Kamer Suresi

54 / Kamer Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 55 âyettir. Adını, aynı kelimenin geçtiği ilk âyetten almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/527)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 54/1-8  HER  İŞİN  ULAŞACAĞI YERİ  VARDIR

  1. Kıyâmet saati yaklaştı ve ay yarıldı (ve birleşti). [bk. 16/1; 21/1; 33/63; 81/1-2]
  2. Onlar (müşrikler) bir mûcize görseler de yine yüz çevirirler: “(Bu,) devam edegelen bir sihirdir.” derler.
  3. (Müşrikler Peygamber’i) yalanladılar, hevâ ve heveslerine uydular. Hâlbuki her iş kararlaştırılmış (Allah’ın dilediği gibi gerçekleşecek)tir.

4, 5. Andolsun ki onlara içinde (ibret alıp da kendilerini küfür ve inattan) alıkoyacak şeyler, üstün hikmet bulunan haberlerden niceleri gelmiştir. Fakat (onlara gelen) uyarılar (kendilerine) hiç fayda vermiyor. [bk. 10/101]

6, 7, 8. O hâlde (Rasûlüm!) Dâvet edici (İsrâfil’in) görülmemiş müthiş bir şeye (yeniden dirilmeye) çağırdığı gün, sen de onlardan yüz çevir. 7. Gözleri, (korkudan yere) eğik bir hâlde kabirlerden çıkarlar. Onlar tıpkı (etrâfa) yayılan çekirgeler gibidirler. 8. O çağırıcıya (boyunlarını uzatıp) koşarlarken kâfirler (o zaman içlerinden): “Bu çok çetin bir gündür!” derler.

 1-8.(1).‘Kıyâmet saati yaklaştı’ Müminlere sevâbın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyâmet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Hazırlanmak gerekir. ‘ve Ay, yarıldı.’ Peygamber (s)’in parlak mûcizelerinden olan ayın yarılması mûcizesi meydana geldi. Sahâbe, tâbiîn ve sonraki dönemde yaşayan bilginlerden bilinen tefsircilerin hepsi, âyetin bu mûcizeyi haber verdiğinde ittifak etmişlerdir. Haber meşhurdur, sahâbeden bir hayli kimse rivâyet etmiştir. (ELMALILI, 7/333)

Hadis: Bir defâsında da Rasûl-i Ekrem (s) ashâbına dünyânın ömrünün iyice azaldığını ve sayılı günlerinin kaldığını anlatmak için batmakta olan güneşi gösterdi ve şöyle buyurdu: ‘Bugünün geçen saatlerine göre kalan saatleri ne kadar kısa ise, dünyânın geçen ömrüne göre kalan ömrü de o kadar kısadır.’ (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel 2/133’den Ö. ÇELİK, 4/695)

Hadis: Abdullah b. Mes’ud’un rivâyeti: İmam Ahmed rivâyet ediyor… İbn Mes’ud dedi ki: Ay, Rasûlullah (s) döneminde iki parçaya ayrıldı ve onlar bunu gözleriyle gördüler. Rasûlullah (s) da: Şâhid olunuz’ diye buyurdu. Bunu Buhâri Tefsir Kamer s. 1, Müslim böylece rivâyet etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 14/277)

Hadis: Buhâri’nin Mesruk, onun da Abdullah b. Mes’ud’dan rivâyetine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s) döneminde Ay ikiye ayrıldı. Bunun üzerine Kureyşliler: Bu, İbn Ebi Kebşe’nin yaptığı bir büyüdür, dediler. Bunun üzerine şöyle dediler: Peki, bu sırada yolculuktan gelenlere bir bakınız. Çünkü Muhammed bütün insanları büyüleyemez. Bu sırada yolculuktan gelenler de aynı şeyi gördüklerini söylediler. (S. HAVVÂ, 14/277)

Kur’ân’ın sırf gerçekleri içeren bir kitap olduğuna îmânımız vardır. Madem Kur’an’da ay yarıldı buyurulmuştur, âlimlerin büyük çoğunluğu ve müfessirler bu yarılmanın kıyâmette meydana geleceği hakkında Osman b. Atâ’nın babasından yapmış olduğu rivâyeti, daha önce geçen sahâbilerin rivâyetleriyle, ayrıca ‘Bir mûcize görseler yüz çevirirler ve sürekli bir sihirdir, derler.’ Âyetinin açık delâletiyle reddederek, ayın yarılmasının Hz. Peygamber zamanında mûcize olarak vuku bulduğunu icmâ ile kabul etmişlerdir. Biz artık bunun bizzat meydana gelmiş olduğu hususûnda aslâ şüphe etmez ve niteliğini ancak Allah ve Rasûlüne havâle ederiz. (ELMALILI, 7/345)

(2).‘Müşrikler bir mûcize görseler de yine yüz çevirirler’ Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, âkıbeti düşünmüyorlar, ibret almak istemiyorlar da her gördükleri mûcizeden yüz çeviriyorlar. ‘ve süregelen bir sihirdir, diyorlar.’ Bu cümleden anlaşıldığına göre burada âyet, hayret verici alâmet, yâni olağanüstü durum ve mûcize mânâsınadır. Bununla berâber şu da bir kuraldır ki, şart cümlesinde yer alan nekreler, olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi genel anlam ifâde ederler. Binâenaleyh,  buradaki ‘âyet’ söz konusu kurala göre, herhangi bir mûcize anlamına gelip, her türlü mûcizeyi içine almaktadır. Yâni hiçbir âyeti, hiçbir delîli ve hiçbir mûcizeyi nazarı itibara almıyorlar da  ‘öteden beri süregelen bir sihir’ deyip geçiyorlar. (ELMALILI, 7/346)

(3).‘ve yalanladılar.’ Peygamber (s)’i ve getirdiği haberleri ve gösterdiği delil ve mûcizeleri yalana nispet edip inkâr ettiler. Fakat bir şey bildiklerinden yâhut bir delile dayandıklarından değil de ‘arzularına uydular’ yâni keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi oldukları için yalanladılar. Vukû bulan hâdisedeki gerçeğin gereğini hesâba katmadılar. ‘Hâlbuki her iş yerini bulacaktır.’ Yâni peygamber (s)’in işi, zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah Teâlâ’nın ilim ve takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir gâye ve sonuç vardır ki, gerçekliği o zaman ortaya çıkar. Peygamber (s)’in işlerinin hakikat ve yüceliği, onların arzularının ne olduğu ve uğursuzluğu, Allâh’ın yanında belli olduğu gibi, saati gelince ortaya çıkacaktır. (ELMALILI, 7/347 )

3’ncü âyetin ‘oysa her iş yerli yerindedir.’ şeklinde çevrilen kısmı daha çok şu anlamlarla açıklanmıştır: Evrenin yaratılışı ve hayat olayı anlamsız olmayıp bütün varlık ve olayların bir hedefi, bir gâyesi vardır. Herşey Allâh’ın ilminde bir takdîre bağlanmış olup kararlaşmış bir sonuca doğru gitmektedir. Herşeyin bir dünyâda görünen bir de âhirette ortaya çıkacak gerçek yüzü vardır. Böylece Hz. Peygamberin görevinin yüceliği ve inkârcıların kişisel arzularına bağlanıp kalmalarının süfliliği, vakti gelince belli olacaktır. Rasûlullah’ın yaptığı tebliğ işi, sandıkları gibi gelip geçici bir şey değildir. (KUR’AN YOLU, 5/185)

(4, 5).‘Andolsun ki onlara’ yâni bu kâfirlere ‘vazgeçirecek nice önemli haberlerin yer aldığı uyarılar gelmiştir.’ Yâni geçmiş kavimlerin, nesillerin haberlerinin yer aldığı veya âhirete dâir niteliklerin yer aldığı Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirleri küfürden vaz geçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni şirkten vaz geçirmek, yalanlamayı sürdürmekten vaz geçirmek için onlara yeteri kadar öğüt veren buyruklar gelmiş bulunmaktadır.’ (S. HAVVÂ, 14/253)

‘Yeterli bir hikmettir.’ Yâni üstün bir hikmet olan tehditler ve haberlerle Kur’an geldi. Yâhut bunların hepsi, durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir. (ELMALILI, 7/347)

Fakat bunlar, küfürde öyle bir hâle gelmişler ki, artık hiçbir hikmet, hiçbir âyet ve hiçbir uyarının onlara bir faydası dokunmuyor. İşte yüce Allah bunun için ‘Fakat uyarılar fayda vermiyor’  buyuruyor. (…) Vakıa şu ki, bunlar öyle bir duruma ulaştılar ki Kur’an da onlara etki etmiyor; Rasûlullah’ın öğütleri de, Allâh’ın ameli uyarıları da onlara etki etmiyor. İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allâh’ın hakkında bedbahtlığı yazıp kalbini mühürlediği kimselere uyarıların faydası ne ki! Böyle birisini Allah’tan başka kim hidâyete erdirebilir?’ (S. HAVVÂ, 14/253)

(6).‘O hâlde sen de onlardan’  yâni o arzularının peşinde giden inkârcılardan ‘yüz çevir.’ Boş yere onlarla mücâdele etme de yaklaşmakta olan kıyâmet saatine bak. (ELMALILI, 7/347) (..) Diğer bir ifâdeyle ‘onları kendi hâline bırak’ Çünkü sen onlara ikna edici deliller getirdin ve Kıyâmeti inkâr ettikleri, peygamberini yalanladıkları için ibret verici cezâlara dûçar olan kavimlerden târihi örnekler verdin. Şâyet tüm bunlara rağmen hâlâ ders almazlarsa onları kendi hâline bırak. Onlar Kıyâmet günü kabirlerinden fırladıklarında önceden hakkında kendilerine haber verilen Kıyâmetin bir gerçek olduğunu bizzat gözleriyle göreceklerdir. (MEVDÛDİ, 6/47)

‘O gün ki, dâvetçi görülmemiş ve tanınmamış bir şeye dâvet edecektir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni görülmedik, oldukça korkunç bir şeye çağırdığı gibi. Bu ise hesap için durulacak yer ve o hesap yerindeki türlü, belâlı sıkıntılar, hattâ sarsıntı ve dehşetli durumlardır. Nesefi der ki: Burada sözü geçen çağırıcı İsrâfil (as)’dir. (S. HAVVÂ, 14/254)

(7).‘Gözleri düşkün bir hâlde kabirlerinden çıkarlar.’ Azâbı gördüklerinde, kıyâmetin şiddetli korku ve dehşetinden gözleri önlerine inmiş düşkün bir hâlde kabirlerinden çıkarlar. (…) Huşûun, boyun eğmenin özellikle gözde ifâde buyurulmuş olması, duygulanmanın ve etkilenmenin en çok gözlerde ortaya çıkmasındandır. Bunun gibi korku, utanma ve benzeri insanda bulunan duygular öncelikle gözde fark edilir. ’İnsanların, ateşin etrâfını sarmış pervâneler gibi olduğu gün’ (el Kâria 101/4) âyet-i kerîmesinde olduğu gibi. ‘Sanki etrâfa yayılmış çekirge sürüsü gibi’ Büyük dalgalar ve paramparça olmuş hâlde çevreye yayılacaklardır. (İ. H. BURSEVİ, 20/326, 327)

(8).‘O çağırıcıya koşarlarken kâfirler: “Bu çok çetin bir gündür!” derler.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlar çağırana uymak üzere hesâbın yapılacağı yere alelacele yürüyüp yayılmalarında, etrâfa yayılan, ufukları kaplayan çekirgelere benzerler.’ İşte bundan dolayı yüce Allah: ‘O çağırana koşarak’ diye buyurmaktadır. Süratle, hiçbir şekilde muhâlefet etmeksizin ve geri kalıp gecikmeksizin… (S. HAVVÂ, 14/254)

‘diyecek ki o kâfirler, bu çok zorlu bir gün’ Bu ifâdeden müminler için öyle olmayacağı anlaşılıyor. (ELMALILI, 7/348)

‘zor gün’ ile maksat, âhiret günüdür. Kâfirler için âhiret çok zordur. Çünkü sorgulamada dünyâda yaptıkları bütün kötülükleri ve günahları ortaya çıkar, sorgulama sonunda itilip kakılarak gruplar hâlinde cehenneme sevk edilirler ve içerisinde ebedi kalmak üzere cehenneme atılırlar. (İ. KARAGÖZ 7/470)

 54/9-17  GEMİYİ  BİR  İBRET  OLARAK  BIRAKTIK

  1. (Rasûlüm!) Bunlardan önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalancı saydılar ve “mecnun” dediler. O, (yapılan eziyetle dâvetten) alıkonulmuştu.
  2. Bunun üzerine Rabbine: “(Yâ Rab!) Doğrusu ben yenildim, bana yardım et!” diye yalvardı.

11, 12. Biz de şiddetli sağanak hâlinde yağan bir su ile gökyüzünün kapılarını açtık. 12. Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık. (Her iki) su, (helâkleri) takdir edilmiş bir emir üzerinde birleşiverdi.

13, 14. Onu (kulumuz Nuh’u) da tahtalar ve çivi ve halatlar(la yapılmış gemi) üzerinde taşıdık. 14. (O gemi, kendisine) nankörlük edilmiş bulunan (kulumuz)a bir mükâfat olarak, gözetimimiz ve korumamız altında yüzüyordu.

  1. Andolsun ki biz, bunu, (Allâh’ın birliğine, gücüne dâir) bir delil olarak bıraktık; hani düşün(üp ibret al)an (yok mu)? [krş. 29/15; 36/41; 69/11-12]
  2. (Ey insanlar!) Benim azâbım ve uyarmalarım nasılmış? (Görün ve ibret alın.)
  3. Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)? [bk. 19/97]

 9-17. (9).‘Onlardan önce Nûh’un kavmi yalanlandı.’ Yâni o yalanlama fiilini ya Muhammed!  Senin kavminden önce Nuh kavmi yaptı. Allâh’ın peygamber gönderdiğine inanmadı. ‘Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve cinlenmiş, (delirmiş) dediler. Ve (Nuh dâvetten vazgeçmeye) zorlandı.’ Yâni tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. ‘Ey Nuh! (bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın.’ (Şuarâ 26/116) diye vaz geçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu. (ELMALILI, 7/348)

(10),‘Bunun üzerine Rabbine: “Doğrusu ben yenildim, bana yardım et!” diye yalvardı.’ Tâkatım tükendi. Enerjim kalmadı. Gücüm bitti; altta kaldım. ‘Yenik düştüm, yardım et bana.’ Sen yardım et bana, Rabbim. Çağrını zafere erdir, Hakk’ını zafere erdir, istemini zafere erdir. Sen yardım et bana. İş senin işin, dâvâ senin dâvân. Benim fonksiyonum bitti. (S. KUTUB, 9/452) İbn Kesir der ki: ‘Yâni ben bunların hakkından gelemeyecek, onlara direnemeyecek kadar zayıfım, artık kendi dînine yardım et. (S. HAVVÂ, 14/259)

(11, 12).‘Biz de (şiddetli sağanak hâlinde) yağan bir su ile göğün kapılarını açtık.’ Çoğunluğun beyânına göre ‘su ile göğün kapılarını açmak’ ifâdesi bir istiâre-i temsiliyedir. Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir. (ELMALILI, 7/348)

‘Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık. (Her iki) su, (helâkleri) takdir edilmiş bir emir üzerinde birleşiverdi.’ Yâni bulutlardan akan sular ile yerden fışkıran pınarlar yüce Allâh’ın dilediği şekilde, takdir buyurduğu bir vaziyete geldi veya Levh-i Mahfuzda olacağı takdir buyurulmuş bir konuma geldi. Bu da Nuh kavminin Tufan ile helâk edilmesidir. (S. HAVVÂ, 14/259)

(13, 14).‘Onu (kulumuz Nuh’u) da tahtalar ve çivi ve halatlar(la yapılmış gemi) üzerinde taşıdık.’ ‘Elvah’ levh kelimesinin çoğuludur. Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı olan şeye denir. ‘Düsür’ de disâr’ın çoğuludur. Disâr, geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin (çivi) veya hâlata denir. Zât-ı Elvah ve düsür’den maksat gemidir. Târif için bir nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yâni birtakım tahtaların birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye bindirdik. (ELMALILI, 7/349)

13’üncü âyette gemi kavramı kullanılmadan niteliklerine değinilmiştir; başka âyetlerde bu anlama gelen ‘fülk’ kelimesi geçmektedir. Burada gemiyi anlatmak üzere hangi maddelerden imal edildiği bilgisinin verilmesinde, Nûh’a hazır bir gemi gönderilmiş olmayıp, onun tarafından yapıldığına, daha önce bu işi bilmediği hâlde ilâhi vahiy ile bunun kendisine öğretilmiş olduğuna işâret vardır. (İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 5/187)

‘O tahtalardan yapılmış gemi Bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu.’ ‘Gemi dağlar gibi dalgalar arasında, onlarla birlikte yüzüp gidiyordu.’ (Hûd 11/42)  âyeti gereğince dağlar gibi dalgalar içinde Allâh’ın görüp gözetmesiyle yâni doğrudan doğru(ya) koruması altında akıp gidiyordu. ‘O küfredilmiş, değeri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zâta,’ yâni Nûh (as)’a mükâfat için ki onu yalanlayanlar boğulurken O, Allâh’ın koruması altında bulunuyordu. (ELMALILI, 7/349)  

Nesefi der ki: Burada Hz. Nuh’tan inkâr edilmiş (ona karşı nankörlük edilmiş) diye söz edilmektedir. Çünkü peygamber, Allah tarafından gönderilmiş bir nîmet ve bir rahmettir. Buna göre Hz. Nuh, nankörlük ile karşılanmış bir nîmettir. (S. HAVVÂ, 14/259)

(15).‘Andolsun ki biz, bunu, (Allâh’ın birliğine ve gücüne) bir delil olarak bıraktık; hani düşün(üp ibret al)an (yok mu)?’  Bundan maksat gemi türüdür. Yâni bizler gemi türlerini size Nûh’un gemisini hatırlatacak bir belge olarak bırakmış bulunuyoruz, demektir. (S. HAVVÂ, 14/260)

(16).‘Benim azâbım ve uyarmalarım nasılmış?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni Beni inkâr edip peygamberlerimi yalanlayan ve uyarılarımın ifâde ettikleri hususlarda öğüt almayan kimselere azâbım nasılmış ve Ben peygamberlerimin intikâmını nasıl aldım, onlara nasıl yardımcı oldum? (Bunu düşünen yok mu?) (S. HAVVÂ, 14/260)

(17).‘Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)?’  Bu cümle, yemin cümlesidir. Sûre-i celîlede geçen dört kıssanın sonunda ayrı ayrı gelmiştir. Her kıssanın öğüt almayı gerektirecek ve günahlardan vaz geçirmeğe yetip artacak durumda olduğunu uyarmak içindir. Bununla berâber, hiç biri yerini bulmamış, insanlar yeteri kadar öğüt almamışlardır. Yâni Allâh’a yemin olsun ki, Kur’ân’ı onların dilleri üzerine indirerek ümmetine kolaylaştırdık. ‘Biz Kur’ân’ı sâdece onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan topluluğu uyarasın diye senin dilinle kolaylaştırdık.’ (Meryem 20/97) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi Kur’ân’ı çeşitli öğütler ve ibret alınacak olaylarla süsledik. Öğüt alınsın ve nasîhat edilsin diye birçok vaad ve uyarmalar sarfettik. (İ. H. BURSEVİ, 20/336)

(…) Yüce Allah söz konusu âyette teysiri / ‘yessernâ’yı bir maksada bağlamıştır ki o da, ‘zik(i)r’ yâni düşünüp öğüt almaktır. Bu da tabiatıyla metnin anlaşılmasıyla mümkündür. Metni anlamanın yolu da öncelikle onun kıraatından geçmektedir. Çünkü okunamayan bir metnin anlaşılması mümkün değildir. Bu arada Kur’ân’ı Kerîm metninin ezberlenmesinde de ilâhi bir kolaylıktan söz edilebilir. Ancak bunun ikincil bir amaç olduğu anlaşılmaktadır. Zîrâ vahiy dönemi incelendiği zaman Allah Rasûlü (s)’in ezberlemekten çok Kur’an’ın anlaşılmasına önem verdiği görülür. Çünkü Kur’an bir hayat kitabıdır. Her müslümanın ondaki emir ve yasaklara göre hayat düzeni oluşturması zarûridir. Böyle olunca söz konusu metni sâdece ezberleyip içeriğinden habersizce davranmak, onun amacına uygun değildir. Bu yüzdendir ki, ashab-ı kiram inen Kur’an metinlerini beşer ya da onar âyetler şeklinde ele alıp okumuşlar,  ezberlemek isteyenler onları ezberlemiş, ama hepsi söz konusu metnin içeriğini anlayıp hayatlarına uygulamaya çalışmıştır. (M. DEMİRCİ, 3/248, 249)

 54/18-22  ÖĞÜT  ALAN  YOK  MU?

  1. Âd (kavmi de) yalanladı. Fakat azâbım ve uyarmalarım nasılmış (, görün ve ibret alın).

19, 20. Biz, onların üstüne uğursuz bir günde dondurucu bir fırtına gönderdik. 20. O (fırtına), insanları, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi (yerlerinden) koparıp atıyordu.

  1. (Ey insanlar!) İşte benim azâbım ve uyarmalarım nasılmış (görün ve ibret alın)!
  2. Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)?

 18-22. (18).‘Âd (da) yalanladı .. azâbım ve uyarmalarım nasıl oldu?’ Bu istifham önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek sözlere dikkatleri çekmek içindir. Çünkü biz onların üzerine bir sarsar rüzgârı gönderdik. Sarsar, soğuk veya gürültülü bir fırtına demektir. (ELMALILI, 7/349, 350)

(19, 20).‘Biz, onların üstüne uğursuz bir günde dondurucu bir fırtına gönderdik.’ Ki uğursuzluğu, onların helâk olmaları ile son bulmadı da, kıyâmete kadar kabirde azap gördüler. Bâzı astrologların (yıldız âlimleri) zannettiği o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yâni o gün, herkes ve herşey için uğursuz olmayıp, sâdece onlar hakkında uğursuz olmuştur. (ELMALILI, 7/350)

‘O (fırtına), insanları, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi koparıp atıyordu.’ Yâni çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş hurma kütükleri gibidirler. Âd, iri bedenli bir kavim olduğu için başları koparılıp yere serildikçe, bu teşbîhe konu oluyorlardı. (ELMALILI, 7/350)

(21).‘İşte benim azâbım ve tehditlerim nasılmış?’ Allâh’a yemin ederim, azaplar oldukça şiddetli; uyarılar, tehditler doğruydu. (S. HAVVÂ, 14/262)

(22).‘Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık.’ İnsanların öğüt almaları için kolay kıldık. ‘Düşünüp öğüt alan var mı?’ Öğüt alarak tevbe edecek, kendisine gelecek veya hakkı bilip amel edecek kimse var mı? (S. HAVVÂ, 14/262)

 54/23-32  ARAMIZDAN  BİR  BEŞERE  Mİ  UYACAĞIZ?

23, 24, 25. Semûd (kavmi) de uyarıcıları (peygamberlerini) yalanladı: “Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz, bir sapıklık ve bir delilik etmiş oluruz. Vahiy aramızdan ona mı bırakıldı? Doğrusu o şımarık ve aşırı yalancıdır.” dediler.

  1. (Sâlih’e dedik ki🙂 “Yarın onlar şımarık ve aşırı yalancı kimmiş, bilecekler.”

27, 28. (Allah Sâlih’e şöyle buyurdu: Ey Peygamberim!) Doğrusu biz, onlara bir sınav olmak üzere o dişi deveyi gönderenleriz. (Şimdi sen) onları gözetle ve (eziyetlere) sabret. 28. Hem de onlara (içecekleri) suyun, (o dişi deve ile) aralarında (gün aşırı nöbetle) pay edilmiş olduğunu haber ver. Su sırası gelen herkes hazır bulun(up suyunu al)sın. [bk. 26/155]

  1. Nihâyet arkadaşlarını çağırdılar, o da (kılıcı) aldı ve (deveyi ayağından biçerek) kesip öldürdü.
  2. (Ey insanlar!) Benim azâbım ve uyarılarım(ın sonu onlara) ne biçim oldu (düşünün!)
  3. Nitekim üzerlerine bir tek korkunç bir ses gönderdik (onlar) da, ağıl sâhibinin (biçtiği) kuru ot gibi oluver(ip yere seril)diler. [Krş. 7/78]
  4. Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)?

 23-32. (23, 24, 25).‘Semûd (kavmi) de uyarıcıları yalanladı: “Bizden bir insana mı uyacağız?’ Onlar Hz. Sâlih’in ya insanüstü bir varlık olması gerektiğine veya insanüstü bir varlık olmasa da kendi içlerinden olmayıp, mûcizevi bir yolla gelmesi gerektiğine ya da gücü ve şöhreti olan bir kabîle reîsi olması gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü Allâh’ın ancak bu şekildeki birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünüyorlardı. Nitekim Mekkeli müşrikler de aynı cehâlet içindeydiler. Zîrâ onlar da Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğini reddedebilmek için aynı gerekçeleri öne sürüyorlardı. Yâni Hz. Muhammed de sıradan insanlar gibi alış veriş yapıyor. İçimizde doğmuş ve büyümüşken, şimdi kalkmış Allâh’ın kendisine peygamberlik verdiğini iddiâ etmektedir’ diyorlardı. (MEVDÛDİ, 6/49)

‘O takdirde biz, bir sapıklık ve bir delilik etmiş oluruz, dediler.’ Yâni, biz kalabalık bir topluluk olduğumuz, o da tek başına olup melek de olmadığı hâlde (o inkârcıların inançlarına göre), insan olmak peygamber olmaya engeldir. Ona uyarsak, doğrudan sapıklığa düşmüş ve delilik etmiş oluruz (dediler). (İ. H. BURSEVİ, 20/345)

Bu (Sâlih as. kavminin sözleri) bizlere şunu gösterir: Doğruyu bulmuş önderlere, liderlere dizginlerini teslim etmeyi reddetmek, kâfirlerin ahlâkı cümlesindendir. Bu konu üzerinde her müslümanın düşünüp kendisini değerlendirmesi ve kendisini hak ehline, liderlikteki haklarını teslim edecek hâle getirmesi gerekir. (S. HAVVÂ, 14/279)

Liderlik, itaat ve velâ Rasûlullah (s) hayatta iken Rasûlullah (s)’in kendisine âitti. O’nun vefâtından sonra ise itaat hakkı, mâruf çerçevesinde doğruluk üzere olan müminler safının şûrâ aracılığı ile öne geçirdiği kimselere âittir. Konunun değişik şekilleri olduğu gibi, herbir şeklin de kendine özgü hükümleri vardır. Doğru yolda yürüyen emir ve kumandanın insanları, Allah Rasûlünün sünneti ve Allâh’ın kitabı ile yönetmesi görevidir. Liderlik şûrâ ile tespit edilir ve liderlik Kitap ve sünneti uygular, müslümanlara âit işlerde doğru kararı alabilmek için onların şûrâ ehli ile istişâre yapar. Müslüman da mâruf olan hususlarda başındaki âmire itaat etmekle yükümlüdür. (S. HAVVÂ, 14/279, 280)

‘Vahiy aramızdan ona mı bırakıldı?’ Biz de onun gibi bir fert bir beşer değil miyiz? Yâhut içimizde ondan daha lâyıkı yok mu? ‘Hayır o bir mağrur’ şımarık, şımarıklıkla üstümüze çıkmak isteyen ‘bir yalancıdır.’ İşte bu derece yalan isnad etmek sûretiyle onu yalanladılar. (ELMALILI, 7/351)

(26).‘(Sâlih’e dedik ki🙂 “Yarın’ yâni üzerlerine azâbın ineceği vakit yâhut Kıyâmet gününde ‘kimin pek yalancı’ yâni Sâlih mi, onu yalanlayanlar mıdır yalancı olan ‘ve şımarığın biri olduğunu bileceklerdir.’ (S. HAVVÂ, 14/263)

(27).‘Doğrusu biz, onlara bir sınav olmak üzere o dişi deveyi gönderenleriz. (Şimdi sen) onları gözetle ve sabret.’ Şuarâ sûresinde geçtiği gibi ‘Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mûcize getir.’ (Şuarâ 26/154) diye Sâlih (as)’den âyet, yâni peygamberliğine delil olabilecek mûcize istemeleri üzerine, birkaç sûrede geçtiği şekilde işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allâh’ın devesi ‘İşte o da, size bir mûcize olarak Allâh’ın şu devesidir. Onu bırakın. Allâh’ın yeryüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.’ (A’raf 7/73) denilmişti. Bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur’an’da açıkça izah edilmiş değildir. Ancak ‘Allâh’ın devesi’ şeklinde ifâde edilmiştir. Lâkin haberlerde bir ‘hedbe’den, yâni yalçın kayadan ibâret bir tepeden çıkarılmış olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de gönderilmesinin, yâni Allâh’ın arzında otlasın diye salınmasının bir sınav için olduğu beyan buyurulmuştur. (ELMALILI, 7/351, 352)  

(28).‘Hem de onlara (içecekleri) suyun, aralarında (gün aşırı nöbetle) taksim edilmiş olduğunu haber ver.’ Yâni deve ile onlar arasında ‘Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin’ (Şuarâ 26/155) âyetinin işâretiyle nöbetleşe pay edilmiştir. Bir gün deve içer, bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını sularlar. Yâhut devenin su içtiği günün dışında, onlar arasında  paylaştırılmıştır. (ELMALILI, 7/353)

‘Herbiri su nöbetinde hazır bulunsun.’ Yâni bir gün Hz. Sâlih’in kavmi su nöbetinde hazır bulunacak, bir gün de dişi deve hazır bulunacaktır. (S. HAVVÂ, 14/263)

(29).‘Nihâyet arkadaşlarını çağırdılar, o da (kılıcı) aldı ve (o deveyi) devirip öldürdü.’ Yâni dişi deveyi öldürdü. Âyet-i Kerîme hepsinin dişi devenin kesilmesine rızâ gösterdiklerine delildir. Çünkü bu iş, onların istekleri üzerine veya onların rızâlarına dayanılarak yapılmıştır. (S. HAVVÂ, 14/264)

(30).‘Ama benim azâbım ve uyarılarım(ın sonu onlara) ne biçim oldu (düşünün!)’ Nasıl acı bir şekilde gerçekleşti. Sâlih (as) ’Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte o söz yalanlanamayan bir tehdit idi’ diye tebliğ etti.’ (Hûd 11/65, ELMALILI, 7/353)

(31).‘Nitekim üzerlerine bir tek korkunç bir ses gönderdik (onlar) da, ağıl sâhibinin (biçtiği) kuru ot gibi oluver(ip yere seril)diler.’ Bu çığlığın sonunda geriye onlardan hiçbir kimse kalmamak üzere, son fertlerine kadar yok oldular. Bitki ve ekin nasıl kurur ve canlılığını yitirirse, onlar da böylece kuruyup öldüler. ‘el heşîm’ kırılmış, dökülmüş ve kurumuş ağaç demektir. ‘el muhtazır’ ise ağıl yapan demektir. Âdeten orada bırakılan bir şey, zamanla kurur ve hayvanlar da bunları çiğner, sonunda bunlar paramparça olur. İşte Hz. Sâlih’in kavmi de bu çığlık sonucunda bu hâle döndüler. Bu ne kadar da şiddetli bir azaptı. (S. HAVVÂ, 14/264)

(32).‘Andolsun ki biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)?’ Dünyâ ve âhirette cezâlandırılmak korkusuyla Allâh’a koşarak bu Kur’ân-ı Kerîm’e îman edecek, ona gereğince amel ederek, O’na yönelerek ibret alacak kimse var mı? (S. HAVVÂ, 14/264)

 54/33-40  BİZ  ŞÜKREDENİ  BÖYLE  MÜKÂFATLANDIRIRIZ

  1. Lût kavmi de (peygamberin) uyarılarını yalanladı.

34, 35. Biz de üzerlerine taşları yağdıran (bir fırtına) gönderdik (helâk ettik). Yalnız Lût’un âilesi hâriçtir. Tarafımızdan bir nîmet olarak, işte onları bir seher vakti kurtardık. (İman ve itaatle) şükredenleri böyle mükâfatlandırırız.

  1. Andolsun ki (Lût) onları bizim (azapla) yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat (onlar), uyarmaları şüphe ile karşıla(yıp yalanla)dılar.
  2. Andolsun ki onlar, onun (melek olarak gelen) misâfirlerine sarkıntılık etmek istediler. Biz de gözlerini sil(me kör ed)iverdik: “İşte azâbımı ve uyarmalarımı(n kötü âkıbetini) tadın!” (dedik.) [bk. 11/77-83; 15/61-74]
  3. Andolsun ki onları bir sabah, (artık kurtulamayacakları) kararlı bir azap bastır(ıp kapla)mıştı.
  4. (Lût kavmine) “İşte, azâbımı ve uyarılarımı(n âkıbetini) tadın!” (dedik.)
  5. Andolsun ki Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Hani düşünüp öğüt alan (yok mu)?

 33-40. (33).‘Lût kavmi de (onun) uyarılarını yalanladı.’ Bu kıssanın da çeşitli yerlerde zikri geçti, fakat sırf tekrar sûretiyle değil, geçtiği her yerde özel bir noktasına işâret edildi. (ELMALILI, 7/354)

(34, 35).‘Biz de üzerlerine çakıl taşları yağdıran (bir fırtına) gönderdik (helâk ettik). Yalnız Lût’un âilesi hâriçtir.’ İbn Kesir der ki: ‘Hz. Lût’a, kendi hanımı dâhil olmak üzere kavmi arasından hiçbir kimse, hiçbir erkek îman etmedi. O bakımdan ona da kavmine isâbet eden azap isâbet etti. Hz. Lût ve kızları, kavminin arasından onlara herhangi bir kötülük dokunmaksızın esenlikle çıkıp gittiler. (S. HAVVÂ, 14/265)

‘Tarafımızdan bir nîmet olarak, işte onları bir seher vakti kurtardık. Şükredenleri böyle mükâfatlandırırız.’ Biz îman ve itaatıyla Allâh’ın nîmetine şükredeni böyle, bu şekilde kurtardığımız gibi mükâfatlandırırız. (S. HAVVÂ, 14/265)

(37).‘Andolsun ki onlar, onun (melek olarak gelen) misâfirlerine sarkıntılık etmek istediler.’ Misâfirlerden murad almak, ahlâksızca harekette bulunmak için gidip geldiler. Misâfirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrâhim’e gelen elçilerdi. ‘Biz de gözlerini sil(me kör ed)iverdik: “İşte azâbımı ve uyarmalarımı(n kötü âkıbetini) tadın!” (dedik.)’ Yâni yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine girdiklerinde hiçbir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi bilemediler (..) (ELMALILI, 7/354)

(38).‘Andolsun ki onları bir sabah, kararlı’ ondan kurtulunamaz, sıyrılmak imkânı bulunmayan  ‘bir azap bastırmıştı.’ Nesefi der ki: ‘Yâni kendilerini âhiret azâbına götürünceye kadar üzerlerinde karar kılmış, sâbit bir azap geldi.’ (S. HAVVÂ, 14/265)  

(39).“İşte, azâbımı ve tehditlerimi tadın!” Yâni onlara körlük azâbını tattırınca; Benim azâbımı ve tehditlerimi tadın dediği gibi, sabah erkenden onlara azâbı gönderince de aynı şeyi söyledi. Çünkü onlara gelen azap birden çok ve çeşitli idi. İşte her bir türü indikçea, bu buyruklarla onları azarladı. (S. HAVVÂ, 14/266)

(40).‘Andolsun ki Kur’ân’ı düşünmek için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan’ böylelikle azâba uğratılanların yaptıkları gibi yalanlamaktan, isyan etmekten uzak duracak ‘var mı?’ (S. HAVVÂ, 14/266)

 54/41-48  O  TOPLULUK  YAKINDA  BOZULACAK

41, 42. Andolsun ki, Firavun’un kavmine de uyarıcılar gelmişti. 42. Bütün âyet (ve mûcize)lerimizi yalanladılar. Biz de onları güçlü ve mutlak gâlip (olan zâtımız)ın yakalayışıyla yakaladık. [bk. 20/56]

  1. (Ey Allah’tan başkasına kulluk edenler!) Sizin kâfirleriniz, bu (isimleri geçe)nlerden daha mı hayırlı? Yoksa (ilâhî) kitaplarda sizin için bir kurtuluş belgesi mi var?
  2. (Rasûlüm!) Yoksa onlar: “Dayanışma içinde olan bir topluluğuz.” mu diyorlar?
  3. Yakında müşrik topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
  4. Daha doğrusu onlara vaadedilen (asıl) azap vakti O (kıyâmet) saat(i) dir. O saat(in azâbı) daha şiddetli ve daha acıdır.
  5. Şüphesiz kâfirler, sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
  6. Kıyâmet günü (kâfirler), yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler (ve kendilerine): “Tadın cehennemin dokunuşunu!” (denilecektir).

 41-48. (41, 42)‘Andolsun ki, Firavun’un kavmine de uyarıcılar gelmişti.’ ‘Bütün âyetlerimizi yalanladılar.’ Yâni dokuz mûcizeyi yalanladılar. Onlar; Mûsâ (as)’ın elinin hârika beyazlığı, âsâ, tufan, çekirgeler, bit gibi haşere, kurbağalar, kan, dilindeki bağın çözülmesi ve denizin yarılmasıdır. ‘Biz de onları kudretimize lâyık bir şekilde yakaladık.’ Yalanlamaları sırasında karşı konulamaz ve yenilmez bir azap ile yakaladık. Bu âyet-i kerîmenin amacı Allâh’ın muktedir olduğunu ve gücü karşısında hiçbir şeyin duramayacağını vurgulamaktadır. Bu sebeple, yalanladıklarından dolayı onları yakalamış ve O’nu hiçbir şey engelleyememiştir. Buradaki azaptan maksat, onların Kızıldeniz’de veya Nil nehrinde boğulmalarıdır. (İ. H. BURSEVİ, 20/358)

(43).‘Sizin kâfirleriniz’ hitap, Mekke ehline; dolayısıyla Araplara ve son asır insanlarınadır. Yâni Ey bu zaman insanları! Sizin kâfirleriniz ‘onlardan hayırlı mıdır?’ Yâni Nuh (as)’un kavminden Firavun’a kadar helâkleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli yâhut Allâh’ın azâbından kurtulmaya daha mı lâyıktırlar? ‘Yoksa sizin için kitaplarda bir berâet mi vardır?’ Yâni âhir zamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfür ve isyan ederlerse etsinler Allâh’ın yanında cezâ ve sorumlulukları yoktur diye aklanmanıza dâir semâvi kitaplarda bir açıklama vardır? (ELMALILI, 7/356, 357)

(44).‘(Rasûlüm!) Yoksa onlar: “Dayanışma içinde olan bir topluluğuz.” mu diyorlar?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlar birbirlerine yardım ve destek olduklarına ve bu topluluklarının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere karşı bir fayda sağlayacağına inanıyorlardı.’ (S. HAVVÂ, 14/268)

(45).‘Yakında müşrik topluluk bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.’ Âyet-i Kerîmenin mânâsı şöyle olur: Yenilgiye uğramış olarak savaştan dönüp kaçacaklardır. Allah peygamberine ve müminlere yardım edecektir. Gerçekten Bedir günü tam böyle oldu. (İ. H. BURSEVİ, 20/360)

Kureyş’in kendisiyle gururlandıkları kuvvetlerinin kırılacağı, hicretten 5 yıl önce açıkça beyan edilmektedir. O dönemde bunun nasıl mümkün olacağını hiç kimse tasavvur dahi edemezdi. Çünkü Müslümanlar o dönemde, bir kısmı çaresizlik içinde Habeşistan’a hicret etmeye mecbur olmuştu ve geride kalanlar ise Rasûlullah’la birlikte Şi’bi Ebi Tâlip’de kuşatma altındaydılar. Hattâ Kureyş’in bu kuşatması yüzünden neredeyse açlıktan ölecek hâle gelmişlerdi. Şimdi böyle bir dönemde bu tablonun tersine dönebileceğini kim düşünebilirdi. (MEVDÛDİ, 6/53)

Sekiz dokuz yıl sonra müşriklerin yapılacak bir savaşta hezimete uğrayacaklarının bildirilmesi  ve bildirildiği gibi gerçekleşmesi Hz. Muhammed (s)’in hak peygamber, Kur’ân’ın Allah sözü olduğunun açık delilidir. Çünkü Peygamberin gaybı kendiliğinden bilmesi mümkün değildir. Belli ki, bu haberi bildiren yüce Allah’tır. Bu haber, Hz. Peygamber için bir mûcizedir. (İ. KARAGÖZ 7/487)

Hadis: Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: Hz. Ömer (r)’ın şöyle dediğini işittim: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır’ âyet-i kerîmesi inince, sözü edilen topluluğun hangisi olduğunu bilmiyordum. Bedir günü Rasûlullâh (s)’ın zırhını giyerken, bu âyet-i kerîmeyi okumakta olduğunu duydum. O zaman âyetin mânâsını anladım. Bu Rasûlullah (s)’ın mûcizelerindendi. Gaybdan haber vermişti ve aynen haber verdiği gibi oldu. (Buhâri Tefsir 54/6’dan İ. H. BURSEVİ, 20/360)

(46).‘Daha doğrusu onlara vaadedilen (asıl) azap vakti O (kıyâmet) saat(i) dir.’ Yâni o bozgun, onların tam cezâları değil, bir başlangıçtır. Asıl miadları yâni kendilerine azâbın vaad edildiği zaman kıyâmet saatidir. (ELMALILI, 7/357)

Yâni Bedir günü uğradıkları azaptan ayrıca onlara vaad olunan asıl azapları Kıyâmet günündedir. ‘O saat ne şiddetli ne acıdır.’ Bedir’dekinden daha büyük, daha belâlı bir musîbettir. (S. HAVVÂ, 14/270)

‘O saat(in azâbı) daha şiddetli ve daha acıdır.’ Evet, âhiret azâbı dünyâda gördükleri ve görecekleri bütün azaplardan daha dehşetli ve daha acıdır. Âhiret azâbı, tufandan kasırgaya, şimşekten taşları savuran müthiş rüzgâra ve Firavun ile yandaşlarının güçlü ve sert pençeli yakalanışlarına varıncaya kadar yukarıdaki âyetlerde canlandırılan bütün azap sahnelerinden daha korkunç ve tüyler ürperticidir. (S. KUTUB, 9/463)

(47).‘Şüphesiz kâfirler, sapıklık (dünyâda haktan uzak kalmak, Nesefi’den) ve çılgın ateş âhirette de cehennem) içindedirler.’ Yâhut âhirette helâk olacaklar ve ateşler içerisinde kalacaklardır. (S. HAVVÂ, 14/270)

(48).‘Kıyâmet  günü (kâfirler), yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler: “Tadın cehennemin dokunuşunu!” (denilecektir).’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, onların (dünyâda) ateş, şüphe ve tereddüt içerisinde oluşları kendilerini cehenneme götürdü. Onlar nereye gideceklerini bilmeksizin yüzleri üstü sürüklenen sapıklar olduklarından dolayı da azarlayıcı bir üslûpla ‘Sakar’ın dokunmasını’ yâni onun azâbını ‘tadın, denir.’ Sakar ise cehennemin isimlerinden birisidir. (S. HAVVÂ, 14/270)

 54/49-55  BİZ,  HER  ŞEYİ  BİR  ÖLÇÜYE  GÖRE  YARATTIK

  1. Şüphesiz biz, herşeyi bir kader (hikmetli bir ölçü) ile yarattık. [bk. 25/2; 87/1-3]
  2. (Bir şeyin olması için) bizim emrimiz, bir göz kırpması gibi, ancak bir tek (“olsözünü söylemek)ten ibarettir. [krş. 16/40; 31/28; 36/82]
  3. Andolsun ki (inkârcılıkta/isyanda) sizin gibi (olan)ları helâk ettik. Hâlâ düşünüp öğüt alan yok mu?

52, 53. İnsanların yaptıkları herşey kitaplarda (kayıtlı)dır. 53. Küçük büyük hepsi defterlerde yazılmıştır. [bk. 82/10-12]

54, 55. Şüphesiz takvâ sâhipleri (Allah’ın emirlerini tutup günahlardan sakınanlar), cennetlerde aydınlık, bolluk ve ferahlık içinde, (hem de) doğruluk meclisinde (hoşnutluk içinde) gücü sonsuz olan hükümdârın huzurundadırlar.

 49-55. ‘Şüphesiz biz, herşeyi bir (ölçü plân ve) kader ile yarattık.’ ‘Herşey’ ifâdesine yer ve gök, yerde ve göklerde bulunanküçük – büyük, canlı ve cansız bütün varlıklar dâhildir. Yüce Allah yegâne yaratıcıdır, O’ndan başka yaratıcı yoktur. (..) ‘Allah herşeyin yaratıcısıdır.’ (39/62; bk. 37(96, 7/54; İ. KARAGÖZ 7/489)

49’uncu âyette geçen ‘kader’  kelimesine iki farklı mânâ vermek mümkündür: (a) Birincisi; ölçü, düzen ve ahenk: Allah Teâlâ tüm kâinâtı ve varlıkları hikmetin gereklerine uygun bir şekilde sağlam, şaşmaz ve dakik ölçülere göre, belli bir düzen, denge ve ahenk içinde yaratmıştır. Bugün varlıkların yapıları, özellikleri ve birbirleriyle olan ilişkileri ile alâkalı yapılan bilimsel incelemeler, kâinattaki bu şaşmaz ölçü, nizam ve ahengi gözler önüne sermektedir. Akıllara hayranlık veren bu nizam  ve bunlardaki çok ince ölçülere göre cereyan eden yaratılış gerçeği, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret, ilim ve hikmetini haykırmaktadır. (Ö. ÇELİK, 4/707) (b) İkincisi; Allah Teâlâ herşeyi bir kader ile yaratmıştır: Herşeyin, meydana gelmeden önce ezelde, Allâh’ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yâni ilmi bir değeri vardır ki, kazâsının cereyanı yâni fiilen yaratılışı, o kadere göre meydana gelir. (bk. Hadîd 27/22; Ö. ÇELİK, 4/707, 708)

Hadis: Rasûlullah (s), bir inanç esâsı olarak ‘kader’ hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘İman; Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna îman etmendir.’ (Müslim Îman 1, 5, Tirmizi İman 4, Ebû Dâvud Sünnet 16’dan Ö. ÇELİK, 4/708)

(50).‘Bizim emrimiz de’ yâni işimiz yâhut herhangi bir şeyi yaratmak için verdiğimiz emir de başka değil ‘ancak birdir.’ Bir kelimeden veya bir bakıştan ibarettir. ‘Gözle bir bakış gibi’ gözle seri bir bakış ânı, yâni bir şuur ânı gibi ki ‘O’nun işi, bir şeyi yaratmak istediği vakit sâdece ‘ol’ demektir ve o şey, derhâl oluverir.’ (Yâsin 36/82) buyrulduğu üzere bir ‘kün’ (ol) emrinden ibarettir, Hakikatte tam sebep, bu ‘kün’ (ol) emridir. Sebep meydana gelince, yâni ‘kün’ emri vukû bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. (ELMALILI, 7/358)   

50’nci âyet, Yâsin sûresinin ‘Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman O’nun emri o şeye sâdece ‘ol’ demesidir. O da hemen oluverir.’ an’amındaki 82’nci âyet ile aynı anlama gelir. (2/117). (..) Âyetler hem yüce Allâh’ın irâdesini, yaratma yöntemini ve gücünü, hem varlık âlemindeki egemenliğini, bir şeyi var etmek için vâsıtaya ihtiyacının bulunmadığını ve O’nun için zorluk, sıkıntı ve uğraşma gibi insanlara özgü kusurların düşünülemeyeceğini, hem yaratmada süratini ifâde  eder. (2/117). Yüce Allah, bir şeyin olmasını isterse, ona ‘ol’ diye emreder, o da olur. (İ. KARAGÖZ 7/490)

(51).‘Andolsun ki (inkârcılıkta/isyanda) sizin gibi (olan)ları’ geçmiş ümmetlerde küfürleri itibâriyle sizlere benzeyenleri ‘helâk ettik. Hâlâ düşünüp öğüt alan yok mu?’ (S. HAVVÂ, 14/271)

(52).‘İnsanların yaptıkları herşey kitaplarda (kayıtlı)dır.’ Yâni kendileri helâk olup gitmekle berâber, iyi ve kötü bütün fiilleri kitaplarına, amel defterlerine yazılıdır. (ELMALILI, 7/358)

(53).‘Küçük büyük herşey satır satır yazılmıştır.’  Amel olsun, meydana gelecek herşey olsun, Levh-i Mahfuzda satır satır yazılmıştır. Bu, Nesefi’nin âyet-i kerîmeyi tefsir şeklidir. İbn Kesir’e göre ise buradaki ifâdeler, meleklerin sahifeleri hakkındadır. Şöyle der: ‘Yâni bütün bunlar onların aleyhinde toplanıp bir araya getirilir ve kendilerine âit sahifelerde satır satır yazılır. Küçük olsun, büyük olsun, onun kaçırıp kaydetmediği hiçbir şey yoktur.’ (S. HAVVÂ, 14/272)

(54).‘Şüphesiz takvâ sâhipleri, cennetlerde aydınlık, bolluk ve ferahlık içinde,’ ’Neher’ kelimesinin ‘ırmak’ anlamı yanı sıra ‘aydınlık ve bolluk’ mânâları da vardır. Bu sebeple Arapçada gündüze ‘nehar’ denilmiştir. Buna göre takvâ sâhiplerinin cennetlerde hep nur içinde olacakları, hattâ hiç gecesi olmayan aydınlık gündüzler içinde yaşayacakları anlaşılır. (Kurtubi’den Ö. ÇELİK, 4/710)

‘Doğruluk koltuklarında’ Yâni sıdk meclisi, doğruluk sandalyesi ya da doğru kimselere mahsus, yalan söylenmesi ve ortadan yok olması ihtimâli olmayan sâbit bir makam ve mevkide ‘gâyet iktidarlı’ yâni kudretinin sonu olmayan bir kralın; pek büyük mülk sâhibi ‘bir şahlar şâhının yüce huzûrunda(dırlar).’ Ki O, Allah Teâlâdır. ‘Melîk’ ve ‘Muktedir’ isimlerinde bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir. Denmiştir ki, Allah Teâlâ burada, yüce huzûru yakınlığı üstü kapalı, muktedir kelimesini nekre (belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini akılların idrak edemeyeceğine ve onun yüce huzûruna yakınlığın, ‘Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği’ (Buhâri, Müslim, Tirmizi, ..) kabilinden târif ve beyâna sığmayacak gâyet büyük bir saadet ve kerâmet olduğuna işâret buyurmuştur. (ELMALILI, 7/359)   

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Abdullah b. Amr Rasûlullah (s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ‘Âdil olanlar (yâni hükümlerinde, âile hâlkları arasında  ve yönetimleri altında bulunanlar hakkında adâlet yapanlar) Allah katında nurdan minberler üzerinde  Rahmân’ın sağında (ki onun iki eli de sağdır ya) olacaklardır.’ (Müslim ve Nesâi de Süfyan b. Uyeyne senediyle, bunun gibi rivâyet etmişlerdir; S. HAVVÂ, 14/293)