Kaf Suresi

50 / Kâf Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 45 âyettir. 38’inci âyeti Medîne döneminde inmiştir. Adını ilk âyetten almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/517)

Kâf sûresini Hz. Peygamber’in Cuma hutbesinde, kurban ve ramazan bayramlarında, sabah namazının farzında sık sık okuduğuna dâir sağlam rivâyetler vardır. (Müslim Salât 165, 171) , KUR’AN YOLU, 5/103)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 50/1-8 ARALARINDAN  BİR  UYARICININ  GELMESİNE  ŞAŞTILAR

  1. Kâf. Çok şerefli Kur’an hakkı için.

2-3. O kâfirler; kendilerine içlerinden bir uyarıcı (peygamber) geldi diye şaştılar da: “Bu tuhaf bir şeydir! Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)? Bu, (ihtimâlden bile) uzak bir dönüştür.” dediler.

  1. (Kara) toprağın onlardan neleri (yiyip) eksilttiğini elbet bilmişizdir. Yanımızda (herşeyi) zapteden bir kitap vardır.
  2. Buna rağmen Mekkeli müşrikler, kendilerine hak (olan Kur’an ve Peygamber) gelince yalanladılar. Onlar (Kur’an ve Peygamber hakkında) çelişki ve tutarsızlık içindedirler.
  3. (Ey Peygamberim! Kıyâmet kopunca ölülerin diriltilmesini inkâr edenler) Üstlerindeki göğe hiç bakmadılar mı? Biz, onu nasıl binâ ettik (kurduk) ve onu nasıl süsledik; onun hiçbir çatlağı (düzensizliği ve eksikliği) yoktur.

7, 8. Yere de (buna rağmen bakmadılar mı?) Onu (canlıların yaşamalarına elverişli olarak) yayıp döşedik ve ona sâbit dağlar koyduk! Orada gönülleri açan her çeşit çift (bitkiler)den bitirdik. 8. (Bunların hepsini, Allah’a) yönelen her kulun gözle görebileceği bir delil (ve ibret) vermek / (kulluk görevini) hatırlatmak için (yaptık).

 1-8.(1).‘Kâf.’ Hurûf-u mukattaadan olup, Kur’an’ın îcâzını bildirmek ve bu kitâb-ı mûciz’in, benzeri kesik harflerden oluştuğunu işâret içindir.  (M. A. SÂBÛNİ, 3/224)  ‘Çok şerefli Kur’an hakkı için.’ Mecid kelimesi Arapçada iki anlamda kullanılmaktadır: (1) Yüksek mertebeli, azametli, şerefli, izzet sâhibi, (2) Kerem sâhibi, çok veren, çok faydalı ve menfaatli olan. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime (Mecîd) bu iki anlamda da kullanılmıştır. Dünyâda hiçbir kitap bu Kur’ân-ı Kerîm’le karşılaştırılamayacağı için, Kur’an en büyük bir kitaptır, dili ve edebi yönü ile de o bir mûcizedir. O indiği zamanda da insanlar onun benzeri bir kelâmı söylemekten âciz kalmışlar, bugün de âcizdirler. Hiçbir sözünün, hiçbir devirde yanlış ve asılsız olduğu ispat edilememiştir, ispat edilemez de. Bâtıl onun karşısına geçip karşı koyamaz, ne de arkadan saldırıp onu yenemez. (MEVDÛDİ, 5/433)

Nesefi der ki: Çok şerefli (el Mecîd) şerefi itibariyle diğer kitaplardan daha üstün demektir. Onun anlamlarını kuşatan ve onda bulunan hükümler gereğince amel eden bir kimse Allah katında da şereflidir.’ (S. HAVVÂ, 14/81)

(2,3).‘O kâfirler; kendilerine içlerinden bir uyarıcı geldi diye şaştılar da: “Bu tuhaf bir şeydir!’ Kâfirler bundan dolayı hayrete düştüler. İbn Kesir der ki: ‘Yâni kendilerine insanlardan bir peygamberin gönderilmesini hayretle karşıladılar.’ Nesefi de: ‘Kendilerinden gelen uyarıcıdan kasıt, Muhammed (s)’dir, demektedir. Bu âyette Nesefi’nin de belirttiği gibi, şaşılacak bir şey olmayan böyle bir işe şaşmaları, inkâr ve reddedilmektedir. (S. HAVVÂ, 14/82)  

‘Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirilecekmişiz)? Bu, (ihtimalden bile) uzak bir dönüştür.” dediler.’ O (kâfir)ler şöyle demektedirler: ‘Bizler ölüp çürüdükten, kemiklerimiz, eklemlerimiz parçalandıktan ve toprak olduktan sonra, evet bütün bunlardan sonra nasıl tekrar böyle bir yapıya, böyle bir terkibe sâhip olabiliriz? ‘Bu uzak bir dönüştür’ Böyle bir dönüşü uzak görüyoruz, kabul edemiyoruz. Yâni böyle bir şey düşünülemez, âdeten de olamaz. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Meydana gelmesi uzaktır. Yâni onlar böyle bir şeyin imkânsız olduğuna, gerçekleşemeyeceğine inanmaktadırlar.’ (S. HAVVÂ, 14/82)

Müşriklerin hep tekrarladıkları bir şüpheleri vardır: ‘Çürüyüp dağılmış, başka maddelere dönüşmüş bedene can vermek nasıl mümkün olabilir?’ Kur’ân’ın bu şüpheye karşı ileri sürdüğü delîlin iki önemli unsuru vardır: (1) Herşeyi yok iken var eden Allah, yeniden var etmeye elbette kâdirdir. (2) Ölen insanda neyin kaldığını, neyin eksildiğini, nelerin başka maddelere dönüştüğünü Allah eksiksiz olarak bilmektedir; bunların benzerini yaratmak ve rûhu bu bedene iâde etmek O’nun için zor değildir. (KUR’AN YOLU, 5/105, 106)

(4).‘Elbette Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini biliyoruz.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni çürüme esnâsında cesetlerinden neler yediğini biliyoruz. O bakımdan bedenlerin nereye dağıldığını, nereye gittiğini, nereye boyladığını bilmek Bize gizli kalmaz.’ Şunu da belirtelim ki, burada kasıt sâdece toprak değildir. Atmosfer ve zemin itibâriyle yeryüzünün tümüdür. (S. HAVVÂ, 14/84)

Nesefi şöyle diyor: ‘Bu, onların geri dönüşü uzak görmelerini reddetmektedir. Çünkü ilmi yeryüzünün ölen cesetlerinden neleri eksilttiğini, etlerinden, kemiklerinden neleri yediğini bilecek kadar lâtif olan bir zat, elbette – daha önceden oldukları gibi – diri olarak onları döndürmeye de kâdirdir.’ (S. HAVVÂ, 14/84)

Fakat gerçek olan şudur ki: O vücutlardan her bir parça hangi şekilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın doğrudan doğruya bilgisi dâhilindedir. Hattâ onun baştan sona bütün kaydı Allah Teâlâ’nın kitabında mahfuzdur. Ve hiçbir zerresi kaybolup gitmeyecektir. Allâh’ın emri verildiği an melekleri bu kayda müracaat ederek, her zerreyi teker teker çıkarıp bütün insanların içinde yaşayarak dünyâ hayâtını içinde geçirdikleri  ve onunla iş yaptıkları eski vücutlarını yeniden şekillendireceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/434)

Sûr’a İsrâfil tarafından ikinci defâ üflenip kıyâmet kopunca, (39/68) yüce Allah, insanın bedenine âit asli parçalarını bir araya getirir ve ona rûhunu iâde eder. Dolayısıyla yeniden dirilme, hem beden hem ruh ile olur. Nitekim şu âyette bu hususa işâret edilmiştir: ‘Ruhlar bedenlere iâde edilip birleştirildiği zaman.’ (81/7; İ. KARAGÖZ 7/326)

Açık ifâdeler taşıyan diğer birtakım âyetler gibi bu âyet de âhiret hayâtının sâdece bu dünyâdaki cismâni hayattan ibâret kalmayacağını hattâ her insanın vücut şeklinin bu dünyâdaki vücut şeklinin aynı olacağını belirtiyor. Gerçek böyle olmasa idi, kâfirlerin sözüne karşılık, ‘Toprağın vücudunuzdan yediklerinin hepsini biz biliyoruz ve parça parça hepsinin kaydı bizde mevcuttur’ denmesi hiçbir mânâ ifâde etmezdi. (MEVDÛDİ, 5/434, 435)   

‘Katımızda da koruyucu bir kitap vardır.’ İbn Kesir der ki: ‘Bunları tespit eden bir kitap vardır. İlim kuşatıcıdır; kitapta da aynı şekilde herşey tamı tamına zapt edilmiştir.’ Buradaki kitaptan kasıt Levh-i Mahfûz’dur. Bu kitap, kendisine tevdi edilen ve kendisinde yazılı olanları korur. İlmi ve kitabı böyle olan bu yüce zâtın toprak olsa dahi insanı öldükten sonra diriltmeye kâdir oluşundan nasıl hayret edilir? (S. HAVVÂ, 14/84)

‘Çünkü yanımızda herşeyi koruyan bir kitap vardır.’ ‘koruyan kitap’ ile maksat, yüce Allâh’ın evrende olup biten herşeyin bilgisini yazdığı levh-i mahfuz’dur. Yüce Allah, her varlığın yaratılışını, özelliklerini, yaşama süresini, görevlerini, ölümünü, kıyâmetin ne zaman kopacağını, insanların diriltileceğini önceden programlamıştır. Bu programın yazıldığı kitaba Kur’an’da levh-i mahfuz denilmektedir. (57/22, 23; İ. KARAGÖZ 7/327)

(5).‘Doğrusu onlar hakkı, kendilerine geldiği anda yalanladılar’ Kendilerini yaratmış olan Allâh’ın ilmini ve gönderdiği kitabını ve peygamberini gelir gelmez yalanladılar. ‘da şimdi onlar pek karmakarışık bir hâl içinde çalkalanıyorlar.’ Bâzen sihirbaz, bâzen kâhin, bâzen şâir diyerek, bâzen şaşkınlıkla, bâzen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, âhiret hayâtından ümitsiz bir hâlde kıvranıyorlar. (ELMALILI, 7/227)

‘Artık onlar kararsız bir hâldedirler’ (…) Yâni kâfirler, sıkıntılı (karışık) bir durumda olmaları, duygu, vehim ve hayâllerinin akıllarına gâlip gelmesinden dolayı karar veremezler. Bu sebeple onlar hidâyeti bulamazlar. Dolayısıyla da Hz. Peygamber (s) hakkında bâzen şâir, bâzen sihirbaz, bâzen kâhin, bâzen de yalancı derler; bir fikirde karar kılamazlar. Bu onların Hz. Peygamber’in (s) durumu hakkında akıllarının karışık olduğunu açık bir biçimde ifâde eder. Zımnen de Kur’an hakkında kafalarının karışık olduğunu gösterir. Kur’ân’a şiir vb. birtakım yakıştırmalar yapmalarının da sebebi budur. Şunu bil ki, aklın karışık olması ihtilâfı berâberinde getirir. Bu da bâtıl yolda olunduğunun en açık delîlidir. (İ. H. BURSEVİ, 19/537, 538)   

(6, 7).‘Üstlerindeki göğe hiç bakmadılar mı? Biz, onu nasıl binâ ettik (kurduk) ve onu nasıl süsledik; onun hiçbir çatlağı yoktur.’ Nesefi (..) der ki: ‘Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr etmeleri üzerine öldükten sonra dirilişe kâdir olduğunu göstermek üzere: ‘Üstlerindeki göğe hiç bakmazlar mı?’ diye buyurmaktadır. Yâni şânı yüce Allâh’ın bu âlemdeki kudretinin etkilerine hiç bakmazlar mı?’Onu nasıl binâ etmiş’ direksiz olarak yükseltmiş ‘ve nasıl’ ışıklarla ‘süslemişiz. Onda hiçbir çatlak da’ yarık ve delik ‘yoktur.’ Yâni gök, her türlü kusurdan uzaktır. Herhangi bir çatlaklık, bir dengesizlik bulunmamaktadır. (S. HAVVÂ, 14/85)  

Daha sonra yüce Allah: ‘Yeryüzünü de döşedik’ diye buyurmaktadır. İbn Kesir: ‘genişlettik ve yaydık’ derken, Nesefi de: ‘onu yuvarlaklaştırdık’ demektedir. ‘ve ona sağlam kazıklar koyduk’ İbn Kesir der ki: ‘Bunlar çalkalanmasın, sarsılmasın diye ortaya yerleştirilen dağlardır. ‘ve orada her güzel türden çiftler yetiştirdik.’ Görünüşü, güzelliği dolayısıyla insanı neşelendiren çiftler… Yâni her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitlerden yetiştirdik. (S. HAVVÂ, 14/85)

‘yerin yayılması’ ile maksat, ovaların, vâdîlerin, göllerin, ırmakların ve denizlerin var edilmesi, ormanların, meyve ve bitkilerin yetişeceği, insanların ve hayvanların yaşayabileceği duruma getirilmesi, üzerinde dolaşmaya, barınmaya ve korunmaya, ziraat yapmaya ve başka faaliyetlerde bulunmaya, uygarlık kurmaya elverişli kılmasıdır. Yeryüzünde ovalar ve tarlalar olmasaydı, su ve ırmaklar bulunmasaydı, toprak ziraata elverişli olarak var edilmeseydi, insanlar yeryüzünde yaşayamazlardı. Bu (durum), hem Allâh’ın varlığının, birliğinin, gücünün ve hem nîmetlerinin açık delilidir. (İ. KARAGÖZ 7/330)

‘sâbit dağlar’ Dağlar yeryüzünde denge unsurudur. İnsanlar ve diğer varlıklar için uygun hayat şartlarının, iklimin ve bitki örtüsünün oluşmasında, kıyı bölgelerinin yağışlı, iç bölgelerin karasal iklime sâhip olmasında önemli bir etkendir. Dağlar, ormanların oluşmasını sağlar, akarsular için su deposudur ve yabâni hayvanların yaşam alanıdır. (İ. KARAGÖZ 7/330)

Dünyâda varlıklar zıtları veya benzerleri veya bileşikleri veya karşıtları bulunması yönüyle çifttirler. ‘Yeryüzüde her çiftten gözlere ve gönüllere neşe ve sevinç veren güzel bitki yetiştirdik’ cümlesi, bitkilerin, insanların, hayvanların ve bilmediğimiz başka varlıkların çift olarak yaratıldığını, her birinin paydaşı, eşi, benzeri olduğunu, gece ve gündüz, soğuk ve sıcak, acı ve tatlı, erkek ve dişi, cisim ve ruh, cevher ve araz, karanlık ve aydınlık gibi karşıtı bulunduğunu, bütün çiftleri yüce Allâh’ın yarattığınıifâde eder. Bu cümle ‘bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattık’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/330)

Gökle ilgili üç husûsa dikkat çekilir: Binâ edilmesi, onda hiçbir çatlağın, yarığın, ayıp ve kusurun olmaması. Buna karşılık yeryüzü ile ilgili üç husus dile getirilir: Yayılıp döşenmesi, içine sâbit sapasağlam dağların yerleştirilmesi, orada gözler, gönüller açan, huzur ve neşe veren her güzel çiftten sevimli bitki ve canlıların yaratılıp çıkarılması. Buna göre yeryüzü için zikredilen ‘yayıp döşeme’, gök için zikredilen ‘binâ edilme’nin karşılığıdır. Çünkü ‘el medd’ koymak ve yerleştirmek, ‘el binâ’  ise kaldırmak ve dikmek demektir. Dağlar, yerde sâbittir. Yıldızlar da gökte yer almış ve göğü süslemişlerdir. Yeryüzünde ‘bitkileri bitirme’, yeri yarmak mânâsına gelir ki, gökleri deliksiz gediksiz yaratmanın zıddı bir durumdur. (Ö. ÇELİK, 4/615, 616)

Bizim dünyâmızdan yüzbinlerce defâ daha büyük gezegenler bu kâinat içinde bir top küre gibi yüzer dururlar. Güneşimizden binlerce defâ daha parlak yıldızlar, onun içinde parlarlar. Bütünü ile bizim bu güneş sistemimiz, bu kâinatın sâdece bir kehkeşânı (Galâksi) sinin bir köşesine sıkışmıştır. Sâdece bu bir galâkside bizim güneş sistemimiz gibi yüzbinlerce sâbit yıldız vardır. Bu ân’a kadar beşer müşâhedesi bu şekilde bir milyon galâksinin varlığını tespit etmiştir. Bu yüzbinlerce galâksiden bize en yakın komşu galâksi ışık senesine göre bir milyon senede ışığı yeryüzüne ulaşan bir mesafede bulunmaktadır. Bu da insanoğlunun şu âna kadar bilgi ve görgüsünün ulaşabildiği kâinâtın genişliğinin sâdece bir parçasıdır. Allâh’ın kudret ve azameti ne kadar geniştir, bunu biz ölçemeyiz. İnsanın bildiği ve düşünebildiği kâinat, gerçek kâinat karşısında belki de denizde bir damla kadar bile değildir. Allâh’ın yarattığı bu muhteşem varlık âlemi konusunda küçücük, konuşan bir hayvan olan (‘canlı’ olması daha uygundur, M. SELMAN) insanın ‘öldükten sonra tekrar nasıl diriltilebiliriz’ diye inkâr etmesi onun aklının kısalığındandır. Kâinâtın yaratıcısının kudreti bu kadar basit bir şeyden nasıl âciz kalır? (MEVDÛDİ, 5/437)  

‘Allâh’a yönelen’ yâni O’nun hârikulâde yaratışı üzerinde düşünerek Rabbine dönen ‘her kula öğüt ve ibret olmak üzere (yaptık)’ Böylelikle bunlar vâsıtasıyla hakkı görüp öğüt alasınız. İbn Kesir der ki: ‘Yâni göklerin ve yerin yaratılışının gözlemlenmesi yüce Allâh’ın onlarda yerleştirdiği büyük âyetler (belgeler), Allah Teâlâ’ya yönelen her bir kul için hakikati göstermekte, delâlet etmektedir. Allah’tan korkan, Allâh’a yönelen herkesedir bunlar.’ (S. HAVVÂ, 14/85)

 50/9-15  HAYÂTA  YENİDEN  ÇIKIŞ  DA  BÖYLEDİR

9, 10, 11. Gökten de bereketli bir su indirdik; onunla da bahçeler ve biçilecek tâne(li ekin)ler bitirdik. 10-11. Kullara rızık olsun diye, küme küme tomurcuğu olan uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik). Biz o (su) ile ölü bir memlekete can verdik. İşte (kabirden dirilerek) çıkış da böyledir.

12, 13, 14. (Rasûlüm!) Onlardan önce Nûh kavmi, Res hâlkı ve (Sâlih’in kavmi) Semûd, Âd, Firavun (ve kavmi ile) Lût’un kardeşleri (yâni kavmi) de yalanlamıştı. 14. (Şuayb’ın gönderildiği) Eyke hâlkı ve (Himyer meliki olan) Tübba kavmi de… Her biri peygamberleri yalanladılar da hepsine azâbım hak oldu. (Bu nedenle kavminin yalanlamasına üzülme.)

  1. (Ey Peygamberim!) Biz ilk yaratışta âciz mi kaldık (ki tekrar diriltemeyelim)? Hayır! Onlar (yine de) bu yeni yaratıştan şüphe içindedirler. [bk. 30/27]

 9-15. (9, 10, 11).‘Ve gökten bereketli bir su indirip de’ ki hayrı, bereketi ve faydası pek çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl bitirildikleri gösterilerek yerinde uygulama ve diriltme şekline bir örnek verilmiş oluyor. Kur’an da bu mübârek suya benzer. (ELMALILI, 7/229)

Atmosferdeki su buharının yoğunlaşmasını, bulutta su taneciklerine dönüşmesini sağlayan yüce Allah’tır. Bütün bunlar kendiliğinden değil, Allâh’ın varlık âlemine koyduğu bir nizam sonucu meydana gelmektedir. Bu, hem Allâh’ın bir nimeti, hem de varlığının ve gücünün bir delîlidir.(İ. KARAGÖZ 7/331)

‘onunla bağlar, bahçeler ve biçilecek tâneler bitirmekteyiz.’  Biçilecek tânelerden kasıt, tânesini elde etmek ve saklamak kasdı ile ekilen ekinlerdir. Nesefi de der ki: ‘Yâni buğday, arpa ve bunun gibi biçilme özelliği olan ekinlerin tâneleri demektir.’ (S. HAVVÂ, 14/86)

‘Kullara rızık olsun diye, küme küme tomurcuğu olan uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik).’ Yâni boyları yüksek ve üst üste yığılmış salkımlar hâlinde yâhut oldukça fazla hurma ağaçları. (S. HAVVÂ, 14/86)

‘toprağı canlandırma’ ile maksat, yağan yağmur ile bitkilerin yetişmesidir. Toprağı ve suyu yaratan ve toprağa bitki yetiştirme ve suya bitkileri besleme özelliği veren yüce Allah’tır. Yağmur yağmasa ve yeryüzü suları olmasa insan, hayvan ve bitki dâhil hiçbir canlı yaşayamaz. (İ. KARAGÖZ 7/331)

‘Kullara rızık olmak üzere’ yâni biz bütün bunları yağmur suyu ile kullara rızık olmak üzere bitirdik. ‘ve onunla’ bu su ile ‘ölü’ bitkisi kurumuş ‘yeri dirilttik. İnsanların çıkışı da böyledir.’ Bu ölü arâzi nasıl diriltilir ise, siz de ölümünüzden sonra böylece diriltileceksiniz. Çünkü ölü varlıkların diriltilmesi, ölmüş arâzilerin diriltilmesi gibidir. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘İşte bu, ölüp yok olduktan sonra dirilişin misâlidir. Allah ölüleri işte böyle diriltir. İşte bu öldükten sonra dirilişi inkâr edenlerin inkâr sebeplerinden çok daha büyük ve his ile anlaşılan, Allâh’ın azim kudretinden bir delildir.’ (S. HAVVÂ, 14/86)

‘İşte (kıyâmet kopunca ölülerin kabirlerinden diriltilip) çıkışı da böyle olacak’ buyurularak, ölülerin diriltilmesini inkâr edenlere örnekli cevap verilmektedir. Öldükten sonra dirilmeye îman etmek farzdır. Îman etmeyen mümin ve Müslüman olamaz. (İ. KARAGÖZ 7/332)

(12, 13, 14).‘(Rasûlüm!) Onlardan önce Nûh kavmi, Res hâlkı ve Semûd, Âd, Firavun, Lût’un kardeşleri de yalanlamıştı.’ ‘Eyke halkı ve Tübba kavmi de… Her biri peygamberleri yalanladılar da benim azâbım hak oldu.’  Âyet metninde geçen ‘Ress’ duvarı örülmemiş kör bir kuyu, demektir. ‘Eyke’ ise, dalları sık ve birbirine sarılmış gür ağaçlardır. Eykeliler – ağır basan tercihe göre – Hz. Şuayb’ın kavmidir. Ress sâhiplerine gelince, onlar hakkında şu kısa ifâdeden başka hiçbir açıklama yoktur. Tübba’ kavmi de böyledir. Onlar hakkında da hiçbir açıklama yoktur. Tübba’ Yemen’deki Himyer krallarının lâkabıdır. Yalnız burada söz konusu edilen kavimler o zamanlar bu Kur’an’ı okuyanlarca bilinmekteydi. (S. KUTUB, 9/350)

‘ve Lût’un kardeşleri de’ Bunlar ise Hz. Lût’un kendilerine peygamber olarak gönderildiği Sedum hâlkıdır. Yüce Allah onları yerin dibine geçirmiş, yaşadıkları arâziyi küfür, isyan ve hakka muhâlefetleri sebebiyle kokuşmuş ve pis bir göle  çevirmişti. (S. HAVVÂ, 14/87)

Zâten açıkça belli ki bu kısa işâretten maksat kavimlerin hikâyelerini ayrıntıları ile anlatmak değildir. Sâdece, Peygamberlerini yalanlamış geçmiş kavimlerin âkıbetlerini anlatarak kalplere etki etmektir. Burada dikkati çeken şey bütün bu kavimlerin kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış olmalarının ifâde edilmesidir. (S. KUTUB, 9/350)

‘üzerlerine azâbım hak olmuştu’ Vâcip olmuş ve nitekim azâbım onlara isâbet etmişti. Bu ifâdeler ile Rasûlullah (s) teselli edilmekte, inanmayan kavmi ise tehdit edilmektedir. İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allâh’ın yalanlamaya karşılık olarak onları tehdit edegeldiği azap ve intikam hak oldu. O bakımdan muhâtaplar da onlara isâbet eden şeyin aynısının kendilerine isâbet edeceğinden sakınsınlar. Çünkü bunlar da ötekilerin yalanladığı gibi peygamberlerini yalanlamış bulunuyorlar.’ (S. HAVVÂ, 14/87)

(15).‘İlk yaratmada acze mi düştük?’ İbn Kesir der ki: ‘Biz ilk yaratıştan âciz mi kaldık ki, onlar tekrar yaratmadan yana şüphe içindedirler.’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘Hemze (şeklindeki soru edatı) inkâr içindir. Yâni bizler birinci yaratmadan dolayı âciz olmadığımıza göre ikincisinden nasıl âciz oluruz? Birinci yaratmayı itiraf etmek, yaratışı iâde edebilmeyi de itiraf etmektir.’ (S. HAVVÂ, 14/87, 88)

‘Hayır, onlar’ ölümden sonra ‘yeni bir yaratıştan şüphe etmektedirler.’ Karışıklık içerisindedirler, tereddüttedirler, işin içinden çıkamıyorlar. Nesefi şöyle demektedir: ‘Şeytan onları çıkmaza sokmuş ve şaşırtmıştır. İşte ölülerin diriltilmesi âdetin dışında olan bir iştir, diyerek onları kandırmış ve böylelikle onlar da sağlıklı bir şekilde delillendirmeyi terk etmiş bulunuyorlardı. Sağlıklı delillendirme ise şudur: Hiç yoktan var etmeye kâdir olan, varlığı var etmeye daha kâdirdir. (S. HAVVÂ, 14/88)

 50/16-21  GELECEĞİ  VAAD  EDİLEN  GÜN

  1. Andolsun, insanı (biz) yarattık ve nefsinin/duygusunun ona ne vesvese verdiğini biliriz. (Çünkü ilmimizle) biz ona şahdamarından daha yakınız.
  2. (Ey insanlar!) Unutma(yın) ki (insanın) sağında ve solunda oturan iki kaydedici (melek, onun söz ve hareketlerini) kaydedip durur.
  3. (O,) bir söz söylemeye görsün, kesinlikle yanında (yazmaya) hazır bir melek vardır. [bk. 82/10-12]
  4. (Bir gün) ölüm sarhoşluğu hak ile gelir (gerçeği de ortaya getirir): “(Ey insan!) İşte bu, senin kendisinden kaçtığın şeydir.” (denilir.)
  5. Sûr’a da üfürülür; işte bu (kâfirler için) tehdit edilen (azap) günüdür.
  6. (O gün, Rabbin huzûruna) herkes, berâberinde bir sevkedici ve bir şâhit (melek) olduğu hâlde gelir.

 16-20. (16).‘Andolsun ki, Biz insanı yarattık ve nefsinin kendisine ne vesveseler verdiğini biliriz.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Şânı yüce Allah insanı yaratanın kendisi olduğunu, bilgisinin onun bütün durum ve hâllerini kuşattığını, hattâ Âdemoğlunun hayır olsun şer olsun, içinden geçen vesveseleri dahi bildiğini belirterek, insana güç yetiren / kâdir olduğunu haber vermektedir.’ (S. HAVVÂ, 14/90, 91)

‘Biz ona şah damarından daha yakınız.’ Yâni bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından çepeçevre sarmıştır ki, bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona yakın oluşundan daha yakındır. Onun konuşmasını işitmek için bir mesâfe katedip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Bunun gibi, onu ele geçirmemiz gerekirse bir mesâfeden gelip yakalamamız gerekmez. Nerede olursa olsun, her zaman o kabzamızdadır, istediğimiz zaman onu ele geçiririz. (MEVDÛDİ, 5/441)

Hadis: Sahih’te sâbit olduğuna göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Yüce Allah ümmetime içinden geçirdikleri vesveseleri söylemedikçe yâhut onlarla amel etmedikçe bağışlamıştır’ (İbn Kesir’den: S. HAVVÂ 14/100)  

(17, 18).‘Unutma ki (insanın) sağında ve solunda oturan iki kaydedici (melek, onun söz ve hareketlerini) kaydedip durur.’ ‘(O,) bir söz söylemeye görsün, kesinlikle yanında hazır bir gözcü vardır.’ Cenâb-ı Hak kullara bu şekilde yakın olmakla birlikte her insan üzerine iki de melek gönderilmiştir. Onlar insanın söylediği her sözü ve yaptığı her işi teker teker kaydederler. Hiçbir söz ve hareket onların kayıtları dışında kalamaz. Bu sebeple Rasul-i Ekrem (s) şöyle uyarmaktadır:

Hadis: ‘Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de, bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.’ (Buhâri Rikak 23, Müslim Zühd 49, 50’den Ö. ÇELİK, 4/620)

Allah Teâlâ’nın öyle melekleri vardır ki kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun, gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek azim, gerek karar verme hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler, gerek dalgınlıkla ve unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek hastalıklarında, işlerinde hiçbir şeyi ihmal etmezler. (Âlûsi, 26/179, 180 den) Nakil ve rivâyet âlimleri böyle rivâyet etmişlerdir. Demek ki, niyet, azim, karar mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. (ELMALILI, 7/241)

Âyette geçen Rakîb ve Atîd hemen ilk anda akla geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir. İnsanın her hareket ve sözünü kaydeden her an hazır ve gözcü iki melek demektir. Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurâfe ve vehimleri sıralamaya da gerek yoktur. Gayba âit olan bu gerçekler karşısında tutumumuz şudur bizim: Bunları oldukları gibi alırız, nasıl olduklarını araştırmaya kalkışmadan ifâde ettiği anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl olduklarını bilmek, bize hiçbir şey kazandırmaz. Üstelik bu gayba dâir gerçekler ne tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına girmezler. (S. KUTUB, 9/352, 353)

(19).‘Ve ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde’ de Allah ‘habli verîd’den daha yakındır. ‘Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz.’ (Vâkıa, 50/85) ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak ile gelmesi, Allâh’ın emriyle ‘Her nefis ölümü tadacaktır.’ (Âl-i İmran 3/185) gerçeğini getirmesidir. (ELMALILI, 7/242)

Nesefi bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemiştir: ‘Yüce Allah, onların öldükten sonraki dirilişlerini inkâr edişlerini söz konusu edip, kudretini delil olarak belirttikten sonra; inkâr ettikleri şey ile fazla geçmeden ölümleri hâlinde ve Kıyâmet kopacağı zaman karşılaşacaklarını onlara bildirmekte(dir). Bunun oldukça yakınlaşmış olduğunu belirtmek üzere de mâzi (di’li geçmiş zaman) kipi ile dile getirmektedir. Bu da yüce Allâh’ın: ‘Ölüm sarhoşluğu hak ile geldi…’ şeklindeki buyruğudur. (S. HAVVÂ, 14/92)

İnsanın ölüm hâli, mümin veya kâfir oluşuna göre değişir. Ölüm melekleri, müttaki müminlerin ruhlarını alırken, şefkat ve nezâketle hareket ederler, canlarını kolayca alırlar ve kendilerine selâm verirler. (16/32). İnkâr etmek, kötülük ve günah işlemek suretiyle kendilerine zulmeden kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak canlarını alırlar ve onlara sert ifâdeler kullanırlar. (8/50, 47/27, 4/97, 6/93, 7/37; İ. KARAGÖZ 7/339, 340)

Hadis: (…) Hz. Âişe’nin (r) anlattığına göre Rasûl-i Ekrem (s) ölüm döşeğinde iken yanı başındaki su kabına elini daldırıp yüzüne sürüyor ve ‘Lâ ilâhe illâllah, ölümün de sekerâtı; şiddet ve sıkıntıları var’ buyuruyor. (Buhâri) ve ‘Allâh’ım! Ölümün şiddet ve sıkıntılarına karşı bana yardım et’ diye duâ ediyordu. (Tirmizi Cenâiz 8, İbn Mâce Cenâiz 64’den Ö. ÇELİK, 4/622)

(20).‘Sûr’a da üfürülür’ Nesefi’nin dediğine göre kasıt, öldükten sonra dirilişin üfürüşüdür. ‘İşte bu tehdit edilen (azap) günüdür.’ Yâni bu üfürme zamânı, yüce Allâh’ın insanlara vaad edip sakınmalarını istediği ve tehdîdinin gerçekleşeceği gündür. (S. HAVVÂ, 14/92)

(21).‘Ve her bir nefis berâberinde bir sevk edici ve bir şâhit (melek) ile gelmiştir.’ İki çeşit melek, birisi o nefsi mahşere sevk etmekle görevli, birisi de ameline şâhittir. Herkesin ameline göre şâhitlik ve sevkin şekli farklı olmakla berâber, hepsi böyle iki görevli ile berâber sevk edilir.  (ELMALILI, 7/242) Büyük ihtimalle bundan maksat, dünyâda o kişinin söz ve hareketlerini tespit edip yazmakla görevli iki melektir. Kıyâmet günü Sûr’un sesi yükselir yükselmez her insan mezarından kalkınca derhâl o iki melek gelerek o kişiyi kendi hükmü altına alacak, biri onu Allah’ın mahkemesine doğru çekerek götürecek, diğeri de onun amel defterini taşıyacaktır. (MEVDÛDİ, 5/443)

 50/22-29  HUZÛRUMDA  SÖZ  DEĞİŞTİRİLMEZ

  1. “Kuşkusuz sen, (dünyâda) bundan gaflette idin. İşte sen(in gözün)den perdeni kaldırıp açtık; artık bugün, gözün keskindir.” (denilir.) [bk. 19/38; 32/12]
  2. Onun yoldaşı (olan melek): “İşte yanımdaki (yazılı amel defteri) hazırdır.” der.

24, 25, 26. (Allah, iki meleğe🙂 “(Rabbini tanımayan) her inatçı nankörü, hayra (ve İslâm yoluna bütün gücüyle) engel olanı, azgını, (îmanda) şüpheci olanı atın cehenneme! Allah ile berâber başka (sahte) ilâhlar edinen (Allah yerine onlara, onun emir ve ilkelerine bağlanan)ı, şiddetli azâbın içine atın.” (buyurur.) [krş. 2/165-167]

  1. Arkadaşı (olan şeytan): “Ey Rabbimiz! Onu (ben) azdırmadım. Fakat o kendisi, (haktan) uzak bir sapıklık içinde idi.” der.
  2. (Allah) buyurur ki: “Huzûrumda tartışmayın. Ben size (azâbıma dâir) tehdîdi önceden gönderip bildirmiştim.”
  3. “Benim huzûrumda (kâfirlerin cehennemi dolduracağına dâir) söz değiştirilmez ve ben kullarıma zulmedici de değilim.”

 22-29. (22).“Kuşkusuz sen, (dünyâda) bundan gaflette idin. İşte sen(in gözün)den perdeni kaldırıp açtık; artık bugün, gözün keskindir.” (denilir.)’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Çünkü Kıyâmet gününde herkes görecektir, basîreti açılacaktır. Dünyâda kâfir olanlar dahi Kıyâmet gününde istikâmet üzere olacaklardır, fakat bunun onlara faydası olmayacaktır.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Gaflet sanki onun bütün vücûdunu örten bir örtü gibi yâhut gözlerini perdeleyen bir perde gibi ifâde edilmiştir. Bu perde dolayısıyla o, hiçbir şey görememektedir. Kıyâmet günü oldu mu uyanır ve bu gafletin perdesi zâil olur / yok olur. Böylelikle, görmediği hakkı görür. Gafleti dolayısıyla zayıf olan görüşü, bu sefer uyanıklığı sebebiyle alabildiğine keskinleşir. (S. HAVVÂ, 14/92) 

(23).‘Berâberinde olan’ Nesefi’nin dediğine göre; cumhur onun üzerinde tanıklık eden yazıcı melek olduğu kanaatindedir. İbn Kesir de şöyle demektedir: ‘Şânı yüce Allah, Âdemoğlu’nun amelini yazmakla görevli olan meleğin durumundan haber vermekte ve Kıyâmet gününde neler yaptıklarına dâir hakkında şâhitlik edeceğini ve onunla ilgili olarak : ‘İşte yanımdaki hazırdır’ diyeceğini, yâni eksiksiz yâhut fazlasız olarak hazır edilmiştir, diyeceğini belirtmektedir.’ Hazır olandan kasıt ise, amellerin yazılı oldukları amel defterleridir. (S. HAVVÂ, 14/92, 93)

(24, 25, 26).‘İkiniz de atın cehenneme, her inatçı kâfiri’ hakka uzak kalan, hakka karşı inat eden, bâtıl ile hakkın karşısına çıkan ve bütün nîmetleri vereni inkâr eden kâfiri, ‘hayra bütün hızıyla engel olan’ maldaki hakları çokça engelleyen yâhut hayır türünün, ehline ulaşmasına mâni olan  yâni üzerindeki hakları yerine getirmeyip iyilik yapmayan, akrabâlık bağını gözetmeyen, sadaka vermeyen, ‘azgın’ zâlim, hakkı aşıp giden ‘ve’ Allah hakkında, dîni hakkında şüphe eden, ‘şüpheciyi’ cehenneme atınız. (S. HAVVÂ, 14/93)    

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Said el Hudri Rasûlullah (s)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: ‘Cehennemden bir alev çıkar, konuşarak şöyle der: Bugün üç kişiye (azap etmek için) görevlendirildim. Zorba ve inatçı her kâfir, Allah ile birlikte başka ilâh koşan, haksız yere bir canı öldüren, der ve onları içerisine alarak cehennemin azâbı en çetin yerlerine bırakır.’ (S. HAVVÂ, 14/103)

‘O ki, Allah ile başka bir ilâh edinmiştir. Haydi, ikiniz onu en çetin azâbın içine atın’ Yüce Allâh’ın bu son üç âyetin ilkindeki ‘ikiniz’ hitâbı ile sonuncularındaki  ‘ikiniz’ hitâbındaki iki kişi ile sürükleyen ve tanıklık eden iki meleğe hitap edilmektedir. İbn Kesir der ki: Zâhire göre bu sürükleyen sâik ve şehid ile bir konuşmadır. Sürükleyen onu hesâbın görüleceği yere getirmiştir. Şehid (yâni şâhid) de üzerindeki tanıklığı yerine getirdikten sonra, yüce Allah her ikisine de onu cehenneme atmaları emrini vermiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.’ (S. HAVVÂ, 14/93)    

(27).‘Yakını ona der ki’ Bu yakının dünyâda o kâfire musallat olup, âhirette berâber sevk edilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir. ‘Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım’ Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür beyan edip şikâyet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. ‘Fakat kendisi uzak bir sapıklık içinde idi.’ Yâni kendisi haktan uzağa sapmış bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. ‘Benim size karşı bir hâkimiyetim yoktu. Ancak sizi dâvet etmiştim.’ (İbrâhim, 14/22) der. (ELMALILI, 7/242, 243)

(28).‘(Allah) buyurur ki: “Huzûrumda tartışmayın.’ Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir, değiştirilmez. Ve herkes ancak yaptığından dolayı cezâlandırılır. Kimseye zulmedilmez, çünkü cezâyı veren en âdil hüküm sâhibidir. (S. KUTUB, 9/356) ‘Ben size (azâbıma dâir) tehdîdi önceden gönderip bildirmiştim.” Önceden dünyâda çalışma çağında kitaplar ve peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken dinlemediğiniz hâlde şimdi hesap ve cezâ yerinde boşuna çekişmeyin. (ELMALILI, 7/243)

(29).“Benim katımda söz değiştirilmez’ Yâni kâfirleri cehenneme koyacağıma dâir söz ve tehdîdimi değiştireceğime umut bağlamayınız. ‘ve ben kullara aslâ zulmedici değilim.” Günahsız yere hiçbir kula azap etmem. İbn Kesir der ki: ‘Yâni Ben kimseyi başkasının günahı ile azaplandırmayacağım gibi; hiçbir kimseyi ona karşı delil ortaya konulmadıkça bizzat kendi günahı ile dahi azaplandırmam. (S. HAVVÂ, 14/94)

Vaad ve vaid haktır. Vaad, kulların Allah üzerindeki hakkıdır. Onu yapmaları durumunda söz verdiği şekilde vermeyi garanti etmiştir. Allah için de evlâ olan ahde vefa göstermektir. Vaid ise Allâh’ın kullar üzerindeki hakkıdır. ‘Böyle yapmayın, yoksa sizi cezâlandırırım’ demiş fakat onlar yapmıştır. Allah isterse affeder, isterse hakkını alır. Çünkü bu O’nun hakkıdır. Bu ikisi arasında evlâ olan affetmektir. Zîrâ O affeden, merhametli olandır. (İ. H. BURSEVİ, 19/586)

 50/30-35  EBEDİ  YAŞAMANIN  BAŞLADIĞI  GÜN

  1. O gün cehenneme: “Doldun mu?” deriz. (O’da🙂 “(Dolmadım.) Daha var mı?” der.
  2. Cennet ise muttakîlere uzak değildir, artık yakınlaşmıştır.

32-33-34. İşte size vaadedilen bu cennet; her (tevbe ile Allah’a) yönelen, (O’nun buyruklarını) koruyan, görmediği hâlde Rahmân’dan (her yerde) korkan ve O’nun itaatine yönelmiş bir kalple gelen kimse içindir. (Onlara🙂 “Selâmetle girin oraya. İşte bu ebedîlik günüdür.” (denilir).

  1. Cennette onlar için istedikleri şeyler vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.

 30-35. (30).‘O gün cehenneme: “Doldun mu?” deriz. (O’da🙂 “Daha var mı?” der.’ Bu soru ve cevap ‘Andolsun ki cehennemi dolduracağım’ (Sâd 38/85) vaadinin yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasvirdir. İstifham / soru takriridir. Yâni cehennem genişliği ile berâber ‘Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamâmen dolduracağım’ (Hûd 11/19) ifâdesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs gösterecektir. (ELMALILI, 7/244)

‘O gün cehenneme ‘doldun mu?’ deriz’ Allah’tan gelen bu soru söylediğini tasdik, vaadini tahkik, azâbının ehline azar ve bütün kullarına bir uyarıdır. (İ. H. BURSEVİ, 19/589)

Nesefi der ki: ‘Bu, yapılan tahkika göre cehennem tarafından söylenecek bir sözdür. Bunun reddedilecek bir tarafı olmaz; tıpkı organların konuşturulması gibi. Soru ise kâfirleri azarlamak için olacaktır. Çünkü şânı yüce Allah, zâten cehennemin dolup dolmadığını bilir.’ (S. HAVVÂ, 14/94)

Hadis: Enes b. Mâlik (r) Peygamber (s)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ‘Cehenneme atıldıkça o ‘daha var mı?’ der. Nihâyet (yüce Allah) oraya ayağını koyar, o da ‘yeter’ der. (Müslim Cehennem, Buhâri’den S. HAVVÂ, 14/103)

(31).‘Cennet ise takvâ sâhiplerine yaklaştırılır, zâten uzak değildir.’ Yâni bir kimsenin muttaki olduğu ve cennete lâyık olduğu Allâh’ın mahkemesinde kararlaşırsa, derhâl o cenneti önünde hazır bulacaktır. Cennete ulaşmak için yürüyerek veya herhangi bir vâsıtaya binerek yolculuk yapmak sûreti ile gitmeyecek. Karar zamânı ile cennete girme arasında hiçbir bekleyiş olmayacaktır. Burda karar verilmiş, şurda kişi mutlaka cennete girmiş olacak. Sanki o cennete ulaştırılmamış da cennetin kendisi onun yanına getirilmiştir. Âhiret âleminde zaman ve mekân kavramının bizim bu dünyâdaki kavramlardan ne kadar farklı olacağı işte bundan ölçülebilir. Bu dünyâda tanıdığımız çabukluk ve gecikme, uzaklık ve yakınlık gibi bütün kavramlar orada mânâsız şeyler olacaktır. (MEVDÛDİ, 5/446, 447)

(32, 34).Cennete girmeye hak kazananların mümtaz özellikleri de şöyledir: (Ö. ÇELİK, 4/626)

(a) ‘İşte size yönelen’ yâni Allah’a tevbe ederek çok çok dönen,

(b) ‘ve buyruklara riâyet eden’ Allah’ın sınırlarını koruyan yâhut Allah’a olan ahdini muhâfaza eden veya İbn Kesir’in dediği gibi, ahdi koruyup onu tamâmıyla yerine getirip bozmayan ‘herkese vaadolunan budur’  

(c) ‘Görmediği hâlde Rahman’dan korkan’ ‘Yâni Allah’tan başka hiçbir kimsenin görmediği bir yerde gizlilikle Allah’tan korkan kimse demektir. Hadis: Hz. Peygamber’in: ‘Ve tenhâda iken Allâh’ı zikrederek gözlerinden yaş boşanan bir adam ‘hiçbir gölgenin olmadığı Kıyâmet gününde Arş’ın gölgesi altında olacaktır’ buyruğu bunu andırmaktadır.

Buradaki âyette havf yerine ‘haşyet’ kelimesi kullanılmıştır. Bu haşyet kelimesinden de, müminin kalbinde Allah korkusu sâdece onun azâbından korktuğundan değil, daha çok Allâh’ın azamet ve büyüklüğünü hissetmesinden dolayı onun üzerinde devamlı bir ürperti meydana getirdiği kast edilmiştir. (MEVDÛDİ, 5/447)

(d) ‘ve Allâh’a yönelen bir kalp ile gelenlere’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni Kıyâmet gününde yüce Allâh’a dönen, O’nun huzûrunda boyun eğen, selim bir kalp ile Allâh’ın huzûruna çıkan kimseye (söz verilen yerdir.) (S. HAVVÂ, 14/94)

’Selâmetle’ nîmetlerin zeval bulacağından, cezâların geleceğinden ya da esenlik içerisinde, güvenlik içerisinde olmak üzere ‘girin oraya’ cennete. Katâde der ki: ‘Yüce Allâh’ın azâbından kurtuldukları gibi, Allâh’ın melekleri de onlara selâm verecektir. (S. HAVVÂ, 14/94)

(35).‘İşte bu ebediyet günüdür’ Cennette ebediyyen kalırlar, ebediyyen ölmezler, ebediyyen susamazlar, yerlerinin değiştirilmesini istemezler. ‘Orada diledikleri onlarındır’  Zevk verecek çeşitli şeylerden hangisini isterlerse bulurlar, hangisini dilerlerse önlerinde hazır edilir. Katımızda’ arzuladıklarının da üstünde ‘daha fazlası da vardır’ Nesefi der ki: ‘Cumhûrun görüşüne göre buradaki fazlalıktan kasıt, keyfiyetsiz olarak yüce Allâh’ın görülmesidir. (S. HAVVÂ, 14/95)

 50/36-40  GECENİN  BİR  BÖLÜMÜNDE  O’NU  TESBİH ET

  1. (Ey Peygamberim!) Bunlardan önce, nice (inkârcı) nesilleri helâk ettik. Oysa onlar, kendilerinden kuvvetçe daha güçlü idiler. (Ticâret ve benzeri amaçlarla) beldeleri gezip dolaştılar. Ama hiç kaçacak bir yer var mı?
  2. Şüphesiz ki bu (zikredilenlerin hepsi)nde kalbi olan, yâhut hazır bulunup kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır.
  3. Andolsun ki (biz,) gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı evrede yarattık; bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. [bk. 46/33]

39, 40. (Rasûlüm!) Müşriklerin dediklerine sabret. Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce(ki vakitlerde) Rabbini hamd ile tesbih et (namaz kıl). 40. Gecenin bir kısmında(ki namazlarda) ve secdelerin (namazların) arkalarında O’nu tesbih et. [bk. 17/79; 30/17-18]

 36-40. (36).‘Bunlardan önce, nice (inkârcı) nesilleri helâk ettik. Oysa onlar, kendilerinden kuvvetçe daha güçlü idiler. (Ticâret ve benzeri amaçlarla) beldeleri gezip dolaştılar. Ama hiç kaçacak bir yer var mı?’ Bunlar sayıca onlardan daha fazla oldukları gibi, güç ve kuvvet itibâriyle de bunlardan daha fazla idiler. Güçlü oldukları için de ülkelerde dolaşıp durmuşlardı. Yâni yeryüzünde ticâret,  rızık aramak ve kazanç sağlamak maksadıyla sizin dolaştığınızdan daha fazla gezmiş dolaşmışlardı. ‘Bir kurtuluş var mı?’ Allah’tan yâhut ölümden kaçış var mı? İbn Kesir der ki: ‘Yâni Allâh’ın kazâ ve kaderinden kaçıp kurtulabildiler mi? Peygamberleri yalanladıklarından dolayı azap kendilerine gelince bu azâbı geri çevirmeye yaradı mı? İşte yüce Allah size azap etmek diledi mi, sizlerin de kaçışınız, kurtuluşunuz, sığınağınız olamaz.’ (S. HAVVÂ, 14/95)

(37).‘Şüphesiz bunda’ bu fıkrada söz konusu edilen şeylerde ‘kalbi olan’ yâni uyanık olan; çünkü kalbi uyanık olup anlamayan bir kimse kalpsiz gibidir; yâhut kalbi diri olan, çünkü ölü kalp Allah’tan gelen bir şeye kulak vermez; ‘veya hazır bulunup’ zihnini toplayıp ‘kulak veren’ çünkü zihnini toplamayan bir kimse hazır olmayan kimse gibidir.  İşte bu nitelikte olan ‘kimseler için elbette bir öğüt’ ibret ve mev’iza ‘vardır’. (S. HAVVÂ, 14/95)

(38).‘Andolsun ki (biz,) gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı evrede yarattık; bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.’  Eldeki Tevrat nüshâlarında Allâh’ın evreni altı günde yarattığı, yedinci gün – yaratmayı bitirmiş olduğu için – istirahat ettiği ve o günü kutsal kıldığı yazılmıştır. Konumuz olan âyette ise göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı gerçeği teyit edilmekte, fakat yedinci gün dinlenme haberi ve inancı reddedilmektedir; çünkü yorulma ve dinlenme kavramları Allâh’ın bildirdiği yüce sıfatlarına ters düşmektedir. Yerin ve göklerin altı günde yaratılması da yoruma açık bir ifâdedir. Bu sözü lügat mânâsıyla alıp dünyevi zaman ölçülerine göre yirmi dört’er saatten oluşan altı gün şeklinde değerlendirmek de doğru olmaz. (bu konuda bilgi için bk. A’raf 7/54, KUR’AN YOLU, 5/112, 113)

‘ve Bize bir yorgunluk dokunmadı, bir usanç gelmedi’ yâni Yahûdilerin dediği gibi Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuş değildir. Hâlâ yaratıyor, hâlâ yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan da yaratır. (ELMALILI, 7/247)

(39, 40).‘(Rasûlüm!) Müşriklerin dediklerine sabret.’ Nesefi der ki: ‘Yâni Yahûdilerin söyleyip işledikleri küfür ve benzetmelere karşı. yâhut müşriklerin öldükten sonra diriliş hakkında söylediklerine katlan! Çünkü kâinâtı yaratmaya kâdir olan onları tekrar diriltmeye ve onlardan intikam almaya da kâdirdir. (S. HAVVÂ, 14/97)

‘Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce(ki vakitlerde) Rabbini hamd ile tesbih et (namaz kıl).’ ‘Gecenin bir kısmında(ki namazlarda) ve secdelerin arkalarında O’nu tesbih et.’ Tesbihten maksat namaz, zikir ve duâdır. ‘Güneşin doğuşundan önce’ sabah namazı, ‘güneşin batışından önce’ öğle ve ikindi namazı, ‘geceleyin’ ise akşam, yatsı ve teheccüd namazlarıdır. ‘Secdelerden sonraki tesbih’e gelince, bundan maksat farzlardan sonra kılınan nâfile namazlar ve yapılan diğer zikirlerdir. (Ö. ÇELİK, 4/629)

‘Secde’den maksat namazdır. Parça söylenmiş, bütün kastedilmiştir. Burada kast edilen farz namazların ardından kılınan sünnet ve nâfile namazlar ya da her namazdan sonra çekilen tesbihlerdir. Çünkü sabah ve ikindi namazlarından sonra nâfile namaz kılmak mekruhtur. (H. DÖNDÜREN, 2/824)

Hadis: Her namazdan sonra 33 kez Allah’ı tesbih eden, 33 kez O’na hamd eden ve 33 kez tekbir getiren ve bunu ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehu lâ şerîke leh, lehü‘l mülkü ve lehü‘l hamdü ve Hüve alâ külli şey’in kadîr’ ile 100 e tamamlayan kişinin hatâları deniz köpüğü kadar da olsa affolunur.’ (Müslim Mesâcid 142’den İ. H. BURSEVİ, 19/619)

 50/41-45  SESLENENİN  SESİNE  KULAK  VER

41, 42. (Ey Peygamberim!) Seslenen (İsrâfil’)in yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver. 42. O gün (bütün insanlar, Sûr’a ikinci üfürülüşteki) o (korkunç) çığlığı gerçek olarak işitecekler. Bu, (dirilip) çıkma günüdür.

43, 44. Öldürecek de, diriltecek de kesinlikle biziz biz. Dönüş de ancak bizedir. 44. O gün, süratle (mahşer yerine) koşmak için yer onlar(ın üzerlerin)den yarılır. İşte bu bir haşr (toplama)dır ki (bu) bize göre çok kolaydır. [bk. 31/28; 99/2]

  1. (Ey Peygamberim!) Biz müşriklerin dediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Onun için benim tehdîdimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver. [krş. 2/272; 13/40; 88/21-22]

 41-45. (41).‘Seslenen (İsrâfil’)in yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.’ O çağırıcı İsrâfil ve Cebrâil (as)’dir. Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, dağılmış saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dâvâ için toplanmanızı emrediyor diye bağıracak. ‘Yakın bir yerden’ yâni ses herkese eşit olarak işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk yaratılıştaki ‘ol’ emrine benzetmişlerdir. (ELMALILI, 7/248)

Bir kişi nerde ölürse ölsün veya dünyânın neresinde ölüm ona yetişirse yetişsin, oraya Allâh’ın çağırıcısının ‘Rabbinize doğru yürüyün’ diyen sesi ona ulaşacaktır. Bu ses, yeryüzünün köşe bucaklarında dirilip kalkan insanlar tarafından sanki çok yakından çağırılan bir sesmiş gibi duyulacak ve aynı anda yeryüzünün her tarafında bu ses aynı şekilde işitilecektir. Bunun da âhiret âleminde bizim dünyâmıza nispetle zaman ve mekân kavramlarının ne kadar değişik olacağı ve hangi güçlerin hangi kânunlara uygun olarak iş yapabileceği ölçülebilir. (MEVDÛDİ, 5/451)

‘O gün insanlar bu sesi gerçekten işiteceklerdir. İşte bu, çıkış günüdür.’ İşte bugün kabirlerden çıkış günüdür. ‘Yevmü‘l hurûc’ / ‘çıkış günü’ kıyâmet gününün isimlerindendir. Bayram günü de buna teşbihle ‘yevmü‘l huruc’ olarak anılmaktadır. Bu âyetin anlamı şöyledir: İnsanlar diriliş gerçeğiyle iç içe geçmiş bir durumda çığlığı duydukları gün kabirlerden hesâba doğru giderler. Hesaptan sonra ya cennete ya da cehenneme varırlar. (İ. H. BURSEVİ, 19/625)

(43, 44).‘Şüphesiz ki dirilten de öldüren de’  yâni dünyâda insanlara hayat veren de, canlarını alan da ‘Biziz  Biz. Ve dönüş de ancak Bizedir.’ Dönüşleri Bize olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/98)  

‘O gün yer üzerlerinden yarılır.’ Yarılıp açılır ve ölüler oradan çıkarlar. ‘Onlar da çabucak’  hızlıca ‘çıkarlar. Bu, Bize göre kolay bir haşirdir.’ Bir zorluğu yoktur, basittir. İbn Kesir: ‘Bu tekrar iâde etmek Bize göre gâyet kolay ve basittir‘ demektedir. (S. HAVVÂ, 14/98)

(45).‘Biz müşriklerin dediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Onun için benim tehdîdimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.’ Müşrikler, Hz. Peygamber hakkında çeşitli söylentiler çıkarıyor, ‘deli, şâir, masalcı..’ diyorlar, bu da onu üzüyordu. Allah Teâlâ ‘Onların ne dediklerini Biz daha iyi biliyoruz’ buyurarak peygamberini teskin etmekte, bütün yapıp ettikleri karşısında onlara imkân ve özgürlük vermesinin bir hikmeti olduğuna dikkat çekmektedir. Bu arada Peygamberin görevi insanları îmâna ve dînî hayâta zorlamak değil, Kur’ân’ı durmadan okuyarak, açıklayarak tebliğde bulunmak, insanları dîne ve hakka çağırmaktır. (KUR’AN YOLU, 5/114, 115)

‘Kur’an ile öğüt ver’ emri Hz. Peygamber’in şahsında bütün müminlere yöneliktir. Bu itibarla her mümin, Kur’ân’ın emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını, ilke ve hükümlerini, öğüt ve kıssalarını öğrenmesi ve Kur’ân’ı insanlara öğretmesi ve anlatması gerekir. Bu yüce Allâh’ın bağlayıcı ve kesin emridir. (İ. KARAGÖZ 7/360, 361)

‘Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin.’ Yâni onları zorla îman ettirecek yâhut onlara dilediğini yapacak birisi değilsin. Sen yalnızca bir hatırlatıcısın. ‘Sen bir hatırlatıcısın, onların üzerinde bir zorba değilsin.’ (Ğaşiye 88/21-22) âyetlerinde de beyan edildiği gibi. Yâni sen onları istediğin şeyleri yapmaya zorlayacak birisi değilsin. (İ. H. BURSEVİ, 19/628, 629) (Biiznillah Kaf sûresi tamamlandı. 23.12.2017 / 5 Rabiulâhir 1439 Cumartesi.)