40 / Mü’min Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 85 âyettir. 56-57’nci âyetleri Medîne döneminde inmiştir. Sûre, adını 28’nci âyette geçen aynı kelimeden almıştır. Bir diğer adı da “Gâfir”dir. (H. T. FEYİZLİ, 1/466)
Hadis: Ebû Hüreyre’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber, Mümin sûresinin ilk üç âyeti ile Âyetü ‘l Kürsi’yi (Bakara 2/255) sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sâyede korunacağını ifâde etmiştir. (Tirmizi Sevâbü’l Kur’an 2’den, KUR’AN YOLU, 4/638)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
40/1-9 ARŞ’I YÜKLENEN MELEKLER
1. Hâ, Mîm.
2-3. Kur’ân’ın indirilmesi, mutlak gâlip ve (herşeyi) hakkıyla bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azâbı şiddetli olan, hem de lütuf sâhibi olan Allah tarafındandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.
4. Allâh’ın âyetleri hakkında, küfre sapanlardan başkası mücâdele etmez. (Rasûlüm!) Şimdi onların şehirlerde (rahatça) gezip dolaşması seni aldatmasın.
5. Onlardan önce Nuh kavmi ve bunlardan sonraki topluluklar da (peygamberlerini) yalanladı. Her ümmet, peygamberlerini yakala(yıpöldür)meye kastetti. Hakkı giderip yerine bâtılı koymak için mücâdele edip durdular. Ben de onları (azâbımla) yakalayıp cezalandırdım. (İştebak) benim azâbım nasıl oldu?
6. Böylece inkâr edenlere karşı Rabbinin: “Kesinlikle onlar cehennem halkıdır.” (şeklindeki) sözü gerçekleşti.
7. Arşı taşıyanlar ve onun etrâfındaki (tavafedenmelek)ler, Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na îman ederler ve mü’minlerin bağışlanmasını da (şöylece) isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kaplamıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azâbından koru!”
8. “Ey Rabbimiz! Onları ve atalarından, eşlerinden, nesillerinden iyi olan (emrineuygunyaşayan)ları, kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi sâdece sensin!” [bk. 13/23]
9. “Onları kötülüklerden koru. Sen kimi (budünyâda) kötülüklerden korursan, o gün, muhakkak ona rahmet etmişsindir. Bu da en büyük kurtuluştur.”
1-9. (1).‘Hâ, Mîm.’ (Daha önce geçtiği gibi) hurûf–u mukataa denilen mânâsını bilemediğimiz kesik kesik harflerdir. Peygamberimizden de bu konuda haber gelmediği için açıklama yapmak da mümkün olmamıştır. Daha çok tıpkı yemin veya uyarının harfleri gibi sonraki ifâdeye dikkat çekmek içindir, denmişse de en doğrusunu Allah bilir. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/492)
(2,3)‘Kur’ân’ın indirilmesi, mutlak gâlip ve (herşeyi) hakkıyla bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azâbı şiddetli olan, hem de lütuf sâhibi olan Allah tarafındandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.’ Kitaptan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’in tamâmı veya özellikle bu sûredir. Bu iki âyette Allah Teâlâ’nın altı sıfatı zikredilmiştir. Bunlardan Azîz, Allâh’ın kudretinin üstünlüğünü ve şânının yüceliğini; Alîm, ilminin genişliğini ifâde eder. Zikredilen diğer sıfatları da günahları bağışlaması, tevbeleri kabul etmesi, cezâlandırmasının şiddetli olması ve lütuf sâhibi olmasıdır. Böylece bu iki âyetin, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhlık özelliklerini veciz bir ifâdeyle özetlediği görülmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/640)
Ebû Bekr b. Ayyaş dedi ki: Ebu İshak es Sübey’i’yi şöyle derken dinledim: Bir adam Ömer b. El Hattab (r)’ın yanına gelip şöyle dedi: Ey mü’minlerin emîri, ben kâtil oldum, benim için tevbe söz konusu mudur? Ömer (r) şöyle cevap verdi: ‘Hâ, mîm. Kitabın indirilişi Azîz ve Alîm olan Allah’tandır. Günahları bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezâsı şiddetli, lütfu bol olan’ buyruğunu okudu ve amel et, ümidini de kesme, dedi. Bunu İbn Ebi Hâtim rivâyet etmiştir, lâfız onun ve İbn Cerir’indir. (S. HAVVÂ, 12/484)
Dçnüşün Allâh’a olması, ölümün yok olmak anlamına gelmediğini, kıyâmet kopunca insanların diriltileceğini, mahşer yerinde hesâba çekileceğini, sonuçta müminlerin cennete, kâfirlerin cehennem gideceğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/555)
(4).‘Allâh’ın âyetleri hakkında, küfre sapanlardan başkası mücâdele etmez.’ Allâh’ın âyetleri hakkında mücâdele etmek, yersiz ve mânâsız itirazlarla onlar hakkında tartışmak ve onları başkaları hakkında şüpheye düşürecek şekilde yorumlamak küfürdür. Böyle yapanlar, ancak inkâr edenlerdir. Kâfirlerin bu inatkârca mücâdeleleri karşısında, Kur’ân-ı Kerîm’in gerçeklerini açıklamak, müteşâbihlerini aydınlatmak, inkârcıların aleyhteki itirazlarını cevaplandırmak ve böylece müminin ilim, irfan, ahlâk ve edebine yaraşır bir şekilde mücâdele etmek en büyük bir cihattır. Müminler bu cihattan geri durmamalıdırlar. Allah bu hususta onlara yardımcı olacaktır. (Ö. ÇELİK, 4/352)
Kâfirlerin âyetlerle mücâdelesi, âyetleri hükümsüz kılmak, insanların îman etmelerine engel olmak, inkâr etmek ve yalanlamak içindir. Müşrikler ‘Kur’an, Muhammed’in uydurması, şiir, büyü ve eskilerin masalları’ diyorlar; Allah sözü olduğuna inanmıyorlardı. (6/25, 8/21, 11/13, 29/50-51, 52/33-34, 28/48-50, 46/7; İ. KRAGÖZ 6/555)
‘O bakımdan onların ülkede gezip dolaşması’ ülkelerin mal, nîmet ve güzellikleri ile faydalı ticâretler, kârlı kazançlar, siyasal ve askeri zaferler, düşmanlara karşı gâlibiyet elde etmeleri ‘seni aldatmasın’ Çünkü nihâyette onların varacakları nokta, dünyâda da âhirette de azaptır. (S. HAVVÂ, 12/474)
(5).‘Onlardan önce Nuh kavmi arkalarından ahzab’ yâni Nuh kavminden sonra Âd, Semûd, Lût kavimleri ve diğer kavimler gibi peygamberlere karşı grup grup dikilen ve onlara karşı çıkan güruhlar ‘da yalanladı’ Nuh kavminden sonraki bu ümmetlerden ve gruplardan ‘her topluluk peygamberini cezâlandırmak istedi.’ Yâni onu ele geçirip öldürmek diledi. İbn Kesir der ki: ‘Yâni mümkün olan her yolla onu öldürmeye gayret gösterdi. Aralarından peygamberlerini öldürenler de oldu. (S. HAVVÂ, 12/474)
‘.. yalanladı’ Yalanlamak ile maksat, peygamberlerin yalancı, âyetlerin asılsız ve uydurma olduğunu söylemek, peygamberlere ve âyetlere îman etmemektir. (İ. KARAGÖZ 6/557)
‘Hakkı giderip yerine bâtılı koymak için mücâdele edip durdular. Ben de onları (azâbımla) yakalayıverdim. (İştebak) benim azâbım nasıl oldu?’ Bir peygamber geliyor. Toplumun azgınları, onun getirdiği mesajı yalan sayıyorlar. Peygamberin getirdiği delîle, delille karşılık vererek önünde durmuyorlar. Zâlimlerin ve zorbaların mantığına sığınıyorlar. Peygamberi zorla susturmak istiyorlar. Kitleleri tutarsız, temelsiz şeylerle oyalamak sûretiyle hakka, gerçeğe, gâlip gelmeye çağırıyorlar. Tam bu sırada kıskıvrak yakalayan kudret eli olaya el koyuyor. Ve onları hayret edilecek, dehşet verecek bir biçimde yakalayıveriyor. Gerçekten hayret edilmeye ve görülmeye değer bir yakalayıştır bu: ‘(Bakişte) azâbım nasıl oldu?’ Bu azap, yıkıcı, yok edici, çetin ve şiddetli bir azaptı. Hâlâ kalıntıları silinmeyen toplumların âkıbetleri buna tanıklık etmekte, pek çok olaylar ve rivâyetler onu dile getirmektedir. (S. KUTUB, 8/613)
(6).‘Böylece inkâr edenlere karşı Rabbinin: “Kesinlikle onlar cehennem halkıdır.” (şeklindeki) sözü gerçekleşti.’ Dünyâ hayâtında onların azap ile kökten helâk edilmeleri, hak ve vâcip olduğu gibi, âhirette de cehennem azâbı ile azâba uğratılmaları hak ve vâciptir. Çünkü bu iki azâbın ortak özelliği vardır. Bunlar cehennemliktirler. (S. HAVVÂ, 12/475)
(7).‘Arşı taşıyanlar ve onun etrâfındakiler, Rablerini hamd ile tesbih ederler.’ Arşı taşıyan meleklere ‘hamele-i arş’ denilip, bunların sayıları dörttür. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/256) Kıyâmet gününde ise bunların sayıları sekiz olacaktır. (Hâkka, 69/17) Arşın korunma ve tedbirine memur olduklarından bu isim kendilerine mecâzen verilmiştir. Arşın etrâfında bulunanlar ise arşı tavaf eden meleklerdir. (Ö. ÇELİK, 4/353)
‘O’na îman ederler ve mü’minlerin bağışlanmasını da isterler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin herşeyi kaplamıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azâbından koru!” Meleklerin sâdece tevbe eden, nefsâni arzuların peşinden gitmeyi bırakıp samimi ve temiz bir niyetle Hak yoluna uyan kimseler için istiğfar ettikleri anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, Allâh’a ortak koşan, tevbe etmeyip şirkte ısrar edenlerin bağışlanmayacağını bilirler. (İbn Âşur’dan, Ö. ÇELİK, 4/354)
Hadis: Bu meleklerin (üzerlerine salât ve selâm olsun) seciyelerinden olduğundan dolayı, onlar müminin mümin kardeşine gıyâbında yaptığı duâya da ‘âmin’ derler. Nitekim Müslim’in sahîhinde de şöyle sâbit olmuştur: ‘Müslüman kardeşine gıyâbında duâ ettiği vakit melek de: Âmin, sana da onun misli olsun, diye duâ eder.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/485)
(8).“Ey Rabbimiz! Onları ve atalarından, eşlerinden, nesillerinden iyi olanları, kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy.’ Onları bu yakınları ile birlikte bir araya getir ki, birbirine yakın yerlerde kalacakları için birarada olmakla gözleri aydın olsun. ‘Şüphesiz ki Azîz ve Hakîm olan Sensin Sen’ Hiç kimse senin emrine karşı gelemez, Seni mağlûp etmeye kalkışamaz. Senin dilediğin olur, dilemediğin olmaz ve Sen, sözleriyle, fiilleriyle, şeriatiyle, kaderiyle hikmeti sonsuz olan Hakîm’sin. (S. HAVVÂ, 12/477)
‘Said b. Cübeyr dedi ki: Mümin cennete girdiğinde babasının, oğlunun, kardeşlerinin durumlarını, onların nerede olduklarını sorar. Onlar: Amel itibâriyle senin tabakana erişemediler, denir. O da şöyle der: Ben hem kendim için, hem onlar için amelde bulundum. Bu sefer onlar da derece itibâriyle ona katılırlar. Daha sonra Said b. Cübeyr şu âyet-i kerîmeyi okudu: ‘Rabbimiz, onları; babalarından, eşlerinden, soylarından iyi olanları, kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz ki Azîz ve Hakîm olan Sensin Sen’ (âyet 8) buyruğunu okudu. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/486)
(9).“ve onları kötülüklerden koru.’ ‘Seyyiât’ kelimesinin üç anlamı vardır ve burada üçü de kast olunmuştur. Birincisi, yanlış inanç, kötü ahlâk ve amel; ikincisi, dalâlet ve kötü amellerin vebâli; üçüncüsü, dünyâda, berzah aleminde ve Kıyâmet günündeki âfetler, musîbetler ve eziyetler. Meleklerin duâsı, ‘Allah, müminleri hepsinden de korusun’ şeklindedir. (MEVDÛDİ, 5/129)
‘Sen kimi (budünyâda) kötülüklerden korursan, o gün, muhakkak ona rahmet etmişsindir.’ Kıyâmet günündeki ‘kötülük’ ile kıyâmet gününün dehşeti kast ediliyor. Suçlular, gölgeden ve her türlü rahatlıktan mahrûmiyet, sorgulamanın şiddeti, herkesin önünde hayâtı boyunca işlenen kötü amellerin teşhîri, bu teşhirden doğan utanç ve diğer tüm zorluk ve rezâletler gibi şeylerle, karşı karşıya geleceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/129)
‘Kötülüklerden kimi korursan o gün’ Kıyâmet günü ‘şüphesiz ona rahmet etmiş’ lütfedip cezâdan kurtarmış ‘olursun. İşte’ azâbın kaldırılması, ‘büyük kurtuluş budur.’ Ondan daha büyük kurtuluş olamaz. (S. HAVVÂ, 12/477)
40/10-16 SİZİN İÇİN GÖKTEN RIZIK İNDİREN O’DUR
10. Kâfir olanlara (âhirette) şöyle seslenilir: “Allâh’ın (sizeolan) gazabı, (artıkbugün) kendi kendinize (olan) kızgınlığınızdan daha şiddetlidir. Çünkü siz, (dünyâda) îmâna çağırılıyordunuz da inkâr ediyordunuz.”
11. (Onlarda🙂 “Ey Rabbimiz! Bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin. İşte günahlarımızı da itiraf ettik. (Acabâbuateşten) çıkmaya bir yol var mıdır?” derler. (Kendilerine hayır denir.) [bk. 2/28; 22/66; 45/26]
12. (Kâfirleredenilirki🙂 “Bu (azap) şundandır: Bir olan Allâh’a (îmanveitâate) çağrıldığınız zaman küfrettiniz (inkârayadanankörlüğesaptınız). O’na ortak koşulunca (O’nunyetkisibaşkalarınaverilinceO’na) inandınız. Artık hüküm, O çok yüce, çok büyük (olan) Allâh’a âittir.”
13. Allah, size (kudretinedelâleteden) alâmetleri gösteren ve sizin için gökten rızık (sebepleri) indirendir. (Allah’a) yönelen kimseden başkası ibret almaz.
14. (Ey müminler!) Kâfirlerin hoşuna gitmese de dîni yalnız Allâh’a özgü kılarak O’na duâ (veibâdet) edin.
15, 16. (O,) dereceleri yükselten, arşın sâhibi (olanAllah), o kavuşma gününün dehşetine karşı (insanları) uyarmak için emriyle rûhu (vahyivenübüvveti) kullarından dilediğine indirir. O gün onlar, (kabirlerinden) ortaya çıkarlar. Onlar(ınyaptıkların)dan hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz. (OkıyâmetgünüAllahbuyururki🙂 “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir?” (Yinekendisicevapverir): “Tek ve Kahhâr olan (gücüherşeyeyeten) Allâh’ındır.”
10-16. ‘Kâfir olanlara (âhirette) şöyle seslenilir: “Allâh’ın (sizeolan) gazabı, (artıkbugün) kendi kendinize (olan) kızgınlığınızdan daha şiddetlidir. Çünkü siz, (dünyâda) îmâna çağırılıyordunuz da inkâr ediyordunuz.” Yâni kâfirler; şirk, Allâh’ı ve âhireti kökten inkâr, peygamberlere karşı koymak gibi suçlarından ötürü, kıyâmet gününde görecekleri işlemden dolayı kızacak ve melekler onlara: ‘Bugün kızıyorsunuz, ama peygamberler ve sâlih kullar sizleri hakka dâvet ettiğinde, onlara karşı çıkmış ve Allah o zaman bugün kızdığınızdan daha fazla sizlere kızmıştı’ diyeceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/131)
Yüce Allah, kâfirlerin durumundan haber vererek şöyle buyurmaktadır: Kıyâmet gününde kâfirler, cehennem çukurlarında alevler içerisinde bulunuyor iken, onlara seslenilecektir. Bu sesleniş ise, yüce Allâh’ın hiçbir kimsenin tahammül edemeyeceği azâbına dûçar olduklarında gerçekleşecektir. Bu azâba dûçar olacaklarında kendi kendilerine kızıp üzülecek ve alabildiğine kızacaklardır. Bu sebep ise, cehenneme girmelerine sebep oluşturan dünyâda iken yaptıkları kötü ameller olacaktır. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 12/478)
(11).‘(Onlarda🙂 “Ey Rabbimiz! Bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin.’ ‘İki kez ölmek ve iki kez dirilmek’ ifâdesi daha önce Bakara sûresinin 28’nci âyetinde de geçmişti: ‘Allâh’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz. O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O’na döndürüleceksiniz.’ Kâfirler ilk üç aşamayı, onları apaçık şâhit olabildikleri için inkâr edemezlerdi. Ancak son aşamayı görmedikleri ve sâdece Hz. Peygamber (sa) haber verdiği için inkâr ediyorlardı. Fakat kıyâmet günü dördüncü aşamaya da şâhit olacak ve ‘Bize bunun hakkında haber verilmişti’ diyerek kabul edecekler. (MEVDÛDİ, 5/131)
İlk ölüm, doğmadan önceki ölü durum; ikinci ölüm ise, dünyâdan ayrılırken olan ölümdür. İlk diriliş dünyâdaki doğum, ikinci diriliş ise öldükten sonraki diriliştir. Bk. Bakara 2/28. Cehennemdekilerin çıkış yolu araması, yeniden dünyâya dönüp, kendilerine yeni bir şans tanınmasını istemeleridir. (H. DÖNDÜREN, 2/748) (..) Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Dahhâk ve Katâde’ye göre bu âyette sözü edilen iki ölümden biri, insanın hayat öncesi babasının sulbündeki yokluk hâli, diğeri de dünyâ hayatının sona ermesidir. İki diriliş de insanın doğumu ve kabirdeki dirilişidir. (M. DEMİRCİ, 3/38)
‘İşte günahlarımızı da itiraf ettik. (Acababuateşten) çıkmaya bir yol var mıdır?” derler.’ Bu ateşten, gerek dünyâya dönmek ve gerek başka bir yere gitmek yâhut bir daha ölmek gibi herhangi bir şekilde olursa olsun çıkmaya bir yol var mı? Yok diye ümitsizliklerini dile getiriyorlar veya sen istersen ona da yol bulursun, demek istiyorlar. (ELMALILI, 6/515)
Dünyâya bir daha gelselerdi ne yaparlardı? Gerçekten Allâh’a yönelirler miydi? Yüce Allah bunun da cevâbını veriyor: ‘Geri gönderilselerdi, yine yasaklandıkları şeyleri yapmaya dönerlerdi.’ (En’âm, 6/28, A. KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 8/505)
(12).‘(Kâfirleredenilirki🙂 “Bu (azap) şundandır: Bir olan Allâh’a (îmanveitaate) çağrıldığınız zaman inkâra saptınız. O’na ortak koşulunca inandınız. Artık hüküm, O çok yüce, çok büyük Allâh’a âittir.” Sizin kurtuluş yolu bulamayışınızın sebebi, Allâh’ın tevhîdini inkâr edip, O’na şirk koşulmasına inanmanızdır. (S. HAVVÂ, 12/479)
Ululuğun ve büyüklüğün son sınırı ile sıfatlı olup, zâtında, sıfatında ve fiillerinde ‘Onun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.’ (Şûrâ, 42/11) diye anlatılan, ilâhlık yalnız kendisinin hakkı bulunan Allâh’ın. İşte O, size ebedi azâbı hükmetti. O’nun hükmünden kurtuluşa imkân yoktur. Müşriklere kini büyüktür, şirki bağışlamaz. (ELMALILI, 6/515, 516)
(13).‘Allah, size (kudretinedelâleteden) alâmetleri gösteren ve sizin için gökten rızık (sebepleri) indirendir.’ Bu da ekin ve meyvelerin kendisi vâsıtasıyla bittiği yağmurdur; işte bunu indiren O’dur. Diğer taraftan müşâhede ile bunların renk, tat, koku ve şekillerinin farklı olduğu görülmektedir. Hâlbuki bunları besleyen su birdir. İşte büyük kudret sâyesinde yağmur, bu rızkın sebebi olmuştur ve bu şeylerin birbirinden farklı olmasını takdir buyurmuştur. (S. HAVVÂ, 12/481)
(Çünkü) Bu muazzam nizam, kendisini ancak bir tek zat, yâni tüm mahlûkâtı, su, hava, güneş, sıcak ve soğuk herşeyi yaratan, âlemlerin Rabbi Allah idâre ettiği takdirde kâim olabilir. Bu düzenin, milyonlarca seneden beri hiç şaşmadan devam edegelmesi, ancak ezeli ve ebedi olan Allâh’ın hikmeti gereğince mümkün olmaktadır. O Allah ki, yeryüzünde insanları, hayvanları ve bitkileri yaratmış ve gerek duydukları herşeyi (su vs.) onların ihtiyâcına göre meydana getirmiştir. Bir kimse, bu hayret verici düzeni görmesine rağmen, yine de Allâh’ı inkâr eder ve O’na ortaklar koşarsa, ondan daha zâlim biri olur mu? (MEVDÛDİ, 5/131)
‘(Allâh’a) yönelen kimseden başkası ibret almaz.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni Allâh’ın âyetleri ile ancak şirkten tevbe edip yüce Allâh’a dönen ibret ve öğüt alır. Çünkü inatlaşan bir kimse aslâ öğüt ve ibret almaz. (S. HAVVÂ, 12/481)
(14).‘O hâlde kâfirlerin hoşuna gitmese de dini yalnız Allâh’a özgü kılarak O’na duâ (veibâdet) edin.’ Dîni Allâh’a özgü kılmak; dînin gereğini yerine getirirken onun üzerine nefsin ve dış güçlerin izin verdiği kadarıyla yapabilmek gibi bir gölge düşürmemek, samîmi olmak, başka şeyleri gönülden çıkarmaktır. Dînin emirlerini yerine getirmede Allâh’ın hâkimiyeti geçerli olmalı ki din Allâh’a özgü kılınmış olsun. [bk. 40/65; 98/5, H. T. FEYİZLİ, 1/467)
Kâfirler, müminlerin yalnız Allâh’a boyun eğmelerinden, sırf O’na çağırıp başkalarına önem vermemelerinden hoşlanmazlar. Müminler onlarla ne kadar iyi geçinseler ne kadar barış içine girseler ve çeşitli yollarla onların gönüllerini almaya çalışsalar da aslâ onları memnun edemezler. Öyleyse müminler kendi yollarına devam etmeliler. Yalnız Rablerine çağrıda bulunmalılar. İnanç sistemlerini sırf O’nun ilkeleriyle oluşturmalılar. Gönüllerini O’na bağlamalılar. Kâfirler memnun olmamış, küplere binmiş, onları ilgilendirmemelidir. Zâten onlar hiçbir zaman mamnun olmayacaklardır! (S. KUTUB, 8/617)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû‘z Zübeyr dedi ki: Abdullah bin ez Zübeyr her namazın arkasında selâm verdikten sonra şunları söylerdi: ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun ortağı yoktur, mülk yalnız O’nundur. Hamd O’nadır, O herşeye gücü yetendir. Bütün gücümüz, kuvvetimiz Allah’tandır, O’ndan başka ilâh yoktur, O’ndan başkasına ibâdet etmeyiz. Nîmet yalnız O’nundur, lütuf O’ndandır, güzel övgüler de yalnız O’nundur. Allah’tan başka ilâh yoktur; dînimizi O’na hâlis kılarız; kâfirler hoş görmese dahi.’ Dedi ki: Rasûlullah (s) da her namazın akabinde bu tehlilleri getirirdi. Bu hadisi ayrıca Müslim Mesâcid 139, Ebû Dâvud ve Nesâi de rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/486)
(15, 16).‘(O,) dereceleri yükselten, arşın sâhibi (olanAllah), o kavuşma gününün dehşetine karşı (insanları) uyarmak için emriyle rûhu /vahyi, peygamberliği kullarından dilediğine indirir.’ ‘Dereceleri yükselten’ ifâdesi; gökleri birbiri üstüne kurup yükselten, dünyâda kullarına yüce mertebeler veren, cennetteki makamlarını ve müminlerin sevap derecelerini yükselten anlamlarına yorumlanmıştır. ‘Ruh’tan maksat, peygamberlerine gönderilen vahiydir. ‘Buluşma Günü’ ise herkesin bir arada toplanacağı kıyâmet gününü ifâde eder. (H. DÖNDÜREN, 2/748)
Âyette görüldüğü gibi derecelerin en yükseğine, en mükemmeline sâhip olan Allah’tır. Diğer dereceleri yaratan da, dereceleri yükselten ya da alçaltan da Allah’tır: ‘Herkesin yaptığı amellere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından aslâ gâfil değildir.’ (En’âm 6/132) ‘Sizi yeryüzünün hâlîfeleri kılan, size verdiği nîmetler husûsunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.’ (En’âm 6/165; A. KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 8/509)
15’nci âyette geçen ‘ruh’tan maksat, vahiy ve nübüvvettir. Bedenler, kendilerine üfürülen ruhla hayat bulduğu gibi, kalpler de ancak vahiy rûhuyla mânen hayat bulur, dirilirler. Bu sebeple ‘İşte Biz böylece sana emrimizle ölü kalplere hayat bahşeden bu Kur’ân’ı vahyettik.’ (Şûrâ 42/52) âyetiyle Kur’ân-ı Kerîm’in bir isminin ‘ruh’ olduğu haber verilir. Allah Teâlâ, vahiy ve nübüvvet rûhunu dilediği kuluna ihsan eder, dilediği kulunu peygamberlikle şereflendirir. Bu hususta hiç kimseye seçme ve itiraz hakkı verilmemiştir. Vahiy ve nübüvvetin asıl maksadı ise insanları o büyük buluşma günüyle korkutmaktır. (Ö. ÇELİK, 4/358)
‘Kavuşma gününü ihtar etmek için’ Bugün de bütün insanlar karşılaşırlar. İnsanlar ve onların dünyâ hayâtında işleyip kendilerinden önce gönderdikleri amelleriyle karşılaşırlar. Ayrıca bütün insanlar, cinler, melekler ve herkesin hazır olacağıgünde bulunması gereken bütün yaratıklar orada karşılaşırlar. Hesap verme alanında bütün yaratıklar Rableriyle de karşılaşırlar. Yâni bugün karşılaşmanın bütün anlamları ile bir karşılaşma günüdür. (S. KUTUB, 8/618)
‘o gün ki hâlk hep meydana çıkmıştır’ kabirlerinden çıkmış, açığa fırlamışlardır. Nefislerini örten, amellerini gizleyen hiçbir şey kalmamış, ‘Allâh’a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir.’ Ne kendileri, ne amelleri, ne de hâlleri hiçbir şey, hiçbir zaman Allâh’a gizli kalmaz. Fakat dünyâda gizliyoruz zannedenler, o gün kendileri de bir şey gizlemeye çalışmazlar, bütün açıklığıyla Hakk’ın huzûrunda bulunurlar. (ELMALILI, 6/516)
‘(KıyâmetgünüAllâhbuyururki🙂 “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir?” “Tek ve Kahhâr olan Allâh’ındır.” Hadis: İbn Ömer (r)’nın rivâyet ettiği hadiste, şânı yüce Allâh’ın gökleri ve yeri eliyle kaplayacağını, sonra da ‘Ben Melik’im, Ben Cebbâr’ım, Ben Mütekebbir’im. Nerde yeryüzünün hükümdarları? Nerde zorbalar? Nerede mütekebbirler? Diye buyuracağına dâir hadisi daha önceden geçmişti. (S. HAVVÂ, 12/487)
Sûr’u sözkonusu eden hadîs-i şerifte de şânı yüce Allah, mahlûkâtının bütün ruhlarını kabzedip, geriye tek başına, ortaksız olarak, kendisinden başka hiçbir kimsenin kalmayacağı zaman da şöyle buyuracak: ‘Mülk bugün kimindir? Bu sözü üç defa tekrarladıktan sonra kendi kendisine şöyle cevap verecek: ‘Vâhid ve Kahhâr olan Allâh’ındır’ Yâni herşeyi tek başına kahredip mağlûp eden Allâh’ındır. (S. HAVVÂ, 12/487)
40/17-20 YAKLAŞAN GÜNLE ONLARI UYAR!
17. Kıyâmet günü (âhirette) herkese, kazandığının karşılığı verilecektir. Bugün (kimseyekarşı) hiçbir haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir.
18. (Rasûlüm!) İnsanları, yaklaşan (kıyâmet) günü için uyar. O zaman, yürekleri (korkudanâdeta) gırtlaklarına dayanır; yutkunup dururlar. Zâlimlere bir yakın (akrabavedost, sözü) dinlenecek bir şefaatçi yoktur.
19. (Allah) gözlerin hâin (bakış)ını da, kalplerin gizlediği şeyleri de bilir.
20. Allah, adâletle hükmeder. O’ndan başka yalvarıp taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemez. Çünkü Allah, (herşeyi) hakkıyla işitendir, görendir.
17-20. (17).‘Kıyâmet günü (âhirette) herkese, kazandığının karşılığı verilecektir. Bugün hiçbir haksızlık yoktur.’ Kıyâmet günü, bu kadar kalabalığın arasında bana haksızlık yapılırsa, terâzi yanlış tartarsa diye soranlara yüce Allah: ‘Bugün her nefse kazandığı şeyle karşılık verilir. Bugün zulüm yoktur’ buyurmaktadır. İşlediği günahın gerisinde ya da ilerisinde hangi sebepler varsa hepsini de bilir ve uydurma rivâyetlerde belirtilenin aksine, hesap çok da uzun sürmez. Çünkü ‘Allah hesabı hızlı görendir.’ Nitekim başka âyetlerde şöyle buyrulur: ‘Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir.’ (Lokman 31/28). ‘Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir. Göz açıp yumma gibidir.’ (Kamer, 54/50, C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/512)
‘.. kimseye zulmedilmeyecek’ demek, kimsenin sevabından eksiltme olmayacak, sevâbı verilmeyen hiçbir iyi ameli bırakılmayacak, kimseye hak ettiğinden fazla veya eksik veya suçsuz yere cezâ verilmeyecek demektir. Iiyi veya kötü, kim ne yaptı ise ne eksik ne fazla karşılığını görecektir. ((52/21, 74/38; İ. KARAGÖZ 6/572)
Hadîs-i Kudsi: Müslim’in sahîhinde sâbit olduğu üzere, Ebû Zerr (r) Rasûlullah (s)‘ın yüce Rabbinden naklederek şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: ‘Kullarım, Ben kendime zulmetmeyi haram kıldım. Sizin aranızda da onu haram kıldım. O bakımdan birbirinize zulmetmeyiniz. – Nihâyet hadîsin şu bölümüne kadar olanını da rivâyet etti: – Kullarım, herşey sizin amellerinizden ibârettir. Ben sizin hakkınızda onları sayıp tespit ediyorum. Sonra onları size tastamam ödeyeceğim. Her kim bir hayır ile karşılaşırsa şânı yüce ve mübârek olan Allâh’a hamdetsin. Her kim başka türlüsünü bulacak olursa kendisinden başka hiçbir kimseyi kınamasın.’ (S. HAVVÂ, 12/487)
‘Şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir.’ Allah için sorgulama ve hesâba çekme hiç de zor bir iş değildir. Çünkü O, herkese rızık vermekte ve tüm kâinâtı da idâre etmektedir. O herşeyi aynı anda işitir ve küçük büyük her iş O’nun kontrolü altında cereyan eder. Hiçbir sûrette O’nun bir işle meşgul olması, başka bir işle meşgul olmasını engellemez. Bu yüzden herkesi aynı anda hesâba çekmek, yargılamak ve karâra bağlamak O’nun için zor değildir. Çünkü O, bütün ayrıntılara vâkıftır. Ve hiçbir yalan O’nun mahkemesinde geçerli olmayacaktır. (MEVDÛDİ, 5/133)
Amel defterlerinin tamâmını aynı anda okutup amelleri ortaya koymak bir müşkilat doğurmaz. Dünyâda bile bir düğmeyi çevirmekle yüzbinlerce ampul bir anda yanmakta; elektronik beyin denilen bilgisâyar, verilen programı birkaç sâniyede ekrana getirmekte ve bir ülkede hazırlanan bir konu, meydana gelen bir olay, aynı anda bütün dünyâ ülkelerinin televizyonlarında gösterilmektedir. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/512)
(18).‘(Rasûlüm!) İnsanları, yaklaşan (kıyâmet) günü için uyar.’ ‘yevmü‘l âzife’: ‘yaklaşan gün’ demektir. Maksat kıyâmet günüdür. ‘Yaklaşan kıyâmet iyice yaklaştı.’ (Necm 53/57) âyeti de bunun bir benzeridir. Buna göre kıyâmete (âzife) denmesi yakınlığından dolayıdır. Kâfirler ne kadar uzak görürse görsün, ‘her gelecek yakın’dır. Bu sebeple bir başka âyette âhiret için ‘yarın’ ifâdesi kullanılmaktadır. (bk. Haşr 59/18, Ö. ÇELİK, 4/359)
‘yürekler ağızlarına gelmiştir’ Kıyâmet günü yürekler korkunun şiddetinden âdetâ yerlerinden kopup yukarı çıkacak, âdetâ boğaza yapışacak, ne yerine dönecek ve nefes alıp rahatlayacaklar ne de tam olarak çıkıp ölmek sûretiyle rahat edeceklerdir. (İ. H. BURSEVİ, 17/453)
(19).‘(Allah) gözlerin hâin (bakış)ını da, kalplerin gizlediği şeyleri de bilir.’ Abdullah b. Abbas’a göre söz konusu âyette zikredilen hâin bakıştan maksat, bakması caiz olmayan şeylere çaktırmadan bakmak, demektir. Meselâ bir insanın dostlarıyla otururken yoldan geçen ve kendisine bakması helâl olmayan bir kadına, yanında bulunan kişilere hissettirmeden bakması gibi. Mücâhid de hâin bakışı Allâh’ın bakılmasını yasaklamış olduğu şeylere helâl olmayan şekilde bakmak olarak tanımlamaktadır. Süddi’ye göre de gözlerin hâin bakışı, olumsuz anlamda kaş göz işâreti yapmak, demektir. (M.DEMİRCİ, 3/42)
Nesefi şöyle demektedir: ‘Âyet-i Kerîme hakkında şöyle de denilmiştir: (Hâin) bakıştan kasıt, kişinin şehvetle yabancı bir kadına çaktırmadan bakması, sonra da içinden onun güzelliğini düşünmesi, buna karşılık bakışıyla, düşüncesiyle kimin huzûrunda olduğunu bilmemesidir. Hâlbuki yüce Allah, bütün bunları bilmektedir. (S. HAVVÂ, 12/482)
‘.. gözlerin ihâneti’ ile maksat, bakılması helâl olmayan şeylere veya helâl olmayan şekilde, erkeklerin nâmahrem kadınlara, kadınların nâmahrem erkeklere şehvetle ve kötü niyetle bakmalarıdır. Erkek ve kadınların mahrem yerlerine (..) bakılması haramdır. Abdullah b. Abbas (r) bu âyetle ilgili olarak, bâzı erkeklerin kadınlara şehvetle baktıklarını, fark edince gözlerini çevirdiklerini söylemiştir. Âyette yasaklanan bir kadını veya erkeği görmek değil, sürekli bakmak, dönüp dönüp bakmak ve şehvetle bakmaktır. (İ. KARAGÖZ 6/575)
‘Kalplerin gizledikleri’ ise insanın içinden geçirdiği, düşündüğü ve belki niyetlendiği ve fakat çeşitli sebeplerle fiiliyâta dökmediği veya dökemediği niyet ve düşünceleridir. Gözün hâince bakışı en gizli amel, kalplerin gizlediği de en gizli his ve düşüncedir. Bunları bilen Allah, şüphesiz diğer niyet ve amelleri elbette bilir. Hiçbir şey O’nun ilmi dışında kalmaz. (Ö. ÇELİK, 4/360)
Hadis: ‘Ameller niyetlere göre değerlendirilir.’ (Buhâri Îman 41’den, Ö. ÇELİK, 4/360)
Hadis: ‘Bir kimse hayırlı bir işe niyet etmekle birlikte, herhangi bir mâni / engel sebebiyle bunu yapamasa bile yine de Allah ona sevap yazacaktır. (Nesâi Kıyâmü’l Leyl 63’den Ö. ÇELİK, 4/360)
Buna karşılık insan, içinden bir kötülük yapmayı düşünmek, hattâ kesin karar vermekle birlikte, düşünce ve niyetini eyleme dökemese bundan dolayı günahkâr sayılmayacaktır. (Müslim Îman 201, 203, 204) Hattâ bu kötü fiilden vazgeçmenin arkasında Allah korkusu, insan sevgisi, pişmanlık duyup günah işlemekten sakınma gibi müspet sâikler varsa, iyi bir sebeple ondan vaz geçtiği için ondan sevap bile kazanır. (Ö. ÇELİK, 4/360)
(20).‘Allah, adâletle hükmeder. O’ndan başka yalvarıp taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemez. Çünkü Allah, (herşeyi) hakkıyla işitendir, görendir.’ (Allah) hak ile hükmeder ve hükmünü tamâmen icrâ eyler, hakkı gerçekleştirir, yerine getirir. O’ndan başka tapınıp yalvardıkları ise, gerek cansız putlar, gerek diğerleri hiçbir şeye hüküm veremezler. Kendiliklerinden hiçbir şeye kesinlikle hüküm verip, tamâmıyla icrâ ve infaz edemezler, çünkü hepsi Allâh’ın hükmü altında boyun eğmektedirler. Onun için hiçbir şeyi yerine getiremezler. (ELMALILI, 6/517)
40/21-27 YERYÜZÜNDE GEZİP DOLAŞMADILAR MI?
21. (Müşrikler) yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Baksalar ya, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur? Onlar, kendilerinden hem kuvvet hem de yeryüzündeki eserler yönünden daha üstün idiler. Öyle iken, Allah onları günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdi. Onları Allâh’(ıngazabın)dan koruyan da olmadı. [bk. 30/9; 46/26-27]
22. Bu (dünyâazâbı)nın sebebi şudur: Onlara peygamberleri, açık mûcizeler (vedinî, toplumsalhükümler) getirdi, onlar da inkâr ettiler. Bu yüzden Allah kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi. Çünkü O’nun kudreti sonsuzdur, azâbı pek şiddetlidir.
23-24. Andolsun ki biz, Mûsâ’yı, mûcizelerimizle ve apaçık delil ile Firavun’a, (veziri) Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik de onlar: “(Bu) bir sihirbazdır, yalancının tekidir.” dediler.
25. (Mûsâ) onlara, tarafımızdan hakkı getirince de: “Onunla berâber, ona inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın.” dediler. (Fakat) kâfirlerin hîlesi, ancak boşuna (biruğraş)tır. [krş. 2/49; 14/6]
26. Firavun: “Bırakın beni, şu Mûsâ’yı öldüreyim de o (kurtulabilecekse) Rabbine yalvaradursun. Çünkü ben onun, dîninizi değiştirmesinden yâhut bu yerde (ülkedesizlerevedüzenimizekarşı) fesat çıkarmasından korkuyorum.” dedi.
27. Mûsâ: “Şüphesiz ben, hesap gününe inanmadığından kendini büyük gören herkesten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan (Allâh’)a sığındım.” dedi.
21-27. (21).Ey Muhammed, şu senin peygamberliğini ve uyarılarını yalanlayanlar ‘yeryüzünde dolaşıp gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğunu görsünler?’ Kendilerinden önce peygamberleri yalanlayan kimselerin sonunun nasıl olduğuna, onların başına gelen azap ve intikamlara bakıp görsünler. ‘Onlar’ vücut itibâriyle ‘kendilerinden daha güçlü ve yeryüzünde daha çok eser bırakan kimselerdi.’ Geriye bıraktıkları şeyler bunun delîlidir. Çin seddini, Mısır ehrâmını, Tedmur direklerini ve Baalbek’i gören kimse, öncekilerin bıraktıkları eserlerin daha sonrakilerin bıraktıklarından ne kadar üstün olduğunu görür. (S. HAVVÂ, 12/492)
‘Allah da onları günahları sebebiyle yakaladı.’ Bu büyük güçlerine ve çetin kuvvetlerine rağmen, günahları sebebiyle onları cezâlandırdı. ‘Allâh’a karşı onları koruyan yoktu.’ Allâh’ın azâbını onlardan kimse savamadı. Hiç kimse onu geri çeviremedi, hiç kimse onları koruyamadı. (S. HAVVÂ, 12/492)
(22).‘Bu, peygamberleri kendilerine apaçık mûcizeler geldiğinde inkâr etmelerindendir.’ İnkâr etmeleri sebebiyle azap ile yakalanmışlardır. Çünkü onlar bu açıklama ve delillere rağmen inkâr etmişlerdi. ‘Allah da onları yakalayıverdi.’ Helâk etti, yok etti. ‘Şüphesiz ki O, kuvvetlidir.’ Gücü büyük, yakalaması çetindir. ‘Cezâlandırması pek şiddetlidir.’ Cezâlandırdığı takdirde de cezâsı son derece çetin ve acıklıdır. (S. HAVVÂ, 12/492)
(23, 24).‘Andolsun ki biz, Mûsâ’yı, mûcizelerimizle ve apaçık delil ile Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik de onlar: “(Bu) bir sihirbazdır, yalancının tekidir.” dediler.’ Allâh’a and olsun ki, Mûsâ’yı en önemlileri Beyaz El ve Âsâ olmak üzere dokuz mûcizemizle, Allah katından gönderilmiş bir elçi olduğuna delâlet eden açık ve kuvvetli delillerimizle gönderdik. Onu Mısır hükümdârı Firavun ileveziri Hâmân’a malvehazînesâhibi Kârûn’a gönderdik. Bu üç kişi ona düşmanlık edince, onlara tâbi olanlar da Mûsâ’ya düşmanlık ettiler. Mûsâ’ya karşılık vermekten ve delîline karşı delil ileri sürmekten âciz olunca daonun sihirbaz ve yalancı olduğunu söylediler. Ama Mûsâ, onların sözlerine aldırış etmedi. Dâvetini yürütmeye devam etti. (M.HİCÂZİ, 5/351)
Kur’ânbuâyetle, hâlkı iyiye, ya da kötüye yönlendiren, iyi veya kötü örnek olan üç ayrı kişiden söz etmektedir: Fir’avun, Hâmân, Kârûn. Birincisi ülkenin mukadderâtına el koyan diktatör hükümdar; ikincisi ülkeyi diktatörün arzusu doğrultusunda idâre eden dalkavuk vezir; üçüncüsü, geniş servet ve nüfûza sâhip bulunan şımarık zengin. Târihte gelip geçen milletlerin hayâtı iyice incelendiğinde, ülkelerine rahmet veya azap inmesine sebep olan bu üç sınıf insanın nazım rol oynadığı görülür. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/520)
Kur’ân-ıKerîm,Mûsâ (as) kıssasını örnek verirken bu üç sınıf insanın karakter yapısını, aynı çağda yaşamış üç insandan söz ederek belirtmekte. Ve böylece Mekke’de cereyan eden olaylara ışık tutmakta, Hz. Muhammed’i (s) öldürmeye kalkışıp müminlere ezâ ve cefâda bulunanların sosyal durumlarının ve karakter yapılarının Firavun, Hâmân ve Kârûn’un durumuna benzerlik gösterdiğine dikkatleri çekmekte. Ve dolayısıyla her çağda dîne, sağlam örfe, güzel ahlâka ve fazîlete karşı olanların aynı karakterdeki sapıklardan oluştuğuna ve oluşacağına atıfta bulunmaktadır. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/520)
‘Bu, yalancı bir sihirbazdır, dediler.’ Onlar mûcizelere ‘sihir’, apaçık delillere de ‘yalan’ dediler. Yâni, Hz. Mûsâ’yı yalanlayıp onu Allâh’ın kendisini peygamber olarak gönderdiği husûsunda yalan söyleyen, hakikati değiştiren deli bir sihirbaz olarak değerlendirdiler. (S. HAVVÂ, 12/495)
(25).‘(Mûsâ) onlara, tarafımızdan hakkı getirince de: “Onunla berâber, ona inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın.” dediler. (Fakat) kâfirlerin hîlesi, ancak boşunadır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu, İsrâiloğulları’nın erkeklerinin öldürülmesine dâir Firavun’un verdiği ikinci emirdir. Birincisi ise Hz. Mûsâ’nın ortaya çıkmasından sakınmak için idi. Yâhut da bu, hâlkı zelil kılıp sayılarını azaltmak maksadıyla yapılmıştı veya her ikisi sebebiyle bunu uygulamaya koymuştu. İkinci emrin sebebi ise, hâlkı zelil kılmak ve sayılarını azaltmak maksadıyla, hâlkı fakir düşürmek gâyesiyle ve Mûsâ (as)’ın varlığını uğursuz saymalarını gerçekleştirmek amacıyla yapılmıştı. İşte bundan dolayı Hz. Mûsâ’ya şöyle demişlerdi: ‘Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da işkencelere uğratıldık. Dedi ki: Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde hâlîfeler kılacaktır da sizin neler işleyeceğinize bakacaktır.’ (el A’raf, 7/129) (S. HAVVÂ, 12/495)
Son âyet grubunun sonunda ise yüce Allâh’ın ‘Firavun’un düzeni ne olursa olsun, elbette ziyan ile içiçedir.’ (âyet 37) buyruğu yer almaktadır. Bu, îman ehli için sonuçtan yana emin ve rahat olmaları gerektiğine, Allâh’ın düşmanlarının egemenlik ve otoriteleri ne kadar ileri, azgınlıkları ne kadar uzun boylu olursa olsun, bir şey ifâde etmeyeceğine dâir bir müjdedir. Allâh’ın katındaki azap ise, daha şiddetlidir. (S. HAVVÂ, 12/506)
(26).‘Firavun: “Bırakın beni, şu Mûsâ’yı öldüreyim de o Rabbine yalvaradursun. Çünkü ben onun, dîninizi değiştirmesinden yâhut bu yerde fesat çıkarmasından korkuyorum.” dedi.’ (endişeleniyorum’ diye çeviri daha uygun olurdu, M. SELMAN) Firavun’un korktuğu hususlardan biri olan ‘dîni değiştirmek’ ifâdesinin iyice anlaşılması gerekir. Çünkü Hz. Mûsâ (as) Firavun’un korktuğu bu husus dolayısıyla öldürülmeyi hak etmiştir. Buradaki ‘din’ ifâdesi ile yönetimin işleyiş biçimi kastedilmektedir. Yâni Firavun’un deyimiyle ‘Ben onun hükümdarınızı değiştireceğinden korkuyorum’ deniliyor. (Rûhu‘l Meâni, 24/56) Başka bir ifâdeyle ‘onların siyaset, kültür, medeniyet, ekonomi ve Mısır’da yürürlükte olan sistemleri’ burada ‘din’ olarak nitelenmiştir. Firavun, Mûsâ’nın yaptığı dâvet sonucunda söz konusu sistemin değişeceğinden korkuyordu. Fakat her sahtekâr politikacı gibi, Firavun da aslında kendi iktidârının elinden gideceğini söylemiş ve tam tersine ‘Ey kavmim! Mûsâ’nın hareketi, sizlerin dînini yıkmaya yönelik olduğu için ben, onu öldürmeyi istiyorum (..) demiştir. (MEVDÛDİ, 5/139)
Putperest bir sapık olan Firaun’un yüce Allâh’ın elçisi Hz. Mûsâ hakkında ‘Çünkü ben onun dîninizi değiştireceğinden yâhut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.’ demesinden daha ilginç ne olabilir?! Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik) önderi için söylediği sözün aynısı değil midir? Bu, çirkin bâtılın güzel olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisi değil midir? Bu söz, îmânın sâkin ve mâsum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir? (S. KUTUB, 8/623)
Bu her zaman aynı olan bir mantıktır. Hak ile bâtıl, îman ile küfür, iyilik ile azgın(lık) nerede ve ne zaman karşı karşıya gelmişse, onca yer ve zaman farklılığına rağmen değişmeyen bir anlayıştır. (S. KUTUB, 8/623)
‘O da varsın Rabbine yalvaradursun.’ İbn Kesir der ki: ‘Ben O’ndan çekinmiyorum, demek istiyor. Bu ise bilgisizliğin, cüretkârlığın ve inadın en ileri derecesidir. (S. HAVVÂ, 12/496)
(27).‘Mûsâ: “Şüphesiz ben, hesap gününe inanmadığından kendini büyük gören herkesten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan (Allâh’)a sığındım.” dedi.’ Çünkü Firavun’da bir taraftan büyüklük, öbür taraftan cezâyı yalanlamak, âkıbete karşı aldırışsızlık gibi olumsuz nitelikler bir arada toplanmıştı. Böylelikle o, hem Allâh’a hem kullarına karşı katılık ve cüretkârlığın sebeplerini eksiksiz bir şekilde kendisinde toplamış, işlemedik hiçbir büyük günah bırakmamıştı. Hz. Mûsâ’nın ‘mütekebbirlik’ten kasdı, Hakka boyun eğmeyi büyüklüğüne yedirememektir. Bu ise kibirin en çirkin şekli, böyle bir büyüklenmeye sâhip olanın bayağılığını, zulmünün çirkinliğini en açık şekilde ortaya koyan bir tavırdır. (S. HAVVÂ, 12/496)
Mûsâ (as) ‘da onların böyle bir konuyu tartıştıklarını öğrenince, karşı koyacak maddi bir güce sâhip olmadığını düşünerek Allâh’a sığındı ve şu târihi sözleriyle kendisinden sonraki müminlere böyle anlarda Allâh’a sığınmanın en geçerli yol ve çâre olduğunu sünnet olarak bıraktı. (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/524)
Hadis: İbn Kesir şunları söylemektedir: ‘İşte bundan dolayı hadîs-i şerifte Ebû Mûsâ (r)‘den rivâyet edildiğine göre: Rasûlullah (s)’ın bir kavmin şerrinden korktuğunda ‘Allâh’ım onların kötülüklerinden Sana sığınırız. Sen onların kötülüklerini başlarına geçirerek bize verecekleri şerden koru’ dediği rivâyet edilmektedir. (S. HAVVÂ, 12/497)
40/28-37 ALLAH TEÂLÂ BÜYÜKLÜK TASLAYANIN KALBİNİ MÜHÜRLER
28. Firavun âilesinden (olanveo ânakadar) îmanını gizleyen mü’min bir adam (orada) dedi ki: “Siz, bir adamı sırf ‘Rabbim Allah’tır’ dedi diye (tehlikeligörüp) öldürür müsünüz? Hâlbuki o, size Rabbinizden açık mûcizeler de getirmiştir. Eğer o yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyor ise, sizi tehdit ettiğinin (enazından) bir kısmı size isâbet eder. Şüphesiz Allah haddi aşan, çok yalancı olan kimseyi doğru yola eriştirmez.”
29. “Ey kavmim! Bugün (bu) yerde (Mısır’daİsrâiloğulları’na) gâlip (kimse)ler olarak hükümranlık sizindir. Fakat (Mûsâ’yıöldürmenizyüzünden) Allâh’ın hışmı bize gelip çatarsa (ondan) bizi kim kurtarır?” (Bunakarşı) Firavun: “Size ben, kendi görüşümden başkasını uygun görmüyorum ve ben size, ancak doğru yolu gösteriyorum.” dedi.
30, 31. İnanan (okimse): “Ey kavmim! Doğrusu ben sizin için, (öncekiinkârcı) toplulukların (başlarınagelenazap) gününün benzerinden korkuyorum.” dedi. “Nuh kavminin, Âd ve Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi. (Yoksa) Allah, (günahsız) kullara hiç (birşekilde) zulmetmek istemez.”
32, 33. “Ey kavmim! Cidden ben sizin için, o bağrışıp çağrışma, (obirbirinizdenimdatisteme) gününden korkuyorum.” [bk. 7/44-50] 33. “O gün arkanızı dönüp kaç (mayıarzued)ersiniz. Artık sizi Allâh’(ınazâbın)dan koruyacak hiç kimse yoktur. Allah kimi sapıklığa bırakırsa, onu doğru yola getirecek yoktur.”
34. (Firavun âilesinden îmânını gizleyen kimse şöyle dedi:) “Doğrusu (Mûsâ’dan) önce Yûsuf da size açık deliller (mûcizeler) getirmişti; size getirdiği şeylerden (ozaman) şüphelenip durmuştunuz. Nihâyet o ölünce, ‘Allah, ondan sonra bir peygamber göndermez.’ demiştiniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle sapıklıkta bırakır.”
35. “Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmaksızın, Allâh’ın âyetleri hakkında tartışanlar, gerek Allah nezdinde, gerek îman edenler yanında öfkeyi artırır (nefretlekarşılanırlar). İşte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.”
36-37. Firavun (vezirine) dedi ki: “Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara (yâni), göklerin yollarına erişirim de, çıkıp Mûsâ’nın ilâhını görürüm. Çünkü ben, onun kesinlikle yalancı olduğunu biliyorum.” İşte böylece Firavun’un kötü işi kendisine câzip gösterildi ve (doğru) yoldan alıkonuldu. Firavun’un tuzağı elbette yok olacaktı. [krş. 28/38]
28-37. (28).‘Firavun âilesinden (olanveoanakadar) îmânını gizleyen mü’min bir adam (orada) dedi ki: “Siz, bir adamı sırf ‘Rabbim Allah’tır’ dedi diye öldürür müsünüz? Hâlbuki o, size Rabbinizden açık mûcizeler de getirmiştir. Eğer o yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyor ise, sizi tehdit ettiğinin bir kısmı size isâbet eder.’ Yâni, eğer sizler onun size getirdiklerinin doğruluğunu açıkça göremiyor iseniz, akıl, sağlam görüş ve yerinde karar onu kendi başına bırakmanızı, ona herhangi bir şekilde eziyet etmemenizi gerektirir. Çünkü o yalan söyleyen bir kimse ise, şânı yüce Allah dünyâda da âhirette de cezâlandırmak sûretiyle yalan söylemesini karşılıksız bırakmayacaktır. Eğer, doğru söylediği hâlde, ona eziyet ve işkence edecek olursanız, vaadettiklerinin bir kısmı gelip size çatar. Çünkü o, sizin kendisine muhâlefet etmeniz hâlinde, dünyâ ve âhirette azâba uğramakla tehdit etmektedir. O bakımdan size göre onun doğru söylemesi mümkün olabilir. İşte bundan dolayı ona ilişmemeniz gerekmektedir. Aksine onu, kavmi ile başbaşa bırakınız, kavmini dâvet etsin, onlar da varsın ona uysunlar. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 12/498, 499)
‘.. tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir’ Burada sözü doğru bir peygamberin vaadi olmakla birlikte, ‘onun size vaadettiklerinin tümü’ demeyip ‘bir kısmı’ demesi, onlara karşı durumu idâre etmek içindir. Bu ifâdelerle, onların teslîimiyetleri ihtimâlini daha yüksek gördüğü bir yol denenmiş olmaktadır. (S. HAVVÂ, 12/498)
‘Şüphesiz ki Allah, haddi aşan yalancıyı hidâyete erdirmez.’ Bu da aynı şekilde onlara karşı uygun sözler söylemek türünden bir ifâdedir. Yâni: Eğer Mûsâ haddi aşan bir yalancı ise, Allah onu bozguna uğratacak, helâk edecek, siz de ondan kurtulacaksınız. Yâhut eğer o haddi aşan bir yalancı olsaydı, peygamberlik vererek Allah onu doğru yola iletmez ve apaçık delillerle onu desteklemezdi. Nesefi şöyle demektedir: ‘Denildiğine göre o, haddi aşan ifâdesiyle Mûsâ’yı kastettiğini hissettirmekle birlikte, esâsen Firavun’u kastetmiştir.’ (S. HAVVÂ, 12/499)
İbn Cerir dedi ki: … İbn Abbas (r) Fir’avun hanedânından bu kişi ile, Firavun’un karısından, bir de: ‘Ey Mûsâ, ileri gelenler seni öldürmek için kendi aralarında danışıyorlar’ (el Kasas, 28/10) âyetinde söz konusu edilen kişiden başkası îman etmemişti. Bunu İbn Ebİ Hâtim rivâyet etmektedir. Burada sözü edilen kişi, îmânını kıpti kavminden gizlemiş ve ancak Firavun: ‘Bırakın beni de Mûsâ’yı öldüreyim.’ (âyet 26) sözlerini söylemesi üzerine, ancak o gün îman ettiğini izhar etmişti. Bu sözler üzerine o kişi, yüce Allah için gazaba gelmişti. En faziletli cihad ise, hadîs-i şerifte de sâbit olduğu üzere, zâlim bir yöneticinin önünde söylenen doğru ve âdil bir sözdür. Firavun’un huzûrunda ise şu sözden daha büyük söylenebilecek bir söz olamaz: ‘Rabbim Allah’tır diyen bir kişiyi mi öldüreceksiniz?’ (âyet 28, S. HAVVÂ, 12/504)
Hadis: Ukbe b. Ebi Muayt isimli putperestin, Kâbe’de bulunan Hz. Peygambere saldırarak boğazına sarıldığını gören Hz. Ebû Bekir, saldırganı ellerinden yakalayarak Rasûlullâh’ı kurtarmış, daha sonra burada kendisinden bahsedilen mümin kişinin sözlerini nakleden âyetin ‘Adamı, ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için mi öldüreceksiniz? Oysa o size rabbinizden âyetler getirmiştir’ meâlindeki bölümünü aynen tekrarlamıştır. (Buhâri Tefsir 40/1, Müsned) Hz. Ali’nin ‘Allâh’a yemin ederim ki, Ebû Bekir’in davranışı Firavun âilesinden olan mümin kişininkinden daha da önemlidir. Çünkü o kişi îmânını saklamıştı, oysa Ebû Bekir inandığını açıkça ifâde etmiş, malını ve canını bu yola adamıştır’ dediği rivâyet edilir. (Bezzâr’dan, KUR’AN YOLU, 4/657)
(29).“Ey kavmim! Bugün (bu) yerde (Mısır’daİsrâiloğulları’na) gâlip (kimse)ler olarak hükümranlık sizindir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni yüce Allah size bu mülkü vermek, yeryüzünde bu üstünlüğü kurmak imkânını sağlamakla, sözünüzü geçerli ve etkin kılmakla, uçsuz bucaksız yetkilerinize sâhip kılmakla, Allah size nîmet vermiş bulunmaktadır. Siz de bu nîmete yüce Allâh’a şükrederek, Rasûlünü tasdik ederek karşılık verin.Rasûlünüyalanlamanız hâlinde Allâh’ın azâbından sakının. (S. HAVVÂ, 12/499)
‘Fakat (Mûsâ’yıöldürmenizyüzünden) Allâh’ın hışmı bize gelip çatarsa bizi kim kurtarır?” Yâni Mısır’da egemenlik sizindir. İnsanlara üstünlük kurdunuz, onları emriniz altına soktunuz. O bakımdan kendi işinizi aleyhinize siz bozmayınız, Allâh’ın azâbına kendinizi mâruz bırakmayınız. Çünkü O’nun azâbı gelecek olursa, kimse sizi bundan koruyamaz, ona güç yetiremezsiniz. (S. HAVVÂ, 12/499)
‘Firavun dedi ki: Benim size gösterdiğim görüşümden başkası değildir.’ Yâni ben size sâdece uygun gördüğüm karar olarak onu öldürmenizi işâret ediyorum. Yâni onu öldürmekten başka bir şeyi doğru olarak görmüyorum, sizin söylediğiniz ise doğru değildir. (S. HAVVÂ, 12/500)
‘Sizi doğru yoldan başkasına iletmiyorum.’ Bu görüşüm ile benim size gösterdiğim, doğru ve uygun olan görüştür. Yâhut ben sâdece doğru bildiğim şeyleri size söylüyorum ve ondan hiçbir şeyi saklamıyor ve size açıkladığımdam farklı bir şeyi de gizliyor değilim. (S. HAVVÂ, 12/500)
29’ncu âyet ise siyâsi güç ve hâkimiyetin, zorbalık, baskı ve haksızlık aracı olarak kullanılmaması gerektiğini, aksinedavranmakta ısrar edenlerin, sonunda ilâhi cezâya çarptırılmalarının kaçınılmaz olduğunu hatırlatması bakımından son derece önemlidir. (KUR’AN YOLU, 4/657)
(30, 31).‘İnanan (okimse): “Ey kavmim! Doğrusu ben sizin için, (öncekiinkârcı) toplulukların (başlarınagelenazap) gününün benzerinden korkuyorum.” dedi.’ Yâni geçmiş dönemlerde Allâh’ın peygamberlerini yalanlayan kimselerin uğradıkları azap gününün benzerinin size de gelip çatmasından çekiniyorum. Nuh kavmi, Âd ve Semûd kavimleri, onlardan sonra gelen diğer yalanlayıcı ümmetleri düşünün, nasıl Allâh’ın azâbı onlara gelmişti de hiç kimse onlardan bu azâbı geri çevirip engelleyememişti. Devamla şöyle dediğini görüyoruz: (S. HAVVÂ, 12/500)
“Nuh kavminin, Âd ve Semûd’un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi.’ Bunların uğradıkları cezânın bir benzerine uğramanızdan korkuyorum. Bu gibi kavimler küfür, yalanlamak ve diğer günahları işlemeye devam edip durdular. Hiçbir ara vermeksizin bu tür davranışlarını sürdürdüler idi. (S. HAVVÂ, 12/500)
‘Allah kullara zulüm dilemez.’ Yâni, Allah kullarına azap göndermeyi ve onları helâk etmeyi istemez. Fakat onlar haddi aşarak azâbı hak ettikleri takdirde, artık azâbın gelmesi, adâletin yerini bulması demektir. (MEVDÛDİ, 5/141)
‘Allah kulları için hiçbir zulmü istemez’ cümlesindeki zulüm, hem şirk ve inkâr hem de her türlü haksız işlemi ifâde etmekte olup, âyette her iki anlamı da kastedilmiştir. Ayrıca zulüm kelimesinin nekre olması her türlü zulmü kapsar. Buna göre yüce Allah, ne kendisi kullarına zulmeder ne de kullarının herhangi bir şekilde haksızlığa tevessül etmelerine râzı olur. (İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 4/658)
Daha sonra bu mümin kişi Mûsâ (as)’yı savunarak ve dünyâ azâbı ile onları korkuttuktan sonra âhiret azâbını da hatırlatıp çekindirmek ve sakındırmak maksadıyla hatırlatma, öğüt ve sakındırmalarını şöylece sürdürmektedir: (S. HAVVÂ, 12/500)
(32, 33).“Ey kavmim! Cidden ben sizin için, o bağrışıp çağrışma gününden korkuyorum.” Bugünden maksat ise, dehşetli kıyâmet günüdür; çağrışma, feryâd-ü figan günüdür. Orada dehşetli çağrışma sahneleri vukû bulacaktır. Meselâ, melekler insanları mahşer alanında toplanmaları için çağıracaklar. A’raftakiler cennetliklere ve cehennemliklere seslenecekler. Aynı şekilde cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere çağıracaklar. Yâni bugünde çağrışma değişik biçimlerde gerçekleşir. Dolayısıyla bu ifâdeler, mahşeri kalabalığı ve birbirinden dâvâcı olma gününü tasvir etmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/367)
Katâde der ki: Her bir topluluk, kendi amelleriyle çağrılır. Cennet ehli cennet ehline, cehennem ehli cehennem ehline seslenir. Kıyâmet gününe bu ismin veriliş sebebinin cennet ehlinin cehennemliklere seslenişi olduğu da söylenmiştir: ‘Biz Rabbimizin bize vaadettiğini hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz mu? Diye seslenirler, onlar da: Evet, derler.’ (el A’raf, 7/44) Buna karşılık cehennemlikler de cennetliklere şöylece sesleneceklerdir: ‘Bize biraz suyunuzdan akıtın veya Allâh’ın size ihsan ettiğinden verin, diye feryad ederler. Onlar ise: Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler.’ (el A’raf, 7/50) Ayrıca A’raf’takilerin bir taraftan cennet ehline, diğer taraftan cehennem ehline – Âraf sûresinde zikredildiği şekilde – seslenecekleri için de bu ismin verildiği de söylenmiştir. (S. HAVVÂ, 12/505)
“O gün arkanızı dönüp kaç (mayıarzued)ersiniz. Artık sizi Allâh’(ınazâbın)dan koruyacak hiç kimse yoktur. Allah kimi sapıklığa bırakırsa, onu doğru yola getirecek yoktur.” Mümin zâtın bu son ifâdesi, artık onların îmanlarından ümit kestiği için söylenmiş bir sözdür. (İ. H. BURSEVİ, 17/482)
(34).(Firavunâilesindenîmânınıaçıklayan kişişöylededi:) “Doğrusu (Mûsâ’dan) önce Yûsuf da size açık deliller getirmişti; size getirdiği şeylerden şüphelenip durmuştunuz. Nihâyet o ölünce, ‘Allah, ondan sonra bir peygamber göndermez.’ demiştiniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle sapıklıkta bırakır.” Yâni, sizlerin sapıklık ve inadınızın durumu tıpkı şöyledir: Hz. Mûsâ’dan (as) önce Hz. Yûsuf’un (as) peygamber olarak gönderildiğini ve onun yüce bir ahlâka sâhip olduğunu kabul ediyorsunuz. Yine o dönemdeki Firavun’un rüyâsını doğru bir şekilde tâbir etmek sûretiyle, onları, yedi yıl süren bir kıtlıktan kurtardığını da biliyorsunuz. Ayrıca tüm kavminiz Hz. Yûsuf’un yönetiminin bereketli ve âdil olduğuna ve Mısır’ın öyle bir dönem görmediğine bizzat şâhittir. (MEVDÛDİ, 5/143)
Buna rağmen sizler yine de ona îman etmediniz ama ölümünden sonra onu hâlâ takdirle yad ediyor, hattâ ondan bu yana Allah bir peygamber göndermemiştir.’ diyecek kadar onun üstün meziyetlerini övüyorsunuz. Sonra da bu bahâneyle, gönderilen peygamberleri reddediyorsunuz. Kısaca sizler hidâyeti kabul etmek istemiyorsunuz. (MEVDÛDİ, 5/143)
(35).‘Onlar ki kendilerine gelmiş kesin bir delil olmadan Allâh’ın âyetleri üzerinde tartışırlar.’ Yâni, Allah şu üç özelliği taşıyan kimseleri sapıklıkta bırakır: (1) Kişi amelleri dolayısıyla o kadar günaha dalmıştır ki artık onlardan hoşlanmaya başlar. (2) Doğru yolu ve ıslah olmayı kabul etmediği gibi, peygamberlerin getirdiği mesaja ve apaçık âyetlere şüpheyle bakar. Ayrıca tevhid ve âhiret hakkında öne sürülen tüm delilleri kabul etmekten kaçınır. (3) Allâh’ın kitâbının âyetlerine akla ve mantığa uymayan gereksiz itirazlarda bulunarak, Allâh’ın vahyettiği mesajı inatla inkâr eder. Bu onun elinde bir delil olduğu için değil, zihinsel olarak yozlaşmasının bir sonucudur. İşte Allah, bu üç özelliğe sâhip olanları sapıklığın kucağına atar ve artık hiç kimse onları kurtaramaz. (MEVDÛDİ, 5/143)
‘Bu, Allah katında da inananların yanında da büyük bir öfkeyi gerektirir.’ Kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Allâh’ın âyetleri hakkında tartışan bu kimselerin bu tartışmaları dolayısıyla Allâh’ın da îman edenlerin de onlara duydukları öfke alabildiğine büyüktür. Onların bu durumlarını Allah da öfke ile karşılar, müminler de bu niteliklere sâhip olanlara karşı öfke duyarlar. (S. HAVVÂ, 12/501)
‘Allah işte böyle büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.’ Allah, hiç kimsenin kalbini haksız yere mühürlemez. O ancak kibirli ve zorba olanların kalbini mühürler. Tekebbür ile insanı Hakka teslim olmaktan alıkoyan sahte bir büyüklük duygusu, cebbarlık ile de, Allâh’ın kullarına zulmetmek, yâni İslâm’ın yasakladığı zulmü irtikâp etmek sûretiyle Hak’dan kaçmak ve hâlka zulmetmek kastediliyor. (MEVDÛDİ, 5/143)
İnsanın zorbalardan kabul edilebilmesi için öldürmesi şart değildir. Sâdece katılığı ve zulmü dolayısıyla da zorba olması mümkündür. Bunun delîli de şu hadîs-i şeriftir: ‘Kişi nefsinin arkasından takılır gider ve nihâyet zorbalardan yazılır ve onlara isâbet eden ona da isâbet eder.’ Bu hadîsi Tirmizi rivâyet etmiş olup; hasen bir hadistir, demiştir. Nevevi, hadiste geçen ‘nefsinin arkasından gider’ ifâdesini üstünlük duyar ve büyüklük taslar diye açıklamıştır. (S. HAVVÂ, 12/506)
(36, 37).‘Firavun’ bilgisizliği dolayısıyla yâhut gerçekleri sulandırmak, örtmek veya içinde bulunduğu durumdan kurtulmak ya da Firavun hânedânından îman eden kişinin konuşmalarına son vermek maksadıyla ‘demişti ki: Ey Hâmân, bana bir kule yap’ oldukça yüksek bir köşk inşâ et.’ (S. HAVVÂ, 12/502) ‘belki yollara erişirim, göklerin yollarına’ ve kapılarına, oraya gitmeye yol bulurum. Çünkü belli bir şeye bizi ulaştıran herşeye (Arapça’da) ‘sebep’ denilir. ‘Olur ki Mûsâ’nın ilâhını görürüm, doğrusu şu ya, ben onu (yâni Hz. Mûsâ’yı) yalancı biliyorum.’ Onun benden başka bir ilâhının bulunduğu veya benden başka bir ilâh olduğu şeklindeki sözlerinin yalan olduğunu (..) kabul ediyorum. (S. HAVVÂ, 12/502)
‘İşte böylece Firavun’un kötü işi kendisine câzip gösterildi ve (doğru) yoldan alıkonuldu. Firavun’un tuzağı elbette yok olacaktı.’ Firavun, yüksek bir kule yaptırarak, çıkıp oradan Hz. Mûsâ’nın Rabbini gözetlemek ve öyle bir şey göremediğini söyleyip onu ve inananlarını yalanlamak, böylece yeni inanacakları da engellemek istiyordu. Sonraki âyet onun çabalarının boş olduğunu ve anlamsızlığını ortaya koyar. (H. T. FEYİZLİ, 1/470)
(Ancak) Râzi’ye göre Firavun, dağlardan daha yüksek bir kule yapılamayacağını bilmeyecek kadar ahmak değildi; dolayısıyla maksadı yüksek bir yer bulmak olsaydı, kule yaptırmak yerine yüksek bir dağa çıkardı. Gerçekte bir materyalist (dehri) olan Firavun’un asıl amacı şunu kanıtlamaktı: Bir şeyin varlığını kabul etmek için onu görmek gerekir; en yüksek bir yerden bile Mûsâ’nın sözünü ettiği Tanrı’yı görmek mümkün olmadığına, O’nu görmenin bir yolu bulunamayacağına göre bu Tanrı’nın varlığına dâir bilgi edinmek de mümkün değildir. Râzi’yegörebilgiedinmeninsâdece bir yoluna (duyu) dayandığı için Firavun’un bu kuşkusu temelsizdir, çünkü bilginin ‘haber ve düşünme’ den (nazar) oluşan iki yolu daha vardır ve bu yollarla Mûsâ’nın sözünü ettiği Tanrı’nın varlığını kanıtlamak mümkündür. (KUR’AN YOLU, 4/660, 661)
Yüce Allah Mümin 40/37. âyetin sonunda ‘ve mâ keydü firavne illâ fi tebâb’ buyurarak, Firavun’un inşâ ettirdiği o muhteşem kulenin açıkçabir tuzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da gösteriyor ki, Firavun aslâ hakikatin peşinde değildi. Onun tek bir amacı vardı, o da kurmuş olduğu bu yerleşik düzenle Mûsâ’nın tanrısının olmadığını hâlkına ispat etmekti. Yâni tanrıyı müşâhede için yüksek bir kule yaptırıp onun tepesine çıkacak, sonra da ‘günlerce bakıp gözetlediğim hâlde O’nu bir türlü göremedim’ diyerek, Tanrının olmadığını ispat etmiş olacaktı. Ancak sonuçta yüce Allah onun kurmuş olduğu bu tuzağı sonuçsuz bırakıp, kendisini hüsranla karşı karşıya getirdi. (M. DEMİRCİ, 3/47)
40/38-45 EY KAVMİM! NEDİR BU HÂL?
38. O îmanlı (adam) dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun ki sizi doğru yola ileteyim.”
39. “Ey kavmim! Bu dünyâ hayâtı geçici bir faydalanmadan ibârettir. Âhiret hayatı ise, doğrusu asıl (devamlı) durulacak yurt orasıdır.”
40. “Kim bir kötülük işlerse, (ona) ancak o kötülük kadar cezâ verilir. (Fakat) erkek ve kadın kim de mü’min olarak sâlih bir iş yaparsa, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız rızıklandırılırlar.”
41. “Ey kavmim! Benim (karşılaştığım) bu ne hâldir? Ben sizi kurtuluşa (vecennete) çağırıyorum, siz de beni ateşe dâvet ediyorsunuz.”
42. “Siz beni, Allâh’a karşı kâfirliğe ve kendileri hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben de sizi O çok üstün, çok bağışlayan (Allâh’)a dâvet ediyorum.”
43. “Hiç şüphe yok ki beni kendisine çağırdığınız (putlarınız)ın ne dünyâda ne de âhirette (ibâdete) dâvet etme (yetkisivebağışlamagücü) vardır. Şüphesiz dönüşümüz Allâh’adır. (Hareketlerinde) haddi aşanlar, ateş ehlinin ta kendileridir.” [bk. 35/14]
44. “Size söylediklerimi yakında (azâbı görünce) hatırlayacaksınız. Artık ben işimi Allâh’a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları(nı) çok iyi görendir.”
45. Nihâyet Allah, onu (oîmanadâvetedenadamı), onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu, Firavun taraftarlarını da kötü azap kuşatıverdi (boğulupgittiler).
38-45. (38).‘O îman etmiş olan kişi’ önceleri îmânını gizlemişolan mümin adam ‘dedi ki: Ey kavmim! Bana uyun, ardımca gelin, size ‘Reşad’ yolunu, murâda erdirecek doğru yolu göstereyim.’ O doğru yol, Firavun’un gösterdiği doğru yol değil, benim göstereceğim yoldur. Bu söz gösteriyor ki bu kişi, Hz. Mûsâ’ya yardım etmek için Firavun’a karşı isyan etmiş, kavmini kendisine uymak için dâvete başlamıştır. (ELMALILI, 6/525, 526)
Firavun hânedânından îman eden kişinin açıklamayı andıran bir târizi bulunmaktadır. O âdetâ Firavun’un da, kavminin de sapık bir yol izlediğini açıkça söyler gibidir. Çağrısını genel ifâdelerle ortaya koyduktan sonra, bu genel ifâdeleri açıklamış ve dünyâyı yerip, ona karşı rağbetlerini azaltacak ifâdeler kullanmıştır. Dünyâ ise, onların âhirete tercih ettikleri bir şeydi. Allâh’ın Rasûlü Mûsâ (as)’yı tasdik etmelerini engelleyen de dünyâ idi. (S. HAVVÂ, 12/507)
(39).“Ey kavmim! Bu dünyâ hayâtı geçici bir faydalanmadan ibârettir.’ Azdır, zeval bulacaktır, fazla geçmeden gidecek, yok olacaktır, fânidir. Orada bulunan faydalar basit ve önemsizdir. Dünyâya büsbütün meyletmek, her türlü kötülüğün esâsı, fitnelerin kaynağıdır. (S. HAVVÂ, 12/507)
‘Âhiret hayâtı ise, doğrusu asıl (devamlı) durulacak yurt orasıdır.” Sonu gelmeyen, oradan başka bir yere geçişin, bir başka yere göçün sözkonusu olmayacağı, aksine ya ebedi bir nîmet yâhut ebediyen ateş azâbının olacağı asıl mülk orasıdır. (S. HAVVÂ, 12/507)
‘Âhiret ise, işte karar yurdu odur’ durulacak, istirahat edilecek yurt ancak O’dur. Orada kazanmak, çalışmak yoktur. Onun için dünyâda eğlenceye bakmayıp çalışmaya, kazanmaya bakmalıdır ki, âhirette istifâde edilsin. (ELMALILI, 6/526)
Hadis: İbn Mes’ud (r)’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s) bir hasır üzerinde uyurken bedeninde hasırın izleri belirmiş bir durumda kalkmıştı. Bunu gören İbn Mes’ud (r) ‘Ya Rasulallâh! Bize emretsen de sana bir döşek yapsak’ dedi. Hz. Peygamber (s) bu teklîfe şu cevabı verdi: ‘Dünyâ kim, ona itibar eden kim? Benimle dünyânın durumu ancak bir ağaç dibinde gölgelenip istirahat eden sonra da oradan ayrılıp giden bir atlıya benzer.’ (Tirmizi Zühd 44, İbn Mâce Zühd 3, Ahmed b. Hanbel 1/301’den, İ. H. BURSEVİ, 17/496, 497)
(40).“Kim bir kötülük işlerse, (ona) ancak o kötülük kadar cezâ verilir. (Fakat) erkek ve kadın kim de mü’min olarak sâlih bir iş yaparsa, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız rızıklandırılırlar.” İyiliğin karşılığı da iyiliktir. Adâlet kânûnu, bunun da kendisi gibisinin olmasını isterse de ‘ihsan’ kânûnu onun on mislinden hesapsız katlarına kadar çıkar. Arâzisine, yerine iyi bir tâne eken, on tâne alabilir. Yüz, yediyüz, daha fazlasına kadar da katlanıp gidebilir. Onun için Firavun’a karşı mücâdele ederek iyiliği yerleştirmeye çalışmalıdır. (ELMALILI, 6/526, 527)
(41).‘Ey kavmim, ne oluyor bana ki, ben sizi’ sâdece Allâh’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdete, O’nu gönderen Rasûlünü tasdike ve âkıbeti cennet olan bir ‘kurtuluşa çağırıyorum, siz de beni ateşe çağırıyorsunuz.’ (S. HAVVÂ, 12/507)
(42).‘Siz beni, Allâh’ı inkâr etmem hakkında hiçbir bilgim olmayan nesneleri O’na ortak tutmam için çağırıyorsunuz.’ Rablığını, ilâhlığını bilmediğim şeyleri, yâni ilâhlık ve rabliğinin doğruluğuna delil ve belge getirilemeyen şeyleri, O’na ortak koşmaya çağırırken, ‘ben ise sizi Azîz ve Gaffâr olana’, izzetinden daha büyük izzet bulunmayana ve bununla birlikte de kendisine tevbe edenlerin günahını bağışlayana ‘dâvet ediyorum.’ (S. HAVVÂ, 12/508)
Bu iki çağrı arasında dağlar kadar fark var. İnanmış adamın onlara çağrısı açıktır. Sapasağlamdır. O, yüce kudret sâhibi ve çok bağışlayıcı olan Allâh’a onları çağırıyor. Onları tek bir ilâha çağırıyor. Bu tek ilâhın varlık âlemindeki eserleri, O’nun birliğine tanıklık ediyor. Sanatının eşsiz güzellikleri, ürünleri O’nun kudretini ve takdîrini dile getiriyor. Onları bu ilâha çağırıyor ki, günahlarını bağışlasın. Zîrâ O kendilerini bağışlama gücüne sâhiptir. Zâten bağışlama yolu ile lütufta bulunma da O’nun sıfatlarından biridir. ‘Üstün güç sâhibidir, çok bağışlayandır’ Peki onlar kendisini neye çağırıyorlar? Onu Allâh’ı inkâr etmeye çağırıyorlar. Kesin bilmediği iddiâlar, kuruntular ve uydurmalar yoluyla O’na ortak koşması yoluyla Allâh’ı inkâra çağırıyorlar. (S. KUTUB, 8/631)
(43).‘Gerçek şu ki, sizin beni dâvet ettiğiniz şeyin dünyâda da âhirette de dâvete değer bir tarafı yoktur.’ Kesin ve gerçek olan şudur ki, çağırdığınız bu putların çağrılara kulak vermesi aslâ söz konusu değildir. Yâni, ne dünyâda kendilerine yapılan sağlık, zenginlik, uzun ömür gibi çağrılara icâbet edebilirler, ne de âhirette kullarını ateşten kurtarıp derecelerini yükseltmeye güçleri yeter. Bir âyette buyurulduğu gibi: ‘Şâyet bunlara duâ etseniz, duânızı duymazlar. Duysalar da size karşılık veremezler.’ (Fâtır, 35/14) Kendisine duâ edenlerin duâsına icâbet edemeyen bu putlar hiç tanrı olabilir mi!? Rab dediğiniz duâlara icâbet edebilmeli, ihtiyaçları giderebilmelidir. (İ. H. BURSEVİ, 17/501)
‘..ve şüphesiz dönüşünüz Allâh’adır.’ Âhiret yurdunda O’na döneceğiz, herkesin amelinin karşılığını verecektir. ‘Elbette haddi aşanlar, işte onlardır, cehennemlikler.’ Haddi aşmak sebebiyle orada ebediyyen kalacaklardır. Haddi aşmak ise, Azîz ve Celîl olan Allâh’a şirk koşmalarıdır. (S. HAVVÂ, 12/508)
‘Haddi aşmak’: Allah’tan başka ilâh kabul etmek, kendini ilâh yerine koymak, Allâh’a isyan etmek, dünyâda Allâh’ı ve âhireti hiç hesâba katmadan sorumsuzca yaşamak ve herşeye zulümde bulunmak, demektir. (MEVDÛDİ, 5/145)
İnanmış adam, bu gerçekleri Firavun ve kadrosu karşısında tereddütsüz ve korkusuzca haykırıyor. Daha önce inandığını gizlemesine rağmen, şimdi îmânını açıkça ilân ediyor. Artık sözünü söylemiş, vicdânını rahatlatmış olarak işini Allâh’a havâle etmekten başka yapacak şeyi kalmamıştır. (S. KUTUB, 8/631, 632)
(44).“Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız.’ Yâhut size verdiğim emirlerin, yasakladığım şeylerin, yaptığım öğütlerin doğru olduğunu bileceksiniz. Benim bu sözlerimi hatırlayacak ve pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda pişman olacaksınız. (S. HAVVÂ, 12/508)
‘Artık ben işimi Allâh’a bırakıyorum.’ O’na tevekkül ediyor, O’ndan yardım diliyorum. Sizinle ilişkilerimi kesiyorum yâhut işimi Allâh’a havâle ediyorum. (S. HAVVÂ, 12/508)
‘Şüphesiz Allah kulları(nı) çok iyi görendir.” Amellerini de, âkıbetlerini de… Yâni O yüce ve mukaddes zat onları görür, hidâyete layık olanı doğruya iletir, sapıklığa layık olanı saptırır. Kesin delil yalnız O’nundur, eksiksiz tam hikmet O’nundur, yerini bulan kader O’nun kaderidir. (S. HAVVÂ, 12/508)
Mümin şahıs, Firavun’un ve saltanatının tüm baskı va zulmünün üzerine geleceğini bile bile bu sözü söylemiştir. O sâdece yönetimde işgal ettiği mevkiyi değil, hayâtını dahi kaybedeceğini bilmesine rağmen, Allâh’a tevekkül ederek ve vicdânının sesine uyarak, yapması gereken görevi yerine getirmiştir. (MEVDÛDİ, 5/145)
Firavun’un Hz. Mûsâ’yı öldürmeye karar verdiğini bildiren âyetin ardından 28’nci âyette Mûsâ’nın hayâtını kurtarmaya çalışan kişinin îmânını gizlediği belirtilmişti. Bu son âyetlerden ise bu kişinin artık inancını açıkça ortaya koyduğu ve hâlkının çok tanrılı dînini reddettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda sözkonun kişiyle ilgili âyetlerin uzunca bir zaman içinde olup bitenleri özetlediği, dolayısıyla onun başlangıçta inancını gizlerken zamanla ya ortamın yumuşaması – veya daha güçlü bir ihtimalle – şartların kendisini zorlaması sebebiyle inancını açıkça ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 45’nci âyetin ‘Nihâyet Allah onların kurdukları kötü tuzaklardan bu kişiyi korudu’ meâlindeki cümlesi, Firavun tarafının o kişiyle ilgili gerçeği öğrendikleri ve kendisi hakkında kötü plânlar peşinde olduklarını göstermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/662, 663)
(45).‘Nihâyet Allah, onu (oadamı), onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu’ Tuzaklarının sıkıntılarından ona yapmak istedikleri kendilerine muhâlefet edenlere uyguladıkları türlü işkencelerden muhâfaza buyurdu. Bu ifâde ona, işkence etmek istediklerini, fakat Allâh’ın onu koruduğunu göstermektedir. (S. HAVVÂ, 12/508)
‘Firavun taraftarlarını da kötü azap kuşatıverdi (boğulupgittiler).’ Ruhları sabah – akşam kıyâmetin kopacağı zamâna kadar cehenneme sunulur. Kıyâmet günü gerçekleşeceğinde de ruhlarıyla cesetleri ateşte bir araya gelecektir. (S. HAVVÂ, 12/508)
40/46-50 ONLAR SABAH AKŞAM O ATEŞE SOKULURLAR
46. (Firavun ve adamlarınınuğratılacağıazâbınbiride) ateştir ki onlar sabah akşam (kabirde, kıyâmetekadar) o ateşe arz edileceklerdir. Kıyâmetin koptuğu gün de: “Firavun kavmini, azâbın en şiddetlisine atın.” (denilir).
47. (Ey Peygamberim!) O vakit, ateşin içinde (inkârcıönderlerle, onlarauyantakım) birbiriyle tartışacaklar. Güçsüzler takımı (dünyâda) büyüklük taslayan (Allâh’ateslîmiyetiküçümseyenönder)lere: “Doğrusu biz (hakdîneaykırıişlerde) size uymuştuk. Şimdi siz, bir parçacık (olsun) bizi ateşten kurtarabilir misiniz?” derler.
48. Büyüklük taslayan (kâfir)ler de: “Biz hepimiz onun içindeyiz (bizkendimizidekurtaramadık). Şüphesiz Allah, kullar arasında kesin hükmü verdi.” diyecekler. [krş. 2/166-167]
49. O ateşte olanlar, (bukezde) cehennemin bekçilerine: “(Neolur!) Rabbinize yalvarın da (hiçolmazsa) bir gün olsun, bizim azâbımızı hafifletsin.” derler. [krş. 43/77]
50. (Bekçiler, onlara🙂 “Size, açık deliller (mûcizeler)le peygamberleriniz gelmemiş miydi?” derler. “Evet (geldi).” diye cevap verirler. (Bekçilerde🙂 “O hâlde, (kendinizAllâh’a) yalvarın.” derler. Oysa, kâfirlerin yalvarması artık tamâmen boşunadır. [bk. 17/15; 67/8-9]
46-50. (46).‘(Onlarınuğratılacağıazâbınbiride) ateştir ki onlar sabah akşam (kabirde, kıyâmetekadar) o ateşe arz edileceklerdir. Kıyâmetin koptuğu gün de: “Firavun kavmini, azâbın en şiddetlisine atın.” (denilir).’ Firavun âilesini kuşatıp helâk eden şiddetli azap, onların hem Kızıldeniz’de boğulmaları hem de âhirette cehenneme atılmaları olarak açıklanır. (İbn Atıyye, Şevkâni) Sabah akşam sözü, azâbın sürekliliğini ifâde eden bir deyimdir. Âyetin bu bölümü, ‘berzah’ denilen, ölümle kıyâmet arasındaki dönemde inkârcıların ruhlarına her gün sabah ve akşam cehennemdeki yerlerinin gösterileceği şeklinde yorumlanmış ve âyetin bu bölümü kabir azâbının varlığına delil olarak gösterilmiştir. (Râzi, Şevkâni’den KUR’AN YOLU, 4/663)
Hadis: ‘Kabir azâbından Allâh’a sığının.’ (Müslim Cennet 67, Buhâri Küsuf 7) Peygamberimiz her namazın ardında kabir azâbından Allâh’a sığınmıştır. (Buhâri Cenâiz 85, 86; İ. KARAGÖZ 6/601)
Hadis: ‘Sizden herhangi bir kimse öldüğünde sabah ve akşam ona kalacağı yer gösterilir. Eğer cennet ehlinden ise cennet ehlinden birisi olarak ona yeri gösterilir. Şâyet cehennem ehlinden ise yine cehennem ehlinden birisi olarak yeri gösterilir ve ‘Yüce Allah kıyâmet günü buraya seni göndereceği vakte kadar senin kalacağın yer burasıdır. (Buhâri Cenâiz 89, Müslim Cennet 65’den Ö. ÇELİK, 4/372)
Hadis: Diğer yandan başka bir hadiste; koğuculuk yapmanın ve tuvalette temizliğe dikkat etmemenin kabir azâbına neden olacağı belirtilmiştir. ((Buhâri Cenâiz 82, Müslim Îman 34 ve Ebû Dâvud Tahâre 26’dan H. DÖNDÜREN, 2/749)
Hadis: Kabirde Münker ve Nekir adlı iki meleğin sorgulaması hadiste şöyle açıklanır: Kabirde müminin yanına iki melek gelir ve ‘Rabbin kimdir?’ diye sorar. Mümin; ‘Rabbim Allâh’tır’ der. ‘Dînin nedir?’ derler. ‘Dînim İslâm’dır’ diye cevap verir. Onlar: ‘Bunları sana kim bildirdi?’ derler. ‘Allâh’ın kitâbını okudum, ona inandım ve onayladım’ diye cevap verirler. Kâfir ve münâfık ise, bütün bu sorulara, ‘Bilmiyorum’ der ve cevap vermeye gücü yetmez. Sonra iki kulağı arasına demir bir kamçı ile öyle vurulur ki, sesini ins ve cin dışında herşey işitir.’ (Buhâri Cenâiz 68, 78’den, H. DÖNDÜREN, 2/749)
(47).‘O vakit, ateşin içinde (inkârcıönderlerle, onlarauyantakım) birbiriyle tartışacaklar. Güçsüzler takımı (dünyâda) büyüklük taslayanlara: “Doğrusu biz (hakdineaykırıişlerde) size uymuştuk. Şimdi siz, bir parçacık (olsun) bizi ateşten kurtarabilir misiniz?” derler.’ Başka birçok benzerinde olduğu gibi Firavun’un yönetimindeki toplum içinde de âyette ‘müstekbirler’ (büyüklük taslayanlar) denilen, siyâsi ve ekonomik güç sâhibi bir aristokrat kesimin, bir de bunların etkisinde kalan ve genellikle zayıfların yâni mevki ve itibarları düşük olanların (İbn Atıyye) oluşturduğu etkisiz çoğunluğun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu ikincilerden, dünyâdayken inanç ve eylemlerini kendi özgür irâdeleriyle seçmek yerine, baskıcı kesimin talepleri istikâmetinde hareket edenler, bu tutumları sebebiyle âhirette diğerleriyle birlikte cehenneme atılınca, dünyâda onları izlediklerini ve onların yüzünden bu cezâya çarptırıldıklarını dikkate alarak, ‘Şimdi bu ateşin hiç olmazsa bir kısmından kurtarabilir misiniz?’ diye soracaklardır. Ancak diğerleri artık gerçeği görmüşler, ne kendilerini ne de başkalarını kurtaracak durumda olmadıklarını anlamışlardır. (KUR’AN YOLU, 4/664, 665)
(48).‘Hepimiz ateş içindeyiz’ Hepimiz güçsüz hâldeyiz. Ne yardım eden ne de imdâda koşan kimsemiz var. Hepimiz eşit hâlde bu sıkıntı ve ızdırap içindeyiz. Burada büyükler ile onların izinde giden güçsüzlerin aynı durumda olduğunu göre göre ne diye bize soruyorsunuz? (S. KUTUB, 8/633)
‘Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir.’ Hükmün tekrar gözden geçirilmesine imkân yok. Herhangi bir değişikliğin ve düzeltmenin yapılmasına da imkân yok. İş bitmiştir artık. İnsanların hiçbiri yüce Allâh’ın verdiği hükümde ufak bir hafifletme yapamaz. (S. KUTUB, 8/633)
(49).‘O ateşte olanlar, cehennemin bekçilerine: “(Neolur!) Rabbinize yalvarın da (hiçolmazsa) bir gün olsun, bizim azâbımızı hafifletsin.” derler.’ Yüce Allâh’ın onların yapacakları duâyı kabul etmeyip, duâlarına cevap vermeyeceğini bildiklerinden – cehennemlikler için zindan bekçileri durumunda olan – cehennem korumalarına kâfirlerin üzerinden bir günlük kadar bir süre dahi olsun, azâbı hafifletmesi için, yüce Allâh’a duâ etmelerini isteyeceklerdir. O vakit melekler onlara şu cevabı vereceklerdir: (S. HAVVÂ, 12/510)
(50).‘(Bekçiler, onlara🙂 “Size, açık delillerle peygamberleriniz gelmemiş miydi?” derler. “Evet (geldi).” diye cevap verirler. (Bekçilerde🙂 “O hâlde, (kendinizAllâh’a) yalvarın.” derler.’ Yâni, Allâh’ın peygamberleri sizlere açık açık âyetlerini gösterdiklerinde, sizin onları yalanlayarak, inanmamanız ve inkâr etmeniz bir gerçektir. Dolayısıyla, şimdi bizlerin, sizler adına Allâh’a duâ etmemiz nasıl mümkün olsun? Üstelik duâ edebilmemiz için hiçbir gerekçeye bile sâhip değilsiniz. Çünkü sizlerin gerçek bir özrü bile bulunmamaktadır. Fakat çok arzu ediyorsanız, buyurun kendiniz müracaat edin. Ancak, şunu da iyi bilmelisiniz ki, sizin gibilerin mürâcaatı aslâ kabul olmayacaktır. (MEVDÛDİ, 5/149)
İşte bu bakımdan onlar: ‘Kâfirlerin yalvarışı şüphesiz boşunadır’ diyeceklerdir. Yâni hiçbir şekilde kabul edilmeyecek, o istekleri yerine getirilmeyecek, boşa gidecektir. (S. HAVVÂ, 12/510)
Birgünlüğüneazaptan kurtulmakisteyenlere cehennemin bekçileri onları kınayarak ‘Size peygamberleriniz belgelerle gelmemiş miydi?’ diye soruyorlar. İsrâ 15’nci âyette bildirildiği gibi, yüce Allah peygamber göndermedikçe azap etmeyeceğini haber vermişti. Demek ki cehenneme girenler bu dâvete tanıklık etmiş, hayatlarının bir devresinde şu veya bu şekilde kendilerine tebliğ yapılmış fakat onlar ya inkâr etmişler ya da kulak asmamışlardı. Hattâ bâzıları dinlerinin aleyhine çalışmış, müminlerle alay etmişlerdi. (A. KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 8/553)
40/51-55 ALLÂH’IN VAADİ GERÇEKTİR
51, 52. Şüphesiz biz, peygamberlerimize ve îman edenlere hem dünyâ hayâtında, hem de şâhitlerin (şâhitliğe) duracağı günde, elbette yardım edeceğiz. O gün zâlimlere, özür dilemeleri (mâzeretleri) fayda ver(meyeceğindenizindeveril)meyecektir. Onlar için sâdece lânet ve en kötü yurt (cehennem) vardır. [krş. 77/36]
53, 54. Andolsun ki biz, Mûsâ’ya hidâyeti (mûcizeleriveTevrat’ı) verdik ve İsrâiloğulları’na da o Tevrat’ı mîras bıraktık. 54. (Tevrat’ı) temiz akıl sâhiplerine, doğru bir yol rehberi ve bir öğüt olarak (yaptık).
55. (Rasûlüm! Sen müşriklerin eziyetlerine) sabret. Çünkü Allâh’ın (zafer) vaadi gerçektir. (Küçükkusurlardanibâretolan) günahına istiğfâr et ve akşam sabah (sürekli) Rabbini hamd ile tesbih et.
51-55. (51, 52).‘Biz gönderdiğimiz peygamberlerimizi ve îman edenleri elbette ‘mansur’ kılarız’ yardım eder, delille, zaferle ve kâfirlerden intikam ile murâda erdiririz. ‘Hem dünyâ hayâtında hem de şâhitlerin şâhitliğe duracakları gün’ Kıyâmet günü, yâni hem dünyâ, hem âhiret, ikisinde de bâzı hâllerde bir süre için onların meşakkatlere uğrayarak imtihan geçirmeleri bu vaadin kesinliğini çürütmez. Çünkü göz önüne alınması gereken, sonuç ve netîcedir. Bununla birlikte peygamberin ve müminlerin zafer elde etmeleri yalnız âhirete de kalmayacaktır. Mûsâ’nın ve o îman eden kişinin Firavun’a üstün gelmesi gibi dünyâda da gerçekleşecek, âhirette de. (ELMALILI, 6/529)
Hadîs-i Kudsi: Buhâri’nin Sahihi’nde Ebû Hüreyre (r)’den Rasûlullah (s)‘ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: ‘Şânı yüce ve mübârek olan Allah buyuruyor ki: ‘Her kim benim bir dostuma düşmanlık edecek olursa, bana karşı teketek savaş ilan etmiş olur.’ Bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ‘Ben öfkeli aslanın intikam alışı gibi, dostlarım için intikam alırım.’ İşte bundan dolayı yüce Allah, Nuh, Âd, Semûd kavimlerini, Ress ashâbını, Lût kavmini, Medyen hâlkını ve bunlar gibi peygamberlerini yalanlayıp hakka muhâlefet edenleri helâk etmiş, buna karşılık yüce Allah, aralarından müminleri kurtarmıştır, onlardan hiçbir kimseyi helâk etmemiştir. Kâfirleri azaplandırmış ve onlardan kimse kurtulamamıştır. (S. HAVVÂ, 12/513, 514)
‘şâhitlerin hazır bulunacağı mahşer gününde’ Şâhitler, meleklerdir. Çünkü onlar, peygamberlerin risâletlerini tebliğ ettiklerine, kâfirlerin ise bunları yalanladıklarına şâhitlik edeceklerdir. Ayrıca kıyâmet günü şâhitliklerine başvurulacak peygamberler, bir kısım müminler ve insanların bizzat kendi organları da sözü geçen şâhitler cümlesindendir. (bk. Yâsin 36/65; Fussilet 41/20-22; Ö. ÇELİK, 4/375)
Zeyd b. Eslem de demiştir ki, Yüce Allâh’ın kıyâmet gününden kinâye olarak kullanmış olduğu ‘yevme yekûmü‘l eşhâd’ ifâdesinde yer alan ‘eşhâd’ / şâhitlersözcüğü ile melekler, nebîler, müminler ve insanların vücut organları kastedilmiştir. (M. DEMİRCİ, 3/51)
‘O günkü zâlimlere mâzeretleri yarar sağlamaz.’ Çünkü mâzeretleri geçersizdir. Veya ‘Onlara da izin verilmeyecek ki, özür dilesinler.’ (Mürselât, 77/36) âyetinin mânâsınca özür dilemek için kendilerine izin verilmez, ağız açtırılmaz. ‘Ve onlara lânet vardır.’ Allâh’ın rahmetinden kovulmak, uzaklaştırılmak vardır. (ELMALILI, 6/529)
‘O gün zâlimlere lânet vardır.’ ‘Lânet’ sözlükte uzaklaştırmak ve kovmak anlamına gelir. Allah kâfirleri bağışlamaz, lânet ettiği kimsenin yüzüne bakmaz, yalvarıp yakarmasınz îtibar etmez, onu rahmetinden ve nîmetlerinden ebedi olarak mahrum eder, cennetinden mahrum bırakır. (İ. KARAGÖZ 6/605)
‘kötü yurt da onlarındır.’ Âyet-i Kerîme cehennemi ‘kötü yurt’ olarak niteliyor. Çünkü cehennem, alevli bir fırın, takısı en sertidir demirin, dibi derin, içkisi irin, sözü de ‘biraz daha verin’ (Kâf, 50/30) olan bir yurttur. (İ. H. BURSEVİ, 17/520)
(53).‘Andolsun ki Biz, Mûsâ’ya hidâyeti verdik.’ Bununla Hz. Mûsâ’ya dîne dâir verilen mûcizeler, Tevrat ve şer’i hükümlerin tümü kastedilmektedir. ‘İsrâiloğulları’na da kitabı’ Tevrat’ı ‘mîras bıraktık.’ (S. HAVVÂ, 12/512) (..) Yâni, Biz Mûsâ’ya görev verdikten sonra, onu kendi hâline bırakmayıp, adım adım takip ettik ve koruduk. Burada ince bir îmâda bulunuluyor. ‘Ey Muhammed! Biz Mûsâ’yı nasıl koruduysak, seni de Mekkeli müşriklerin zulmünden koruyacak, sana yol gösterecek ve yardım edeceğiz. Seni onların ellerine bırakmayacağız.’ (MEVDÛDİ, 5/149)
(54).‘Aklı başında, selim, hâlis akıl sâhibi olanlara bir irşad ve hatırlatmak için.’ Yâni Allâh’ın peygamberlerine ve müminlere dünyâ ve âhiret yardımının kesin olduğunu ve Firavun gibi zâlimlere karşı mücâdelenin gerekliliğini hatırlatmak için, (ELMALILI, 6/529) (..) tüm insanlığı kucaklayan son mesajımızı, Kur’an’ı gönderdik. (M. KISA, 1/497)
(Kısacası) Allâh’ın dînini tanımayan ve peygamberine düşmanlık edip onu öldürmeye kalkışan Firavun ve onun yolunu izleyenler yok olup giderken, Mûsâ kavmiyle birlikte Kızıldeniz’i geçmiş, Tûr’da Tevrat’a mazhar olmuş; yol gösterici ve ilâhi gerçekleri hatırlatıcı olan bu kitap ve onun ortaya koyduğu din Mûsâ’dan sonra da var olmaya devam etmiştir. İşte bütün bunlar, 51’nci âyette bildirilen ilâhi yardım sâyesinde gerçekleşmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/668)
‘Şimdi sen sabret.’ Ey Muhammed! Zâlimce, münkirce, müstekbirce hakkı reddeden tavırlarıyla kâfirlerin sana tattırdıkları sıkıntı ve eziyetlere şimdi sen sabret. (S. HAVVÂ, 12/523)
(55).‘Ey Muhammed! Sabret’ Yalanlamaya karşı sabır. İşkencelere karşı sabır. Geçici bir zaman sürecinde bâtılın, haksızlığın, çoğunluk ve kaba kuvvet ile borusunu öttürmesine karşı sabır. İnsanların birbirinden farklı olan karakterlerine, tabiatlarına, ahlâklarına ve hareketlerine karşı sabır. İnsanın kendi arzu ve sabırsızlıklarına, eğilimlerine, tereddütlerine, somut zafere ilişkin isteklerine ve aceleciliğine, beklentilerine ve umutlarına karşı sabır. Uzun olan yol boyunca, düşman olan taraftan önce, dostların tarafından gelebilecek olan (eleştirilere, eziyetlere) kalleşliklere, dönekliklere karşı sabır! (S. KUTUB, 8/637, 638)
‘Çünkü Allâh’ın’ Kıyâmetin kopacağına dâir ‘vaadi mutlak haktır.’ Onda hiçbir tereddüt ve şüphe yoktur. ‘Günahının bağışlanmasını dile.’ Nesefi der ki: ‘Yâni ümmetinin günahlarının bağışlanmasını dile, demektir. İbn Kesir de der ki: ‘Bu ümmetin Allah’tan bağışlama dilemesi için bir teşviktir.’ (S. HAVVÂ, 12/523)
Âyette Hz. Peygamberden, günahı için bağışlanma istenmesi emredilmektedir. Fetih sûresinde Hz. Peygamberin gelmiş geçmiş bütün günahlarının bağışlandığı bildirilmektedir. Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (s) de mâsum, yâni günah işlemekten korunmuştur. Bu îtibarla ^Günahının bağışlanmasını dile’’emri, ümmetine örneklik etmesi ile ilgilidir. (İ. KARAGÖZ 6/607)
Hadis: ‘Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip ondan af dileyin. Vallâhi ben yüce Rabbime günde yüz defâ tevbe ederim.’ (Müslim Zikir 42; İ. KARAGÖZ 6/607)
‘Sabah – akşam Rabbini hamd ile tesbih et.’ Nesefi (de) şöyle demektedir: ‘Yâni Rabbine ibâdetin ve O’na övgülerin devamlı olsun. Bunlardan kasıt, sabah ve ikindi namazlarıdır, denildiği gibi; ‘Sübhanallâhi ve bi hamdihi’ demek olduğu da söylenmiştir. (S. HAVVÂ, 12/523)
Bâzı müfessirler ‘Sabah akşam Rabbini hamd ile tesbih et’ cümlesiyle ikindi ve sabah namazlarının veya beş vakit namazın farz kılınmasından önce uygulanan iki vakit namazın kastedildiğini ileri sürmüşlerse de (bk. İbn Atıyye, Şevkâni), İbn Âşur’un da haklı olarak belirttiği gibi, bu âyetin, namazın farz kılınması veya namaz vakitleriyle ilgisi yoktur; Nasr sûresinde olduğu gibi burada da sâdece hamd, tesbih ve istiğfar emredilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/669)
40/56-60 BANA DUÂ EDİN, KABUL EDEYİM
56. (Ey Peygamberim!) Kendilerine (Allah’tan) gelmiş bir delil olmaksızın, Allâh’ın âyetleri hakkında mücâdele edenler var ya, (bu) onların içlerindeki aslâ ulaşamayacakları bir büyüklük (ve üstün gelme arzuların) vardır. Hemen sen (onlarınşerrinekarşı) Allâh’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, görendir.
57. Kesinlikle, göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu (bugerçeği) bilmezler. [krş. 17/99; 36/ 81-82; 46/33]
58. Kör ile gören; îman edip sâlih amel işleyenler ile kötülük yapan aynı olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! [krş. 34/18]
59. Hiç şüphesiz (kıyâmet) saat(i) kesinlikle gelecektir. Onda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
60. Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin, (isteyin) size karşılık ver(ipduânızıkabuled)eyim. Çünkü bana ibâdet / kulluk etmeye karşı kibirlenip (buna) tenezzül etmeyenler, aşağılanmışlar olarak cehenneme gireceklerdir.” [bk. 2/ 153. krş. 40/47]
56-60. (56).‘Kendilerine (Allâh’tan) gelmiş bir delil olmaksızın, Allâh’ın âyetleri hakkında mücâdele edenler var ya, (bu) onların içlerindeki aslâ ulaşamayacakları bir büyüklük (üstün gelme arzuları) vardır.’ Yâni, onlar Kur’ân’ı anlamadıkları veya Kur’ân’da bir eksiklik buldukları için itiraz etmiyorlar. Onların itiraz etmelerinin asıl nedeni, kendilerini Hz. Peygamber’e tâbi olmaktan engelleyen gurur ve kibirleridir. Ancak bir gün gelecek ve bugün kendilerini daha üstün ve liderlik için daha ehil gördükleri, mağlûp edebilmek için ne kadar âdîce olursa olsun hiçbir hîleyi yapmaktan geri kalmadıkları o Peygamber’e (sa) teslim olmaya mecbur kalacaklardır. (MEVDÛDİ, 5/151)
‘.. müşriklere gelen bir delil olmaksızın’ Güneş balçıkla sıvanamadığı gibi, bâtıl ile de hak yok edilemez. Kur’ân’ın insan sözü olduğuna dâir hiçbir kimsenin hiçbir delili yoktur, olamaz da. Önyargısız inceleyenler, Kur’ân’ın insan sözü değil, Allah sözü; her emir ve yasağının isâbetli ve doğru olduğunu anlarlar. (İ. KARAGÖZ 6/609)
‘Müşrikler arzularına ulaşamadılar.’ Mekkeli müşrikler, Peygamberden üstün ve lider olma arzularına ulaşamadılar. Çünkü Hz. Peygamber hakkın, müşrikler bâtılın peşinde idiler. Bâtıl hiçbir zaman hakka gâlip gelemez. (İ. KARAGÖZ 6/609)
‘Sen (onlarınşerrinekarşı) Allâh’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, görendir.’ Yâni, Hz Mûsâ (as) Firavun’un tehditlerine karşı Allâh’a sığınmış ve hiç kimseye aldırış etmeden dâvâsında ısrar etmişse, sen de Allâh’a sığınarak, Kureyş’in ileri gelenlerine aldırış etmeden hak dâvânda ısrar et. (MEVDÛDİ, 5/151)
Kur’ân üzerine tartışmaya girişenlerin tartışma sebepleri, akıl ve bilgi temeline değil, kibir duygusuna dayanıyordu. Onlar, Hz. Peygamber’e tâbi olmayı, daha önce müslüman olan, içlerinde kölelerin, câriyelerin de bulunduğu sıradan insanların arasına katılmayı kendilerine yediremiyorlardı. Kur’ân’a karşı mücâdele verirken amaçları Rasûl-i Ekrem’in peygamberliğini başarısız kılmak, bu sûretle onun yönetim ve önderliğini imkânsız hâle getirerek putperest geleneğin kendilerine sağladığı statüyü devam ettirmekti. İşte ‘aslâ ulaşamayacakları’ ifâdesiyle onların bu amaçlarının gerçekleşmeyeceğine, kibirlerinin bir kuruntudan öteye geçemeyeceğine; temsil ettikleri şirk zihniyetinin – büyümek şöyle dursun – giderek küçüleceğine ve ortadan kalkacağına işâret edilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/669)
Âyette özetlenen tavır, Câhiliye Arabı’nın baskın özelliği olmakla birlikte, sâdece o topluma ve o döneme mahsus olmayıp, günümüzde de görülen hem bireysel hem toplumsal bir insanlık sorunudur. Kendilerini soylu, uygar, kültürlü, aydın, çağdaş vb. sıfatlarla niteleyenlerden bâzılarının, bu kavramların dışında tuttukları geniş kitlelerin inanç, değer, görüş ve yaşama tarzlarını açıkça veya dolaylı biçimde aşağılamaları aynı ilkel büyüklenme duygusunun aynı veya farklı görüntülerle dışa yansımasıdır. Genellikle seçkinlik iddiâsında bulunanların, kendilerine daha çok söz, daha çok özgürlük, daha çok imkân sağlanması gerektiği yönündeki anlayışları da yine bu duyguların tezâhürleridir. İşte Kur’ân en çok bu haksız ve zâlim zihniyetle mücâdele etmiştir; çünkü bu anlayış, esas itibâriyle insanın ve iyi, doğru olan insana yaraşır değerlerin aşağılanmasıdır. (KUR’AN YOLU, 4/669, 670)
(57).‘Kesinlikle, göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ Müşrikler, öldükten sonra tekrar dirilmeyi imkânsız görüyor, bu sebeple âhirete inanmıyorlardı. Allâh’ın âyetleri hakkında tartışma yaparkenen çok üzerinde durdukları konulardan biri de bu idi. Bunu o kadar imkânsız görüyorlardı ki, ‘Çürüyüp paramparça olduğunuzda yeni bir yaratılışa konu olacağınızı iddiâ eden bir adam gösterelim mi size?’ (Sebe, 34/7) diyerek peygamberle alay ediyorlardı. Ama onlar, yeniden dirilmeyi imkânsız görürken, gökleri ve yeri Allâh’ın yarattığına da inanıyorlardı. Oysa – Allah hakkında bir güçlükten söz edilemese de – insan mantığı açısından bakıldığında göklerin ve yerin yaratılması insanoğlunun ikinci defa yaratılmasından daha güçtür. (KUR’AN YOLU, 4/670)
Fî Zılâl‘il Kur’ân’dan: Üzerinde yaşadığımız bu dünyâ, güneşin büyük uydularından biridir. Dünyânın kütlesi, güneş kütlesinin milyonda üçü kadardır. Hacmi ise, güneşin hacminin milyonda birinden azdır. (..) Güneş ise, bize yakın olan ve içinde yer aldığımız samanyolunda yer alan yüz milyon güneşten sâdece birisidir. Bugüne kadar insanlık bu samanyollarından yüz milyon tânesini keşfetmiştir. Bunların hepsi, korkunç genişlikteki uzayda serpiştirilmişlerdir. Ama yine de orada kaybolur gibi olmuşlardır. (..) İnsanların keşfettikleri (ise), basit ve küçücük bir alanı kapsamaktadır. Evrenin bütünü içinde bunların sözünü etmeye bile değmez. İnsanların bu keşfettikleri bütüne oranla o kadar küçük olmasına rağmen sırf düşünülmesi dahi insanın başını döndürecek genişlikte ve korkunçluktadır. Bizimle güneş arasındaki uzaklık doksan üç milyon mil kadardır. Yâni o, bizim küçük dünyâ gezegenimizin âile reisidir. Hatta o – tercih edilen görüşe göre – bu küçük dünyânın anasıdır. Bizim dünyâmız anasının kucağından bu uzaklıktan daha uzağa gitmemiştir: Doksan üç milyon yıl. (..) Güneşin bağlı olduğu (galâksiye) samanyoluna gelince, onun çevresi yüz milyon yıl kadardır. Işık yılı… Işık yılı ise, altı yüz milyar yılı ifâde eder! Zîrâ ışığın saniyedeki hızı yüzseksenaltı bin mildir! (..) Bizim samanyolu galâksimize en yakın galâksi ise, bizden yediyüaelli bin ışık yılı kadar uzaklıktadır. (..) Bir daha hatırlatıyoruz ki bu uzaklıklar, bu boyutlar ve bu hacimler, basit olan insan biliminin şu âna kadar keşfettikleridir. İnsanların bu bilimi itiraf ediyor ki, bu keşfettikleri şu uçsuz bucaksız evrenin ancak küçük bir parçasıdır. (..) ‘Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ Allâh’ın kudretine oranla daha büyük, daha küçük, daha zor, daha kolay diye bir şey yoktur. O herşeyi tek kelimeyle yaratandır. Ancak bunlar eşyânın yapısındaki gerçeklerdir. İnsanlar onları böyle tanırlar ve öyle değerlendirirler. Bu ölçülere göre insan nerede, dehşet verici evren nerede? O’nun büyüklüğü nerede, koca evrenin büyüklüğü nerde? (S. KUTUB, 8/640, 641)
(58).‘Kör ile gören; îman edip sâlih amel işleyenler ile kötülük yapan aynı olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz!’ Nasıl ki hiçbir şey göremeyen kör ile gözünün ulaşabildiği herşeyi görebilen gözleri açık kimse birbirleriyle eşit olamıyorlarsa, aralarında büyük bir fark varsa, aynı şekilde iyi mümin kullar ile haddi aşan günahkâr kâfirler arasında da böyle bir farklılık vardır. ‘Ne de az düşünüyorsunuz?’ Sizin düşünüp öğüt almanız son derece azdır. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘İnsanların pek çoğu ne kadar az düşünüp öğüt almaktadır!’ (S. HAVVÂ, 12/525)
Âmâ / kör: Fiziksel anlamda görme engelli değil, gerçekleri, Allâh2ın varlığını, birliğini ve kudretinin delillerini göremeyen, gerçekleri idrak edemeyen, basiretsiz, kalp gözü kör olan kimselerdir. (İ. KARAGÖZ 6/611)
‘Kör’den maksat kibir, kıskançlık gibi kötü duygulara, sübjektif sebeplere veya taklîde dayanarak hükümler veren, ‘gören’den maksat da akıl ve bilgiye, doğru kanıtlara dayanarak hükümler verendir. (Râzi’den KUR’AN YOLU, 4/670)
Bu, âhiret hayâtı için bir delildir. Yukarıda âhiret hayatının mümkün olacağı ifâde edilirken, burada da âhiretin akla ve mantığa uygun olduğu söylenmiştir. Bilâkis âhiretin ve hesap gününün olmaması, akla ve mantığa aykırıdır. Çünkü bir kimsenin kötü işler yapmak sûretiyle yeryüzünde bozgunculuk yapması ve sonunda hiçbir cezâ görmemesi veya sâlih ameller yapıp, bunlara karşı bir mükâfat elde etmemesi akla ve mantığa da aykırıdır. Böyle bir düşünce yanlış ise eğer, akıl sâhibi her insan hesap gününün olmamasını da yanlış bulacaktır. Çünkü hesap gününün olmaması demek, iyilik yapanlarla kötülük yapanların sonlarının aynı olması demektir. (MEVDÛDİ, 5/151)
(59).‘Hiç şüphesiz (kıyâmet) saat(i) kesinlikle gelecektir. Onda aslâ şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Onun gelmesi kaçınılmazdır. Onda herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Çünkü bu yaratıkların yokluk için yaratılmaları sözkonusu olamayacağından, mutlaka amellerin karşılığının gösterilmesi kaçınılmaz bir şeydir.’ (S. HAVVÂ, 12/526)
‘Fakat insanların çoğu îman etmezler’ cümlesi, kıyâmetin kopacağını onaylamazlar, anlamındadır. Kıyâmetin kopacağına, ölülerin diriltileceğine, insanların hesaba çekileceğine, cennetin ve cehennemin varlığına îman etmek, îman esaslarından biridir. Âhiret hayâtına îman etmeyen insan, kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 6/612)
(60).‘Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin’ ibâdet edin yâhut beni tevhid edin yâhut benden isteyin ‘ki size karşılığını vereyim.’ Hayırlı amellerinize sevap vereyim yâhut günahlarınızı bağışlayayım yâhut dilediklerinizi vereyim. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu, şânı yüce ve mübârek olan Rabbimizin lütuf ve keremindendir. O, kullarını, kendisine duâ etmeye teşvik etmekte, duâlarını kabul edeceğine dâir de teminat vermektedir. (S. HAVVÂ, 12/526)
Bu duâ emri, çok önemli ve dikkate değerdir. Burada önce insanın cüz’i irâdesinin bir ifâdesiyle cebrin reddi vardır. Gerek ibâdet mânâsına olsun, gerek sâdece duâ, ikisinde de istemek emredilmiş ve Allâh’ın karşılık vermesi için kulun istemesi şart kılınmıştır. (ELMALILI, 6/535)
Taberi, ‘Bana duâ edin’ buyruğunu, ‘Bana kulluk edin, ibâdeti benden başkasına, putlara ve başka şeylere değil, sırf bana yapın ki, duânızı kabul edeyim; size rahmetimle muamele edeyim ve sizi bağışlayayım’ şeklinde açıklamıştır. Bu yorumdan anlaşıldığına göre âyetteki duâ kavramı, ibâdeti de kapsamaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/671)
‘.. size icâbet edeyim’ İbâdetlerinizi kabul edip sevap vereyim, size rahmetimle işlem yapayım ve sizi bağışlayayım, demektir. (İ. KARAGÖZ 6/613)
‘De ki: ‘Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki?’ (Furkan 25/77) âyet-i kerîmesini, (Hadisler:) ‘Allah katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.’ (Tirmizi) şeklinde açıklayan efendimiz (sav) ‘Allâh’ın fazlından isteyin! Zîrâ Allah Teâlâ, kendisinden istenilmesinden hoşlanır.’ (Tirmizi) buyurmak sûretiyle bizleri sürekli Allah’tan istemeye teşvik etmiştir. (Ö. ÇELİK, 4/377)
Hadis: ‘Gerçek şu ki, duâ ibâdetin kendisidir.’ Allah Rasûlü daha sonra bu âyet-i kerîmeyi okumuştur. (Tirmizi Deavât 2, Nesâi, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 13/15)
‘Çünkü bana ibâdet/kulluk etmeye karşı kibirlenip tenezzül etmeyenler, aşağılıklar olarak cehenneme gireceklerdir.” İşte âyette, başta Kur’ân’ın ilk muhâtapları olmak üzere inkârcılar, bu geniş anlamda Allâh’a duâ etmeye ve O’ndan karşılık almaya çağırılmakta; ardından bu çağrıya uymak yerine, hâlâ kör bir inatla büyüklük taslayıp Allâh’a kulluk etmeyi ve Rasûlullah’ın getirdiği dînin kurallarına teslim olmayı kendilerine yediremeyenlerin varacakları son yerin, zelil ve aşağı durumda girecekleri cehennem olduğu haber verilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/671)
40/61-65 DİNDE İHLÂSLI KİŞİLER OLARAK O’NA DUÂ EDİN
61. Allah, size dinlenmeniz için geceyi, (çalışmanıziçinde) aydınlık olarak gündüzü yaratandır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır; buna rağmen insanların çoğu şükretmezler.
62. İşte sizin Rabbiniz, herşeyi yaratan Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. (Ey kâfirler!) Böyle iken nasıl olup da (O’nubirolaraktanımaktan) döndürülüyorsunuz? (Allâh’ı bir olarak tanımanız gerekir.)
63. İşte Allâh’ın âyetlerini (kasten) inkâr etmekte olanlar, (inatla) böyle çevrilir(ler).
64. Yeryüzünü sizin için bir yerleşim yeri, göğü de (üstünüze) binâ yapan, size şekil veren, şeklinizi de güzelleştiren, size temiz, helâl şeylerden rızık veren (ancak) Allah’tır. İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!
65. O, sürekli diridir. Hiçbir tanrı yoktur, ancak O (Allah) vardır. Dîni yalnız O’na özgü kılın ve ihlâslı kimseler olarak O’na ibâdet edin. Her türlü övgü (sâdece) âlemlerin Rabbi olan Allâh’adır. [krş. 40/14]
61-65. (61).‘Allah, size dinlenmeniz için geceyi, aydınlık olarak gündüzü yaratandır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkârdır; buna rağmen insanların çoğu şükretmezler.’ Yüce Allah sakinleşip huzur bulmamız için geceyi karanlık, gündüzün çalışıp rızkımızı kazanmamız vb. görülecek şeyleri daha net ve ayrıntılı görmemiz için aydınlık kılmıştır. Aslında yüce Allâh’ın rahatımız ve huzûrumuz için dünyânın içindeki pek çok şeyi bize boyun eğdirmiş ve hizmetimiz için yaratmış olması insanlara karşı lütuf sâhibi olmasındandır. Ancak insanların çoğu, içinde bulunduğu duruma şükredeceği yerde şikâyet eder, hep dahasını ister. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyrulur: ‘Kullarımdan şükreden azdır’ (Sebe, 34/13) ‘Hakikaten insan çok nankördür.’ (Hacc, 22/66). ‘Doğrusu insan çok haksızlık edendir, çok nankördür.’ (İbrâhim, 14/34), ‘İnsan, Rabbine karşı çok nankördür.’ (Âdiyât, 100/6). (A. KÜÇÜK’ten, N. YASDIMAN, 8/567)
Bu âyet, iki önemli konuya işâret etmektedir: (1) Gece ve gündüzün deveranı, tevhidi hakikatın bir delilidir. Çünkü bir sistem içinde deveran eden gece ve gündüz ile yeryüzü ve güneşi yaratan aynı zattır. Bu deverânın diğer mahlûkat içinde bir yarar sağlaması, hepimizi bir olan Allâh’ın yarattığının ve O’nun küçük bir hikmete mebni olmak üzere, tüm kâinat nizâmını faydalansınlar diye birbiriyle ilişkili bir biçime soktuğunun açık bir delîlidir. (2) Allâh’ı inkâr eden ve O’na ortaklar koşan insanlar, ‘Allah gece ve gündüzü yaratarak, sizlere büyük bir nîmet bağışlamıştır’ denilmek sûretiyle uyarılmaktadırlar. Yâni, bu sistemin nîmetlerinden sürekli yararlanmanıza rağmen, Allâh’a ortaklar koşarak, O’na nankörlük ediyorsunuz. (MEVDÛDİ, 5/155)
(62).‘İşte sizin Rabbiniz, herşeyi yaratan Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Böyle iken nasıl olup da (O’nubirolaraktanımaktan) döndürülüyorsunuz?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni nasıl olur da hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri, elle yontularak yapılmış ve yaratılmış olan, O’ndan başka tanrı edinilen putlara tapıyorsunuz?’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘Yâni sizler, neden ve nasıl O’na ibâdetten çeviriliyor, putlara ibâdete çevriliyorsunuz?’ (S. HAVVÂ, 13/9)
(63).‘İşte Allâh’ın âyetlerini inkâr etmekte olanlar, (inatla) böyle çevrilir(ler).’ Nesefi der ki: ‘Yâni Allâh’ın âyetlerini inkâr eden, onlar üzerinde düşünmeyen ve hakkı istemeyen herkes bunlar gibi döndürülür.’ (S. HAVVÂ, 13/9)
(64).‘Yeryüzünü sizin için bir yerleşim yeri’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘O yeryüzünü sizin için üzerinde yaşayacağınız, tasarrufta bulunacağınız, omuzları üzerinde yürüyeceğiniz şekilde kararlı bir döşek, bir yaygı hâline getirmiş ve sizi çalkalamasın diye oraya dağları kazıkgibi bırakmıştır. (S. HAVVÂ, 13/10)
‘.. göğü de (üstünüze) binâ yapan’ Yâni sizleri, semâvi afetlerden koruması ve hayâtınızı rahat bir şekilde sürdürebilmeniz için, gökyüzünü sağlam bir çatı kıldık. Gerçekten de gökyüzünün yapısı dolayısıyla zararlı ışınlar yeryüzüne inemez. Çünkü fezâdaki üst tabakalar onların inişini engeller. (MEVDÛDİ, 5/157)
‘size şekil veren, şeklinizi de güzelleştiren, size temiz, helâl şeylerden rızık veren Allah’tır.’ (Dolayısıyla anlam) ‘Size en güzel bir tarzda şekil veren’ demektir. Çünkü O sizi ayakta dimdik durabilen, derisi açık, organları ve hatları uyumlu, zanaata, işe ve kemâlât kazanmaya elverişli bir şekilde yaratmıştır. İbn Abbas (r) şöyle der: ‘Âdemoğlu, ayakta ve mûtedil olarak yaratılmıştır. Kendisi dışındaki varlıklar direkt olarak ağızlarıyla yerlerken, o eliyle yemekte ve ellerini kullanabilmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 17/548)
‘.. size rızık verdi’ cümlesindeki ‘siz’ ile maksat, bütün insanlardır. Rızık, insanların yediği, içtiği ve yararlandığıherşey, ‘tayyibe’ kelimesinin çoğulu olan ‘tayyibat’ temiz şeyler demektir.Bir şeyin iyi ve temiz olabilmesi için, zararlı ve haram olmaması gerekir. Yiyecek, içecek ve kullanılacak şeylerin iyi ve temiz olanları helâldir. Âyette ‘tayyib’, yâni iyi, temiz, nezih, güzel, faydalı şeylerin helâl olduğuna işâret edilmektedir. Şu âyet bu husûsu açıkça bildirmektedir: ‘Peygamber, insanlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar.’ (7/157, İ. KARAGÖZ 6/616)
‘ve size hoş ve temiz şeylerden’ dünyâda yiyecek ve içeceklerden ’rızık vermiştir.’ İbn Kesir der ki: ‘Böylelikle yüce Allah meskeni, orada sâkin olacakları, onların rızıklarını yarattığını dile getirmektedir. O yaratandır, rızık verendir. (S. HAVVÂ, 13/11)
Yaratan, takdir eden, idâre eden, sizi gözeten ve mülkünde size bir yer belirleyen bu Allah, işte O sizin Rabbinizdir. ‘Allah, ne yücedir.’ Bereketi ne büyük, ne çoktur! ‘Âlemlerin Rabbidir.’ Tüm âlemlerin Rabbi.
‘Âlemlerin rabbi olan Allah yüce ve mübarektir.’ Bereket, bir şeyde ilâhi hayrın devamlı olması demektir. İlâhi hayrın bulunduğu şeye mübârek denir. ‘tebâreke’ fiili, bu anlamı sebebiyle Kur’an’da sâdece Allah için kullanılmıştır. Yüce Allah iyiliği, hayrı, lütfu ve nîmetleri sınırsız anlamında hem bereket sâhibidir hem de yaratılmışların niteliklerinden münezzehtir / uzaktır, yücedir. (İ. KARAGÖZ 6/617)
(65).‘O, diridir.’ Put ve tabiat türü taptığınız canlar gibi değildir. ‘O’ndan başka ilâh yoktur.’ Ulûhiyyet / ilâhlık O’na özgüdür. ‘Öyle ise dîni’ itaati, katıksız tevhid ile birlikte, şirk ve riyâdan arındırmak sûretiyle ‘O’na özgü kılarak, O’na yalvarın’ ibâdet edin. Bunu da ‘âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun!’ diyerek gerçekleştirin. Böylece bir arada ibâdet ve şükrü yapın. (S. HAVVÂ, 13/11)
‘Dîni O’na özgü kılarak O’na itaat edin.’ ‘dîni O’na özgü kılarak’ demek, ilâh olarak sâdece Allâh’ı kabul edip, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan, ihlâs ile sâdece Allâh’a ibâdet etmek, başka bir varlığı ilâh ve İslâm’dan başka bir dinkabul etmemek demektir. (..) İhlâs, bir görevi Allah için yapmak demektir. (76/9; İ. KARAGÖZ 6/617, 618)
İbn Cerir dedi ki: İlim ehlinden bir grup, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, diyen kimseye bunun arkasından Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun demesini, bu âyeti kerîme ile amel etmek üzere emrederdi. Daha sonra İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim, Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur) diyecek olursa, hemen ardından ‘el hamdü lillâhi rabbi’l âlemin’ (alemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun) deyiversin. İşteyüceAllâh’ın: ‘Öyle ise dîni O’na özgü kılarak O’na yalvarın (kulluk edin). Âlemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun’ buyruğu da bunu göstermektedir. (S. HAVVÂ, 13/16)
40/66-68 O, HEM DİRİLTEN HEM DE ÖLDÜRENDİR
66. (Rasûlüm! Seni putlara tapmaya dâvet edenlere) De ki: “Rabbimden bana açık deliller gelmekle, sizin Allah’tan başkasına yalvarıp taptıklarınıza kulluk etmem bana kesinlikle yasak edildi. Ve ben, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emredildim.”
67. (Ey insanlar!) Sizi (atanızÂdem’i) topraktan, sonra (ayrıayrı) sizi bir meni(dekisperma)dan, sonra alâkadan (embriyodan) yaratan; sonra bir bebek olarak (sizidünyâya) çıkaran, sonra en güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye yaşatan O’dur. İçinizden kimine de (gençlikveihtiyarlıkçağından) önce ölüm geli(pçata)r. Kiminizin ömrü (belli) bir vâdeye kadar uzatılır. (Allahbunları) düşünesiniz diye (yapmakta)dır.
68. Allah yaşatan ve öldürendir. Bir işin olmasını dilediği zaman, ona sâdece“ol” der, o da oluverir.
66-68. (66).‘De ki: “Rabbimden bana açık deliller’ Kur’ân-ı Kerîm ‘geldiği için, sizin Allâh’ı bırakıp da ibâdet ettiklerinize’ put, heykel ve ortaklara ‘ibâdet etmekten kesinlikle yasaklandım ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum.’ Hz. Muhammed peygamberlikten önce ve sonra, hayâtının hiçbir döneminde puta tapmamış; sürekli Allâh’ın birliğine inanmıştır. Bu sebeple müfessirler, ‘Rabbimden bana açık kanıtlar gelince sizin Allâh’ın dışında duâ ettiğiniz şeylere tapmam bana yasaklandı’ cümlesinden, bu kanıtlar gelmeden önce peygamberin Allah’tan başka bir şeye taptığı gibi bir anlam çıkarılmaması gerektiğini önemle belirtmişlerdir. Hz. Peygamber, kendisine vahiy gelmeden önce de aklıyla Allâh’ın birliği inancına ulaşmış, daha sonra bu inancı onaylayan ve şirki yasaklayan vahiy gelmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/675)
Hz. Muhammed (s) peygamberlikle görevlendirilince, ilk olarak Mekkelileri ‘lâ ilâhe illâllah’ / ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur’ demeye dâvet etti. Mekkelilerin çoğu bunu kabul etmedi. (38/4-6). Kabul etmemekle kalmadılar, Hz. Peygamberi de putlarına tapmaya dâcet ettiler. (Âyetin başlangıcındaki ifâde) buna işâret etmektedir. (İ. KARAGÖZ 6/618)
‘Açık kanıtlar’ diye çevirdiğimiz ‘beyyinât’ kelimesini Taberi, ‘Allâh’ın Rasûlüne indirdiği kitabın âyetleri; İbn Atıyye, ‘vahiy ve hidâyet’ Şevkâni, ‘akli ve nakli deliller’ şeklinde açıklamışlardır. (KUR’AN YOLU, 4/676)
‘Bana âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.’ Emir, Hz. Peygamberin şahsında bütün insanlara yöneliktir. ‘Allâh’a teslim olmak’ ilemaksat, ilâholaraksâdeceAllâh’ı kabul etmek, Allâh’ın emir ve yasaklarına uymaktır. (İ. KARAGÖZ 6/619)
(67).‘Sizi’ nutfeler hâline gelmeden önce şöyle ki; toprak ve havanın gıdâya dönüşmesi; gıdânın da vücûdun içerisinde nutfelere dönüşmesi sûretiyle yâhut ilk atanız Âdem (as) topraktan yaratılmış olması dolayısıyla aslınızı ‘topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir alâkadan yaratan; sonra’ kırk yaşına erişmek sûretiyle ‘en güçlü çağınıza ulaşmanız, sonra da’ en güçlü çağa ulaştıktan sonra ‘yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyâya çıkaran O’dur. Kiminiz’ en güçlü çağa yâhut ihtiyarlığa erişmeden ‘daha önce öldürülür. Belirtilmiş bir süreye ulaşasınız diye.’ Yâni Kıyâmet gününe insanoğlu erişsin diye bunları yapmaktadır. ‘Olur ki’ bu husustaki ibret ve deliller üzerinde düşünüp ‘aklınızı kullanırsınız’ da îman eder, ibâdet eder, teslim olursunuz. (S. HAVVÂ, 13/12)
Yüce Allah insanı, erkeğin sperminin kadının yumurtasını aşılaması ile yaratmaya başlıyor. Bu ilk aşamaya âyette ‘nutfe’ denilmiştir. Yüce Allah, nutfe’yi alâka yapıyor. Alâk, rahme giden kanala tutunan ‘zigot’tur. Alâka, aşılanmış yumurta olan embriyonun rahme tutunma aşamasındaki adıdır. (..) ‘.. sizi bebek olarak çıkarıyor’ cümlesi, anne rahmindeki yaşama süresini tamamlayan bebeği vakti gelince dünyaya getirme, doğum yapma hissini ve emârelerini anneye veriyor. Anne doğumu gerçekleştiriyor. Böylece anne rahmindeki kısa süreli ilk hayat sona eriyor, yeni nir hayat, dünyâ hayâtı başlıyor. (..) ‘Allah en güçlü döneminize erişmeniz için size ömür veriyor’ cümlesi, bebeklik ve yetişkinlik dönemlerini ifâde eder. İnsan, doğumundan îtibâren beden ve akıl açısından gelişme dönemi çocukluk, beden ve akıl bakımından yetişmesinin tamamlandığı dönemi yetişkinlik dönemidir. Yaşlılık Dönemi: Beden ve akıl bakımından zayıflamanın başladığı, kemâlden zevâle doğruyönelip, zamanla zayıflayarak kaybedildiği dönem yaşlılık dönemidir. ‘Allah yaşlılık döneminiz için size ömür veriyor’ cümlesi, bu dönemi ifâde ediyor. Bu dönem, bâzı insanlar için ihtiyarlık, yâni kemâl bulan aklı ve tecrübeleriyle seçkinlik, bâzıları için ömrün en düşkün çağı dönemidir. (İ. KARAGÖZ 6/620, 621)
Önceki âyette geçen ‘açık kanıtlar’a bir örnek olmak üzere insanın yaratılış süreci özetlenmektedir. Topraktan yaratılmanın Hz. Âdem’le ilgili olduğu belirtilir. (Taberi, İbn Atıyye, Şevkâni) Ancak Râzi’nin de kaydettiği gibi ifâdeyi Hz. Âdem’le sınırlamaya gerek yoktur; zîrâ bütün canlıların üremesi, beslenmesi ve yaşaması da toprak sâyesinde mümkün olmaktadır. (insanın yaratılış süreci, âyetteki nutfe ve alâka terimlerinin anlamları için bk. Hac 22/5; Müminun 24/12-14). (KUR’AN YOLU, 4/676)
‘.. umulur ki siz anlarsınız’ (Bu cümleyle) anlaşılması istenen gerçek, insanı Allâh’ın yaratması, yaşatması, dünyâda bir ömür takdir etmesi, süre dolunca hayâtına son vermesidir. İnsanı yaratan, yaşatan ve canı alan yüce Allah, kıyâmet kopunca ölen insanları yeniden yaratmaya gücü yetendir. Bu, akıl için anlaşılabilir bir durumdur. Bu îtibarla insanların gerçekleri anlayıp Allâh’ın varlığına ve birliğine, peygamber ve kitaplarına îman etmesi ve Allâh’a kulluk etmesi, itaat ve ibâdet etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/621)
(68).‘Allah dirilten ve öldürendir.’ Bunu O’ndan başkası hiçbir kimse yapamaz. ‘Bir şeye hükmetti mi ona sâdece ‘ol’ der; o da oluverir.’ Yâni herhangi bir külfet olmaksızın onu çabucak var eder. Durumu böyle olan bir zâta, yalnızca O’na ve hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ibâdet etmek ve teslim olmak gerekir. (S. HAVVÂ, 13/12)
‘.. ona sâdece ‘ol’ der, o da oluverir’ Bu cümle hem Allâh’ın irâdesini, yaratma gücünü, hem varlık âlemindeki egemenliğini ve gücünü, bir şeyi var etmek için vâsıtaya ihtiyacının bulunmadığını ve O’nun için zorluk, sıkıntı ve uğraşma gibi insanlara özgü âcizlik ve kusurların düşünülemeyeceğini, hem yaratmada süratini ifâde eder. Yüce Allah için imkânsız diye bir şey yoktur. (İ. KARAGÖZ 6/622)
’Yaşatan ve öldüren O’dur.’ Kur’ân–ıKerîm’de hayat ve ölüm mûcizelerine çokça değinilir. Zîrâ bu iki gerçek insanın kalbini sert bir biçimde ve derinden sarsar. Ayrıca bunlar, insanın hissedip gördüğü herşeyde apaçık olarak tekrar tekrar gördüğü olaylardır, realitelerdir. Diriltmenin ve öldürmenin ilk bakışta göze çarpanın ötesinde büyük anlamları vardır. Hayâtın çeşitleri vardır. Ölümün de çeşitleri. Hayâtın hiçbir izi bulunmayan kupkuru bir toprağı gördükten sonra onun hayat dolu olgunluğunu görmek… Bir mevsimde yaprakları ve dalları ile kupkuru olan bir ağacı görüp, sonra da onun her tarafından hayâtın kaynadığını, yeşerdiğini, yapraklandığını ve çiçek açtığını. Sanki her tarafından hayâtın coşup taştığını görmek… Yumurtayı sonra da ondan çıkan yavruyu görmek… Bir de bu sürecin tersini izlemek. Ölümden hayâta doğru giden süreç gibi bir de hayattan ölüme doğru giden süreci seyretmek. Evet bu olayların hepsi insanın kalbine dokunmakta ve onu harekete geçirmektedir. İnsanlar durumlarına ve iç âlemlerinin hâllerine göre farklılık gösteren derecelerde bu olaylar üzerinde düşünür ve onlardan etkilenirler. (S. KUTUB, 8/648, 649)
40/69-78 NASIL OLSA ONLAR BİZE DÖNECEKLERDİR
69. (Rasûlüm!) Allâh’ın âyetleri hakkında (diluzatıp) tartışanları görmedin mi? Nasıl da (hakikatlerikabuletmektenveîmandan) yüz çeviriyorlar?
70, 71, 72. (Allâh’ın âyetleriyle mücâdele edenler), o Kur’ân’ı, peygamberlerimizle gönderdiğimiz şeyleri (mesajları) yalanlayanlardır. Artık (ogüngerçeğivegünahlarınsonucunu) bilecekler. O vakit (âhirette kâfirler), boyunlarında demir hâlkalar ve zincirler vardır. (Buhâlde) sürüklenecekler; (önce) kaynar suda (yüzdürülecekler) , sonra ateşte yakılacaklar.
73-74. Sonra kâfirlere: “Allâh’ı bırakıp da ortak koştuklarınız (Allahyerinesevipbağlandığınızputlar) nerededir?” denilecek. Onlar da: “Bizden uzaklaşıp kayboldular. Daha doğrusu bundan önce biz, hiçbir şeye tapmamışız (meğeronlarınhiçbirhükmüyokmuş)!” diyecekler. İşte Allah, kâfirleri böyle şaşkın hâlde bırakır. [bk. 2/164-165, 167)
75. (Ey kâfirler!) Bu (hâl), sizin yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenip taşkınlık yapmanız yüzündendir.
76. (Kâfirleredenilirki🙂 “İçinde ebedî kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! (Bakın, Hakk’akarşı) kibirlenenlerin yeri (cehennem) ne kötüdür!”
77. (Rasûlüm! İmanetmeyenlerekarşı) sabret. Çünkü Allâh’ın (azap) vaadi gerçektir. Ya onları tehdit ettiğimiz (azâb)ın bir kısmını sana gösteririz, yâhut seni vefat ettiririz (deodünyadakiazâplarınıgörmezsin. Nasılolsa) onlar ancak bize döndürüleceklerdir. (Hesâba çekileceklerdir.)
78. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki senden önce (debirçok) peygamberler gönderdik; onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık. (Bilesinki) hiçbir peygamber, Allâh’ın izni olmadıkça bir âyet (veyabirmûcize) getiremez. Allâh’ın emri gelince de adâlet yerine getirilir. Bâtıl taraftarları işte böylece hüsrâna uğrarlar. [bk. 4/164]
69-78. (69).‘(Rasûlüm!) Allâh’ın âyetleri hakkında tartışanları görmedin mi? Nasıl da yüz çeviriyorlar?’ İbn Kesir şöyle demiştir: ‘Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen Allâh’ın âyetlerini yalanlayan ve bâtılı ileri sürerek tartışan bu gibi kimselerin akıllarının hidâyetten uzaklaşıp dalâlete yönelmelerine hayret etmez misin?’ (S. HAVVÂ, 13/13)
Sûrede, ‘Allâh’ın âyetlerini tartışmaya kalkışanlar’ anlamındaki ifâde beş defa tekrar edilmiş; böylece bir bakıma putperestlerin bu tutumlarında ne kadar ısrarcı oldukları ve bunun kendileri için vazgeçilmez bir dâvâ olduğu vurgulanmıştır. Kuşkusuz onların bu inatçı tutumlarının sebebi, Allâh’ın âyetlerinde şirk inancını çürütme, tevhid inancını yerleştirme konusunda ısrar edilmesidir. (KUR’AN YOLU, 4/677)
(70-72).‘(Allâh’ın âyetleriyle mücâdele edenler), o Kur’ân’ı, peygamberlerimizle gönderdiğimiz şeyleri (mesajları) yalanlayanlardır. Artık (kıyâmetgünügerçeğivegünahlarınsonucunu) bilecekler.’ İbn Kesir şöyle diyor: ‘İşte bu, celâl sâhibi Rabbimizin bu gibi kimselere yönelttiği ağır bir tehdîdi ve kesin bir vaididir.’ (S. HAVVÂ, 13/12)
Onların dalâlete düşmelerinin asıl nedeni şudur: Onlar, Allâh’ın kitabını ve elçisin inkâr etmek, O’nun gönderdiği âyetler üzerinde ciddiyetle düşünmemek ve böyle davranmak (düşünmek) yerine elçisiyle tartışmak yüzünden üzerlerine hidâyet kapıları kapanmıştır. (MEVDÛDİ, 5/159)
Aslında onlar bir tek kitabı, bir tek peygamberi yalanlamışlardı. Fakat onlar, bununla bütün peygamberlerin getirdiği herşeyi yalanlamış oluyorlardı. Zîrâ tüm peygamberler bir tek inanç sistemine çağırmışlardır. Bu da son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s) mesajında en mükemmel şeklini bulmuştur. Bu nedenle onlar, her peygamberi ve her ilâhi mesajı yalanlamış oldular. (S. KUTUB, 8/649)
‘O vakit, boyunlarında demir hâlkalar ve zincirler vardır. (Buhâlde) sürüklenecekler; (önce) kaynar suda (yüzdürülecekler) , sonra ateşte yakılacaklar.’ Yâni, susadıklarında zorunlu olarak su isteyecekler ve zincirlere bağlı oldukları hâlde melekler onları sürükleyerek kaynar sular akan çeşmelere götüreceklerdir. Kaynar suları içtikten sonra tekrar ateşe atılacaklardır. (MEVDÛDİ, 5/159)
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.’ (Rahmân 55/43-44). Allah Teâlâ onların zakkum yeyip hamîm içeceklerini zikrettikten sonra da şöyle buyurmaktadır: ‘Sonra dönüşleri elbette cehennemdir.’ (Sâffât, 37/68), ‘Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin. Sonra başının üstüne kaynar su azâbından dökün. Tat! Zîrâ sen, kendince üstündün, şerefliydin. İşte o, kuşkulanıp durduğunuz şey budur.’ (Duhan, 44/47-50). (V. ZUHAYLİ’den N. YASDIMAN, 8/579)
(73, 74).‘Sonra kâfirlere’ azarlamak, aşağılamak, küçültmek, onlara tahakküm ve onlarla alay etmek için cehennem bekçileri tarafından ‘denilir ki: Nerede şirk koştuklarınız, Allâh’tan başka’ tapındığınız putlar? ‘Derler ki: Bizden uzaklaştılar’ gittiler; bize bir faydaları olmadı yâhut; onları göremiyoruz. O bakımdan onlardan yararlanamıyoruz. ‘Hayır, zâten biz önceleri hiçbir şeye ibâdet etmiyorduk.’ Yâni onların bir şey olmadıklarını anlamış bulunuyoruz ve bizler onlara ibâdet etmekle bir şeye ibâdet etmiyormuşuz demek ki?! Onların Allah’tan başkalarına ibâdeti inkâr etmeleri, söyleyecekleri bir yalan da olabilir. Tıpkı dünyâ hayâtında iken yalan söylemeyi âdet edindikleri gibi… (S. HAVVÂ, 13/13)
(Ama) Âhiret bütün hakikatlerin gün ışığına çıktığı, hakkın yerini bulduğu, kusursuz bir adâlet ve yargı günüdür. 74’ncü âyette belirtildiği üzere sahte tanrılar, bağlılarını mahşerde yüzüstü bırakıp ortadan kaybolacak; onların gerçekten tapmaya değer şeyler olmadığı en sâdıkbağlılarıncada anlaşılıp itiraf edilecektir. Bu dünyâda günahları ve erdemsiz yaşayışlarıyla haksız yere böbürlenip şımaranlar; nefislerini ve sıradan nesneleri veya kimi insanları tanrılaştıracak kadar alçalırken Allâh’a kul, peygambere ümmet olmaya dâvet edilince bunu nefislerine yediremeyip kibre kapılanlar, âhirette boyunlarında hâlkalar ve zincirlerle alçaltılmış bir durumda cehennemi boylayacaklardır. (KUR’AN YOLU, 4/677, 678)
(75).‘Bu (hâl), sizin yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenip taşkınlık yapmanız yüzündendir.’ Yâni sizler haksız yere şımarıp böbürlendiğiniz için, bu azâba uğratıldınız. Sizin bu şekilde şımarmanızve böbürlenmenizin kaynağı şirkve putlara tapınmanızdır. (S. HAVVÂ, 13/14)
İmdat! Zincirler ve bukağılar içinde kaynar su ve ateşe nerede sürükleniyorlar acaba? Öyle anlaşılıyor ki bu, bir giriştir. Sonra cehenneme girecekler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. ‘Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür.’ Bu aşağılanma, büyüklük taslamadan kaynaklanmıştır. İşte bu horlanma da o büyüklenmenin cezâsıdır. (S. KUTUB, 8/650)
(76).‘Cehennemin kapılarından, içinde ebediyen kalıcılar olarak girin. Kibirlenenlerin kalacakları yer ne kötüdür!?’ Allâh’ın âyetlerine karşı büyüklük taslayan, O’nun delillerine uymayı büyüklüklerine yediremeyen kimselerin varıp konaklayacakları şiddetli azâbın ve horlanmanın bulunduğu yerleri ne kadar da kötüdür! (S. HAVVÂ, 13/14)
76’ncı âyette dünyevi arzu ve isteklerden her birinin gerek dünyâdaki nefis cehenneminin kapılarından, gerekse âhiretteki ateş cehenneminin kapılarından bir kapı olduğuna bir işâret vardır. Bu bakımdan nefsâni arzuların, dünyâlık süslerin ve dünyânın yaldızlı, cafcaflı şeyleriyle böbürlenmenin bırakılması gerekir ki böylece cehennemin kapıları kesin olarak yüzümüze kapanabilsin. (Ö. ÇELİK, 4/382)
(77).‘(Rasûlüm! İmanetmeyenlerekarşı) sabret. Çünkü Allâh’ın (azap) vaadi gerçektir. Ya onları tehdit ettiğimiz (azab)ın bir kısmını sana gösteririz yâhut seni vefat ettiririz (deoazâbıgörmezsin. Nasılolsa) onlar ancak bize döndürüleceklerdir.’ Biz de onlardan en çetin bir şekilde intikam alacağız. Yüce Allah, Rasûlüne dünyâ hayâtında zaferler göstermiştir. Bedir gününde öldürülen müşriklerin ileri gelenlerinin ortadan kaldırıldığını görerek, gözleri aydın olmuştur. Daha sonra yüce Allah ona, Mekke’nin fethini kolaylaştırmış ve hayatta iken Arap yarımadasının diğer bölgeleri de fethedilmiştir. (S. HAVVÂ, 13/17)
(78).‘Andolsun ki senden önce de’ (..) birçok ’peygamberler gönderdik. Onların kimini sana anlattık.’ Yâni onlardan kiminin kavimleri ile birlikte kıssalarını, haberlerini, kavimlerinin onları nasıl yalanladıklarını vahiy ile sana bildirdik, daha sonra da güzel âkıbet ve zaferin peygamberlere olduğunu anlattık. ‘Kimini sana anlatmadık.’ İbn Kesir der ki: ‘Ve bu anlatılmayanlar, daha önce Nisâ sûresinde de dikkat çekildiği gibi, sözü edilenlerden kat kat daha fazladır. (S. HAVVÂ, 13/17)
‘hiçbir peygamber, Allâh’ın izni olmadıkça bir mûcize getiremez.’ Yâni hiçbir peygamber kendiliğinden mûcize göstermemiş olduğu gibi, buna kâdir de değildir. Peygamberler mûcizeyi ancak Allâh’ın kudreti sâyesinde ve inkârcı toplumlara delil olmak üzere göstermişlerdir. Bu kâfirlere Hz. Peygamber’den (sa) mûcize göstermesi için bulundukları talep karşılığında verilen ilk cevaptır. (MEVDÛDİ, 5/161)
‘Allâh’ın emri’ (..) intikâmı ‘geldiği vakit de iş, hak ile biter.’ İbn Kesir der ki: ‘Müminleri kurtarır ve kâfirleri helâk eder.’ Bunun için daha sonra şöyle buyurulmaktadır: ‘İşte o zaman, bâtılcılar’ Allâh’ın âyetleri hakkında tartışan inatçılar ‘oracıkta hüsranda kalıverirler.’ (S. HAVVÂ, 13/18)
40/79-85 ALLAH SİZE ÂYETLERİNİ GÖSTERİYOR
79. Allah, kimine binesiniz ve kiminin de (etinden) yiyesiniz diye sizin için hayvanlar yaratandır.
80. Hayvanlarda sizin için (süt, yün, derigibibirçok) faydalar da vardır. Gönüllerinizdeki bir ihtiyâca (arzuya) ulaşmanız için (karada) onların üstünde, (denizdede) gemilerin üstünde taşınırsınız. [bk. 16/7; 23/21-22; 43/12-14]
81. (Ey Allâh’a ortak koşanlar!) (Allah) size, (kudretineâit) âyet (vedelil)leri gösteriyor. Şimdi Allâh’ın âyet (vedelil)lerinden hangisini inkâr edersiniz?
82. (Ey Peygamberim!) Müşrikler, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Üstelik onlar, bunlardan hem daha çok, hem de kuvvet ve yeryüzündeki eserler bakımından daha güçlü idiler. (Fakat) kazanmakta oldukları şeylerin kendilerine (hiçbir) faydası olmadı. [krş. 30/9; 40/21; 46/26-27]
83. Peygamberleri kendilerine açık delil (vemûcize)lerle geldiği zaman, kendi yanlarındaki (beşerî) bilgilerle şımar(ıpgururlan)dılar. Sonunda (peygamberleri) alaya aldıkları şey(incezâsı) kendilerini (çepeçevre) kuşatıverdi.
84. Artık şiddetli azâbımızı görünce: “Allâh’ın birliğine inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri de inkâr ettik.” dediler.
85. Ama şiddetli azâbımızı gördükleri zaman (sonpişmanlık ânındaki) inanmaları kendilerine fayda vermedi. Allâh’ın kulları hakkında süregelen kânûnu (bu)dur. İşte kâfirler (ozaman) orada hüsrâna uğrayacaklardır.
79-85. (79).‘Kimine binesiniz ve kiminin de (etinden) yiyesiniz diye sizin için hayvanlar yaratan Allah’tır.’ Davarlardan kasıt inek, deve, koyun ve keçi türleridir. Bunların bir kısmının sırtına binilir, bir kısmının etleri yenilir. (S. HAVVÂ, 13/18)
Bu hayvanların yaratılmaları da insanın yaratılması gibi harika bir mûcizedir. Onlara hayâtın verilmesi, yapılarının oluşumu ve şekillendirilmesi hep birer hârikadır! İnsanın bunların hiç birini kendisinin yaptığını iddiâ edemez! Bu hayvanların insanın emrine ve hizmetine verilmeleri… Vücutları ve güçleri yönünden insanı kat kat katlayabilen hayvanların Allah tarafından onun emrine verilmeleri… ‘Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah’tır.’
(80).‘Hayvanlarda sizin için faydalar da vardır. Gönüllerinizdeki bir ihtiyâca ulaşmanız için (karada) onların üstünde, (denizdede) gemilerin üstünde taşınırsınız.’ İbn Kesir şöyle demektedir: Devenin sırtına binilir, eti yenilir, sütü sağılır. Onun sırtında yolculuklarda ve uzak beldelere gidildiğinde yük taşıtılır. İneklerin de etleri yenilir, sütleri içilir. (..) Koyunların etleri yenilir, sütleri içilir. Hepsinin de yünleri, kıl ve tüyleri alınır, onlardan ev eşyâsı, elbise ve çeşitli malzemeler yapılır. (S. HAVVÂ, 13/18, 19)
‘Gemilerle denizde taşınırsınız’ Gemileri insanlar yapmakla birlikte, gemi yapılan malzemeleri yaratan, insanlara gemi yapma yeteği veren, denizleri, gölleri ve ırmakları var eden, suya kaldırma gücü veren, yelkenli gemilerin gitmelerini sağlayan rüzgârları yaratan yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 6/630)
(81).‘(Allah) size, (kudretineâit) âyetleri gösteriyor. Şimdi Allâh’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz?’ O’nun âyetlerinden hiçbir şeyi inkâra gücünüz yetmez. O hâlde bu âyetler, (mûcizeler) önünüzde serpilmiş duruyorken, nasıl olur da âyetlerin gösterilmesi teklifinde bulunursunuz? Bu âyetler gözle görülüp müşâhede edilmekte iken, nasıl olur da onlara îman etmez, tartışır, inatlaşır, hakka karşı bile bile büyüklük taslıyorsunuz? Oysa durum alabildiğine açıktır. (S. HAVVÂ, 13/19)
Zemahşeri, ‘Gönüllerinizdeki bir arzuya onlara binerek ulaşırsınız’ meâlindeki cümleyi şöyle açıklar: Maksat hac yolculuğu ve savaş sırasında uygun hayvanlara binmek; dînin yaşatılması ve ilim tahsîli için bu hayvanlarla ülkeden ülkeye dolaşmaktır. (Şimdi modern araçlarla yolculuklar yapılıyor, M. SELMAN; KUR’AN YOLU, 4/681)
81’nci âyette ‘O’nun âyetleri’ ile maksat, kâinattaki deliller ve Kur’an âyetleridir. Yüce Allah, hem Kur’an âyetleri, hem kâinattaki kevnî âyetler ile insanlara varlığına, birliğine, nîmetlerine ve kudretine işâret eden delillerini göstermektedir. Hayvanları insanların hizmetine vermesi, gemilerin denizlerde yüzmesi, O’nun varlığının delilleridir. (İ. KARAGÖZ 6/630)
‘Allâh2ın hangi âyetlerini inkâr ediyorsunuz.’ (Bu) cümle, Allâh’ın âyetlerini tartışmaya, onlarla mücâdele etmeye çalışanlara bir uyarıdır. Allâh’ın âyetlerini inkâr eden kâfir olur. Aklını ve yeteneklerini kullanan hiçbir insan, âyetleri inkâr edemez. Ediyorsa ön yargı ile hareket ediyor, anlamıyor ve aklını kullanmıyor, demektir. (İ. KARAGÖZ 6/630)
Kur’ân birkaç yerde attan söz ederek bu hayvanın her çağda ayrı bir yarar ve başka bir huzur ve neşe yansıtacağına işârette bulunur. Devenin de nasıl yaratıldığına dikkatimizi çekerek, bu çöl bineğinin birtakım özelliklerle insanların hizmetine verildiğini hatırlatır. Ciğerine bitişik su torbası taşıması, hörgücünde yağ depolaması, uzun ve eğri boynuyla kaldıraç görevini sürdürmesi onun özelliklerinden bir kısmıdır. Bütün bu düzenleme ve dengelemeler Allâh’ın varlığına delâlet eden birer belge olarak gözlerimizin önünde bulunuyor. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/588)
(82).‘Müşrikler, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Üstelik onlar, bunlardan hem daha çok, hem de kuvvet ve yeryüzündeki eserler bakımından daha güçlü idiler. (Fakat) kazanmakta oldukları şeylerin kendilerine (hiçbir) faydası olmadı.’ Allâh’ın âyetlerini tartışmaya, onlarla mücâdele etmeye çalışanlara bu sûredeki son bir uyarıdır. Mekke putperestleri genellikle sayılarının çoğunluğuna, maddi güçlerine, sosyal statülerine güvenerek şımarıp azgınlaşırlar; peygamber ve diğer müslümanlar karşısında inkârcı, alaycı ve baskıcı bir tavır takınırlar; birgün müslümanlara mağlûp olacaklarına ihtimal bile vermezlerdi. İşte burada târih şâhit gösterilerek onların büyük bir yanılgıya düştükleri hatırlatılmaktadır. Araplar’ın özellikle varlıklı tüccar kesimi eski uygarlıkların zengin izlerinin bulunduğu ülkelere ticâri yolculuklar yaparlardı. Bu sebeple 82’nci âyette “Yeryüzünde gezip de kendilerinden önce yaşamış olanların âkıbetlerini görmezler mi?” buyurulmuştur. Yâni onlar târihin ibret levhâlarını görüyor, fakat bunlardan gereken dersi çıkaracak şekilde zihin yormuyorlardı. (KUR’AN YOLU, 4/681)
(83).‘Peygamberleri kendilerine açık delil (vemûcize)lerle geldiği zaman, kendi yanlarındaki (beşerî) bilgilerle şımar(ıpgururlan)dılar. Sonunda (peygamberleri) alaya aldıkları şey(incezâsı) kendilerini (çepeçevre) kuşatıverdi.’ Nesefi der ki: ‘Bundan kasıt, onların dünyâ işlerine dâir bilgileri ve bu işleri çekip çevirmekteki becerileridir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Dünyâ hayâtından zâhir olanı bilirler. Fakat onlar âhiretten yana gâfil olanlardır.’ (er Rûm 30/7) Peygamberler bunlara, dünyâyı bir kenara itmeye, zevk ve şehvetlerden uzak durmaya teşvik ettikleri için, bilme ihtimalleri en uzak olan şeyler olan din ilimlerini getirip gelince; onlara iltifat etmediler, küçümsediler, onlarla alay ettiler. Kendilerinin bilgilerinden daha faydalı, daha çok menfaat sağlayıcı olduğuna kanaat getirmediler. Bildikleriyle sevindiler. Yâhut bundan kasıt, felsefecilerin ve dehrilerin (materyalist inkârcıların) bilgisidir. Onlar Allâh’ın vahyini işittiklerinde bir kenara iterler ve kendi ilimlerine kıyasla peygamberlerin ilimlerini aşağı ve küçük görürler.’ (S. HAVVÂ, 13/19, 20)
Bu buyrukta dünyevi bilginin peygamberlere uymaktan alıkoyan gurur etkenlerinden birisi olduğuna işâret edilmesi, bu Kur’ân–ı Kerîm’in mûcizelerinden bir mûcizedir. Çağımızda bu mûcizenin boyutu idrak edildiği kadar başka bir dönemde idrak edilmemiştir. Çünkü bu konuda beşerin gurûru zirvesine ulaşmış bulunmaktadır. Artık bu kâinâtın kânunlarını bilenler, oldukça azınlığı teşkil eden insaf sâhibi olanları müstesna, dini ilimlerin tümünü küçümsemektedirler. (S. HAVVÂ, 13/22)
(84).‘Artık şiddetli azâbımızı görünce: “Allâh’ın birliğine inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri de inkâr ettik.” dediler.’ (Çünkü onlar Allah’tan başkalarını yüceltip Allah yerine onlara bağlanıyorlar, hayat tarzlarını Allâh’ın gönderdiği kurallara göre değil, sevip bağlandıklarının kurallarına ve bilgilerine göre tertip ve tanzim ediyorlardı. (H. T. FEYİZLİ, 1/475)
(85).‘Ama şiddetli azâbımızı gördükleri zaman (sonpişmanlık ânındaki) inanmaları kendilerine fayda vermedi. Allâh’ın kulları hakkında süregelen kânûnu (bu)dur. İşte kâfirler (ozaman) orada hüsrâna uğrayacaklardır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni bu, azâbı görmesi hâlinde tevbe eden herkes hakkındaki yüce Allâh’ın hükmüdür. Hiçbir zaman böyle bir tevbe kabul edilmeyecektir. İşte bundan dolayı hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ‘Yüce Allah kulun tevbesini canı boğazına gelip dayanmadıkça kabul eder.’ Burada canın boğaza gelip dayanmasından kasıt, rûhunun hançeresine kadar ulaşıp, meleği gördüğü vakittir. İşte o vakit, tevbe olmaz. Bundan dolayıdır ki yüce Allah: ‘Ve işte kâfirler şuracıkta hüsrâna uğradılar’ diye buyurmaktadır. Kâfirler herzaman hüsrâna uğramışlardır. Fakat onların hüsrânı azâbı gözleriyle gördükleri vakit, çok belirgin şekilde ortaya çıkar. (S. HAVVÂ, 13/20)
Demek ki be’s hâli aralarında hiçbir fark olmaksızın son nefesi verme durumuna benzer: Son nefesi verirken gerçekleştirilen îman makbul ve geçerli olmadığı gibi, be’s hâlindeki îman da böyledir. Firavun’un o boğulduğu sırada gerçekleştirdiği îman, son nefesini vermezden önce gerçekleştirmiş olsa bile, bir be’s hâli olduğu için kabul edilmemiştir. Bunu iyi kavramak gerekir; çünkü bu bâzı ayakların kaydığı problemlerdendir. Ümitsizlik hâlindeki îmâna gelince ki âhiret hâllerinin gözlemlenmesinden sonraki îman olup mutlaka son nefes verilirken ve can bedenden çıkarken gerçekleştirilir; fetvâ kitaplarında, bunun da geçersiz olduğuna dâir hükümler verilmektedir. Ancak îman sâhibi birinin gerçekleştirdiği ye’s tevbesi bunun dışındadır. (İ. H. BURSEVİ, 17/594, 595)