Müddesir Suresi

74 / Müddesir Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 56 âyettir. Adını ilk âyette geçen ve “örtüsüne bürünen” anlamındaki aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/574)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

74/1-10 SÂDECE  RABBINI  BÜYÜK  TANI

1-7. Ey (örtüsüne) bürünen! (Rasûl)!  2. Kalk, (insanları) uyar.  3. Rabbini tekbir et (büyükle).  4. Elbiseni (kendini, kişiliğini ve seni çevreleyeni her türlü kirden) arındır.  5. Azâba götürecek şeyleri terk(e devam) et.  6. İyiliği, (karşılığında) daha çoğunu umarak yapma!  7. Rabbin için (herşeye) katlan.

8-10. Sûr’a üfürüldüğü zaman,  9. İşte o gün zor bir gündür.  10. Kâfirlere kolay değildir.

 1-10. (1).‘Ey (örtüsüne) bürünen! (Rasûl)!’ (Ey Muhammed) O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, hâlka doğruyu göstermek, etrâfı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi. (ELMALILI, 8/416)

Hz. Peygamber Hira mağarasında vahiy meleğinin sesini işitip kendisini de görünce korkusundan titremeye başlamış, hemen âilesine gelerek ‘Beni örtün, beni örtün!’ demiş; onlar da üzerine bir örtü örtmüşler ve serin su serpmişlerdi. Bunun ardından ‘Ey örtüsüne bürünen!’ hitâbıyla başlayan Müddessir sûresinin ilk beş âyeti inmiştir. (Buhâri Tefsir 74/1-5’den KUR’AN YOLU, 5/494)

(2).‘Kalk, (insanları) uyar.’ Yatağından kalk yâhut azimle kalk da uyar. İman etmezlerse, kavmini Allâh’ın azâbına çarptırılmaktan sakındır. Veya herhangi bir kimseye yönelik olmaksızın genel uyarı işini yap. (S. HAVVÂ, 15/430)

(3).‘Rabbini tekbir et.’ Yüceltmeyi yalnız Rabbine yap. Yâni senin gözünde Allah’tan başkası büyük olmasın. Seni Allah’tan başkası tehdit ettiğinde ‘Allâhü Ekber: En büyük Allah’tır’ de. (S. HAVVÂ, 15/430)

(4).‘Elbiseni temizle.’   (…) Kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabûle engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan. (..) (ELMALILI, 8/417)

İbn Cüreyc Atâ’dan, onun da İbni Abbas’tan rivâyet ettiğine göre ‘Elbiseni temizle’ âyeti hakkında İbn Abbas şöyle demiştir: Ahlâkı güzel olan bir insana Araplar; ‘temiz elbiseli’ derler; yine bu senetle gelen başka bir rivâyette İbn Abbas: ‘Elbiseni günahlardan temizle’ demiştir. (S. HAVVÂ, 15/446)

Dâvâ adamı, görevini yaparken kendisini çeşitli kirlerle, pisliklerle, tortularla ve lekelerle sarılmış, kuşatılmış bulacaktır. Bu olumsuz şartlar ortasında kirlenmeden kirlileri kurtarabilmek için, lekeliler ile ilişki kurarken lekelenmemek, üzerine çamur sıçratmamak için her bakınmdan tam anlamda temiz olmaya ihtiyacı vardır. Bu direktif peygamberliğin, çağrı işlevinin, çeşitli ortamlarda, çeşitli toplumlarda, çeşitli şartlarda ve kalplerde bu görevi yürütmenin şartlarına yönelik ince ve derin anlamlı bir vurgulamadır. (S. KUTUB, 10/263)

(5).‘Kötü şeyleri terk et.’ Peygamberimiz, peygamber olmadan önce bile müşriklikten ve azâba çarptırılmayı gerektirecek iğrençliklerden uzak durmuştu. Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı, böylesine lekeli bir inanca kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve kirli gelenekleri reddetmişti. Onun hiçbir câhiliye uygulamasına katıldığı görülmemiştir. Buna rağmen kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç, barış ve uzlaşma kabul etmez bir farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır. Çünkü İslâm yolu ile müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan iki ayrı yoldur. Bunun yanı sıra bu direktifle söz konusu iğrençliğin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür. (S. KUTUB, 10/263)   

(6).‘Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.’ Burada (..) iki mânâ açıklanmıştır: (1) Birisi menn başa kakmak mânâsına olarak ‘yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma,  yaptığın işte nazlanma’ demek olur. (2) Birisi de menn, iyilik ve lütuf anlamına olarak, ‘bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden daha çoğunu almak maksadıyla yapma’ demek olur. Yâni on para sadaka verip de yirmi paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünyâ ticâretini ve maksadını gözeterek veya gösteriş ve ikiyüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için iyilik et,  başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas’tan rivâyet edilmiştir. (ELMALILI, 8/417, 418)

(7).‘Rabbin rızâsına ermek için sabret.’ Onlardan gelecek eziyetlere Allah rızâsı için katlan.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 15/431)

(8-10).‘O Sûr’a üfürüldüğü zaman, işte o gün zor bir gündür. Kâfirlere kolay değildir.’  Âyette bildirilen ‘üfleme’ mahşer yerinde toplanmak üzere bütün ölülerin diriltilmeleri için ikinci üflemedir. Sûra ikinci defa üflenir: ‘Sûr’a (ikinci defa) üflenir. O zaman hemen insanlar, kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru giderler.’ (36/51; bk. 54/7, 79/13-14, 70/43, 69/13, 39/68; İ. KARAGÖZ 8/302) 

Hadis: İbn Ebi Hâtim’in İbni Abbas’tan rivâyet ettiğine göre o, bu âyet hakkında Rasûlullâh’ın (s) şöyle buyurduğunu nakleder: ‘Sûr’un sâhibi Sûr’u ağzına almış, alnını kırıştırmış, emir verilse de üfürsem diye bekliyor. Ben nasıl sevineyim.’ Rasûlullah (s)’ın ashâbı dediler ki: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! O hâlde bize ne emir buyurursun?’ Rasûlullah (s): ‘Hasbüna‘llâhü ve ni’mel vekil, alâ ‘llâhi tevekkelnâ’: ‘Bize Allah yeter, O ne güzel vekildir. Yalnız Allâh’a tevekkül ettik’ deyiniz’ buyurdu. (Ayrıca Tirmizi ve Müsned rivâyet etmiştir; İ. H. BURSEVİ 22/453; S. HAVVÂ, 15/447)

 74/11-30  SEN  BİLİYOR  MUSUN  SEKAR  NEDİR?

11-14. (Ey Peygamberim!) Tek başına (hiçbir şeysiz, çıplak) yarattığım adamı da bana bırak! Ona hem bolca mal verdim, hem de (yanında) hazır bulunan oğullar (verdim)! Kendisine (bu nîmetleri) döşedikçe döşedim.

  1. Sonra yine de hırsla artırmamı ister.
  2. Hayır! (Artırmayacağım.) Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı oldukça inatçı idi.
  3. Ona zor bir meşakkat yükleyeceğim (Onu sarpa sardıracağım.)

18-25. Çünkü o, (Kur’ân hakkında uzun uzun) düşündü, ölçtü biçti.  19. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!  20. Yine kahrolası (aklınca) nasıl ölçtü biçti!  21-25. Sonra baktı (baktı) da, (söyleyecek söz bulamayıp) Sûrat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arka döndü ve büyüklük tasladı da: “Bu (Kur’an öğretilip) rivâyet edilen bir sihirdir, bu ancak insan sözüdür.” (dedi).

  1. (Ey Peygamberim!) Onu (o güç yetiremeyeceği) Sekar’a (cehenneme) atacağım. 27. Sen biliyor musun Sekar nedir? 28. O, ne geri(de bir şey) bırakır ne de (tekrar tekrar yakmaktan) vazgeçer. 29. O (durmadan yenilenen) derileri yakıp (simsiyah) kavurandır.

 11-29. (11-14).‘Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak!’ Müfessirler bu âyetlerin Mekkeli müşrik Velîd b. Muğire hakkında indiğini rivâyet etmişlerdir. (Taberi) Velîd, Kureyş’in ileri gelenlerinden olup, çok sayıda oğulları vardı ve oldukça zengindi; buna rağmen Allah’ın kendisine lütfettiği nîmetlere şükredecek yerde hem Allâh’a hem de peygambere karşı nankörlük etmiş, İslâm’ı boğmak isteyenlere öncülük edenlerden olmuştu. (KUR’AN YOLU, 5/495)

‘Ona hem bolca mal verdim,’ Yâni çok mal, servet, arâzi ve çiftlik gibi geniş yâhut gelişip boy atarak ya da ticâretle artırılmış, uzatılmış mal verdim. (…) ‘hem göz önünde oğullar verdim.’ (..) Hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyâcı duymayan, meclis ve lokallerde babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yâhut önemli işlerde şâhitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim. (..) (ELMALILI, 8/419)

‘Ona büyük imkânlar verdim,’ mal ve oğullardan başka birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık ve şans açıklığı verdim. Velîd, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden sayılırdı.  (ELMALILI, 8/420)

(15).‘Sonra daha çok vereyim diye açgözlülük eder.’ İşte o, öyle açgözlü birisi. (ELMALILI, 8/420) 

(16).‘Hayır! (Artırmayacağım.) Çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi.’ O nîmetleri veren şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur’ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen nîmeti inkâr etmek onun artmasına değil, kesilmesine sebeptir. (ELMALILI, 8/420)

(17).‘Ben onu sarp yokuşa, dikine azâba sardıracağım.’  Tirmizi, Hâkim ve daha başkalarının rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s) ‘Saud ateşten bir dağdır ki, kâfir onu yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer.’ (Tirmizi Sıfatü Cehennem 3; No: 2702). (ELMALILI, 8/420)

(18-25).‘Çünkü o, düşündü, ölçtü biçti.’ İmandan uzaklığı sebebiyle biz onu (Velîd b. Muğire’yi) çetin bir azâba yaklaştırdık. O düşündü, ölçüp biçti. Yâni Kur’ân’dan sorulduğu zaman onun hakkında ne diyeceğini, nasıl bir söz uyduracağını düşündü, taşındı.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 15/435) ‘Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!’ ‘kutile: kahrolası’ (…) Asıl itibâriyle bedduâ olmakla berâber (…) bâzan (..) alay etmek ve dalga geçmek için kullanılır ki, burada onun düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki övgülerini anlatarak hakâret ve küçümseme mânâsında kullanılmıştır. (ELMALILI, 8/421) ‘Yine kahrolası nasıl ölçtü biçti!’ Bu tekrar hem hakâreti vurgulamaya, hem de her iki âyette  geçen takdirin farklı olduğuna işârettir. (ELMALILI, 8/421)

‘Sonra baktı (baktı) da, (söyleyecek söz bulamayıp) surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arka döndü ve büyüklük tasladı’ Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, îmâna arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allah’tan korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi de herşeyi bilen bir kişi edâsıyla (ELMALILI 8/421) ‘Dedi ki: Bu sâdece rivâyet olunagelen bir büyüdür.’ Yâni bu, Muhammed (s)’in başkalarından, yâni kendisinden öncekilerden naklettiği bir sihirdir. O sebeple ‘Bu ancak bir insan sözüdür.’ Allah kelâmı değildir,’ dedi. (S. HAVVÂ, 15/435)

Rivâyete göre Velîd İbn Muğire, Hz. Peygamber’den ‘Hâ mîm Secde’ sûresini dinleyip etkilenmiş, bunu sezen kardeşi Ebû Cehil, onur kırıcı sözlerle onu geri döndürmüştü.  Velîd, Hz. Muhammed’e yakıştırılan ‘mecnun, kâhin, şâir, yalancı’ sözlerinin tutarlı olamayacağını, ancak kişiyi âilesinden, çocuklarından ve kölesinden ayırdığı için, ‘sihirbaz – büyücü’ demenin uygun olacağını öne sürmüş ve bu öneri tutulmuştu. Bu habere üzülen Allâh’ın Rasûlü, eve gelip örtüsüne bürününce, bu sûrenin ilk 24 âyeti inmiştir. (Beyzâvi’den H. DÖNDÜREN, 2/926, 927)

(26-28).‘Onu Sekar’a (cehenneme) atacağım.’ ‘Sen biliyor musun Sekar nedir?’ ‘O, ne geri(de bir şey) bırakır ne de (tekrar tekrar yakmaktan) vazgeçer.’ 26. âyette geçen ‘sekar’ kelimesi, ateşin isimlerinden olup, cehennemin ağır cezâlık kısımlarından birini ifâde ettiği belirtilir. (Şevkâni) 27-28. âyetler ise ‘sekar’ hakkında ‘hiçbir şeye acımayan, içine atılanları yakan ve insanın derisini kavuran korkunç bir yer’ şeklinde detaylar vermektedir. (KUR’AN YOLU, 5/496)

(29).‘O (durmadan yenilenen) derileri yakıp kavurandır.’ (Levvâha), Deriye susamış yâhut hiç durmadan derileri kavuran, yüzler karartan yâhut hep beşer gözeten beşere saldıran mânâlarını ifâde eder. İbnü Abbas’tan ‘Sürekli olarak deriler kavuran, yüzler karartan mânâsı rivâyet edilmiştir. (ELMALILI, 8/423)

 74/30-31  RABBİNİN  ORDULARINI  KENDİSİNDEN  BAŞKASI  BİLMEZ

  1. Cehennemin üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır.
  2. Biz o cehennemin zebânîlerini, sâdece meleklerden kıldık. Onların sayısını da o inkâr edenler için ancak bir sınav yaptık. (Böylece) kendilerine kitap verilenler de (Kur’ân’ın hak olduğuna) iyice inansınlar, inananların da îmânı artsın (kuvvetlensin) diye. Artık hem kendilerine kitap verilenler hem de mü’minler şüpheye düşmesinler. (Bu,) kalplerinde bir hastalık bulunanlarla, kâfirler: “Allah, bu örnek ile ne demek istemiş olabilir?” desin(ler diyedir). İşte böylece Allah dilediğini (niyet ve amellerinin gereği olarak) sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilemez. Bu (cehennem yâhut zebânîlerin sayısı), insanlara (ibret için) bir uyarıdır. [bk. 9/124]

 30-31. (30).‘Onun üzerinde on dokuz vardır.’ Bu ‘on dokuz’un ne olduğunu açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten bunun, o cehennemin koruyucuları olan melekler yâni ‘zebaniler’ olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun rûhi ve ahlâki kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun, akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir îman işi olmak üzere, bir sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir îman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhi haber olduğunu tasdik edip, ‘yorumunu ve anlamını Allah bilir’ demek gerekir. (ELMALILI, 8/423)

Bu âyet inince Ebû Cehil, on dokuz bekçiyi insan gibi hayal ederek, Kureyş gençlerine ‘Siz demir pehlivanlarsınız, sizin her 10’unuz onlardan 1’ini yakalamaktan âciz midir?’ deyince, Ebü‘l Eşed İbn Üseyd’in ‘ben 17 sinin hakkından gelirim’ demesi üzerine ‘Biz ateşin bekçilerini hep melekler kıldık.’ (31. âyet) inmiştir.  (Krş. Tahrim 66/6; Tirmizi’den, H. DÖNDÜREN, 2/927)

‘Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık.’ Bu âyette geçen ‘ashâb-ı nar’ (…) o ateşe sâhip olup koruyacak bekçiler, muhâfızlar anlamına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine ‘cehennem bekçileri’ denilen ve Tahrim sûresinde ‘Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin… Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar.’ (Tahrim 66/6) diye nitelenen ve başkanları mâlik olan zebâni melekleridir. Bu âyette geçen ‘onların sayısı’ sözünden maksat da zikredilen ‘on dokuz’ sayısı olduğu açıktır. Yâni bunların sayılarının on dokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi, ne olduğu belirtilmeyerek sâde on dokuz sayısıyla bir muammâ, bir sır hâlinde ifâde edilerek haber verilmesi, sâdece kâfirlere bir belâ ve imtihan içindir. Bunun faydası da, ‘liyesteykıne ‘llezîne…’ diye başlayan bölümde anlatılanlardır. (ELMALILI, 8/424)

‘Bir de kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler: ‘Bununla Allah neyi kasdetmiş?’ desinler (diye)’  Nesefi bu âyeti şöyle mânâlandırmıştır: ‘Allah bu ilginç sayıyla ne kasdeder? Meleklerin sayısını yirmi değil de on dokuz kılmakla ne murat eder?   Şâyet Kur’ân Allah katından olsaydı bu eksik sayıya yer vermezdi,’ derler. Aslında maksatları tamâmen inkâr ve Kur’ân’ın Allah katından olmadığını söylemektir. (S. HAVVÂ, 15/436)

‘Kalplerinde hastalık bulunanlar’ın kimler olduğuna dâir iki farklı görüş vardır: (a) Bunlar münâfıklardır, her ne kadar Mekke döneminde münâfık yok idiyse de âyet ileride böyle bir grubun ortaya çıkacağını haber vermiştir. Nitekim Medîne döneminde önemli bir münâfıklar grubu vardı. (b) ‘Kalplerinde hastalık bulunanlar’  Hz. Peygamber’e îman edip etmeme husûsunda tereddütte kalan müşriklerdir. (Râzi, Şevkâni, KUR’AN YOLU, 5/497))  ‘İşte böylece Allah dilediğini şaşırtır,’ sapıklığı ve sapıklığa götüren yolları seçeceklerini bildiği için kullarından dilediğini şaşırtır; ‘dilediğini de doğru yola getirir.’ Hidâyeti ve ona götüren yolları seçeceklerini bildiği için kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. (S. HAVVÂ, 15/437)

‘Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir.’ Buhâri ve Müslim’in Sahihlerinde ve bunların dışındaki diğer hadis kitaplarında Rasûlullah (s)’den rivâyet edilen İsrâ hadîsinde O, yedinci gökte bulunan Beytü’l Ma’mur’un özellikleri hakkında şöyle demiştir: ‘Ona her gün yetmiş bin melek girer. Kıyâmete kadar geri de dönmezler.’ (S. HAVVÂ, 15/450)

 74/32-47  SİZİ  ŞU  YAKICI  ATEŞE  SOKAN  NEDİR?

32-37. (Ey Peygamberim!) Hayır! (Kâfirler öğüt almazlar). Ay hakkı için…  33. Dönüp geldiği zaman, gece hakkı için…  34. Ağardığı sırada sabah hakkı için…  35. Muhakkak o (cehennem), büyük (belâ)lardan biridir.  36-37. Hem sizden (ibâdet ve hayırda) ileri geçmek veya geri kalmak isteyenleri korkutmak için insanları uyarıcıdır.

38, 39. Her nefis kazandığına bağlıdır (Günahları nispetinde cehennemde alıkonur). 39. Ancak bahtiyar olan (defteri sağından verilen)ler böyle değildir. (İman edip iyi amelleriyle kurtulmuşlardır.)

40-42. (Onlar) cennetlerdedirler. Onlar suçlulara: “Sizi kavurucu ateşe sokan nedir?” (diye uzaktan sorarlar.)

43-47. (Kâfirler) derler ki: “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. (Kur’ân’ın buyruklarını bırakıp, bâtıl şeylere) dalanlarla berâber biz de dalardık.” 46-47. “Cezâ gününü yalan sayardık. Nihâyet (bu hâlde iken) bize (gelmesi) kesin olan (ölüm) gelip çattı.”

 32-47. (32-37).‘Hayır! (Kâfirler öğüt almazlar). Ay hakkı için…’ (…) Buradaki ‘kellâ: hayır’ anlatımın akışı içinde bir azarlama edatıdır. Bu, kendilerine gönderilen âyetlerin içeriği konusunda şüphelendikleri, başkalarını da şüpheye düşürdükleri için, kâfir ve münâfıklar hakkında azar ifâde eder. (S. HAVVÂ, 15/440, 441)

Andolsun, faydalarının çokluğundan dolayı, ‘Ay’a, dönüp gittiğinde geceye, ağardığında sabaha ki; muhakkak o, büyüklerinden biridir.’ Yâni, şüphesiz sakar, büyüklerinden biridir. Nesefi der ki: ‘Âyetin anlamı, o Sakar, cehennemlerden biridir. Aralarında Sakar, büyüklükte tektir. Benzeri yoktur, şeklindedir.’ (S. HAVVÂ, 15/441)  yâni en büyük felâketlerden biridir. (ELMALILI, 8/427)

‘İnsanı korkutmak, gocundurmak için’ yâhut insanı korkutucu olarak. Bâzıları bunun sûrenin evveline bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, ‘korkutucu olarak kalk’ demektir. (ELMALILI, 8/427)

(38).‘Her nefis kazandığına bağlıdır.’ Yâni Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve felâketi kazancına uygun düşer. Çalışır, güzel işler yapar, Allâh’a borçlarını öderse kendisini kurtarır. (ELMALILI, 8/427)

38’inci âyette her nefsin yaptıklarına karşılık rehin olarak tutulması, sorumluluğun lişisel olduğunu, her insanın dünyâdaki îman ve itaatine göre hesap gününde ödül veya cezâ alacağını, geleceğinin, yâni kendini rehin olmaktan kurtarmanın buna bağlı olduğunu ifâde eder. Kısacası insana ebedi kurtuluşu sağlayacak olan da onu ebedi felâkete götürecek olan da benimsediği inancın doğruluğu veya yanlışlığı, amellerinin ilâhi irâdeye uygun veya aykırı oluşudur. İnancı bâtıl, ameli bozuk olanı en yakınları bile kurtaramaz; nitekim Hz. Nuh öz oğlunu, Hz. İbrâhim öz babasını kurtaramamıştır. (bk. Hûd 11/45-46; Tevbe 9/114; KUR’AN YOLU, 5/500)

‘Ancak ashâb-ı yemin müstesnâdır.’  (…) Kur’ân’ın ‘ashâb-ı yemin’ dediği; dünyâda Allâh’ın râzı olduğu itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelât çerçevesinde bir hayat yaşayıp, o îmanla âhirete göçen  ve mahşerde de amel defteri sağ elinden verilen bahtiyarlar, nefislerini rehin olmaktan kurtaracak ve cennete gireceklerdir. (bk. Vâkıa 56/8, 27-40; Hâkka 69/19-24) Bunların dışındakiler ise ‘ashâb-ı şimâl’ olup amel defterleri sol taraftan alacaklar ve cehenneme atılacaklardır. (bk. Vâkıa 56/9, 41-56; Hâkka 69/25-37; Ö. ÇELİK, 5/291)

(40-47).‘(Onlar) cennetlerdedirler. Suçlulara soruşur dururlar.’ Birbirlerine sorarlar yâhut suçlulara sorarlar: ‘Ne sürüklemiştir sizi Sakar’a?’ Yâni sizi Sakar’a sokan şey nedir?’(S. HAVVÂ, 15/442) Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik’ ‘Yoksulu doyurmazdık.’ Fakire yemek vermez, karnını doyurma çâresini aramazdık. Yâni Allâh’ın emrini tanımaz, kullarına acımazdık.‘ve dalanlarla berâber dalar dururduk.’ Boş lâkırdılar, boşuna işler,  şunun bunun aleyhinde lehinde  gereksiz sözlerle vakit öldüren,  keyif ve zevkle ilgili boş şeylere dalan gafillerle berâber kendimizden geçer,  dalar giderdik. ‘Din gününe yalan derdik.’ İnanmazdık, dediler.  Namaz kılmamanın, fakirlere bakmamanın,  dalanlarla berâber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu îmansızlık, bu küfürdür. ‘Ta bize o yakîn (yâni ölüm) gelene kadar,’ bu hâlde devam ettik. Ancak ölüm gelince cezâ gününün hak olduğunu iyice anladık, dediler. (ELMALILI, 8/430)

‘bâtıla dalanlar’ Putlara tapanlar, inkâr edenler, Peygamber ve Kur’ân’ı yalanlayanlar, şâir, yalancı ve deli; Kur’ân’a büyü, şiir, uydurma ve eskilerin masalları diyenler, bâtıla dalanlardır. (İ. KARAGÖZ 8/315)

 74/48-56  HÂL  ÖĞÜTTEN  YÜZ  ÇEVİRİYORLAR

  1. Kâfirlere şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

49-51. Böyle iken kâfirlere ne oluyor da, sanki aslândan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi (hâlâ Kur’ân’daki) öğütten yüz çeviriyorlar?

52, 53. Fakat kâfirlerden her biri, kendisine (Allah tarafından) dağıtılmış sahîfeler (verilmesini) istiyor. [bk. 6/124]  53. Hayır! (Bu olacak şey değildir!) Doğrusu onlar (bu alaycı sözleriyle) âhiretten korkmuyorlar.

54, 55. Bilâkis, (korkmaları gerekir.) Şüphesiz o (Kur’ân) da (hayatta esas alınacak) bir öğüttür. 55. Artık kim dilerse onu düşünüp öğüt alsın.

  1. (Ne var ki) Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Saygıyla emirlerine itaat edilmeye lâyık olan ancak O’dur, mağfiret sâhibi de O’dur.

48-56. (48).‘Kâfirlere şefaatçilerin şefaati fayda vermez.’ Bu şefaatçiler ister meleklerden, ister nebilerden, isterse sâlih insanlardan olsun.  Çünkü şefaate müminler ehildir, kâfirler değil. Bu âyet müminler için Kıyâmet günü şefaatin varlığına delildir. (S. HAVVÂ, 15/442)

(49-51).‘Böyle iken kâfirlere ne oluyor da, sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten yüz çeviriyorlar?’ Burada yapılan benzetme, inkârcıların peygamber ve onun mesajı karşısında gösterdikleri tepkinin normal bir insandan beklenmeyecek kadar bilinçsiz, ahmakça, kaba ve edep dışı olduğunu ortaya koymaktadır. Tefsirlerde anlatıldığına göre Ebû Cehil ve yandaşlarından bir grup Hz. Peygamber’e hitâben ‘Allah’tan her birimizin adına yazılmış olup sana tâbi olmamızı emreden bir kitap, bir belge getirmedikçe sana îman etmeyiz,’ demişlerdi. 52’nci âyet onların bu isteklerini dile getirmektedir. 53’üncü âyete göre onların bu olumsuz tavırlarının asıl sebebi âhirete inanmamalarıdır. (KUR’AN YOLU, 5/501)

(52, 53).‘Fakat kâfirlerden herbiri, kendisine (Allah tarafından) dağıtılmış sahîfeler (verilmesini) istiyor.’ Bu adamlar Peygamberimizi kıskanıyorlar. Yüce Allah O’nu seçmiş olmasını, kendisine vahiy indirmiş olmasını hazmedemiyorlar. Hepsi bu mertebeye erenin kendisi olmasını,  kendisine insanlara sunulmaya ve okunmaya hazır bir kitap indirilmiş olmasını, karşı konulmaz bir arzu ile istiyor. Bilindiği gibi ileri gelen Kureyşliler, vahyin kendilerini atlayarak Peygamberimize inmiş olmasını yadırgamışlar ve bu duygularını ‘Şu Kur’ân iki şehir halkından olan büyük bir adama inseydi ya’ diyerek açığa vurmaktan çekinmemişlerdi. Okuduğumuz âyet, bu kıskançlığa, bu hazımsızlığa parmak basıyor, olmalıdır. (S. KUTUB, 10/276, 277)

‘Hayır!’ Bu ifâde onların önceki âyette belirtilen ‘önlerine açılmış sahifeler’ verilmesi isteklerini red anlamı taşımaktadır. Çünkü onlar bunu, hidâyete erip doğru yolu bulmak için değil, inat ve kibirlerinden istemişlerdir. (İ. H. BURSEVİ, 22/493)

‘Aslında onlar âhiretten korkmuyorlar.’ Son iki âyet, uyarıyı kabul etmemenin iki sebebini oluşturmaktadır. Bunlar: (1) Uyarıcıyı çekememek, (2) Âhirete inanmamak. (S. HAVVÂ, 15/443)

(54).‘Gerçekten Kur’ân bir öğüttür.’ Nesefi der ki: ‘Öğütten yüz çevirmeleri sebebiyle Allah onları azarladı ve şüphesiz Kur’ân yeterli ve açık bir öğüttür, buyurdu. (S. HAVVÂ, 15/443)

(55).‘Artık kim dilerse onu düşünüp öğüt alsın.’ Yâni Kur’ân’ı gözünün önüne diker.  Onun sebebiyle dünyâ ve âhiret mutluluğunu elde eder. Çünkü o her iki mutluluğu sağlayan bir kitaptır. (İ. H. BURSEVİ, 22/493)

(56).‘(Ne var ki) Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Saygıyla emirlerine itaat edilmeye lâyık olan ancak O’dur, bağışlama sâhibi de O’dur.’ Azâbından korkulup korunulacak olan da O, bağışlayacak da O’dur.  Ondan korkmayan ne âhirette ne dünyâda hiçbir şeyden (…) korunmaz (sakınmaz); ondan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir. Onun için her hikmetin başı Allah korkusu, Allah sevgisidir.  (ELMALILI, 8/431)

Hadis: Enes b. Mâlik (ra)’ten rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (sa) bu âyeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: ’Rabbiniz: ‘Ben korkulmağa lâyığım. Benimle berâber bir başka ilâh edinilmesin.  Her kim Benden korkar da Ben’imle berâber başka bir ilâh edinmezse, Ben onu bağışlamaya layığım’ der. (Tirmizi, İbn Mâce, Nesâi ve Ahmed Müsned No; 12442’den S. HAVVÂ, 15/452)