Necm Suresi

  1. Necm Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 62 âyettir. 32’nci âyeti Medîne döneminde inmiştir. Adını ilk âyetten almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/525)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 53/1-11  GÖRDÜĞÜNÜ  KALBİ  YALANLAMADI

1-2. İnen yıldıza/“peyderpey inen Kur’an’a” andolsun ki arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve (bâtıla inanıp) azmadı da.

  1. O arzusuna göre konuşmaz. [krş. 69/43-47]
  2. O(nun sözleri/hükümleri ilhamdan) vahiyle bildirilenden (ve vahye uygunluktan) başkası değildir.

5, 6, 7. Muhammed’e Kur’ân’ı müthiş kuvvetleri olan (Cebrâil) öğretti. (Hem de) o (bir) heybete sâhiptir ki en yüksek ufukta iken kendi sûretinde (Rasûl’e) göründü. [bk. 81/19-21]

  1. Sonra (Cebrâil Hz. Peygambere) yaklaştı, (vahiy getirmek üzere yeryüzüne) indi.

9, 10. Aradaki mesâfe; (üst üste getirilen) iki yay kadar, hattâ daha yakın oldu da, o sırada (Allâh’ın) vahyettiğini, kuluna vahyetti.

  1. (Peygamber’in gözünün) gördüğünü kalb(i) yalanlamadı.

 1-11. (1, 2).‘İnen (kayan) yıldıza andolsun!’ Yüce Allah, yeminin Arap kültüründe önemli bir yer tutması sebebiyle Kur’an’da bâzı varlıklar üzerine and içmektedir. İşte burada da sünneti gereği ‘necm’ üzerine yemin ederek söze başlamıştır.  (..) Abdullah İbn Abbas, Süfyanü‘s Sevri ve İbn Kuteybe‘ye göre bu âyette sözü edilen yıldız Süreyyâ  (Ülker) yıldızıdır. Zîrâ Araplar ‘necm’ sözcüğünü daha çok bu anlamda kullanmışlardır. Hattâ onların söz konusu kelime ile 7 adet yıldızı kastettikleri, bunların 6 tânesi açıkça görülebilen, 1 tânesi de gizli olduğu için gözle görülemeyen yıldızın oluşturduğu bir kümeden ibârettir. (M. DEMİRCİ, 3/216, 217)

‘Arkadaşınız sapmadı, azmadı.’ Sâhipten maksat da Hz. Peygamber’dir. Zâten hitap da ona ve ‘Kur’ân’ı kendi uydurdu’ diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı ‘sâhibiniz’ tâbirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zîrâ sâhip, dâimâ sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan, yâni himâye eden anlamlarına gelmektedir. Bu yüzden âyetin meâli şöyle olmalıdır: ‘Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız ne yolunu şaşırdı ne de aklını, ne aldanır ne aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnundur. (ELMALILI, 7/289)

(3).‘O arzusuna göre konuşmaz.’ Onun konuşması, özellikle Kur’an kelâmını söylemesi kendi görüş ve arzusundan, gönlünün meyli ve ona olan sevdâsından kaynaklanmaz. O, öyle sırf kendisine âit bir söyleyiş değildir. Şu hâlde Hz. Peygamber de ne bir şâirdir, ne de kendi keyif ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen ehli hevâ (kendi isteğine göre yaşayan)lardandır. (ELMALILI, 7/289)

Yâni arkadaşınız Muhammed – salât ve selâm üzerine olsun – akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir; samîmidir, kötü niyetli değildir. Hak’tan yâni Allah’tan aldığı gerçeği size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftirâcı değildir. Size mesaj iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi size duyurmaktadır. (S. KUTUB, 9/413)

(4).‘Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiydir.’ Rasûlullah (s)’in dilinden sâdır olan Kur’an âyetlerinin hepsi Allah tarafından kendisine vahyedilen sözlerdir. Efendimiz (s)’in hadislerine gelince bunlar hakkında şu değerlendirme yapılabilir: (a) İslâm’ın hükümlerini beyan, Kur’ân’ı tefsir ve îzah özelliği taşıyan sözlerinin tümü vahiy kaynaklıdır. Fakat Kur’an ile hadisler arasında fark vardır. Kur’an âyetleri lâfız ve mânâlarıyla birlikte Allah tarafından geldiği hâlde, hadis-i şeriflerde mânâlar Allah’a âit iken lâfızlar Efendimiz (s)’e âittir. (b) Rasûlullah (s)’in Allâh’ın dînini tebliğ ve yayma yolunda mücâdele ederken çeşitli zamanlarda verdiği emirleri ve yaptığı konuşmaları içeren sözleri vahiy mahsûlü değildir. (Ö. ÇELİK, 4/673)

Bilindiği üzere Efendimiz (s) zaman zaman sahâbeyle istişârede bulunmuştur. Bu istişâreler sonunda o, bâzan kendi görüşünden vazgeçip, sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Bâzan da sahâbeler ‘Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allâh’ın vahyi midir?’ diye sormuşlar, O da: ‘Benim sözümdür’ karşılığını vermiştir. (İbn Sa’d, Tabakat, 2/15) Bâzan Peygamberimiz (s) ictihat edip bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, onun içtihâdının aksini bildiren âyetler indirmiş ve bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s) yanlış olan içtihâdını düzeltmiştir. (bk. Enfâl 8/67-69; Tevbe 9/43; Ö. ÇELİK, 4/674)

(5, 6).‘Ona bunları müthiş kuvvetleri olan (Cebrâil) öğretti. (Hem de) o (bir) heybete sâhiptir ki en yüksek ufukta iken kendi sûretinde doğruldu.’ ‘Sonra (Cebrâil ona) yaklaştı, (aşağı doğru) sarktı.’ Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek Cebrâil’dir. Arkadaşınız Muhammed’in size duyurduğu mesajı O’na öğreten bu melektir. Vahiy yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir. Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O üstün yetenekli melek, ‘yüce ufuktayken’ doğruldu. Böylece Muhammed O’nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed (s) Cebrâil’i aslında olduğu gibi, yüce Allah tarafından nasıl yaratılmışsa öyle gördü. Sonra Cebrâil kendisine yaklaştı. O’na doğru uzandı, yere sâdece iki yay uzunluğu kadar bir mesâfe kaldı. Yâni birbirlerine alabildiğine yaklaştılar. Arkasından yüce Allah, kuluna ‘dilediği mesajı’ indirdi. Görüldüğü gibi, ilâhi mesajdan söz eden ifâde kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir. (…) Olay vahiy, öğretme, görme ve kesinlikle emin olma olayıdır. (S. KUTUB, 9/413)

Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Peygamber’e Cebrâil’in öğrettiğinin bildirilmesi, (Ey Peygamberim!) Yemin ederim Biz şüphesiz müşriklerin, Kur’ân’ı Muhammed’e ancak bir insan öğretiyor dediklerini biliyoruz’ (16/10) diyen müşriklere bir reddiyedir. (İ. KARAGÖZ 7/429).

(8, 9, 10).‘Aradaki mesâfe; iki yay kadar, hattâ daha yakın oldu da, o sırada (Allâh’ın) vahyettiği şeyi kuluna vahyetti.’ (…) Araplar câhiliye döneminde bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kabını birleştirirler, sonra da ikisini berâber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin râzı olacağı şeye, diğerinin de râzı olacağını, birisini kızdıran şeyin diğerini de kızdıracağını ifâde eden bir birlik antlaşmasıydı ve aksi mümkün olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu.  (ELMALILI, 7/294)

Abdullah b. Abbas’a göre (..) ‘fe evhâ ilâ abdihi mâ evhâ’ âyetindeki ilk fiilin öznesi Cebrâil, ikincisinin ise Allah Teâlâ’dır. Mef’ul de (…) Hz. Muhammed’dir. Buna göre âyetin anlamı; ‘Cebrâil Allâh’ın kendisine vahyettiğini kulu Muhammed’e vahyetti’ şeklindedir. Yâni Allah Teâlâ Cebrâil’e, Cebrâil de Hz. Muhammed’e vahyetti, demektir. (M. DEMİRCİ, 3/220)

(11).‘(Muhammed (s)’in) gördüğünü gönül yalanlamadı.’ Onun gözü ile görmüş olduğu Cebrâil’in sûretini, gönlü yalanlamadı. Yâni onu gözüyle gördü, kalbiyle tanıdı ve gördüğünde herhangi bir şekilde şüphe etmedi. (S. HAVVÂ, 14/209)

Abdullah b. Mes’ud ve Hz. Âişe (r.a.)’ye göre söz konusu âyet Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’yı değil, Cebrâil’i gördüğünden söz etmektedir. Bu hususla ilgili olarak da Hz. Âişe (r)’den bâzı hadisler nakledilmiştir. Sözgelimi bir hadiste Hz. Âişe (r) buyurmuştur ki: ‘Kim Muhammed Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Çünkü Allah: ‘Gözler O’nu görmez.’ (En’âm 6/103) buyurmaktadır. Kim de Muhammed gaybı bilir derse aynı şekilde yalan söylemiştir. Çünkü Allah: ‘Gaybı Allah’tan başkası bilmez.’ (Neml 27/65) buyurmuştur. (Buhâri’den M. DEMİRCİ, 3/221)

 53/12-18  GÖZÜ  KAYMADI  VE  SINIRI  AŞMADI

  1. (Ey müşrikler!) Onun (Cebrâil’i) görmesi hakkında tartışıyor musunuz?

13, 14. Andolsun ki Cebrâil’i, diğer bir kere (Mi’râç’tan dönüşte) Sidre-i Müntehâ’nın (yedinci semanın) yanında gördü.

  1. Sidre-i Müntehâ’nın yanında Cennetü’l-Me’vâ vardır.

16, 17. O (Cebrâil’i gördüğü) zaman Sidre’yi, (ilâhi nur) kapladı. 17. (Peygamber’in) göz(ü gördüğünden) kaymadı ve (sağa sola bakıp) sınırı aşmadı.

  1. Andolsun ki o (Peygamber Mîraç gecesi), Rabbinin en büyük âyetlerinden (delillerinden) bir kısmını gördü. [bk. 20/23]

 12-18. (12).‘Onun (Cebrâil’i) görmesinden kuşku mu duyuyorsunuz?’ Yâni Muhammed (s)’ı yalanlayarak ayne‘l yakîn Cibrîl’i görmesi husûsunda onunla tartışıyor musunuz?  Müşriklerin Peygamber (s)’in gördüğü şeyden kuşku duymalarının (zikrediliş) nedeni, Nebi (s)’nin Cibrîl’i gördüğünü kendilerine haber verdiği zaman buna şaşırıp inkâra kalkışmalarıdır. (İ. H. BURSEVİ, 20/201)

(13, 14).‘Andolsun ki Cebrâil’i başka bir defâ daha gördü.’ Yâni andolsun ki Muhammed (s) Cebrâil (as)’i bir defâ daha görmüştü. Yâni onun üzerine kendi aslî sûretinde bir başka defâ daha inmiş ve asıl sûretiyle onu görmüştü. Birincisi yeryüzünde, ikincisi ise Miraç gecesinde olmuştu. (S. HAVVÂ, 14/210)

‘Sidretü‘l Müntehâ’nın yanında’ Cumhûrun görüşüne göre bu, yedinci semâda bir ağacın adıdır. El müntehâ, son yer veya sona ermek anlamındadır. Sanki cennetin sonu ve nihâyeti gibidir. Orayı hiç kimse aşmamıştır da denilmiştir. Şehitlerin ruhlarının son olarak ulaştıkları yer orasıdır da denilmiştir. (S. HAVVÂ, 14/210)

Sidre-i müntehâ, yedinci semâda bir hadise göre de altıncı semâda Arşın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri (Muhammed 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s)’in meyvesini tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek nitelendirmede bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivâyet edilmiştir: ‘Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter.’ (Buhâri, Müslim, Tirmizi, İbn Mâce) ‘Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter’ gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlûkâtın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir oluşum ağacı olarak göstermektedir. İbnü Mes’ud’dan gelen bir rivâyette onun şöyle dediği görülür: ‘Sidre-i müntehâ, cennetin uç kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak’ın etekleri vardır.’ (Buhâri, Tirmizi, Nesâi, Ahmed b. Hanbel) Keşşaf’ta da  ‘Sidre-i müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır’ şeklinde bir ifâde vardır. İbnü Abbas ve Ka’b’dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlûkât içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah’tan başkası bilemez. (ELMALILI, 7/298)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Abdullah b. Mes’ud dedi ki: Rasûlullah (s) Hz. Cebrâil’i her birisi ufku kapatmış vaziyette altıyüz kanadı olduğu hâlde, asıl sûretinde gördü. Kanatlarından ancak Allâh’ın bildiği değişik renklerde inciler ve yâkutlar düşüyordu. Bu hadîsin senedi hasendir. (S. HAVVÂ, 14/231)

(15).‘O Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır.’ Sidre-i Müntehâ’nın yanında Cennetü‘l Me’vâ vardır. Kelime olarak ‘kalınan, sığınılan cennet’ demektir. Burası müttakilerin ve şehitlerin varacakları cennettir. (Ö. ÇELİK, 4/678)

(16).‘O an sidreyi (ilâhi nur) kapladı.’ Anlamına gelen 16’ncı âyetle ne kastedildiği husûsu oldukça kapalı olup, daha çok bu konudaki rivâyetler ışığında değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları, ‘Rasûlullâh’ın sidretü‘l müntehâ’da bulunduğu esnâda Allâh’ın nûru veya melekler yâhut yaratılmışların nûru ya da altın bir pervâne orayı öylesine kaplamıştı ki Rasûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzelliğe bürünmüştü’ şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan ‘bürünme, kaplama, örtmeyi, vâki olacak yakınlık ve müşâhedeye bir beşer olan Hz. Peygamber’in tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi olarak anlamak daha uygundur. (KUR’AN YOLU, 5/163)

Hadis: ‘Melek beni Mirac’a çıkardı, derken Sidre’ye ulaştım. Onun Sidre olduğunu, yaprağını ve meyvesini tanıyordum. Az sonra onu Allâh’ın emrinden bürüyen bürüyünce, ânî bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin nitelendiremeyeceği bir hâle geldi ki, o hâli ben de anlatamam. (Buhâri, Müslim Îman 163’den Ö. ÇELİK, 4/678)

(17).‘Göz şaşmadı.’ Onu (Sidreyi) gören Rasûlullah (s)’in gözü yerinden kaymadı, şaşıp da sağa sola meyletmedi. ‘ve sınırı aşmadı.’ Yâni görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle berâber O, ne şaştı, ne de görme sınırını aştı. (ELMALILI, 7/299)

İbn Kesir der ki: ‘İşte bu, sebat ve itaat itibâriyle ne kadar yüksek bir derecede olduğunu göstermektedir. O ancak emrolunduğu şeyi yaptı. Kendisine verilenden fazlasını da istemedi.’ (S. HAVVÂ, 14/210)

(18).‘Şüphesiz Peygamber,  (Miraç gecesinde) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.’ Hz. Peygamber, Miracda Rabbinin rububiyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının acâyipliklerinden, kelâmın ifâde sınırına sığmayıp ancak müşâhede ile ulaşılabilecek en büyük âyet veya büyük âyetlerini gördü. Şu hâlde bu âyetlerin anlamlarını açıklamaya kalkışmak haddimize düşmez. Görüldüğü gibi burada Rabbini gördü denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü, şeklinde bir ifâde kullanılmıştır. Dolayısıyla bundan Allâh’ı görme mânâsını anlamak, âyetin zâhiri itibariyle mümkün görünmemektedir. (ELMALILI, 7/299, 300)

İsrâ ve Mirac olayı ile yüce Allâh’ın bunlara dâir İsrâ sûresinde; ‘Ona âyetlerimizden bâzısını gösterelim diye…’ buyruğu ile burada yer alan: ‘Andolsun ki o, Rabbinin büyük âyetlerinden bir kısmını gördü’ buyrukları üzerinde dikkatle düşünen bir kimse, bu yolculuktan hikmetin, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın Rasûlüne gayba dâir bâzı hususlara muttali kılmak / öğretmek olduğunu anlar. Böylelikle Rasûlullah (s) kendisine îman etmeye dâvet ettiği şeyi bizzat müşâhede etmiş olsun. Çünkü o doğru sözlü ve emin olandır. Bununla da insanlara karşı delil ortaya konulmuş, müminlerin de itmi’nanları daha bir artmış olur. (S. HAVVÂ, 14/232)

 53/19-25  ÂHİRET  DE  DÜNY  DA  ALLÂH’INDIR

19, 20. (Ey müşrikler!) Bana haber verin o Lât, Uzzâ ve diğer üçüncü Menât’ (adlı putların âciz olduklarını) gördünüz değil mi?

21, 22. (Ey müşrikler!) erkek çocuğu sizin de, kız çocuğu Allâh’ın mı? (O zaman bu) zulüm olan bir paylaştırmadır. [krş. 16/57; 17/40; 43/15-19]

  1. (Ey müşrikler!) Bu putlar, sizin ve babalarınızın, kendilerine isim verdiği (boş) isimlerden başkası değildir. Allah, onlara âit hiçbir delil, yetki indirmemiştir. O (puta tapa)nlar ancak zanna, bir de canlarının istediğine uyuyorlar. Hâlbuki onlara, Rablerinden doğru yol rehberi (Peygamber / Kur’an) gelmiştir.
  2. Yoksa insan temenni ettiği her şeye sâhip olacağını mı zannediyor?
  3. Âhiret de dünyâ da ancak Allâh’ındır.

 19-25. (19, 20).‘Bana haber verin Lât, Uzzâ’yı ve diğer üçüncü Menât (adlı putların âciz olduklarını) gördünüz değil mi?’ ‘Lât’ Taif’te tapılan bir puttu. ‘Uzzâ’ Mekke ile Taif arasında Nahle’de tapılan bir puttu. ‘Menât’ ise, Kızıldeniz kenarında Medîne yakınında Sıfu’l Bahr’da tapılan bir puttu. Bu fetişler aynı zamanda Mekke puthanesinde de kutsanıyordu. Sözü edilen bu üç put da tanrıçaydı. (H. DÖNDÜREN, 2/847)

Garânik Olayı: Rivâyete göre bir gün Hz. Peygamber hâlkın içinde yüksek sesle bu sûrenin 19-20 âyetlerini okuduğu sırada şeytan arkasında durup oradaki kalabalığa şu sözleri işittirdi: ‘Bunlar yüce turnalardır, şefaatleri umulur.’ Turna, yükseklerden uçar ve Araplarca kutsal kuş sayılırdı. Hz. Peygamber bundan sonra secdeye vardığından, müşrikler bunun bir uzlaşma ve putlarını yüceltme ifâdesi olduğunu sandılar. Ve onlar da secdeye vardılar. Daha sonra bu haber Hz. Peygambere ulaştığında böyle bir şeyi aslâ okumadığını söyledi. (M. Hamidullah’tan, H. DÖNDÜREN, 2/847-8)

(…) Garânik olayını anlatan hadiste de zikredildiği gibi şeytanın, vahye müdâhâle etmek amacıyla karıştırmış olduğu sözün, Hz. Peygamber’in ağzından çıktığını kabul etmek aslâ mümkün değildir. Çünkü Allah Rasûlü (s) bütün peygamberler gibi vahyi tebliğde mâsumdur. Bu da şeytanın etkilemesi ya da yanıltması sonucu onun, ‘Gördünüz o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı’ (Necm 53/19-20) âyetlerini okuduktan sonra ‘Bunlar yüce kuğulardır (putlardır), elbette onların şefaatları umulur’ demesini imkânsız kılmaktadır. Buna göre Garânikle ilgili sözleri ne şeytanın etkilemesi sonucunda, ne de unutarak Hz. Peygamber’in söylediği iddiâları kesinlikle doğru değildir. Zîrâ Hz. Peygamber’e şeytan aslâ etki edemez (Kalem 68/2), o sâdece günahkâr ve iftirâcı kimselere yaklaşabilir. (Şuarâ 26/221-222) Eğer Hz. Peygamber şeytanın müdâhâlesine açık olsaydı, Kur’ân’ın tamâmı tartışmalı hâle gelir ve Allah tarafından vahyedilen bir kitap olduğu yolundaki güven sarsılırdı. Onun uykulu iken ya da unutarak bu sözleri söylemesi de ismet sıfatına aykırıdır. Dolayısıyla bu tür iddiâlar (yukarıda tırnak içi aldığımız  ‘Bunlar yüce kuğulardır…’ ile başlayan söz, M. SELMAN) de asılsızdır. Çünkü onların nübüvvetle örtüştürülmesi mümkün değildir. (M. DEMİRCİ, 3/230)

(21).‘Erkek çocuğu size, kız çocuğu Allâh’ın mı?’ Yâni erkek isimlerini kendiniz alıp, kadın isimlerini tanrıya veriyorsunuz öyle mi? Arapça’da isimler ya erkek ya da dişi olur. Fakat müşrikler putlarına hep dişi isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına dikildiği iddiâ edilen söz konusu putlar, dişi isimli idiler. Müşriklerin kanaatine göre putlar,  ilâhi kuvvetlerin ve meleklerin sûretleridir. Melekler de Allâh’ın kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; ‘Biz onların sûretlerini yapıp dişi isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allâh’ın yanında şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz’ diyorlardı. (ELMALILI, 7/310)

‘el ünsâ / dişi’ ile maksat, melekler ve putlardır. Çünkü Mekkeli müşrikler, meleklere Allâh’ın kızları (16/57, 17/40, 37/149, 52/39) ve putlara dişi diyorlardı. Bu husus Zuhruf sûresinin 16’ncı âyetinde ‘Yoksa (müşrikler şöyle mi diyorlarJ Allah yarattıklarından (kendisi için) kızlar edindi ve oğulları sizin için mi şeçti?’ Nahl sûresinin 57’nci âyetinde ‘Müşrikler, kızları Allâh’a tahsis ediyorlar, kızlar Allâh’ındır, diyorlar. Hâşâ Allah bundan münezzehtir, (O’nun çocuğu yoktur). Kendilerine arzuladıklarını (oğulları) tahsis ediyorlar’ denilmektedir. (İ. KARAGÖZ 7/435, 436)

(22).‘Bu zâlimce bir paylaştırma!’ (…) Müşrikler, Allâh’a çocuk isnad etmekle haddizâtında O’na en büyük zulmü yapmakla kalmıyorlar, kız sâhibi olmayı eksiklik sayıp, arzu etmedikleri hâlde, onları Allâh’a tahsis etmek sûretiyle kendi vicdanlarına karşı saygı göstermek istedikleri tanrıyı küçümsemiş oluyorlardı. Bu kınamadan sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: (ELMALILI, 7/311, 312)

(23).‘Aslında bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah onlara ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir.’ Gerek bu Lât, Uzzâ, Menât ve benzeri isimler, gerek bunlara ilâh ve melek adlarının takılması, gerek meleklere dişi varlıklar denmesi ve bu dişi varlıkların yüce Allâh’a ayrılması; bütün bunlar hiçbir anlam taşımayan, ardında hiçbir gerçek bulunmayan kuru isimlerden ibârettir. Yüce Allah, size bu isimlere ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir. Yüce Allâh’ın yapmadığı açıklamanın hiçbir gücü, hiçbir ağırlığı yoktur. Çünkü gerçek değildir. Gerçeğin ağırlığı, gücü ve etkinliği olur. Buna karşılık bâtıl sözler, yâni asılsız açıklamalar hafiftirler, ağırlıkları yoktur; zayıftırlar, güçleri yoktur; basittirler, etkinlikleri yoktur. (S. KUTUB, 9/417)

‘O (puta tapa)nlar ancak zanna, bir de canlarının istediğine uyuyorlar.’ (…) Bunların sapıklıkta olmalarının iki nedeni vardır: (a) Onların bu inancı bir gerçeğe dayalı olmadığı gibi sâdece zan ve vehimden ibârettir. (b) Onlar bu inançları arzu ve hevâlarına uyarak ortaya atmışlardır. Çünkü onlar, öyle bir ilâhları olsun istiyorlar ki, şâyet âhiret varsa bu ilâhları onları kurtarabilsin. Fakat bu dünyâda hiçbir sûrette sınırlamalar (helâl – haram) koymasınlar. Bu tür kimseler dünyâda diledikleri şekilde helâl ve harama aldırmadan yaşamak istedikleri için, herhangi bir ahlâki disiplini kabul etnezler. İşte bu yüzden de Peygamberlerin getirdikleri Tevhîdî nizâma karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla arzularına uygun ilâhlar icad etmişlerdir. (MEVDÛDİ, 6/23)

‘Hâlbuki onlara, Rablerinden doğru yol rehberi gelmiştir.’ Yâni zan ve arzularla murâda erilemeyeceğini  anlatan ve isteklere kavuşmak için  takip edilmesi lâzım gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur’an gelmişken yine kendi arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar. (ELMALILI, 7/314)

(24).‘Yoksa insan temenni ettiği herşeye sâhip olacağını mı zannediyor?’ Yâni her temenni ettiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayâli, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yâhut Peygamber olmayı isteyen Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine gelmez. Zîrâ herşey Allah’ın irâdesine bağlıdır. (ELMALILI, 7/314)

Âyette, insanın temenni ettiği herşeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı bildirilmektedir. İnsanın istediği bir şeyi elde edebilmesi için sâdece kendi arzusu ve çalışması yetmez, yüce Allâh’ın da istemesi, izin ve imkân vermesi gerekir. Bâzı şeyler meselâ Peygamber olmak insanın irâdesinde olan bir şey değil, tamamen ilâhi irâdeye bağlı bir durumdur. (İ. KARAGÖZ 7/438)

(25).‘Âhiret de dünyâ da Allâh’ındır.’ İlk varlık âlemine geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf Allâh’ın hüküm ve irâdesine bağlı olduğu gibi, sonu yâni âhireti de, yine O’nun hüküm ve kânunları çerçevesinde cereyan eder. Şu hâlde insanın âhiretini kurtarması ve sonunda murâdına erebilmesi için yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil, Allâh’ın hüküm ve irâdesine göre indirmiş olduğu delil ve hükümlere uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin arzu ve temennilerinden ibâret ümit ve hayâl peşinde gitme, yâni sâde idealizm,  yeterli değildir. Gerçek bir esâsa dayanarak yürümek gerekir. Çünkü eninde sonunda mülk ve hüküm insan nefsinin değil, Allâh’ındır. (ELMALILI, 7/314, 315)

Herşeyi yaratan, yöneten, insanlara rızık, erkek veya kız çocuğu veren yüce Allah olduğu gibi, kıyâmetin kopmasını, ölülerin diriltilmesini sağlayan, cennet ve cehennemi var eden de, şefaat izni verecek olan da sâdece yüce Allah’dır. Dünyâ ve âhirette herşey Allâh’ındır. (İ. KARAGÖZ 7/438)

 53/26-32  O,  SİZİ  EN  İYİ  BİLENDİR

  1. Göklerde nice melek vardır ki şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ancak (şefaat) Allâh’ın dilediği ve râzı olduğu kimselere izin vermesinden sonradır. [bk. 2/255; 20/109; 34/23; 78/38]
  2. Doğrusu âhirete inanmayanlar (müşrikler) , meleklere dişi adı takıyorlar.
  3. Hâlbuki (müşriklerin) kendilerinin meleklere dâir hiçbir bilgisi yoktur. Onlar zandan başkasına uymazlar. Şüphesiz ki zan gerçekten yana hiçbir şey ifâde etmez (zan ile kesin bilgi elde edilmez).
  4. (Ey Peygamberim!) Onun için, bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünyâ hayâtından başkasını istemeyen müşriklerden yüz çevir.
  5. Müşriklerin ilimden ulaşacakları (nokta), işte bu (dünyâ hayâtını elde etmek)tir. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, yolundan sapan kimseleri de çok iyi bilendir, doğru yolu bulan kimseleri de çok iyi bilendir.
  6. Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar Allâh’ındır. (Bu da) kötülük yapanları yaptıklarıyla cezâlandırması, güzel hareket edenlere de daha güzeliyle (cennetle) karşılık vermesi içindir.
  7. (Güzel davranışta bulunanlar,) küçük kusurlar hâriç, günahların büyüğünden ve hayâsızlık (sayılan bütün çirkin iş)lerden kaçınanlardır. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin, (şirk hâriç) bağışlaması geniş olandır. (Ey insanlar!) Allah sizi, topraktan yarattığı zaman da, siz annelerinizin karınlarında cenin hâlinde iken de, (ne olduğunuzu) çok iyi bilendir. O hâlde kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O (Allah), takvâlı olanı çok iyi bilendir.

 26-32.(26).’Göklerde nice melek vardır ki şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ancak (şefaat) Allâh’ın dilediği ve râzı olduğu kimselere izin vermesinden sonradır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni şefaat alanı oldukça dardır. Melekler yüce Allâh’a olan yakınlık ve çokluklarına rağmen, eğer hep birlikte birisi için şefaatçı olacak olsalar dahi, bu şefaatlerinin hiçbir faydası olmaz. Faydalı olabilmesi ancak yüce Allâh’ın kendisine şefaat edilmesi için izin verip râzı olduğu ve buna ehil gördüğü kimseler için, şefaate izin vermesinden sonra mümkündür. (S. HAVVÂ, 14/215)

‘Allâh’ın dilediği ve râzı olduğu kimseler’ müminlerdir. (34/23). Çünkü kâfirler, îmanları olmadığı için cehenneme atılacaklardır. Şefaat, cennete girecekler için söz konusudur. Cennete ise sâdece müminler girecektir. (2/255). Dolayısıyla kendilerine şefaat izni verilecek olanlar müminlerdir. (21/23, 20/109; İ. KARAGÖZ 7/439, 440)

(…) Bu âyete göre âhirete ve dünyâya ilişkin bütün yetkiler yüce Allâh’ın tekelindedir. İnsanın özlemi somut gerçeğin kılını bile değiştiremez. Şefaat, aracılık, yüce Allâh’ın hoşnutluğu ve izni eşliğinde olursa kabul edilebilir. Demek ki son söz O’nundur. Hem âhirette, hem dünyâda yönelinecek tek merci O’dur. (S. KUTUB, 9/418, 419)

(27).‘Doğrusu âhirete inanmayanlar, meleklere dişi adı takıyorlar.’ Allâh’ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin arzularına uyacak tarzda kız sûretinde putlar yapıyorlar. (ELMALILI, 7/316-7)

Âhirete îman etmeyen kimseler’ Bundan maksat müşriklerdir. Mekkeli müşrikler, öldükten sonra dirilmeye, âhiret gününe, cennet ve cehennemin varlığına inanmıyorlardı. (27/67-68, 36/78, 41/6-7, 45/24, 50/3; İ. KARAGÖZ 7/440)

(28).‘Bununla birlikte (müşriklerin) meleklere dâir bilgileri yoktur.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni söylediklerinin doğruluğuna dâir sıhhatli bir bilgiye sâhip değillerdir. Aksine bu yalandır, uydurmadır, iftirâdır ve oldukça çirkin bir küfürdür. (S. HAVVÂ, 14/215)

‘Sırf zanlarına tabi oluyorlar.’ Burada zan, kuruntu mânâsınadır. Yâni melekler dişi olarak düşünülür ve tasvir edilirse daha çekici olacağını zannediyorlar. ‘Hâlbuki zan hakikat bakımından hiçbir şey ifâde etmez.’ Yâni hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsi (sübjektif, ferde göre değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif) bir olaydır. Onun için kesin inancı gerektiren itikâdi konularda zan yeterli değildir. (ELMALILI, 7/317)

Yâni onların ‘melekler Allâh’ın kızlarıdır’ şeklindeki inançları hiçbir bilgiye dayanmaz. Onlarınki sâdece zandır. İşte onlar bu zan ve vehim ile hareket ederek, meleklere tapmakta, kurban kesmekte ve onlara yalvarıp yakarmaktadırlar. (MEVDÛDİ, 6/25)

Hadis: Sahihte sâbit olduğuna göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalan olanıdır.’ (Müslim Birr 28; S. HAVVÂ, 14/236)

‘Onun için, bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünyâ hayâtından başkasını istemeyen kimselerden yüz çevir.’ Yâni, dünyânın zevk ve sefâsından başka bir şey düşünmeyen bir adamdan hayır gelmez. Dolayısıyla sen bu kimselerle uğraşarak vaktini boşuna harcama. Böylesine Allah’tan uzak olanlarla uğraşacağına, Allâh’ın zikrini dinlemek isteyenlerle ilgilen. (MEVDÛDİ, 6/25)

‘müşriklerden yüz çevir’ emri, Kur’ân’ı onlara tebliğ etme anlamında değil, eziyetlerine tahammül et ve Allâh’a ortak koşmalarına aldırış etme, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/441)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Müminlerin annesi Hz. Âişe (r)  dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Dünyâ, yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse de onun için toplar durur.’ Hz. Peygamber’den rivâyet edilen duâda da şöyle denilmektedir: ‘Allâh’ım, dünyâyı en büyük gayret sebebimiz kılma, ilmimizin vardığı son nokta da kılma.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 14/236)

(30).‘Müşriklerin ilimden ulaşacakları (nokta), işte bu (dünyâ hayâtını elde etmek)tir.’ Yâni bildikleri o kadardır. Bütün ilimlerinin nihâyet murâdı (son hedefi) dünyâ hayâtının zevkidir. ‘Dünyâ hayâtından sâdece dış yüzü bilirler; âhiretten ise onlar tamâmen gâfildirler.’ (Rûm 30/7) âyeti de onların hâllerini tasvir etmektedir. (ELMALILI, 7/317)

‘Şüphesiz Rabbin, yolundan sapan kimseleri de çok iyi bilendir, doğru yolu bulan kimseleri de çok iyi bilendir.’ Hidâyeti kabul edip, doğru yolu tutanı en ziyâde bilen de O’dur. Bu cümle, yüz çevirme emrinin sebebidir. ‘En fazla bilen’ sözünün tekrarı da, her iki bilinen arasındaki zıtlığı ifâde etmektedir. İlimden maksat da, cezâ ve mükâfâtını tertip ve uygulayacak tarzda bilmektir. (ELMALILI, 7/317)

İbn Kesir der ki: ‘Yâni, bütün yaratıkları yaratan, akıllarının maslahatını bilen O’dur. Dilediğine hidâyet veren, dilediğini saptıran O’dur. Bütün bunlar ise O’nun kudretinden, ilminden ve hikmetinden dolayıdır. Şeriatında olsun, kader ve takdîrinde olsun, ebediyyen zulmetmeyen, mutlak âdil olan O’dur. (S. HAVVÂ, 14/216)

(31).‘Göklerde olan da ve yerde olan da Allâh’ındır.’ Bu ise adâleti gerçekleştirmeyi gerektirir. Çünkü sâhip olan (Mâlik) mülkünde adâleti gerçekleştirir. Yüce Allah, göklerin ve yerin mutlak Mâliki olduğuna göre, bu O’nun adâleti gerçekleştirmesini gerektirmektedir. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: (S. HAVVÂ, 14/217)

‘Göklerde ve yerde bulunanlar’ ifâdesine; insanlar, melekler, cinler, hayvanlar, canlı ve cansız bütün varlıklar dâhildir. Bütün varlıkları yaratan, yaşatan, ve yöneten yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 7/444)

‘(Allah) kötü iş yapanları yaptıkları ile cezâlandıracak,’ kötü işlerine karşılık, benzer kötü cezâlar verecek. ‘Güzel iş yapanları da daha güzeliyle karşılayacak,’ hüsnâ yâni, en güzel mükâfat olan cennet ile yâhut amellerinin daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir. (ELMALILI, 7/318)

Nesefi der ki: Azîz ve Celîl olan Allâh’ın dünyâyı yaratıp melekûtu düzenlemesinin sebebi mükellefler arasında iyilik yapanlara da kötülük yapanlara da yaptıklarının karşılığını vermesidir. Çünkü mutlak Mâlik, kendi dostlarına zafer ve yardım vermeye, düşmanlarını da kahretmeye muktedirdir. (S. HAVVÂ, 14/217)

Âyette kötülük yapanların bunun cezâsını görecekleri belirtildiği hâlde, iyilik yapanların yaptıklarından daha güzeliyle ödüllendirileceklerinin bildirilmesi, yüce Allâh’ın haksızlık etmesinin ve hak edilenden fazla cezâ vermesinin aslâ düşünülemeyeceğini, O’nun kötülere adâletiyle, iyilere ihsânıyla muâmele edeceğini, bu sonunculara hak ettiklerinden fazlasını vereceğini göstermektedir. (Râzi’den KUR’AN YOLU, 5/171)

(32).‘(Güzel davranışta bulunanlar,) küçük kusurlar hâriç, günahların büyüğünden ve hayâsızlık (sayılan bütün çirkin iş)lerden kaçınanlardır.’ ‘Ufak tefek kusurlar’ diye çevrilen ‘lemem’ kelimesi kapsamına giren fiiller için tefsirlerde, haram olan öpme, dokunma, bakma gibi örnekler verilmiştir. Ayrıca kelimenin sözlük anlamına ve bu konudaki bâzı rivâyetlere dayanılarak ‘lemem’ şu mânâlarla da açıklanmıştır: (a) Kişinin aklından geçirdiği fakat eyleme dönüştürmediği kötülükler, (b) Yapmaya başlamışken pişmanlık duyup vazgeçtiği kötülükler, (c) Müslüman olmadan önce işlediği şirk ve diğer günahlar, (d) Dünyâda cezâyı âhirette de azâbı gerektirmeyecek derecedeki günahlar. (KUR’AN YOLU, 5/172)

Kur’an’da yasaklanan, haram olduğu, işleyene cezâ olduğu ve cehennemle cezâlandırılacağı bildirilen, Allâh’ın lânet ettiği veya gazap ettiği ve işleyeni fâsık olarak nitelenen söz, eylem ve davranışlar, inkâr etmek, münafıklık yapmak, Allâh’a ortak koşmak, farzları terk etmek, haramları işlemek ve kul hakkı ihlâl etmek büyük günahtır. En büyük günah şirk, inkâr ve nifaktır. (İ. KARAGÖZ 7/445, 446)

Hadis: Yedi helâk edici şeyden uzak durunuz: Allâh’a şirk koşmak, büyücülük yapmak, yüce Allâh’ın haram kıldığı canı – hak ile olması hâli müstesna – öldürmek, yetimin malını yemek, fâiz yemek, savaştan kaçmak, bir şeyden haberi olmayan mümin, iffetli, nâmuslu hanımlara (zinâ) iftirâsında bulunmak.’ (Buhâri Vesâyâ 23, Müslim Îman 145’den S. HAVVÂ, 14/218)

‘Şüphesiz ki Rabbin, bağışlaması geniş olandır.’ Büyük günahlardan kaçınılınca küçükleri affettiği gibi, tevbe edilince büyükleri de affeder; dilerse tevbesiz de affedebilir. Ancak tevbe edilmedikçe şirki bağışlamaz. (ELMALILI, 7/318)

Allâh’ın küçük günahları affetmesinin nedeni, onların günah kabul edilmemesi dolayısıyla değildir. Affedilmelerinin nedeni, Allah Teâlâ’nın kullarına olan rahmetinin geniş olmasındandır. Şâyet kullar büyük günahlardan sakınır ve fuhuştan uzak durursa, Allah engin rahmeti dolayısıyla kullarının küçük günahlarını affeder. (MEVDÛDİ, 6/28)

‘Hem O sizi en iyi bilendir.’ Yâni sizin her hâlinizi bilir, hükmünü de ona göre verir. ‘Sizi topraktan yarattığı zaman’ yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin yaratılışı esnâsında, ya da insan gıdâsının topraktan yaratıldığı sırada ‘ve siz analarınızın karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte,’ yâni sizin kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle varlığınızı hep O bilir. (ELMALILI, 7/318)

‘O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın.’ Yâni kendinizi hiç günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek övünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir. (ELMALILI, 7/318)

‘nefislerinizi tezkiye etmeyin’ cümlesi, kendinizi övmeyin, takvâlı, Muhsin, sâlih ve ihlâslı olduğunuzu söylemeyin. Kendinizi olduğunuzdan başka göstermeyin, ben günah işlemem demeyin, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/446, 447)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Adamın birisi geldi ve Hz. Osman’ı yüzüne övdü. Bu sefer el Mikdad b. El Esved; Rasûlullah (s): Meddahlarla karşılaştığınız zaman yüzlerine toprak saçmamızı emretti; diyerek yüzüne toprak saçmaya başladı. (Müslim Zühd 69, Ebû Dâvud Edeb 9’dan S. HAVVÂ, 14/239)

Hadis: Sahâbilerden biri yeni dünyâya gelen kızına  ‘iyi kadın’ anlamında ‘Berre’ adını vermişti. Peygamberimiz (s), ‘Kendinizi temize çıkarmayın; Allah sizin iyi olanlarınızı pekâlâ bilir’ buyurdu ve çocuğa ^Zeynep’ adının verilmesini tavsiye etti. (Müslim Âdâb 17-19, Ebû Dâvud Edeb 62’dan Ö. ÇELİK, 4/684)

Hadis: Bir defâsında Peygamberimiz (s)’in yanında bir adamdan bahsedilmiş ve orada bulunan bir kişi o adamı aşırı derecede övmüştü. Bunun üzerine Efendimiz (s): ‘Yazık sana! Arkadaşının boynunu kopardın’ buyurdu ve bu sözü defâlarca tekrarladı. Sonra da: ‘Şâyet biriniz mutlaka arkadaşını övecekse, eğer söylediği gibi olduğuna da gerçekten inanıyorsa ‘zannederim o şöyle iyidir, böyle iyidir’ desin. Esâsen onu hesâba çekecek olan Allah’tır ve Allâh’a karşı hiç kimse kesin olarak temize çıkarılamaz.’ (Buhâri Edeb 54, Müslim Zühd 65’den Ö. ÇELİK, 4/684)

‘Tamâmıyla korunup müttaki olanı en fazla O bilir.’ Çünkü her hâlinize vâkıf olan O’dur. İyilerle kötüler âhirette Allâh’ın huzûrunda seçileceklerdir. (ELMALILI, 7/318)

53/33-42  İNSAN  İÇİN  KENDİ  ÇALIŞMASINDAN  BAŞKA BİR  ŞEY  YOKTUR

33, 34, 35. (Ey Peygamberim!) Gördün mü (îmandan) döneni, (malından) azıcık verip sonra cimri kesileni? Yoksa gaybın ilmi onun yanında da, (herşeyin sırlarını) kendisi mi görüyor?

36, 37. Mûsâ’(ya gelen Tevrat’)ın sayfalarında ve ahdine çok bağlı İbrâhim’in sayfalarında da olan (bilgi)ler, yoksa kendisine haber verilmedi mi?

38, 39. Doğrusu hiçbir günahkâr, diğerinin (günahına sebep olmadığı şeyi) yüklenmez. 39. Hakikaten (Allâh’ın lütfu ve yapılan bağışlar dışında) insana, kendi çalışmasından başkası yoktur.

40, 41, 42. Hakikaten çalıştığı(nın karşılığı) görülecektir. 41. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. 42. Şüphesiz ki en son varış, ancak Rabbinedir.

 33-42. (33).‘Gördün mü (îmandan) döneni, (malından) azıcık verip sonra cimri kesileni? Yoksa gaybın ilmi onun yanında da, (herşeyin sırlarını) kendisi mi görüyor?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni serveti tükenir korkusu ile cimriliğe başlayan, yaptığı iyiliğe son veren böyle bir kimse artık elinde bulunanın bitip tükeneceğine dâir gayb bilgisine mi sâhiptir ki, o bunu ayan beyan gördüğünden dolayı yaptığı iyilikten elini çekmiştir? Yâni durum hiç de öyle değildir. Onun sadaka vermekten, mâruf işlemekten, iyilik ve akrabâlık haklarını gözetmekten geri kalmasının sebebi cimriliktir, eli sıkılıktır ve bu konudaki dayanıksızlıktır.’ (S. HAVVÂ, 14/221)

‘Yoksa gaybın ilmi onun yanında da (herşeyin sırlarını) kendisi mi görüyor?’ ‘Gaybın ilmi’ ile maksat, âhiret hâlleridir. ‘O gürüyor mu’ Günahını ben yüklenirim’ sözünün doğruluğunu mu görüp öğreniyor, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/448)

Mücâhid ve İbnü Zeyd’den rivâyet olunduğuna göre, Velîd b. Muğîre Rasûlullah (s)’in meclisine gelmiş, onun okuduğu Kur’ân’ı ve vaazını dinlemiş ve İslâm’a yaklaşmıştı. Bundan dolayı da Rasûlullah (s) onun hakkında ümit beslemişti. Sonra müşriklerden biri onu azarlayıp, ‘atalarının dînini terk mi ediyorsun? Dînine dön, onda sebat et, âhiret hakkında her neden korkuyorsan bana şöyle şöyle mal vermen şartıyla kendi üzerime alırım’ deyince, Velîd de ona uyup İslâm’a olan gayretinden dönmüş ve şart koşulan malın bir kısmını verip geri kalanına dayatıvermişti. İşte âyet bu husûsa işâret etmektedir. (ELMALILI, 7/320, 321)

(36, 37).‘Mûsâ’nın sayfalarında ve ahdine çok bağlı İbrâhim’in sayfalarında da olan (bilgi)ler, yoksa kendisine haber verilmedi mi?’ Âyetteki fiilin ‘veffâhü’ şeklinde şedde ile getirilmesi, İbrâhim (as)’ın Allâh’a vermiş olduğu söze son derece sadâkat gösterdiğini bildirmeye dönük çokluk veya mübâlağa anlamını verebilmek içindir. İbrâhim (as)’ın çok vefâlı oluşunun burada özellikle ona tahsis edilmesinin gâyesi, ondan başkası için pek mümkün görülmeyen ahde vefâdaki üstün sabrını göstermek içindir. Nitekim o bu sabrıyla Nemrud’un ateşine karşı direnmiş (…) ve oğlunu kurban edeceği zaman ve hanımını ve çocuğunu ekin bitmeyen bir yere bırakıp ayrıldığı zaman da yine bu sabırla ahde vefâ etmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 20/267, 268)

Müfessir Beydâvi de, Atâ b. Es Sâib’in söz konusu sıfata yaklaşımına tefsîrinde ilk sırada yer vererek, Hz. İbrâhim’in bu sıfatını onun, mahlûkattan yardım istemeyeceği şeklindeki ahdine, ateşe atıldığı zaman bile sâdık kalması konusuyla ilişkilendirmektedir. Bizin bu husustaki kanaatimize göre de Beydâvi’nin tercihi âyetin rûhuna daha uygun düşmektedir. Çünkü bunun dışındaki hususların tümü, her peygamberin yerine getirmesi gerekli olan fiillerdendir. Ama görüldüğü gibi ‘vefâkâr’ sıfatı Hz. İbrâhim dışında başka bir peygamber için kullanılmış değildir. Eğer diğer hususlardan biri ya da tümü vefâ duygusu için söz konusu edilmiş olsaydı, o takdirde görevini yerine getiren her peygambere bu sıfatın verilmesi gerekli olurdu. Böyle olmadığına göre demek ki Hz. İbrâhim ahdini, hayâti bir sorun söz konusu olsa bile, yerine getirecek çok güçlü bir irâdeye sâhip olduğu için, Yüce Allah onu bu sıfatla nitelendirmiştir. (M. DEMİRCİ, 3/238, 239)

(38, 39).‘Doğrusu hiçbir günahkâr, diğerinin (günahına sebep olmadığı şeyi) yüklenmez.’ 39. ‘Şüphesiz insana, kendi çalışmasından başkası yoktur.’ 40. ‘Şüphesiz çalıştığı(nın karşılığı) görülecektir.’ ‘Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.’ 42. ‘Şüphesiz ki en son varış, ancak Rabbinedir.’ Kur’ân-ı Kerîm burada Hz. Mûsâ’nın sahîfelerine yâni Tevrat’a ve Hz. İbrâhim’in sahîfelerine atıfta bulunarak şu hikmetli kâideleri haber vermektedir:

Birincisi: Herkes yaptıklarından sorumludur. Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi sorumludur. Hiç kimse, bir başkasının cezâsını çekmeyi kabullenemez. Çünkü onun bu tavrı, asıl suçlunun cezâsının hafifleştirilmesini sağlamayacağı gibi, bunun asıl suçluya bir yararı da olmayacaktır. (Ö. ÇELİK, 4/686)

İkincisi: Her şahıs yaptığının karşılığını görecektir. Başkasının yaptığı amellere kimse ortak olamaz. Ancak yapılan amele iştirak edilmişse mükâfâta da iştirak edilebilir. Hiç kimse, yapmadığı amelin karşılığını alamaz. (Ö. ÇELİK, 4/686) Yâni bir insan başkasının günahından dolayı hesâba çekilmeyeceği gibi, çalışmasının dışında bir şeyle sevap alması da has hakkı değildir. Olursa başkasının hediyesi, bağışı olur. (ELMALILI, 7/322)

Sevâbı başkasına bağışlamak: Bir kimsenin hayırlı bir iş yapıp, yaptığı amelin sevâbını bir başkasına vermesi için Allâh’a duâ etmesidir. İmam Mâlik ve İmam Şâfii ‘sevap, sâdece bedeni ibâdetlerde (örnek namaz, Kur’an okumak vs.) başkasına verilemez. Mâli ibâdetlerde, (örnek sadaka vs.)  ve mâli bedeni ibâdetlerde (örnek Hac) sevap başkasına verilebilir. Nitekim sahih hadislerde sadakanın ve vekâleten yapılan haccın sevaplarının başkasına intikâlinin câiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür îsâlü‘s sevâb / sevap bağışlama’nın mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte Hanefiler, insanın herhangi bir amelinin sevâbını (örnek namaz, hac, umre, sadaka vs.)  bir başkasına bağışlayabileceği görüşündedirler. (MEVDÛDİ, 6/30)

Ölülere Kur’an Tilâveti / Kur’an tilaveti sevâbının ölülere ulaşması: Allâh’a kurbiyet için namaz, oruç, tilâvet-i Kur’an ve sadakanın sevâbının ölüye hediye edilmesi husûsunda ulemâ ihtilâf etmiştir. Ebû Hanife ve İmam Ahmed ölüye yapılan bu bağışın ona ulaşacağı ve ölünün Allâh’ın lütf-u keremiyle ondan istifâde edeceğini belirtmişlerdir. (İ. H. BURSEVİ, 20/276, 277)

Hadis: ‘İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât. (Müslim Vasiyyet 14’den Ö. ÇELİK, 4/687)

Hadis: Sa’d b. Ubâde (r), yanında bulunmadığı bir esnâda annesinin vefat ettiğini, onun adına sadaka verdiği takdirde kendisine bir faydası olup olmayacağını sormuştu. Allah Rasûlü (s) ‘Evet’ buyurunca, sâhip olduğu meyve bahçesini annesi adına tasadduk etmişti. (Buhâri Vesâyâ 15’den, Ö. ÇELİK, 4/687)

(40).Üçüncüsü: Hesap verme: Dünyâ hayâtında irâdi seçimle yaptığı her iş mahşer günü insanın önüne konacak, iyilik ve kötülükleri görülecek, bu konuda tamâmen âdil bir yargılama yapılacaktır. (KUR’AN YOLU, 5/175)

‘ve şüphesiz çalışması yarın görülecektir,’ kıyâmet günü defterinde görülecek ve mîzânına konulacaktır. Yâni çalışması boşa gitmez, fakat onun meyvesini peşin ve hemen görmeğe kalkışmamalıdır. Zîrâ o, ileride görülecektir. (ELMALILI, 7/323)

(41).Dördüncüsü: Karşılık verme: Sözü edilen yargılamanın sonunda herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. (KUR’AN YOLU, 5/175)

(42).Beşincisi: Nihâi takdir: Yapılanların karşılığı verilirken kimsenin en küçük bir haksızlığa uğratılmayacağı kesin olmakla berâber, ilâhi lütuf ve bağışlama husûsu Allâh’ın mutlak irâdesine bağlıdır. Bu konuda mümine düşen ümitvar olmak, ama buna güvenerek gevşeklik göstermemektir. (KUR’AN YOLU, 5/175)

‘şu da bir gerçek ki, varış Rabbinedir,’ sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün yaratıklar dönüp O’na varır, O’nun huzuruna çıkarılır. İşte o vakit o tam cezâ da hakkal yakîn / şüphe edilmeyen gerçek  olur. Evvel O’dur, âhir O (dur). (ELMALILI, 7/323)

 53/43-56  GÜLDÜREN  DE  AĞLATAN  DA  O’DUR

43, 44. Şüphesiz güldüren de O’dur, ağlatan da. 44. Şüphesiz (yaşatıp) öldüren de O’dur, sonra dirilten de.

45-46. Hiç şüphesiz ki atılan bir meniden, erkek ve dişiden ibaret çifti O yarattı.

  1. Şüphesiz (kıyâmet kopunca) tekrar diriltmek de Allâh’a âittir.

48, 49. Şüphesiz zengin eden ve (dilediğine kanaat ettirip) râzı eden O’dur. 49. Şüphesiz (câhiliyede tapınılan) Şi’râ (yıldızı)nın Rabbi de Allah’tır.  

50, 51. Şüphesiz, Âd’ı da O helâk etti. Semûd’u da. Hiçbirini bırakmadı.

  1. Daha evvelden Nuh kavmini (helâk etmişti). Çünkü onlar, daha zâlim ve daha azgınların ta kendileri idiler.

53, 54. (Lût kavminin) alt üst olan (kasabaların)ı da kaldırıp, yere çarpan O’dur. 54. Oraları (yağan taşlarla azap) kapladıkça kapladı.

  1. (Ey kâfir!) O hâlde Rabbinin hangi nîmetlerinden şüphe ediyorsun?
  2. İşte bu (Muhammed) de, önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.

 43-56. (43, 44).‘Şüphesiz güldüren de O’dur, ağlatan da.’ Hayâtın safhâlarından iki zıt durum ki biri neşe alâmeti, biri acı; biri sevap defteri, biri azap; biri cenneti ifâde eder, biri cehennemi; biri  Cemâl’inin yansıması biri Celal sıfatının yansımasıdır. (ELMALILI, 7/323)

‘Şüphesiz öldüren de O’dur, sonra dirilten de.’ ‘Hiç şüphesiz ki atılan bir meniden, erkek ve dişiden ibâret çifti O yarattı.’  ‘Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na âittir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni ilk olarak O yarattığı gibi, tekrar iâde etmeye Kâdir olan O’dur. Bu da Kıyâmet günündeki ikinci yaratılış, yâni ölümden sonraki diriliştir.’ (S. HAVVÂ, 14/223)

(45, 46).‘Erkeği ve dişiyi çiftler hâlinde yaratan O’dur.’ Düşünelim. Dışa fışkıran bir meni damlası. İnsan vücûdunun ter gibi, gözyaşı gibi, sümük gibi çok sayıdaki salgılarından birinin damlası. İşte bu salgı damlası yüce Allâh’ın tasarlayıp belirlediği bir sürenin sonunda ne oluyor? İnsan oluyor. Bir süre sonra da bu insandan erkek ve dişi cinsleri türüyor. Nasıl? Eğer gerçekten meydana gelmiş olmasa insan hayâlinin ucundan bile geçmesi düşünülemeyecek olan bu çarpıcı olay, nasıl meydana geliyor? Son derece karmaşık, son derece kompleks yapıya sâhip olan şu ‘insan’ bir damlacık meninin, hattâ milyonlarca hücreden oluşan bu damlanın bir tek hücresinin neresinde gizleniyor? İnsan denen canlı eti ile, kemiği ile, derisi ile, damarları ile, saçları ile, tırnakları ile, vücut hatları ile, parmak izleri ile, yüz çizgileri ile, huyları ile, karakteristik özellikleri ile, yetenekleri ile bu tek hücrede nasıl saklanıyor? Milyonlarca benzeri ile birlikte bir damla meni içinde yüzen bu mikroskobik hücre bunca ayrıntıyı nasıl bünyesinde barındırıyor? Özellikle ilerdeki ‘cenin’ evresinde ortaya çıkacak olan erkeklik ve dişilik karakteristikleri bu hücrenin neresinde saklanıyor?  (..) Peki hücreyi bu yetenekle donatan kimdir? Bu hücreye soyunu sürdürme, soyunun yeni bir dölünü meydana getirme arzusunu kim aşılamıştır? Bu minik, bu zayıf canlı tohumuna yeni bir döl meydana getirme gücünü kim vermiştir?  Bu gizli amacını gerçekleştirebilmesi için izleyeceği doğru yolu kim çizmiştir? Bu hücreciğin bünyesine sürdüreceği soyun karakteristik niteliklerini kim yerleştirmiştir? (S. KUTUB, 9/431)

(47).‘Ve gerçekten diğer yaratma da O’nun uhdesindedir.’ (üzerindedir)’ Ölümden sonraki âhiret yaratmasını da O kendisine gerekli kılmıştır. O yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin cezâ ve mükâfâtını verecektir. Şu hâlde O’nu inkâr etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bütün bu çift yaratmalar, bu dünyânın bir âhireti bulunduğuna delâlet edip durmaktadır. (ELMALILI, 7/323)

‘Tekrar diriltecek olan da O’dur.’ Yeniden diriliş insan bilgisine kapalı bir ‘gayb’ olgusudur. Fakat

‘ilk yaratılış’ olgusu bu ikinci olgunun ön göstergesidir, onun olabileceğini gösteren bir kanıttır.

Sebebine gelince; vücuttan fışkıran bir damla meniden erkekli – dişili insan çiftlerini yaratan yüce Allah, hiç kuşkusuz kemik kırıntılarını yeniden canlı insan hâline getirmeye muktedirdir. Çünkü kemik kırıntıları fışkıran bir meni damlasından daha önemsiz şeyler değildir. Ayrıca yeniden dirilme olayının gerekçesine ilişkin birer ipucudurlar. Sebebine gelince; küçücük bir canlı hücreyi uzun ve zahmetli yolculuğu boyunca yardımcı olan gizli irâdenin mutlaka yeryüzü yolculuğunu aşan, uzun vâdeli bir amacı vardır. Çünkü yeryüzünün sınırları içinde hiçbir şey tam olarak gerçekleşmiyor. Burada ne iyiler iyiliklerinin eksiksiz karşılıklarını alabiliyorlar ve ne de kötüler, yaptıkları kötülüklerin hakettirdiği cezâlara tam olarak çarptırılabiliyorlar. Çünkü sözünü ettiğimiz üstün irâde herşeyin tam olarak yerini bulabilmesi için insanların yeniden dirilmesini plânlamıştır. Demek ki ‘ilk yaratılış’ olgusu, ‘yeniden diriliş’ olgusuna iki koldan delil sunmaktadır. (S. KUTUB, 9/432)  

(48, 49).‘Şüphesiz zengin eden ve mal mülk verip kanaat ettiren O’dur.’ Yüce Allah, dünyâda dilediği kullarına türlü alanlarda zenginlik bağışlar. Bu alanlar sayıca çoktur. Mal zenginliği olur, sağlık yeterliliği olur, evlât zenginliği olur, düşünce zenginliği olur, yüce Allâh’a bağlılık zenginliği olur ki, bu en emsalsiz hazînedir. Ayrıca O, âhirette de dilediği kullarına âhiret zenginliği bağışlar. Bunların yanı sıra gerek dünyâ nîmetlerinden yana, gerekse âhiret mutluluğundan yana dilediği kullarının gözünü doyurur, onları tatmine erdirir. (S. KUTUB, 9/432)

Mal, mülk ve para biriktirip zengin olmak, insanın çalışması ve Allâh’ın irâdesine bağlıdır. Çünkü zenginlik, sâdece insanın çalışması ile değil, Allâh’ın irâdesi ve lütfu ile ile ilgilidir. Yüce Allah dilediğine hesapsız derece rızık verir (2/212). Allâh’ın bu kimseye bol rızık vermesi, onun Allah katında değerli olduğu anlamına gelmediği gibi, rızkı az vermesi Allah katında sevilmeyen biri olduğu anlamına gelmez. Mal varlığı Allâh’ın rızasına uygun olarak kullanılmazsa, Allah katında bir değer ifâde etmez. Sonra Allâh’ın kimisine az, kimisine çok rızık vermesinin birçok sebebi ve hikmeti vardır. Zuhruf sûresinin 32’nci âyetinde bu husus şöyle bildirilmektedir: ‘Dünyâ hayâtında insanların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için çeşitli alanlarda kimini kimine, derece derece üstün kıldık.’ (İ. KARAGÖZ 7/455, 456)

‘Şüphesiz Şi’râ (yıldızı)nın Rabbi de O’dur.’ Herşeyin Rabbi olan Allah Teâlâ’nın Şîrâ yıldızının Rabbi olmasının özellikle beyan edilmesine gelince: Bu yıldız, gökte en parlak görünen yıldızdır. Güneşten 23 kat daha fazla parlak olup ışığı dünyâya ancak sekiz yılda ulaşır. Müşrikler, yıldızların insan hayâtı üzerinde tesirli olduğuna inanır ve Şîrâ yıldızına taparlardı. Âyet-i Kerîme ne kadar parlak olsa da bu yıldıza değil, onu yaratan ve parıldatan Allâh’a tapmaya dâvet etmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/689)

(50, 51).‘Şüphesiz, Âd’ı da O helâk etti.’ Yâni eski Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra helâk edilen Hûd’un kavmidir. Bu anlamda ilk denilmesi, sonraki kavimlere göre olup öteden beri gelen kıdemli Âd demektir. Bâzıları Âd-ı Ûlâ’nın birinci Âd mânâsına olup, Âd-ı Uhrâ / diğer Âd karşılığı olduğunu söylemişlerdir ki, doğru olan da budur. Âd-ı uhrâ hakkında ihtilâf edilmiştir. Zemahşeri’ye göre Âd-ı Ûlâ Hûd kavmi, Âd-ı Uhrâ İrem’dir. (ELMALILI, 7/324, 325)

‘Semûd’u da helâk etti de hiç bırakmadı.’ Yâni ne Âd ne de Semûd kavminden îman etmeyenlerin hiç birini bırakmadı, günahlarının cezâsını yanlarına komadı. (ELMALILI, 7/325) 

(52).‘Daha önce de Nuh kavmini helâk etmişti. Çünkü onlar daha zâlim ve daha azgın idiler.’ Nuh kavmi diğerlerinden daha zâlim idi. Hz. Nûh’a pek fazla eziyet veriyorlardı. Yâhut diğer bir anlam ile Âd, Semûd ve daha önce Nuh kavmi hep o helâk edilen kavimler, Kureyş’ten daha zâlim ve daha azgın idiler. (ELMALILI, 7/325)

(53, 54).‘(Lût kavminin) alt üst olan (kasabaların)ı da kaldırıp, yere çarpan O’dur.’ Havaya kaldırıp hâviyeye, yâni yerin altına geçirdi. ‘Mü’tefike’ Lût kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedum vesâire diye açıklanmıştır ki, ‘münkalibe’  de üstü altına gelmiş demektir. ‘Üstünü altına geçirdik.’ (Hûd 11/82) âyeti de bu anlamdadır. Ebû Hayyan der ki: ‘Herhangi bir değişim ile evleri ve yerleri altüst olan her memleketin kastedilme ihtimâlinin bulunduğu söylenmiştir.’ (ELMALILI, 7/325)

‘Oraları kapladıkça kapladı.’ Nesefi der ki: ‘Onlara üzerlerini örten şeyi giydirdi. Bu ifâdeler ile onların üzerine yağdırdığı azâbın kızgın kaya parçalarından oluşan yağmurun ne kadar büyük ve dehşetli olduğu anlatılmaktadır.’ (S. HAVVÂ, 14/224)

(55).‘(Ey kâfir!) O hâlde Rabbinin hangi nîmetlerinden şüphe ediyorsun?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni ey insan, Allâh’ın senin üzerindeki hangi nîmeti hakkında şüphe ve tereddüttesin? Bu, Katâde’nin açıklamasıdır, İbn Cerir de bunu tercih etmiştir.’ Âyet-i Kerîmeden açıkça anlaşıldığı gibi hitap insanadır. (S. HAVVÂ, 14/224)

(56).‘İşte bu (Muhammed) de, önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.’ Yâni bu Kur’ân’ı getiren Muhammed (s) o Mûsâ ve İbrâhim gibi önceki peygamberler cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği haber kesinlikle gerçekleşecektir. (ELMALILI, 7/326)

Nezîr kelimesi  sözlükte uyaran, birine üzüleceği bir şeyi haber veren, din dilinde ise; inkâr ve isyan edenleri Allâh’ın gazabı, dünyâda âfet ve musibetler, âhirette cehennem azâbı ile uyaran anlamındadır. Uyarıcı olmak, bütün peygamberlerin ortak özelliğidir. (2/213; İ. KARAGÖZ 7/458)

 53/57-62  YAKLAŞAN  YAKLAŞTI

  1. O yaklaşan (kıyâmet) yaklaştı.
  2. O(nun vakti)ni Allah’tan başka açığa çıkaracak olan yoktur.

59-61. (Ey kâfirler!) Şimdi siz, bu Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? 60. Siz (gaflet ve çeşitli eğlenceler içinde) gülüyorsunuz da (günahkâr hâlinize) ağlamıyorsunuz. 61. Siz (Kur’an’dan uzak) gaflet içinde oyalanıyorsunuz.

  1. Hemen (îman edip) Allah’a secde edin ve (O’na) ibâdet edin!

 57-62. (57).‘O yaklaşan (kıyâmet) yaklaştı.’ Yâni, ‘Ne acelesi var, nasıl olsa düşünecek çok zaman bulunuyor’ diye zannetmeyin. Aslında sizlerden hiç kimse ne kadar zamânı olduğunu ölümün veya kıyâmetin ne zaman kendisine gelebileceğini bilmez. Dolayısıyla vaktin erken olduğu zannına kapılmayın. Şimdi aldığınız nefesten sonra yine nefes alıp alamayacağınızı bilemezsiniz. (MEVDÛDİ, 6/37)

Hadis: Peygamberimiz (s) işâret parmağı ile orta parmağını birleştirip göstererek ‘Kıyâmetin gelmesi, şu ikisi arasındaki fark gibi yakın iken ben gönderildim.’ (Buhâri Rikak 39) buyurdu. Bu sözleriyle kendisinin peygamber olarak gönderilmesi ile kıyâmetin yaklaştığını bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 7/459)

(58).‘O(nun vakti)ni Allah’tan başka açığa çıkaracak olan yoktur.’ Yâni onun ızdıraplarını, acılarını Allah’tan başka açacak veya kaldıracak hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Yâhut onun ne zaman ve nasıl olacağını Allah’tan başka keşfederek bilecek kimse yoktur. (ELMALILI, 7/326)

(59, 60, 61).‘Şimdi siz, bu Kur’an’a mı şaşıyorsunuz?’ Ve onun doğru olmasını reddediyorsunuz. Bu müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri hâlde, ondan yüz çevirip başka şeylerle oyalanarak ona iltifat etmeyişlerini reddeden bir ifâdedir. (S. HAVVÂ, 14/225)

‘Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.’ Bu cümle onların Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatine çok uzak olduklarını beyan eden bir alay ifâdesidir. Râgıp, gülme ifâdesinin burada onlar için bir alay maksadı taşıdığını öne sürmektedir. ‘Ağlamıyorsunuz.’ Yâni siz Kur’an’la ilgili gerçeklere dâir elden kaçırdığınız bilgilere ve geçmiş ümmetlerin başına gelen felâketlerin sizi de kuşatmasına hüzünlenerek ağlamıyorsunuz. Rivâyete göre bu âyetin nüzûlünden sonra Rasûlullah (s)’in (ölünceye kadar tebessüm dışında, (Ö. ÇELİK, 4/690) güldüğü bir daha görülmemiştir. (İ. H. BURSEVİ, 20/304-5)

Hadis: ‘Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse cehenneme girmez.’ (Beyhaki Şuabü’l Îman 1/489’dan Ö. ÇELİK, 4/690)

‘Siz (Kur’an’dan uzak) gaflet içinde oyalanıyorsunuz.’ Yâni şarkılar söylemekte yâhut gaflet içinde bulunmakta veya oyalanıp durmakta, yüz çevirmektesiniz. (S. HAVVÂ, 14/226)

(62).‘Şimdi (îman edip) Allâh’a secde edin ve ibâdet edin!’ Hâl böyle olunca hemen Kur’an’ı indiren Allâh’a secde edip kullukta bulunun. Putlar ve yıldızlar gibi faydası ve zararı olmayan cansız şeylere taptığınız gibi bir de kalkıp herhangi bir melike ve insana da kullukta bulunmayın! (İ. H. BURSEVİ, 20/306)

Hz. Peygamber, Hz. Cebrâil’den bu âyeti duyar duymaz hemen secdeye kapanmış ve müslümanlar da kapanmışlardır. Bu sûreyi dinlerken, içindeki kuvvetli sırların câzibesine kapılan müşrikler bile secdeye kapanmışlardır. Sonra Hz. Peygamber için “Putlarımızın adı geçtiği için secde etti, biz de ettik.” dediler. Hâlbuki Allah Rasûlü, bir göz kırpması kadar bile putları yüceltip tapmadı. Garânik olayının özü budur. Bu olay, müsteşriklerce çarpıtılmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/527)

İmam Ebû Hanife, Şafii ve İmam Ahmed’e göre bu secde, tilavet secdesi mânâsındadır. Bu imamların dayanağı da Ömer b. Hattâb (r)’ın kavlidir. Zîrâ bu kavle göre Rasûlullah (s) Necm sûresini okuyup (bitirdiği zaman) hemen secde etmiştir. Yâni o, bu sûreyi Kureyş’e okuyup tamamladığında secde etmiş ve onunla birlikte oradaki tüm mümin, müşrik, ins ve cin de secdeye kapanmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 20/307) (Son kısım İbn Abbas, Buhâri’den rivâyet edilmiştir. S. HAVVÂ, 14/244) (Necm Sûresi Allah’ın izniyle tamam oldu. 30 Ocak 2018, 13 Cemaziyelevvel 1439)