60 / Mümtehine Sûresi
Medîne döneminde, yedinci hicrî yılda inmiştir. 13 âyettir. Adını hicret amacıyla gelen kadınların imtihan edilmesini konu alan 10’uncu âyetin içeriğinden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/548)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
60/1-3 EĞER RIZÂMI KAZANMAK İÇİN ÇIKMIŞSANIZ
- Ey îman edenler! Benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı (Mekke müşriklerinie, kâfirleri) dost edinmeyin. Siz onlara (Mekke müşriklerine) sevgi(niz yüzünden haber) ulaştırıyorsunuz. Hâlbuki onlar, size hak olarak gelen (Kur’ân’)ı inkâr etmişler; Rasûlü de, sizi de, Rabbiniz olan Allâh’a inanmanızdan dolayı (yurdunuzdan) çıkarmışlardır. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve benim rızâmı kazanmak için çık(ıp hicret et)mişseniz, (nasıl oluyor da) Mekke müşriklerine sevgi gösterip sır veriyorsunuz? (Ey kullarım!) Oysa ben, gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçinizden kim bunu yapar (Mekke müşriklerini / kâfirleri dost tutar)sa, kesinlikle düz yoldan sapmış olur. [bk. 3/28; 4/144; 5/51-57]
- Eğer onlar (kâfirler) sizi ele geçirseler size düşman olurlar, size (her türlü) elleri ve dilleriyle size kötülük yapmaya çalışırlar ve kâfir olmanızı arzu ederler.
- (Ey kâfirler!) Kıyâmet günü ne akrabânız ne de çocuklarınız aslâ size fayda vermeyecek, (Allah onlarla) aranızı ayıracaktır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
1-3. (1).‘Ey îman edenler! Benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı (Mekke müşrikleri ve kâfirleri) dost edinmeyin. Siz onlara sevgi(niz yüzünden haber) ulaştırıyorsunuz.’ ‘Yâni Allâh’a, Rasûlüne ve müminlere karşı savaş açan ve kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmış müşriklerle kâfirlerin velî, dost ve arkadaş edinilmelerini yasaklamaktadır. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 15/17)
‘Hâlbuki onlar, size hak olarak gelen (Kur’ân’)ı inkâr etmişler; Rasûlü de, sizi de, Rabbiniz olan Allâh’a inanmanızdan dolayı (yurdunuzdan) çıkarmışlardır.’ Rabbiniz olan Allâh’a îman ettiğiniz için, Mekke’den sizi çıkarmışlardı. Yâni sizin onlara karşı âlemlerin Rabbi olan Allâh’a îman etmenizin dışında işlediğiniz bir günahınız yoktu. (S. HAVVÂ, 15/17)
‘Eğer siz benim yolumda savaşmak ve benim rızâmı kazanmak için çık(ıp hicret et)mişseniz, (nasıl oluyor da) Mekke müşriklerine sevgi gösterip sır veriyorsunuz? (Ey kullarım!) Oysa ben, gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim.’ Nesefi der ki: ‘Yâni sizler gizlice onlara duyduğunuz sevginizi açıyorsunuz. Yâhut sevgi sebebiyle Rasûlullâh’ın (s) sırlarını gizlice ulaştırıyorsunuz. (S. HAVVÂ, 15/18)
Peygamber (s) Mekke’nin fethi için gizlice hazırlanırken Mekke’den Sâre adlı bir kadın, yardım toplamak için Medîne’ye geldi ve toplanan yardımlarla geri dönerken, Hâtıb b. Ebî Beltea Mekke’deki yakınlarını korumak için kendisine durumu bildiren bir mektup vermişti. Hz. Peygamber de bunun üzerine ashabdan altı kişilik bir süvâriyi yola çıkardı. Onun târif ve emir buyurduğu Hah bahçesinde kadını yakalayıp mektubu aldılar. İşte bu âyette yüce Allah kendisine ve müslümanlara açık veya gizli düşmanlık edenlerle dost / sırdaş olmamamızı ve onlara sevgi göstermememizi emrediyor. (H. T. FEYİZLİ, 1/548)
Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun câsusluktur. Üstelik bu câsusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Öyle ki saldırı öncesi düşmana haber verilmek istenmiştir. Ayrıca bu şüpheli bir mesele olarak kapalı kalmayıp, mücrim suçüstü yakalanmıştır. Zîrâ mektup ortadaydı ve başka bir delîle de gerek yoktu. Bu suç, normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen Hz. Peygamber (s) Hz. Hâtıb’ı, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm’da yöneticiler ve hâkimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sâhip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm’da yeri yoktur. (MEVDÛDİ, 6/215)
Hz. Ömer Hz. Hâtıb’ı öldürmek için Hz. Peygamber’den izin istediğinde, Hz. Peygamber (s) bu suçun cezâsının ölüm olmadığını söylememiştir. Ancak Hz. Hâtıb, Bedir ashâbından olduğu ve bunun da onun ihlâsının ispâtına yetmesi dolayısıyla Hz. Ömer’e izin verilmemiştir. Üstelik onun düşmanlara iyilik etmek için değil, kendi çoluk çocuğunu korumak için böyle davrandığını bildiren açıklaması doğrudur. Bu bakımdam bâzı İslâm hukukçuları bu vakayı delil göstererek, İslâm’da câsusluğun cezâsının ölüm olduğu ancak çok önemli bir hafifletici sebep bulunursa daha az bir cezâ ya da tâzir verilebileceği sonucuna varmışlardır. Fakat bu mesele hakkında ihtilâf edilmiştir. İmam Şâfii’ye göre, câsusluk yapan bir müslümanın öldürülmesi câiz değildir, ancak tâzir edilebilir. İmam Ebû Hanife ve Evzai ise, câsusluk yapan müslümana dayak vurulmalı ve uzun süreli hapis cezâsı verilmelidir, görüşündedirler. (MEVDÛDİ, 6/217)
(2).‘Onlar size gâlip gelirse’ o dost yerine koyduğunuz, sevgiyle sır verdiğiniz düşmanlar sizi mağlûp edip ellerine geçirir ve hâkimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler. Bilâkis ‘sizlere hep düşman kesilirler ve sizlere kötülükle ellerini ve dillerini uzatırlar,’ elleriyle öldürme, esir alma ve işkence yapma gibi kötülükler yaparlar; dilleriyle de sövme ve hakâret gibi fenâ sözler söylerler. Kur’ân’ın bu kısa ihtârı, ne kadar veciz, ne kadar kapsamlı, ne kadar korku verici ve ne kadar nezihtir. Târih gözden geçirilir; kâfirlerin ve zâlimlerin ellerine düşürdükleri bağımsızlıklarını kaybetmiş müslümanlara karşı hattâ, hüküm ve andlaşmadan sonra elleriyle ve dilleriyle yaptıkları kötülükleri, işkence, hakâret, zulüm, alçaklık, iftirâ, yalan dolan, taarruz ve imhâları öyle feci, öyle çirkindir ki, okuyanların bile nasıl tüylerini ürpertip, nasıl vicdanları sızlattığı kolayca görülür. İnsan olan bunları tasavvur etmekten bile tiksinir. (ELMALILI, 7/545)
‘ve (sizin hep) kâfir olmanızı arzu ederler.’ Yâni onlar sizin dîninizden dönüp irtidad etmenizi temenni ederler. Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk beslemek büyük bir hatâdır. (S. HAVVÂ, 15/18)
(3).‘Size ne hısımlarınızın ne de evlâtlarınızın aslâ faydası olmaz,’ onlar sizi yaptığınız günahın cezâsından kurtaramaz. ‘Kıyâmet günü Allah aranızı ayırır,’ Zîrâ ‘yevme yefirru‘l mer’ü… (Abese 80/34-36) âyeti gereğince ‘o gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, kocasından ve evlâtlarından kaçar.’ Burada harbin yenilgi ve felâket günlerinin de kıyâmet gününü andırdığına bir işâret vardır. ‘ve Allah hep amellerinize bakar.’ Ona göre mükâfat veya cezâ verir, yoksa çocuklarınız ve akrabâlarınıza göre değil. O hâlde Allah düşmanlarına dost olanlar, Allah dostları olamazlar. Onun için müminler çoluk çocuklarının hatırı için Allah düşmanlarını dost yerine koymamalı, özellikle harp zamanında onlara sevgiyle sır kaçırmaktan çok uzak durmalıdırlar. (ELMALILI, 7/546)
60/4-6 İBRÂHİM (AS)’DA GÜZEL BİR ÖRNEK VARDIR
- (Ey müminler!)İbrâhim’de ve onunla berâber olanlarda sizin için bir örnek vardır. Hani onlar, kavimlerine: “Şüphesiz biz, sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz ve siz bir tek Allâh’a (şirksiz) inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin belirmiştir.” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm’in (henüz menedilmemişken) babasına: “Senin için mutlaka bağışlama dileyeceğim. (Fakat) Allah’tan (gelecek) hiçbir şeye gücüm yetmez.” demesi hâriçtir. (Size örnek değildir. Yine onlar🙂 “Ey Rabbimiz! Yalnız sana güvenip dayandık, yalnız sana yöneldik, dönüş de ancak sanadır.” demişlerdi. [bk. 19/47; 26/86]
- “Ey Rabbimiz! Bizi, o inkâr edenler için fitne (konusu) yap(ıp ezdir)me! Bizi bağışla Rabbimiz. Çünkü sen mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibisin.” (demişlerdi.)
- (Ey müminler!) Andolsun ki onlarda, sizin için, Allâh’ın rızâsını ve âhiret günü(nün saâdeti)ni ümit etmekte olanlar için güzel bir örnek vardır. Kim de yüz çevirirse (aleyhinedir). Şüphesiz Allah Ganî’dir, hamde lâyık olan da yalnız O’dur.
4-6. (4).‘İbrâhim’de ve onunla berâber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.’ (…) Hz. İbrâhîm’in müşrik olan toplumla ilişkisini kestiğini ilân etmesi sizin için güzel bir örnektir. Yoksa onun müşrik babası için duâ etmeye söz vermesi ve bizzat duâ etmesi size örnek değildir. Çünkü kâfirleri sevmek, müminlere yakışmaz. ‘Akrabâ bile olsalar, cehennemin hâlkı oldukları anlaşıldıktan sonra müşrikler için bağışlanma dilemek, ne peygamberin ne de müminlerin yapacağı iş değildir.’ (Tevbe 9/113) Bu bakımdan bir müslümanın, Hz. İbrâhim de duâ etmiş diyerek kâfir yakınlarına Allah’tan mağfiret dilemesi câiz değildir. (MEVDÛDİ, 6/218, 219)
‘Yalnız İbrâhîm’in (henüz yasaklanmamışken) babasına: “Senin için mutlaka bağışlanma dileyeceğim. (Fakat) Allah’tan (gelecek) hiçbir şeye gücüm yetmez.” demesi hâriçtir. (Size örnek değildir.)’ İbrâhim (as)’ın şirk düzenine karşı sergilediği dik duruşun örnek alınması emredilirken, yalnız onun müşrik olan babasına ‘ben senin için mutlaka Allah’tan bağışlanma dileyeceğim…’ şeklindeki sözünün örnek alınmaması istenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde belirtildiğine göre İbrâhim (as), babasına verdiği istiğfar etme sözünü tutmuş, ‘Rabbim! Babamı bağışla; çünkü o yolunu şaşıranlar arasında’ (Şuarâ 26/86; ayrıca bk. İbrâhim 14/41), fakar Rabbinden bağışlamasını istediği babasının ‘Allah düşmanı’ olduğunu anlayınca istiğfardan vaz geçmişti. (bk. Tevbe 9/114) (Ö. ÇELİK, 5/99)
Bir kâfirin, mümin ve Müslüman olması için, Allâh’a duâ edilebilir. Ancak îman etmeden affedilmesi için duâ edilemez. Kişi, sağ veya ölü kâfir olan babası, annesi, oğlu, kızı veya başka bir yakınını affetmesi için Allah’tan istekte bulunamaz. (İ. KARAGÖZ 7/711)
(5).“Ey Rabbimiz! Bizi, o inkâr edenler için fitne (konusu) yap(ıp ezdir)me! Bizi bağışla Rabbimiz. Çünkü sen mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibisin.” (demişlerdi.)’ Yâni onlara mağlûp etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azâba sokma ve el dil uzatmalarına meydan verme ki, bizim meşakkatimiz yüzünden onlar îmânı aşağı görerek küfre bağlılıklarını artırmasın. (ELMALILI, 7/548)
(6).Daha sonra yüce Allah Hz. İbrâhîm’e uymayı teşviki tekrarlayarak şöyle buyurmaktadır: ‘Andolsun ki Allâh’ı ve âhiret gününü umanlar için, sizler için onlarda güzel bir örnek vardır.’ Bu Hz. İbrâhîm’e ve onunla birlikte olanlara uymak için Allâh’a ve öldükten sonra dirilmeye îman eden herkese bir teşvik vardır ve bunun için harekete getirilmektedirler. (S. HAVVÂ, 15/20, 21)
‘Kim de yüz çevirirse,’ Hz. İbrâhim ve onunla birlikte olanlara uymak şeklindeki Allâh’ın emrini dinlemezse ‘şüphesiz ki Allah, Ganî’dir.’ bütün mahlukata ihtiyacı yoktur; ‘Hamîd’dir.’ hamde lâyık olandır. (S. HAVVÂ, 15/21)
60/7-9 ALLAH ADÂLETLİ OLANLARI SEVER
- (Ey müminler!) Umulur ki Allah sizinle onlardan düşmanlık ettiğiniz kimseler arasına bir sevgi koyar. Allah (buna) kâdirdir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 3/103; 8/63]
- (Ey müminler!) Allah, sizinle dîninizden ötürü savaşmayanlara, (dîninizi yaşadığınız için sizlere saygı gösterenlere) sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara adâletli davranmanızı yasaklamaz. (Bu itibarla âdil olun.) Çünkü Allah, âdil olanları sever.
- (Ey müminler!) Allah, ancak dîn(iniz) hakkında sizinle savaşanlarla, sizi (dîninize göre yaşadığınızdan dolayı hor görüp) yurdunuzdan çıkaranlarla ve sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızdan sizi yasaklar. Her kim de onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.
7-9. (7).‘Umulur ki Allah sizinle onlardan düşmanlık ettiğiniz kimseler arasına bir sevgi koyar.’ Yâni kinden sonra muhabbet, nefretten sonra sevgi, ayrılıktan sonra kaynaşma var etmesi umulur. Bu da onları îman etmeye başarılı kılmasıyla olur. Nıtekim bu durum yüce Allâh’ın Mekke fethinin gerçekleştiği gün, muhâcirler için tecelli etmişti. Kavimleri İslâm’a girmiş ve aralarında tam bir sevgi ortaya çıkmıştı. (S. HAVVÂ, 15/21)
‘Allah kâdirdir.’ Kudreti çoktur, düşmanlıkları dostluğa çevirmeye kâdirdir. ‘Ve Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.’ Rızâsı uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz. Allâh’a ve müminlere düşmanlıktan tevbe edip dost olanların günahlarını bağışlar. (ELMALILI, 7/548, 549)
(8).‘Allah, sizinle dîninizden ötürü savaşmayanlara, sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara adâletli davranmayı yasaklamaz. Çünkü Allah, âdil olanları sever.’ Yâni şânı yüce Allah, din husûsunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik yapmanızı da onlara karşı âdil davranmanızı da yasaklamaz. Çünkü yüce Allah, adâlet niteliğine sâhip olan kimseleri sever. (S. HAVVÂ, 15/21)
(9).‘Allah, ancak dîn(iniz) hakkında sizinle savaşanlarla, sizi (dîninize göre yaşadığınızdan dolayı hor görüp) yurdunuzdan çıkaranlarla ve sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı size yasaklar.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni şânı yüce Allah, size karşı düşmanlık eden ve böylelikle size karşı savaşan, sizleri yurtlarınızdan çıkartan, çıkartılmanıza yardımcı olan bu gibi kimseleri dost edinmenizi yasaklamaktadır. Şânı yüce Allah, bu gibi kimseleri dost edinmenizi yasaklarken, onlara düşmanlık etmenizi de emretmektedir. (S. HAVVÂ, 15/22)
Kur’an müminlerin kendileriyle ilişkileri açısından gayr-i müslimleri dört gruba ayırır: (1) Müslümanlara saldıran veya vaktiyle müslümanlara saldırmış, kötülük etmiş, yurtlarından çıkarmış, çıkanlara destek olmuş, haklarını ellerinden almış ve yaptıklarını telâfi etmediği gibi, hâlâ da saldırmaya devam eden düşmanlar. (2) Müslümanların müttefiki olan gayr-i müslimler. (3) Tarafsız olan gayr-i müslimler. (4) Savaş neticesinde cizye karşılığında müslümanların hâkimiyetine teslim olan gayr-i müslimler. (Ö. ÇELİK, 5/101, 102)
İşte müslümanlar bu dört gruptan sâdece birinci gruba saldırabilir, onlarla savaşabilirler. (…) Müslümanlara saldırmayan, yurtlarından çıkarmayan ve çıkarılmalarına da destek olmayan tarafsız veya müslümanların müttefiki olan gayr-i müslimlere saldırmak yasaktır. Çünkü böyle yapmak zulümdür. Zulüm ise haramdır. Hattâ 8’inci âyetin de açıkça beyan ettiği gibi bunlara iyilik yapmak, yardımda bulunmak ve adâletle davranmak tavsiye edilmiştir. (Ö. ÇELİK, 5/102)
Bu âyetlere göre Müslümanlar, ancak şu sebeplerle Müslüman olmayanları sevemez ve dost edinemezler: (1). İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık etmek ve kin tutmak, (2). İslâm’a ve Müslümanlara savaş açmak, (3). Müslümanları ce çocuklarını İslâm’dan soğutmaya çalışmak, (4). Siyasal. Sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim, iş, temel haklar ve benzeri herhangi bir alanda Müslümanları dışlamak, (5). İslâm’ın bilinmesi, tanınması, emir yasak ve hükümlerinin hayâta geçirilmesine engel olmak, (6). Müslümanlara zulmetmek ve baskı yapmak. (İ. KARAGÖZ 7/715, 716)
Hadis: Hz. Ebû Bekir’in (r) kızı Esmâ (r) dedi ki: Kureyşlilerle antlaşma yapıldığı sırada henüz müşrik olan annem geldi. Ben Peygamber (sa)’in yanına varıp dedim ki: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, annem isteyerek geldi. Ben ona akrabâlık bağlarımı gözetecek şekilde davranayım mı?’ Hz. Peygamber: ‘Evet, annene akrabâlık bağlarını gözetecek şekilde davran’ diye buyurdu. (Buhâri, Müslim, Ahmed b. Hanbel’den S. HAVVÂ, 15/35)
Bu olaydan, bir müslümanın kâfir olan anne babasına hizmette bulunmasının, kardeşlerine ve akrabâlarına yardım etmesinin İslâm düşmanı olmamaları şartıyla câiz olduğu anlaşılmaktadır. Hattâ bir müslüman, zımmi fakirlere de sadaka verebilir. (MEVDÛDİ, 6/221)
60/10-11 İNANDIĞINIZ ALLÂH’A KARŞI GELMEKTEN SAKININ
- Ey îman edenler! Mü’min kadınlar göç ederek (mü’miniz diye) size geldikleri vakit onları imtihan edin. Allah onların îmânını (sizden) daha iyi bilir ya! Eğer siz de o kadınların mü’min olduklarını bilirseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar, onlara helâl olmazlar. Onlar da bunlara helâl olmazlar. (Kâfir kocalarının kendilerine) sarf ettikleri (mehirleri)ni onlara geri verin. (Siz de) mehirlerini verdiğiniz zaman, onları nikâhlamanızda üzerinize bir günah yoktur. Kâfir (müşrik kalan veya kâfirlere kaçıp giden) kadınların ismetlerini (nikâh bağlarını elinizde) tutmayın. Onlara sarf ettiğiniz (mehr)i (gittikleri kâfir kocalarından) isteyin. Onlar da (size hicret eden mü’min kadınlara) harcadıklarını istesinler. Bu, Allâh’ın hükmüdür. Aranızda (herşeye) O hüküm verir. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sâhibidir. [bk. 2/229]
- (Ey müminler!) Eğer (inkâr edip kaçan) eşleriniz(e sarf ettiğiniz mehir)den bir şey, sizden kâfirlere geçer (alınmaz)sa, siz (onlarla) savaşıp ganîmet alırsanız, (ondan), eşleri giden (mü’min)lere, sarf ettikleri (mehir) kadarını verin ve kendisine îman ettiğiniz Allah’ın emrine uygun hareket edin.
10-11. (10).‘Ey îman edenler! (1) Mü’min kadınlar göç ederek (mü’miniz diye) size geldikleri vakit onları imtihan edin. Allah onların îmânını daha iyi bilir ya! Eğer siz de o kadınların mü’min olduklarını bilirseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. (2) Bunlar, onlara helâl olmazlar. Onlar da bunlara helâl olmazlar. (3) (Kâfir kocalarının kendilerine) sarf ettikleri (mehirleri)ni onlara geri verin. (4) (Siz de) mehirlerini verdiğiniz zaman, onları nikâhlamanızda üzerinize bir günah yoktur. (5) Kâfir (müşrik kalan veya kâfirlere kaçıp giden) kadınların ismetlerini (nikâh bağlarını elinizde) tutmayın. (6) Onlara sarf ettiğiniz (mehr)i (gittikleri kâfir kocalarından) isteyin. (7) Onlar da (size hicret eden mü’min kadınlara) harcadıklarını istesinler.’ Âyet–i kerîme, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasından sonra Medîne’ye hicret eden mümin kadınlar ile ilgili hükümleri ve düzenlemeleri beyan etmektedir. Buna göre:
(1) Hicret eden bu kadınlar, gerçekten inanıp inanmadıklarını anlamak için bir sınava tâbi tutulmalıdırlar. Gerçekten inanmış iseler kâfirlere geri çevrilmeyeceklerdir.
Bu âyetten şâhitlik yasasının bir prensibi elde edilmektedir. Bu kural, Hz. Peygamber’in fiili uygulamasıyla daha da net anlaşılmaktadır. Âyet-i kerîme’de üç husus vurgulanmıştır: Birincisi, hicret eden kadınlar kendilerini mümine olarak tanıttıklarında, onların îman iddiâlarının doğruluğu araştırılacaktır. İkincisi, onların gerçekten îman edip etmediklerini ancak Allah bilir. İçlerinde taşıdıkları îmânın bilinmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, sorgu bitiminde mümin olduklarına kanaat getirilirse eğer, onlar kâfirlere iâde edilmeyeceklerdir. Kadınların îman iddiâlarının araştırılması emri gereğince Hz. Peygamber, onlara yemin ettirir, yemin ederlerse kabul ederdi. Bu uygulamadan çıkan sonuca göre, mahkemede hâkimin gerçek bilgi sâhibi olması şart değildir. Şâhitlerden alınan bilgi yeterlidir. Bir diğer kural yemin eden yalancı olduğuna dâir bir başka delil bulunmadıkça güvenilmelidir. Üçüncü bir kural ise, bir kimsenin inancı hakkında kendi söylediklerinin esas olmasıdır. İnancının söylediği gibi olup olmadığını kurcalamak ise, açık bir belirti onun îmânını yalanlamadıkça doğru değildir. Dördüncü kural, başka bir kimsenin bilmesine imkân olmayan bir durumda şâhitlik yapan kimselerin açıklamaları kabul edilmelidir. (MEVDÛDİ, 6/224)
‘Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iâde etmeyiniz.’ cümlesi, müşrik bir topluma yapılacak, üstelik kadının istemediği bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılması sonucunu doğuracak bir iâde işlemi bağlamında yer almakla berâber – başka bâzı delillerle de desteklenerek – burada ‘kâfirler’ kelimesi geçtiği için müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle dahi evlenemeyeceği ve evliliğini sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılmıştır. (bk. Bakara 2/221; KUR’AN YOLU, 5/322, 323)
(2) Bu mümin kadınlar artık eski kâfir kocalarına helâl değildir. (3) Kâfir kocaların bu kadınlara ödedikleri mehirler geri verilerek, onların nikâh bağından kurtarılacaklardır. (4) Mehirlerini vermek sûretiyle müslümanların bu kadınlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur. (5) Bundan böyle müslümanlar da kâfir kadınları nikâhları altında tutmayacaklardır. (6) Küfürlerinden dolayı kendilerinden kaçıp kâfirlere katılan kadınlara vermiş oldukları mehirleri geri isteyeceklerdir. (7) Müşrikler de, müslümanlara gelip katılmış olan kadınlara verdikleri mehirleri geri isteyeceklerdir. (Ö. ÇELİK, 5/103)
Bu âyette, âile ve uluslararası ilişkilerle ilgili dört önemli ilke açıklanmıştır: (a) Müslüman bir kadın kâfir bir kocaya, kâfir bir koca da müslüman bir kadına helâl değildir. (b) Evli olan müslüman bir kadının nikâhı, Dârü‘l küfürden Dârü’l İslâm’a hicret ettikten sonra kendiliğinden fesholur. Artık o dilediği bir müslümanla mehir karşılığı evlenebilir. (c) Müslüman bir erkeğe, kâfir bir kadını nikâh altında bulundurmak câiz değildir. (d) Dârü’l Küfür ile Dârü’l İslâm arasında barış antlaşması olduğunda, İslâm yönetimi kâfir devlet ile, ‘Evli Müslüman bir kadın Dârü’l küfürden Dârü’l İslâm’a hicret ettiğinde onun mehrini İslâm yönetimi ödeyecek, Darü’l küfürde kalan müslümanla evli bir kadının mehrini de, küfür hükümeti ödeyecektir’ şeklinde bir antlaşma yapmalıdır. (MEVDÛDİ, 6/224)
Mülteci Kadınlar: Hûdeybiye ateşkes antlaşmasına göre Hz. Muhammed, Mekke müşriklerinin lehine tek yanlı olarak sığınmacıların iâdesini kabul etmişti. Ancak antlaşmanın ilgili maddelerini yorumlayarak kadınları iâde kapsamı dışında tutmuş, müşrikler biraz tereddütten sonra bunu kabul etmişlerdi. Yukarıdaki âyet, bu uygulamayı yasallaştırdı ve mümin bir kadının küfür ehli bir erkeğin nikâhı altında kalamayacağını belirtti. (H. DÖNDÜREN, 2/885)
İbn Abbas’a göre, Hz. Peygamber, Medîne’ye sığınan kadınlara önce kelime-i şehâdeti tekrarlayarak şöyle yemin ettirdi: ‘Kocasına buğz, ülke gezme isteği, Allah ve Rasûlüne sevgi dışında bir istek olmayıp, yalnız İslâm’a olan rağbetinden dolayı hicret ettiğine, yemin eder misin? (ELMALILI, 7/553) (..) Hz. Âişe’den rivâyete göre ise, Allâh’ın Rasûlü müminleri ancak, Mümtehine 60/12 âyeti ile imtihan ederdi. (Buhâri) Kısaca düşman ülkesinden kaçıp sığınanın, yalnız ‘ben müslüman oldum’ demesi yeterli görülmemiş ve bir sorgulama yapılması istenmiştir. Hâlbuki İslâm ülkesi vatandaşı için ‘kelime-i şehâdet, selâm verme’ gibi belirtiler mümin sayılmak için yeterlidir. (bk. Nisâ 4/94; Hucurât 49/14, H. DÖNDÜREN, 2/885)
(11).‘Eğer eşlerinizden bir şey kâfirlere geçerse’ yâni hanımlarından herhangi bir kimse kâfirlere kaçarsa ‘ve siz de üstün olursanız’ yâni savaşta onları yenik düşürür ve ganîmet alıncaya kadar onları cezâlandıracak olursanız, ‘eşleri gidenlere harcadıkları kadarını verin.’ Nesefi der ki: ‘Yâni hanımları irtidad ederek dâr-ı harbe iltihak eden müslüman erkeklere bu ganîmetten hanımlarının mehirlerini ödeyiniz. (S. HAVVÂ, 15/28)
Bu âyetlerde o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık ilişkiler ve bu iki kesim arasındaki antlaşmayla bağlantılı olarak- yer alan mehirlerin mübâdelesi hükümlerinin o zamâna mahsus olduğu husûsunda âlimler fikir birliği içindedirler; Ebû Bekir el Cessas, İbnü‘l Arabi ve Kurtubi bunu açıkça ifâde etmişlerdir. (İbn Âşur) Tabii ki bu tespit, söz konusu düzenlemelerden bâzı mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değildir. Özellikle böylesine içiçe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefâ prensibine hassâsiyetle uyulması, sözleşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sâhibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu âyetlerde kolayca anlaşılmaktadır. 11’inci âyetin sonunda yer alan şu cümle, Allâh’a îmânın birey ve toplum olarak müslümanlara hak ve hukûka riâyette duyarlı olmak husûsunda ne büyük bir sorumluluk yüklediğini hatırlatma açısından oldukça etkileyici bir ifâdedir: ‘İnandığınız Allâh’a karşı gelmekten sakınınız.’ (KUR’AN YOLU, 5/322)
60/12-13 MÜMİN KADINLARIN BİATI
- Ey Peygamber(im)! Mü’min kadınlar, Allâh’a hiçbir sûrette ortak tanımamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, (kız) çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasından bir iftirâ uydurup getirmemek (yâni başkasından edindiği bir çocuğu, kocasına isnad etmemek) iyiyi emir (ve kötü olanı yasaklaman) da sana karşı gelmemek şartıyla sana bîat etmeye (sana bağlı kalacaklarına dâir söz vermeye) geldikleri vakit, onların bîatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
- Ey îman edenler! Allâh’ın kendilerine gazap ettiği bir gürûhu (yahûdiler ve kâfirleri) dost edinmeyin. (Çünkü) inkârcıların kabir ehlin(in dirilmesin)den ümitlerini kestikleri gibi, onlar da âhiretten (öyle) ümit kesmişlerdir.
12-13. (12).‘Ey Peygamber(im)! Mü’min kadınlar, (1) Allah’a hiçbir sûrette ortak tanımamak, (..) (2) ‘hırsızlık yapmamak,’ Hırsızlık bir kimsenin bir malı alma hakkı olmadığı hâlde gizlice almasıdır. Bunun şeriattaki tarifi ’belli miktardaki bir şeyi özel bir yerden almaktır.’ Yâni başkasına âit olan bir malı haksız olarak aslâ almamaktır. Peygamber (s)’ın hırsıza lânet etmesi, hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmak için yeterli bir sebeptir. (İ. H. BURSEVİ, 21/274) (..) (3) ‘zinâ etmemek,’ Zinâ, nikâh akdi bulunmayan bir kadınla cinsi ilişkide bulunmaktır. (İ. H. BURSEVİ, 21/274) (..) (4) ‘(kız) çocuklarını öldürmemek,’ Nesefi der ki: ‘Burada kasıt, kız çocuklarını diri diri gömmektir.’ (…) İbn Kesir der ki: ‘Onun var olmasından sonra öldürülmesini de kapsamaktadır. Nitekim câhiliye dönemi insanları fakirlik korkusu ile çocuklarını öldürüyorlardı. Çocuk cenin hâline gelmiş iken öldürülmesini de kapsamaktadır. Nitekim bâzı câhil kadınların fâsit bir maksat veya buna benzer bir sebep dolayısıyla kendilerine düşük yaptırmaları da bunun gibidir.’ (S. HAVVÂ, 15/29) (..) (5) ‘elleriyle ayakları arasından bir iftirâ uydurup getirmemek.’ Âyet-i kerîmede geçen “başkasından çocuk edinmek” iki şekilde olur: Ya gayr-i meşrû yolla ya da çocuğu olmadığı için başkasının çocuğunu alıp onun kocasından olduğunu söylemekle olur ki her iki hâl de iftirâ yoluyla çocuk edinmiş olmaktır. Âyette geçen “zinâ etmeyecekleri” sözü ile zinâdan doğan çocuğun kocasına âit olduğunu söyleme ayrı ayrı suçlardır. Çünkü kadın bu biattan önce veya sonra da zinâdan olan hâmileliğinin kocasından olduğunu söyleyebilir. (H. T. FEYİZLİ, 1/550) (..) (6) ‘mârûfu / iyiyi emir (ve kötü olanı yasaklaman) da sana karşı gelmemek şartıyla’ Bu kısa cümlede iki önemli ilke beyan edilmiştir: (a) Hz. Peygambere itaat konusunda ilk prensip O’na mâruf üzere bîat edilmesidir. Oysa Hz. Peygamber’in münkeri emretmesi gibi ufak bir şüphe bile söz konusu değildir. Demek ki, hiçbir mahlûka, Allâh’a itaatin dışında itaat câiz değildir. Çünkü Allah, Peygamber’ine itaati dahi mâruf şartına bağlı kılmıştır. (MEVDÛDİ, 6/231)
Mâruf: Namaz, zekât, sadaka, doğru sözlü olmak, anne ve babaya iyilik etmek ve benzeri iyi ve güzel olan her türlü söz, eylem ve davranışlar maruftur. (3/104, 4/19, 100, 5/79, 9/71). Âyette geçen mâruf, Allah ve peygamberine itaat anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/725)
Hadis: ‘Allâh’a karşı gelmede (mâsiyette) (mahlûka) itaat yoktur. İtaat ancak mâruf üzeredir.’ (Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi’den MEVDÛDİ, 6/231)
Gerçekten de bu emir, İslâm Anayasasının temel ilkelerinden biridir. İslâm’a ters bir davranış ilke itibâriyle bir suçtur. Dolayısıyla hiç kimse, gayr-i meşru bir işin yapılması hakkında emir verme hak ve yetkisine sâhip değildir. İslâm hükümlerinin aksine emir veren de, emri yerine getiren de suçludur. (MEVDÛDİ, 6/231)
(b) (…) Hz. Peygamber, sâdece Kur’an’da zikredilen o dönem Arap toplumunda kadınlar arasında yaygın kötü davranışlardan vaz geçmeleri husûsunda bîat almakla yetinmeyip, Kur’an’da belirtilmeyen hususlarda da bîat almıştır. (MEVDÛDİ)
‘…sana bey’at etmek istediklerinde, sen de onların bey’atını kabul et’ Bey’at bağlılık sözü vermek demektir. Rasûlullah (s), peygamberlik görevinin mühim dönüm noktalarında gerek kadın, gerek erkek olsun müslümanlardan bey’at almıştır. Mekke döneminde gerçekleşen akabe bey’atleri, Medîne’ye geldiğinde aldığı bey’at ve Hudeybiye’de ağaç altında alınan Bey’at-ı Rıdvan buna misâldir. Bu âyet-i kerîmede ise Mekke’nin fethinden sonra, Mekke’deki müslüman kadınların gelip Efendimiz’e bey’at etmelerinden söz eder. (Ö. ÇELİK, 5/105)
Hz. Peygamberin Allâh’ın emri ile kadınlarla yaptığı sözleşme, son derece önemli ve o çağa göre ileri bir uygulamadır. Bu uygulama Hz. Peygamberin kadın – erkek ayırımı yapmadığını ve kadınlara değer verdiğini gösterir. (..) Peygamberimiz (s) kadınlarla bîat yaparak onlara hukuki bir statü kazandırmıştır. Kadınlara düşünce ve ifâde özgürlüğü tanımıştır. Meselâ, bir kadın veya kızın istemediği bir erkekle evlenmesine izin vermemiştir. (İ. KARAGÖZ 7/725)
Rasûlullah (s) kadınlarla âyette sözü edilen şartlar altında bey’atleşip iş tamamlanınca ‘elinizden geldiğince ve güç yetirebileceğiniz ölçüde’ kaydını koydu. Bunun üzerine kadınlar: ‘Allah ve Rasûlü bize kendimizden daha merhametli’ diyerek O’nun ne büyük bir rahmet peygamberi olduğunu şükranla yâd etmişlerdi. (Taberi’den Ö. ÇELİK, 5/105)
Hz. Âişe ‘Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullah kadınlardan bîat alırken, onların ellerine dokunmazdı. Onlardan sâdece sözle bîat alır ve ‘Bîatınızı kabul ettim’ derdi, diye rivâyet etmektedir. (Buhâri, İbn Cerir’den MEVDÛDİ, 6/233)
(13).‘Ey îman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği (yahûdiler ve kâfirler) bir gürûhu dost edinmeyin.’ Abdullah b. Abbas, Mücâhid ve Katâde’ye göre (..) Allâh’ın kendilerine gazap ettiği, bu yüzden de müminlere dostluk kurmaları yasaklanan topluluk Kureyş Müşrikleridir. (M. DEMİRCİ, 3/342)
(…) Mümtahine sûresinin inzâlinden iki yıl önce Yahûdilerin tamâmı Medîne’den çıkarılmış, hattâ Hayber gibi Yahûdi kasabaları dahi müslümanların idâresi altına girmişti. Bu durumda doğal olarak orada müminlerin dost tutup sır verecekleri bir Yahûdi topluluğu kalmamıştı. (S. ATEŞ) Hâl böyle iken söz konusu âyette belirtilen grubun Yahûdiler topluluğu olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. (M. DEMİRCİ, 3/343)
‘(Çünkü) inkârcıların kabir ehlin(in dirilmesin)den ümitlerini kestikleri gibi, onlar da âhiretten (öyle) ümit kesmişlerdir.’ Bu kâfirler âhiretin sevâbından tıpkı ölmüş kâfirlerin böyle bir sevaptan ümit kestikleri gibi ümit kesmişlerdir. Buna göre âyet-i kerîme bu nitelikte olan kâfirleri velî edinmenin haram olduğunu beyan etmektedir. (S. HAVVÂ, 15/31)
Allâh’ın rahmetinden ancak kör taassup göstererek inkârcılıkta direnen kimseler ümitlerini keser. Mümin kişi ise kullukta ne kadar kusurlu olursa olsun, ‘Artık kesinlikle Allah bana acıyıp affetmez’ diyerek O’nun engin rahmet ve bağışından ümit kesmez. Aynı şekilde bu mümin iyi kul olmak için ne kadar gayret ederse etsin aslâ ameline güvenip, ‘Ben üstüme düşen herşeyi yaptım, artık Allâh’ın rahmetine ve affına ihtiyacım kalmadı’ diye düşünmez. Çünkü her iki durum da Allâh’ın mutlak irâdesini sınırlandıran bir davranış olup, kesinlikle haramdır. (krş. A’raf 7/99; Yûsuf 12/87; Hicr 14/49-50; KUR’AN YOLU, 5/328)
Kısacası ümitsizlik bir küfürdür, Allâh’ın gadabını dâvet eder. Nitekim Kur’an’da ‘Zîrâ kâfir kavimden başkası Allâh’ın rahmetinden ümid kesmez.’ (Yûsuf 12/87) buyurulmuştur. Bu yüzden âhiretten ümidi kesmekten sakınılmalıdır. Hak Teâlâ, kalplerimizi ümitsizlikten koruyup, îman neşesi ve ümidi ile doldursun. (Âmîn, ELMALILI, 7/561)