Kalem Suresi

68 / Kalem Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 52 âyettir. Adını ilk âyette geçen “kalem” kelimesinden almıştır. 17, 33 ve 48-50’nci âyetleri Medîne’de inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/563)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 68/1-6 SEN  ELBETTE  YÜCE  BİR  AHLÂK  ÜZERESİN

1, 2. Nûn. Kaleme ve (onunla) yazılanlara andolsun.  2. (Rasûlüm!) Sen Rabbinin nîmeti sâyesinde bir mecnun değilsin.

  1. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz senin için elbet kesintisiz (ve minnetsiz) bir mükâfat vardır.
  2. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz sen, mükemmel bir ahlâk üzerindesin.

5, 6. (Ey Peygamberim!) Fitneye (deliliğe) tutulanın hanginiz olduğunu, yakında göreceksin, onlar da görecekler.

 1-6.(1, 2).‘Nûn.’ Sûre başlarında ilk inen harftir. Anlamı, Allah ile peygamber arasında sırdır. (Ö. ÇELİK, 5/202) ‘Kaleme ve yazılanlara andolsun.’ Kalem, genel bir ad olup, Levh-i Mahfûzu yazan, insanların ve meleklerin yazdığı kalemi kapsar. (bk. Alâk 96/3-5). Hadis: Allah ilk olarak kalemi yaratmış ve ona kaderi yazmasını emretmiştir. İşte o anda kalem, olmuş ve sonsuza kadar olacak şeyleri yazmıştır. (Tirmizi Kader 17, Ahmed b. Hanbel 5/317’den H. DÖNDÜREN, 2/920)

Câlib-i dikkat bir husustur ki, ilk inen Alâk sûresi ‘Oku!’ emriyle başlar. İkinci olarak inen bu sûre ise, ‘kaleme ve onunla yazılanlara’ yemin ederek başlar.  Bu gerçek, İslâm’ın okumaya, yazmaya, ilim, kültür ve medeniyete ve bunların yazıya geçirilerek nesilden nesile aktarılmasına verdiği önemi göstermek açısından dikkat çekicidir. (Ö. ÇELİK, 5/202)

(2).‘(Rasûlüm!) Sen Rabbinin nîmeti sâyesinde bir mecnun değilsin.’ Mekke müşrikleri şâir, kâhin ve sihirbazların cinlerden bilgi ve ilham aldıklarına inanırlardı. Hz. Peygamber’in de onlar gibi cinlerin etkisi altına girdiğine ve söylediklerinin ona cinler tarafından telkin edildiğine inandıkları için ona şâir, kâhin, sihirbaz ve mecnun diyorlardı. (krş. Hicr 15/6; Tûr 52/29-30; Müddessir 74/24 ve bu sûrenin 51’inci âyeti). Bu sebeple Allah Teâlâ, kaleme ve kalem ehlinin yazdığı satırlara yemin ederek onun, iddiâ edildiği gibi mecnun olmadığını, aksine Allâh’ın lütfuna yâni peygamberlik gibi bir şerefe erdiğini ifâde buyurdu. (Şevkâni’den, KUR’AN YOLU, 5/429)

Nesefi der ki: ‘Bu onların ‘Ey kendisine Zikir indirilen kişi, mutlaka sen bir delisin.’ (el Hicr 15/6) sözlerine bir cevaptır. (S. HAVVÂ, 15/261)

(3).‘Şüphesiz senin için elbet kesintisiz bir mükâfat vardır.’ Hz. Peygamber’e verilen ‘bitip tükenmeyen ödül’ dünyâda peygamberlik görevini yerine getirirken her türlü engellere karşı yanında bulduğu Allâh’ın yardımı, âhirette ise Allâh’ın ona lütfedeceği müstesnâ mükâfatlardır. (İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 5/430)

(4).‘Şüphesiz sen, pek mükemmel bir ahlâk üzerindesin.’ Hz. Peygamber (Salât ve Selâm ona) emriyle ve yasağı ile Kur’ânı-ı Kerîm’e uymayı bir huy, bir ahlâk, bir karakter edinmiş ve yaratılıştaki karakteristik özelliklerini âdetâ terk etmişti. O bakımdan Kur’ân ona neyi emrettiyse onu yapmış, neyi yasaklamışsa onu terk etmiştir. Bununla birlikte şânı yüce Allah onu hayâ, kerem, kahramanlık,  bağışlamak, hilim ve her türlü güzel huya oldukça büyük ahlâki özelliklere sâhip olarak yaratmıştı. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 15/261, 262)

Peygamberimiz (s) nazari kuvvetinin gereği olarak ilimle, irfanla, takvâyla ve ihsanla nitelenmiştir. İlmi kuvvetinin gereği olarak da Allâh’ın hoşnutluğunu sağlayacak farz, vâcip veya müstehap olan güzel işlerden başka bir iş yapmamıştır. Peygamberimiz (s)’den aslâ haram, müfsit veya mekruh şeyler sâdır olmamıştır. O âdetâ melek gibi bir insandı. Hattâ meleklerden daha yüce idi. Bütün buraya kadar anlattıklarımız aslında Hz. Âişe (r)’nın kendisine Peygamber Efendimiz’in ahlâkının sorulması üzerine, soranlara verdiği şu cevapla özetlenmiştir: Hz. Âişe bu soruyu soranlara: ‘O’nun (s) ahlâkı Kur’ân’dan ibâretti’ demişti. (Ahmed b. Hanbel, No 24645’den İ. H. BURSEVİ, 22/97)

Bu ahlâk toplumdan, çevreden doğmamıştır. Kesinlikle yeryüzü değerlerinden kaynaklanmamıştır. İslâm ahlâkı herhangi bir geleneksel anlayışa veya çıkara yâhut herhangi bir kuşakta geçerli olan insanlar arası ilişkilere dayanmaz, onlardan kaynaklanmaz. İslâm ahlâkı gökten kaynaklanır, göğe dayanır. İnsanlar yüce ufuklara yönelsinler diye gökten yere yöneltilen çağrıdan kaynaklanır. (S. KUTUB, 10/124, 125)

Öte yandan İslâm ahlâkı sâdece, doğruluk, güvenilirlik, adâlet, merhamet ve iyilik gibi bireysel üstünlüklerden ibâret değildir. İslâm ahlâkı kusursuz ve insanın her türlü ihtiyâcına cevap veren yeterli bir hayat sistemidir. Bu sistemde ruhsal arınmaya yönelik terbiye ile yasal düzenlemeler dayanışmalı olarak işlerler. Tüm hayat düşüncesi, hayâta ilişkin tüm amaçlar buna dayanır ve en sonunda yüce Allâh’a bağlanır, dünyâ hayâtında geçerli olan herhangi bir anlayışa değil. (S. KUTUB, 10/125)

İşte bu İslâm ahlâkı bütün kusursuzluğu ile, bütün güzelliği ile, bütün dengeliliği ile, bütün doğruluğu ile, bütün sürekliliği ile ve bütün kalıcılığı ile Hz. Muhammed’in kişiliğinde somutlaşmıştır. Yüce Allâh’ın şu yüce övgüsünde ifâdesini bulmuştu: ‘Ve sen yüce bir ahlâka sâhipsin.’ (S. KUTUB, 10/125)

(5, 6).‘Fitneye (deliliğe) tutulanın hanginiz olduğunu, yakında göreceksin, onlar da görecekler.’ Yâni ‘Ya Muhammed, sen de sana muhâlefet edip seni yalanlayanlar da sen misin deli ve sapık kendileri mi, bileceksiniz.’ Âyet-i Kerîmede geçen ‘el meftun: deli’ haktan kaydırılan ve saptırılan kimse demektir. İbn Abbas ve Nesefi bu kelimeyi ‘deli’ diye açıklamışlardır. (S. HAVVÂ, 15/262)

 68/7-16 HAKİKATİ  YALAN  SAYANLARA  BOYUN  EĞME

  1. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolu bulanları da en iyi bilendir.

8, 9. (Ey Peygamberim!) Artık (seni ve Kur’ân’ı) yalanlayan (ve bu tavırda olan)lara itaat etme! 9. (Çünkü) Kâfirler arzu ettiler ki sen yumuşak davranasın da, (tâviz veresin, şirk düzenlerine çatmayasın, uzlaşasın ve hoşlarına gidecek işler yapasın da böylece) kendileri de (sana) yumuşak davransınlar. [krş. 109/1-6]

10-14. (Ey Peygamberim!) Şunların hiçbirine boyun eğ(ip yakınlık göster)me: (Doğruya eğriye) alabildiğine yemin eden aşağılığa,  11. Dâimâ (onu bunu) ayıplayana, hep koğuculuk için gezene,  12. Din adına yapılan hayrı / iyi olanı yapmaya dâimâ engel olana, saldırgana, günaha dadanmışa, [krş. 18/ 28; 76/24]  13. Sert, kaba olana. Bundan başka (da) kötülükle (dîne aykırı olanı yapmada) damgalı (ve soysuz kimse)ye,  14. Malı ve oğulları vardır, (çevresi geniştir, güçlüdür) diye (boyun eğip yakınlık gösterme, izzeti ve ikbâli Allah katında ara). [bk. 35/10]

  1. Çünkü ona âyetlerimiz okunduğu zaman: “(Bu) evvelkilerin masallarıdır.” der (burun kıvırır).
  2. Biz onun, yakında hortumu (olan burnu)nun üzerini damgalayacağız. (Rezillik nişânı ile, kibrini kıracağız).

 7-16. (7).‘Şüphesiz Rabbin, O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolu bulanları da en iyi bilendir.’ Nesefi der ki: ‘O gerçekten kimlerin deli olduğunu bilir. Onlar ise kendi yolundan sapan kimselerdir. Kimlerin de akıllı olduğunu bilir; akıllılar ise doğru yolu bulan kimselerdir.’ (S. HAVVÂ, 15/262)

(8).‘Artık (seni ve Kur’ân’ı) yalanlayanlara itaat etme!’ Bu gerçekleri yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak yalancılık eden ve sonunda kendi kendilerini yalanlayacak olan inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma, seni sokmak istedikleri yanlış yola gitme; haksızlıklarına, isyanlarına rağmen görevine, o yüce ahlâkın uygulanmasına devam et. (ELMALILI, 8/268)

Peygamber Efendimiz Mekke’de en zor şartlarda bile dînini pazarlık konusu yapmamıştı. Dâveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları hâlde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslâm’a ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı. (S. KUTUB, 10/127)   

(9).‘Kâfirler arzu ettiler ki sen yumuşak davranasın da, kendileri de (sana) yumuşak davransınlar.’ El Hasen el Basri’ye göre âyette yer alan ‘idhan’ fiili, ‘tâviz verme’ anlamında değerlendirilmiştir. (Begavi, Kurtubi, Şevkâni) Nitekim Zemahşeri de tefsirinde âyette zikredilen ‘idhan’ fiiline ‘yumuşak ve tavizkâr davranmak’ anlamını vermiştir. (M. DEMİRCİ, 3/403)

(…) Kureyş liderlerinden bir grup Hz. Peygamber’e kendisine iyi davranmaları ve kolaylık göstermeleri karşılığında, ilâhlarını kötüleme ve inançlarını yermekten vaz geçmesini önermişler ve ondan bir müddet daha gelenek ve âyinlerine dokunmamasını istemişlerdi. (Derveze). Ancak yüce Allah müteâkip âyetlerde, onların bu beklentilerine karşılık elçisine, kendisini yalancılıkla itham eden, olur olmaz yere yemin eden, dâimâ kuSûr arayan, insanlar arasında lâf taşıyan, iyiliği her zaman engelleyen, saldırgan, günahkâr, huysuz, sert ve ne idüğü belirsiz o insanlara boyun eğmemesini emretmiştir. Bu ifâdelerden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber’den birtakım tâvizler koparmaya çalışan müşriklerin asıl amaçları, Kur’ân ışığını söndürmekten başka bir şey değildi. Bu sebeple olmalı ki, Yüce Allah elçisini uyararak ona müşriklerle aslâ bir müdâhane içine girmemesini emretti. (M. DEMİRCİ, 3/404)

Onlar tıpkı ticârette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrâfında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticâret arasında büyük fark vardır. İnanç sâhibi bir kimse inancının hiçbir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sâhiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük – küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden aslâ vazgeçemez. (S. KUTUB, 10/126).

(10-14).‘Sakın itaat etme, çokça yemin edip duran aşağılık herkese’ Hak olsun, bâtıl olsun durmadan yemin eden, Nesefi’nin işâret ettiği üzere, yemin etmeyi alışkanlık hâline getirmiş olanlara azar olarak bu yeter. Aşağılık herkese: Yâni görüşü, ayırdetme gücü itibârıyla aşağılık hiçbir kimseye itibar etme. (…) İbn Abbas, aşağılık olanı yalancı diye tefsir etmiştir. Çokça yemin edenin yerilmesi, onun çok yemin etmesinin yüce Allâh’ın isimlerine karşı cüretkârlık oluşuna ve yerli yersiz her zaman bunları kullandığına delildir. (S. HAVVÂ, 15/264, 265)

(…) İnsan kesin olarak bildiği hakda dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zîrâ düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya, eğriye yemin etmeye alışmış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi bulunabilir: (a) ‘mehin: alçak’ : Görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenâlığa sürüklenir. (b) ‘Dâimâ kuSûr arayıp kınayan’ Şunu, bunu ayıplar, yerer, arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak (..) iğneler, dürtüştürür, bizleyici, mahmuzlayıcı; (c) ‘koğuculukla gezer’, hâfiyelik, boşboğazlıkla yaşar. (d) ‘Hayra engel olan’ Hayır engeli(dir), Hiç hayra yaramaz. Son derece cimri olduğu gibi, başkalarının yapacağı hayra da engel olur. Hayır düşmanı. (e) ‘Saldırgan’ Sınır tanımaz, haddini aşkın, hakkına râzı olmaz, hak yiyen. (f) ‘günahkâr’ Günahtan, vebâlden çekinmez, günah yüklü. (g) ‘Kaba ve haşin’ Zobu, kaba, saygısız, zorba, obur, bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız sözler söyler; acımasız, despot. ‘sonra da’ Yâni bütün bu fenâ huyların arkasından da onlarla berâber, (h) ‘kötülükle damgalı’ bir delme takma, soyu takma, uydurma yâhut fenâlıkla tanınan, edepsiz damgalı, yâhut dalkavuk. (ELMALILI, 8/269, 270)(..) ‘Mal ve oğulları var diye (sakın boyun eğme) Yâni servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme. (ELMALILI, 8/271)     

(15).‘Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o,  “Öncekilerin masalları!” der.’ Sen ona bizim Kelâm-ı Kadîm’imizin âyetlerini okuduğun zaman o, ‘bunlar birer masaldan ibârettir, bunları yalandan yere uydurmuşlardır’ der. Nitekim ‘Yine onlar dediler ki: Bu âyetler onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah – akşam okunmakta olan öncekilere âit masallardır.’ (el Furkan, 25/5; İ. H. BURSEVİ, 22/115)  

(16).‘Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz). Burada ‘burun’  yerine ‘hortum’ denilmesi, yukarıda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz ‘kibir ve gurur’ fiiline işârettir. ‘Burnu büyümek’, ‘burun şişirmek’ gibi kibir ve gururdan kinâyedir. Sonra hortum, fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga ve dağ(lama) en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. (ELMALILI, 8/272)

 68/17-33  ÂHİRET AZÂBI DAHA BÜYÜKTÜR

17, 18. (Rasûlüm!) Doğrusu biz o bahçe sâhiplerini belâya uğrattığımız gibi, bunları (Mekkelileri) de belâya uğratırız. Hani onlar (bahçe sâhipleri) , sabah olunca (fakirler görmeden) onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.   18. (Allah izin verirse diye) istisnâ da yapmıyorlardı. (Kendi kendilerini yeterli görüyorlardı.) [bk. 18/34-43]

19, 20. Fakat onlar uyurlarken, hemen Rabbin tarafından dolaşan bir âfet onu sardı da, (o bahçe kökünden) simsiyah (yakılmış) kesiliverdi.

21, 22. İşte sabaha karşı: “(Haydi!) Devşirecekseniz mahsûlünüzün başına erkenden çıkın.” diye, birbirlerine seslendiler.

23, 24. Bahçe sâhipleri: “Aman ha, bugün hiçbir yoksul, karşınıza (çıkıp) oraya girmesin!” diye fısıldaşarak gittiler.

  1. (Fakirleri) menetmeye güçleri yetecek edâsıyla erkenden gittiler.

26, 27. (Fakat) birdenbire onu (harap olmuş, kapkara) görünce: “Herhâlde (yolu) şaşırdık, (yanlış geldik)!” dediler.   27. (Bahçeleri olduğunu anladıklarında ise🙂 “Hayır! Asıl mahrum kalmış olanlar biziz.” (dediler).

  1. Onların en insaflısı: “(Ben) size demedim mi (Allâh’a sığınıp, O’nu) tesbih etmeli değil miydiniz?” dedi.
  2. (Onlar🙂 “Rabbimizi (zulümden) tenzih ederiz. Hakikaten biz zâlimlermişiz.” dediler.

30, 31. Sonra dönüp birbirlerini kınamaya başladılar. 31. Dediler ki: “Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz azgınlarmışız.”

  1. “Umulur ki Rabbimiz bize bunun yerine ondan daha hayırlısını verir. Hakikaten biz (bütün isteklerimiz için) Rabbimize yönelenleriz.”
  2. İşte (dünyâda) cezâ böyledir. Âhiret azâbı ise daha büyüktür. Keşke (onlar bunu) bilselerdi.

 17-33. (17).Bu âyetlerdeki kıssada bir bahçe olayı örnek gösterilerek Allâh’ın verdiği nîmetlere şükretmeyen Mekke müşrikleri uyarılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/433)

‘Bir istisnâ da yapmıyorlardı.’ ‘İnşaallah’, ‘Allah izin verirse’, yâhut ‘sağ sâlim sabaha çıkarsak’, ‘bir kazâ ve belâya uğramazsak’ gibi bir şart, ilerisi için hesâba katılan bir kayıt koymuyorlardı. (ELMALILI, 8/274)  

Gelecekte bir işi yapmaya niyet ederken ‘inşaallah’ diyerek işi Allâh’ın irâdesine bağlamak gerekir. Nitekim bu konuda yüce Allah Hz. Peygamber’i şöyle uyarmıştır: ‘Allah izin verirse demeden hiçbir şey için şu işi yarın yapacağım, deme.’ (Kehf18/23-24); ‘Hiç kimse yarın ne elde edeceğini bilemez.’ (Lokman 31/34). Zîrâ bir şeyin meydana gelmesi için sâdece insanın irâde ve gücü yeterli değildir, Allâh’ın da onu dilemesi gerekir. (KUR’AN YOLU, 5/433, 434)

(23).‘Aman bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın! (diye fısıldaştılar) Düşünmeleri gerekirdi ki o bağ ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onları gözetecek olan Allâh’ındır. Onda bir Allah hakkı, Allâh’ın yoksul kullarının nice hakları vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak üzere Allah için onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken öyle despotça hareket etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir kısmına da yararlanma imkânı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacaklarına ona gözleri takılabilecek  olan fakirleri, babaları zamânında olduğu gibi az çok gözeterek hayırlarını isteyen duâcılar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir görev olduğunu unutmamak gerekirdi. (ELMALILI, 8/275)

(28).‘İçlerinden en mâkul olanı şöyle dedi:’   ‘Evsatühüm:’ İbnü Cerir’in İbnü Abbas, Mücâhid, Katâde ve Dahhak’ten rivâyet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara sûresinde ‘Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.’ (Bakara 2/143) âyetinde vasat, adâletli mânâsına olduğu gibi, burada da onun üstünlük ismi olarak en doğru, en haktanır, en hayırlı, başka bir tâbirle ‘en ölçülü davranan’ demektir. (Taberi’den ELMALILI, 8/276)

‘Ben size Rabbinizi tesbih etsenize’ dememiş miydim?’ Yüce Allâh’ın kusursuzluğunu tanısanız, O’nun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu, egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisnâ yapsanız da zorbalığa sapmasanız. (ELMALILI, 8/276).

(29).‘(Onlar🙂 “Rabbimizi tenzih ederiz. Hakikaten biz zâlimlermişiz.” dediler.’ Böyle Allâh’ın noksanlıklardan uzak olduğunu söylediler ve kendi zâlimliklerini, düşüncesiz yeminleriyle, yemin ederken istisnâ etmemek ve fakirlere bakmamaya kesin karar vermekle, kendilerine yazık etmiş olduklarını itiraf ettiler. Bununla da kalmadılar, dağılıp gidivermediler. Daha çok tevbe edip pişmanlık duyarak sâlih kişi olmaya yüz tuttular. (ELMALILI, 8/277)

(33).‘İşte (dünyâda) cezâ böyledir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni Allâh’ın emrine aykırı hareket edip Allâh’ın kendisine verdiği şeylerle, Allâh’ın lütfettiği nîmetlerle cimrilik gösterip yoksulların, fakirlerin, ihtiyaç sâhiplerinin haklarını engelleyen ve Allâh’ın nîmetine karşı nankörlük edenlerin görecekleri cezâ işte böyledir. (S. HAVVÂ, 15/270)

‘Âhiret azâbı ise daha büyüktür.’ Mala değil, canadır. Geçici değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın faydası olmaz. Onun farkına varıldıkça, şiddeti artar. O, o kadar büyük ve şiddetlidir ki, içine düşen kurtulmaz. (ELMALILI, 8/277)

 68/34-41 YOKSA  ORTAKLARI  MI  VAR ONLARIN?

  1. Şüphesiz, muttakîler için, Rableri katında nîmetleri tükenmez cennetler vardır.
  2. Biz müslümanları hiç suçlu (kâfir)ler gibi yapar mıyız?

36- 39. (Ey müşrikler!) Size ne oluyor? (Öldükten sonra mümin ile kâfir eşit olur diye) nasıl hüküm ver(ebil)iyorsunuz? 37, 38. Yoksa içinde, beğendiğiniz şeyler sizindir (diye yazan), size özgü bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz? 39. Yâhut hükmettiğiniz şeyler sizindir diye üzerimizde sizin için (lehinize verilmiş) kıyâmete kadar sürecek yeminler mi var?

  1. (Rasûlüm!) Sor kendilerine: Onlardan hangisi bunun savunucusu (olacak)tır?
  2. Yoksa onların (bu sözlerini savunacak) ortakları mı var? Eğer (sözlerinde) doğru iseler (önlerinde sevinç gösterisinde, dilek ve şikâyetlerde bulunup putlaştırdıkları) ortaklarını da getirsinler.

 34-41. (34).‘Biz müslümanları hiç suçlu (kâfir)ler gibi yapar mıyız?’ Mekke’de kâfirler şöyle demişlerdi: ‘Öldükten sonra herşey biter, müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyâda fırsatı kaçırmayız, canımızın istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir, zevkimize bakarız. Bu nedenle, öldükten sonra müslümanlardan daha iyi ölmüş oluruz. Şâyet Muhammed’in dediği o öldükten sonra dirilme varsa, biz zevkimizi peşin almış oluruz.’ İşte burada yüce Allah bunları şiddetle reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki: (ELMALILI, 8/282)

(36).‘Neniz var?’ Yâni aklınıza ve fikrinize ne oldu? Yâhut neyinize, hangi delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? ‘Nasıl hükmediyorsunuz?’ Suçluları Müslümanlardan daha iyi veya ikisini eşit nasıl tutuyorsunuz? Cezâyı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu müslümandan ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hâkim olur? (ELMALILI, 8/282)

(…) Cenâb-ı Hak müşriklerin nefsâni arzularına göre söyledikleri sözlerin ve verdikleri hükümlerin doğru olmadığını bildirmek üzere onları susturucu sualler sormaktadır. (Ö. ÇELİK, 5/212):

(37, 38).Birincisi (1): ‘Yoksa içinde, beğendiğiniz şeyler sizindir (diye yazan), size özgü bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?’ Durum böyle olmadığına göre ne diye Resulullah (s)’ın size Allah’tan alıp bildirdiği haberlerini yalanlıyorsunuz? Niçin gereği gibi amel etmiyor, niçin İslâm’a girmiyorsunuz, niçin sizlerle müslümanların Allah katında birbirinize eşit olacağınızı düşünüyorsunuz, güzel bir sonuca ve güzel bir yardıma mazhar olacağınızı ümit ediyorsunuz? (S. HAVVÂ, 15/274) Hâlbuki hükmetme gücü, hayrı ve şerri belirleme yetkisi sâdece Allâh’a âittir. Bu yetkiyi kesinlikle bir başkasına vermemiştir. (Ö. ÇELİK, 5/212)

(39).İkincisi (2): ‘Yâhut hükmettiğiniz şeyler sizindir diye üzerimizde sizin için (lehinize verilmiş) kıyâmete kadar sürecek yeminler mi var?’ Eğer ellerinde kitap yoksa o zaman böyle bir söz almış olmalılar. Kıyâmet gününe kadar diledikleri gibi hükmetmek ve dilediklerini seçmek üzere Allah’tan bir söz almış olmalılar. Oysa böyle bir şey yok. Allah’tan böyle bir söz almış değildirler. Şu hâlde neye dayanarak konuşuyorlar? Dayanakları nedir onların? (S. KUTUB, 10/140)

(40).Üçüncüsü (3): ‘(Rasûlüm!) Sor kendilerine: Onlardan hangisi bunun savunucusu (olacak)tır?’ Yâni bunu tekeffül eden, bunu teminat altına alan kimdir? Onların bu konuda bir kefilleri olmadığına göre ve durum böyle olmadığından o hâlde ne diye onlar yalanlıyorlar, İslâm’a girmiyorlar?

(41).Dördüncüsü (4): ‘Yoksa kendilerinin birçok ortakları mı var?’ Onlara o hükümde katılan, gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok ortakları veya kendilerinin uydurdukları ilâhları var da onlardan aldıkları kuvvet ile hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslümanları suçlulara benzetmeye Allâh’ı mecbur tutacaklarını mı iddiâ ediyorlar? ‘Öyle ise ortakları ile gelsinler. Eğer iddiâlarında doğru iseler.’ Çünkü dünyâ bir tarafa gelse Allâh’ın bir hükmünü bozamaz, bir gerçeği değiştiremez, hepsi hakkın karşısında aşağılanmaya ve kahrolmaya mahkûmdur. (ELMALILI, 8/283)

Siz kendi kendiniz hakkında hüküm vermektesiniz. Bunların hiçbir temeli yoktur. Akıl ve mantığa terstir. Üstelik Allâh’ın gönderdiği hiçbir kitaptan da bir delil gösteremezsiniz. Hiç biriniz Allâh’ın böyle bir vaadde bulunduğunu iddiâ edemez. Öte yandan sizin mâbud kabul ettiklerinizle sizi cennete sokacaklarına dâir bir garantide bulunamıyorlar. O hâlde bu yanlış fikirleri nereden alıyorsunuz? (MEVDÛDİ, 6/397)

 68/42-47 KUR’ÂN’I  YALAN  SAYANI  BANA  BIRAK

42, 43. Kıyâmet koptuğu gün keşf-i sâk olacak (hakikat perdesi açılıp etekler tutuşacak) ve secdeye dâvet edilecekler. Fakat (münâfıklar ve riyâkârlar buna) güç yetiremeyecekler.   43. (Çünkü) artık gözleri (dehşetten) öne eğik bir hâlde, kendilerini (kımıldayamayacak) bir horluk ve aşağılık kaplar. Onlar (dünyâda) sağ salim iken (ezanlarla Allâh’a) secdeye çağrılırlar (fakat büyüklenerek yan çizerler)di.

44, 45. (Rasûlüm!) Bu Kur’ân’ı yalanlayan kimseleri bana bırak; biz (kendilerine nîmet versek bile) onları bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş azâba yaklaştıracağız.   45. Onlara mühlet veriyorum. (Onlar ise bunu düşünmeyip âsîliğe devam ediyorlar.) Doğrusu benim cezâlandırma plânım çok sağlamdır (kurtulamazlar). [bk. 3/196-197; 6/44; 23/54-56]

  1. Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
  2. Yâhut gayb(a âit bilgi) onların yanında da artık (mukadderâtı) onlar mı yazıyorlar?

 42-47. (42).‘Kıyâmetin koptuğu gün keşf-i sâk olacak ve secdeye dâvet edilecekler. Fakat (namazı kılmayanlar, münâfıklar ve riyâkârlar buna) güç yetiremeyecekler.’ ‘O gün keşf-i sak olacak’ yâni işlerin güçleştiği zaman sahâbe ve Tabiinden bir cemaat bunun bir deyim olarak kullanıldığını söylemişlerdir. Zor duruma düşen bir kimse için Arapçada ‘keşfi sak’ da denilmektedir. Hz. Abdullah bin Abbas bu anlamda olduğunu rivâyet ederek Arap edebiyâtından getirdiği bâzı delillerle bunu pekiştirmektedir. Başka bir görüşe göre ise, İbn Abbas ve Rübey bin Enes’ten ‘keşfi sak’tan murâdın,  ‘hakikatın üzerinden perdenin kalkması’ olduğu rivâyet edilmiştir. Bu yoruma göre anlam şöyle olmaktadır: ‘O gün bütün hakikatler ortaya çıkınca herkesin yaptığı ortaya çıkacaktır.’ (MEVDÛDİ, 6/398)

(…) Âyette ‘ve yüd’avne ile ssücûd’ denilerek inkârcıların secdeye çağrılmaları, teklif yoluyla ibâdete çağırma değil, ‘başa kakmak’ ve utandırmak’ içindir. Zâten âyetin sonunda da ‘fe lâ yestetîûn’ denilerek, onların secdeye güç yetiremeyecekleri açıkça ifâde edilmektedir. Yâni inkârcılar âhirette secdeye çağırıldıkları zaman güçleriyle kendileri arasına set çekilerek secde etme imkânları, kuvvet ve kudretleri ellerinden alınacaktır. Çünkü onlar dünyâda iken esenlik içinde idiler, güç ve kudretleri vardı; ama Allâh’a secde etmediler. Âhirette böyle bir muâmeleye mâruz bırakıldılar ki, hatâlarını anlasınlar da keder ve pişmanlıkları artıversin. (ELMALILI’dan M. DEMİRCİ, 3/405)

Hadis: Ebu Said el Hudri dedi ki: Peygamber (s)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Rabbim bacağının üzerini açar. Her mümin erkek ve kadın ona secdeye kapanır. Geriye dünyâda iken, desinler diye ve riyâkarlık olmak üzere secde edenler kalır. Bunlar secde etmeye kalkışır, fakat sırtı dümdüz bir parça olur.’ (Buhâri’den, S. HAVVÂ, 15/287)

(43).‘(Çünkü) artık gözleri (dehşetten) öne eğik bir hâlde, kendilerini bir horluk ve aşağılık kaplar. Onlar (dünyâda) sağ sâlim iken secdeye çağrılırlar (fakat büyüklenerek yan çizerler)di.’ Kimin Allâh’a ibâdet ettiği, kimin etmediği küçük bir imtihanla belirlenecektir. Bu iş için herkesten Allâh’ın huzûrunda secdeye kapanması istenecektir. Dünyâdayken ibâdet edenler, hemen secde edeceklerdir. İnkâr edenlerin ise bel kemikleri kaskatı kesilerek kilitlenecek ve secdeye gidemeyecekler, zelil ve pişman olarak ayakta kalacaklardır. (Buhâri Tefsir 68/2’den Ö. ÇELİK, 5/214)

‘O hâlde bana bırak bu sözü (Kur’ân’ı) yalanlayanı,’ Yâni sen onların yaptıklarından etkilenme, çekinme, dediklerine aldırma da görevini yapmaya bak ey Muhammed!  (ELMALILI, 8/290) ‘Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azâba yaklaştırıyoruz.’ Haklarında iyi zannettikleri aldatıcı bâzı servetler, kuvvetler, zevkler vererek ve onları gittikçe artırıp hızlandırarak hiç hissettirmeden derece derece azap uçurumuna çeker, bilemeyecekleri bir yönden yuvarlarız. (ELMALILI, 8/290)

(44, 45).İstidrac: Âyette sözü edilen, süre verip derece derece azâba yaklaştırma hâline ‘istidrac’ denir. Bir kul günahını yeniledikçe, Yüce Allâh’ın onun sağlığını, nîmet ve devletini artırması, ona şükrünü, tevbesini, istiğfârını unutturması, böylece onu gazap ve azâba derece derece yaklaştırması ve ansızın onu yakalaması demektir. Şeytanın isteğinin kabul olunarak, kıyâmete kadar kötülük yapmasına fırsat verilmesi, Firavun, Nemrut ve benzerlerinin yeryüzündeki saltanatlarının, bir süre kendi istedikleri gibi yürümesi istidrac türünden olaylardır. Yine zulüm yapanların ve küfür ehlinin bir bölümünün dünyâ işlerinin iyi gitmesi de istidracla ilgilidir. (H. DÖNDÜREN, 2/921)

Hadis: ‘Kulun, günahlarında devam etmesine rağmen, Allâh’ın ona dünyâdan ne isterse verdiğini görürsen bu, ancak Cenâb-ı Hakk’tan bir istidracdır. (Ahmed b. Hanbel 4/145, Ayrıca bk. A’raf 7/182, 183; H. DÖNDÜREN, 2/921)

‘Onlara mühlet veriyorum.’ İstediklerine bırakıvermişim gibi mühlet veririm, onu kendilerine iyi bir iş, bir kâr zannederler, zevklerine göre günahlara dalar, sevinir oynarlar. Artık kurtulduk, öyle gideceğiz zannına kapılırlar, belki ipi koparırlar da kaçarlar diye kopmam. ‘Doğrusu benim tuzağım / plânım çok sağlamdır.’ İlmim herşeyi kuşatmıştır, aldığım önlem sağlamdır. Her an her durumlarını bilir, tam sırası gelince iplerini çekiverir, kendilerine verdiğim hızla onları bir anda yuvarlayacağım yere yuvarlarım. (ELMALILI, 8/290, 291)

Hadis: ‘Şüphe yok ki Allah zâlime mühlet verir. Fakat onu yakaladı mı bir daha da bırakmaz.’ Sonra da yüce Allâh’ın: ‘İşte Rabbin  zulmeder hâlde bulunan ülkeleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Şüphesiz onun yakalayışı pek acıklı pek şiddetlidir.’ (Hûd, 11/102) buyruğunu okudu.  (Buhâri ve Müslim Birr ve Sıla 61’den S. HAVVÂ, 15/287)

(46).‘Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni sen ey Muhammed, onları kendilerinden alacağın bir ücret olmaksızın Allah yoluna dâvet etmektesin. Onlardan ücret istemek yerine, sen bunun ecrini, sevâbını Allah’tan umuyorsun. Onlar ise sâdece câhillik, küfür ve inatları sebebiyle kendilerine getirdiğini yalanlamaktadırlar. (S. HAVVÂ, 15/278)

(47).‘Yâhut gayb(a âit bilgi) onların yanında da artık (mukadderâtı) onlar mı yazıyorlar?’ Yâni Allâh’a âit olan gayb ilmi onların yanında, Levhi Mahfûz’u yazan yüce kalem onların elinde de artık herşeyin kaderini, olup olacak olayları onlar yazıyor; işledikleri suçların, Allâh’ı inkâr etmenin ve ona ortak koşmanın günah olmayıp sevap ve doğru olduğunu deftere onlar mı yazıyorlar ki, bu şekilde akla  ve kitaba uymaz hükümler veriyor, zulümler ediyor, henüz gayb âleminde olan ilâhi hükmün, tepelerine ineceği günden çekinmiyorlar. (ELMALILI, 8/291)

 68/48-50 BALIK  SÂHİBİ  YÛNUS  GİBİ  OLMA!

  1. (Rasûlüm!) Sen, Rabbinin hükmüne sabret. O balık sâhibi (Yûnus) gibi olma! Hani o, (kavmine karşı öfke ve) kederle dolu olarak (Allâh’a) yalvarmıştı. [bk. 21/87-88; 37/ 143-144]

49, 50. Şâyet Rabbinden bir nîmet ona yetişmeseydi, (sabırsızlığından) mutlaka yerilmiş / kötü bir hâlde, çıplak (ve ıssız) bir alana atılacaktı. 50. Fakat Rabbi (duâsını kabul edip) onu seçti de (yeniden vahyine devam edip) onu iyilerden yaptı. [krş. 37/139-148]

 48-50. (48).‘(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin hükmüne sabret.’ Yâni o vakit Allah nusretini sana gönderecek ve muhâliflerini yenilgiye uğratacaktır. İşte o vakit gelene kadar dînin tebliği uğrunda musîbet ve eziyetlere katlanmaya devam et. (MEVDÛDİ, 6/399)

‘O balık sâhibi gibi olma!’ Sen Rabbinin hükmüne ve hikmeti dolayısıyla sabret. Bizden aldığın bir izin olmaksızın herhangi bir tasarrufta bulunma. O vakit Yûnus (as)’a isâbet eden, sana da isâbet eder. Çünkü cezâlandırılmış idi. (S. HAVVÂ, 15/279)

‘Hani o, (kavmine karşı öfke ve) kederle dolu olarak seslenmişti.’ Hani o, gamla dolu olarak balığın karnında ‘Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben zâlimlerden oldum.’ (el Enbiyâ, 21/87) şeklinde Rabbine niyaz etmişti. Allâh’a duâ edip yalvarmıştı. (İ. H. BURSEVİ, 22/156)

(49).‘Eğer Rabbinin nîmeti ona yetişmiş olmasa idi’ tevbe etmeyi ve pişman olarak Allâh’ı tesbih etmeyi içine doğurup, duâsını kabul etmek sûretiyle yardım etmeseydi, ‘elbette kınanacak bir hâlde ıssız bir diyâra atılacaktı.’ Gerçi sonsuza kadar balığın karnında kalmayacak, her nasılsa atılacaktı. Lâkin iyi, övülmüş bir şey olarak değil, yerilmiş olarak fenâ bir hâlde atılacaktı. Demek ki, onun oraya düşmesi ve düşmesine sebep olan öfkesi ve sabırsızlığı doğal olarak iyi bir şey değildi. (ELMALILI, 8/292)

Allâh’ın nîmetinden ya da rahmetinden maksat, Yûnus (as)’a tevbeyi nasip etmesi ve yaptığı tevbeyi kabul buyurmasıdır. (İ. H. BURSEVİ, 22/158)

(50).‘Fakat Rabbi onu seçti.’ O huyda bırakmadı, arıttı, yardımıyla derleyip topladı, süzdü, yerilmiş olmaktan korudu, öfkeden, tasadan kurtarıp yeni baştan vahyine nâil eyledi. ‘Onu sâlih (iyi) kullarından kıldı.’ Yüzbinlere peygamber olarak ve şefaat için gönderdi, onları bu sebeple azaptan kurtarıp faydalandırdı da kendisini sâlih kul olmada olgunluğa ermiş Peygamberlerden kıldı. (ELMALILI, 8/292, 293)

 68/51-52 NEREDEYSE  SENİ GÖZLERİYLE  DEVİRİVERECEKLARDİ

  1. (Ey Peygamberim!) Doğrusu o küfre sapanlar, (Kur’ân’ı) işittikleri zaman, az kalsın seni, gözleri(nin bakışları) ile yıkacaklardı. Ayrıca (hasetlerinden): “O delinin biridir!” diyorlardı.
  2. Kur’ân âlemler için ancak bir öğüt ve hatırlatmadır.

 51-52. (51).‘Gerçekten o inkârcılar,’ Allâh’ın nîmetlerine nankörlük ederek âyetlerine yalan deyip, seni yalancı çıkarmaya kalkışan ve durumları ve huyları anlatılan Mekke kâfirleri ‘neredeyse seni gözleri ile devireceklerdi.’ Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi ki kıskançlıklarından az daha nazar değdirecekler, aç ve kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden gelse yok edeceklerdi. (ELMALILI, 8/293) ‘Ve O, mutlaka bir delidir, diyorlardı.’ Onlar Hz. Peygamber’e kötü gözlerle hâin hâin baktıkları gibi dilleriyle de onu rahatsız ediyorlar ve ‘o mutlaka bir delidir.’ Yâni Kur’ân-ı Kerîm’i getirdiği için bir delidir, diyorlardı. (S. HAVVÂ, 15/280)

Nazar Değmesi / Göz değmesi: İnsanlar târih boyunca nazarın zarar verdiğine ve ruhsal olarak etki yaptığına inanmışlardır. Bugün için de insan zihninin oluşturduğu çeşitli beyin dalgalarının etrâfa yayıldığı konusunda bilimsel yayınlar yapıldığı ileri sürülmektedir. Nazarın, işte bu beyin dalgalarının bir kişiye odaklanması sonucu meydana geldiği belirtilmektedir. Hâkim olan inanışa göre negatif beyin enerjisine mâruz kalıp, nazara uğrayan kişiler sık sık esnemeye başlamaktadırlar. Başlangıçta esneme şeklinde kendini gösteren nazar, daha sonra da insana psikolojik anlamda etki yapmaktadır. Hattâ denildiğine göre yılan gibi bâzı hayvanlar da avlarını bakışlarıyla sersemletmektedirler. (Kaplumbağa da yumurtasına bakarak çatlatmakta ve yavrusu dünyâya gelmektedir, M. SELMAN) Demek ki sonuçta insanın ve bâzı hayvanların bakışlarıyla ortaya çıkıp karşıdaki varlıklara zarar veren göz değmesi, hayâtın kaçınılmaz bir gerçeğidir. (…) İşte el Hasen el Basri’nin de dediği gibi bunun için yapılması gereken şey öncelikle nazar âyetini okumak ve sonra da hadislerde belirtilen uygulamalardan istifâde etmek olmalıdır. (M. DEMİRCİ, 3/409, 410)

Hadis: ‘Göz değmesi bir gerçektir.’ (Buhâri Tıb 36; Müslim Tıb 41, 42’den Ö. ÇELİK, 5/216)

Hadis: ‘Eğer kaderi bir şey geçecek olsaydı, göz değmesi kaderi geçerdi.’ (Müslim Tıb 42, Tirmizi Tıb 17’den Ö. ÇELİK, 5/216)

Hadis: Abdürrezzak rivâyet ediyor… İbn Abbas dedi ki: Rasûlullah (s) Hasan ve Hüseyin için muavvize okur ve şöyle derdi: ‘Her türlü şeytandan ve öldürücü zehiri bulunan her türlü zehirli hayvandan, zehirli her bir gözden sizi Allâh’ın eksiksiz kelimeleri ile Allâh’a sığındırıyorum.’ ‘Eûzü bi kelimâtillâhi ‘t tâmmeti min külli şeytânin ve hâmmetin  min külli aynin lâmmetin’  Ayrıca şöyle derdi: İşte İbrâhim de İshak ve İsmâil’i – ikisine de selâm olsun – böylece Allâh’a sığındırıyordu. (İbn Mâce Tıb 36; Buhâri ve Sünen sâhipleri el Minhâl’den bu lâfızla rivâyet etmişlerdir. S. HAVVÂ, 15/288)

Nazar değmesine karşı Fâtiha sûresi ile muavvizeteyn yâni ihlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunabilir.  Ebû Said el Hudri (r) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s)’in cinlerden ve insan gözünden Allâh’a sığınırdı. Bu durum muavvizeteyn (Felâk, Nâs) sûreleri ininceye kadar devam etti. Daha sonra bu sûreleri okjudu, diğerlerini bıraktı. (Tirmizi Tıb 162)

(52).‘Kur’ân âlemler için ancak bir öğüttür.’ Kur’ân-ı Kerîm, cinler ve insanlar için sâdece bir öğüttür. Onlar ise Rasûlullah (s) hakkında delilik hükmünü vermiş ve Kur’ân dolayısıyla ona yan yan bakmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ise, âlemler için bir öğüttür. Nasıl olur da Kur’ân-ı Kerîm gibi bir kitabı getiren hakkında delilik hükmü verilebilir? (S. HAVVÂ, 15/281, bk. 10/57, 81/27)

‘âlemler için’ Bütün insanlar ve cinler için, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 8/189)