Kasas Suresi

28 / Kasas Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 88 âyettir. Adını 25. âyetteki aynı kelimeden almıştır. Kasas, “kıssalar” demektir. 85. âyet, hicret sırasında, 52-55. âyetler Medîne döneminde inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/384)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

28/1-6  MÛS  İLE  FİRAVUN’UN  HABERLERİ

1. Tâ, Sîn, Mîm.

2. Bunlar apaçık Kur’ân’ın âyetleridir.

3. (Rasûlüm!) İnanan kimseler için, Mûsâ ve Firavun’un haberinden (birkısmını) sana gerçek şekliyle anlatıyor.

4. Doğrusu Firavun, o yerde (Mısır’da) büyüklendi (vezorbalığakalkıştı. Sistemveyönetiminisürdürmekiçinoranın) hâlkını birtakım gruplara böldü. Onlardan bir grubu (İsrâiloğulları’nıbaskıaltında) zayıf düşürmek istiyor, oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan idi.

5, 6. Biz (Firavun’un) ülkesi (Mısır’da) zayıflatılıp ezilmek istenen (İsrâiloğullarına) lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları (Mısır’ın) vârisleri yapalım, imkân verip ülkede onları hâkim kılalımve onların eliyle Firavun, Hâmân ve ordularına, yakındıkları şeyi başlarına getirip gösterelim istiyoruz.

1-6. (1).‘Tâ, Sîn, Mîm.’ Kesik harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzını tenbih / uyarı içindir. (M. A. SÂBÛNİ, 2/390) Bu harflerden sonra, genellikle kitap, âyet veya vahiyden söz edilir. Bu sûrede Kur’an’dan söz edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/422)

(2).‘Bunlar apaçık Kur’an’ın âyetleridir.’ Şu hâlde bu apaçık kitap, insan işi değildir. İnsanlar böyle bir kitap meydana getirmeye güç yetiremezler. Bu kitap Yüce Allâh’ın kuluna okuduğu vahiydir. (S. KUTUB, 8/70)

Yâni hayrı ve bereketi açık olan veya helâlı haramı, vaadi tehdîdi, ihlâsı ve tevhidi  açıklayan, yâhut hem kendisi açık hem de  işlerin gerçek yüzlerini  ortaya koyup açan, olanın ve olacağın bilgisini  içeren kitabın âyetleridir. (S. HAVVÂ, 10/476) 

(3).‘(Rasûlüm!) İnanan kimseler için, Mûsâ ve Firavun’un haberinden (birkısmını) sana gerçek şekliyle anlatıyoruz.’ Yâni bu kitabı sana Cebrâil, Bizim emrimizle okumaktadır. Okudukları şeylerin arasında Mûsâ ile Firavun’un haberi de vardır. Sana okuduklarımızı hak ile okuyoruz. Nasıl olmuşsa öyle anlatıyoruz. Sen onu görüyormuşsun gibi ve sen bizzat oradaymışsın gibi anlatıyoruz. Bu anlattıklarımız da îman eden kimseler içindir. Yâni bizim ilmimizde îman edecekleri daha önceden bilinen kimseler içindir. Çünkü okuma, ancak bunlara fayda verir. Dolayısıyla bundan ibret alacaklar da onlardır. (S. HAVVÂ, 10/476)  

(4).‘Doğrusu Firavun, o yerde (Mısır’da) büyüklendi (vezorbalığakalkıştı. Sistemveyönetiminisürdürmekiçinoranın) hâlkını birtakım gruplara böldü.’ Yâni egemen olduğu topraklar üzerinde zorbalığa yöneldi, büyüklendi, zorbalık yaptı, azdı, zulümde haddi aştı, büyüklük tasladı. Kendisini olduğundan başka türlü zannetti, böbürlendi, kulluğu unuttu. (S. HAVVÂ, 10/477)

‘..ve hâlkını fırkalara ayırdı.’ İşte bu azgın firavun, yeryüzünde kibirlenmiş, büyüklük taslayıp zorbaca bir düzen kurmuştu. Mısır hâlkını çeşitli gruplara ayırmış, her bir gruba ayrı bir uygulamada bulunmuştu. Baskının, işkencenin en ağırını da İsrâiloğulları’na uygulamıştı. Çünkü onlar, firavun ve kavminin dininden ayrı birtakım bozulmalar ve sapmalar olmuştu, ama temelde tek ilâha inanıyor, firavunun ilâhlığını ve bütün firavuncuların, putçu inançlarını inkâr ediyorlardı. (S. KUTUB, 8/73)    

‘Onlardan bir grubu (İsrâiloğulları’nıbaskıaltında) zayıf düşürerek oğullarını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan idi.’ Burada maksat, İsrâiloğulları’dır. O dönemlerde zamanlarının en hatırlı toplumu idiler. Allah onlara, şu zorba ve inatçı kralı musallat etmişti. En bayağı işlerde onları kullanıyor, kendisinin ve uyruklarının işlerinde gece gündüz onları çalıştırıyordu. Bununla birlikte oğullarını öldürüyor, kadınlarını da diri bırakıyordu. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/477)

Kendisine kulluk etmeyen, tanrılık iddiâsını benimsemeyen bu gruptan sezdiği potansiyel tehlikeyi bertaraf etmek ve onları sistematik olarak soykırıma uğratmak için son derece iğrenç o kadar da korkunç cehennemi bir plân uyguladı. Onları en zor ve en tehlikeli işlerde çalıştırmak, onları aşağılamak, çeşitli işkencelerden geçirmek bu plânın bir parçasıydı. Yine nüfusları artmasın diye, doğar doğmaz erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını erkeksiz bırakmak da uygulanan plânın bir parçasıydı. Böylece, çektikleri işkence ve eziyetlerin yanında erkeklerin azalıp, kadınlarının artmasıyla zayıf düşmelerini, kendisine başkaldıramayacak duruma gelmelerini plânlıyordu. (S. KUTUB, 8/73)

(5).‘Biz istiyoruz ki o yerde zayıf düşürülenlere ihsanda bulunalım, onları (hayırda) önderler yapalım, onları (ötekilerinyerine) mîrasçılar kılalım.’   6. ‘Ve ayrıca onlara o yerde kudret (vehâkimiyet) verelim, Firavun’a, (veziri) Hâmân ve askerlerine de, korkmakta oldukları şeyi (başlarınagetirmeksûretiyle) gösterelim.’ Firavun, her ne kadar İsrâiloğulları’nı ezme ve bitirme siyâseti gütse de, netice firavunun aleyhine ve İsrâiloğulları’nın lehine gerçekleşecekti. Sonunda gerçekten korktukları oldu. Firavun ve ordusu boğularak helâk edildi. Hem onun devletine hem de mukaddes topraklara, aralarından çıkan Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman gibi hükümdar peygamberler vesîlesiyle İsrâiloğulları hâkim oldu. (bk. A’raf 7/137, Ö. ÇELİK, 3/680) 

(..) Âyette geçen ‘eimme / önderler’ tâbirini ‘kölelikten kurtulup kendilerini yönetenler’ şeklinde anlamak daha doğru bir yaklaşım olsa gerektir. Esâsen ‘eimme’ ifâdesinin ardından zikredilen ‘ve nec’alühüm vârisîn’ sözü ve onun ardından gelen ‘Ve onları belli bir yere yerleştirmek; Firavun ile Hâmân’a ve her ikisinin askerlerine, sakınmakta oldukları şeyleri göstermek (istiyorduk).’ Âyeti, bu yaklaşımın doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü söz konusu ifâdelerde Yüce Allah İsrâiloğulları’nı Firavun’un hâlkına mîrasçı kıldığını ve belli bir yurda yerleştirdiğini, ayrıca Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine korkup sakınmakta oldukları şeyleri gösterdiğini açıkça beyan etmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/480, 481)  

(6).‘Ve ayrıca onlara o yerde / yeryüzünde kudret (vehâkimiyet) verelim, Firavun’a, (veziri) Hâmân ve askerlerine de, korkmakta oldukları şeyi (başlarınagetirmeksûretiyle) gösterelim.’ Yâni yeryüzünde onlara egemenlik verelim. Emirleri yeryüzünde uygulansın. Burada geçen ‘yeryüzünde’ ifâdesinden kasıt, sâdece Filistin midir, yoksa Şam / Suriye ve Mısır mıdır? Dikkat edilecek olursa, İsrâiloğulları’nın nüfûzu Hz. Süleyman döneminde Yemen de dâhil olmak üzere, bütün bu bölgelere kadar yayılmıştı. (S. HAVVÂ, 10/479)

28/7-9  BENİM  VE  SENİN  İÇİN  GÖZ  AYDINLIĞIDIR!

7. Mûsâ’nın annesine: “Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman, (birsandıkiçinde) denize (Nil’e) bırak. Korkma ve üzülme! Çünkü biz, onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız.” diye (ilhamile) bildirdik. [bk. 20/39]

8. Nihâyet (annesiNil’e bırakınca) Firavun’un adamları onu (Nil’de) bulup aldı. Ama sonunda o, kendileri için bir düşman ve bir tasa (kaynağı) olacaktı. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri gerçekten çok yanlış yapıyorlardı.

9. Firavun’un karısı (sandıktabirçocukolduğunugörünce, Firavun’a): “Benim için de senin için de göz aydınlığı (olsun). Onu öldürmeyin, olur ki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz.” dedi. Onlar (olup bitenlerin) farkında değillerdi.

7-9. (7).‘Mûsâ’nın annesine: “Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman, (birsandıkiçinde) denize (Nil’e) bırak. Korkma ve üzülme! Çünkü biz, onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız.” diye (ilhamile) bildirdik.’ Ona ilham, rüya veya bir meleğin haber vermesi ile bildirdik. Nitekim Meryem’e de böyle olmuştu. Burada söz konusu olan vahiy, risâlet vahyi değildir. Çünkü kadın peygamber olmaz. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/480)

Bu âyet-i kerîmede iki emir, iki nehiy, iki haber, iki müjde vardır. Korku ile üzüntü arasındaki fark ise şudur: Korku, gelmesi beklenenden dolayı insanın tasalanmasıdır; üzüntü ise, fiilen gerçekleşen bir şeyden dolayı duyulan kederdir. Burada korku ve keder ondan ayrılmak ve onun başına gelebilecek tehlikeler dolayısıyladır. Her ikisine kapılmak, ona nehyedilmiş ve tekrar ona geri çevrileceği müjdesi ve peygamberlerden yapılacağı müjdesi verilmiştir. (S. HAVVÂ, 10/480)  

(8).‘Nihâyet (annesiNil’e bırakınca) Firavun’un adamları onu (Nil’de) bulup aldı. Ama sonunda o, kendileri için bir düşman ve bir tasa (kaynağı) olacaktı. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri gerçekten çok yanlış yolda idiler.’ Yüce Allah, bir ümmeti kurtarmak isteyecek olursa, ona bir kurtarıcı hazırlar. Bu bakımdan rasûlün yâhut hâlîfenin veya komutanın varlığının ümmetin bir durumdan, (diğer) bir duruma geçirilmesinde mükemmel bir rolü vardır. Nitekim Yüce Allah, bir şeyi dileyecek olursa, onun için gerekli sebepleri hazırladığı ve her bir karşı koyuşun dahi, durumu ne olursa olsun, ancak Allâh’ın murâdına hizmet etmek olacağı da dikkatimizi çekmektedir. (S. HAVVÂ, 10/485)

(Yâni) firavun, Hz. Mûsâ vâsıtası ile helâk edildi. Hatta şu var olmasından çekinip durduğu ve onun sebebi ile binlerce çocuk öldürdüğü bu yavrunun yetiştiği yer, Firavun’un yatağı, evi oldu. Onun yemekleriyle beslendi. O onu büyüttü, nazını çekti, onun için fedâkârlıklara katlandı. Fakat kendisinin de askerlerinin de helâki onun vesîlesiyle oldu. Böylece yüksek göklerin Rabbinin her şeye kâdir, gâlip, büyük, güçlü, aziz, sonsuz kuvvet ve kudretin sâhibi olduğunu, O dilerse bir şeyin olacağını, dilemezse de hiçbir şeyin olamayacağını göstermiş oldu. (S. HAVVÂ, 10/485)

Bu sûrenin birinci tablosunda (7-13.  âyetler arası) liderliğin önemini tanıtmak sadedinde bu ümmete pek çok dersler vardır. Aynı şekilde Yüce Allâh’ın mümin kullarına yaptıklarından yana huzur ve mutmain olmak, ilhâmın doğruluğuna delil teşkil etmek bakımından sebeplere yapışmakla birlikte, tevekkülün zorunluluğu gibi ve buna benzer pek çok dersler daha vardır. (S. HAVVÂ, 10/485)    

(9).‘Firavun’un karısı (sandıktabirçocukolduğunugörünce, Firavun’a): “Benim için de senin için de göz aydınlığı (olsun). Onu öldürmeyin, olur ki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz.” dedi.’ Bundan önce Firavun’un sarayının, kendisine karşı onu himâye etmesini sağladığı gibi, kudret eli şimdi de yine, Firavun’a karşı karısının kalbini Mûsâ’yı korumaya yöneltiyor. İşte bu ince ve şeffaf sevgi perdesiyle onu korumuştu. Silâhla, mevkiyle veya malla değil. Onu kadının kalbindeki duygusallıkla, sevgiyle korumuştu. Bu sevgi aracılığı ile, Firavun’un katılığını, sertliğini yumuşatmış, hırsına ve önlem alma eğilimine engel olmuştu. (S. KUTUB, 8/76)    

‘Onlar (işin) farkında değillerdi.’ Cümlesi, Firavun ve adamlarının ileride Hz. Mûsâ sebebiyle başlarına gelecek olanları bilmediklerine işâret etmektedir. (Râzi’den, KUR’AN YOLU, 4/217)  

28/10-13  SÜT  ANALARINI  EMMESİNE  MÜSAADE  ETMEDİK

10. Mûsâ’nın annesi (bütünumudunukaybedip) gönlü bomboş (içiyanarak) sabahladı. Eğer biz, (vaadimize) inananlardan olması için kalbini (sabırla) pekiştirmeseydik, neredeyse on(unkendioğluolduğun)u açıklayacaktı.

11. (Annesi, Mûsâ’nın) kız kardeşine: “Onun izini takip et.” dedi. (Oda) onlara fark ettirmeden onu uzaktan gözetledi.

12. Biz daha önce ona, süt anneler(insütünüemmesin)i engellemiştik. (Mûsâ’nınablasıonlarıntelâşınıgördüveyanlarınageldi🙂 “Sizin için ona bakacak ve ona candan davran(ıpeğit)ecek bir âileyi göstereyim mi?” dedi.

13. İşte (buşekilde) biz onu, gözünün aydın olması, üzülmemesi ve Allâh’ın vaadinin gerçek olduğunu bilmesi için annesine geri verdik. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.

10-13. (10).‘Mûsâ’nın annesi (bütünumudunukaybedip) gönlü bomboş (gönlü sâdece oğlu ile meşgul olarak, M. DEMİRCİ, 2/485) sabahladı.’ İleri derecedeki sabırsızlıktan ve telâşından dolayı aklı başından gitmişti. Çünkü onun, Firavun’un eline düştüğünü işitmişti. ‘Eğer biz, (vaadimize) inananlardan olması için kalbini (sabırla) pekiştirmeseydik, neredeyse on(unkendioğluolduğun)u açıklayacaktı.’ Bu buyrukta, insanı mükellefiyetten çıkartacak derecedeki bir sabırsızlık ve telâşın kâmil bir îmâna aykırı olduğunun, musîbetlere karşı sabrın ise îmandan olduğunun delili vardır. (S. HAVVÂ, 10/481)  

(11).‘(Annesi, Mûsâ’nın) kız kardeşine: “Onun izini takip et.” dedi. (Oda) onlara fark ettirmeden onu uzaktan gözetledi.’ ‘Biz daha önce ona, süt anneler(insütünüemmesin)i haram etmiştik (onubundanmenetmiştik). (Mûsâ’nınablasıonlarıntelâşınıgördüveyanlarınageldi🙂 “Sizin için ona bakacak ve ona candan davran(ıpeğit)ecek bir âileyi göstereyim mi?” dedi.’ Burada geçen tahrim, (memeyi kabul etmemeyi sağlamak), alıkoyma mânâsınadır. Şer’i bir haram kılma değildir. Yâni annesinin memesinden başka bir meme almasını engelledik. Hz. Mûsâ, hiçbir sütannenin memesini annesinden önce almamıştı. (S. HAVVÂ, 10/482) 

Firavun’un hanımı çocuğa sütanne aramaya başladı; ancak Allah Teâlâ izin vermediği için Mûsâ saraya getirilen kadınlardan hiç birinin memesini emmedi. Bu hususun 12. Âyette ‘Biz önceden onun, başka sütanne kabul etmesini engellemiştik’ şeklinde ifâde buyurulması, olayın tesâdüfi bir gelişme olmayıp, ilâhi irâde tarafından özelolarak plânlandığını göstermektedir. Durumu öğrenen ablası, emzikli bir kadın olarak ‘annesini’  tavsiye etti, teklifi kabul edildi ve Mûsâ emzirilmek üzere annesine iâde edildi. (KUR’AN YOLU, 4/217)   

(13).‘İşte (buşekilde) biz onu, gözünün aydın olması, üzülmemesi ve Allâh’ın vaadinin gerçek olduğunu bilmesi için annesine geri verdik. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.’ Firavun, kendi âilesi içinde büyütülüp yetiştirilen çocuğun kendi yolundan gidecek ve ona mutluluk verecek bir evlât olacağını düşünmüştü. Genellikle ilgi ve eğitim bu sonucu verebilirdi, fakat Allah, Mûsâ vâsıtasıyla Firavun’un zulmüne son vermek istiyordu ve sonunda O’nun murâdı gerçekleşti. (KUR’AN YOLU, 4/217)   

28/14-15  MÛS  YİĞİTLİK  ÇAĞINA  ERİŞİNCE

14. (Mûsâ) ergenlik/yiğitlik çağına erişip de olgunlaşınca, biz ona hüküm (hikmet, peygamberlik) ve ilim verdik. Güzel hareket edenleri biz işte böyle mükâfatlandırırız.

15. (Mûsâ,) hâlkının dalgın (vemeşgul) olduğu bir sırada şehre girdi ve orada kavga etmekte olan iki adam gördü. Biri kendi tarafından, diğeri de düşmanından (MısırlıbirKıptî) idi. Derken kendi tarafından olan, düşmanından olana karşı yardım istedi. Mûsâ da on(a, düşmankavmindenolan)a bir yumruk vurup işini bitirdi (kasıtsızolaraköldürdü. Bununüzerine🙂 “Bu şeytanın işindendir; çünkü o apaçık saptırıcı bir düşmandır.” dedi. [bk. 20/40; 26/20-22]

14-15. (14).‘(Mûsâ) ergenlik/yiğitlik çağına erişip de olgunlaşınca, biz ona hüküm (hikmet, peygamberlik) ve ilim verdik. Güzel hareket edenleri biz işte böyle mükâfatlandırırız.’ Olgunlaşma yaşının 33 mü, 40 mı olduğunda ihtilâf edilmiş ise de “40” diyenler, Ahkâf sûresinin 15. âyetini delil getirerek görüşlerini sağlamlaştırmışlardır. Çünkü bu iki âyette “eşüdde” (bedenî) erginlik/yiğitlik çağı ifâdesinden sonra bir ileri durumu ifâde eden lâfızlar kullanılmıştır. Burada “istevâ” lafzı ile aklî ve rûhî kuvvetin kemâle/mükemmelliğe yükselmesi ifâde edilmektedir ki bu da zikredilen âyette belirtildiği gibi 40 yaştır. [bk. Râzî, XVII, 487’den H. T. FEYİZLİ, 1/386]

‘Biz ona bir hüküm’ hikmet yâhut nübüvvet ‘ve ilim’ fıkıh, derinlemesine bilgi yâhut dünyâ ve âhiretin menfaati bilgisini ‘verdik.’ ‘İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.’ Yâni Mûsâ’ya ve annesine yaptığımız gibi müminlere de yaparız. Ez Zeccac der ki: ‘Yüce Allah, ilim ve hikmet vermeyi, iyiliğin bir karşılığı olarak tesbit etti. Çünkü bunlar iyilik yapanların mükâfâtı olan cennete götürürler. Hikmet sâhibi âlim de, bilgisi gereğince amel eder. (S. HAVVÂ, 10/487)  

(15).‘(Mûsâ,) halkının dalgın (vemeşgul) olduğu bir sırada şehre girdi ve orada kavga etmekte olan iki adam gördü.  Biri kendi tarafından, diğeri de düşmanından (MısırlıbirKıptî) idi. Derken kendi tarafından olan, düşmanından olana karşı yardım istedi. Mûsâ da ona bir yumruk vurup işini bitirdi (Bununüzerine🙂 “Bu şeytanın işindendir; çünkü o apaçık saptırıcı bir düşmandır.” dedi.’  Bize göre Hz. Mûsâ’nın kavgaya müdâhâlesi hor görülen ve ezilen topluluktan birinin imdat istemesi üzerine olmuştur ve bunda kusur yoktur. Yaptığı şey, sâdece tedbirsizlikle bir tokat veya yumruk vurmaktı. Böyle bir darbenin ölüm sonucunu doğurması nâdirdir. Şu hâlde Mûsâ’nın (as) yaptığı ‘istemeden ölüme sebep olmak’ şeklinde ifâde edilebilir. Irk bağının müdâhâle sebebi olduğu delilsiz bir yakıştırmadır. Mûsâ’nın (as) yaptığı zayıfın yanında yer almak şeklinde bir erdem olarak da değerlendirilebilir. (KUR’AN YOLU, 4/220, 221)

Hz. Mûsâ, kâfir olan bir kimseyi öldürmeyi şeytanın işinden olmakla nitelendirdi ve bu işi kendisi için bir zulüm olarak kabul etti, ondan dolayı da Rabbinden mağfiret diledi. Çünkü o kişi, kendi aralarında müste’men bir kimse idi. Müste’men ve harbi olan kâfirin öldürülmesi ise helâl olmaz. Yâhut da Hz. Mûsâ’ya öldürmeye izin verilmeden önce öldürdüğünden dolayı (onu böyle değerlendirmiştir.) İbn Cüreyc’den rivâyet edildiğine göre: Hiçbir peygamber kendisine emir verilmedikçe öldüremez.’ (S. HAVVÂ, 10/487, 488)

28/16-22  SUÇLULARA  ASLA  ARKA  ÇIKMAYACAĞIM

16. (Mûsâpişmanolup🙂 “Ey Rabbim! Gerçekten ben kendime yazık ettim, beni bağışla.” dedi. Bunun üzerine (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

17. “Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nîmetler hakkı için, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım.” dedi.

18. (Mûsâ) şehirde korku içinde (neticeyi) gözeterek sabahladı. (Sabahleyin) bir de gördü ki dün kendisinden yardım isteyen (adam, başkabirKıptî’yekarşı) yine kendisinden feryat edi(pyardımisti)yor. Mûsâ ona: “Hakikaten belli ki sen bir azgınsın.” dedi.

19. Derken (Mûsâ), yine her ikisinin de (kendisininveyardımisteyenin) düşmanı olan (adam)ı yakala(yıpayır)mak isteyince, o adam (korkusundan) dedi ki: “Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? (Demekki) sen yeryüzünde bir zorba olmak emelindesin de, ortalığı düzeltenlerden olmak istemiyorsun.” dedi.

20. O sırada şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi: “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen çık (gitburadan). Hakikaten ben, sana öğüt veren (seniniyiliğiniisteyen)lerdenim.” dedi. [krş. 40/28]

21. Bunun üzerine (Mûsâ) korkarak (veetrafı) gözetleyerek oradan çıktı: “Ey Rabbim! Beni zâlimler gürûhun(unelin)den kurtar.” dedi.

22. (Mûsâ) Medyen tarafına yönelince: “Umarım ki Rabbim bana doğru (düzgün) yolu gösterir (degiderim).” dedi.

16-22. (16).‘(Mûsâpişmanolup🙂 “Ey Rabbim! Gerçekten ben kendime yazık ettim, beni bağışla.” dedi. Bunun üzerine (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’ Hz. Mûsâ’nın bu duâsı şu anlama gelir: ‘Ey Rabbim! Bu günahımı affet; Bu günahı isteyerek işlemediğimi biliyorsun, onu ört ve hâlktan gizle’ (MEVDÛDİ, 4/147)

(17).“Ey Rabbim! Bana lütfettiğin nîmetler hakkı için, artık suçlulara aslâ arka çıkmayacağım.” dedi.’ İlim ehli, bu âyet-i kerîmeyi zâlimlere yardımcı olmanın,  onlara hizmet etmenin men edildiğine delil göstermişlerdir. (S. HAVVÂ, 10/490)

İbn Abbas (r)’ın ‘mücrimlere yardımcı olmayacağım’ sözünü ‘kâfirlere yardımcı olmayacağım’ şeklinde tefsir etmesi, ‘mücrim’  lafzının mutlak olarak kullanıldığında bir şiddet ve ağırlaştırma ifâdesi olarak fâsık mümine de delâlet ettiğini gösterir. (..) Mûsâ (as) (âyette görüldüğü gibi) iki kimse dövüşürken Allâh’a böyle sığınmıştır. İbn Ömer (r) da Ali ve Muâviye (ra) savaşırken bu âyetleri okuyarak Allah’a duâ etmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 14/385, 386)

Bu derin titreme ve bundan önceki derin heyecan, bize Hz. Mûsâ’nın  (as) kişiliğini tasvir etmektedir. Heyecanlı, sıcakkanlı, duygusal ve tepkisel bir kişiliktir bu. İlerde daha birçok yerde bu kişiliğin belirgin özellikleriyle karşılaşacağız. (S. KUTUB, 8/81)

Bu tablodan aldığımız derslerin bir kısmı: Tevbe dersleri, fütüvvet dersleri, kahramanlık, hakları savunmak, saldırılara karşı direnmek, saldırgana atılmak, müminin mümini himayesi ve her hususta Allâh’a sığınmak gibi dersleri görüyoruz. (S. HAVVÂ, 10/490)    

(18).‘(Mûsâ) şehirde korku içinde (neticeyi) gözeterek sabahladı. (Sabahleyin) bir de gördü ki dün kendisinden yardım isteyen (adam, başkabirKıptî’yekarşı) yine kendisinden feryat edi(pyardımisti)yor. Mûsâ ona: “Hakikaten belli ki sen bir azgınsın.” dedi.’  Nesefi der ki: Bu buyruk, Allah’tan başkalarından korkmanın – Bâzı kimselerin söyledikleri Allah’tan başkasından korkmamak gerekir şeklindeki iddialarının tersine – Allah’tan başkasından korkmakta bir sakınca olmadığına delildir. Ancak şunu da belirtelim ki, korkmanın Yüce Allâh’a tevekkül ile yarışacak seviyede olmaması gerekir. (S. HAVVÂ, 10/488)  

Hz. Mûsâ’nın(as) bu durumu, onun o sırada sarayın adamlarından biri olmadığını gösteriyor. Yoksa zulüm ve azgınlığın hüküm sürdüğü dönemlerde saraya mensup birinin bir kişiyi öldürmesinden daha sıradan, daha önemsiz ne olabilir ki? Şâyet hâlâ Firavun’un gönlündeki ve sarayındaki yerini koruyor olsaydı, şehirde korkarak etrafı gözetlemesi bir yana, herhangi bir şekilde endişelenmeyecek, korkmayacaktı. (S. KUTUB, 8/82)  

(19).‘Derken (Mûsâ), yine her ikisinin de (kendisininveyardımisteyenin) düşmanı olan (adam)ı yakala(yıpayır)mak isteyince, o adam (korkusundan) dedi ki: “Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? (Demekki) sen yeryüzünde bir zorba olmak emelindesin de, ortalığı düzeltenlerden olmak istemiyorsun.” dedi.’ Bir gün önce Kıpti’nin öldürüldüğü haberi etrafa yayılmış, fakat kâtilinin kim olduğu belli olmamıştı. İsrâiloğulları’na mensup kişi, Hz. Mûsâ’nın bu durumunu açıklayınca, bu ikinci Kıpti, kâtilin Hz. Mûsâ olduğunu bildi, Firavun’a durumu bildirdi, onlar da buna karşılık olarak Hz. Mûsâ’yı öldürmeyi kararlaştırdı. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/489)  

(20).‘O sırada şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi: “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen çık (gitburadan). Hakikaten ben, sana öğüt veren (seniniyiliğiniisteyen)lerdenim.” dedi.’ ‘Bunun üzerine (Mûsâ) korkarak (veetrâfı) gözetleyerek oradan çıktı: “Ey Rabbim! Beni zâlimler güruhun(unelin)den kurtar.” dedi.’ Sağına soluna bakarak yâhut da yolda karşısına neler çıkacaklarına dikkat ederek, gözetleyerek veya kendisini öldürecek kimselerin arkasından yetişip yetişmeyeceklerine bakarak ‘oradan’  yâni şehirden ‘çıktı ve: Rabbim beni zâlimler gürûhundan’ Firavun’dan ve onun yakınlarından ‘kurtar, dedi.’ (S. HAVVÂ, 10/489) 

Sonra âyetlerin akışı onu şehrin dışında izlemeye koyuluyor. Korkuyor, endişeli bakışlarla etrafını gözetliyor. Tek başına,  yapayalnızdır. Allâh’a güvenmekten, O’nun yardımını ve yol göstericiliğini istemekten başka hiçbir şeye sâhip değildir. (S. KUTUB, 8/85)

(22).‘(Mûsâ) Medyen tarafına yönelince: “Umarım ki Rabbim bana doğru (düzgün) yolu gösterir (degiderim).” dedi.’    Medyen,  Akabe körfezinin kuzeyindeki Maan yakınlarında ve Mısır’a yaya yürüyüşü ile sekiz günlük mesafede bulunan eski bir şehirdir. (bilgi için bk. A’raf 7/85) Buranın hâlkı Arap asıllı olduğu için Hz. Mûsâ’nın soyundan olan İbraniler’e hem ırk hem de dil bakımından yakındılar, dolayısıyla ona yardım etmiş olmaları tarihen mümkündür. (KUR’AN YOLU, 4/223) 

28/23-28  MÛSÂ,  MEDYEN  SUYUNA  VARINCA

23. Nihâyet Medyen suyuna varınca, o (kuyu)nun başında (hayvanlarını) sulayan bir grup insan buldu. Onlardan başka, (birdekoyunlarınınsuyayaklaşmasını) engelleyen iki kadın gördü. (Onlara🙂 “(Bu) hâliniz ne?” dedi. (Onlarda🙂 “Çobanlar (hayvanlarına) su içirip götürünceye kadar biz (içlerinesokulupdahayvanlarımızı) sulayamayız. Babamız da çok ihtiyardır (buyüzdenişbizekalıyor).” dediler.

24. Bunun üzerine (Mûsâ) onlarınkini sulayıverdi. Sonra gölgeye dönüp çekildi: “Ey Rabbim! Doğrusu bana indirdiğin (lütfundanindireceğin) her türlü hayra muhtâcım.” dedi.

25. Derken o iki (kız)dan biri utana utana yürüyerek ona geldi: “Bizim için (koyunları) sulamanın ücretini vermek için babam seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine (Mûsâ), onun (babasının) yanına gelip (başındangeçen) hikâyeyi anlatınca, o: “Korkma, o zâlimler topluluğundan kurtuldun.” dedi.

26. O (kız)lardan biri: “Babacığım! Onu ücretli (çoban) tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı, (bu) güçlü ve güvenilir olan (adam)dır.” dedi.

27. (Kızlarınbabası (..), Mûsâ’ya🙂 “Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, bu iki kızımdan birini sana nikâhlamayı arzu ediyorum. Eğer on (yıl)a tamamlarsan, o da senin tarafından (birlütuf)tur. Ben sana zahmet vermek de istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın.” dedi.

28. (Mûsâ🙂 “Bu, seninle benim aramda (birsözleşme)dir. Bu iki süreden hangisini bitirirsem, artık bana karşı hiçbir haksızlık yok (demek)tir. Allah söylediğimize vekildir.” dedi.

23-28. (23).‘Nihâyet Medyen suyuna varınca, o (kuyu)nun başında (hayvanlarını) sulayan bir grup insan buldu. Onlardan başka, (birdekoyunlarınınsuyayaklaşmasını) engelleyen iki kadın gördü. (Onlara🙂 “(Bu) hâliniz ne?” dedi. (Onlarda🙂 “Çobanlar (hayvanlarına) su içirip götürünceye kadar biz (içlerinesokulupdahayvanlarımızı) sulayamayız. Babamız da çok ihtiyardır (buyüzdenişbizekalıyor).” dediler.’  İbn Kesir, Ömer b. El Hattab’a kadar ulaşan sahih bir senet ile şunu kaydetmektedir: ‘Hz. Mûsâ, Medyen suyuna varınca orada bir grup insanın hayvanlarını sulamakta olduklarını gördü. İşlerini bitirdikten sonra kayayı alıp kuyunun ağzına kapattılar. Bu kaya parçasını ancak on kişi kaldırabilirdi. Bu sefer Hz. Mûsâ, oralarda uzakça duran iki kadın gördü. Onlara: ‘Sizin hâliniz nedir?’ diye sorunca, durumlarını anlattılar. Gitti, tek başına taşı oradan kaldırdı. Daha sonra çektiği tek bir kova ile koyunlar suya doydular. Bu rivâyetin senedi sahihtir. (S. HAVVÂ, 10/497)  

(24).‘Bunun üzerine (Mûsâ) onlarınkini sulayıverdi. Sonra gölgeye dönüp çekildi’ Nesefi der ki: Bu buyrukta bir lokma bir hırka kanaatini benimseyenlerin söylediğinin tersine dünyâda dinlenmenin câiz olduğuna delil vardır. (S. HAVVÂ, 10/493)

‘Sonra gölgeye çekildi.’ Bu ifâde o günlerin kavurucu ve sıcak günler olduğuna, Hz. Mûsâ’nın yolculuğunun bu sıcak ve kavurucu günlerde gerçekleştiğine işâret ediyor. (S. KUTUB, 8/87)

 “Ey Rabbim! Doğrusu bana indirdiğin (lütfundanindireceğin) her türlü hayra muhtâcım.” dedi.’ Az olsun çok olsun, büyük olsun küçük olsun, bana göndereceğin her hayra ihtiyâcım vardır. Çünkü oldukça yorulmuştu. Zîrâ Mısır’dan çıktığında elinde hiçbir şey yoktu. Yolculuğu boyunca ne bulduysa onları yemişti.(S. HAVVÂ, 10/493)   

(25).‘Derken o iki (kız)dan biri utana utana yürüyerek ona geldi: “Bizim için (koyunları) sulamanın ücretini vermek için babam seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine (Mûsâ), onun (babasının) yanına gelip (başındangeçen) hikâyeyi anlatınca, o: “Korkma, o zâlimler topluluğundan kurtuldun.” dedi.’ Nesefi der ki: Bu buyrukta köle yâhut kadın olsa dahi, tek kişinin haberiyle (haber-i vâhid) amelin câiz olduğuna delil vardır. Ayrıca yabancı (mahrem olmayan) bir kadın ile birlikte yürümenin fakat bununla berâber gerekli tedbiri takınarak takvâ, göstermenin câiz olduğuna da delildir. İyilik ve mâruf yapma karşılığında ecir almaya gelince, ihtiyaç hâlinde bunda bir sakınca olmadığı söylenmiştir. Nitekim Mûsâ (as)’nın durumu da bu idi. (S. HAVVÂ, 10/494)

İbn Kesir, Hz. Mûsâ’nın sığındığı adamın adı konusunda tahkikte bulunarak şunları söyler: Tefsir âlimleri bu adamın kim olduğu hususunda farklı görüşlere sâhiptir. Bunlardan birisine göre, bu Medyen hâlkına peygamber olarak gönderilen Peygamber Şuayb (as)’dır. İlim adamlarının çoğunluğunca meşhur olan görüş budur. (..) Başkaları da şöyle demektedir: Hayır, bu adam Hz. Şuayb’ın kardeşinin oğlu idi. Onun Şuayb kavminden mümin bir kişi olduğu da söylenmiştir. Başkaları da Hz. Şuayb, Mûsâ (as)’nın yaşadığı zamandan çok önceleri yaşamıştır, (..) çünkü o kendi kavmine: ‘Lût kavmi de size uzak değildir.’ (Hûd, 11/89) demiştir. Hz. Lût kavminin helâk edilmesi ise, Kur’ân-ı Kerîm’in nassı ile de sâbit olduğuna göre, Hz. İbrâhim zamanında gerçekleşmiştir. Hz. İbrâhim ile Hz. Mûsâ arasında 400 yıldan uzun bir süre olduğu ise – birden çok kimsenin zikrettiği üzere – bilinen bir husustur. (S. HAVVÂ, 10/498, 499)

Diğer taraftan onun Şuayb olmadığını pekiştiren hususlardan birisi de şudur: Şâyet bizzat kendisi olsaydı, burada Kur’ânı Kerîm’de onun ismi açıkça belirtilirdi. Bâzı hadislerde Mûsâ kıssasında onun adının açıkça zikredilmesine gelince; bu tür hadislerin senetleri sahih değildir. (S. HAVVÂ, 10/499)

(..)şimdi ise bu adamın Şuayb peygamber olmadığını, Medyen hâlkından yaşlı bir adam olduğunu tercih ediyorum. Bu görüşü tercih etmemin nedeni, adamın yaşlı oluşudur. Oysa Şuayb peygamber (as) kavminden kendisini yalanlayanların yok edilişlerini görmüştü ve geride sâdece kendisine inananlar kalmıştı. Şâyet bu adam, kavminden geriye kalan müminler arasında yaşamakta olan Şuayb peygamber olsaydı, çobanlar, yaşlıpeygamberin kızlarından önce hayvanlarını sulamazlardı. Mümin toplumların davranış şekli bu değildir. İlk kuşaktan beri müminler, peygamberlerine ve kızlarına böyle davranmazlar. (S. KUTUB, 8/88, dipnot)    

(27).‘(KızlarınbabasıMûsâ’ya🙂 “Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, bu iki kızımdan birini sana nikâhlamayı arzu ediyorum. Eğer on (yıl)a tamamlarsan, o da senin tarafından (birlütuf)tur. Ben sana zahmet vermek de istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın.” dedi.’ Üç fıkıh mezhebi evlenecek erkekten, kızın babasının mehir dışında bir meblağ (başlık parası) almasını câiz görmezken, Ahmed İbn Hanbel bu âyete dayanarak bunu mümkün görmüştür. Ancak diğer üç mezhep, âyette sözü edilen sekiz veya on yıl çalışmayı mehir olarak nitelendirmiştir. (H. DÖNDÜREN, Âile İlmihâli’nden, 2/625)

Hadis:  İbn Abbas’tan merfu olarak rivâyet edilen bir hadiste Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Ben Cebrâil’e, Mûsâ iki süreden hangisini tamamladı? Diye sordum, o da: Onların daha tam ve daha mükemmel olanını’, dedi. (el Bezzâr’dan, S. HAVVÂ, 10/501)

Peygamber efendimiz (s) döneminde babalar kızlarını erkeklere önerirlerdi. Hatta bizzat Hz. peygambere gidip kendileriyle evlenmesini isterlerdi. Bütün bunlar açık bir dille, tertemiz duygularla,  güzel bir edeple ifâde edilirdi. Hiç kimsenin onuru incinmez, kesinlikle utanç duymazdı.  Nitekim Hz. Ömer (r) kızı Hafsa’yı Hz. Ebûbekir’e önermiş ama Hz. Ebûbekir ses çıkarmamıştı. Sonra Hz. Osman’a sunmuş, o da mâzeret belirtmişti. Peygamber efendimiz (s) bunları duyunca, ‘Belki de Yüce Allah her ikisinden daha iyi birisini ona nasip eder’ diyerek Hz. Ömer’in gönlünü hoş etmişti. Daha sonra peygamberimiz Hz. Hafsa ile evlenmişti. (S. KUTUB, 8/90, 91)      

(28).‘(Mûsâ🙂 “Bu, seninle benim aramda (birsözleşme)dir. Bu iki süreden hangisini bitirirsem, artık bana karşı hiçbir haksızlık yok (demek)tir. Allah söylediğimize vekildir.’ Dedi.’ Mûsâ b. İmran’ın burada ayrıntısı verilen kıssası, büyük dedesi sayılan Hz. Yûsuf’un kıssasının tam tersi bir süreç izler. Biri saraydan ücretli çobanlığa, diğeri kölelikten saraya… Bu pasajda Hz. Mûsâ’nın hayatı üzerinden şu hakikat verilir: İnsanoğlu gerçekte bir adım sonra kendisini neyin beklediğini bilmekten ve görmekten âcizdir.

Böylece Mûsâ, (..) hizmetine başladı. Koyunlarına çobanlık yapıyor ve diğer hizmetleri görüyordu. Zâten çobanlık hemen hemen bütün peygamberlerin mesleği olmuştur. Böylece, Allah onlara tebliğ görevini vermeden önce, yöneticilikte gerekli olan sorumluluk duygusu, görevi hakkıyla yerine getirme şuuru, şefkat ve merhamet gibi birtakım özellikleri kazandırmıştır. (Ö. ÇELİK, 3/690)

28/29-32  EY MÛSÂ!  BERİ  GEL,  KORKMA!

29. Mûsâ, (aralarındakonuşulan) süreyi bitirip âilesiyle (Mısırtarafına) yola çıkınca Tûr’un (sağ) tarafından bir ateş farketti. Âilesine: “Siz durup bekleyin, çünkü ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber veya ısınırız diye bir parça kor getiririm.” dedi.

30, 31. Derken oraya varınca, o mübârek bölgedeki vâdinin sağ kıyısındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz âlemlerin Rabbi (olan) Allah benim, ben!” [bk. 20/10-14] 31. “Âsâ’nı (yere) bırak.” (Mûsâbıraktığızaman) onun çevik bir yılan gibi titreyip hareket ettiğini görünce, arkasına dönüp bakmadan kaçtı. “Ey Mûsâ! Buraya gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın.” denildi.

32. (Ey Mûsâ!) “Elini koynuna sok, (o) kusursuz olarak bembeyaz çıkacaktır. Korkudan dolayı (açılan) kollarını kendine kavuştur (vekendinitopla, kaçma). İşte bu iki (mûcize), Firavun ve ileri gelenlerine (karşı) Rabbinden (sanaverilen) iki kesin delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim oldular.” [bk. 20/22; 26/33; 27/7-13]

29-32. (29).‘Mûsâ, (aralarındakonuşulan) süreyi bitirip âilesiyle (Mısırtarafına) yola çıkınca Tûr’un (sağ) tarafından bir ateş farketti. Âilesine: “Siz durup bekleyin, çünkü ben bir ateş gördüm. Belki oradan size bir haber veya ısınırız diye bir parça kor getiririm.” dedi.’ Mûsâ (as), belirlenmiş olan süreyi tamamladıktan sonra âilesiyle birlikte Mısır’a gitmek üzere yola çıkmış, yolda giderken Tûr tarafında uzaktan parlayan bir ateş görmüştür. (Tûr hakkında bilgi için bk. Meryem 19/52) Tefsirlerde bu olayın soğuk bir kış gecesinde ve Mûsâ’nın (as) yolunu kaybettiği bir sırada meydana geldiği, kendisine yol gösterecek birini bulmak ümidiyle ateşin bulunduğu yere gittiği kaydedilmektedir. (Bilgi için bk. Tâhâ 20/9-10, Taberi, Şevkâni’den KUR’AN YOLU, 4/226)

Mûsâ’nın (as) rûhunun denenmesi tamamlanınca, gurbet diyârında geçirdiği bu son deneyimle psikolojik olarak sıkıntılara, zorluklara alışınca, kudret eli adımlarını tekrar yurduna; âilesinin ve kavminin yaşadığı bölgeye; peygamber olacağı; mücâdele edeceği yere yöneltiyor. (S. KUTUB, 8/95)     

(30).‘Derken oraya varınca, o mübârek bölgedeki vâdinin sağ kıyısındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz âlemlerin Rabbi (olan) Allah benim, ben!” Mûsâ ateşin bulunduğu yere vardığında, ateş zannettiği o ışığın gerçekte ilâhi bir nûr olduğunu görmüştür. Bu nûr, onun ilâhi huzûra çağırılmasına vesîle kılınmış ve bu ayrıcalığa erdikten sonra Mûsâ’ya vahiy gelmiş, mûcizelerle donatıldığı kendisine gösterilerek Firavun’a gitmesi emredilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/226)

Hz. Mûsâ’ya vahyin geldiği yer ‘mübârek bir bölge’ olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın âyet ve nurları orada ortaya çıkmış; Mûsâ (as)’ın peygamberliği ve Cenâb-ı Hak ile konuşması burada vuku bulmuştur. Bu sebeple ona ‘Mukaddes Tuvâ Vâdisi’ denilmiştir. (bk. Tâhâ20/12, Ö. ÇELİK, 3/692)

(31).“Âsâ’nı (yere) bırak.” (Mûsâbıraktığızaman) onun çevik bir yılan gibi titreyip hareket ettiğini görünce, arkasına dönüp bakmadan kaçtı. “Ey Mûsâ! Buraya gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın.” denildi.’ Bu iki mûcize, Hz. Mûsâ’nın (as) (1) birinci olarak kendisiyle konuşan varlığın aslında bütün kâinat nizâmının Hâkimi, Rabbi ve Hâlikı olan varlıkla aynı olduğuna bizzat kanaat getirsin. (2) İkinci olarak da kendisine tevdi edilen tehlikeli görevi îfâ etmek / yerine getirmek üzere Firavun’un huzûruna silâhsız değil, aksine iki güçlü silâhla çıkacağına iyice kanaat getirsin diye o esnâda gösterilmişti. (MEVDÛDİ, 4/157)

(32).“Elini koynuna sok, (o) kusursuz olarak bembeyaz çıkacaktır. Korkudan dolayı (açılan) kollarını kendine kavuştur (vekendinitopla, kaçma).’ Cenah’tan kasıt iki koldur. Bu emir, iki mânâya işâret eder: (1) Birincisi, bu yerde muhabbet ve sevgiden korkup kaçma da, kollarını kavuşturup emre hazır ol. (2) İkincisi; herhangi bir korku durumundan da kaçma, etrafını derle topla, cesâret göster, demektir. (ELMALILI, 6/186)

Her iki âyet de (31 ve 32 nci âyetler) görevini korkusuzca yerine getirebilmesi için Hz. Mûsâ’ya ilâhi güvencenin verilmiş olduğunu ifâde eder. (bu konuda ayrıca bk. Tâhâ 20/17-24; Neml 27/7-12). (KUR’AN YOLU, 4/227)

28/33-42  SİZ  VE  SİZE  TABİ  OLANLAR  ÜSTÜN  GELECEKSİNİZ

33. (Mûsâ) dedi ki: “Ey Rabbim! Ben onlardan birisini öldürdüm. Onun için beni öldüreceklerinden korkuyorum.”

34. “Kardeşim Hârûn’un ifâdesi benden daha düzgündür. Bunun için onu da benimle berâber, beni tasdik eden (vedestekleyen) bir yardımcı olarak gönder. Doğrusu, beni yalanlamalarından korkuyorum.” [bk. 20/26-31]

35. (Allah) buyurdu ki: “Senin gücünü kardeşinle pekiştireceğiz. İkinize de bir kudret (vegâlibiyet) vereceğiz ki mûcizelerimiz sâyesinde aslâ size erişemezler. Siz ve size uyanlar gâlip geleceksiniz.” [bk. 20/30-36]

36. Mûsâ, onlara açık açık mûcizelerimizle gelince: “Bu uydurulmuş bir sihirden başkası değildir. Biz önceden yaşamış atalarımızdan bunu işitmedik.” dediler.

37. Mûsâ: “Rabbim, kendi katından kimin hidâyet getirdiğini ve (dünyâ) yurdun(unhayırlı) sonucunun kime âit olacağını daha iyi bilir. Şu gerçektir ki zâlimler kurtuluşa eremezler” dedi.

38. Firavun dedi ki: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum (tanımıyorum). Ey Hâmân! Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak (tuğlahazırla) da bana yüksek bir kule yap! Belki ben Mûsâ’nın İlâhı’nı görürüm. Çünkü ben onu yalancılardan sanıyorum” [krş. 40/36-37]

39. Firavun ve askerleri o yerde haksız yere büyüklük tasladı. Onlar hakikaten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.

40. Biz de Firavun’u ve askerlerini tutup denize attık. (Resûlüm!) İşte bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu?

41. Biz, o (Firavun ve ileri gele)nleri ateşe (sokacakişlere) çağıran önderler yaptık. Kıyâmet gününde de kendilerine yardım edilmez.

42. Bu dünyâda biz Firavun ve ileri gelenlerin arkalarına bir lânet taktık (herzamanlânetleanılacaklardır). Kıyâmet gününde ise onlar, (yüzleri) çirkinleşmiş (nefretlik) kimselerden olacak. [bk. 11/98]

33-42. (33).‘(Mûsâ) dedi ki: “Ey Rabbim! Ben onlardan birisini öldürdüm. Onun için beni öldüreceklerinden korkuyorum.” Bunu mâzeret bildirmek için söylemiyor. Amacı görevden kaçınmak, geri durmak değildir. Asıl amacı, dâvâ açısından dikkatli davranmaktır. Korktuğu şeyler başına gelecek olsa bile, dâvânın süreceğinden, hedefine varacağından emin olmaktır. Hiç kuşkusuz bu, Mûsâ gibi güçlü ve güvenilir bir kişiye yakışır bir titizliktir. (S. KUTUB, 8/98)  

(34).“Kardeşim Hârûn’un ifâdesi benden daha düzgündür. Bunun için onu da benimle berâber, beni tasdik eden (vedestekleyen) bir yardımcı olarak gönder. Doğrusu, beni yalanlamalarından korkuyorum.” Mûsâ (as) daha önce Kıpti’lerden birini öldürdüğü gerekçesiyle Firavun’un eline geçtiği takdirde kendisinin de öldürülebileceğinden, dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getiremeyeceğinden endişe ediyordu. Ayrıca kardeşi Hârun kendisinden daha düzgün konuşuyordu. (krş. Tâhâ 20/25-32) Bu sebeple Hârûn’u da kendisiyle birlikte görevlendirmesi için Allah’tan niyazda bulundu. Allah Teâlâ da dileğini kabul etti. (KUR’AN YOLU, 4/227)  

(36).‘Mûsâ, onlara açık açık mûcizelerimizle gelince: “Bu uydurulmuş bir sihirden başkası değildir. Biz önceden yaşamış atalarımızdan bunu işitmedik.” dediler.’ Hz. Mûsâ kardeşi Hârûn’u yanına alarak, Allâh’ın emrini tebliğ etmek ve İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmak üzere Firavun’a gitti ve gereken tebliği yaptı. Fakat kibirlerine mağlûp olan Firavun ve adamları onun gösterdiği mûcizelerin sihir olduğunu, atalarının zamanında da böyle bir şeyin varlığını işitmediklerini ileri sürerek getirdiği ilâhi mesajı reddettiler. Oysa daha önce Hz. Yûsuf da Mısır’da peygamber olarak Allâh’ın dînini tebliğ etmişti. (bk. Yûsuf 12/36 vd.) Kıssanın bu aşaması özet olarak verilmekte, diğer sûrelerde ise Firavun, adamları ve sihirbazlarla Mûsâ (as) arasında cereyan eden konuşmalar ve gelişen olaylar geniş bir şekilde anlatılmaktadır. (bilgi için bk. A’raf 7/103-138, KUR’AN YOLU, 4/228, 229)   

(37).‘Mûsâ: “Rabbim, kendi katından kimin hidâyet getirdiğini ve (dünyâ) yurdun(unhayırlı) sonucunun (zaferin, ilâhiyardımın ve desteğin)  kime âit olacağını daha iyi bilir. (O bakımdan benimle sizin aranızda hükmünü O verecektir. Böylelikle kimin güzel sona lâyık olduğu da ortaya çıkmış olacaktır)  Şu gerçektir ki zâlimler (Yüce Allâh’a şirk koşanlar)  iflâh olmaz.” dedi.’ (S. HAVVÂ, 10/511, 512)  

(38).‘Firavun dedi ki: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum (tanımıyorum). Ey Hâmân! Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak (tuğlahazırla) da bana yüksek bir kule yap! Belki ben Mûsâ’nın İlâhı’nı görürüm. Çünkü ben onu yalancılardan sanıyorum.” Firavunlar Mısır hâlkı tarafından tanrının oğlu, dolayısıyla tanrı kabul edildiği ve kendisine tapınılma derecesine yüceltildiği için Mûsâ’nın (as) muhâtabı olan Firavun, kendisini ‘en büyük Tanrı’  olarak görmekte (bk. Nâziât 79/24) ve Hz. Mûsâ’nın târif ettiği âlemlerin Rabbi olan Allah  ile alay eder bir tavırla veziri Hâmân’a ‘Bana bir kule yap, belki oradan Mûsâ’nın Tanrısını görürüm.’ diye emir vermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/229)

Kur’ân-ı Kerîm bizzat Firavun’un birçok tanrıya ibâdet ettiğine tanıklık etmektedir: ‘Firavun kavminin ileri gelenleri şöyle dedi: ‘Mûsâ ve takipçilerini ülkede karışıklık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını geçersiz kılsınlar diye mi ülkede serbest bırakacaksın?’ (A’raf 127) Dolayısıyla Firavun kendisi için ‘ilâh’  kelimesini kullanırken bunu zarûri olarak yaratıcı ve gerçek ilâhlık sâhibi anlamında değil, tartışmasız ve yüce iktidar sâhibi anlamında kullanmıştı. Demek istediği şuydu: ‘Bu Mısır ülkesinin sâhibi benim. Tüm emir ve yasakların kânun koyucusu ancak ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermeye yetkili değildir. Mûsâ da kim oluyor?. (MEVDÛDİ, 4/161)

(Mesele bu açıdan ele alındığında,) apaçık hâle gelecektir ki, peygamberler tarafından getirilen ilâhi kânundan bağımsız olarak siyâsi ve hukûki hâkimiyet iddiâsında bulunan şahıs ve sistemlerin durumu da Firavun’un durumundan hiç de farklı değildir. Bu sistemler kânun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir yöneticiyi, isterse millet irâdesini görsünler, ülkenin, Allâh’ın koyup peygamberlerin tebliğ ettiği kânunlar ile değil de kendi kânunlarıyla yönetilmesini benimsedikleri müddetçe, Firavun’un durumuyla onlarınki arasında hiçbir fark yoktur. (Ö. ÇELİK, 3/696, 697)       

(39).‘Kendisi ve askerleri o yerde haksız yere büyüklük tasladı.’ Bilmiyorum demekle kalmadı. Şuarâ sûresinde geçtiği üzere ‘Benden başkasını Tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim.’ (26/29) dedi. Nâziat sûresinde de geleceği üzere etrâfındakileri toplayıp ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim.’ (79/24) diye bağırdı. (ELMALILI, 6/187)

Bâtıl ve hakları olmayarak büyüklendiler. Çünkü haklı olarak büyüklenmek, Yüce Allâh’a mahsustur. Gerçekten büyük ve mütekebbir yalnız O’dur ve bu O’nun zâtının tam olmasındandır. (S. HAVVÂ, 10/512)   

‘Onlar hakikaten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.’ Kıyâmet, öldükten sonra dirilme olmadığına inandılar. (S. HAVVÂ, 10/512)  

(40).‘Biz de Firavun’u ve askerlerini tutup denize attık. (Rasûlüm!) İşte bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu?’ Hz. Mûsâ Firavun’a karşı zorlu mücâdele verdi. Bu süre içerisinde Firavun, Allah tarafından birçok felâket ve sıkıntıya uğratıldı. Buna rağmen gerçeği görmek ve kabul etmek istemediği için hidâyete eremedi. (bilgi için bk. A’raf 7/103-138) Sonunda Mûsâ (as), Allâh’ın emri uyarınca bir gece İsrâiloğulları’nı alıp Sînâ yarımadasına geçmek üzere Kızıldeniz’e doğru yola çıktı. Durumdan haberdar olan Firavun da askerlerini alarak peşlerine düştü. Bir mûcize sonucu denizin yol vermesiyle Mûsâ (as) ve İsrâiloğulları karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye çalışan Firavun, ordusuyla birlikte denize gömüldü. (bilgi için bk. A’raf 7/136) Firavun denizde boğulmak üzere iken Allâh’a îman etmiş, fakat yeis hâlindeki îman kabul edilmemiştir. (bk. Yûnus 10/90-91, KUR’AN YOLU, 4/229) 

Allah bu sözlerle, onların büyüklenmesine karşılık ne kadar değersiz, ne denli önemsiz olduklarını vurgulamaktadır. Sandılar ki onlar büyük bir kavim. Fakat Allâh’ın kendilerini islah etme yolundaki îkazlarına rağmen kendi âkıbetlerine bizzat çağırmalarından sonra, süprüntü gibi denize atıldılar. (MEVDÛDİ, 4/163)

Firavun kendi sistemini kurup ülkeyi idâre bakımından bütün otoriteyi kendisinde topladığından, ordusu kuvvetli, etrâfı da uygun ve müsâit olduğundan, kendisini en yüce rab ilân etmişti (79/24). Onu onaylayan ve destekleyenler de, kurduğu zâlim sistemin ileri gelenleri/Mele zümresi idi. Hz. Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği şeriata ne kendisi inanıp boyun eğiyor ne de hâlkına göz yumuyordu. Hz. Mûsâ tarafını tutanları hâinlikle suçluyor ve onlara ölüm fermanı çıkarıyordu. Gâyesi, getirdiği ve kurduğu sisteme insanlar hep boyun eğsinler, hep onu sevsinler, ondan korkup ona kul olsunlar idi. Nihâyet tâğûtî hükümranlığı bitti. Allah onu ibretlik, korkunç bir ölümle öldürdü. (H. T. FEYİZLİ, 1/389)

(41).‘Biz, o (Firavun ve ileri gele)nleri ateşe (sokacakişlere) çağıran önderler yaptık. Kıyâmet gününde de kendilerine yardım edilmez.’ Firavun ve adamları inkârcılıkta ısrar ettikleri, hâlkı da emir ve teşvikleriyle peşlerinden küfre sürükleyip âhirette cehenneme girmelerine sebep oldukları ve bu konuda onlara önderlik ettikleri için âyette ‘ateşe çağıran öncüler’ olarak anılmışlardır. Şüphesiz ki, kendileri de ateşe çağırdıkları kimselerle birlikte cehenneme gireceklerdir. Bu durum Allâh’ın onlara bir haksızlığı veya adâletsizliği değil, onların kendi tercihleri sonucudur. (KUR’AN YOLU, 4/229)

‘Kıyâmet günü aslâ yardım görmeyeceklerdir.’ Azgınlığın, küstahlığın cezâsı dünyâda ve âhirette hezîmettir, bozgundur. Sâdece bozgun değil, yeryüzünde lânete uğraması, âhirette de kabahatinin yüzüne vurulması, rezil edilmesi var. (S. KUTUB, 8/102)

(42).‘Bu dünyâda biz onların arkalarına bir lânet taktık (herzamanlânetleanılacaklardır). Kıyâmet gününde ise onlar, (yüzleri) çirkinleşmiş (nefretlik) kimselerden olacak.’ Âyetin orijinalinde geçen ‘el makbûhiyn’ kelimesi bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu, pis ve tiksindirici bir atmosferi canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük taslamanın, büyüklenmenin, dış görünüş ve mevki makamla insanları yoldan çıkarmanın, Allâh’a ve Allâh’ın kullarına karşı küstahça davranmanın karşılığıdır. (S. KUTUB, 8/102)   

Çünkü tekebbür yalnız Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Bir kutsi hadiste : ‘Kibriyâ benim ridam, azamet izârımdır, elbisemdir; her kim bunlardan birisinde benimle çekişirse, ben onu ateşe koyarım.’ (Ahmed b. Hanbel) buyurulmuştur. Onun için, ondan başkasının kibirlenmesi, haksız ve boş yere kibirlenmedir. (ELMALILI, 6/188)

Bil ki kibir, kendini beğenmekten kaynaklanır. Kendini beğenmek de, güzelliklerin hakikatını bilmemekten ve cehâletten ortaya çıkar. Hakkı kabul etmemek kibirdendir. Bunun için Allah Teâlâ kibrin kötü âkıbetine dikkat çekerek buyurur ki. ‘Bu gün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!’ (el Ahkâf, 46/20, İ. H. BURSEVİ, 14/432)   

28/43-50  HEVESİNE  UYANDAN  DAHA  SAPIK  KİM  OLABİLİR?

43. Andolsun ki biz, ilk devir nesillerin(denNuh, Hûd, SâlihveLûtkavimlerin)i helâk ettikten sonra, Mûsâ’ya, düşünür (veöğütalır)lar diye (kavmindeki) insanlara, kalp gözleri için aydınlık (veapaçıkdelil)ler; hem de doğru yol ve rahmet olarak, Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik.

44. (EyRasûlüm!) Mûsâ’ya (vahyedip) emri(mizi) bildirdiğimiz zaman, sen (Tûr’un) batı tarafında değildin. Onu görenlerden de olmadın. [krş. 3/44; 12/102]

45. Fakat biz (Mûsâ’dansonra) nice nesiller yarattık. Onların (devirlerinin) ömrü uzayıp gitti (onlardavahyiveşeriatıhemunuttular, hemdeğiştirdiler.) Sen Medyen hâlkı içinde ikâmet edip âyetlerimizi onlardan (vebaşkalarından) oku(yupöğren)medin. Aksine (bütünhabervebilgileri) gönderen biziz. [bk. 2/75]

46. (Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman, (Rasûlüm!) Sen Tûr’un yanında da değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine (uzunzamandır) bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş bir kavmi uyarman için (gönderildin). Olur ki düşünüp öğüt alırlar.

47. (Ey Peygamberim!) Kendilerinin işlediği (günahlar) yüzünden onlara bir felâket isâbet edince: “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de senin âyetlerine uyarak mü’minlerden olsaydık.” diyecek olmasalardı (senipeygambergöndermezdik. Bubahâneyikaldırmakiçinsenigönderdik.) [krş. 4/165; 5/19; 6/156-157]

48. (Fakat) kendilerine tarafımızdan hak (Kur’ânvepeygamber) gelince: “Mûsâ’ya verilen (mûcize)lerin bir benzeri, ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Onlar, daha önce Mûsâ’ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? (MekkekâfirleriTevratveKur’âniçin🙂 “İki sihir birbirine destek oldu.” dediler. Hem: “Doğrusu biz hepsini de inkâr edenleriz.” dediler.

49. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Eğer bu iddiânızda tutarlı (doğru) iseniz, Allah katından, bunlardan (yâniTevratveKur’ân’dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım.”

50. (Ey Peygamberim!) Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sâdece heveslerine uyuyorlar. Allah’tan (gelenbirdelilveyavahyedayalı) bir yol gösterici olmadan, kendi arzusuna (veyaişinegelenlere) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz ki Allah, zâlimler toplumunu doğru yola iletmez.

43-50. (43).‘Andolsun ki biz, ilk devir nesillerin(denNuh, Hûd, SâlihveLûtkavimlerin)i helâk ettikten sonra, Mûsâ’ya, düşünür (veöğütalır)lar diye (kavmindeki) insanlara, kalp gözleri için aydınlık (veapaçıkdelil)ler; hem de doğru yol ve rahmet olarak, Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik.’ Yüce Allah, peygamberleri yalancılıkla itham eden isyankâr birçok kavmi helâk ettikten sonra, Hz. Mûsâ’yı peygamber olarak göndermiştir. Kavmini Firavun’un zulmünden kurtarıp onlarla birlikte Sînâ yarımadasına ulaşan Mûsâ, kardeşi Hârûn’u kavminin başında bırakıp Rabbinin çağrısına uyarak ilâhi vahyi almak üzere Tur’a gitti ve kırk gece orada kaldı (bk. A’raf 7/142). Âyette açık delil, hidâyet rehberi ve rahmet olmak üzere üç ana özelliği anlatılan Tevrat, Mûsâ’ya burada vahyedilmiştir. (bu üç özellik hakkında bilgi için bk. A’raf 7/103, KUR’AN YOLU, 4/232)

(44).‘(EyRasûlüm!) Mûsâ’ya (vahyedip) emri(mizi) bildirdiğimiz zaman, sen (Tûr’un) batı tarafında değildin.’ Böylece âyet, Hz. Peygamberin Kur’ân’ı Ehl-i kitap’tan birinden öğrendiğini iddiâ edenlere verilmiş bir cevap olmakta ve Kur’ân’da anlatılan Hz. Mûsâ kıssasının Hz. Peygambere vahyin dışında bir yolla intikal etmediğini, dolayısıyla Kur’ân’ın da şüphe götürmeyecek bir biçimde vahiy ürünü olduğunu ifâde etmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/232)

Şânı Yüce Allah, Muhammed (s)’in peygamberliğine delil olan bir konuya dikkat çekmektedir. Çünkü peygamber (s) geçmişe dâir gayblardan haber vermektedir. Sanki bu haberleri bizzat işitmiş, onlara tanık olmuş ve bu hususları görmüş gibi daha önce cereyan etmiş bu olayları zikretmektedir. Hâlbuki o, tanınan, bilinen bir kişi idi, hiçbir kitap okumazdı. Yine bu gibi şeylerden hiçbir bilgisi olmayan bir kavim arasında yetişti. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/516, 517) 

(45).‘Fakat biz (Mûsâ’dansonra) nice nesiller yarattık. Onların (devirlerinin) ömrü uzayıp gitti (onlardavahyiveşeriatıhemunuttular, hemdeğiştirdiler.)’ Haberleri değiştirdiler, şeriatları değiştirdiler. Ahidlerini unuttular. İlimlerin izi kalmadı, silindi.Vahiy kesildi. Şimdi (habibim) seni gönderdik ve sana (Mûsâ)’nın haberlerini Biz verdik. (Beyzâvi, Celâleyn, Medârik’ten H. B. ÇANTAY, 2/696) 

‘Sen Medyen hâlkı içinde ikâmet edip âyetlerimizi onlardan (vebaşkalarından) oku(yupöğren)medin.’ Yâni, Mûsâ (as) Medyen’e ulaşırken, orada hayâtının on yılını geçirir ve sonra oradan Mısır’a doğru ayrılırken sen yoktun. Medyen sâkinlerine tebliğde bulunan da sen değildin. Sen Mekke hâlkına tebliğde bulunmaktasın. Bu anlattığın olaylara görgü şahidi değilsin. Bütün bu bilgi sana tarafımızdan vahyedilerek verilmektedir. (MEVDÛDİ, 4/165)     

(46).‘(Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman, (Rasûlüm!) Sen Tûr’un yanında da değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine (uzunzamandır) bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş bir kavmi uyarman için (gönderildin).’ Yâni sen belirtilen bu hususların hiç birisine tanık olmuş değildin. Fakat Yüce Allah, bunları sana vahyetti ve bildirdi. Bu vahiy ve bildirme ise Yüce Allâh’ın sana ve seni de peygamber göndermek sûretiyle kullarına bir merhameti, bir lütfudur. Nesefi der ki: ‘Kendinden önce onlara uyarıcı gelmeyen bu kavim’ buyruğunda kastedilen süre, onunla İsa arasındaki fetret dönemidir. (S. HAVVÂ, 10/516)

Hz. Mûsâ’ya buradaki ilâhi sesleniş (nidâ) 30’ncu âyetteki seslenişten farklıdır. Oradaki, Mûsâ’nın âilesiyle birlikte Medyen’den Mısır’a dönerken ilk vahyin gerçekleştiği sesleniş olduğu hâlde buradaki kırk günlük sürede yapılan sesleniştir. (Şevkâni, İbn Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/233)     

(47).‘Kendilerinin işlediği (günahlar) yüzünden onlara bir felâket isâbet edince: “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de senin âyetlerine uyarak mü’minlerden olsaydık.” diyecek olmasalardı (senipeygambergöndermezdik. Bubahâneyikaldırmakiçinsenigönderdik.)’ Şâyet sen bizlere, bize karşı delil getirecek bir peygamber gönderseydin olmaz mıydı? Böylece küfürleri sebebiyle onlara Allâh’ın azâbı geldiğinde ileri sürecekleri mâzeretleri kalmaz ve herhangi bir uyarıcı gelmedi, diye gerekçe gösteremez, elçi gelmiş olsaydı ona uyacaktık demelerine fırsat kalmaz. (S. HAVVÂ, 10/520)   

(48).‘(Fakat) kendilerine tarafımızdan hak (Kur’ânvepeygamber) gelince (inat, küfür, bilgisizlik ve işi yokuşa sürmek gibi maksatlarla, S. HAVVÂ, 10/520)  “Mûsâ’ya verilen (mûcize)lerin bir benzeri, ona da verilmeli değil miydi?” dediler.’ Rasûlullah (s) ve Kur’ân geldiğinde Mekke müşrikleri sırf îmansızlıklarına bir dayanak bulmak için, Yahûdilerden edindikleri bilgilere dayanarak Tevrat’ın Hz. Mûsâ’ya indirildiği gibi Kur’ân’ın da efendimize toptan indirilmesi gerektiğini söylemişler; Hz. Mûsâ’ya verilen âsâ ve beyaz el gibi mûcizelerin peygamberimiz (s)’e de verilmesini istemişlerdir. Hâlbuki niyetleri îman etmek değil, alay edip oynamaktı. (Ö. ÇELİK, 3/700)   

‘Onlar, daha önce Mûsâ’ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? (MekkekâfirleriTevratveKur’âniçin🙂 “İki sihir birbirine destek oldu.” dediler.’ Mûsâ ve Hârun hakkında da ‘Birbirine destek olan iki büyüdür, demişlerdi.’ Böylece Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn’u bizâtihi büyü gibi değerlendirdiler ve bir büyü, öteki büyüyü desteklemektedir, iddiâsını ortaya attılar. (S. HAVVÂ, 10/520)  

‘Hem: “Doğrusu biz hepsini de inkâr edenleriz.” dediler.’ Arap yarımadasında Yahûdiler de yaşıyordu. Ellerinde de Mûsâ’ya indirilen Tevrat bulunuyordu. Fakat Araplar onlara inanmamışlardı. Ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulamamışlardı. Öte yandan Hz. Muhammed’in (s) niteliklerinin Tevrat’ta yazılı olduğunubiliyorlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in (s) kendilerine sunduğu bâzı gerçekler hakkında ehl-i kitaptan bâzılarının görüşüne başvuruyorlardı. Onlar da Hz. Muhammed’in sunduğu âyetlerin gerçekliğini ifâde edecek ve ellerindeki kitapla uyuştuğunu vurgulayacak tarzda görüş belirtiyorlardı. (S. KUTUB, 8/106)

Mânâ şudur: Peygamberleri inkâr etmenin sebebi, mûcizelerin, âyetlerin azlığı değildir, aksine kibir ve inattır. (S. HAVVÂ, 10/520)   

(49).‘De ki: “Eğer bu iddiânızda tutarlı (doğru) iseniz, Allah katından, bunlardan (yâniTevratveKur’ân’dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım.’ Böylelikle gelen bu cevap, birkaç konuyu birlikte içermektedir. (1) Birincisi; Muhammed (s)’e Hz. Mûsâ’ya verilenin benzeri verilmiştir ki, bu da Kur’ân-ı Kerîm’dir. (2) İkincisi; sâdece Kur’ân-ı Kerîm’de ve Tevrat’ta bulunan şey, hidâyettir. (3) Üçüncüsü; onların hidâyet üzere olduklarından kesinlikle söz edilemeyeceğinden, Kur’ân-ı Kerîm’in hidâyetine uymayı kibirlerine yedirememelerinden de söz edilemez. Hidâyetsizliğin asıl sebebi, onlardadır. Yoksa Muhammed (s)’e gönderilen vahiyde bir kusur söz konusu değildir. (S. HAVVÂ, 10/521)     

(50).‘Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sâdece heveslerine uyuyorlar.’ Bu konuda herhangi bir delileri, belgeleri yoktur. Yâni şunu bil ki, onlar artık delil ileri süremediklerinden dolayı senin söylediğini kabul etmek zorundadırlar. Onların hidâyete uymaktan başka yapacak bir şeyleri kalmamıştır. (S. HAVVÂ, 10/521)  

Bu kadar kesin ve bu kadar açık. Bunu Allah söylüyor. Reddetmek ya da yorum yapmak söz konusu olamaz. Bu dinin çağrısına olumlu karşılık vermeyenler, hiçbir mâzeretleri bulunmayan art niyetli kimselerdir. Hiçbir gerekçeleri, mâzeretleri olmayan ve gerçeği örtbas eden ahmak, akılsız kimselerdir. (S. KUTUB, 8/106, 107)  

‘Allah’tan (gelenbirdelilveyavahyedayalı)  bir yol gösterici olmadan (Allâh’ın kitabından alınmış bir delil bulunmaksızın, S. HAVVÂ, 10/521) , kendi arzusuna (veyaişinegelenlere) uyandan daha sapık kimdir? Şüphesiz ki Allah, zâlimler toplumunu  (yânihevâlarınauyankimseleri, (S. HAVVÂ, 10/521) doğru yola iletmez.’ Dinde kaynağını vahiyden almayan bütün yol göstericilik ve deliller, kesinliği ve kalıcılığı olmayan bâtıl arzuların mahsulüdür. (H. T. FEYİZLİ, 1/390)

28/51-56  KÖTÜLÜĞÜ  İYİLİKLE  SAVMAK

51. (Ey Peygamberim!) Biz senin kavmine gerçekten düşünsün (veöğütalsın)lar diye sözü(müzüvahiyle) birbiri ardınca ulaştırdık.

52. Kendilerine bu (Kur’ân’)dan önce kitap verdiklerimiz(denbirkısmı) buna inanırlar. [bk. 2/121; 3/199; 17/107]

53. Onlara (Bâzı Yahûdi ve Hıristiyanlara Kur’ân) okunduğu zaman: “O’na inandık. Doğrusu o, Rabbimizden (gönderilen) bir haktır. Şüphesiz biz ondan önce de müslüman olan kimseler idik.” dediler.

54. İşte bu müminlere sabır (veîmandasebat) etmelerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir. Onlar, kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine rızık (olarak) verdiğimiz şeylerden hayra harcarlar.

55. Bu müminler boş / faydasız ve uygunsuz söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve: “Bizim işlerimiz (amellerimiz) bize, sizin işleriniz de sizedir. Size selâm olsun (hoşçakalın), biz câhil(likeden)leri istemeyiz. (Câhilkimselerleoturupkalkmayız/arkadaşlıketmeyiz.)” derler. [krş. 6/68]

56. (Rasûlüm!) Şüphesiz sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Fakat Allah dilediğini (ve dileyeni) doğru yola eriştirir. O, doğru yola erişecek olanları daha iyi bilir. [krş. 2/171; 12/103]

51-56. (51).‘Biz onlara gerçekten düşünsün (veöğütalsın)lar diye sözü(müzüvahiyle) birbiri ardınca ulaştırdık.’ Nesefi der ki: Yâni Kur’ân-ı Kerîm, onlara peş peşe kesintisiz olarak geldi. Onda vaadler bulundu, tehditler yer aldı. Kıssalar, ibretler ve öğütler bulundu. (S. HAVVÂ, 10/521)

‘Sözü birbiri ardınca ulaştırmak’tan maksat, ya birbirini tâkip eden peygamberler ve onlarla ilgili haberlerin veya yirmi üç yılda gelen Kur’ân âyetlerinin ulaştırılmasıdır. (Râzi, ayrıca krş. Tekvir 81/19, Târık 86/13) Âyeti, ‘Sözü birbiri ardınca açıkladık’, ‘Sözü tamamladık’ şeklindedeyorumlanmıştır. (Şevkâni). Yüce Allah, insanların çıkmaz yollardan kurtulup, doğru yolu bulmaları ve onu ruhlarına sindirebilmeleri için Kur’ân’ı peyderpey indirmiştir. (krş. Furkan 25/32, KUR’AN YOLU, 4/234)    

(52).‘Kendilerine bu (Kur’ân’)dan önce kitap verdiklerimiz(denbirçoğu) buna inanırlar.’  Bunlar kitap ehlinden olup, Müslümanlığı kabul edenlerdir. İlk olarak Yahûdilerden on,   hıristiyanlardan kırk kişi îman etmişti. İncil ehlinin otuz ikisi Ca’fer ibn. Ebi Tâlib ile birlikte Habeşistan’dan, sekizi ise Şam’dan gelmişlerdi. 52-55 arası âyetler Medîne’de inmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/626)

Ancak âyeti genel olarak değerlendirmek, Ehl-i kitaptan olup da Hz. Peygamber zamânında İslâm’a girmiş (Abdullah b. Selâm ve Rifâa b. Rifâa gibi bâzı Yahûdilerle Varaka b. Nevfel ve Suheyb-i Rûmi gibi hanifler veya Hıristiyanlardır. Ve kıyâmete kadar girecek olanları bu âyetin kapsamında düşünmek daha uygun olur. (krş. Ankebût 29/47, KUR’AN YOLU, 4/236)

Said b. Cübeyr (r) bu âyetlerin Necâşi’nin gönderdiği yetmiş papaz hakkında indiğini söyler. Bu papazlar peygamber efendimizin yanına geldiklerinde peygamberimiz (s) onlara Yâsîn sûresini sonuna kadar okumuştu. Onlar da gözyaşları dökerek Müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine onlar hakkında bu son âyet inmişti. (S. KUTUB, 8/108)

Kur’ân-ı Kerîm burada müşriklerin bildikleri ve inkâr etmedikleri bir realiteye dikkatlerini çekiyor. Böylece onları iyi niyetli kişilere ilişkin bir örnekle karşı karşıya getirmeyi, bu kişilerin Kur’ân’ı nasıl karşıladıklarını, ona nasıl inandıklarını,  içerdiği gerçeği nasıl gördüklerini, ellerinde bulunan kitapla nasıl uyuştuğunu bildiklerini vurgulamayı amaçlıyor. Bu iyi niyetli kişileri ihtiras ve büyüklenme gibi engeller, Kur’ân’a inanmaktan alıkoyamıyor. İnandıkları hak yolu uğruna başlarına gelen eziyetlere, küstahlıklara, cahilce davranışlara katlanıyorlar. (S. KUTUB, 8/108)  

(53).‘Onlara (Kur’ân) okunduğu zaman: “O’na inandık. Doğrusu o, Rabbimizden (gönderilen) bir haktır. Şüphesiz biz ondan önce de müslüman olan kimseler idik.” dediler.’ İslâm dîni üzere idik, yâni Yüce Allâh’ı ihlâsla tevhid eden, O’nun çağrısını kabul eden kimselerdik. Onların; ‘Doğrusu o, Rabbimizden gelen haktır’ şeklindeki sözleri ona îman etmelerinin gerekçesini ifâde etmektedir. Çünkü onun Allah tarafından gelen bir hak olması, ona îman edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 10/524)

(54).‘İşte onlara sabır (veîmandasebat) etmelerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir.’ İslâm’ı kabul eden Yahûdi ve Hristiyanlar, puta tapanlardan farklı olarak iki kat ödül almaya layıktırlar. Çünkü bunlar daha önce Hz. Mûsâ’ya veya Hz. Îsâ’ya uymuşlar, şimdi de son peygamberi tasdik etmişlerdi. Bk. Âyet 56, H. DÖNDÜREN, 2/626)  

Hadis: Sahih’te vârid olduğuna / geldiğine göre…. Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: Üç kişiye ecirleri  iki kat verilir: Ehl-i kitaptan olan birisi, hem peygamberine îman eder, sonra da bana îman ederse; köle birisi hem Allâh’ın üzerindeki hakkını, hem de Mevlâlarının hakkını yerine getirirse; bir de bir câriyesi olup da güzel bir şekilde edeplendiren sonra da onu âzât edip onunla evlenen kimse.’ (S. HAVVÂ, 10/527, İ. H. BURSEVİ’da Buhâri ve Müslim’e atıf var)   

‘Onlar, kötülüğü iyilikle savarlar’ günahı itaatla def ederler, ortadan kaldırırlar yâhut eziyete karşılık tahammülkârlık göstererek onu savarlar. Yâni kötülüğe misliyle karşılık vermezler, fakat affederler, bağışlarlar; (S. HAVVÂ, 10/525) ‘ve kendilerine rızık (olarak) verdiğimiz şeylerden hayra harcarlar.’ Yâni onlara verilen helâl rızıktan Allâh’ın kullarına harcarlar. Bunun kapsamına; âilelerine, akrabâlarına yapmaları gereken infaklarla, zekât gibi farz harcamalar ve Allâh’a yakınlaştırıcı ve nâfile türünden olan infaklar da girmektedir. (S. HAVVÂ, 10/525)

(55).‘Onlar boş / faydasız ve uygunsuz söz (yâni müşriklerden bâtıl söz yâhut hakâret, S. HAVVÂ)  işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler (onlarla birarada olmazlar, S. HAVVÂ)  ve: “Bizim işlerimiz (amellerimiz) bize, sizin işleriniz de sizedir. (yâni sizin söylediğiniz boş sözlere benzeri boş sözlerle karşılık vermeyeceğimizden yana emin olabilirsiniz, S. HAVVÂ, 10/525)  Size selâm olsun (hoşçakalın), biz câhil(likeden)leri istemeyiz. (Câhilkimselerleoturupkalkmayız/arkadaşlıketmeyiz.)” derler.’    

Abdurrahman b. Zeyd demiştir ki: ‘Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler’ sözünün öznesi Ehl-i Kitaptır. Zîrâ onlar Hz. Muhammed’in gelişini dört gözle bekliyorlardı. Rasûlullah peygamberlik tâcını giyince omlar da Mekke’ye gelerek Müslümanlığı kabul ettiler. (Taberi’den M. DEMİRCİ, 2/497)

Lâğiv: Önemsiz, boş, düşük, faydasız sözlerdir. Bunun sebebi; Mekke müşrikleri, mümin olan ehli kitapla karşılaşınca onlara dil uzatırlar ve şöyle derlerdi: ‘Yazık size, eski dîninizi terk ettiniz’ Onlar da müşriklerin bu sözlerinden yüz çevirip aldırış etmezler ve cevap bile vermezlerdi. (İ. H. BURSEVİ, 14/454)

‘Ondan yüz çevirirler’ (‘Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler’ Furkan 25/72) âyetine uyarak vakar ile. ‘Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size’ diye ateşkes anlaşması yaparlar. (‘Sizin dîniniz size, benim dînim bana’ Kâfirûn, 109/6) demek gibi. Bu selâm, hayır dileme selâmı değil, (‘Kendini bilmez kimseler kendilerine lâf attıklarında (incitmeksizin) selâm! Derler. (geçerler)(Furkan 25/63) gibi vedâ selâmıdır.  Yâni kavga etmeyelim, Allâh’a ısmarladık, yerindedir. (ELMALILI, 6/196)     

(56).‘(Rasûlüm!) Şüphesiz sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Yâni senin öyle bir yetkin yoktur. Sana düşen, tebliğden ibârettir. Allah ise dilediğini hidâyete erdirir. Sonsuz hikmet ve kesin delil, yalnız O’nundur. Sen ister kavminden olsun, ister başkalarından olsun, arzuladığın herkesi İslâm’a sokamazsın. (S. HAVVÂ, 11/12)  

‘Fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir.’ Allah Teâlâ, peygamber ve kitap gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez; bilâkis onları kendi irâde ve tercihleriyle başbaşa bırakır, gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanlara yardım ederek onları doğru yola iletir. (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/7, 26; KUR’AN YOLU, 4/237)

‘O, doğru yola erişecek olanları daha iyi bilir.’ Yâni kimin hidâyeti hak ettiğini, kimin de saptırılmaya layık olduğunu en iyi O bilir; yâhut O, kimin hidâyeti seçip kabul ettiğini, gösterilen delillerle, âyet ve belgelerle ibret ve öğüt aldığını en iyi bilendir. (S. HAVVÂ, 11/12)  

Hadis: ez Zühri der ki… el Müseyyeb b. Hazm el Mahzûmi (r) dedi ki. Ebû Talib’in ölümü yaklaştığı sırada Rasûlullah (s) onun yanına geldi. Ebû Cehil b. Hişam’ın, Abdullah b. Ümeyye b. Muğîre’nin de yanında olduklarını gördü. Rasûlullah (s) şöyle dedi: ‘Amcacığım! Allah huzûrunda kendisini senin lehine delil göstereceğim bir söz olan ‘Lâ ilâhe illallah’ı deyiver.’ Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye şöyle dedi:  -Ey Ebû Talib! Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin? Rasûlullah (s) aynı teklifi yapmaya devam etti, onlar da aynı sözleri tekrarlayıp durdular. Nihâyet son olarak şunu söyledi: ‘Ben Abdülmuttalib’in dîni üzereyim, dedi ve ilâhe illâllah demedi. Rasûlullah (sa) da ‘Alıkonulmadığım sürece senin için mağfiret dileyeceğim.‘ diye buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyet-i kerîmeyi indirdi: ‘Akraba dahi olsalar, peygamberin de müminlerin de müşriklere mağfiret dileme yetkileri yoktur.’ (et Tevbe, 9/113) Ebû Tâlib hakkında da ‘Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Ama Allah dilediğini hidâyete erdirir’ buyruğunu indirdi. (Buhâri Tefsir 28/1; Müslim’den, S. HAVVÂ, 11/12, 13)   

28/57-59  ŞIMARMIŞ  NİCE  MEMLEKETİN  HELÂK  EDİLMESİ

57. (Müşrikler şöyle dediler) “Eğer seninle berâber doğru yola (tevhide) uyarsak, yerimizden (yurdumuzdan) koparıl(ıpatıl)ırız.” derler. Biz, tarafımızdan onları, bir rızık olarak herşeyin mahsullerinin oraya toplandığı emniyetli bir Harem (olanMekke)’de yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.

58. Biz, (böyle) refâhından şımarıp azmış nice memleketleri helâk ettik. İşte onların meskenleri! Kendilerinden sonra ancak pek azı oturulabilecek hâlde kalmıştır. (Oralarahep) biz mîrasçı olduk. [krş. 17/16-17; 34/17]

59. Senin Rabbin, memleketlerin ana merkez(ler)ine, âyetlerimizi onlara okuyacak bir peygamber göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz, ancak hâlkı zâlim memleketleri (azapla) helâk etmişizdir. [bk. 17/15; 26/208-209]

57-59. (57).“Eğer seninle berâber doğru yola (tevhide) uyarsak, yerimizden (yurdumuzdan) koparıl(ıpatıl)ırız.” derler.’ Bu âyet-i kerîmede Yüce Allah, hidâyete uymamak hususunda kâfirlerin ileri sürdükleri mâzeretlerinden birisini bize haber vermektedir. Çünkü onlar Allâh’ın Rasûlüne şöyle demişlerdi: Senin getirdiğin hidâyete uyacak ve çevremizde bulunan müşrik Arap kabilelerine aykırı davranacak olursak, onların bizi rahatsız edeceklerinden, bize savaş açacaklarından, neredeolursakolalımbizleri,  yerimizden yurdumuzdan edeceklerinden korkarız. (S. HAVVÂ, 11/14)  

‘Biz, tarafımızdan onları, bir rızık olarak her şeyin mahsullerinin oraya toplandığı emniyetli bir Harem (olanMekke)’de yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.’ Yâni onların ileri sürdüğü bu mâzeret yalandır,  bâtıldır. Çünkü Yüce Allah onları güvenilir bir beldede ilk gününden beri emin olan; güvenlik altında bulunan bir yerde yerleştirmiştir. (S. HAVVÂ, 11/14)

(Hâlbuki) Allah Teâlâ Hz. İbrâhîm’in duâsı bereketiyle (krş. Bakara 2/126; İbrâhim 14/37), içinde kutsal Ka’be’nin bulunduğu Mekke’yi –insan dâhil-  her türlü canlı ve bitkinin korunduğu güvenlikli bir şehir kılmış, Kureyşli’leri de buraya yerleştirmişti. Yarımadadaki genel güvensizliğe rağmen Mekkeliler bu sâyede çevredeki Arap toplumlarından saygı görüyor ve güvenli bir hayat yaşıyorlardı. (bk. Kureyş 106/1-4) Ayrıca Mekke’nin çoraklığı ve verimsizliği, Kâbe’nin bereketi sayesinde dışarıdan gelen ürünlerle telâfi ediliyordu. (KUR’AN YOLU, 4/237)

Bilindiği gibi, doğu ve batı bölgelerine âit her türlü meyve ve yiyeceğin Mekke’de mevcut bulunması, İbrâhim (as)’in ‘Onları çeşitli meyvelerle rızıklandır.’ (İbrâhim, 14/37) duâsı sebebiyledir. (İ. H. BURSEVİ, 14/461)     

(58).‘Biz, (böyle) refâhından şımarıp azmış nice memleketleri helâk ettik. İşte onların meskenleri!’ Yâni kaldıkları yerleri, eserleri ortadadır. Semûd, Şuayb ve onlara benzer kimselerin ülkelerine yolculuk yaptıklarında bu meskenleri görüyorlar. (S. HAVVÂ, 11/18)

Kaybetme korkusuyla haktan yüz çevirip bâtıla yapıştıkları dünyâ refâhı, zenginliği, mal ve serveti fânîdir. Gelip geçicidir. Belki de helâklerinin sebebi olacaktır. Nitekim bu refah ve servetlere bir zamanlar Âd, Semûd, Sebe’ ve Medyen kavmi gibi toplumlar da sâhip olmuşlardı. Bunlar şımardıkları içinilâhi azap kamçısı tepelerine inivermişti. Mal ve servetleri onları azaptan kurtaramamıştı. (Ö. ÇELİK, 3/705) 

‘Kendilerinden sonra ancak pek azı oturulabilecek hâlde kalmıştır. (Oralarahep) biz mîrasçı olduk.’ O meskenlerde yaşayanlardan oraları bizler mîras aldık. Bizden başka oralarda tasarruf eden kimse yoktur. Yâni o meskenler artık harap olmuştur, oradakimse yaşamamaktadır. (S. HAVVÂ, 11/18)    

(59).‘Senin Rabbin, memleketlerin ana merkez(ler)ine, âyetlerimizi onlara okuyacak bir peygamber göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir.’  Peygamberin anakentten – yâni en büyük kentten veya başkentten- gönderilmiş olmasının hikmeti, bu yerleşim biriminin merkez niteliğinde olması ve mesajın hiç kimsenin mâzeret ileri sürmesine fırsat vermeyecek şekilde her tarafa yayılabilmesidir. Nitekim peygamber efendimiz de (s) Arap yerleşim birimlerinin ana kenti konumundaki Mekke’den seçilip peygamber olarak görevlendirilmiştir. (S. KUTUB, 8/115)    

Peygamber gönderilenbeldenin nüfûsu kalabalık ve büyük bir şehirle tahsis edilmesi; hâlkının daha anlayışlı ve toplumun ileri gelenlerinin buralarda bulunmasından dolayıdır. Peygamberler de genellikle bu kimselere gönderilir ve onlar da daha çok şehirlerde ve kasabalarda otururlar. (İ. H. BURSEVİ, 14/464) 

(Bununlaberâber) YüceAllah, ana kentte yaşayanlar arasından birini peygamber olarak göndermedikçe nîmetle şımaran bu yerleşim birimlerini yok etmemiştir. Bu durum, onun kullarına yönelik rahmetinin belirtisi olarak kendi kendisi için belirlediği bir kuraldır. (S. KUTUB, 8/115)  

‘Zâten biz, ancak hâlkı zâlim (veinkârcı) memleketleri (azapla) helâk etmişizdir.’ Yâni bizler, ancak zulümleri sebebiyle azâbı hak eden ülkelerin hâlkını helâk etmişizdir. Onların zulümleri ise, küfür ve inatta ısrarları ve onlara karşı delillerin ortaya konulmasından ve mâzeretlerinin çürütülmesinden sonra yine de kibirlenmeye devam etmeleridir. (S. HAVVÂ, 11/18)     

28/60-67  NE  OLURDU  DOĞRU  YOLA  GİRSELERDİ!

60. (Ey müşrikler!) Oysa size verilen her şey, dünyâ hayâtının geçimliği ve ziynetidir. Allâh’ın yanında olan ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Akıl erdiremiyor musunuz? (Aklınızı kullanın)

61. Kendisine, (cennetgibi) güzel bir vaad ile söz verdiğimiz ve kendisi de (âhirette) buna kavuşan kimse, dünyâ hayâtının (geçici) zevki ile faydalandırdığımız, sonra da kıyâmet gününde (azapiçintutuluphuzûrumuza) getirilen kimse gibi midir?

62. Kıyâmet günü (Allah) müşriklere seslenip: “Kendi zannınızca benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz nerede?” diyecek.

63. Üzerlerine (azap) söz(ü) hak olanlar (ogün): “Ey Rabbimiz! İşte bunlar, bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz azdığımız gibi, onları da azdırdık. Artık (onlardan) uzaklaştığımızı sana arz ederiz. Zâten onlar, bize tapmıyorlar (aslındakendiarzuveheveslerinetapıyorlar)dı.” derler.

64. (Müşriklere: “Haydi!) Çağırın (Allah’la) ortak (hâlegetiripbağlandığınızilâh)larınızı!” denilecek. Onları çağıracaklar fakat onlar kendilerine cevap vermeyecekler ve azâbı göreceklerdir. Keşke onlar (dünyâdaiken) doğru yola gelselerdi.

65. Kıyâmet günü (Allah) onlara seslenip: “Peygamberlere ne cevap verdiniz?” diyecek.

66. O gün onlara haber yolları kapanmıştır. Artık onlar birbirlerine de soramazlar.

67. Ama kim (budünyâda) tevbe ve îman edip iyi (sevaplı) iş (vehareket)ler yaparsa, o takdirde kurtuluşa erenlerden olmaları umulur.

60-67. (60).‘Oysa size verilen her şey, dünyâ hayatının geçimliği ve ziynetidir.’  Elinize ne geçirirseniz geçiriniz, bunlar ancak dünyâ hayâtı süresince az sayıda birkaç gün kendilerinden faydalanabileceğiniz şeylerdir, basit süslerdir. (S. HAVVÂ, 11/18)   

‘Allâh’ın yanında olan (Allah’ın ecri ve sevâbı (S. HAVVÂ) ise daha hayırlı ve daha devamlıdır.’ Allahkatındakisevapisesizin için, bizâtihi bu şeylerden daha hayırlıdır. Çünkü âhiret sevâbı elem ve acılarla karışık değildir; katışıksız ve lezzetlidir; yaşlılık gibi illetlerden de uzaktır ve insanın sâhip olacağı mükemmel bir güzelliktedir. Ve âhiret nîmetleri devamlı ve ebedidir. (İ. H. BURSEVİ, 14/469)

İbn Abbas, insanların mümin, münâfık ve küfür ehli olmak üzere üçe ayrıldığını, müminin dünyâda âhiret azığı hazırladığını, münâfığın lüks ve debdebeye yöneldiğini, küfür ehlinin ise maddi çıkar peşinde koştuğunu belirttikten sonra yukarıdaki âyeti okumuştur. (Medârik, Kasas 28/61, H. DÖNDÜREN, 2/626)  

Hadis: ‘Allâh’a yemin olsun ki,  âhirete kıyasla dünyâ, sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Parmağını denize daldıran kimse, parmağında ne kadar su kaldığına baksın!’ (Müslim Cennet 55’den Ö. ÇELİK, 3/706)   

(61).‘Kendisine, (îmanvesâlihamellerindendolayıcennetgibi) güzel bir vaad ile söz verdiğimiz ve kendisi de (âhirette) buna kavuşan kimse, dünyâ hayâtının (geçici) zevki ile faydalandırdığımız, sonra da kıyâmet gününde (azapiçintutuluphuzûrumuza) getirilen kimse gibi midir?’ Elbetteonungibiolamaz, ondan daha iyi bir şey yoktur; çünkü cennet süreklidir. O bakımdan cennete ‘el hüsnâ’  denilmiştir. (S. HAVVÂ, 11/18)

‘.. güzel bir vaad’ ile maksat, cennettir. Yüce Allah, cenneti îman edip sâlih ameller işleyen  ve haramlardan sakınan müttaki müminlere vaad etmiştir. (3/133, 57/2). ‘(Ey Peygamberim!) Îman edip sâlih ameller işleyen kimseleri, onlar için içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele’ (2/25; İ. KARAGÖZ 5/468, 469).

Allâh’ın dini, insanın dünyâ nîmetlerinden bütünüyle sırtını dönmesini ve zi(y)netlerini terk etmesini istemez. O’nun tek istediği insanın âhireti dünyâya tercih etmesi,  onu üstün tutmasıdır. Çünkü bu dünyâ sonlu, bu dünyânın zevkleri aşağılık, öte dünyânın zevkleri ulvidir, yücedir. (MEVDÛDİ, 4/178, 179)      

(62).‘Kıyâmet günü (Allah) onlara seslenip: “Kendi zannınızca benim ortaklarım olduklarını iddiâ ettikleriniz nerede?” diyecek.’ Dünyâ hayâtında kendilerine ibâdet edip durduğunuz putlar, Bana eş koştuklarınız sizlere yardım edebiliyor yâhut onlara yardım olunuyor mu? Yüce Allah, bu soruyu onlara azarlamak ve tehdit etmek üzere soracaktır. (S. HAVVÂ, 11/19) Bu sorgu sual bilgi almak için değildir.

İster taştan, ağaçtan veya çeşitli mâdenlerden yapılmış müşahhas cisimler olsun, ister insanın gönül âleminde sevgi, korku ve ümitlerini bağladığı hayâlî varlıklar olsun, insanı Allâh’a samîmi kulluktan alıkoyan her şey Kur’an dilinde ‘şerik, nidd, ortak, put’ diye beyan buyrulur. İslâm, insanların duygu ve düşüncelerini bu mevhum varlıklara bağlanmaktan kurtarıp, âlemlerin Rabbi Allâh’a bağlamak için gelmiştir. Dînin temel esâsı olan ‘tevhid’ de budur. Bunun başaramayanları mahşer yerinde büyük tartışmalar ve kavgalar beklemektedir. (Ö. ÇELİK, 3/708) 

(63).‘Üzerlerine (azap) söz(ü) hak olanlar  (şeytanlar, kötü ve fesatçı kimseler, küfre, şirke ve tâğûta çağıranlar, H. T. FEYİZLİ, 1/392) ‘aleyhlerine hüküm gerçekleşen’den kasıt ise, onlar hakkında hükmün yerine getirilmesi gereken kimseler demektir ki, bu hüküm de Yüce Allâh’ın ‘Cehennemi mutlaka cinlerden ve insanlardan dolduracağım.’ (es Secde, 32/13) buyruğunda işâret edilen husustur. (S. HAVVÂ, 11/19)

(Kıyâmet günü): “Ey Rabbimiz! İşte bunlar, bizim azdırdığımız kimselerdir.’ Yâni bizler ancak kendi irâdemizle azdık. Bunlar da bu şekilde kendi irâdeleriyle azdılar. Çünkü bizim onları azdırmamız bir vesvese ve güzel göstermekten ibâretti. O hâlde bizim azmamız ile onların azmaları arasında bir fark yoktur. (S. HAVVÂ, 11/19)

‘Kendimiz azdığımız gibi, onları da azdırdık.’ Rabb’imiz biz onları zorla saptırmadık. Çünkü onların kalplerini etki altına alacak, onların duygu ve düşüncelerine egemen olacak bir güce sâhip değiliz. Onlar kendi istekleriyle ve severek yoldan çıktılar. Nitekim biz de hiçbir zorlama olmaksızın kendi isteğimizle sapıklığa daldık. (S. KUTUB, 8/117, 118)   

‘Artık (onlardan) uzaklaştığımızı sana arz ederiz.’  Onları saptırma, yoldan çıkarma suçundan uzaklaştık, S. KUTUB, 8/118) ‘Zâten onlar, bize tapmıyorlar (aslındakendiarzuveheveslerinetapıyorlar)dı.” derler.’ Heykellere, putlara, senin yarattığın herhangi bir varlığa kulluk ediyorlardı. Biz kendimizi onlar için ilâhlık pozisyonunda görmedik. Onlar da bize kullukla yönelmediler. (S. KUTUB, 8/118)

Burada işâret edilmesi gereken ince bir nokta vardır: Aslında Allah, kendisine onları ortak koşanları hesâba çekecektir, fakat onlar cevap vermeden bizzat ortak koşulanlar cevap verecektir. Bunun sebebi şudur: Bütün müşrikler bu şekilde sorguya çekilirken onların önder ve kılavuzları azap vaktinin kendileri için geldiğini anlayacaktır, çünkü besbelli ki, izleyicileri kendilerini saptırdığı için onları suçlayacaktır. Dolayısıyla izleyiciler bir şey söylemeden onlar atılacak ve suçsuzlukları için mâzeret ve ricâda bulunacaklardır. (MEVDÛDİ, 4/181)  

‘Zâten onlar bize tapmıyorlardı.’ Aksine onlar hevâlarına tapıyor, arzularına itaat ediyorlardı. (S. HAVVÂ, 11/20)

(64).‘(Onlara: “Haydi!) Çağırın (Allah’la) ortaklarınızı!” denilecek. Onları çağıracaklar fakat onlar kendilerine cevap vermeyecekler ve azâbı göreceklerdir. Keşke onlar (dünyâdaiken) doğru yola gelselerdi.’ Sözde tanrı sayıp taptıkları varlıkların hiçbir fayda vermeyeceğini göstermek maksadıyla, müşriklere alay yollu hitap edilerek âhiret azâbından kendilerini kurtarmaları için tanrılarını yardıma çağırmaları istenir. Onlar da tanrılarından yardım isterler,  ancak tanrıları yardım etmek şöyle dursun, onlara cevap dahi veremezler. (KUR’AN YOLU, 4/241)

(65).‘Kıyâmet günü (Allah) onlara seslenip: “Peygamberlere ne cevap verdiniz?” diyecek.’ Bu, kişiye kabrinde: Peygamberin kimdir, dinin nedir? Şeklinde sorulacak soruyu andırmaktadır. Mümin kimse; Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allâh’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şâhitlik edecektir. Kâfir ise, Hı, bilmiyorum, diyecektir. Bu bakımdan kıyâmet gününde onun susmaktan başka verecek bir cevâbı da olmayacaktır. Zîrâ bu dünyâda kör kimse, âhirette daha kör ve yolca daha sapıktır. (S. HAVVÂ, 11/20, 21) 

Aslında Yüce Allah onların peygamberlere ne cevap verdiklerini biliyor. Fakat bu soru da,  kınama ve rezil etme amacı ile yöneltiliyor. Onlar da bu soruyu duymazlıktan gelerek, susarak karşılıyorlar. Bu duymazlıktan gelme, içinde bulundukları sıkıntının ifâdesidir. Suskunluk da, söylenecek bir şey bulamamaktan kaynaklanıyor. (S. KUTUB, 8/118)

(66).‘Kıyâmet günü onlara haber yolları kapanmıştır. Artık onlar birbirlerine de soramazlar.’  ‘O gün kurtarıcı cevapların bütün kapıları yüzlerine kapanmıştır’ ifâdesi, yargılama sırasında suçluların, kendilerini savunacak ve cezâdan kurtaracak hiçbir mâkul söz ve meşrû mâzeret bulamayacaklarını ifâde etmektedir. Birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklardır; çünkü cevap alabilseler bile bu cevâbın faydası olmayacaktır. (KUR’AN YOLU, 4/241) 

‘Ama kim (budünyâda) tevbe ve îman edip iyi (sevaplı) iş (vehareket)ler yaparsa, o takdirde kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.’ Nesefi der ki: Bu buyrukta Müslümanlara İslâm’a bağlılıkları dolayısıyla bir müjde, kâfirlere de îmâna girmek için bir teşvik vardır. (S. HAVVÂ, 11/21)

28/68-70  RABBİN,  DİLEDİĞİNİ  SEÇER  VE  YARATIR

68. (Ey Peygamberim!) Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçmek, onlara âit değildir. Allah, eş koştukları şeylerden uzaktır ve (O’nun) şânı yücedir.

69. (Ey Peygamberim!) Rabbin, müşriklerin sînelerinde gizledikleri şeyi de açığa vurdukları şeyi de (çokiyi) bilir. [bk. 13/10]

70. O Allah, ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Dünyâda ve âhirette hamd (her türlü övgü) O’na mahsustur. Hüküm de yalnız O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.

68-70. (68).‘Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.’ Allah Teâlâ fâil-i muhtardır / ne yapacağını kimseye sormaz. Dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Bâzı şeyleri cansız varlık, bâzılarını bitki, bâzılarını hayvan, bâzılarını insan olarak yaratmak; bunların bir kısmını velî, bâzısını peygamber olarak seçmek; yine bâzı varlıkları şeytan, bâzısını cin, bâzı mahlûkâtı da melek olarak yaratmak sâdece O’nun hakkıdır. Dolayısıyla bu âyetlerde şirk düşüncesi kökünden reddedilip tevhid akidesi ispat edilmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/709)

‘Seçmek, onlara âit değildir.’ Eğer bu gerçek kalplere ve vicdanlara yerleşirse insanlar uğradıkları bir zarardan, bir kötülükten dolayı öfkelenmezler. Elde ettikleri bir nîmetten, bir kazançtan dolayı da sevinip kendilerinden geçmezler. Elde edemedikleri, kaçırdıkları bir şey için üzülmezler. Çünkü bu şeyleri seçen, böyle olmasını belirleyen kendileri değildir. Bütünüyle bu seçimi yapan Yüce Allah’dır. (S. KUTUB, 8/119)

Bu demek değildir ki insanlar, akıllarını, irâdelerini ve enerjilerini devre dışı bıraksınlar, iptal etsinler. Bunun anlamı, insanların ellerinden gelen çabayı, düşünme, plânlama ve seçme yeteneklerini kullandıktan sonra meydana gelen sonucu hoşnutlukla, teslîmiyetle benimseyerek karşılamalarıdır. Çünkü onlara düşen ellerinden gelen çabayı sarf etmektir, sâhip oldukları yetenekleri kullanmaktır. Bundansonrasıileilgili belirleyici yetki Yüce Allâh’a âittir. (S. KUTUB, 8/120) 

(69).‘Rabbin, onların sînelerinde gizledikleri şeyi de açığa vurdukları şeyi de (çokiyi) bilir.’  (Çünkü) Allah aklın ve kalbin yalnızca açığa vurulan değil, gizli tutulan sırlarını da bilir: O, bir kimse ne tür bilgi, duygu, idrak, arzu, niyet ve şuûra sâhipse onu doğrudan aracısız bilir. (MEVDÛDİ, 4/183)

(70).‘O Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur’ cümlesi, Allâh’ın ilâh ve mâbud oluşunda tekliğini, eşinin, benzerinin, ortağının ve kendisinden başka bir ilâhın bulunmadığını ifâde eder. Bu cümle, hem ziki, hem duâ cümlesidir. Hadis: Peygamberimiz (s) ‘Z‘krin en üstünü ‘Lâ İlâhe illâllah’ diye yapılan zikirdir.’ Buyurmuştur. (Tirmizi Deavat 9, İ. KARAGÖZ 5/474, 475)   

‘Dünyâda ve âhirette hamd O’na mahsustur. Hüküm de yalnız O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.’ ‘Elhamdü lillâh’ cümlesi, övme, zikir, şükür, nimeti ikrar, minnet ve duâ cümlesidir. ‘Elhamdü lillâh’ diyen insan; yaratan, yaşatan, bütün nîmetleri var eden ve kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmış olan Allâh’ın anmış, övmüş, nîmetlerini ikrar etmiş, minnet duymuş, O’na duâ etmiş ve verdiği nîmetlere şükretmiş olur. (İ. KARAGÖZ 5/475)

Eğer Allah’tan başka bir ilâh daha olsaydı, o da ayrı emirler verir, hükümler koyar ve her biri kendi emrinin geçerli olmasını isterdi. Böylece kâinâtın nizâmı ve insanların hayat düzenleri bozulur, şaşkınlık ve sıkıntı içinde bocalarlardı. [bk. 21/22] (H. T. FEYİZLİ, 1/392)

‘Hüküm de O’nundur.’ Kulları üzerindeki hükümranlık O’nun tekelindedir. Onlarla ilgili meselelerde kendi hükmü ile hükmeder. Hiç kimse bu hükmünü geri çeviremez, değiştiremez. (S. KUTUB, 8/120)

Hüküm vermek sâdece Allâh’a âittir: Yüce Allah hem hâkim, yâni karar veren, hem hakîm, yâni her kaârı isâbetli ve çok hikmetli olandır. Helâl ve haram belirleme, rızık verme, dilediğini yaratma, kıyâmetin kopması karârı, mahşer yerinde insanları sorgulama, affetme veya cezâlandırma, cennet veya cehenneme koyma yetkisi tamamen Allâh’a âittir. (İ. KARAGÖZ 5/475)

28/71-75  DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ HİÇ?

71. (Rasûlüm! Müşriklere) De ki: “Söyleyin bakalım? Eğer Allah üzerinize geceyi kıyâmete kadar devamlı (karanlık) kılsa, Allah’tan başka, size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ (hakikatleri) işitmeyecek misiniz?”

72. (Ey Peygamberim!) Müşriklere) De ki: “(Yine) bana söyleyin bakalım, eğer Allah, üzerinize gündüzü kıyâmete kadar devamlı kılsa, içinde dinleneceğiniz bir geceyi, Allah’tan başka, size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ (Allâh’ınkudretini) görmez misiniz?”

73. (Allah) rahmetinden dolayı geceyi ve gündüzü yarattı ki hem (gece) içinde dinlenesiniz, hem de (gündüz) O’nun lütfundan (rızık) arayasınız ve (nîmetlerine) şükredesiniz. [bk. 17/12; 25/47; 78/9-11]

74. Kıyâmet günü (Allah) onlara seslenip: “Benim ortaklarım sandıklarınız (putlarveputlaştırdıklarınız) nerede?” diyecek. [bk. 2/165]

75. (Kıyâmet günü) her ümmetten (dünyâdakiinkârlarına) birer şâhit (peygamber) çıkarırız da: “Haydi, kesin delilinizi getirin!” deriz. Artık hak (dînin) Allâh’ın olduğunu bilecekler ve uydur(uptap)tıkları şeyler de kendi (huzur)larından kaybolup gidecek.

71-75. (71).‘(Rasûlüm! Müşriklere) De ki: “Söyleyin bakalım? Eğer Allah üzerinize geceyi kıyâmete kadar devamlı (karanlık) kılsa, Allah’tan başka, size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ (gerçekleri) işitmeyecek misiniz?” Yâni buna kim kâdir olabilir, kim güç yetirebilir, bana bildiriniz! Bunu yapabilen sâdece Allah olduğuna göre ve bunun bu şekilde olmasında ancak Allâh’ın bildiği pek çok menfaatler bulunduğuna göre, Allâh’ın rahmetini, hikmetini kabul edip tanıyınız, O’na teslim olunuz, anlamsız gerekçeler ileri sürerek İslâm’dan kaçmayınız. (S. HAVVÂ, 11/23)

Evrendeki düzen amaca uygunluk bakımından olabileceklerin en mükemmelidir. Bunun tesâdüfen olması ihtimâli aklen mümkün değildir. Düzenin bozulmadan devam etmesi de tek kudret elinden çıktığını, tek irâdeye tâbi olduğunu göstermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/243)   

(72).(Müşriklere) De ki: “(Yine) bana söyleyin bakalım, eğer Allah, üzerinize gündüzü kıyâmete kadar devamlı kılsa, içinde dinleneceğiniz bir geceyi, Allah’tan başka, size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ (Allâh’ınkudretini) görmez misiniz?” Çalışıp didinmelerinizden dolayı yorgun düştükten sonra, dinlenmenizi sağlayacak bir geceyi Allah’tan başka kim getirebilir? ‘Hâlâ görmeyecek misiniz?’ Böylelikle bütün bunları yapanın Allah olduğunu kabul etmeyecek (misiniz?) ve O’na karşı gerekenleri yerine getirmeyecek misiniz? (S. HAVVÂ, 11/23)

Gündüz saatlerindeki hareketlilik esnâsında harcanan enerjiyi yeniden toplamak için hayâtın bütünlüğü açısından bir süre geceleyin dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir an için hayatta kalacaklarını varsayarsak, şâyet kıyâmete kadar hep gündüz olsa, ne yapacak insanlar? Oysa eğer hep gündüz olsa, insanlık hayâtı yok olma ve durma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. (S. KUTUB, 8/121)    

(73).‘(Allah) rahmetinden dolayı geceyi ve gündüzü yarattı ki hem (gece) içinde dinlenesiniz, hem de (gündüz) O’nun lütfundan (rızık) arayasınız ve (nîmetlerine) şükredesiniz.’ Çünkü gece dinlenme ve huzur demektir. Gündüz ise, hareket demektir, yorulma ve Allâh’ın lütfuna yönelme demektir. İnsanlara ne verilmişse Allâh’ın lütfundandır. (S. KUTUB, 8/122)

‘Tâ ki şükredesiniz.’ Gece ve gündüz çeşitli ibâdetlerle Allâh’a şükrediniz. Geceleyin yapamadığı bir kısım ibâdeti gündüzün telâfi eder, tamamlar yâhut gündüzün yapamadıklarını geceleyin telâfi eder / tamamlar. (S. HAVVÂ, 11/24)   

(74).‘Kıyâmet günü (Allah) onlara seslenip: “Benim ortaklarım sandıklarınız (putlarveaşırısevgiylebağlanıpputlaştırdıklarınız) nerede?” diyecek.’ Bu soru, yukarıda 62. Âyette geçen sorunun aynıdır. (cevâbı hakkında bilgi için bk. 62-64. âyetler) Sorunun burada tekrar edilmesi, günahkârların dünyâdaki tutumlarını aklen hiçbir şekilde haklı gösterebilecek durumda olmadıklarını vurgulamak içindir. Nitekim bir sonraki âyette de bu hususa dikkat çekilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/243)

Burada Yüce Allah, kendisine ortak tutulmaktan dolayı azarı tekrarlamaktadır. Böylelikle, şirk koşmaktan daha çok Allâh’ın gazabını çekecek bir şeyin olmadığı açıklanmış olsun. Nitekim tevhidden daha çok rızâsına ulaştıracak başka bir şey de yoktur. (Nesefi’den S. HAVVÂ, 11/24)

(75).‘(Kıyâmet günü) her ümmetten (dünyâdakiinkârlarına) birer şâhit (peygamber) çıkarırız da: “Haydi, kesin delîlinizi getirin!” deriz. Artık hak (dînin) Allah’ın olduğunu bilecekler ve uydur(uptap)tıkları şeyler de kendi (huzur)larından kaybolup gidecek.’ Müfessirlere göre 75. Âyette her ümmetten çıkarılacağı bildirilen şâhitten maksat peygamberlerdir. (Taberi, Şevkâni, İbn Âşur). Yüce Allah, bütün insanları mahşerde biraraya topladığında her milletin peygamberini çağırıp, kendisinden o millete vaktiyle Allâh’ın emir ve yasaklarını tebliğ edip etmediğini, tebliğ ettiyse nasıl cevap verdiklerini soracak ve onlar hakkında tanıklık etmesini isteyecektir; Hz. Muhammed de kendi ümmeti hakkında tanıklık edecektir. (bk. Nisâ 4/41, KUR’AN YOLU, 4/243) 

Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: ‘Peygamberler ve şâhitler getirilir.’ (Zümer, 39/69) Yine şöyle buyurulmuştur: ‘Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz, seni de onlara şâhit getirdiğimiz zaman durum nasıl olur?’ (Nisâ, 4/41) Her peygamber ümmetinin dünyâda yaptığı amellere şâhit olacak, Hz. Muhammed (sa) de bütün peygamberlere şâhitlik edecektir. (Vehbe Zuhayli’den, N. YASDIMAN, 7/368)   

28/76-82  KÂRÛN’U  DA,  YERİN  DİBİNE  GEÇİRDİK  

76. Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi. Ama onlara karşı azgınlık etti. Biz ona öyle hazîneler verdik ki anahtarları(nıbiletaşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Çünkü Allah şımaranları sevmez.”

77. “Allah’ın sana verdiği (hertürlü) şeyde âhiret yurdunu da ara. Dünyâdan (helâlindenolarak) nasîbini de unutma! Allâh’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et. (Emirlerinemuhâlefetederek) yeryüzünde bozgunculuk yapma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” [bk. 2/201-202; 63/10]

78. (Kârun🙂 “Bu (servet) bana, ancak benim ilmim sâyesinde verildi.” dedi. O, kendisinden evvelki nesillerden, ondan daha güçlü ve taraftarları kendisinden daha çok nicelerini Allâh’ın helâk ettiğini bilmiyor muydu? Artık suçlulara günahları sorulmaz (cezâlarıverilir).

79. Derken (Kârunbirgün), ziyneti (veihtişâmı) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını (sevip) isteyenler: “Keşke, Kârûn’a verilen (mal) gibi bizim de olsaydı. Gerçekten o büyük bir servet sâhibidir.” dediler.

80. Kendilerine (mânevî) ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size! Allâh’ın sevâbı (mükâfâtı), îman edip de sâlih amel işleyenler için (kahrındanverdiğidünyâlıktan) daha hayırlıdır. Ona da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz.” dediler.

81. Nihâyet biz onu da sarayını da yer(indibin)e geçir(iver)dik. Artık Allâh’a karşı, kendisine yardım eden bir topluluğu da olmadı. O, kendisini kurtaranlardan da değildi.

82. Dün onun yerinde olmayı isteyenler, (sabahleyin): “Vay be! Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı veriyor da, kısıyor da. Eğer Allah bize lütfetmeseydi, elbette bizi de (yere) batırırdı. Vay! Demek ki küfre sapanlar iflâh olmaz!” demeye başladılar.

76-82. (76).‘Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi. Ama onlara karşı azgınlık etti. Biz ona öyle hazîneler verdik ki anahtarları(nıbiletaşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Çünkü Allah (böbürlenip) şımaranları sevmez.” Firavun siyâsi zulüm ve baskıda sembol olduğu gibi, Kârun da mâli baskı ve vurgunculukta semboldür. Bu şekilde Kârun hikâyesi karaborsacı, vurguncu bir kapitalist kıssasıdır. (ELMALILI, 6/202)

Kârun, Hz. Mûsâ’nın (as) kavmine mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur’ân-ı Kerîm bu çokluğu ‘hazîneler’ olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedâvül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Kârun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor.  Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. (S. KUTUB, 8/124)  

‘Derken onlara karşı azgınlık etti.’ Vurgunculuk yaptı, zekâtını vermedi, Mûsâ’ya isyan etti. (ELMALILI, 6/202)

‘..Anahtarlarını bile taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu.’ ‘Ekip’ diye çevirdiğimiz ‘usbe’ kelimesi, on yâhut daha çok (kırka kadar) kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat’ anlamına gelmektedir. (İbn Âşur) Burada kinâye yoluyla Kârun’un servetinin çokluğu ifâde edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/246)

‘Şımarma’ mala güvenmekten, servet biriktirmekten, mal mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibre kapılıp şımarma. Malı kendisine bahşedeni unutan, bu nîmete karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçme. (S. KUTUB, 8/125)

Âyet-i kerîmelerde kötülenen mal, sâhibini azdıran ve şımartan maldır. Yoksa Sâd sûresi 39. âyette ifâde edildiği gibi, Süleyman (as) mülk ve otoriteye sâhip olması için duâsı bize öğretilir. Süleyman (as) sâhip olduğu mal, Kârûn’unkinden çok fazla idi. Ama Süleyman (as)’ın ibâdetine ve şükrüne engel değildi. (Mahmut TOPTAŞ’tan N. YASDIMAN, 7/371)      

(77).“Allâh’ın sana verdiği (hertürlü) şeyde (zenginlik ve servetle, S. HAVVÂ) âhiret yurdunu da ara.’  Fakirlere tasadduk ederek, akrabâlık bağlarına riâyet ederek, hayır yollarına harcayarak bunu gerçekleştir. (S. HAVVÂ, 11/27)

‘Dünyâdan (helâlindenolarak) nasîbini de unutma!’ Yâni Allâh’ın sana dünyâda mubah kılmış olduğu yiyecek,  içecek, giyecek,  mesken ve nikâhlanacağın hanımlar gibi helâl şeylerden faydalan. Çünkü senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin bir hakkı vardır, eşinin bir hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver. (S. HAVVÂ, 11/27)   

‘Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et.’ Çünkü bu mal, Yüce Allâh’ın bağışı ve iyiliğidir. Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama, yaratıklara iyilikte bulunma, nîmetin bilincinde olma ve O’na şükürle karşılık verme gibi. (S. KUTUB, 8/126)  

Yüce Allah bu âyet-i kerîmede dünyâ ve âhiret nasîbini aramada bir denge tavsiye etmektedir. Sonraki âyetlerde, aşırı hırsın ve tamâmen dünyâya dalmanın, dünyâperestliğin ve onunla böbürlenmenin felâketini bildirmektedir. İslâm’ın bildirdiği ölçüler dâhilinde dünyâ ve âhiret dengesini temin için çalışmak, İslâm’ın öngördüğü yaşama biçimidir. Çünkü dinimiz, Allâh’ın emirlerine uygun yaşamın yanında çalışıp helâlinden kazanmayı ve helâle harcamayı övmüş ve emretmiştir. Aksine haramı helâli, günahı sevâbı ve âhireti düşünmeden Allâh’a kulluktan uzaklaşıp yalnız dünyâ için çalışmak, insanı aç gözlü, maddeperest, çıkarcı ve maksadı için her türlü acımasızlığı ve hâinliği yapar hâle getirir. Âhiret nîmetlerinden de nasîbi olmaz. Hadîs-i şerîfe göre ‘büyük bir fitne çıkmadıkça’ yalnız âhirete çalışmak için toplumdan ayrılıp dünyâ işlerini bırakmak / el etek çekmekle, sosyal bir varlık olan insan, kendi yaratılışına, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine aykırı hareket etmiş olur. [bk. 57/20-21; 103/1-3] (H. T. FEYİZLİ, 1/393)

‘(Emirlerinemuhâlefetederek) yeryüzünde bozgunculuk yapma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.” Zulümle, azgınlıkla, Allâh’ın yolundan alıkoymak sûretiyle bozgunculuğun ardına düşme! İçinde bulunduğun bu imkânları yeryüzünde fesat çıkartmak ve Allâh’ın yaratıklarına kötülük için kullanma. ‘Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.’ Aksine onlara buğzeder. Bu O’nun bir sünnetidir. (S. HAVVÂ, 11/28)

(78).‘(Kârun🙂 “Bu (servet) bana, ancak benim ilmim sâyesinde verildi.” dedi.’  Bu malı, sâhip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O hâlde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdâhâle ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hak ettim. (S. KUTUB, 8/126)    

‘O, kendisinden evvelki nesillerden, ondan daha güçlü ve taraftarları kendisinden daha çok nicelerini Allâh’ın helâk ettiğini bilmiyor muydu?’ Yâni kendisinden daha güçlü, daha zengin kimseleri yok etmiştir. Kendisinden daha fazla servete sâhip olanlara bu kadar serveti vermiş olmamız, bizim onlara olan sevgimizden değildir. Kâfir oldukları için ve şükretmediklerinden dolayı onları da helâk etmiş bulunuyoruz. (S. HAVVÂ, 11/28)

İslâm ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadar var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz. Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe harcamasına, cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez. Bunu sağlamak için de mal üzerinde topluma bâzı haklar verir. Topluma mal kazanmanın, geliştirmenin, harcamanın ve bu maldan kişisel olarak yararlanmanın yollarını denetleme yetkisini tanır. (S. KUTUB, 8/126, 127)

‘Artık suçlulara günahları sorulmaz (cezâlarıverilir).’  Yâni filân suçu, günahı işleyen kimdir? Diye araştırmak için ne şundan, ne bundan ve ne de kendilerinden sorulmaya gerek görülmeksizin Allah tarafından bilinmektedirler. Meleklerce de yüzlerinden bilinir ve derhâl yaka paça tutulurlar. ‘Suçlular sîmâlarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.’ (Rahmân, 55/41, ELMALILI, 6/203)   

Yâni suçlular sürekli her türlü kötülükten beri olan iyi kimseler olduklarını iddiâ etmişlerdir, fakat onlara verilecek cezâ kendi ifâdelerine dayanılarak verilmez. Çünkü yakalandıklarında kendi günahlarını vs. itiraf etmezler. (MEVDÛDİ, 4/187)

(79).‘Derken (maddeperestKârunbirgün), ziyneti (veihtişâmı) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını (sevip) isteyenler: “Keşke, Kârûn’a verilen (mal) gibi bizim de olsaydı. Hakikaten o büyük bir servet sâhibidir.” dediler.’ Onlar insanların âdeti üzere bolluk ve zenginlik arzusu ile bu sözleri söylediler. Yâni gıpta ettiklerinden dolayı bunu dediler. (S. HAVVÂ, 11/28)

Bu, insanın tabii bir eğilimi idi. İnsan imkân ve zenginliği arzu etmektedir: ‘Gerçekten insan mal sevgisi şiddetli bir varlıktır.’ (Âdiyât 100/8, Vehbe ZUHAYLİ’den N: YASDIMAN, 7/377) 

Dünyâ hayâtına düşkün olanlar Kârûn’un servet ve ihtişâmını gördükçe, onun şanslı bir insan olduğunu düşünüyor ve onun yerinde veya onun kadar zengin biri olmak istiyorlardı. İlim ve irfan sâhibi kimseler ise, onları kınayarak bu tür özentilerin yersiz olduğunu söylüyorlardı.  Zîrâ dünyâdaki servet geçici, âhiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıydı. (krş. Kehf 18/46; A’lâ 87/16-17; KUR’AN YOLU, 4/246)

(80).‘Kendilerine (mânevî) ilim verilenler (yâni sevap, cezâ, dünyânın fâni, âhiretin bâkî oluşuna dâir bilgilere sâhip olan kimseler Kârûn’a bu şekilde gıpta edenlere, S. HAVVÂ, 11/29)  ise: “Yazıklar olsun size! Allâh’ın sevâbı (mükâfatı), îman edip de sâlih amel işleyenler için (kahrındanverdiğidünyâlıktan) daha hayırlıdır. Ona da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz.” dediler.’ Yâni Yüce Allâh’ın âhiret yurdunda vereceği mükâfat, sizin gördüklerinizden daha hayırlıdır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ‘Yüce Allah buyurur ki: Ben sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayâline gelmeyen şeyler hazırladım. Dilerseniz şu buyruğu okuyunuz: ‘Kendileri için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nîmetler gizlendiğini hiçbir nefis bilmez.’ Secde 32/17; İbn Kesir ’den S. HAVVÂ, 11/29)   

(81).‘Nihâyet biz onu da sarayını da yer(indibin)e geçir(iver)dik.’ O da sarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı yerin dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır, yerinde bir cezâdır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek insanlara tepeden bakan Kârun, güçsüz ve çâresiz biri olarak yok olup gitti. Hiç kimse ona yardım etmedi. Ne malı ne de mevkisi kendisini kurtaramadı. (S. KUTUB, 8/129)  

‘Artık Allâh’a karşı, kendisine yardım eden bir topluluğu da olmadı. O, kendisini kurtaranlardan da değildi.’ Yâni malı da, topluluğu da, hizmetkârları da, büyüklenmesi de ona hiçbir fayda sağlamadı. Allâh’ın cezâsına, azâbına karşı onu savunamadı. Kendisinin de, kendisine yardımı dokunamadı. Ne başkasının ne de kendisinin, kendisine faydası olmadı. (İbn Kesir ‘den, S. HAVVÂ, 11/29)

İnsanı tuğyâna yâni Allâh’a ihtiyaç duymayıp isyan ve zulme sürükleyen en büyük etkenlerden biri malının çokluğu, diğeri de siyâsî otoritesi ile büyüklenip şımarmasıdır. Âdetullah gereği bunların her ikisi de helâke götürücüdür (16/112; 28/58). İşte Kârun’da bu ikisi de vardı. Verilen mal / servet nîmetiyle hem nankörlük yapıyor, Firavun gibi Allâh’ı hesâba katmayıp emirlerini hiçe sayıyor, zevk ve sefâ içinde yaşıyor, hem de hâlkın zayıflarını küçük görüp onlara zulmediyor, haklarını vermiyor, üstelik otoritesiyle kendisini ülkenin rabbi görüyordu. İşte bu sebeple Allâh’ın gazabına ve azâbına uğrayıp yandaşları ile helâk oldu. [bk. 28/38-42; 79/24-25] (H. T. FEYİZLİ, 1/394)

Hadis: Buhâri’de ez Zühri‘den şu rivâyet sâbittir: Sâlim’den rivâyet edildiğine göre, babası şunu anlatmış: Rasûlullah (sa) buyurdu ki: ‘Derken elbisesini sürüye sürüye yürüyen bir adam, yerin dibine geçirildi. Kıyâmet gününe kadar o yerde böylece hareket edip durmaktadır.’ (S. HAVVÂ, 11/34)

(82).‘Dün onun yerinde olmayı isteyenler, (sabahleyin): “Vay be!’ (Bu, hatâya ve pişmanlığa dikkat çeken bir sözdür, pişman olan pişmanlığını ortaya çıkardığı zaman kullanır. S. HAVVÂ, 11/30) 

Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı veriyor da, kısıyor da. Eğer Allah bize lütfetmeseydi, elbette bizi de (yere) batırırdı. Vay! Demek ki küfre sapanlar iflâh olmaz!” demeye başladılar.’  Bu ifâdelerle, Kârûn’un malına sâhip olmayı temenni eden kimselerin bu davranışlarının hatâlı olduğunu fark ettiklerini ve malın Yüce Allâh’ın mal sâhibinden râzı olduğunun delili olmadığını öğrendiklerini görüyoruz. Çünkü Yüce Allah,  malı sevdiğine de sevmediğine de verir, îmanı ise sevdiği kimselere verir. (S. HAVVÂ, 11/30) 

Cenâb-ı Hak Kârun olayının bu bölümünü belirtirken, gaflete dalıp kendini dünyâlığa kaptıran zayıf irâdeli müminleri uyarmakta ve insanları iyiye, doğruya, hakka ve fazîlete irşad eden ilim adamlarının öğüt ve tavsiyelerine kulak vermelerini emretmektedir. Aksi hâlde ölüm olayıyla bütün fırsatlar kaçırılmış ve dönüşü mümkün olmayan bir çizgiye varılmış olur. (Celâl YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 7/382)     

Kârun kıssası, servet ve gücüne güvenerek, kendini imtiyazlı ve büyük görüp Allâh’a isyan, insanlara karşı haksızlık eden ve sınırı aşanlar için asırları aşıp gelen bir ibret tablosu, bir öğüt levhasıdır. (KUR’AN YOLU, 4/247) 

28/83-88  İŞTE  ÂHİRET  YURDU!

83. İşte âhiret yurdu(ndakicennet) ki: Biz onu, yeryüzünde (emirlerimiziyerinegetirmede) büyüklenmek ve (onlarıihlâlederek) bozgunculuk etmeyen kimselere veririz. (Engüzel) sonuç (olancennet), muttakîlerindir. [krş. 2/33; 19/63; 38/49; 43/35; 89/10-14]

84. Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı (olan cennet) vardır. Kim de kötülükle gelirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kötülük kadar cezâlandırılırlar. [krş. 6/160; 27/89-90]

85. (Ey Peygamberim!) Hiç şüphesiz bu Kur’ân’ı (okuyupameletmeyi) farz kılan (Allah), elbette seni dönülecek yere (Mekke’ye) döndürecektir. De ki: “Rabbim, hidâyetle geleni de apaçık bir sapıklık içinde olanı da en iyi bilendir.”

86. (Rasûlüm! Bu) Kur’ân’ın, sana (vahiyle) indirileceğini beklemiyordun. (Bu,) ancak Rabbinden bir rahmet (olarakindirilmiş)tir. O hâlde inkârcılara arka çıkma!

87. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın âyetleri sana indirildikten sonra, onlar(ıtatbiketmek / uygulamak)ten sakın seni alıkoymasınlar! (Korkmadan, yılmadan) Rabbine (insanları) dâvet et. Aslâ müşriklerden (vedeonlardanyana) olma!

88. (Ey Peygamberim!) Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarıp tapma / tapınma! O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zâtından başka herşey yok olacaktır. Hüküm (vemutlakhâkimiyet) sâdece O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz. [krş. 55/26-27]

83-88. (83).‘İşte âhiret yurdu(ndakicennet) ki: Biz onu, yeryüzünde (emirlerimiziyerinegetirmede) büyüklenmek ve (onlarıihlâlederek) bozgunculuk etmeyen kimselere veririz. (Engüzel) sonuç (olancennet), muttakîlerindir.’ Âhiret yurdundan maksat, cennettir. Oraya girecek kulların üç önemli özelliği vardır: (1) Birincisi: Bunlar mütevâzıdırlar. Sâhip oldukları tüm nîmetlerin gerçek sâhibinin Allah olduğunu bilirler. Bu sebeple, maddi ve mânevi imkânlarıyla kimseye karşı üstünlük taslamaz,  böbürlenmezler. Böyle bir şeyi arzu da etmezler. (..) (2) İkincisi: âyetin övdüğü bu seçkin insanlar bozgunculuk peşinde olan kimseler de değildir. Ellerinden ve dillerinden kimseye zarar gelmeyen, bilâkis fayda gelen; imkânları oranında ıslâha çalışan kimselerdir. (3) Üçüncüsü: bunlar takvâ sâhibidirler. Kalpleri Allâh’a karşı saygı ve korkuyla doludur. Bu korkuyla O’na karşı gelmekten sakınır, günahlardan uzak durur, güzel ve yararlı işler yapmanın peşinde olurlar. (Ö. ÇELİK, 3/715)  

İbn Cerir rivâyet ediyor… Ali (r) dedi ki: Eğer kişinin ayakkabı bağı, arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olması kendisinin hoşuna gidiyor ise, Yüce Allah’ın: ‘İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyen kimselere veririz. Âkıbet takvâ sâhiplerinindir’  buyruğunun kapsamına girer. Buradaki bu açıklama, kişi bununla böbürlenmeyi ve başkasına karşı haksızca tavırlar takınmayı arzu etmesi hâline yorumlanmıştır. (S. HAVVÂ, 11/34)

Hadis:  Nitekim sahih hadiste Peygamber (s)’in şöyle buyurduğu sâbittir: ‘Bana şu vahyedildi: Tevâzu gösteriniz. O kadar ki kimse kimseye karşı böbürlenmesin, kimse kimseye karşı azgınlık etmesin.‘ Şâyet sırf güzel görünmek maksadıyla böyle bir şeyi arzu edecek olursa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü sâbit olduğuna göre, adamın birisi şöyle demiştir: Ey Allâh’ın Rasûlü, ben elbisemin güzel,  ayakkabımın güzel olmasını istiyorum, acaba bu kibirden midir? Diye sordu, Hz. Peygamber, muhakkak Allah güzeldir, güzeli sever,  diye buyurdu. (S. HAVVÂ, 11/34, 35)      

(84).‘Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı (olan cennet) vardır. Kim de kötülükle gelirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kötülük kadar cezâlandırılırlar.’      Hadis: ‘Kim güzel bir âdeti başlatırsa, kendisine hem o davranışın, hem de kıyâmete kadar onu örnek alan kimselerin sevâbı verilir. Yine kim kötü bir âdeti başlatırsa kendisine hem bu davranışın, hem de kıyâmete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir.’ (Müslim İlim 15, İbn Mâce Mukaddime 14, Dârimi Mukaddime 44’den H. DÖNDÜREN, 2/627)

Hadis: Ebû Ubeyde İbn Cerrah (r)’ın naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: Kim Allah yolunda harcarsa yedi yüz kat ecir alır. Kim de kendisinin ve âilesinin ihtiyaçları için harcar, hasta ziyâret eder veya insanlara ezâ veren şeyi kaldırırsa, benzerlerine göre on kat ecir alır. (Tirmizi Fezâilü’l Cihad 4, Nesâi Cihad 45, İbn Hanbel 1/195’den H. DÖNDÜREN, 2/627)     

(85).‘Hiç şüphesiz bu Kur’ân’ı (okuyupameletmeyi) farz kılan (indiren, M. DEMİRCİ, 2/500, 501) (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Rabbim, hidâyetle geleni de apaçık bir sapıklık içinde olanı da en iyi bilendir.”    ‘Mead’ (..) Bunun hem dünyâyı hem de âhireti ilgilendiren bir boyutu vardır. Buna göre Yüce Allah Peygamberini, aynı zamanda müşriklerin ‘sana uyarsak yerimizden yurdumuzdan çıkarılırız’ sözlerine bir cevap olarak dünyâda hayallerinin bile ulaşamayacağı yüksek bir zafer, izzet ve şerefe ulaştıracağını müjdelemektedir. Gerçekten de aradan fazla bir zaman geçmeden bütün Arap yarımadasının hâkimiyeti Allah Rasûlü (s)’e lütfedilmişti. Ona, karşı koyabilecek hiçbir güç kalmamıştı. Âhirette ise, Allah onu en güzel dönüş yeri olan cennete ve rızâ-i ilâhiye, en yüce makam olan Makâm-ı Mahmûd’a eriştirecektir. (Ö. ÇELİK, 3/715, 716)

(86).‘(Rasûlüm! Bu) Kitab’ın, sana (vahiyle) indirileceğini beklemiyordun. (Bu,) ancak Rabbinden bir rahmet (olarakindirilmiş)tir. O hâlde inkârcılara arka çıkma!’ Peygamberlik görevi, kişinin istemesine ve bu yolda gayret göstermesine bağlı olmayıp, Allâh’ın seçmesi, lütuf ve ihsânıyla verilen yüce bir görevdir. Nitekim âyette Hz. Peygamberin böyle bir ümit taşımadığı, böyle bir görev düşünmediği ifâde edilmektedir. Allah, kullarına merhamet ettiği, onların yeryüzünde şaşkın ve sapkın bir şekilde yaşamaları neticesinde hem dünyâda hem âhirette sıkıntıya düşmelerini istemediği için aralarından kendilerine doğru yolu gösterecek peygamberler göndermiş ve bunlara rehberlik edecek kitaplar vahyetmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/249)

‘Öyle ise sakın kâfirlere yardımcı olma!’ İbn Kesir der ki: Fakat bunun yerine onlardan ayrıl, onlarla ilişkiyi kes, onlara muhâlefet et!’ (S. HAVVÂ, 11/38)

‘Kâfirlere destek vermek’, kâfirlerin inançlarının, düşüncelerinin, görüşlerinin ve gittikleri yolların doğru olduğu kanaatini verecek ve kâfir olarak ölenleri ümitlendirereksöz söylemektir. Müminlerin, paganizmin, ateizm, deizm, komünizm, Budizm ve benzeri düşünceleri, bu amaçla kurulmuş örgütleri savunan, topluma hâkim kılmaya çalışan, İslâmî inanç, düşünce ve uygulamaları devre dışı bırakmak isteyenlere fikir, söz, eylem ile veya maddi ve maddi olmayan herhengi bir destek vermemeleri gerekir. Küfrü benimsemek ve kâfirlere inançlarında destek vermek küfürdür. Âyette peygamberin şahsında bütün müminlere uyarı vardır. (İ. KARAGÖZ 5/488)

(87).‘Allâh’ın âyetleri sana indirildikten sonra, onlar(ıuygulamak)tan sakın seni alıkoymasınlar!’ Çünkü kâfirlerin hiçbir zaman izlemekten vazgeçmedikleri yol, çeşitli yöntemlere ve araçlara başvurarak dâvâ adamlarını dâvet hareketinden alıkoymaktır. Müminlerin tutumu ise kendi yollarını izlemektir. Engellemeye çalışanlar onları durduramaz. Düşmanları, onları bu yolu izlemekten alıkoyamaz. Çünkü Allâh’ın âyetleri ellerindedir ve bu âyetlere uymakla yükümlüdürler. Bu onların omuzladıkları bir emânettir. (S. KUTUB, 8/133)

‘.. Allâh’ın âyetleri’ ile maksat, Kur’an âyetleridir. Yüce Allah Hz. Peygamberin şahsında müminlere; müşrik, ateist, deist ve benzeri inançtaki kâfirlerin düşünce, telkin ve yönlendirmelerine, ilke ve hükümlerine uyup, Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyeti terk etmelerini yasaklamaktadır. Bir kimse, bir âyeti veya âyetlerdeki bir hükmü kabul etmezse kâfir olur; kabul eder fakat uygulamazsa fâsık, âsi ve zâlim olur. (İ. KARAGÖZ 5/488) 

‘(Korkmadan, yılmadan) Rabbine (insanları) dâvet et.’ Allâh’a çağır, milliyetçiliğe, ırkçılığa değil. Bir toprak parçasını zaptetmeye, bir bayrağı dalgalandırmaya, bir ganîmet elde etmeye, bir arzuyu tatmin etmeye ve bir ihtirâsı dindirmeye değil. (S. KUTUB, 8/133)  

‘Aslâ müşriklerden (vedeonlardanyana) olma!’ Onlara mensup olmak, onlarla birlikte olmakla, amelinle, inancınla onlara hiçbir hususta benzeme. (S. HAVVÂ, 11/38)

(88).‘Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarıp tapma!’ Ancak O’na ibâdet yakışır. İlâhlık, ancak O’nun azametine yaraşır. (S. HAVVÂ, 11/39)

‘O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.’ Çünkü ancak Allâh’a teslim olunur. Sâdece O’na kulluk yapılır. O’nun dışında güç, kuvvet sâhibi yoktur. Yalnızca O’nun koruyuculuğuna sığınılır. (S. KUTUB, 8/133)

‘O’nun zâtından başka herşey yok olacaktır.’ Çünkü her şey geçicidir, gidicidir. Mal – makam, güç – iktidar, hayat – nîmetler, yeryüzü ve üstündekiler, gökler ve içindeki canlı – cansız tüm varlıklar, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yönleriyle bu evren… Her şey yok olacaktır. Sâdece Yüce Allah’ın zâtı bâki kalacaktır. Tek başına O kalacak ve geride hiç kimse kalmayacaktır. (S. KUTUB, 8/133) 

Bu buyruk ile Hayy, Kayyum, Bâki olduğunu haber vermektedir. Bütün mahlûkat ölür,  kendisi ölmez. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Onun üzerindeki her canlı yok olacaktır.’ (er Rahmân, 55/26-27) Burada da zâtını ‘vech’  buyruğu ile ifâde etmiştir.   (İbn Kesir ‘den, S. HAVVÂ, 11/39)

‘Hüküm (vemutlakhâkimiyet) sâdece O’nundur’ Yaratıkları arasında hüküm vermek, emretmek, yasaklamak, şeriat, kânun koymak, her şeyin mutlak mâliki olmak, mutlak tasarruf, yalnız O’nundur ve O’nun hükmünü kovuşturacak hiç kimse yoktur. (S. HAVVÂ, 11/39)

’Hüküm O’nundur.’ Dilediği gibi hükmeder ve bu hükmü istediği gibi uygular. Hiç kimse hükmünde O’na ortak değildir. Ve kimse O’nun hükmünü geri çeviremez. Sâdece O’nun dilediği olur. Başkası değil. (S. KUTUB, 8/133)   

‘..ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.’ Kıyâmet gününde dönüşünüz O’na olacaktır. Amellerinizin karşılığını verecektir; hayır ise hayır göreceksiniz, şer ise şer (göreceksiniz). (S. HAVVÂ, 11/39)

O’na döndürüleceksiniz.’ Hepiniz ölümünüzden sonra O’nun huzûruna götürülecek, mahkeme olunacak, ona göre cezânız, mükâfâtınız ne ise alacaksınız. (ELMALILI, 6/206)

(Allah’ın yardımıyla altıncı cilt ve 28. Sûre, Kasas sûresi tamamlandı, Elhamdülillah. 9 Ocak 2016 / 29 Rabiulevvel 1437, Cumartesi, saat 23.13)