Me’aric Suresi

70 / Me’âric Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 44 âyettir. Adını üçüncü âyette geçen “me’âric”kelimesinden almıştır. Me’âric, “ma’rec”’in çoğulu olup “yükselme dereceleri” demektir. (H. T. FEYİZLİ, 1/567)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 70/1-7  ONLAR,  O  AZÂBI  UZAK  GÖRÜYORLAR

1-3. (Müşriklerden) biri, (meleklerin) yükselme vâsıtaları ve yükseldiği göklerin sâhibi Allah’tan, kâfirler için gelecek olan ve hiç kimsenin engel olamayacağı azâbın hemen gelmesini istedi.

  1. Melekler ve Cebrâil, miktarı (sizce) elli bin yıl olan bir gün içinde O’na ulaşır. [bk. 22/47; 32/5]
  2. (Rasûlüm!) Sen güzel bir sabırla katlan.

6, 7. Şüphesiz kâfirler, (cehennem) azâbını uzak görürler.  7. Biz ise, onu yakın görüyoruz.

 1-7. (1, 2).’İsteyen birisi inecek azâbı istedi.’ İsteyen birisi kâfirler için kesinlikle gerçekleşecek azâbın acele inmesini istedi. ‘O kâfirler içindir ve onu önleyecek yoktur.’ O azap kâfirler için hazırlanmıştır ve Allah meydana gelmesini istediği zaman azâba engel olabilecek hiçbir kimse yoktur. (S. HAVVÂ, 15/324)

Rasûlullah (s)’in dâvetine inanmayan, onun, îman etmedikleri takdirde başlarına büyük bir azâbın geleceği yönündeki uyarısını da alay ve eğlenceyle karşılayan müşrikler, kendilerine vaad edilen o azâbın bir an önce gelmesini istiyorlardı. Rivâyete göre Nadr b. Hâris ‘Ey Allah! Eğer bu Kur’ân, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder.’ (Enfâl 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyetler inmişti. (Râzi’den, Ö. ÇELİK, 5/232, 233)

(3).‘(O azap,)yüceliklerin sâhibi Allah’tan gelecektir.’ Yüce Allah, azâbın ne zaman geleceğini soran kişiye cevap verirken ‘zi‘l meâric’ ifâdesini kullanarak, bunun yükselme derecelerinin sâhibi yâni uçsuz bucaksız kâinâtın yaratıcısı tarafından mutlaka gönderilecektir. Buna göre ‘zü’l meâric’ ifâdesiyle Allah semânın yollarını kastetmiştir. Bu da mecâzen Allâh’ın yüceliğini ifâde etmektedir. Bu yaklaşımı zü’l meâric sözünün geçtiği 3’üncü âyetin ardından gelen aynı sûrenin dördüncü âyeti de desteklemektedir. (M. DEMİRCİ, 3/422)  

(4).Bir önceki âyette geçen ‘huzûruna yükselmenin birçok yolu bulunan’ şeklindeki ifâdenin ardından burada da Melekler miktârı ellibin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler’ buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifâdenin kıyâmet ve uhrevi hesapla, dünyâ ve âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sâdece meleklerin Allâh’a yükselmesinden söz edilmektedir. Şevkâni’nin naklettiği bir yorumda da belirtildiği gibi, bu âyetteki ellibin sayısı bu mertebelerin ne kadar yüce olduğunu zihinlerde canlandırmayı amaçlayan temsîlî bir anlatımdır. (krş. Hac 22/47, KUR’AN YOLU, 5/454)   

(5).‘(Rasûlüm!) Sen güzel bir sabırla katlan.’ Kâfirlerin Allâh’ın azâbını acele istemelerinin hemen arkasından sabretme emrinin gelmesi, bu gibi tutumlar karşısında, İslâm dâvetçisinin sabır huyuyla bezenmesi gerektiğini ifâde etmek içindir. İbn Kesir şöyle der: ‘Ey Muhammed! Kavminin seni yalanlamasına ve vukûunu imkânsız gördükleri için azâb-ı ilâhiyi hemen istemelerine karşı sabret.’ (S. HAVVÂ, 15/328)

‘sabret’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Dolayısıyla sabretmek farz bir görevdir. (..) Yüce Allah, Bakara sûresinin 155’inci âyetinde sabredenlerin müjdelenmesini istemiş, Zümer sûresinin 10’uncu âyetinde sabredenlere hesapsız derecede sevap vereceğini bildirmiştir. Bu sevaba erişebilmek için ‘Rabbin için sabret’ (74/7) âyetinde emredildiği gibi sabrın Allah için yapılması gerekir. (İ. KARAGÖZ 8/211)

(6, 7).‘Şüphesiz kâfirler, azâbı uzak görüyorlar.’ Yâni kâfirler azâbın gerçekleşmesini imkânsız görüyorlar.    ‘Biz ise, onu yakın görmekteyiz.’ Yâni Biz onu muhakkak meydana gelecek bir olay olarak görmekteyiz. (S. HAVVÂ, 15/328)

 70/8-18  O GÜN  GÖKYÜZÜ  ERİMİŞ  MÂDEN  GİBİ  OLUR

8-10. Kıyâmet koptuğu gün gök, (cisimleri ile) erimiş mâden gibi olacak. [bk. 55/37; 84/1]  9. Dağlar da (atılmış) rengârenk yün gibi olacak. [krş. 101/5]  10. Hiçbir yakın (akrabâ ve dost), bir yakınını (birbirinin hâlini) sormayacak.

11-16. (Kâfir ve isyankâr dostlar) birbirlerine gösterilecekler. (Fakat birbirleriyle meşgul olamayacaklar.) Suçlu, o günün azâbından (kurtulmak için) ister ki oğullarını, karısını ve kardeşini, kendisini barındıran sülâlesini ve yeryüzünde bulunan herşeyi fidye versin de nihâyet kendisini (azaptan) kurtarsın. [bk. 23/101; 31/33; 34/54; 80/34-37]  15. Hayır! (Kurtaramazlar.) Çünkü o alevli bir ateştir.  16. Başın (ve diğer uzuvların) derisini kavurup soyandır.

17, 18. O ateş, (îman ve itaate) arka dönüp de yüz çevireni, (malı ve parayı) toplayıp da (Allah için zekât vermeyip) saklayanı (kendisine) çağırır.

 8-18. (8-10).‘Gök o gün erimiş mâden, dağlar da atılmış yün gibi olur.’ Gök renk olarak yağ tortusu yâhut eritilmiş gümüş gibi, dağlar da atılmış ve çeşitli renklere boyanmış yün gibi olur. Çünkü dağların yapısı değişik renklidir. Havada savrulup dağıldığı zaman, rüzgârın uçurduğu atılmış yüne benzer. (S. HAVVÂ, 15/328)

‘Hiçbir yakın diğer bir yakınını sormaz.’ Herkes kendi derdiyle meşgul olacağı için hiçbir akrabâ başka bir akrabâsının hâlini sormaz. (S. HAVVÂ, 15/328)

(11-18).‘Onlar sâdece birbirlerine gösterilirler.’ Aslında birbirlerini görecekler ama herkes kendi başının çaresinde olduğu için, birbirlerini soracak hâlleri olmayacak. (MEVDÛDİ, 6/421)

‘Eşini ve kardeşini,’  ‘kendisini barındıran içinde yetiştiği tüm âilesini,’ içlerinde yetiştiği ve başı sıkıştığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını (ELMALILI, 8/338) ‘ve yeryüzünde bulunan herkesi fedâ etmek ister.’ Kâfir bütün bunları fedâ ederek kendi nefsini Allâh’ın azâbından kurtarmak ister. (S. HAVVÂ, 15/329)

‘Fakat ne mümkün.’  Bunların hepsini getirebilse bile onun hiçbir fidyesi kabul edilmez. Kaldı ki bu, onları nasıl getirebilecek? (S. HAVVÂ, 15/329) ‘Çünkü o hâlis ateştir.’ Cehennemin bir ismi de ‘lezâ’dır. Lezâ, alev alev yanan ateş demektir. ‘Deriyi soyup kavurandır.’  Öyle ki, içine atılanların üzerine saldırır, onları yakar kavurur; el, ayak, baş, kulak,  gibi uzuvları bedenlerden ayırır, onların derilerini soyar bırakır. Ancak azâbın yenilenmesi için onların derileri yine eski hâllerine çevrilir. (bk. Nisâ 4/56, Ö. ÇELİK, 5/234)

Hakka ‘Sırtını çevirip arka döneni çağırır.’ ‘Malını toplayıp saklayanı da’ Burada insanların cehenneme atılmalarının iki mühim sebebine dikkat çekilir: Birincisi; Peygamberin getirdiği hak dîne, tevhid inancına sırtını dönmek ve Allâh’a kulluktan yüz çevirmek. İkincisi; haram helâl demeden mal biriktirmek, onu yığmak; muhtaçların o mallarda bulunan hakkını ödememek, servetinden fakirleri faydalandırmamak. (Ö. ÇELİK, 5/234, 235)

Kâfirlerin hiçbir dostunun bulunmamasına karşılık Allah, peygamber ve melekler, müminlerin dostudur. (3/68). ‘(Yâ Rabbi,) Dünyâ ve âhirette sen, benim velimsin, dostumsun’ (12/101). Melekler de müminlerin velisi ve dostu olacaktır. (41/30-32). Müttakiler birbirlerinin dostudur: ‘O gün (âhirette) dostlar birbirlerinin düşmanıdır, ancak müttakiler birbirlerinin dostudur.’ (43/67; İ. KARAGÖZ 8/214)

 70/19-35  İNSAN,  PEK  HIRSLI  (VE  SABIRSIZ)  YARATILMIŞTIR

19-23. Şüphesiz insan(lardan bir kısmı), gâyet hırslı ve sabırsız olarak yaratılmış (tatminsiz bir hayâta sâhip)tir. [krş. 17/11]  20. Kendisine şer dokunduğu zaman, sızlanıp feryat eder.   21. Ona hayır dokununca da çok cimri kesilir.  22-23. Ancak, namaz kılanlar öyle değildir. Onlar (güzel huy sâhibi olarak) namaza devamlıdırlar.

24, 25. Müminler (bilirler) ki gerek dilenen, gerekse (utancından istemeyip) mahrum kalan (fakire vermek) için, mallarında belli bir hak vardır. [krş. 16/71]

  1. Müminler (o namaz kılanlar), hesap gününü tasdik ederler.

27, 28. Müminler, Rablerinin azâbından korkarlar. 28. Çünkü Rablerinin azâbinâ (karşı) güven içinde olmuş değillerdir.

29, 30, 31. Müminler edep yerlerini, eşleri ve ellerinin (altında) mâlik oldukları (câriyeleri) dışında herkesten koruyanlardır. Şüphesiz ki onlar (bundan dolayı) kınanmazlar. 31. Ama bundan ötesini arayanlar ise, işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.

  1. Müminler, emânetlerini ve ahitlerini gözetenlerdir.
  2. Müminler, şâhitliklerini dosdoğru yapanlardır.
  3. Müminler namazlarını (şartlarına ve gâyesine uymakla) muhâfaza edenlerdir.
  4. İşte bunlar cennetlerde ikram olunurlar. [Son yedi âyet için bk. 23/111]

 19-35. (19-23).‘Gerçekten insan hırsına düşkün yaratılmıştır.’ Kur’ân’ın insanın ahlâkî zayıflığından söz ettiği pek çok yerde, bundan îman edenler ve doğru yolda olanlar istisnâ edilmiştir. (…) Burada kendiliğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtri zayıflık daha sonra değiştirilemez değildir. Fakat insan, Allâh’ın gönderdiği hidâyeti kabul eder ve kendi nefsini ıslah için bilfiil gayret gösterirse o zaman bu zayıflığını tedâvi edebilir. Eğer nefsini gevşek bırakırsa bu zâfiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir. (MEVDÛDİ, 6/421)

‘Başına bir fenâlık gelince feryâdı basandır.’ Kendisine meselâ bir ağrı, bir sıkıntı, bir yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder, dayanamaz, başkalarından medet bekler. (ELMALILI, 8/339)

‘Bir iyiliğe uğrayınca da çok cimridir.’ Zenginlik, sağlık, güvenlik gibi nîmet ve imkânlara kavuştuğunda ise bencilleşir, cimrileşir, eriştiği nîmetleri Allâh’ın bir lütfu olarak değil, kendi kudret ve gayreti ile elde ettiği varlık olarak değerlendirir; ne Allah yolunda harcamada bulunur, ne de insanlara yardım eder. (KUR’AN YOLU, 5/458)

Ancak, şu güzel niteliklere sâhip olanlar, bu kötü sıfatlardan temizlenir ve kendilerini cehennemden korurlar: (Ö. ÇELİK, 5/235)

(1). Birincisi: ‘Ancak, namaz kılanlar öyle değildir. Ki onlar namazlarına devam ederler.’ Sâdece onun ‘farz olduğuna inandım’ demekle kalmayıp, Allâh’ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen namazlarını terk etmeksizin devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir. Allâh’ı ve emirlerini unutmazlar. (ELMALILI, 8/339)

(24).(2). İkincisi: ‘Onların mallarında belli bir hak vardır; isteyen için, istemekten utanan yoksun için.’ Mahrum’a da bir pay ayırırlar. Burada ya utandığından veya Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ettiğinden istemeyen, başkalarının da kendisini zengin zannettiği ve bu sebeple mahrum kalan kimse kastedilir. (İ. H. BURSEVİ, 22/275)

(…) Söz konusu âyetteki ‘hakkun ma’lûm’ sözü, ilk müslümanların mâhiyetine muttali olup fakirlere verdikleri bir sadaka demektir. Bir başka ifâde ile buradaki ‘ma’lûm’ kelimesi miktar anlamında değil, âyetin indiği dönemdeki ilk muhâtaplar tarafından bilinen ‘örf’ anlamındadır. Çünkü konu ile ilgili olarak Mekke döneminde inen âyetler zekâtı, İslâm’ın ilk yıllarında gündeme getirmek sûretiyle müslümanların bilincine yerleştirmiş, Medîne döneminde ise miktar ve nisâbını belirlemek ve sarf yerlerini göstermek sûretiyle kurumsallaştırmıştır. (…) ‘İnnema ‘ssadakâtü lil fukarâi ve‘l mesâkîni…’ Tevbe 9/60 âyeti hem zekâtın Medîne’de farz kılındığını hem de kurumsallaştığını ifâde etmektedir. (ELMALILI’dan M. DEMİRCİ, 3/426)

(26).(3). Üçüncüsü: ‘Müminler (o namaz kılanlar), hesap gününü tasdik ederler.’ Cezâ gününü (âhiret günü hesaplaşma) doğrulayan kişi, yeryüzünün değil, gökyüzünün terâzisini, dünyâ hesaplaşmasını değil, âhiret hesaplaşmasını gözeterek hareket eder. İyi kötü her olayı teslîmiyet duygusu içinde karşılar; bu olayların sonuçlarının öteki dünyâda alınacağını bilir. Bu yüzden olayları değerlendirirken beklenen sonuçlarını da hesâba katarak değerlendirme yapar. (S. KUTUB, 10/183, 184)

(28).(4). Dördüncüsü: ‘Müminler, Rablerinin azâbından korkarlar.’ ‘Doğrusu onlar, Rablerinin azâbından güvende değillerdir.’ Bir kimse itaat ve gayrette ne kadar ileri giderse gitsin, Allah Teâlâ’nın azâbından emin olmaması aksine korku ve ümit arasında yaşaması gerektiğini bildirir. Zîrâ hiç kimse âkıbetinin ne olacağını bilemez. (İ. H. BURSEVİ, 22/277)

Allah katında seçkin bir yere sâhip bulunan, Allâh’ın kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli Allâh’ın azâbından sakınır, hep azâba çarpılma endişesini taşırdı. Allâh’ın lütfu ve merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını, cennete girmesine neden olamayacağını kesin olarak biliyordu. Arkadaşlarına şöyle diyordu: ‘Hiç kimseyi ameli cennete girdirmez.’ Sen de mi ey Allâh’ın elçisi?’ diye sorulduğunda: ‘Evet, beni de. Ancak Rabbimin rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete girebilirim.’ (Buhâri, Müslim, Nesâi’den S. KUTUB, 10/184)

(29, 30).(5). Beşincisi: ‘Müminler edep yerlerini, eşleri ve ellerinin mâlik oldukları (câriyeleri) dışında herkesten koruyanlardır. Şüphesiz ki onlar (bundan dolayı) kınanmazlar.’ Böylece İslâm, eşlerle ve el altında bulunan câriyelerle kurulan temiz ilişkiyi onaylıyor. Câriyeler, yasal bir nedenden dolayı sâhip bulunulan kadınlardır. İslâm’ın kabul ettiği tek yasal gerekçe de Allah yolunda yapılan savaşta esir almaktır. Çünkü İslâm’ın onayladığı tek savaş Allah yolunda olanıdır. Savaş esirleriyle ilgili asıl hüküm, Muhammed Sûresindeki şu âyette vurgulanmıştır: ‘Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın. Savaş sona erince, onları ya karşılıksız ya da fidye ile salıveriniz..’ (Muhammed 47/4) Fakat bâzan günün koşullarından dolayı esirler ne karşılıksız ne de fidye karşılığı serbest bırakılmayabilirler. Çünkü karşı taraf – başka bir isim altında da olsa – herhangi bir şekilde müslüman esirleri köleleştirirse müslümanların ellerindeki esirler de köleleştirilirler. Bu durumda İslâm, sâdece sâhiplerinin câriyelerle ilişki kurmalarına izin verir. Onların özgürlüklerini ise İslâm’ın bu kaynağın kuruması için öngördüğü birçok yola havâle eder. İslâm bu konuda açık ve temiz ilkelerini belirleyerek, bu kadın esirlerin iğrenç bir cinsel kargaşaya neden olmalarını önler. (S. KUTUB, 10/185)

‘Fakat ondan ötesini isteyenler,’ nikâhlı eşlerinin ve mülkleri altında bulunan câriyelerin dışında zevk arayan, ırzlarını korumayan, harama açılan, gayr-i meşru ilişkide bulunan ve fuhuş yapan kişi; gerek erkek gerek dişi, ‘işte onlar haddi aşan, sınır tanımaz kişilerdir.’ Onlar her türlü kınama ve yermeye, yasaklama ve engellemeye lâyıktırlar. (ELMALILI, 8/340)

(32).(6). Altıncısı: ‘Müminler, emânetlerine ve verdikleri sözlerine uyarlar.’ Kendilerine emânet edilen söz, hâl, fiil, mal, Allah haklarına ve kul haklarına; Allâh’a ve kullarına, âilelerine, çoluk – çocuklarına, mülkleri altında bulunanlara, komşularına, yabancılara ve yakınlarına vermiş oldukları ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan sakınırlar. Şeriatın bütün hakları birer emânet olduğu gibi, yüce Allâh’ın kullara vermiş olduğu organ, mal, çoluk – çocuk ve diğer nîmetlerin hepsi de emânettir. Onları kullanılması gereken yerin dışında kullananlar emânete hâinlik etmiş olurlar.   (ELMALILI, 8/341)

Hadis: Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münâfıklıktan bir huy, bir alâmet bulunmuş olur: ‘Emânet verildiği zaman hâinlik eden, söz söylediği zaman yalan söyleten, söz verdiği zaman sözünde durmayan, düşmanlığa kalkıştığı zaman da edepsizlik eden, yâni yalan ve iftirâ ile edepsizliğe sapan. (Buhâri, Müslim, Tirmizi’den ELMALILI, 8/341)

(33).(7). Yedincisi: ‘Müminler, şâhitliklerini dosdoğru yapanlardır.’ Çünkü yüce Allah, birçok hakkın, sâhibini bulmasını şâhitlik görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmelerde, şâhitlik yapmaktan kaçınmak yasaklanmış (Bakara 2/282), yargılanma esnâsında şâhitliği gizlemek yasaklanmış (Bakara 2/283), özellikle de bir tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği saptırmadan doğrunun yerini bulması için şâhitlik yapmak emredilmiştir. (bk. Nisâ 4/135, Ö. ÇELİK, 5/238)

Bir şeye şâhit oluvermek farz-ı kifâyedir. Başka kimse yoksa, o şâhitliği yerine getirmek farz-ı ayndır. Şâhitlik sebebiyle dâvâcıdan ücret almak ittifakla helâl değildir. (…) Ebû Hanife (ra)’e göre, şâhitlik konusunda müslümanın zâhiren âdil görülmesi, yâni büyük günahları işlemeyip küçüğünde ısrarlı olmaması, iyiliklerinin günahlarından fazla bulunması yeterlidir, ancak had ve kısasta bu kadarı kâfi değildir. Ayrıca şâhidin gizlice araştırılması gerekir. (İ. H. BURSEVİ, 22/282)

(34).(8). Sekizincisi: ‘Müminler namazlarını muhâfaza edenlerdir.’ 34’üncü âyette ‘namazı muhâfaza etme’ ifâdesi geçmektedir. Bu ifâdeyi şöyle anlamak mümkündür: ‘Onlar namazları vaktinde, farzını, sünnetini gözeterek, şekil ve rûhuna bağlı kalarak kılarlar. İhmal ederek veya tembellik göstererek namazlarını kaçırmazlar. Namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat ederler.’ (Ö. ÇELİK, 5/239)

Görülüyor ki burada, bu sekiz özelliğin başı ve sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi de namaz kılan kişinin niteliği olarak özetlenmiş ve bu şekilde namazın dînin direği olduğu anlatılmıştır. (ELMALILI, 8/342)

(35). ‘İşte bunlar cennetlerde ikram olunacaklardır.’ Demek ki bu sekiz huy cennetin sekiz kapısı yerindedir. (ELMALILI, 8/342) 

 70/36-44  O  GÜN  KABİRLERİNDEN  FIRLAYA  FIRLAYA  ÇIKARLAR

36, 37. (Ey Peygamberim!) İnkâr edenlere ne oluyor ki sağdan soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde, sana doğru koşmaktadırlar?

38, 39. Kâfirlerden her biri, (nîmetleri bol) Na’îm cennetine yerleştirileceğini mi umuyor?  39. Hayır! (Öyle şey yok.) Biz onları bildikleri (atılan meni)den yarattık.

40, 41. Yine hayır! (Durum, onların zannettikleri gibi değildir.) Doğuların ve batıların Rabbi (olan Ben) yemin ederim ki şüphesiz o (inkâr ede)nleri, kendilerinden daha hayırlısıyla değiştirmeye elbette kâdiriz. Biz önüne geçile(bile)ceklerden de değiliz.

  1. (Ey Peygamberim!) O hâlde kâfirleri, (kendi hâllerine) bırak. Tehdit edildikleri (azap) günlerine kavuşuncaya kadar (bâtıl yaşayışları içine) dalsınlar, oynayadursunlar.

43, 44. Kıyâmet koptuğu gün onlar, sanki dikilen (put)lara koştukları gibi kabirlerden süratle çıkacaklar.  44. Gözleri (dehşetten) öne eğik, kendilerini bir horluk ve aşağılık kaplamış olarak (koşarlar). İşte bu, onların tehdit edildikleri gündür.

 36-44. (36, 37).‘İnkâr edenlere ne oluyor ki sağdan soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde, sana doğru koşmaktadırlar?’ Müşrikler Hz. Peygamber (s)’in etrâfına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek ‘Eğer Muhammmed’in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan önce gireriz’ diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivâyet edilmiştir. (ELMALILI, 8/344)

Yukarıdaki iki âyet, kâfirlerin dünyâ işlerinde ciddi ve hırslı olduklarına, Rasûlullah (s)’den hidâyet yolunu öğrenmek istemediklerine, müslümanın edebinin Rasûlullah’ın yanında durmak ve onun etrâfında toplanmak olduğuna delâlet eder. (S. HAVVÂ, 15/333)

(38, 39).‘Kâfirlerden her biri, (nîmetleri bol) Na’îm cennetine sokulacağını mı umuyor?’  Rasûl-i Ekrem (s)’den kaçtıkları haktan uzaklaştıkları hâlde onlar Naim cennetine gireceklerini mi umuyorlar? Aslâ. Bilâkis onların sığınağı cehennemdir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 15/333)

‘Biz onları, şu bildikleri şeyden yaratmışızdır’ ifâdesi ise insanın, kendisine önemsiz gibi gelen spermden yaratıldığına işâret eder; bu da onun gururlanacak bir varlık olmadığını, dolayısıyla müşriklerin kendilerini üstün görüp, fakir müminleri küçümsemelerinin anlamsız olduğunu gösterir. (Kurtubi’den; KUR’AN YOLU, 5/460)

Buna rağmen insanlar, ancak îmanları ve Allah’a yakınlıkları sayesinde değer kazanacaklarını düşünmediler. [bk. 77/20] (H. T. FEYİZLİ, 1/568)

(40, 41).‘Yine hayır! Doğuların ve batıların Rabbi (olan Ben) yemin ederim ki şüphesiz o (inkâr ede)nleri, kendilerinden daha hayırlısıyla değiştirmeye elbette kâdiriz.’ ‘Doğu ve batılar’ ifâdesi güneş, ay ve yıldızların doğduğu ve battığı noktalar yanında, yıl boyunca güneşin doğduğu ve battığı ufuktaki farklı noktaları da kapsar. Yüce Allâh’ın bu şekilde yıldızların doğduğu ve battığı yerlere yemin etmesi, O’nun evrendeki bütün yörünge hareketlerine hâkimiyetini ve sonsuz kudretini gösterir. (KUR’AN YOLU, 5/460)

‘Ve hiç kimse de önümüze geçemez.’ Biz söylediklerimizi yapmaktan âciz değiliz. Öyleyse neden onlar Allâh’a itaat ederek ve O’ndan korkarak, O’na, âhiret gününe ve Peygamber’e inanmıyorlar? (S. HAVVÂ, 15/333)

(42-44).‘Bırak onları..’ Ey Muhammed! Bırak bu kâfirleri. Bâtıllarına ‘dalıp’ dünyâlarından faydalanarak ‘oynasınlar.’ İbn Kesir şöyle der: ‘Onları yalanlamaları, küfürleri ve inatlarıyla başbaşa bırak.’ ‘Kendilerine vaad olunan güne kavuşmalarına kadar.’ O zaman onlar bu günü ve başka şeyleri de öğrenecek ve yaptıkları işin azâbını tadacaklardır. (S. HAVVÂ, 15/334)  

‘Kıyâmetin koptuğu gün onlar, sanki dikilen (put)lara koştukları gibi kabirlerden süratle çıkacaklar.’ Onların âhirette mahşere doğru koşmaları, dünyâda iken putlarına koşmalarına benzer. Zîrâ onlar dünyâda iken, hangimiz önce selâmlayacak diye diktikleri putlarına doğru koşuyorlardı. İbn Kesir şöyle der: ‘Cenâb-ı Hak, kendilerini hesap yerine çağırdığı zaman, putlara doğru koşuyorlarmış gibi, kabirlerinden hızlı hızlı kalkarlar.’ (S. HAVVÂ, 15/334)

‘Gözleri düşkün’ gözleri aşağıya çevrilmiş olarak; Nesefi şöyle der: ‘Aşağılandıklarından dolayı gözlerini yukarıya kaldıramazlar.’ ‘Kendilerini bir zillet bürümüş olarak’ İbn Kesir der ki: ‘Dünyâda itaati terk etmelerine karşılık onları bir zillet sarar.’ ‘İşte bu, onlara (dünyâda) vaad olunan gündür.’ Hâlbuki onlar bunu yalanlıyorlardı. (S. HAVVÂ, 15/334)