devam ettirebilir veya inkâr, isyan ve zulüm ile düşürebilir. (bk. 49/13, 95/4-6, 7/179; İ. KARAGÖZ 4/282, 283)

‘Onları karada’ (hayvan ve âlet türünden çeşitli binekler üzerinde) ‘ve denizde taşıdık, temiz nîmetlerden onları rızıklandırdık.’ Ekin, meyve, et, süt ve diğer çeşitli yiyecekler (ve meyvelerle) onları rızıklandırdık. (S. HAVVÂ, 8/237)

Güzel güzel rızıklar’danmaksat, hem helâl hem de hoşa giden rızıklardır.Buradainsanın, ihtiyaç duyduğu şeylerin helâlini araması yanında sağlık yönünden  daha kaliteli, daha temiz, estetik yönden daha güzelolmasına özen göstermesi gerektiğine de işâret vardır. (KUR’AN YOLU, 3/504)

‘.. ve yaratmış olduklarımızın çoğuna onları üstün kıldık.’  İbn-i Abbas (r. Anhüma) diyor ki: Birçok hayvan, yiyeceğini eğilerek ağzı ile yer, insan ise yemeğini eli ile ağzına götürür.‘ Allah katında mümin, meleklerden şereflidir (üstündür) Meleklerde şehvetsiz akıl, hayvanlarda akılsız şehvet, insanlarda akıl ve şehvet birlikte vardır. Üstünlük, hem cismâni, hem rûhânidir. Cismânide Müslüman ve kâfir eşittir. Rûhâni üstünlük ise, peygamberlere, velîlere ve mümin kullara özgü olarak farklılıklar arz eder. (Beydâvi’den, H. T. FEYİZLİ, 1/288)     

17/71-77  HER  TOPLULUĞU  ÖNDERLERİYLE  ÇAĞIRACAĞIZ

71. ‘’O gün (kıyâmet)te insanların hepsini önderleriyle çağıracağız; kimin kitabı (ameldefteri) sağından verilirse onlar, kitaplarını okurlar ve kıl kadar bir haksızlığa uğratılmazlar. [krş. 18/49; 45/28-29]

72. Kim bu dünyâda (hakikatlere) kör ise, o, âhirette de kördür; hattâ, yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.

73. (Ey Peygamberim!) Müşrikler, bize karşı sana vahyettiğimiz şeyden başka bir şey uydurman için az kalsın seni fitneye düşürecekler o takdirde seni dost edineceklerdi. [krş. 6/56; 109/1-6]

74. (Ey Peygamberim!) Şâyet, seni (hakta) sâbit kılmasaydık, onlara birazcık meyledecektin.

75. (Ey Peygamberim! Müşriklere meyletseydin) O zaman, hem hayâtın hem de ölümün (azâb)ını sana iki kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.

76. (Rasûlüm!) Seni (dâvandanvazgeçiremeyince) yurdun (olanMekke’)den çıkarmak için seni rahatsız ediyorlar; ama o takdirde, kendileri de senin ardından pek az kalacaklar.

77. (Ey Peygamberim!) Senden önce gönderdiğimiz peygamberler(idışlayanlar) hakkındaki (ilâhî) kânun (bu)dur. Sen bizim sünnetimizde aslâ bir değişiklik bulamazsın.

71-77. (71).‘O gün (kıyâmet)te insanların hepsini önderleriyle çağıracağız.’    İmam, hidâyet ve dalâlette öne geçilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir ki, bir peygambere, bir kitaba, bir dîne, bir mezhebe veya herhangi bir başkana, bir kumandana denilebilir. Şu hâlde o gün, her insan topluluğu ilâhi ve şeytâni önderlerine nispet edilerek çağırılacaklar. (ELMALILI, 5/314, 315)  Abdullah b. Abbas’a göre ilgili âyette geçen imam  sözcüğü, insanların dünyâda hayır ve şer adına yapıp ettiklerinin yazılı olduğu ‘amel defteri’ demektir. (M. DEMİRCİ, 2/213)

‘Kimin kitabı (ameldefteri) sağından verilirse, onlar, kitaplarını okurlar.’ Âyette amel defteri sağ tarafından verilecek olanların onları okuyacakları bildirilirken, solundan verilenlerden söz edilmemiştir. Râzi’ye göre amel defteri solundan verilenler, içerdiği büyük kötülükleri, çirkinlikleri, günahları görünce kalplerini korku ve dehşet sarar, amel defterini okuyacak mecal kalmaz. (KUR’AN YOLU, 3/505)

İnsanlardan kimi peygamberlerin önderliğinde Allâh’ın emrine uygun yaşamış kimi de yaşantıları Allah’ın emirlerine aykırı olan liderlerin peşinden gitmişler, onlara bağlanmışlar, hattâ onları tabulaştırmışlardır. Yüce Allah hem bu tür liderlere hem de onlara uyanlara iki kat cezâ vereceğini âyetlerde açıklamıştır. [bk. 2/165-167; 7/38; 33/66-68; 37/22-35; 38/59-61] Kıyâmette, “Her kim dünyâda neye tapmış / bağlanmış ise onun peşinden gitsin.” denecek. Tâğûta bağlananlar da onların peşinden gidecek.) [bk. Buhârî, “Rikak” 52] (H. T. FEYİZLİ, 1/288)

‘.. kıl kadar zulme uğratılmazlar.’ Yüce Allah, kullarına zulmetmek şöyle dursun , zulmetmeyi bile murad etmez. ((40/31). ‘Allah insanlara hiç zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.’ (10/44). Dünyâda ve âhirette insanların mâruz kaldıkları  sıkıntılar, musîbetler ve cezâlar kendi elleriyle işledikleri günahlar sebebiyledir. (42/30; İ. KARAGÖZ 4/285)

(72).‘Bu dünyâda kör olan kimse, âhirette de kördür;’ Bu nîmetlere karşı nankörlük eden, âhirette de kör, sağır ve dilsiz olarak ve yüzükoyun sürünerek haşr olunacak (İsrâ, 17/97; Tâhâ, 20/120-124) ve kitabı solundan verilecektir. (Ö. ÇELİK, 3/158)

Onlar, İslâm’ın yolunu bırakıp kendilerine hoş gelen küfrün, şirkin ve bâtılın yolunu seçtiler ve onun içerisinde bocalayıp durmaktadırlar. [bk. 2/15-16; 20/124-127] (H. T. FEYİZLİ, 1/288)

(73).‘…Seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi.’ (..) Peygamber’in putperestleri İslâm’a çekmek ve Müslümanlara güvenlik ortamı sağlamak istemesi, onun içinde putperestlerin bâzı önerilerini olumlu karşılama eğilimi doğurdu. Bu öneriler, onlara karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, kendilerini dinleme, liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamber’in onları memnun etmesini sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve sonuçta dini yaymaya yarayacak davranışlardı. En azından bunlar Müslümanlara bir zarar doğurmayacaktı. İşte âyet Resûlullâh’ı bu tür tutumlar hususunda dikkatli olmaya çağırmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/507) 

Yüce Allah’ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sâhiplerinin dâvâ adamlarını yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları dâvânın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli söz konusudur. Dâvâ sâhiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir tâviz için büyük servetleri fedâ ederler. Bâzı dâvâ sâhipleri bu tekliflere kanabilirler. (..) Hâlbuki yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yol açar. Küçük de olsa dâvânın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa dâvânın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dâvâ adamı, daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zîrâ bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. (..) Burada sorun, dâvâya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, dâvânın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa dâvânın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin dâvâsına gerçek anlamda îman ettiği söylenemez. Dâvânın her tarafı,  her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Dâvanın için ‘olmasa da olur’ diye bir şey yoktur. Dâva her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. (S. KUTUB, 7/65, 66)   

(74).‘Eğer seni sebatkâr bulmasaydık, gerçekten neredeyse onlara birazcık meyledecektin.’  Sana sebat vermemiş, seni korumamış olsaydık, onların hîle ve tuzaklarına az da olsa, meyledecek olurdun. (S. HAVVÂ, 8/259)

Hadis: Bu âyetlerin inişinden sonra Rasûlullah (s) ‘Allah’ım! Göz açıp kapayacak kadar bir süre bile beni nefsime bırakma’ diye duâ etmiştir. (Ebu Dâvud, Ö. ÇELİK, 3/160)

Gerçekten de Allah Rasûlü (s), bütün zamanların en şiddetli kâfirleri ve en sinsi münafıklarına karşı dimdik durdu, insanları İslâm’a davette son derece bir sebat, sabır, cesâret ve şecaat sergiledi. Döneminin büyük güçlerinin, Yahudilik ve hıristiyanlık gibi büyük dinlerin mensuplarının, kendi kavminin, Ebû Leheb gibi amcasının en sert muhâlefetine rağmen en küçük bir tereddüt, korku ve endişe göstermedi. Tek başına bütün dünyaya meydan okudu. Neticede İslâm kemâle ererek zafere ulaştı ve tüm dünyâya yayıldı. (Ö. ÇELİK, 3/160)    

Bu âyetler aynı zamanda, inançsızların bütün plan ve tuzaklarının üstesinden gelebilmek için peygamber dâhil herkesin Allah’ın yardım (ı) ve desteğine muhtaç olduğunu ifâde etmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/160)

(75).‘O zaman, hem hayâtın hem de ölümün (azâb)ını sana iki kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.’ Sonuç elde etmek için hoşgörü ve tâviz adına iyi, doğru ve gerekli olduğuna inanmadığı şeylere inanıyormuş gibi görünmek, (mış gibi yapmak) İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz, insan haysiyetiyle çelişen küçültücü bir durumdur. Kur’ân-ı Kerim’de inançta ikiyüzlü olanlar (yâni münâfıkların) cehennemin en dibinde göstermesi (Nisâ, 4/145)’nin sebebi de budur. (KUR’AN YOLU, 3/508, 509)

(76).‘Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için nerdeyse dünyâyı başına dar getirecekler.’ Müşrikler, Peygamberi (s) bu oyuna getirmekten âciz kalınca, O’nu yurdu olan Mekke’den sürgün etmeye giriştiler. Fakat Yüce Allah daha önce Kureyş’i yok ederek cezâlandırmayacağını bildiği için, Peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi  (s) baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyâda cezâlandırmayı hak etmiş olurlardı. (S. KUTUB, 7/66)

‘Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kânun (dabudur). Bizim kânûnumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.’ Bu âyet-i kerimenin işâret ettiği bir mûcize söz konusudur. Hicretten bir buçuk sene sonra Bedir’de müşrikler hezimete uğradılar. On sene geçmeden Mekke fethedildi ve herkes Müslüman oldu. Mekke’de bir tek müşrik kalmadı. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberleri hakkında devam eden (sünnetullah) ‘Onları mutlakâ zafere eriştireceği ve kâfirleri helâk edeceği‘ yönündeki değişmez kânûnu (Sâffât, 37/171-173, Mümin, 40/51) peygamberimiz hakkında da böylece gerçekleşmiş oldu. (Ö. ÇELİK, 3/161)                

17/78-82  KUR’ÂN  ŞİF  VE  RAHMETTİR

78. (Ey Peygamberim!) Güneşin (tepenoktasınagelip) kaymasından, gecenin kararmasına kadar (öğle, ikindi, akşam, yatsıvakitlerinde) namaz kıl; sabah namazını da (öylecekıl). Çünkü sabah namazı (için, ovakittebirleşengecevegündüzmelekleritarafından) şâhitlik edilir. [Beşvakitnamaziçinayrıcabk. 11/114; 30/17-18]

79. (Ey Peygamberim!) Gecenin bir kısmında (uyan,) sana özgü bir ilâve olarak gece namazı (teheccüd) kıl. Rabbin (böylece) seni övülmüş bir makâma ulaştırsın. 

80. (Ey Peygamberim!) De ki: “Yâ Rabbi! (gireceğimyere) beni doğruluk üzere dâhil et. (Çıkacağımyerdende) beni doğruluk çıkışıyla çıkar. Bana tarafından yardım edici bir kuvvet (iktidar) ver.”

81. (Ey Peygamberim!) De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.” Çünkü bâtıl, daima yok olmaya mahkûmdur. [bk. 34/49]

82. (Ey Peygamberim!) Biz Kur’ân’dan, inananlar için, şifâ ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. (Kur’ân) zâlimlerin ancak zararını artırır. [krş. 10/57; 41/44]

78-82. (78).‘Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah namazını da. Çünkü sabah namazı şâhitlik edilir.’ Âyetteki ‘dülûkü’şşems’  (güneşin batıya yönelmesi) öğle ve ikindiyi, ‘ilâ ğasaki’lleyl’ (gecenin karanlığına kadar) da akşam ve yatsı namazlarını, ifâde eder. Daha sonraki, ‘kur’ânel fecr’ sabah namazı demektir. Böylece bu âyette beş vakit namazın vakitlerine genel olarak yer verilmiştir. (..) ‘Çünkü sabah namazı şâhitlidir.’ Gece melekleriyle, gündüz melekleri sabah namazında imamın arkasında toplanır. Namazdan sonra gece melekleri semâya yükselir, gündüz melekleri kalır. İki grubun nöbet değişimi için bir arada bulunması yüzünden bu namaza ‘şahitli namaz’ denilmiştir. (Buhâri Tefsir 17-10’den, H. DÖNDÜREN, 1/474, 475)

(79).‘Gecenin bir kısmında uyanarak, sana özgü bir nâfile olmak üzere namaz kıl.’ Nâfile (en Nefl), kök olarak fazlalık anlamındadır. Yâni farz namazlara ek olarak ümmetin dışında, yalnızca sana özgü bir farz olmak üzere demektir. (İ. H. BURSEVİ, 11/239)

Teheccüd namazı İslâm’ın ilk yıllarında hem peygamberimiz (s.a.) hem de Müslümanlara farz kılınmıştı. Duruma göre gecenin bir kısmını teheccüd, Kur’ân kırâeti ve ibâdetle ihyâ ediyorlardı. (Müzzemmil, 73/1-4) Sonra efendimiz (s) için farz bir ibâdet olarak kaldı. Diğer Müslümanlardan ise farziyyeti kaldırılıp, kuvvetli bir sünnet olarak devam etti. (Müzzemmil, 73/20)

Teheccüd namazının sekiz, dört veya iki rekat kılınabileceği yönünde rivâyetler vardır. (KUR’AN YOLU, 3/512) 

Hadis: ‘Aman, gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allah’a yakınlık vesîlesidir. Bu îbâdet, günahlardan alıkor, hatâlara kefâret olur ve bedenden dertleri giderir. (Tirmizi Deavât 101, Ö. ÇELİK, 3/163)

‘.. umulur ki Rabbin, seni makâm-ı mahmûda eriştirir.’    ‘Makâm-ı Mahmûd’: Çoğunluğa göre, Hz. Muhammed’in erişeceği şefâat makâmı veya kendisine livâü’l hamd (övgü sancağı) nın verileceği makamdır. İnsanlar kıyâmet günü, Hz. Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ peygamberlere başvurarak şefaat etmeleri için yalvaracak, en sonunda Hz. Muhammed, şefaat edecek. İşte ona verilen bu yetki, Makâm-ı Mahmûd adını alır. (Buhâri, H. DÖNDÜREN, 1/475)

(80).‘.. ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla.’ Her nereye girsem ve nereden çıksam, bir işe başlamak veya onu bitirmek, hepsinde doğruluk hâkim olsun. (S. HAVVÂ, 8/242)

İbn-i Abbas’tan: Peygamberimiz (s), Mekke’de idi. Daha sonra ona hicret etmesi emredildi. Yüce Allah da bu buyruğu (80. Âyet) indirdi. (S. HAVVÂ, 8/254)

‘Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla’ Duâcümlesi,  herhangibiryerzikredilmediği için mutlaktır. Her girilen ve çıkılan yeri ifâde eder. Dolayısıyla âyet, Müslümanların herhangi bir yere girerken veya herhangi bir yerden çıkarken böyle duâ etmelerinin gerektiğini ifâde eder. (..) Âyet, özü – sözü, işi ve davranışları ile müminlerin dürüst olmaları, aslâ doğru yoldan ayrılmamaları, her işin hayırlı sonuçlanması için Allâh’a duâ etmeleri ve her hayırlı işte Allah’tan yardım istemeleri gerektiğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/295, 296)

‘  ve tarafından bana, kâfirleri mağlup edecek kudretli bir yardımcı ver.’ Bana gizli kahredici bir delil, mağlûp edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlûp ve kahredilmiş, îman edenler üstün gelmiş ve zafer kazanmış olsun. (ELMALILI, 5/317)

(81).‘Yine de ki, ‘Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.’ Buradaki hak Allah’ın hoşnıt olduğu, O’na itaat anlamı taşıyan herşeyi kapsar. İnsanı şeytana uymaktan koruyan her şey hak, şeytana boyun eğme sayılabilecek  her şey de bâtıldır. Kur’an hakkı getirmiştir, Allah’ın elçisi putperestlere karşı bütün anlamlarıyla hakkı gerçekleştirmenin ve bütün anlamlarıyla bâtılın kökünü kurutmanın mücâdelesini vermiştir. (KUR’AN YOLU, 3/515)

İslâm’a uygun olmayan her inanç, her fikir ve hareket Allah katında bâtıldır; geçersizdir. İslâm’ın nûruyla aydınlananlar küfür karanlığından kurtulurlar. Çünkü karanlığı gideren ancak ışıktır. Peygamberimiz Mekke’nin fethi günü 360 putu asâsıyla iterken bu âyeti okumuştur.) [krş. 21/18] (H. T. FEYİZLİ, 1/289)

Bu âyetin verdiği müjde, on sene gibi kısa bir süre sonra Rasûlullah (s)’in Mekke’ye bir fâtih olarak girdiğinde ve Kâbe’ye girip üçyüz altmış putu kırarak aynı ilânı yaptığında gerçekleşmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/165)

(82).‘Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifâ ve rahmettir, zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.’ Müfessirler genellikle Kur’ân’ın şifâ ve rahmet oluşunu mânevi anlamda açıklamışlardır. Buna göre Kur’an’da şifâ vardır; yâni o, îman, amel ve ahlâka ilişkin mânevi hastalıkları iyileştirir, müminleri bunlardan korur. Kalplerden câhillik örtüsünü kaldırır, Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kuşkuları ve tereddütleri giderir. Kur’an’da rahmet vardır; yâni Kur’an kısaca din ve dünyâ hayâtının doğru, sağlıklı ve güzel olması için gerekli bilgiler içerir. Hakkını vererek okuyanlara büyük ecirler kazandırır, Allah’ın mağfiretine ve hoşnutluğuna lâyık kılar; Kur’an müminler için güçlükleri kolaylığa çevirir, kusurları giderir, günahları siler. (KUR’AN YOLU, 3/515)

Kur’ân’ın müminlere şifâ olabilmesi için, ona îman etmek, onu okumak, öğrenmek, tanımak, anlamak, îmânın gereği olarak emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, hüküm ve tavsiyelerine uymak gerekir. (3/101, 103; 4/125, 7/170; İ. KARAGÖZ 4/298)

Hadis: Kur’ân-ı Kerim, mânevi hastalıklara şifa olduğu gibi, insan bedeni hastalıklarına da şifâdır. Nitekim Rasûlullah (s) buyurur: ‘Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’ân.’ (İbn-i Mâce)

Hadis: Hz. Âişe (r) der ki: Rasûlullah (s) vefâtı ile neticelenen hastalığında, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okur ve kendisine üflerdi. (Râvinin bildirdiğine göre, ellerine üfler, sonra da ellerini yüzüne sürerdi. (Buhâri)

Hadis: Sahâbeden Ebû Said el Hudri (r) bir sefer esnâsında uğradıkları bir Arap kabilesinin yılan tarafından ısırılmış reisine fâtiha sûresini okumuş ve adam iyileşmiştir. (Buhâri Tıb 32, Müslim Selâm 51, Ö. ÇELİK, 3/165, 166)    

17/83-84  HERKES  MİZAÇ  VE MEŞREBİNE  GÖRE  İŞ  YAPAR

83. (Kâfir) İnsana nîmet verdiğimiz zaman o, (bunarağmenşükürvetaatten) yüz çevirir ve ‘büyüklük taslayıp uzaklaşır’. Ona bir zarar dokununca da pek ümitsiz olur. [krş.10/12; 11/10-11; 41/50-51]

84. (Ey Peygamberim!) De ki: “Herkes kendi yapısına (vemîzâcına) göre hareket eder. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.”

83-84. (83).(Kâfir) İnsana’ sağlık, bol servet, âfiyet, zafer, rızık ve yardım gibi ‘bir nîmet verdiğimiz vakit’ Allah’a itaat ve ibâdetten ‘yüz çevirir ve yan çizer.’ ‘Ona bir kötülük ‘  fakirlik, hastalık, çeşitli olay ve musibetleri belâlar türünden ‘dokundu mu da ümitsiz olur.’ (S. HAVVÂ, 8/243, 244)

Bu kalbine îmânın neşvesi yerleşmeyen ham ruhların portresidir. Gerçek müminler, böyle değildir. Onlar nîmete şükreder, musîbete sabreder ve her hâllerinde Allah’a tevekkül ederek îmânın bahşettiği huzûru doya doya tadarlar. (Ö. ÇELİK, 3/167)

Âyette ‘.. biz nîmet verdiğimiz zaman’ denilmiş, ‘biz şer dokundurduğumuz zaman’ denilmemiş, ‘şer dokunduğu zaman’ denilmiştir. Bu ifâdeler, nîmetlerin Allâh’ın lütfu; âfet ve musibetlerin insanların hatâ, günah ve kusurları sebebiyle olduğunu ifâde eder. ‘Başına her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir; Allah yine de (günahlarınızın) çoğunu affeder.’ 42/30; İ. KARAGÖZ 4/299)

(84).‘De ki: “Herkes kendi yapısına (mizaç, anlayış, kavrayışına) göre hareket eder.’ Yâni herkes kendi durum ve mizacına uygun olan yolda hareket eder. Başka bir ifâde ile özel hislerine göre iş yapar. ‘Rabbiniz de kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” Yâni herkes kendi mîzâcına göre hareket ederek hoşuna giden yolu tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. (ELMALILI, 5/318) Herkes kendi duygu, anlayış ve kavrayışına göre bir yol tutar, fakat bunun Allâh’ın rızâsına uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Eğer tuttuğu yol, Allâh’ın kitâbı ve Rasûlullah (s)’in sünnetine uygun ise bu yol doğru bir yoldur. Değilse, yanlış ve bâtıl bir yoldur. (Ö. ÇELİK, 3/168)

Mîzaç, kişilere göre farklılık arzettiği gibi, eğitim, terbiye ve irâde ile de değişebilir. Yüce Allah, insanı böyle çifte kâbiliyetli yaratmıştır. İnsan; hayır veya şer, iyilik veya kötülük yapabilecek özellik, mizaç ve karakterde yaratılmıştır. (91/9-10). Ancak her insan, İslâm fıtratı üzerine doğar. (30/30; Tirmizi). İnsanın yaratılış gâyesi de Allâh’a kulluk etmektir. (51/56). Dolayısıyla insan, doğuştan dinsiz, kâfir, fâsık ve âsi değildir. İnsan yetiştiği çevrede aldığı terbiye, eğitim ve öğretime göre Müslüman veya başka bir inanca sâhip olur. (İ. KARAGÖZ 4/300)

17/85  RUH  RABBİMİN  EMRİNDEDİR

85. (Rasûlüm!) Sana rûh(unneolduğun)u sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindedir. Size (onaâit) ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.”

85-85. ‘Sana rûhu sorarlar.’ Ruh, insanın hayat kaynağıdır. Her ne kadar görünmese de varlığı inkâr edilmeyenlerdendir. Yaratan Rabbimiz, onun ne olduğunu bildirmemiş denmektedir. Uzun yıllar psikoloji ve psikanaliz çalışmalarıyla da bilinememiştir. Ancak onun varlığını tezâhürlerinden ve vücut makinesini çalıştırmasından anlıyoruz. (H. T. FEYİZLİ, 1/289)

‘De ki ruh, Rabbimin emrindedir.’ Rabbimin bildiği bir iştir. Yâni o, rûhun bilgisini kendisine saklamıştır veya ruh, tekvînî emir âlemindendir. (..) ‘ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir.’ Allâh’ın bilgisinden bildikleriniz çok azdır. Hakkında soru sorduğunuz bu bilgi, Yüce Allâh’ın kendisine tahsis ettiği ve size bildirmediği bilgilerdendir. Nitekim O, sizleri ancak ilminin çok az bir kısmından haberdar etmiştir. (S. HAVVÂ, 8/244, 245)

‘.. ruh Rabbimin emrindedir’ demek, ‘rûhu ancak Allah bilir’ demektir. Bu cevap ile ‘İlim ancak Allah katındadır.’ (67/26) denilmiş olur. ‘..min emr’ terkîbindeki ‘emr’ kelimesi ‘iş’ demektir. ‘min’ harfi de beyâniyyedir. Dolayısıyla bu terkip ile ruhun mâhiyetini bilme işi Allâh’a âittir, demektir. (İ. KARAGÖZ 4/302)

Konuylailgilinakledilenbirrivâyette İbn Ömer’in şöyle dediği görülmektedir: ‘Hz. Peygamber’le elinde hurma dalından bir değnek olduğu hâlde Medine’de yürürken bir grup Yahûdi ile karşılaştık. Onlardan bir kısmı (Hz. Peygamber’i işâret ederek): ‘Ona ruh hakkında soru sorun’, bir kısmı da ‘Hayır sormayın, hoşunuza gitmeyecek şeyler söyler’, dediler. Ancak, neticede Hz. Peygamber’e doğru gelerek; ‘Ey Muhammed! Bize ruhtan haber ver’ dediler. Rasûlullah (s) bir an durdu, başını yukarı doğru kaldırdı, o esnâda ona vahyin geldiğini anlamıştım. Tâ ki, vahiy hâli geçince (İsrâ 17/85) âyeti okudu. (Buhâri, Tirmizi’den M. DEMİRCİ, 2/225) (Bu sûrenin 73 – 91 arası âyetlerinin Medine’de indiğine dâir Katâde’den bir rivâyet vardır, ELMALILI, 5/271)    

‘..Size (bu konuda) çok az bilgi verildi.’ İnsanınsınırlı aklı bunu (rûhun) ne olduğunu tam olarak kavrayamaz. Çünkü size, bu gibi gaybi konularda pek az bilgi verilmiştir. (M. KISA 1/311)  

17/86-88  KUR’ÂN’IN  BİR  BENZERİNİ  GETİREMEZLER

86, 87. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki biz dilersek, sana vahyettiğimizi giderir (seninhâfızandansiler)iz. Sonra bize karşı, bu hususta kendine bir vekil (yardımcı) da bulamazsın. 87. (Böyleolmayışı, ancak) Rabbinin sana merhameti dolayısıyladır. Çünkü O’nun sana olan lütfu pek büyüktür.

88. (Ey Peygamberim!) De ki: “Andolsun ki (bütün) insanlar ve cinler, şu Kur’ân’ın benzerini (yapıp) getirmek için toplansa, birbirine arka çık(ıpyardımet)seler yine de onun benzerini getiremezler.” [krş. 2/23-24; 10/38; 11/13]

86-88. (87).‘Ancak Rabbinin rahmeti (sâyesinde vahyi kalbinde tuttuk)’ Allah, Hz. Muhammed’e gönderdiği vahyi unutturmaya da nazari olarak kâdir olmakla birlikte – 87. Âyetten anlaşıldığına göre – rahmeti uyarınca bunu fiilen gerçekleştirmez. Kuşkusuz insanların vahyi unutmaları mümkündür. Fakat bu, onların istek ve tercihleri sonucu olup, sorumluluğu da onlara âittir.  87. Âyette İslâm vahyinin değişme ve bozulmaya uğramadan nesilden nesile aktarılacağı yönünde bir müjde de vardır. (KUR’AN YOLU, 3/519)

(88).‘De ki: “Andolsun ki (bütün) insanlar ve cinler, şu Kur’ân’ın benzerini (yapıp) getirmek için toplansa, birbirine arka çık(ıpyardımet)seler yine de onun benzerini getiremezler.”   Kur’ânKerim, büyük bir mûcizedir. O üslûbu, belâğatı, fesâhatı, ifâde güzelliği, içeriğinin zenginliği ve kusursuzluğu sebebiyle Allah’tan başkasının söyleyemeyeceği derecede mükemmel ve benzeri getirilemez bir kitaptır. ‘mislini / bir benzerini getiremezsiniz.’ Bu meydan okuma, on beş asırdır cevapsız kalmıştır. Hattâ Kur’ân bu meydan okumayı on sûreye (Hûd, 11/13), son olarak kısa da olsa bir sûreye (Bakara 2/23) indirdiği hâlde yine çağrısı cevapsız kalmıştır. (Ö. ÇELİK, 3/169)

Kur’ân dil, üslûp, öne sürdüğü deliller, konular, ana fikir, öğretiler ve gaybla ilgili önceden verdiği haberler bakımından öyle bir mûcizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücünün ötesindedir. (MEVDÛDİ, 3/123)

Okunan Kur’ân’ı dinleyen, benzerini biz de söyleriz diyen Mekkeli müşriklerden Kur’ân’ın bir benzerini getirmeleri istendi, getiremediler. (52/33, 34). Kur’an sûrelerine benzer on sûre getirmeleri istendi, getiremediler. (11/13). Kur’an sûrelerinin bir benzeri bir tek sûre getirmeleri istendi, yine getiremediler. (2/23, 10/38) (..) Bu âyet, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in sözü olduğunı iddiâ edenlere bir cevap olarak inmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/304)

Kur’an söz sanatında zirveye çıkmıştır. Arapların söz ustaları Kur’ân’ı duydukları zaman, söyleyecek bir söz bulamadılar; onun belâğatına baş eğmek zorunda kaldılar, şâirlerin dilleri tutuldu, şâirlikleri ve ilhamları kayboldu. (İ. KARAGÖZ 4/305)

17/89-93  KUR’ÂN’DA  HER  TÜRLÜ  MİSALİ  ANLATTIK

89. Hiç şüphe yok ki biz, bu Kur’ân’da insanlara her bir misâli türlü şekillerde açıkladık. Yine de insanların pek çoğu, inkârcılıkta ısrar ettiler.

90, 91, 92, 93. (Müşrikler) Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça biz sana aslâ inanmayız! 91. “Ya da, senin hurma ve üzüm bağların olup aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. 92. “Veya senin iddiâ ettiğin gibi, göğü üzerimize parça parça düşürmelisin veya Allâh’ı ve melekleri kefil (olarakkarşımıza) getirmelisin.” 93. “Yâhut da, altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe (göğe) çıkmana da aslâ inanmayız!” De ki: “FesübhânAllah (: Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim) Ben sâdece peygamber olan bir insanım.” [bk. 25/7-9; 26/187]

89-93. (89).‘.. insanların çoğu inkâr etmekte ısrar etti.’ Peygamberimizin zamânında Mekkeli müşriklerin ve yeryüzünde yaşayan diğer insanların çoğu îman etmediği, inkâr etmekte ısrar ettikleri gibio günden bugüne her devirde insanların çoğu, îman etmemiştir. Bugün de insanların çoğu kâfirdir. (İ. KARAGÖZ4/305)

‘De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben sâdece beşer bir elçiyim.’ Yâni ben de diğer Rasuller gibi beşerim. Rasuller ise ancak Allâh’ın kendi elleri aracılığı ile ortaya koyacağı mûcizeleri kavimlerine gösterebilirler. Mûcizeler göstermek,  benim yetkim içinde olan bir şey değildir.(S. HAVVÂ, 8/263)

Peygamberden yeri yarmasını veya göğü parça parça üzerlerine düşürmesini istemek tamâmen saçmalıktan başka bir şey değildir. (Ö. ÇELİK, 3/172)

(..) Kureyş’in ileri gelen müşrikleri (..) bir heyet hâlinde Kâbe’nin yanında toplanıp kendisiyle görüşmek üzere Hz. Peygamberi dâvet etmişlerdi. Hz. Peygambere şöyle dedişer: ‘Sen şimdiye kadar Araplardan hiç kimsenin yapmadığı kadar halkımız arasında bir ihtilâf ortaya çıkardın. Atalarımızı yerdin, ilâhlarımıza hakâret ettin, akıllılarımızı ahmak yerine koydun, toplumumuzu böldün, bize olmadık kötülükler yaptın. Eğer bunları mal için yapıyorsan, aramızda sana mal toplayalım, seni en zenginimiz yapalım. Şan ve şeref kazanmak için yapıyorsan, seni başımıza lider yapalım. Eğer ruhsal bir rahatsızlık sebebiyle bunu yapıyorsan, bir tabip bulup iyileşmen için malımızı mülkümüzü harcayalım. (KUR’AN YOLU 3/521) (..) (Bunun üzerine) Hz. Peygamber (s), ‘Allah beni bir elçi olarak gönderdi, bana uyarıcılık görevi verdi. Bu sebeple insanlara Allâh’ın mesajlarını tebliğ ediyor ve uyarıda bulunuyorum. Eğer söz dinleyip uyarıları kabul ederlerse, dünyâ ve âhirette kârlı çıkacaklarını, kabul etmezlerse kendi zararlarına olacağını’ ifâde etti. Bunun üzerine heyet, alaycı bir üslupla âyetlerde belirtilen saçma isteklerini sıraladılar. (İ. KARAGÖZ 4/307)

17/94-100  İNSANOĞLU  PEK  ELİ  SIKIDIR

94. Kendilerine doğru yol rehberi (Kur’ân) geldiği zaman, insanların îman etmelerine ancak: “Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?” demeleri engel oldu.

95. (Ey Peygamberim!) De ki: “Eğer onlar, yeryüzünde sâkin sâkin yürüy(üpdolaş)an melekler olsaydı, elbette biz de onlara (kendilerigibi) gökten melek bir peygamber gönderirdik.” [bk. 6/9]

96. (Ey Peygamberim!) De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Hiç şüphesiz O, kullarından haberi olan, (onları) görendir.” [bk. 6/19]

97. Allah (niyetveamelinegöre) kime hidâyet ederse, doğru yolda olan odur. Kimi de (içindebulunduğu) sapıklıkta bırakırsa artık sen onlar için, O’ndan başka bir yardımcı aslâ bulamazsın. Kıyâmet günü biz onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzükoyun toplayıp süreriz (haşrederiz). Varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi (etleriniyakıpbitirip) sönmeye yüz tuttukça (etlerinitazeler) ateşin kızgın alevini artırırız. [krş. 20/74; 25/14; 87/13]

98. İşte bu kâfirlerin cezâsıdır. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler ve: “Bir kemik yığını ve ufalanmış kırıntı hâline geldikten sonra biz mi yeni bir yaratılışla dirilecekmişiz?” dediler.

99. (Ey Peygamberim!) Kâfirler, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kendilerinin benzerini yaratmaya kâdir olduğunu görmediler mi? (Allah) onlar için (geleceğinden) aslâ şüphe edilmeyen bir vâde koymuştur. Böyle iken zâlimler ancak küfürde ısrar ettiler. [bk. 36/81-82; 40/57]

100. (Ey Peygamberim!) De ki: “Şâyet, Rabbimin rahmet hazinelerine sâhip olsaydınız, o zaman harcama(klatükenir) korkusuyla, kesinlikle yine tutar (cimrilikeder)diniz.” Zâten (kâfir)  insan çok cimridir. (Krş. 70/18-19)

94-100. (94).‘Kendilerine doğru yol rehberi (Kur’ân) geldiği zaman, insanların îman etmelerine ancak: “Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?” demeleri engel oldu.’ İnsanlara, iyice anlasınlar, söylediklerini bellesinler, ona uysunlar, ona hitap edebilsinler diye, kendi cinslerinden bir elçi göndermiştir. Bu, Allâh’ın kullarına rahmetinin tecellisidir. Şâyet, meleklerden bir peygamber göndermiş olsaydı, onunla karşı karşıya gelemezler, ondan herhangi bir şey öğrenip, belleyemezler. (S. HAVVÂ, 8/263, 264)

(95).‘De ki: “Eğer onlar, yeryüzünde sâkin sâkin yürüy(üpdolaş)an melekler olsaydı, elbette biz de onlara (kendilerigibi) gökten melek bir peygamber gönderirdik.”  Bir insanın peygamber olmasınakarşıçıkanlarayüceAllah, yeryüzünün sâkinleri insanlar değil de melekler olsaydı, iletişim kurabilmeleri için kendi cinslerinden melek bir peygamber gönderirdi. Çünkü doğal olan budur. Yüce Allah, insanlara peygamber olarak melek gönderseydi, onu göremezler, kendi dilleriyle iletişim kuramazlar, sonuçta peygamberliğin hedefi gerçekleşemezdi. (İ. KARAGÖZ 4/308)

(96).‘De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şâhit olarak Allah yeter.’ Gönderilenleri size tebliğ ettiğime, sizin de yalanlayıp inat ettiğinize dâir onun şâhitliği yeterlidir. Eğer ben O’nun gönderdiği elçi olmasaydım, benden intikam alırdı. Benim O’ndan gördüğüm destekleme ve indirilmiş Kur’ân-ı Kerim, doğruluğunun delilidir. (S. HAVVÂ, 8/264)

(97).‘Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu bulan odur.’ Bu âyette Kur’ân ilâhi bir kuralı ortaya koymaktadır: Allah, sâdece kendi hidâyetine uymayı isteyen kimseyi doğru yola ulaştırır ve sapmak isteyeni de sapıtmasına izin verir. Bundan sonra Allâh’ın hidâyet kapısını kapadığı kimseyi doğru yola getirmeye hiç kimsenin gücü yetmez. (MEVDÛDİ, 3/127)

‘Kıyâmet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun haşrederiz.’   Hadis: Denildi ki, ey Allâh’ın Rasûlü, insanlar nasıl olur da yüzüstü diriltileceklerdir?’ Şöyle buyurdu: Onları ayakları üzerinde yürüten,  yüzleri üstünde yürütmeye de kâdirdir.’  (Buhâri, Müslim’den, S. HAVVÂ, 8/265)

İbn-i Kesir şöyle demektedir: Bu, onların dünyâ hayâtında hakka karşı dilsiz, kör ve sağır oldukları gibi, âhirette de farklı şekillerde onların cezâsı olur. (S. HAVVÂ, 8/265)

(98).‘Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kendilerinin benzerini yaratmaya kâdir olduğunu görmediler mi?  Bütün varlıkları yaratmada Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur. Sâdece ol buyurması yeterlidir. O herkes için kesin bir ecel tayin etmiştir. Dolayısıyla eceli gelen herkes ölecektir. Yine O, yeniden diriliş için de muayyen bir vakit belirlemiştir. O vakit gelince de herkesi yeniden diriltecektir. Hiçbir güç buna engel olamayacaktır. (Ö. ÇELİK, 3/174)

Müşriklerin, bir önceki âyette geçen, öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr içerikli sorularına cevap verilmektedir. Onlar, Allah’ın insanları yeniden diriltmesini imkânsız görmekle çelişkiye düşmüş oluyorlardı. Çünkü kendilerine sorulduğunda gökleri ve yeri Allâh’ın yarattığını söylüyorlardı. (Ankebût, 29/61-63) (KUR’AN YOLU, 3/524)

Varlıkâlemininde bir süresi vardır. Bu süre, kıyâmetin kopması ile son bulur. Hem insanın dünyâda yaşama süresi,  hem de dünyanın ömrü Allah katında bellidir. (7/187) ‘Ecel’ denilen ölüm zamânı, aslâ değişmez, öne de geçmez, sonraya da kalmaz. (71/4, 7/34). İnsan nerede olursa olsun, ölüm gelip onu bulur. (4/78). İnsan ölümün kendisine nerede ve ne zaman geleceğini de bilemez (31/34), ölümden kaçıp kurtulmak da mümkün olmaz (62/8). (..) Kıyâmetin kopma zamânı da bellidir. Süresi gelince Allâh’ın emri ile kıyâmet kopacak, insanlar kabirlerinden dirikip kalka(cakla)r. Bu süre de bellidir. (6/2; İ. KARAGÖZ 4/314).  

(100).‘De ki: “Şâyet, Rabbimin rahmet hazînelerine sâhip olsaydınız, o zaman harcama(klatükenir) korkusuyla, kesinlikle yine tutar (cimrilikeder)diniz.” Zâten insan çok cimridir.’ Burada îman ve ahlâktan mahrum, aşırı bencil ve cimri insanın ruh hâli ortaya serilmektedir. Âyet, bir taraftan peygamberimiz (s)’den mûcize olarak bağlar, bahçeler, pınarlar, nehirler, altın ve gümüşler isteyen müşriklerin hâllerini beyan ederken, diğer taraftan cimrilik belâsını hatırlatarak, onu aşmaları gerektiği konusunda teşvikte bulunmaktadır. (Haşr, 59/9; Ö. ÇELİK, 3/174)            

9093’ncüâyetlerde, müşriklerin ileri gelenleri alaylı bir tavırla, Hz. Peygambere inanmaları için kendilerine menfaat sağlayacakbâzı mûcizeler gerçekleştirmesini istemişler, bu tutmlarıyla da din konusunu bir menfaat konusu olarak algıladıklarını ortaua koymuşlardır. Bu tavırları, onların aynı zamanda şuur altını yansıtıyor, yâni maddi hırsla dolu olduklarını ortaya koyuyordu. Zâten yoksullar karşısındaki duyardız tutumlarıyla bu bencilliklerini fiilen de sergiliyorlardı. (KUR’AN YOLU 3/525)  

17/101-104 MÛSÂ’YA  VERİLEN  DOKUZ  MÛCİZE

101. Andolsun ki biz, Mûsâ’ya açık açık dokuz mûcize vermiştik. İşte İsrâiloğulları’na sor. (Mûsâ, mûcizelerle) onlara geldiği zaman, Firavun ona: “Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben seni büyülenmiş zannediyorum.” dedi.

102. (Mûsâ) dedi ki: “(EyFiravun!) Pek iyi bilirsin ki bunları, birer ibret (belge) olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başkası indirmemiştir. Ey Firavun! Ben de seni(n) kesinlikle helâk edilmiş (olacağını) biliyorum.”

103. Derken (Firavun) onları, Mısır’dan çıkarmak istedi. Biz de onu ve berâberindekileri hep birlikte suda boğduk.

104. (Firavun ve berâberindekilerin helâkinden) Sonra da İsrâiloğulları’na: “Mısır’a yerleşin, âhiret vaadi geldiği zaman, hepinizi mahşer yerinde bir araya getireceğiz.” dedik.

101-104. (101).‘Andolsun ki biz, Mûsâ’ya açık açık dokuz mûcize vermiştik.’  İbn-i Abbas’ın rivâyetine göre, mûcizeler şunlardır: Asânın ejderha oluşu, elin ışık vermesi, çekirge istilâsı, ekin biti, kurbağa, kan, taştan suyun fışkırması, denizin yarılması, Tûr’un kaldırılması. (H. T. FEYİZLİ, 1/291)

‘.. dokuz âyet’  ile maksat,  Hz. Mûsâ’ya verilen dokuz mucizedir. Bu mucizeler şunlardır: 1. Hz. Mûsâ’nın âsâsının büyük bir yılana fönüşmesi (20/17-23), 2. Elini koynuna ve cebine sokup çıkarınca bembeyaz olması (7/108, 20/22,23), 3. Kızıldenizin yarılıp yol açılması (10/90), 4-7. Allâh’ın İsrâiloğullarına çekirge, ekin böceği, kurbağa  ve kan göndermesi, (7/133), 8. Taştan su fışkırması, (2/50, 60, 74), 9. Allâh’ın Tur Dağını İsrâiloğullarının tepelerine bir bulut gibi kaldırması. (2/83; İ. KARAGÖZ 4/317)  

(103).‘Derken (Firavun) onları, Mısır’dan çıkarmak istedi. Biz de onu ve berâberindekileri hep birlikte suda boğduk.’ Firavun bu dâvâsında başarılı olamamış ve ordusu ile birlikte boğulup gitmiştir. Mekke’li müşrikler de aynı âkıbete uğrayacak (Rasûlullahı Mekke’yi terke zorlayan) ve helâk olacaklardır. Bedir zaferi ve yakın gelecekte Mekke’nin fethine bir işâret anlaşılmakta, Rasûlullah’ın zaferi müjdelenmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/176)  

17/105-111  EN  GÜZEL  İSİMLER  O’NUNDUR

105. Biz Kur’ân’ı ancak hak olarak indirdik. O da hak (vehakikat) olarak indi. (Ey Peygamberim!) Seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

106. (Ey Peygamberim!) Yine biz, Kur’ân olarak onu, insanlara ağır ağır okuman için (âyetâyet, sûresûre) ayırıp peyderpey indirdik. [bk. 25/32]

107, 108, 109. (Ey Peygamberim!)  De ki: “İster ona inanın, ister inanmayın. Şu gerçektir ki ondan (Kur’ân’dan) önce ilim verilenler(denEhliKitapmü’minleri), kendilerine o (Kur’ân) okunduğu zaman (derhâl) yüzüstü secdeye kapanırlar.” 108-109. “Rabbimizin şânı yücedir. Şüphesiz Rabbimizin vaadi, mutlaka yerine getirilecektir.” derler. Ağlayarak yüzleri üstüne (secdeye) kapanırlar ve (Kur’ândinlemek) onların saygısını artırır. [bk. 47/17; 41/44]

110. (Ey Peygamberim!) De ki: “İster ‘Allah’ diye duâ edin, ister ‘Rahmân’ diye; hangisi ile duâ etseniz, nihâyet en güzel isimler O’nundur.” Namazda sesini pek yükseltme, pek de (duyamayacakkadar) kısma, bu ikisinin arasında bir yol tut. [bk. 25/60; 59/22-24]

111. (Ey Peygamberim!) “Hiçbir çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, âcizliği olmadığından dolayı da bir yardımcıya ihtiyâcı bulunmayan Allâh’a hamdolsun.” de ve O’na tekbir ile yücelt. [krş. 2/116, 5/17, 72-73; 4/100, 171]

105-111. (105).‘Biz Kur’ân’ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi.’ İbn-i Kesir’den: Yâni Ey Muhammed, bu Kur’ân’ı Kerim, her türlü şâibeden uzak ve korunmuş olarak sana indi. Ona hiçbir şey eklenmedi, ondan hiçbir şey eksiltilmedi. Aksine o hak ile sana ulaştı. (S. HAVVÂ, 8/279)

(106).‘Biz o Kur’ân’ı insanlara ağır ağır okuman için’  Yâni insanlara sükûnetle anlamlarını, içeriğini yerleştire yerleştire onlara tebliğ edip, bu Kur’ân’ı okuyasın diye ‘bölüm bölüm ayırdık’ Yânionubölümlereayırdık. Veyahakkıbâtıldanayırdettik.  Veya levh-i mahfuz’dan (..) indirdik, sonra (..) kısım kısım Rasûlullah’a (s) yaklaşık 23 yıl süre ile nâzil oldu. (S. HAVVÂ, 8/279)

Bu durum, aynı zamanda müminlerin de ilâhi hükümleri aşama aşama, alışa alışa uygulamalarını sağlamıştır. Hatta içki yasağıyla ilgili âyetlerde olduğu gibi bâzı âyetler, insanların doğal olarak birden terk etmeleri mümkün olmayan kötü alışkanlıklarını, yanlış inanç ve telâkkilerini zaman içinde terk etmelerini kolaylaştıracak bir süreçte indirilmiştir. (KUR’AN YOLU, 3/529)

‘.. seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik’ cümlesi, peygamberin görevinin Kur’ân’ı tebliğ ve tebyin etmek (16/44, 82), îman edenleri ilâhi nîmet ve cennet ile müjdelemek, inkâr ve isyan edenleriilâhi azap ve cehennem ile uyarmak olduğunu (33/45, 46), insanları dîne zorlamak olmadığını (50/45, 88/22) ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/321)

Allah Resûlüne üç şey söylemesi emredilmektedir:

(107).(1).Yüce Allah peygamberine ‘Kur’ân’a ister îman edin, ister îman etmeyin’ demesini emretmiştir. Çünkü Allâh’ın insanların îmanlarına ihtiyâcı yoktur. İsteseydi herkes, ister istemez îman ederdi. (10/90). İnsanların îman etmeleri, Allâh’ın rahmet hazînelerini artırmaz. Îman etmemeleri de eksiltmez. İnsanların îman etmeleri, Kur’ân’a şeref vermez; îman etmemeleri de zarar vermez. (İ. KARAGÖZ 4/322)    

Îmânınız size faydalı olur. Ancak kâfir olmanızın O’na zararı olmaz,  size zararı dokunur. O’nun için îman etseniz de etmeseniz de birdir. Çünkü o Kur’ân’ı Kerim hadd-i zâtında bir haktır. (S. HAVVÂ, 8/279)

‘Şüphesiz ki bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler’ Kur’an inmeden önce daha önce indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şerîatın ne olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş değerli (Ehl-i Kitap âlimleri, M. DEMİRCİ, 2/230) âlimler ‘kendilerine Kur’an okununca çeneleri üstüne düşerek secdelere kapanıyorlar.’ (ELMALILI, 5/332)    

‘Yüzleri üstü secdeye kapanarak ağlarlar.’  Allah’a boyun eğerek O’nun kitabına ve Rasûlüne îman edip tasdik ederek bunu yaparlar. ‘ve bu’  Kur’ân’ı Kerim ‘onların huşûunu artırır.’  İmanlarını, teslimiyetlerini, kalplerinin yumuşaklığını, gözlerinin yaşını artırır: İşte, îman ehlinin bu kitaba karşı tavrı budur. Boyun eğmek, teslimiyet, îman ve yakîn, yazıklar olsun ki îman edenler sonraları ne hâllere düştü! (S. HAVVÂ, 8/280)

(110).(2).İkinci Söylenmesi istenen söz: (110’ncu âyet): Müşrikler, Hz. Peygamberin ‘Yâ Allah, Yâ Rahman’ diye duâ edişini, onun da kendileri gibi, Allah’ın yanında başka ilâhlara duâ ettiği şeklinde yorumlamak istemişlerdi. Bu âyet, bunun böyle olmadığını bildirdi. (H. T. FEYİZLİ, 1/292)

‘Namazda sesini pek yükseltme, pek de (duymayacakkadar) kısma, bu ikisinin arasında bir yol tut.’  Rivâyete göre Rasûlullah (s) Mekke döneminin ilk yıllarında ashâbı ile namaz kıldığında yüksek sesle Kur’ân’ı Kerim okurdu. Müşrikler bunu işitince Kur’ân-ı Kerîm’e, onu indirene ve onu okuyana uygun olmayan sözler söylerlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah,  Efendimiz (s)’e okurken, müşriklerin işitmemesi için sesini biraz kısmasını, fakat ashâbı duymayacak kadar da kısmamasını, bu ikisi arasında bir yol tutmasını emir buyurdu. (Buhâri, Müslim, Ö. ÇELİK, 3/179)

(111).(3).Üçüncü söz söyleme emri: (111’nci âyet): Rivâyet ediliyor ki, Abdülmuttalip çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa Hz. Peygamber (s), bu ve kuli’l hamdü lillâhi’ âyetini belletirdi. Ve buna ‘âyetü’l izz’ (yücelik ve ululuk âyeti) ismini vermişti. (ELMALILI, 5/334)

İmam Ahmed b. Hanbel, Tirmizi, Nesâi ve diğerleri Hz. Âişe (r)’dan rivâyet etmişlerdir ki, Rasûl-i Ekrem (s) bu sûre ile Zümer sûresini her gece okurdu. (ELMALILI, 5/334)

Bâzı rivâyetlerde ise bu âyet-i kerîme, her hangi bir evde geceleyin okunacak olursa, o evde hırsızlık ve hiçbir âfet olmaz.  Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (S. HAVVÂ, 8/286)