30 / Rûm Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. Yalnız 17-18. âyetler Medîne döneminde inmiştir. 60 âyettir. İranlılar ile Rumlar’ın yapacağı savaşta Rumlar’ın gâlibiyetinden bahseden olaydan hareketle sûreye bu ad verilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/403)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
30/1-7 ALLAH VAADİNDEN CAYMAZ
1. Elif, Lâm, Mîm.
2-3-4-5. (Ehli Kitap olan) Rumlar, (Arabistan’a) en yakın bir yerde (ateşperest İranlılar’a) yenildi. Ama onlar (bu) yenilmelerinden sonra birkaç (3-9) yıl içinde onları yeneceklerdir. (Bundan) önce de sonra da emir yalnız Allâh’ındır. İşte o gün mü’minler Allâh’ın yardımıyla sevineceklerdir. (Allah) dilediğine yardım eder (zafereulaştırır). O, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.
6. (Bu) Allâh’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler.
7. Kâfirler, dünyâ hayâtının (yalnızgörünen) dış yüzünü bilirler (onadeğerverirler). Fakat onlar âhiretten yana gâfildirler.
1-7. (2-5).‘(Ehli Kitap olan) Rumlar, (Arabistan’a) en yakın bir yerde (Ateşperest İranlılar’a) yenildi.’ Rumlar’dan maksat, burada Bizanslılardır. Âyet, Bizanslıların Persler tarafından bozguna uğratılmalarının ardından, 627 M. Yılında Ninova toprakları üzerindeki zaferlerini önceden bildirmektedir. Burada, Hıristîyanların, puta tapanlara yeğlendiği görülür. (H. DÖNDÜREN, 2/651)
‘Ama onlar (bu) yenilmelerinden sonra birkaç yıl içinde onları yeneceklerdir.’ ‘bid’i sinîn: 3 ilâ 9 sene): içinde Bizanslıların İranlılara gâlip geleceğini ve o sırada müminlerin hem onların bu zaferine hem de bizzat kendilerine lütfedilecek zaferlere sevineceğini bildirdi. Hâlbuki mevcut şartlar içinde ne Müslümanların ne de Rumların üç – beş sene gibi kısa bir süre içinde düşmanlarını yenebilecek güçleri vardı. (Ö. ÇELİK, 4/11)
‘(Bundan) önce de sonra da emir yalnız Allâh’ındır.’ Yâni onların önce mağlûp, sonra gâlip gelmeleri, ancak Allâh’ın emri ve hükmü ile olur. (S. HAVVÂ, 11/175)
‘İşte o gün mü’minler Allâh’ın yardımıyla sevineceklerdir. (Allah) dilediğine yardım eder (zafereulaştırır). O, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.’ Mecûsî İranlılar’ın, 613-616 yıllarında, Suriye, Mısır ve Anadolu’da Bizanslıları yenmesine Mekke müşrikleri sevinmişlerdi. Müslümanlar da Bizanslılar’ın yenilgisine, Ehl-i Kitab olmalarından dolayı üzülüyorlardı. Bu yüzden müşrikler, Kitaplılar’ın yenildiğini dillerine dolayarak, müslümanlarla alay ediyorlar ve, “Biz de onlara gâlip geleceğiz.” diyorlardı. İşte ilk âyetler 3-9 yıl içinde İranlılar’ın yenileceğini bildirmektedir. Gerçekten 624 yılında Romalılar İran’a girdiler. Aynı gün müslümanlar da Bedir’de müşriklere gâlip geldiler. (H. T. FEYİZLİ, 1/403)
Hz. Ebû Bekir’in bahse girmesi: Mekke’de bu âyetler inince, Hz. Ebû Bekir, ‘birkaç yıl içinde İranlıların yenileceğini söylemiş ve puta tapan Ubey İbn Hâlef’le önce on deve ve üç yıl için bahse girmişti. Hz. Peygamber’in süreyi 9 yıla çıkarmasını söylemesi üzerine deve sayısı 100 e çıkarılmıştı. Bedir savaşı sırasında bu zafer gerçekleşmiş ve Hz. Ebû Bekir, Ubey’in mîrasçılarından 100 deveyi alarak, Hz. Muhammed’in tavsiyesi üzerine yoksullara bağışlamıştır. (Tirmizi, ELMALILI’dan, H. DÖNDÜREN, 2/651)
Bu âyet-i kerîme Peygamber (s)’in peygamberliğinin sıhhatine, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiğine apaçık bir delildir. Çünkü gayb bilgisinden haber vermektedir. Bu bahse tutuşma da kumarın haram kılınmasından önce olmuştu. Bu, Katâde’den gelmiş bir rivâyettir. Ebû Hanife ve Muhammed’in görüşüne göre ise fâiz ve buna benzer akitler türünden olan fâsit akitler, Dârü‘l Harp’te Müslümanlarla kâfirler arasında câizdir. Bunun doğruluğuna ise bu kıssayı delil gösterirler. (Nesefi ‘den, S. HAVVÂ, 11/182)
Rumların Farslara karşı Bedir yılında zafer kazandıklarını kabul eden görüşe göre üç âyet-i Kerîmede gaybden birkaç haber verilmişolmaktadır: Rumlarıngâlipgelecekleri, bununbirkaçseneiçerisindegerçekleşeceğiveonlarınmuzafferolacaklarıyılda Müslümanların da aynı şekilde zafer kazanacakları… Bütün bunlar ise, Kur’ân’ın indiği sıralarda beklenmeyen bir şey idi. İşte bütün bunlar, bu Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiğine delil olur. Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizelerinin en büyükleri arasında yer alır. (S. HAVVÂ, 11/183)
‘O kimi dilerse yardım eder,’ dilediğini muzaffer kılar. Yâni O’nun yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O’nun irâdesine bağlıdır. Dün İranlıları gâlip kılmış iken, yarın Rumları gâlip kılar. Bir de bakarsın hiç ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir kuvvetleri yok zannedilen müminleri hepsine karşı gâlip ve muzaffer kılar. (ELMALILI, 6/239)
(6).‘Bu, Allâh’ın vaadidir. Allah vaadinden asla caymaz.’ Yâni Ey Muhammed, Bizim sana bildirdiğimiz Rumları Farslara muzaffer kılacağımıza dâir sözümüz, Allah tarafından verilmiş hak bir vaaddir, doğru ve haktır. Bu asla şaşmaz. Mutlaka gerçekleşecek ve meydana gelecektir. Çünkü günleri döndürmesi ve sonunda âkıbeti haklılara yâhut da hakka daha yakın olanlara vermesi şeklinde sünneti cereyan edegelmiştir. (S. HAVVÂ, 11/176)
‘(Bu) Allâh’ın vaadidir.’ Bu anlatılan gâlibiyet ve yardım öyle bir vaaddir ki, onu Allah Teâlâ vaad buyurdu. ‘Allah vadinden caymaz.’ Dolayısıyla bunlar mutlaka gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki vaad var: (1) Birisi Rumların, mağlubiyetlerinden sonra gâlip gelecekleri; (2) birisi de müminlerin, Allâh’ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad, çok geçmeden gerçekleşti. Ebû Bekir (ra) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden ilâhi bir âyet, bir mûcize olduğu ortaya çıktı. (ELMALILI, 6/239)
(7).‘Onlar, dünyâ hayatının (yalnızgörünen) dış yüzünü bilirler (onadeğerverirler). Fakat onlar âhiretten yana gâfildirler.’ Dünyânın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Onun zâhiri, bilgisiz kimselerin bildiği, dünyânın süsü, püsü, kânunları, sebepleridir. Bâtını ise, dünyânın âhiret için bir geçit olduğudur. Bu dünyâda insanlar, itaat ve sâlih ameli azık edinirler ve dünyâ, Yüce Allâh’a O’nun isim ve sıfatlarına bir delildir. (S. HAVVÂ, 11/176)
İnsanların çoğu, âhireti inkâr eder (30/8), çoğu fâsık (5/49) ve çoğu âyetlerden gâfildir. (10/92). Müminler, hem dünyâ nîmetlerine hem âhiret nîmetlerine tâlip olur (2/200, 201). Dünyâ nîmetlerinden nasîbini unutmaz, ancak âhireti dünyaya tercih ederler. Çünkü dünyâ geçici, âhiret kalıcıdır: ‘Ey İnsanlar! Sizler dünyâ hayâtını tercih ediyorsunuz, hâlbuki âhiret daha hayırlı ve süreklidir.’ (87/16; İ. KARAGÖZ 5/577).
30/8-10 HİÇ DÜŞÜNMEDİLER Mİ?
8. (Onlar) kendi kendilerine hiç düşünmediler mi ki Allah; gökleri, yeri ve ikisinin arasında olan şeyleri (başkadeğil), ancak hak (birnizam, ölçüvegâye) ile belirli bir vâde için yaratmıştır. Böyle iken insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.
9. Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? (Baksınlar) (Oysa) onlar, kendilerinden daha güçlü idiler. (Ekipdikmek, suvemâdençıkarmakiçin) toprağı sürmüş ve kazmışlar ve onu bunların îmar ettiklerinden daha çok îmar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık deliller getirmişti. Allah, onlara aslâ zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
10. Sonra Allâh’ın âyetlerini yalanlayarak ve onlarla alay ederek kötülükte bulunanların (kâfir ve zâlimlerin) sonu çok korkunç oldu.
8-10. (8).Bu âyetlerde Allâh’ın kudretinin ve buna bağlı olarak ahretin varlığının delilleri serdedilir:(Ö. ÇELİK, 4/14)
Birincisi / İkincisi: (1,2) ‘(Onlar) kendi kendilerine hiç düşünmediler mi ki Allah; gökleri, yeri ve ikisinin arasında olan şeyleri (başkadeğil), ancak hak (birnizam, ölçüvegâye) ile (2) belirli bir vâde için yaratmıştır. Böyle iken insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.’ Allah gökleri, yeri ve aralarında bulunan herşeyi ‘hak ile’ yaratmıştır. Yâni iş olsun veya abesle iştigal olsun diye değil, gerçek bir sebep ve derin bir hikmet ile sağlam ve şaşmaz bir düzen içinde, hak ve adâlet temelleri üzerine yaratmıştır. Dünyâda ciddi bir imtihânın ve âhirette de sıkı bir hesâbın olmadığını düşündüğümüzde, bu muazzam kâinat çarkının boş yere döndüğünü söylemiş oluruz ki, bunun akla ve mantığa uygun olmadığı kesindir. (bk. Yûnus 10/4, Ö. ÇELİK, 4/14)
(2) Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların üzerinde düşünen bir kimse, mutlaka şu iki sonuca ulaşır: Gökler ve yer, belli bir hikmet için yaratılmıştır ve (2) bunların belirlenmiş belli bir süresi vardır. Çünkü bu, kâinat düzeninin sonsuzluğa kadar mevcut durumunu sürdürmesine imkân yoktur. (S. HAVVÂ, 11/185)
Âyetin ilk cümlesinde her hâlükârda düşünmek emredilmektedir. Düşünmek ile maksat; yaratılış gerçeğini, varlıkları bir yaratanın bulunduğunu, Allâh’ın gücünü ve nîmetlerini, hiçbir varlığın boş yere yaratılmadığını anlamak, idrak etmek ve bilmektir. İncelediği, gözlediği ve düşündüğü zaman insan, hem kendisinin hem diğer varlıkların bir yaratanının olduğunu, hiçbir varlığın amaçsız yere yaratılmadığını bilir. (..) Düşünmesi emredilen kimseler, inkâr eden Mekkeli müşrikler ve onların konumunda olanlardır. Düşünülmesi istenilen şeyler ise, Allâh’ın birliği (38/5), bir gün kıyâmetin kopacağı (18/36, 25/11, 36/48-53, 45/32) ve öldükten sonra dirilmedir. (23/37, 41/6,7; İ. KARAGÖZ 5/578, 579)
(9).Üçüncüsü: (3) ‘Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? (Oysa) onlar, kendilerinden daha güçlü idiler. (Ekipdikmek, suvemâdençıkarmakiçin) toprağı sürmüş ve kazmışlar ve onu bunların îmar ettiklerinden daha çok îmar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık deliller getirmişti.’ Âyette su ve mâden çıkarmak veya toprağı işleyip bayındır hâle getirmek için çalışan, sonra da inkârları yüzünden Allâh’ın gazabına uğrayıp helâk olan Âd ve Semûd gibi kavimlerden söz edilir. Bunlardan ibret alınması istenir. (H. DÖNDÜREN, 2/651)
‘Demek onlara Allah zulmetmiyordu.’ Yâni Yüce Allâh’ın onları helâk etmesi onlara bir haksızlık değildi. ‘Ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.’ Fakat bizzat kendileri yok edilmelerini gerektirecek işler yaptıklarından dolayı öz canlarına zulmetmekte idiler. (S. HAVVÂ, 11/185)
Bu Kur’ân-ı Kerîm’de îcâzın tecellilerinden birisi de şudur: Bu kitapta beşeri zaafın herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Bu sözü söyleyen kimsenin bilgi itibâriyle herşeyi kuşattığını ve eğer Yüce Allah tarafından indirilmemiş olsaydı, bu kitapta yer alan pek çok husûsun yer almayacağını anlayabilmekteyiz. Şâyet bu Kur’ân-ı Kerîm, -kâfirlerin de ileri sürdükleri gibi- Muhammed (s) tarafından ortaya konulmuş olsaydı Rumlarla İranlılar arasındaki mücâdelenin meydana geleceğinden haber verilemezdi. (S. HAVVÂ, 11/186)
(10).‘Sonra Allâh’ın âyetlerini yalanlayarak ve onlarla alay ederek kötülükte bulunanların sonu çok korkunç oldu.’ Yâni dünyâ hayâtında onlar cezâlandırıldılar; daha sonra da cezâlandırmanın en kötüsü olan âhiretteki cezâya çarptırıldılar ki, bu da kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşidir. (S. HAVVÂ, 11/185)
30/11-19 HEP O’NA DÖNDÜRÜLECEKSİNİZ
11. Allah, mahlûkâtı önce meydana getirir; sonra yaratmayı tekrar eder (diriltir). En sonunda da ancak O’na döndürülüp götürüleceksiniz.
12. Kıyâmet kopacağı gün, suçlular(ınümitleritamâmenkesilir ve ) susarlar.
13. Onların (Allâh’a) ortak koştuklarından da kendilerine şefaatçiler olmayacaktır. Onlar (ozaman) ortaklarını da inkâr edeceklerdir. [krş. 2/165]
14. Kıyâmet koptuğu gün, (müminlerle kâfirler) ayrılacaklar. [krş. 27/82]
15. Îman edip de sâlih (sevaplı) amel işleyenlere gelince, onlar (cennetbahçelerinden) bir bahçede (ağırlanıp) sevindirilirler.
16. Fakat küfre sapıp da âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlara gelince, işte onlar da azâbın içinde hazır edileceklerdir.
17, 18. O hâlde akşama girdiğiniz zaman (akşamveyatsıda), sabaha erdiğiniz zaman da (sabahta) Allâh’ı tesbih edin (namazkılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Yine siz, gündüzün sonunda (ikindide) ve öğle vaktine girdiğinizde de (namazkılıpAllâh’ıtesbihedin).
19. Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Yeri, ölümünden sonra O diriltiyor. İşte tıpkı bunun gibi, siz de (kabirlerinizdendiriltilip) çıkarılacaksınız. [bk. 7/57; 22/5-7]
11-19. (11).‘Allah, mahlûkâtı önce meydana getirir; (öldükten) sonra onu (mahşergünüaynenyaratıp) tekrar eder (diriltir).’ Ölümden sonra onları diriltir. Yâni O, ilkin yaratmaya kâdir olduğu gibi, daha sonra da tekrar onu iâde etmeye kâdirdir. ‘En Sonunda da O’na döndürüleceksiniz.’ Her kişiye ameline göre karşılık verecektir. (S. HAVVÂ, 11/191, 192)
‘.. yaratmanın tekrar edilmesi’, tabiattaki sürekli yenilenmenin yüce Allâh’ın irâde ve kudretiyle gerçekleştiğini ifâde eder. Bu cümle, ‘onu toprağa iâde eder’ ve ‘ölümünden sonra onu diriltir’ şeklinde de anlaşılabilir. Bu cümle, insanın kıyâmet kopunca diriltileceğine ve ölüm sonrası hayâtın varlığına da işâret eder. (22/5-6, 80/21-24; İ. KARAGÖZ 5/583)
(12).‘Kıyâmet kopacağı gün, suçlular(ınümitleritamâmenkesilince) susarlar.’ Ümitlerini kesecek, şaşkın – şaşkın kalacak, bütün rüsvaylıklarıyla ortaya çıkacak ve umutsuzluktan kederle dolacaklardır. (S. HAVVÂ, 11/192)
(13).‘Onların (Allâh’a) ortak koştuklarından da kendilerine şefaatçiler olmayacaktır.’ Allâh’ı bırakıp ibâdet ettikleri bu ilâhlar, onlara şefaatçı olmayacak ve kendilerine en çok ihtiyaç duyacakları zamanda onları reddedip, yardımsız bırakacaklardır. ‘Onlar (ozaman) ortaklarını da inkâr edeceklerdir.’ Yâni kıyâmet gününde ilâhlarını inkâr edecek, reddedeceklerdir. (S. HAVVÂ, 11/192)
‘Ortaklar: Sürekâ’ üç tür varlığı içerir: (1) Putperestlerin her çağda ilâhi özellikler atfettikleri ve tanrı kabul edip taptıkları melekler, Peygamberler, azizler, şehitler ve sâlih insanlar…. (2) Ay, güneş, gezegenler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar gibi cansız veya şuursuz varlıklar…. (3) Şeytan, dînî liderler, zâlimler, despotlar gibi ya insanları kandırıp saptırarak, ya da baskı yoluyla Allâh’ın kullarını kendilerine ibâdete zorlayan baş suçlular. (MEVDÛDİ, 4/255)
(14).‘Kıyâmet koptuğu gün, (müminler ve kâfirler) ayrılacaklar.’ Hesaptan sonra müminler ve kâfirler cennete ve cehenneme ayrılırlar, aslâ bir araya gelmezler. (İ. H. BURSEVİ, 15/35)
Katâde der ki: İşte bu ayrılık, Allâh’a yemin ederim ondan sonra bir araya gelişin olmayacağı bir ayrılıktır. Yâni müminler en yüksek makamlara çıkarılıp, kâfirler de en aşağı makamlara indirileceği zaman; işte asıl ayrılık, o zaman gerçekleşecektir. (S. HAVVÂ, 11/192)
(15).‘Îman edip de sâlih amel işleyenlere gelince, onlar (cennetbahçelerinden) bir bahçede (ağırlanıp) sevindirilirler.’ Mücâhid ve Katâde ‘ağırlanacakları’ ifâdesini yâni nîmetlerle ikram olunacakları bir cennette bulunurlar, diye açıklamıştır. (..) İbn Kesir ise; âyet-i kerîmede kullanılan kelime, bütün bunlardan daha genel bir mânâ ifâde etmektedir, demektedir. (S. HAVVÂ, 11/192) Bu âyetin ‘ağırlanırlar’ şeklinde çevirdiğimiz kısmına, ‘sevindirilirler, nîmetlere mazhar kılınırlar, kendilerine iyi muâmele yapılır, ikramda bulunulur’ anlamları da verilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/299)
(16).‘Fakat küfre sapıp da âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yalanlayanlara gelince, işte onlar da azâbın içinde hazır edileceklerdir.’ İhzar: Suçluyu yakalayıp zorla mahkeme huzûruna getirmektir. (ELMALILI, 6/244)
‘.. âhirete kavuşmak’ ile maksat, ölen insanların kıyâmet kopunca dirilmesi, mahşer yerinde toplanması, hesaba çekilmeleri, sonuçta müminlerin cennete, kâfirlerin cehenneme girmeleridir. (İ. KARAGÖZ 5/587)
(17, 18).‘O hâlde akşama girdiğiniz zaman (akşamveyatsıda), sabaha erdiğiniz zaman da (sabahta) Allâh’ı tesbih edin (namazkılın).’ ‘Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Yine siz, gündüzün sonunda (ikindide) ve öğle vaktine girdiğinizde de (namazkılıpAllâh’ıtesbihedin).’ Abdullah İbn Abbas’a birisi, ‘Kur’ân’da beş vakit namaz hakkında bir şey gördün mü?’ diye sorunca, bu iki âyeti okumuştur. Bu âyetlerde; ‘akşama girme’: akşam ve yatsı namazlarını, ‘sabaha girme’: sabah namazını, ‘gündüzün sonu’: ikindi namazını, ‘öğleye erişme’ de: öğle namazını ifâde eder. Beş vakit namazın vakitleri için bk. Hûd, 11/114; Tâhâ, 20/130; H. DÖNDÜREN, 2/651)
Hadis: İmam Ahmed, Sehl b. Muaz el Cüheni’den, o da babasından rivâyete göre Rasûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: ‘Ben size Yüce Allâh’ın Hâlil’i İbrâhim’e ‘tastamam yerine getiren’ diye söz etmesinin sebebini bildireyim mi? Çünkü o, her sabah ve her akşam ettiğinde; ‘Akşamı ederken ve sabaha ererken Allâh’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’nadır. Gündüzün ardından da, öğle vaktine varınca da’ (Rûm 30/17, 18) diye söylerdi.’ (S. HAVVÂ, 11/207)
(19).‘Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Yeri, ölümünden sonra O diriltiyor.’ Aslı toprak ve hava olan gıdâdan nutfeyi veya kâfirden mümini O çıkartır. Canlı vücuttan ölü hücreleri veya müminden de kâfiri çıkartan O’dur. (S. HAVVÂ, 11/193) Gıdâdan hayvan, yumurtadan civciv, nutfeden (spermadan) insan, câhilden âlim, kâfirden mümin gibi ki, uyuyandan uyanık da öyledir. (ELMALILI, 6/245)
‘İşte tıpkı bunun gibi, siz de (kabirlerinizdendiriltilip) çıkarılacaksınız.’ Yâni bitkinin yeryüzünden çıkartıldığı gibi siz de kabirlerinizden öylece çıkartılacaksınız. Mânâsı şudur: Diriden ölüyü, ölüden de diriyi çıkartmaya kâdir olan kimse için yoktan var etmek ile var olanı tekrar iâde etmek arasında bir fark yoktur. (S. HAVVÂ, 11/193)
Hadis: ‘Kim sabaha çıktığında ‘fe sübhânallâhi hîne tümsüne… ‘ âyetinden, ‘ve kezâlike tuhracûn’a kadar (30/17-19. Âyetler) okursa, o gece kaçırdıklarını elde etmiş olur. Kim de akşama ulaştığında bu âyetleri okursa, gündüz kaçırdıklarını elde etmiş olur.’ (Ebû Dâvud’dan, İ. H. BURSEVİ, 15/47)
30/20-27 O’NUN VARLIĞININ DELİLLERİ
20. (Ey İnsanlar!) Sizi (ilkönce) topraktan yaratması, O’nun âyetlerinden (kudretinindelillerinden)dir. Sonra da siz, çoğalıp (yeryüzüne) yayılmış insanlarsınız.
21. (Ey İnsanlar!) Kaynaş(ıphuzûrakavuş)manız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
22. (Ey İnsanlar!) Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda, bilgili (kimse)ler için ibretler vardır.
23. (Ey İnsanlar!) Gece ve gündüz gerek uyumanız, gerekse O’nun lütfundan (rızkınızı) aramanız, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için elbette ibretler vardır.
24. (Ey İnsanlar!) Size bir korku ve (yağmur) ümidi vermek için şimşeği göstermesi, gökten yağmur indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesi de, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda akıl erdirecek bir toplum için elbette ibretler vardır.
25. (Ey insanlar!) Göğün ve yerin O’nun emriyle (buşekilde) durması, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Sonra sizi yattığınız yerden çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkacaksınız. [bk. 22/ 65; 30/25; 35/41]
26. Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmektedirler.
27. (Mahlûkâtı) ilkin yaratan, (öldükten) sonra onu (mahşergünüaynenyaratmayı) tekrar edecek olan O’dur. Bu, O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat(lar) O’nundur. O, mutlak gâliptir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir. [bk. 32/12]
20-27. (20).(1) (Birincisi) ‘Sizi (ilkönce) topraktan yaratması, O’nun âyetlerinden (kudretinindelillerinden)dir. Sonra da siz, çoğalıp (yeryüzüne) yayılmış insanlarsınız.’ Yüce Allâh’ın kudret ve azametinin delilleri sayısız olmakla birlikte burada bir kısmına yer verilir: O atanız Âdem’i topraktan yarattı. Sizi de topraktan yarattı. Çünkü siz gıdâdan yaratılmış, gıdâ da topraktan yaratılmıştır. (S. HAVVÂ, 11/195)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Mûsâ’dan: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Yüce Allah Hz. Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. O bakımdan Âdemoğulları da yerin durumuna uygun olarak geldiler. Kimisi beyaz, kimisi kırmızı, kimisi siyah, kimisi bunlar arasında; kimisi kötü, kimisi yumuşak, kimisi kötü huylu, kimisi bunlar arasında…’ (S. HAVVÂ, 11/208)
Allah Teâlâ’nın ilk insanı topraktan yarattığı Kur’ân-ı Kerîm’de değişik vesîlelerle ifâde edilmiştir. Burada genel bir hitapla ‘Sizi topraktan yarattı’ buyurulması ise daha çok şu iki biçimde açıklanır: (a) Bu, ‘Sizin aslınız olan, kendisinden türediğiniz insanı topraktan yarattı’ demektir. (b) Her insanın yaratılışı toprakla ilintilidir, çünkü insanı meydana getiren erkek ve dişi hücrelerin (sperm ve yumurtacık) oluşumunda bitkisel ve hayvâni gıdâların katkısı vardır, bunların her ikisi de topraktan beslenmektedir. (Bunun bâzı âyetlerde insanın sudan yaratıldığını belirten ifâdelerle çelişmediğine dâir izahlarla birlikte bk. Râzi, xxv, 108-109; KUR’AN YOLU, 4/303)
(21).(2) (İkincisi) ‘Kaynaş(ıphuzûrakavuş)manız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.’ İnsanlar için kendi nefislerinden eşler yaratılmış olması değişik şekillerde açıklanmıştır. Bunlar arasında, insan eşinin kendi özünden ve kendi türünden yâni kadın ve erkeğin aynı özden yaratılmış olduğu mânâsı, Kur’ân’ın diğer açıklamalarına en uygun görünenidir. (bilgi ver değerlendirme için bk. Nisâ 4/1, KUR’AN YOLU, 4/303)
Karşılıklı sevgi ve merhamet evlilik dolayısıyla söz konusudur. El Hasen’den rivâyete göre sevgi, cinsel ilişkiden kinâyedir, merhamet ise çocuktan kinâyedir. Sevgi genç kadın için, merhamet ise yaşlı içindir de denilmiştir. Sevgi ve merhamet Allah’tan, kadının kocasına buğzetmesi, kocanın da hanımına buğzetmesi şeytandandır da, denilmiştir. (S. HAVVÂ, 11/195)
Allâh’ın eşler arasında var ettiği sevgi ve merhamet sâyesinde birbirlerini severler. (..) Bu iki kelimenin birlikte kullanılması çok anlamlıdır. Birisinin varlığı ve yokluğu diğerinin varlığı ve yokluğuna bağlıdır. Sevgi varsa merhamet de vardır; merhamet yoksa sevgi de yok demektir. Yüce Allah kendisini tanıtırken de bu iki kelimeyi birlikte anmıştır: ‘Gerçekten Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.’ (11/90, İ. KARAGÖZ 5/593)
(22).(3) Üçüncüsü: ‘Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda, bilgili (kimse)ler için ibretler vardır.’ Gökler, yer ve bunlarda gerçekleşen ilginç olaylardır. (Ö. ÇELİK, 4/19)
Göklerin ve yerin yaratılması hakkında çok az bir şeyler biliyoruz. Aralarında küçük dünyâmızın neredeyse boyut ve hacminden yoksun, varlığından habersiz, bir zerreden başka anlam taşımadığı, sayılamayacak kadar yıldızlar, gezegenler, nebûlalar ve galaksilerden oluşan; insanı irkilten büyüklüğe karşın dolaşım ve hareketlerinde çarpışma, bozulma, geri kalma ve sarsılmadan koruyup herşeye durumuna göre ölçü koyan ilginç düzen arzeden evrenin duyarlı, büyük ve mükemmel yapısının oluşturulması anlamınadır. (S. KUTUB, 8/195)
(4) (Dördüncüsü) Farklı dillere sâhip olma, değişik etnik gruplara mensup toplulukların farklı dilleri konuşması, aynı dili konuşanlar arasında lehçe, şive ve ağız farklılıklarının bulunması şeklinde açıklanabileceği gibi, her bir ferdin ses, konuşma ve ifâde özelliklerindeki farklılıklar biçiminde de anlaşılabilir. Çevremize baktığımızda sesinin gürlüğü – zayıflığı, inceliği – kalınlığı, konuşmasının düzgünlüğü – bozukluğu, üslubu vb. bütün hususlarda birbirinin aynı iki kişiye rastlamanın hemen hiç mümkün olmadığını görürüz. (KUR’AN YOLU, 4/304)
(5) (Beşincisi) İnsanların renklerinin çeşitli olmasıdır. Aynı topraktan ve aynı elementlerden yaratılmalarına rağmen, belki yaratıldıkları toprağın renginin de etkisiyle, insanların derileri rengârenktir. Beyaz, siyah, sarı, kırmızı ve çeşitli renklerin birbiriyle karışımında meydana gelen nice renkte insanlar. (Ö. ÇELİK, 4/19)
(Böylece) ilim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk olarak, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek farklı tabiatlar yaratan Allah Teâlâ’nın kudretini gösterir. Ve bütün bu değişiklik içinde hepsinin düzenini koruyup idâre etmesi de ilim ve sanatındaki mükemmellik ve hikmetini gösterir. İkinci olarak, demek ki, dillerin ve renklerin değişmesinde hikmet vardır. Ve bu hikmetlerden birisi de ‘Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık.’ (Hucurât, 49/13) buyurulduğu üzere gelişip yayılma içinde tanışmadır. (ELMALILI, 6/248)
(23).(6) (Altıncısı) ‘Gece ve gündüz gerek uyumanız, gerekse O’nun lütfundan (rızkınızı) aramanız, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için elbette ibretler vardır.’ Uyuyup dinlenmeniz ve lütfundan nasip aramanız; sanat ve ticâret gibi sebeplerden birine teşebbüsle Allâh’ın lütuf ve fazlından rızık istemeniz; gerek uyku, gerek kazanma, ikisi de Allâh’ın nîmetidir. Uykunun nasıl bir nîmet olduğunu, uykusuz kalanlardan dinlemeli, çalışabilmenin ne büyük bir nîmet olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan bir sormalı ki, burada uyku, rızık aramadan önce söylenmiştir. Çünkü çalışmak için, dinlenmeye ihtiyaç vardır. (ELMALILI, 6/249)
Gece uyumak ölümün varlığına, uykudan uyanmak öldükten sonra dirilmeye bir delildir. Âyetlerde uyumak ve uyanmak, ölmek ve dirilmek olarak ifâde edilmiştir: ‘Allah geceleyin sizi ölü gibi uyutan ve gündüz kazandıklarınız bilen, sonra belirlenen eceliniz tamamlansın diye tekrar uyandırandır. Sonra dönüşünüz O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı haber verecektir.’ (6/3, 60; 39/42, 25/47, 78/9-11; İ. KARAGÖZ 5/597)
Hadis: ‘Uyku ölümün kardeşidir.’ (Ebu Nuaym, Hilye 90/7; İ. KARAGÖZ 5/597)
‘O’nun lütfundan’ buyurulmuş ve bununla şu nükteler açıklanmıştır: (1) Çalışmalı, fakat kısmet olan nasîbi kendinden bilmemeli, Allâh’ın lütfundan bilmelidir. (2) İnsan, her gün bir kâr ve gelişme aramalıdır. Çünkü ‘fadl’ (Allâh’ın lütfu) fazla, çok demektir. Nitekim ‘iki günü eşit olan ziyanda’ demektir. (3) Aramak, Allah Teâlâ’nın lütfunu sezmek, ummaktır. Ve hattâ çalışıp kazanabilmenin kendisi bile Allâh’ın lütfundandır. (ELMALILI, 6/249)
(24).(7) (Yedincisi) ‘Size bir korku ve (yağmur) ümidi vermek için şimşeği göstermesi, gökten yağmur indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesi de, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda akıl erdirecek bir toplum için elbette ibretler vardır.’ Şimşeğin çakmasıdır. (8) (Sekizincisi) Gökten su indirip, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesidir. Bu delil, Allâh’ın ölüleri dirilteceğinin açık bir göstergesidir. Aklını azıcık çalıştıran bu gerçeği hemen kavrar. (Ö. ÇELİK, 4/20)
Kupkuruolmuştoprağa gökten indirdiği su ile yeniden can veren Yüce Kudret’in insanlara da öldükten sonra yeniden can verebileceğini farketmek, akıl sâhipleri için hiç de zor olmamalıdır. (Yer – gök dengesi konusunda bk. Ra’d 13/2, KUR’AN YOLU, 4/307)
(Allâh’ın) Hem celâl sıfatı vardır, hem cemâl; bâzen bir olayda iki zıt etkisi birden yaratarak ikisini birden tecelli ettirir. Hem korkutur, hem ümitlendirir. (ELMALILI, 6/249)
İslâm âlimleri Allâh’ın mutlak gücüne ve engin rahmetie îman eden bir kimsenin, dünyâdaki beklentileri konusunda olduğu gibi Allâh’ın azâbına uğrama veya rahmetine erişme konusunda korku ve ümit arasında bulunmayı öğütleyen âyet ve hadislerden hareketle havf ve recâ terimlerini geliştirmiş(tir). (..) İslâm tasavvufunda bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur. Hayâta ve geleceğe bakışını bu anlayış üzerine kuran bir mümin, – o âna kadarki maddi ve mânevi durumu ne olursa olsun – bir yandan kendini garantili bir durumda görmeyip sınav bilincini korur ve ödevlerini yerine getirmeye özen gösterir. Diğer yandan da aslâ gelecekten ve Allâh’ın rahmetinden ümidini kesmez. (bk. Hicr 15/49-50; KUR’AN YOLU,4/306)
(25).(9) (Dokuzuncusu) ‘Göğün ve yerin O’nun emriyle (buşekilde) durması, O’nun (kudretinin) delillerindendir.’ Göklerin ve yerin ancak Allâh’ın emriyle ve koymuş olduğu ilâhi yasalarıyla yıkılıp dağılmadan, mevcut hâlleriyle ayakta durmaları ve hizmetlerine devam etmeleridir. (Ö. ÇELİK, 4/20)
Bu buyruk Yüce Allâh’ın ‘İzni ile olmadıkça yerin üzerine düşmemesi için göğü O tutar.’ (el Hacc, 22/65) buyruğu ile ‘Muhakkak ki zevâl bulmasınlar diye gökleri ve yeri tutan Allah’tır.’ (el Fâtır, 35/41) buyruğuna benzemektedir. Ömer b. el Hattab (r), yeminini oldukça pekiştirmek istediğinde şöyle dermiş: ‘Göğün ve yerin emri ile ayakta durduğu kişiye yemin ederim’. Yâni gökler ve yer Yüce Allâh’ın onlara verdiği emir ile ve onları emri altına alması ile ayakta durmaktadırlar. Daha sonra kıyâmet günü geldiğinde, yer de başka yere, gökler de başka göklere değiştirilir, ölüler kabirlerindenYüce Allâh’ın emri ile ve onları çağırması ile diri olarak kabirlerinden kalkacaklardır. (S. HAVVÂ, 11/209)
Yâni varlık âleminde bulunması, hep O’nun ‘kün’ (ol) emriyledir. Çekim ve denge kânunları hep O’nun emrinden ibârettir. (ELMALILI, 6/250)
‘Sonra sizi yattığınız yerden çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkacaksınız. ‘ Kabirlerden çıkar, mahşere koşarsınız. (..) (ELMALILI, 6/250)
Yâni kâinatın yaratıcısı ve idâre edicisi için tekrar diriltmek hiç te zor değildir. Bunun için O’nun hazırlık yapmasına hiç gerek yoktur. O’nun bir tek çağrısı, yeryüzünün her tarafında, yaratılışın ilk gününden beri doğmuş ve doğacak tüm insanları bir araya toplayıp diriltmeye yeter. (MEVDÛDİ, 4/267)
Burada ‘sümme: sonra’ kelimesi ile göğün ve yerin ayakta durduğuna atfedilmesi; olacak bu işin büyüklüğünü, Yüce Allâh’ın da böyle bir şeye, kabirehline kabirlerinden kalkmak emrine kudretli olduğunu beyan etmektedir. (S. HAVVÂ, 11/196, 197)
(26).‘Göklerde ve yerde bulunanlar O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmektedirler.’ Yâni gönlüyle itaat etmek istemeyen kâfirler bile istemeyerek te olsa sonunda O’na boyun eğmek zorunda kalırlar. Kesin hükmüne karşı gelemezler. (ELMALILI, 6/250)
‘Göklerde’ olan melekler ‘ve yerde olanlar’ insanlar ve cinler, yaratma, sâhip olma ve tasarruf bakımından ‘hep O’nundur.’ Sâdece Allâh’a âittir. Bu hususta başkasının hiçbir yönden ortaklığı yoktur. ‘Hepsi’ yâni göklerde ve yerde bulunanların hepsi ‘O’na’ Allah Teâlâ ’ya ‘boyun eğmiştir.’ (İ. H. BURSEVİ, 15/66)
Bu boyun eğiş de akıllı ve irâdeli varlıklar açısından ihtiyâri, diğerleri açısından zarûridir. Tabii ki, irâdeli boyun eğiş, zorunlu boyun eğişle eşdeğerde değildir. Zîrâ irâdeli boyun eğişte cüz’î irâdeyi, bütün olumsuzluklara rağmen Allâh’ın dilediğine uygun tarafa yönlendirme ve insanın kendisini nefsin ve şehevi duyguların tutsaklığından kurtararak, özüne yabancılaşacak herşeyden uzak tutma gibi zorluklar vardır. Bunu başarmasından dolayıdır ki insan, günah işleme kâbiliyetinin bulunmasına rağmen, söz konusu potansiyeli mümkün olduğu kadar günah işlememe yolunda harcayarak ahlâki bir gelişme ve yücelme içerisine girmektedir. Zorunlu boyun eğiş ise, irâdesiz bir şekilde gerçekleştiği için mutlaktır. Yâni onda isyan ve günah söz konusu değildir. (M. DEMİRCİ, 2/523, 524)
(27).‘(Mahlûkâtı) ilkin yaratan, (öldükten) sonra onu (mahşergünüaynenyaratmayı) tekrar edecek olan O’dur. Bu, O’na göre pek kolaydır.’ Allah için kolay veya zor diye bir şey yoktur. ‘O’nun işi bir şeyin olmasını dileyince ona ‘Ol’ demektir. O şey hemen oluverir.’ (Yâsin, 36/82) Fakat O, insanların kavrayışına göre hitap etmektedir. İnsanların ölçüsüne göre yoktan var etmek, bozulup dağılanın var edilmesinden daha zordur. Durum böyleyken ne oluyor da yeniden var etmeyi Allah için daha zor görüyorlar, oysa o yapısı açısından daha kolaydır! (S. KUTUB, 8/198)
‘Göklerde ve yerde en yüce sıfat(lar) O’nundur. O, mutlak gâliptir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Tam kudret, sonsuz hikmet, yaratıcılık, ilâhlık gibi en yüksek nitelikler ancak O’nundur. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. (ELMALILI, 6/250)
30/28-32 ALLÂH’IN YARATIŞINDA DEĞİŞME YOKTUR
28. (Ey Müşrikler!) (Allah, mülkündevehükümranlığındaortağıolmadığınıanlamanıziçin) kendinizden şöyle bir temsil getirdi: Sizi rızıklandırdığımız (mallardaveonlarınidâresin)de birbirinizi saydığınız gibi, ellerinizin (altındaki) sâhip olduğunuz (kölelerden) de (kendileriniaynışekilde) saydığınız ve bu nîmetlerde eşit haklara sâhip olarak ortak yaptıklarınız var mıdır? (Elbetteyoktur.) İşte biz, akıl erdirecek bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.
29. Fakat zulüm (veinkâr) edenler, (Allâh’ınhükümleriyerine) ilim dışı olarak kendi keyiflerine uydular. Allâh’ın sapıklıkta bıraktığını kim doğru yola iletebilir? Onlara hiç yardım eden de olmaz. [bk. 28/50]
30. (Ey Peygamberim!) O hâlde sen yüzünü doğruca, ‘Allâh’ı birleyen’ olarak dîne, (yâni) Allâh’ın, insanları üzerinde yarattığı fıtrata (İslâm’a) çevir. Allâh’ın (İslâm’akâbiliyetli) yaratışında hiç değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
31, 32. Hepiniz O’na yönelerek, emrine uygun yaşayın; namazı da dosdoğru / gereğine uygun olarak kılın (fıtratındışınaçıkarakvehevânızataparak) müşriklerden olmayın. O (şirkesapan) kimseler (veyahûdilerçıkarlarıuğruna) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. (Bunlardan) her grup kendi yanındaki (benimsedikleri) ile sevinir.
28-32. (28).‘(Ey müşrikler!) (Allah, mülkündevehükümranlığındaortağıolmadığınıanlamanıziçin) kendinizden şöyle bir temsil getirdi: Sizi rızıklandırdığımız (mallardaveonlarınidâresin)de birbirinizi saydığınız gibi, ellerinizin (altındaki) sâhip olduğunuz (kölelerden) de (kendileriniaynışekilde) saydığınız ve bu nîmetlerde eşit haklara sâhip olarak ortak yaptıklarınız var mıdır? (Elbetteyoktur.) İşte biz, akıl erdirecek bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.’ Âyetin bütün zamanlar ve coğrafyalar için geçerli olan mesajı şudur: Hangi sâikle ve hangi biçimde olursa olsun, Allâh’ın yegâne yaratıcı olduğu, mutlak irâdesini hiçbir gücün sınırlayamayacağı gerçeği ile bağdaşmayan her inanç ve O’ndan başkasına kulluk etme veya kullukta başkasını aracı kılma anlamı taşıyan her davranış şirktir ve âyette vurgulanan çelişkiyi taşır. (KUR’AN YOLU, 4/312)
Bu misâlle Yüce Allah, şirkten uzak olduğuna, ortaktan münezzeh olduğuna dikkat çekmektedir. (S. HAVVÂ, 11/201)
(29).‘Fakat zulüm (veinkâr) edenler, (Allâh’ınhükümleriyerine) ilim dışı olarak kendi keyiflerine uydular. Allâh’ın sapıklıkta bıraktığını kim doğru yola iletebilir? Onlara hiç yardım eden de olmaz.’ Keyfi eğilimlerin sınırı ve ölçüsü yoktur. Onlar; nefsin değişken eğilimlerine, dengesiz atılımlarına, isteklerine ve korkularına bağlıdır. İstekleri ve emelleri ne gerçeğe dayanır, ne sınır tanır, ne de bir ölçü ile yenilebilir. Çünkü hidâyete yer bırakmayan, sapıklıktan korunmaya imkân vermeyen sapıklığın kendisidir. ‘Allâh’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir?’ Çünkübusapıklıkta nefsî arzuların sonucu olur. Kötü gidişten alıkoyacak yardımcı yoktur onlara. (S. KUTUB, 8/199)
‘Allâh’ın sapıklıkta bıraktığını kim doğru yola iletebilir?’ Bütün uyarı ve delillere rağmen, bir bilgiye dayanmadan, sırf kişisel arzu ve hevesleri peşinde gitmeyi yeğledikleri için bu haksız tutumlarında ısrar eden kimseleri Allah, kendi şaşkınlıklarıyla baş başa bırakır, bu durumda artık onları kimse doğruya eriştiremez. (KUR’AN YOLU, 4/312)
Hevâ; nefsin şehvetlere olan meyli, demektir. Buna; ‘keyif veya tutku’ da denir. ‘Bilgisizce’ kaydı, hevânın bilime uygun olan ve olmayan diye ikiye ayrıldığını gösterir. Nitekim iffetli kalmak ve çoğalmak amacıyla evlenme isteği, yaratılışa ve akla uygun, meşrû bir meyildir. Zinâ ve metres hayâtı yaşama meyli ise, bilime aykırı olan bir hevâdır. ‘Hevâ sözcüğüçoğunluklabuikincianlamdakullanılır. (H. DÖNDÜREN, 2/652)
(30).‘O hâlde sen yüzünü doğruca, ‘Allâh’ı birleyen’ (Hanif) olarak dîne, (yâni) Allâh’ın, insanları üzerinde yarattığı fıtrata (İslâm’a) çevir.’ Yâni bütün dinlerden uzaklaşıp hak dîne yönel. Yüzünü ona dosdoğru tut ve sağa ve sola dönmeksizin sâdece O’na çevir. (S. HAVVÂ, 11/202)
‘.. yüzünü dîne çevir’ emri ile Hz. Peygamberin şahsında bütün insanlara ‘İslâm’ı hak din olarak kabul edin’ ve ‘dinde samimi olun’ emri verilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/609)
Yüce Allah bu buyruğunda şunu emretmektedir: Yüzünü hak dîne çevir ve Allâh’ın senin için teşri’ buyurmuş olduğu, seni kendisine iletmiş olduğu Hz. İbrâhîm’in dîni olan Haniflik üzerinde kalmaya devam et! Yüce Allah bu dîni son noktasına kadar kemâle erdirmiş, sen bu Hanifliğe bağlı kılmaya devam etmekle birlikte; yüce Allâh’ın bütün mahlûkâtı üzerinde yaratmış olduğu selim fıtratından da ayrılma. Çünkü O, mahlûkâtı kendisini bilecek ve birleyecek şekilde yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Nitekim yüce Rabbimizin ‘Ve onları kendi nefislerine karşı şâhid tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Demiş, onlar da: Evet, demişlerdi.‘ (el A’raf, 7/172) buyruğunu açıklarken de aynı hususlara temas edilmişti. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 11/210)
Demek ki buradaki ‘hanîfen’ ötedeki şirkin, ilimsiz olarak hevâya tâbi olmanın tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhîdi ifâde etmektedir. Ve mânâ şu olur: Sen yüzünü dîne öyle tut, öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevâlardan, bâtıl meyillerden sakınıp, yalnız hakka meylederek dosdoğru ‘Allah fıtratına’ – dine veya hanifliği açıklamadır- yâni fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen- Allâh’ın dînine, Allâh’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl. (ELMALILI, 6/254)
‘ki insanları onun (fıtratın) üzerine yaratmıştır.’ Hepsi yaratılış sözleşmesinde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (A’raf, 7/172) hitâbına ‘belâ’ (evet Rabbimizsin) demiştir. İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle yaratanın Rabliğine şâhit olmaya söz vermiştir. Yaratılışın yaratanına delâleti tabii (doğal) olduğu için her insanın yaratılışında, kendisine dâir bilincinin aslında, vicdânının derinliğinde bir hak duygusu Allâh’ı tanıma gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı zarûret zamanlarında inatçı kâfirler bile, derinden derine yaratana bir sığınma hissi duyarlar. Nitekim ‘İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine duâ ederler.’ (Rûm, 30/33) âyetiyle bu hatırlatılacaktır. (ELMALILI, 6/254, 255)
‘Allâh’ın (İslâm’akâbiliyetli) yaratışında hiç değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ Burada tevhîde yâni insanın mahlûk, Allâh’ın da hâlik-ı Zül’celâl olduğu temel kânûnuna vurgu yapılmaktadır. Bu da bilindiği gibine kadar çaba gösterilirse gösterilsin, değiştirilmesi aslâ mümkün olmayan bir hakikattir. Yâni insan, ne kendi kulluğunu değiştirebilir, ne de Allah’tan başka herhangi bir varlık gerçek anlamda onun ilâhı olabilir. İnsan belki dilediği kadar ilâh edinebilir; ancak bu, onun tek bir Allâh’ın kulu olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü kâinatta yegâne otorite Allah’tır, O’ndan başka ilâhi sıfat ve kudrete sâhip hiçbir varlık söz konusu değildir. İnsanın kul, Allâh’ın yaratıcı ve mâbud olduğu gerçeği de insanın yaratılış özünde mevcuttur. İşte bu da ‘fıtrat-ı selîme’ demektir. Söz konusu selim fıtrat, her insanın tek olan Allâh’a bağlanmaya ve O’na ibâdet etmeye doğuştan temâyüllü olduğunu göstermektedir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen bütün peygamberlerin aslî görevleri de insanın doğuştan sâhip olduğu bu selim din duygusunu ve Allâh’a bağlanma eğilimini birtakım olumsuz durumlardan korumak ve ilâhi irâde doğrultusunda gelişmesini sağlamaktır. Çünkü bu duygu, zâten onun fıtratında mevcuttur. (M. DEMİRCİ, 2/526, 527)
Yine Hz. Peygamberin şu hadîsi, din duygusunun fıtri olduğunu, fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle âilenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yâhut bütünüyle körelmesinde önemli etkiye sâhip bulunduğunu göstermektedir: ‘Her çocuk fıtrat üzere doğar, Sonra ana babası onu Yahûdi, Hıristiyan veya Mecûsi yapar. ‘ (Buhâri Cenâiz 80, Müslim Kader 23, KUR’AN YOLU, 4/313)
Hadîs-i Kudsi: Kullarımın hepsini hanifler olarak yarattım. Şeytanlar ise onları aldatıp dinlerinden uzaklaştırdı ve başkasını Bana ortak koşmalarını onlara emretti.’ (Müslim’den, İ. H. BURSEVİ, 15/78)
(31).‘Hepiniz O’na yönelerek,’ Yüce Allâh’a yönelmişler olarak fıtrattan ayrılmayın. Veya sizler, Allâh’a yönelmiş kimseler ve Hanifler olarak yüzünüzü dosdoğru dîne döndürünüz. Çünkü burada Hz. Peygambere verilen emir, onun ümmetine de verilir. (S. HAVVÂ, 11/203)
‘..emrine uygun yaşayın;’ (ondan korkun) Yâni O’ndan çekinin, sakının ve O’nun gözetimi altında olduğunuzu bilin. ‘namazı da dosdoğru / gereğine uygun olarak kılın’ Vakitlerinde farzlarına, sünnetlerine, adabına riâyet ederek eda edin. ‘müşriklerden olmayın.’ Yâni ibâdette O’na başkasını ortak koşanlardan olmayın. Aksine O’na ibâdetinizle O’ndan başkasının rızâsını aramayın, ihlâs sâhibi muvahhidler olunuz. (S. HAVVÂ, 11/203)
‘O (şirkesapan) kimseler dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular.’ Yâni her birisi kendisini saptıran önderinin arkasından giden fırkalara bölünmeyin. Yâni sizler dinlerini parça parça eden, onu değiştiren, bir kısmına îman edip bir kısmını inkâr eden müşriklerden olmayınız, demektir. (S. HAVVÂ, 11/203)
‘Onlardan ki, dinlerini ayırdılar da grup grup, öbek öbek oldular.’ Yâni genel fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdânı ile hareket etmeyip her biri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre bir hevâ ile dînini ayırıp, ayrı bir başkan arkasına düşerek grup grup, bölük bölük olmuşlar, ‘her bölük kendilerindekine güvenmektedirler.’ Fıtrattan ayrılıp, tutuculukla hakkı gözetmemektedirler. (ELMALILI, 6/257, 258)
Müşrikleri ise; ‘Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular.’ Olarak niteliyor. Şirkin türleri çoktur. Müşriklerin kimi cinleri, kimi melekleri, kimi ataları, kimi yöneticileri, kimi papazları ve hahamları, kimi ağaçları – taşları, kimi gezegen ve yıldızları, kimi ateşi, kimi geceyi – gündüzü, kimi sahte değer yargıları ve arzuları Allâh’a ortak koşarlar. Şirkin türleri sayılmakla bitmez… Her grup kendi yanındaki ile sevinmektedir. Oysa doğru din birdir, değişmez ve kollara ayrılmaz; bağlılarını tek Allah’tan başkasına götürmez. (S. KUTUB, 8/201)
‘Her grup kendi yanında olanla sevinir, durur.’ Bu sapık gruplardan her birisi kendi akımını benimsemekte onu sevinçle telâkki etmekte ve bâtıllarını hak sanmaktadır. Âyet-i Kerîme şirkin bütün hastalıkların başı olduğunun delilidir. Dinde tefrika ve bölünmeler buradan ortaya çıktığı gibi, bâtıla taassupla bağlılık da ondan kaynaklanmaktadır. (S. HAVVÂ, 11/204)
Müşrikler Allâh’a inanmakla berâber put heykellere, geçmiş hükümdarlara, kâhinlere, rahip ve bilginlere, sahte değerlere, yanlış gaye, arzu ve benzerlerine sarılıp tapınanlardır. Bunlardan her grup kendi benimsediklerini yüceltip onunla övündüler. İhtilaf içinde biri diğerini beğenmez oldu. Hakkı değil menfaati önde tuttular. Hâlbuki Allâh’a gerçekten inananlar yalnız O’na kulluk ettiler; şirkin ve tâğûtun çarkına girip dinde ihtilafa düşmediler ve çekişip gruplaşmadılar. Çünkü Allâh’ın dini bölünmez bir bütündür. Herkes ona bağlanır, onda bütünleşir. [bk. 6/159] (H. T. FEYİZLİ, 1/406)
30/33-40 ALLAH ORTAK KOŞTUKLARINIZDAN MÜNEZZEHTİR
33, 34. İnsanlar bir sıkıntıya düşünce, Rablerine dönerek O’na yalvarırlar. Sonra (RableriAllah,) onlara katından bir rahmet (verahatlık) tattırdığı zaman da hemen içlerinden bir grup kendilerine verdiğimiz şeylere nankörlük eder, (bununsebebinibaşkaşeylerdearar.) Böylece Rablerine ortak koşarlar. Hele (şimdilik) sefâ sürün bakalım! Yakında (âkıbetinizi) bileceksiniz. [bk. 17/67; 29/66; 31/32]
35. Yoksa müşriklere bir delil (kitap) indirdik de, o kitap mı (Allâh’a) ortak koşmalarını söylüyor?
36. İnsanlara bir rahmet (iyilik, bolluk) tattırdığımız zaman, sevinip şımarırlar. Kendi işledikleri (günahlar) yüzünden kendilerine bir kötülük erişince de (Allâh’ıunutup) umutsuzluğa düşerler. [bk. 11/9-10; 70/20-21]
37. (Kâfirler) Allâh’ın rızkı dilediğine yayıp genişletmekte ve (dilediğine) daraltmakta olduğunu görmediler mi? Elbette bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır.
38. (Ey müminler!) Akrabâya, yoksula, yolda kalmışa, (iyilikveyardımla) hakkını verin. Bu, Allâh’ın rızâsını dileyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa ve murâda erenlerin ta kendileridir.
39. (Ey insanlar!) İnsanların mallarında artış olması için fâizle verdiğiniz şeyler, Allah katında artmaz. Allâh’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; İşte o (zekât ve sadaka veren)ler, (sevaplarınıvemallarını) kat kat artıranlardır.
40. Sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren, daha sonra da (mahşerde) diriltecek olan Allah’tır. Ortak (koştuk)larınız içinde, bunlardan birini yapan var mıdır? O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.
33-40. (33).‘(Bâzı) İnsanlar (kıtlık, yokluk ve hastalık gibi) bir sıkıntıya düşünce, Rablerine dönerek O’na yalvarırlar. Sonra (RableriAllah,) onlara katından bir rahmet (sağlık, bolluk ve yağmur gibi rahatlık) tattırdığı zaman da hemen içlerinden bir grup kendilerine verdiğimiz şeylere nankörlük eder. Böylece Rablerine ortak koşarlar. Hele (şimdilik) sefâ sürün bakalım! Yakında (âkıbetinizi) bileceksiniz.’ Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek, Allâh’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar. (ELMALILI, 6/258)
Böylelikle şânı yüce Allah, çelişkili tavırlarını göstererek müşriklere karşı delil ortaya koymaktadır. Kimi zaman muvahhid, kimi zaman müşriktirler. Bolluk zamanlarında şirk koşarken, sıkıntılı zamanlarında tevhîde yönelirler. (S. HAVVÂ, 11/204)
(35).‘Yoksa onlara bir delil (kitap) indirdik de, o mu (Allâh’a) ortak koşmalarını söylüyor?’ Hayır, öyle bir kitap ve delil indirilmemiştir. Fakat onlar, yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce hevâları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna tapmışlardır. Dünyâda sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin değil, Allâh’ındır. Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman, Allâh’a yalvarır. (ELMALILI, 6/258)
Âyetteki sorudan maksat red ve inkârdır. Yâni Biz onlara öyle bir şey (kitap gibi apaçık bir delil) indirmedik, demektir. (İ. H. BURSEVİ, 15/94)
(36).‘İnsanlara bir rahmet (iyilik, bolluk, yağmur, sağlık, (S. HAVVÂ) tattırdığımız zaman, sevinip şımarırlar. Kendi işledikleri (günahlar) yüzünden kendilerine bir kötülük (kuraklık, darlık veya hastalık gibi bir belâ, (S. HAVVÂ) erişince de (Allâh’ıunutup) umutsuzluğa düşerler.’ Burada insanın yapısı –yüce Allâh’ın koruduğu ve tevfik ihsan ettiği kimseler müstesnâ – dile getirilerek bunun olmaması gerektiği ifâde edilmektedir. İnsana gerçekten bir nîmet isâbet ettiğinde azar ve (âyet-i kerîmede de buyurulduğu gibi) ‘Kötülükler benden gitti, der ve şımarıp böbürlenir.’ (Hûd, 11/10) Yâni kendi kendisine şımarırken, başkalarına karşı böbürlenir. Ona bir sıkıntı da isâbet etti mi, ümidini keser ve artık bundan sonra herhangi bir iyilik ile karşılaşacağından tamâmıyla ümit keser. Şânı yüce Allah ‘Sabredip sâlih amel işleyenleri’ (Hûd, 11/11) istisnâ etmiştir. (S. HAVVÂ, 11/213)
Gerçi ‘De ki, Allâh’ın lütfuyla, rahmetiyle, ancak onunla sevinsinler.’ (Yûnus, 10/58) buyurulduğu üzere, Allâh’ın lütuf ve rahmetiyle sevinmek yasak değil, aksine emredilmiştir. Fakat o sevinçten maksat, nîmet vereni tanıtarak hamd ve şükrünü bilmek mânâsına sevinçtir. Burada ise, nîmet vereni hesâba almayıp, sâdece nîmete güvenerek, şımarıp hevâlarına uyan kimselerin hâli açıklanıyor ki, bunlar ibâdet ederlerse bile, dünyâ menfaati için ederler. (ELMALILI, 6/258)
Burada ise nîmet vereni hesâba katmayıp sâdece nîmete güvenerek şımarıp hevâlarına uyan kimselerin hâli açıklanmaktadır ki, bunlara hitâben: ‘Şımarma! Şüphesiz Allah şımaranları sevmez!’ (Kasas, 28/76) buyrulmaktadır. (Ö. ÇELİK, 4/26)
Hadis: ‘Bir kula isâbet eden az veya çok âfet ve musibet, ancak günahı sebebiyle isâbet eder. Allah ise günahların çoğunu bağışlıyor.’ Hz. Peygamber (s) sözüne delil olmak üzere (Şûra, 30); ‘Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizin kazandıkları yüzündendir. Allah ise günahlarınızın çoğunu bağışlıyor’ âyetini okumuştur. (Tirmizi Tefsir 44; İ. KARAGÖZ 5/617)
Hadis: ‘Kul Allâh’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir. Sonra ona sabretme gücü ihsan eder ve böylece onu kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır. (Ebû Dâvud Cenâiz 1; İ. KARAGÖZ 5/618)
Hadis: Mümin tâze ekine benzer. Rüzgâr estikçe yatar, yine kalkar. Kâfir, çam ağacına benzer. Rüzgâr estikçe gürler, fakat bir kere yıkılınca artık kalkamaz. (Müslim Münâfikun 58’den, ELMALILI, 6/259)
(37).‘Allâh’ın rızkı dilediğine yayıp genişletmekte’ yâni salâhını bunda gördüğü kimse için genişletmekte ve onu şükür ile imtihan etmekte (İ. H. BURSEVİ, 15/96) ‘ve (dilediğine) daraltmakta olduğunu görmediler mi?’ Yâni hâlinin nizamını bunda gördüğü kimse için rızkı daraltmakta ve sabır ile imtihan etmektedir. Bunu da kendisinin mâlûmu olan onların şükür, nankörlük, sabır, sızlanma gibi durumlarını ortaya çıkarmak için yapmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 15/96) ‘Elbette bunda, inanan bir toplum için ibretler vardır.’
Allâh’ın bir kimseye bol rızık vermesi, onun Allah katında değerli olduğunu göstermediği gibi, herhangi bir kimseye rızkı az vermesi de onun Allah katında değersiz olduğu anlamına gelmez. Mal varlığı, Allâh’ın rızasına uygun kullanmazsa, Allah katında bir değer ifâde etmez. Sonra Allâh’ın kimisine az, kimisine çok rızık vermesinin birçok sebebi ve hikmeti vardır. Zuhruf sûresinin 2’nci âyetinde bu husus şöyle ifâde edilmiştir: ‘Dünyâ hayâtında insanların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık, birbirlerine iş gördürmeleri için çeşitli alanlarda kimini kimine derece derece üstün kıldık.’ Her insan eşit derece varlıklı olsa idi, toplumda bâzı işleri yapacak kimse olmazdı. (İ. KARAGÖZ 5/620)
(38).‘Akrabâya, (sıla-i rahim, sadaka ve diğer iyilikler gibi, İ. H. BURSEVİ) yoksula, yolda kalmışa, (iyilikveyardımla) hakkını verin. Bu, Allâh’ın rızâsını dileyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa ve murâda erenlerin ta kendileridir.’ ‘.. hakkını ver’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Âyetin ikinci ve üçüncü cümleleri bunun delîlidir. YüceAllâh’ınbuemrindezikredilen ‘hak’, farz olan zekât, vacip veya nâfile olan sadaka, bakmakla yükümlü olduğukimseleri nafaka borcu, yakınlara ve yoksullara infak yâni gönüllü olarak yapılan yardımdır. (İ. KARAGÖZ 5/621)
Hakkı olanların ‘akrabâ, yoksul ve yolcu’ olarak sıralanması, sıralama ifâde etmemekle birlikte fakir akrabaya yardım önceliklidir. Çünkü fakir akrabanın hem sıla-i rahim ve yakınlık, hem de fakirlik hakkı vardır. (..) Allâh’ın rızasına lâyık olan yardımların başa kakmadan, minnet altına almadan (2/262) ve sırf Allah rızâsı için yapılması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/623)
Muhtaç olan yakınların insanlarda bir hakkı olacağı gibi, geçimsiz kalmış bir çâresizin, yolda kalmış bir yolcunun bütün toplumda bir hakkı vardır. Öyle ise bunları gözetecek müesseseler yapılmalıdır. (ELMALILI, 6/259)
Ebû Hanife, (rh) bu âyeti, ihtiyaç olduğunda mahremi olan ikinci dereceden yakınla (zevi-l erham) için nafakanın vâcip olmasına delil getirir. Şâfii ise, onları amcaoğluna kıyas eder, nafakayı ancak doğum bağı sebebiyle çocuklar ve anne – baba için vâcip görür. (İ. H. BURSEVİ, 15/98)
(39).‘İnsanların mallarında artış olması için fâizle verdiğiniz şeyler, Allâh katında artmaz. ‘ Yâni sizler fâiz yiyenlere mallarında artsın diye verdiğiniz her bir fâiz, hiçbir zaman Allah katında artış göstermez. Yâni Allah katında o, temiz olmaz. Ona bereket ihsan edilmez. (S. HAVVÂ, 11/207)
Fâizin malı arttırmaması: Mekke’de inen bu âyette fâizin malı artırmayacağı, malının zekâtını verenin ise anaparasının bereketlenip katlanacağı belirtilmektedir. Burada kesin fâiz yasağı gelmemekle birlikte, ileride fâizin yasaklanacağına bir işâret vardır. ‘Allâh fâizi yok eder, sadakaları ise bereketlendirir. Şüphesiz Allah hiçbir nankör günahkârı sevmez. ‘(Bakara 2/276; H. DÖNDÜREN, 2/652))
‘Allâh’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; İşte on(uveren)ler, (sevaplarınıvemallarını) kat kat artıranlardır.’ Yâni iyilikleri kat kat artırılacak olan kimseler bunlardır. Yâni bu gibi davranışta bulunan kimselerin ecirleri kat kat verilir. Onların bir iyiliklerine on katından itibâren Allâh’ın dilediği miktâra kadar kat kat fazlası ile verilir. (S. HAVVÂ, 11/207)
Zekât, sadaka ve infâkın Allah rızâsı için verilmesi, yâni zekât ve sadaka verilen kimseden herhangi bir karşılık beklenmemesi, ona eziyet edilmemesi, onun minnet altına alınmaması ve riyâ bulunmaması gerekir. (2/264, 265). Aksi takdirde zekât ve sadaka, ibâdet olmaz; dolayısıyla sevap kazanılmaz. (İ. KARAGÖZ 5/625)
İbn Kesir’den: Yâni her kim başkalarına bir hediye verir de, onlara verdiği hediyeden daha fazlasını geri çevirmek isteyecek olursa, bu hediyesinin karşılığında Allah’tan bir sevâbı olmaz. İbn Abbas, Mücâhid, Dahhâk, Katâde, Muhammed b. Ka’b ve Şa’bi bunu böylece tefsir etmişlerdir. Böyle bir işte sevap olmamakla birlikte mubahtır. Ancak Peygamber (s) özellikle bunu yasaklamış bulunmaktadır. Bunu Dahhâk söylemiş ve yüce Allâh’ın ‘Daha fazlasını isteyerek başa kakma.’ (el Müddessir, 74/60) buyruğunu delil göstermiştir. (S. HAVVÂ, 11/213, 214)
(40).‘Sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren, daha sonra da (mahşerde) diriltecek olan Allah’tır.’ Yaratan, rızık veren, öldüren, can veren yalnız O’dur. Yaratmak, rızık vermek, öldürmek fiillerinin hepsi de insan tarafından görülen şeylerdir ve hepsinde insan, Allâh’ın kudretini idrak eder. Bu da insana, yüce Allâh’ın kıyâmet gününde ikinci defa diriltmeye kâdir olduğunu gösterir. (S. HAVVÂ, 11/215)
Allah O’dur ki, sizi yaratmıştır.’ Yâni Allâh’ı tanımak için O’nun zâtı hakkında düşünceye dalmamalı, gâyet açık olan fiil ve eserlerini, nîmet ve lütuflarını düşünmelidir. Şüphesiz ki sizi yaratan var, işte O sizi yaratandır. (ELMALILI, 6/260)
‘Ortak (koştuk)larınız içinde, bunlardan birini yapan var mıdır?’ Yâni yüce Allah, ortak olduklarını ileri sürdüğünüz mâbudlarınızdan, yâni yaratmak, rızık vermek, hayat vermek, öldürmek fiillerinden ‘birini yapan var mıdır?’ onlar âciz olduklarından böyle bir meydan okumaya cevap verememektedirler. Şânı yüce Allah, böyle bir şeyin mümkün olmadığını da ifâde etmek üzere şöyle buyurmuştur: ‘O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.’ (S. HAVVÂ, 11/215, 216)
30/41-46 YÖNÜNÜ O GERÇEK DİNE ÇEVİR
41. İnsanların bizzat kendilerinin kazandıkları (günahlarvecehâletleri) yüzünden, karada ve denizde fesat (maddîmânevîbozulmalar, âfetvefelâketler) çıktı. Bu ise yaptıklarının bir kısmını(ncezâsınıAllâh’ındünyâda) onlara tattırması içindir. Olur ki onlar, (busâyedekötühâllerinden) dönerler.
42. (Ey Rasûlüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu (Allâh’a) ortak koşanlardan idi.”
43. (Ey Rasûlüm!) Geri çevrilmesi asla mümkün olmayan (ecel), Allah tarafından, bir gün erişmeden önce, yüzünü dosdoğru dîne (İslâm’a) yönelt. O gün (kıyâmetteinsanlar, cennetvecehennemegitmeküzere) bölük bölük ayrılırlar.
44, 45. Kim küfre saparsa, küfrü/inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih amel işlerse, kendileri için (cennettekiyerlerine) hazırlanmış olurlar. 45. Çünkü (Allah), îman edip sâlih ameller işleyenleri lütf-u keremi ile mükâfatlandırır. Elbette O, inkâr edenleri sevmez.
46. Allâh’ın (kudretinin) delillerinden biri de rüzgârları (yağmurun) müjdecisi olarak göndermesidir ki size rahmeti (ilenîmeti)nden tattırsın, gemiler emriyle ak(ıpgit)sin, siz de O’nun lütfundan (rızık) arayasınız ve (verdiklerine) şükredesiniz.
41-46. (41).‘İnsanların bizzat kendilerinin kazandıkları (günahlarvecehâletleri) yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Bu ise yaptıklarının bir kısmını(ncezâsınıAllâh’ındünyâda) onlara tattırması içindir. Olur ki onlar, (busayedekötühâllerinden) dönerler.’ Yâni şirk, ahlâksızlık, çeşitli nefsî hareketler, beşerî ihtiraslar, zimmete geçirme, ihtikâr, kaçakçılık ve benzerleri. [bk. 7/56] Diğer taraftan insanlar câhilliğinin ve egoistliğinin bir sevki olarak kimyasal maddelerin kullanımı, zehirli atıklar ve ormanların tahribi gibi şeylerle ozon tabakasının delinmesi, atmosferin ısınması, hava, su ve toprağın kirlenmesi gibi şeyler… (H. T. FEYİZLİ, 1/407)
Kur’ân bütün çağları ve milletleri muhâtap edinerek indirilmiştir. O hâlde her çağa ışık tutacak, yön verecek ve yönlendirecek kudreti ve mükemmelliği kendinde taşımaktadır. Yukarıdaki âyeti bu açıdan ele alıp yorumladığımız takdirde karşımıza şu tablo çıkar: (a) Milletlerin kendi haklarına râzı olmayıp sınırlarını genişletmek, başkalarını sömürmek için karada ve denizde çıkardıkları kanlı savaşlar, (b) Deniz sâhili ülkelerde hayat ve besin kaynağı olan denizi kirletip, istifâde edilmez duruma getirmek; karada ise havayı kirletmek, ormanları kesip veya yakıp yok etmek; yeşil alanları, zirâate elverişli toprakları yağma edip, üzerinde çeşitli tesisler kurmak ve beton yığını hâline getirmek, (c) Kara ve denizde bilgisizce avlanıp, insanların yarar ve mutluluğu için yaratılan hayvanların neslini tüketmek veya iyice azaltmak, sözü edilen tabloda yer alan elim olaylardan birkaçıdır. (Celal YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 7/540)
Yeryüzündeki ve uzaydaki olumsuz gelişmeler ile bu âyetteki uyarı arasındaki bağ kurulurken (..) Kur’ân’ın teknolojiye ve maddi ilerlemete karşı olduğu tarzında aşırı bir yoruma kayılması, âyeti amacı ve anlam çerçevesi dışına çıkarmak olur. Yine doğal çevredeki her türlü bozulmayı özellikle günah kavramından hareketle gerekçelendirmek doğru olmaz. Âyette ‘insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden’ buyurulduğu dikkate alınarak insanların herşeyi yerli yerince yapmamaları tarzında genel bir gerekçe üzerinde durulması uygun olur. (KUR’AN YOLU, 4/324, 325)
Yâni günahlar sebebiyle ekinlerde, meyvelerde eksiklik baş gösterdi, denilmektedir. Ebû‘l Âliye dedi ki: Yeryüzünde Allâh’a isyan eden bir kimse, yeryüzünde fesat çıkartmış, demektir. Çünkü yeryüzünün salâhı, itaat ile olur. Bu bakımdan Ebû Dâvud tarafından rivâyet edilen hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ‘Yeryüzünde uygulanan Allâh’ın öngördüğü bir cezâ (had) yeryüzü hâlkı için kırk gün süre ile yağmur yağdırılmasından daha hayırlıdır.‘ Bunun sebebi ise şudur: Allâh’ın cezâları uygulandığı takdirde, insanlar veya onların çoğu veya insanların büyük bir kısmı, haramları işlemekten vaz geçer. Günahların terkedilmesi ise, gökyüzünden de yeryüzünden de bereketlerin elde edilmesinin sebebini oluşturur.. (S. HAVVÂ, 11/221)
Böylece bu âyet-i kerîmeden yeryüzünde başgösteren her bir fesâdın sebebinin, Allâh’ın emrinden sapmak olduğunu anlamaktayız. Bunun sebebi ise şirk ve küfürdür. Fesâdın ise, şânı yüce Allâh’ın insanın gidişindeki ve şirk koşmaktaki hatâsını anlaması için, Allâh’ın belirlediği bir azap olduğunu da öğrenmekteyiz. Dünyâmızı, dünyâmızdaki musîbetleri anlayan bir kimse, insanların İslâm’a olan ihtiyâcını da anlar. (S. HAVVÂ, 11/216, 217)
‘Belki de (tuttukları kötü yoldan) yâni üzerinde bulundukları şirk, günah, gaflet, şehvetlerin peşine düşme ve vakitleri zâyi etmekten tevhid, taat, Hakk’ı talep ve O’na kulluktan gayret, şeriatı ululama ile kaçırdıklarına üzülmeye ‘dönerler.’ (İ. H. BURSEVİ, 15/113)
(42).‘(Ey Rasûlüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bir bakın.’ Karada ve denizde fesat çıkaran, sorumsuzca davranıp ilâhi düzeni tahribe çalışan ve üstelik aşırı nankörlük içinde Cenâb-ı Hakk’a karşı gelen milletlerin eninde sonunda yıkılıp yok edildikleri ilâhi sünnet gereğidir. Gezip onların kalıntılarını görmek, yıkılan medeniyetlerini incelemek ve yıkılış sebeplerini bulup tespit etmek emredilirken, târihin bir gün yine tekerrür edeceği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. Sonra da araştırıcılara bu konuda ipucu verilerek şöyle buyuruluyor: ‘Onların çoğu Allâh’a eş – ortak koşarlardı.’ (Celal YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 7/541)
‘Onların pek çoğu müşrikti.’ Şirk koşmakla Allâh’ın hikmetine karşıhükümkoymayakalkışmakla, Allah’tan kurtulmanın çâresini bulamadılar. Sonunda ister istemez Allâh’ın hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler. (ELMALILI, 6/263)
(45).‘Çünkü (Allah), îman edip sâlih ameller işleyenleri lütf-u keremi ile mükâfatlandırır. Elbette O, inkâr edenleri sevmez.’ Bununla birlikte O, aslâ zulmetmeyen âdildir. İşte bu, şânı yüce Allâh’ın Kıyâmet gününün varoluş hikmetini de göstermektedir. Bu da, birinci derecede amel işleyen müminlerin amellerinin karşılığını vermektedir. Allâh’ım, bu şekilde mükâfatlandırılacak müminlerden kıl bizi! (Âmîn, S. HAVVÂ, 11/217)
‘Şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.’ Allâh’ın mümin kullarını çok seven, güzel amelleri sebebiyle onlardan râzı olan, onlara ihsan eden, onları öven anlamındadır. Allâh’ın bir kulunu sevmemesi, onun inanç, eylem ve davranışlarından râzı olmaması anlamına gelir. Allâh’ın sevmediğini bildirdiği söz, eylem ve davranışlar haramdır. (İ. KARAGÖZ 5/634)
(46).‘Allâh’ın (kudretinin) delillerinden biri de rüzgârları (yağmurun) müjdecisi olarak göndermesidir ki size rahmeti (ilenîmeti)nden tattırsın, gemiler emriyle ak(ıpgit)sin, siz de O’nun lütfundan (rızık) arayasınız ve (verdiklerine) şükredesiniz.’ Bu da yağmurun yağdırılması, buna bağlı olarak mahsullerdeki verimlilik ve rüzgârların esmesi ile birlikte gelen huzur, yerin temizlenmesi ve buna benzer hususlardır. ‘emri ile’ Yâni O’nun tedbir ve tekvîni ile rüzgârların esmesi esnâsında denizde gemilerin yüzmesi ve lütfundan denizde ticâret ve bir yerden bir yere yolculuk yapmak sûretiyle rızık istemenizdir; belki şükredersiniz.’ Yâni bütün bu hususlarda Allâh’ın nîmetine şükredesiniz diye, böyle yaptık. (S. HAVVÂ, 11/219)
Müjdeci rüzgârları göndermesi ki, o rüzgârlar bize, rahmet, bereket müjdesi getirir. O rüzgâr ile hava serinler, pis kokuları uzaklaşır, yağmurun haberi ile birlikte tabiattaki ağaçlar, otlar, çiçekler yeşerir. O yeşillik ve güzellik de kendi hâl ve lisânıyla O’na işâret eder.
Nasıl ki, insan birisinden gördüğü küçük bir iyilik, yardım ve güler yüz için dönüp dönüp teşekkür ediyorsa, işte bir damla suyu yaratmaya bile gücü yetmeyen insanın elbette Rabbine şükretmesi gerekir. (Mahmut TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 7/546)
30/47-53 ALLÂH’IN RAHMETİNİN ESERLERİNE BİR BAK
47. (Rasûlüm!) Andolsun ki biz, senden önce de birçok peygamberi kavimlerine gönderdik ve onlara açık deliller getirdiler. Biz de, o (inanmayıp) suç işleyenlerden intikam aldık. (Çünkü) mü’minlere yardım etmek üzerimize bir hak olmuştur. [bk. 10/103]
48. Rüzgârları gönderen Allah’tır. Onlar, (yağmuryüklü) bir bulutu kaldırıp yürütür. Derken (Allah) gökte onu dilediği gibi yayar, parça parça eder. Sonuçta onun arasından yağmur tânelerinin çıktığını görürsün. Artık onu dilediği kullarına ulaştırınca, derhâl onları bir sevinç alır.
49. Hâlbuki insanlar, daha önce o (yağmur), kendilerine indirilmezden evvel ümitlerini kesmişlerdi.
50. (Ey Peygamberim!) İşte şimdi bak, Allâh’ın rahmetinin eserlerine! Yeri, ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O, ölüleri de diriltecektir. O herşeye kâdirdir.
51. Andolsun ki sıcak, kavurucu bir rüzgâr göndersek de o (ekinleri)ni sararmış görseler, ondan sonra kesinlikle (Allâh’akarşı) nankörlük etmeye başlarlar.
52. (EyRasûlüm!) Sen, (kalpleri) ölülere (söz) dinletemezsin. Hele arkalarını dönüp giden sağırlara (hiç) duyuramazsın.
53. (Ey Peygamberim!) Sen (kalpgözleri) körleri de, sapıklıklarından (ayırıp) doğru yola iletici değilsin. Sen, âyetlerimizi ancak îman edecek olanlara duyurabilirsin. Onlar da müslüman olur (selâmeteerer)ler.
47-53. (47).‘(Rasûlüm!) Andolsun ki biz, senden önce de birçok peygamberi kavimlerine gönderdik ve onlara açık deliller getirdiler. Biz de, o (inanmayıp) suç işleyenlerden intikam aldık.’ Allâh’ın onlardan intikam alması, dünyâ hayatında onları helâk etmesiyle gerçekleşmiştir. (S. HAVVÂ, 11/220)
‘(Çünkü) mü’minlere yardım etmek üzerimize bir hak olmuştur.’ Yâni bu, yüce Allâh’ın kerem ve lütfu ile kendi kendisine vâcip kıldığı bir haktır. İfâdelerin akışından şânı yüce Allâh’ın rasullerine yardımının düşmanlarını helâk etmeksûretiylede, intikam almak sûretiyle de gerçekleşebileceğini öğrenmekteyiz. (S. HAVVÂ, 11/220)
(48).‘Rüzgârları gönderen Allâh’tır. Onlar, (yağmuryüklü) bir bulutu kaldırıp yürütür. Derken (Allah) gökte onu dilediği gibi yayar, parça parça eder. Sonuçta onun arasından yağmur tânelerinin çıktığını görürsün. Artık onu dilediği kullarına ulaştırınca, derhâl onları bir sevinç alır.’ Evreni yaratması, sistemleştirmesi ve yönetmesindeki yasa doğrultusunda ‘Allah rüzgârları gönderir.’ Onlar yerdeki su kütlesinden yükselen su buhârı yüklü ‘bulutları yürütürler.’ Ardından Allah, ‘Onları gökte dilediği gibi yayar.’ Ve ‘kısım kısım yığar.’ Biraraya gelmeleri, yoğunlaşmaları, üst üste yığılmaları veya birbiriyle çarpışmadan veyâhut tabakalar, parçalar arasında elektrik kıvılcımı akışını sağlar. Şimşek olayının ardından bulutun ‘Aralarından yağmurun çıktığını görürsün.’ Âyette geçen ‘vedga’ sözü bulutun arasından inen yağmur anlamındadır. ‘Onu kullarından dilediğine verince sevinirler.’ Bu müjdeleme olayı, yağmurun yağışını doğrudan yaşayanların algıladığı gibi algılanamamaktadır. Araplar, hayatları gökten inen yağmura bağlı olduğu için, bu işâreti en iyi kavrayan insanlardı. (S. KUTUB, 8/209)
Kur’ân yukarıdaki âyetle rüzgârların bulutları nasıl sürükleyip üst üste yığdığını ve nasıl yayıp belli bölgelere sevk ettiğini konu ediniyor. Bununla havadaki nemliliğin yağmur hâline gelmesine, aynı zamanda nemli rüzgârların dağlar boyunca yükselirken soğuk hava ile temas kurmasına; alçak basınç alanında yükselen havanın yükseldikçe soğumasına ve havanın sıcak bölgelerden soğuk bölgelere sürüklenmesine yol açan fiziksel olaylara dikkatleri çekiyor. Kurulan düzenin işleyiş tarzında ilâhi plân ve programın nasıl kusursuz uygulandığını incelememizi ilham ediyor. (Celal YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 7/550)
Önceki 47’nci âyette peygamberlikten bahsedilip, hemen arkasından yağmurun sözkonusu edilmesinde, ikisi arasındaki ortak noktaya gizli bir işâret vardır. Yağmurun gelişi nasıl insanın maddi dünyâsı için bir lütuf ve rahmet ise, peygamberin gelişi de insanın rûhi dünyâsı için bir rahmettir. Kuru toprak nasıl yağmurun yağmasıyla uyanıp yeşermeye ve bitkileri yetiştirmeye başlarsa, rûhi ve ahlâki yönden harap olan insan hayâtı da vahyin gelişiyle uyanır ve ahlâki mükemmellikler ve faziletlerle yeşermeye başlar. (Ö. ÇELİK, 4/33)
(49).‘Hâlbuki onlar, daha önce o (yağmur), kendilerine indirilmezden evvel ümitlerini kesmişlerdi.’ Âyet-i kerîmenin bu bölümünde ‘min kablihi’ ile ‘min kabli’ buyruklarının tekrarlanması pekiştirme içindir. Bu pekiştirme ise onların uzun zamandan beri yağmur almadıklarını, bubakımdandaartık yağmur yağacağından oldukça ümit kestiklerini ifâde etmektedir. Dolayısıyla yağmurun yağmasına sevinmeleri, yağmayacağından yana ümitlerini kestikleri oranda büyüktür. (S. HAVVÂ, 11/224)
(50).‘(Ey Peygamberim!) İşte şimdi bak, Allâh’ın rahmetinin eserlerine! Yeri, ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O, ölüleri de diriltecektir. O herşeye kâdirdir.’ Bu hitap, Hz. Peygamber (s)’e yöneltilmiş olsa da, onunla, mükelleflerin hepsi kastedilmiştir. ‘Allâh’ın rahmeti’nden maksat, yağmurdur. Çünkü Allah, yağmuru mahlûkâtına rahmeti dolayısıyla indirmiştir. Yâni yağmurun eserleri olan bitkilere, ağaçlara, türlü meyvelere ve çiçeklere bakın. (İ. H. BURSEVİ, 15/129)
Mekkeli müşrikler, âhireti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı (50/2-3). Âyette müşriklere ve onların konumunda olanlara kurumasından sonra bitkileri yeniden canlandırmaya gücü yeten Allâh’ın, ölümünden sonra da (insanları diriltmeye) gücünün yeteceği ve mutlaka kıyâmet kopunca ölüleri dirilteceği bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/639)
(51).‘Andolsun ki sıcak, kavurucu bir rüzgâr göndersek de o (ekinleri)ni sararmış görseler, ondan sonra kesinlikle (Allâh’akarşı) nankörlük etmeye başlarlar.’ (Hâlbuki) Onlara Allâh’a ve lütfuna tevekkül etmek düşerken, onlar ümitsizliğe düştüler. Nîmeti dolayısıyla şükredip hamdetmek gerekirken, şımardılar. Belâlarına sabretmeleri gerekirken, nankörlük ettiler. (S. HAVVÂ, 11/224)
Allâh’ın hükmüne teslim olup, belâyı kaldırması için boyun eğerek O’na yönelecekleri yerde, kızgınlık ve umutsuzluğa kapılarak nankörlük ederler. Bu, Allâh’ın takdîrine inanmayan, basîretle Allâh’ın tedbirindeki hikmetine yönelmeyen ve tümüyle bu evreni düzenleyen, birbiri ile bağlantılı parçalardan oluşan varlığın kapsamlı düzeni çerçevesinde her olay ve pozisyonu takdir eden, olayların arkasındaki Allâh’ın kudretini göremeyenlerin durumudur. (S. KUTUB, 8/210)
(52).‘(EyRasûlüm!) Sen, (kalpleri) ölülere (söz) dinletemezsin. Hele arkalarını dönüp giden sağırlara (hiç) duyuramazsın.’ İnsandan istenen, varlıkta şükür, yoklukta sabırdır. Hâlbuki sözü edilen inkârcı ve nankör kimselerde iki güzel özellik de yoktur. Çünkü bunların kalpleri mânen ölü, kulakları mânen sağır, gözleri mânen kördür. (bk. Neml, 27/81-82, Ö. ÇELİK, 4/34)
‘Sağırlar’: Herşeyi duydukları hâlde, hiçbir şeyi anlamayacak şekilde kalplerine ve zihinlerine kilit vuran kimseler. Hakkı tebliğ eden mesajın, kulaklarına girmesine bile engel olan ve tebliğ eden kişilerden sakınıp kaçan bu tür insanlara hiç kimse ne bir şey işittirebilir, ne de bir şey anlatabilir. (MEVDÛDİ, 4/279)
(53).‘Sen (kalpgözleri) körleri de, sapıklıklarından (ayırıp) doğru yola iletici değilsin.’ Yâni müşrikleri îmâna, hidâyete gücü yeten değilsin. Çünkü onlar ölülerdir. Ölü ise hiçbir şeyi duyamadığı gibi, hiçbir şeyi de göremez. (İ. H. BURSEVİ, 15/136)
‘Sen, âyetlerimizi ancak îman edecek olanlara duyurabilirsin. Onlar da müslüman olur (selâmeteerer)ler.’ Boyun eğenler, itaat edenler, çağrıyı kabul edenler ve bağlı kalan kimselerdir. Hakkı işitip, hakka uyacaklar işte bunlardır. Bu da müminlerin hâlini ifâde eder. Daha önceki misâl ise kâfirler hakkındadır. (S. HAVVÂ, 11/225)
30/54-60 ALLÂH’IN VAADİ GERÇEKTİR
54. Sizi, zayıf (meni/sperma)dan yaratan, sonra diğer zayıflığın (cenin ve çocukluğun) ardından size kuvvet (geçimlik) veren (geliştiren), sonra kuvvetin ardından (yeniden) size bir güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah’tır. (O) dilediğini yaratır ve O, hakkıyla bilendir, kâdir-i mutlaktır. [Erzel–iömriçinbk. 16/70]
55. Kıyâmet koptuğu gün, kâfirler, (dünyâdavekabirde) bir saatten başka kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, tıpkı bunun gibi (dünyâdadayalansöylüyorlar, haktan) dönüyorlardı. [bk. 20/103; 23/ 113; 79/46]
56. Kendilerine ilim ve îman nasip edilenler de: “Andolsun ki siz, Allâh’ın kitabındaki (yazılıptakdiredilen) yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyor (veinanmıyor)dunuz.” derler.
57. Artık kıyâmet günü, zulmedenlere mâzeretleri fayda vermeyecek ve onlardan tevbe edip hoşnutluk dilemeleri kabul edilmeyecektir.
58. Gerçekten biz, bu Kur’ân’da, insanlara her çeşit örnekler verdik. Andolsun ki (Rasûlüm!) Eğer onlara bir mucize getirsen, o küfre sapanlar yine kesinlikle: “Siz ancak boş/saçma şeyler ortaya atıyorsunuz.” derler. [bk. 6/111; 10/96-97; 15/14-15]
59. İşte Allah, (kendisinivehakikatleri) bilmeyenlerin (inkârda ısrar edenlerin) kalplerini böyle mühürler.
60. (Rasûlüm!) Sabret. Şüphesiz Allâh’ın vaadi gerçektir. İnanmayanlar seni hafifliğe ve gevşekliğe sevk etmesin.
54-60. (54).‘Sizi, zayıfdan yaratan, sonra diğer zayıflığın ardından size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardından size bir güçsüzlük ve ihtiyarlık veren Allah’tır. (O) dilediğini yaratır ve O, hakkıyla bilendir, kâdir-i mutlaktır.’ Cenâb–ıHakinsanıönce güçsüz ve zayıf olarak yaratır. Bu bebeklik ve çocukluk dönemidir. İnsan bu dönemde kendi zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılamayacak kadar zayıftır. Eğer ana babasının yardımı ve koruması olmasa hayatta kalabilmesi güçtür. Sonra gençlik ve olgunluk dönemi gelir. Bu, insanın güçlü ve kuvvetli olduğu, kendi işini kendinin görebildiği, hatta başkalarına da yardım edebildiği dönemdir. Sonra tekrar zayıflığın ârız olduğu, insanın kuvvetten kesildiği ve saçının başının ağardığı ihtiyarlık dönemi gelir. (bk. Yâsîn, 36/68, Ö. ÇELİK, 4/34)
Nesefi der ki: Durumların bu şekilde değiştirilmesi, herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten yaratıcının varlığına en açık bir delildir. (S. HAVVÂ, 11/230)
(55).‘Kıyâmet koptuğu gün, kâfirler, (dünyâdavekabirde) bir saatten başka kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, tıpkı bunun gibi (haktan) dönüyorlardı.’ Burada yüce Allah, kâfirlerin dünyâda da, âhirette de bilgisizliklerini bize haber vermektedir. Onlardünyâdaputatapmakgibi yapacaklarını yaptılar; âhirette de aynı şekilde büyük bir bilgisizlik sergileyeceklerdir. Bu bilgisizliklerinden bir tânesi de Allah adına yemin ederek, dünyâ hayâtında sâdece bir saat (bir anlık kısa bir süre) kaldıklarına dâir yemin etmeleridir. Onların bu yeminden kasıtları ise, kendilerine karşı bir delilin ortaya konulmadığını ve mâzeret ileri sürebilecek kadar kendilerine mühlet tanınmadığını ileri sürmektir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/230, 231)
(56).‘Kendilerine ilim ve îman nasip edilenler de:’ Nesefi der ki: Bunlar, peygamberler, melekler ve müminlerdir. (S. HAVVÂ, 11/231) “Andolsun ki siz, Allâh’ın kitabındaki (yazılıptakdiredilen)’ YâniLevh–iMahfuz’datespitedilmişbulunanAllâh’ın ilmindeki veya Allâh’ın hüküm ve kazâsındaki ‘yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyor (veinanmıyor)dunuz.” derler.’ Sizin ileri sürdüğünüz gibi kısa bir süre kalmadınız. Böylelikle bilgi ve îman sâhibi olan kimseler, onların söylediklerini ve yemin ettikleri şeyi reddetmiş ve onlara gerçekleri göstermiş olacaklardır. (S. HAVVÂ, 11/231)
‘Kendilerine bilgi ve îman verilenler’ buyruğundan şunu anlıyoruz: Bilgi de kaçınılmazdır, îman da kaçınılmazdır. Îmansız bir bilginin hiçbir değeri yoktur; aksine küfür söz konusu olur. İlimsiz bir îman da nefsi doğrudan doğruya sapıklığa mâruz bırakmaktır. Dolayısıyla insanları eğitmekle uğraşan kimselerin bu noktaya dikkat etmeleri ve bir öğrenciyi bu alanda da, öteki alanda da adım adım ilerletmeleri gerekmektedir. (S. HAVVÂ, 11/236)
(57).‘Artık kıyâmet günü, zulmedenlere mâzeretleri fayda vermeyecek ve onlardan tevbe edip hoşnutluk dilemeleri kabul edilmeyecektir.’ Dünyâ teklif, kulluk, ibâdet ve çalışma yeridir. Âhiret ise, hesap, cezâ ve mükâfat dönemidir ve sonsuz hayâtın değişmeyen yurdudur. Ayrıca dünyâ hayâtı işlenilen kusur ve günahlardan dolayı tevbe, pişmanlık, özür beyan edip Hakk’a yönelme ve mânevi kirlerden arınma dönemi, âhiret ise, amellerin niyetlere göre ürününü devşirme zamânıdır. Her kişi dünyâ denilen tarlaya hangi tohumları serpmişse, onların yeşeren ürününü biçer. Artık atılan tohumların hilâfına bir ürün beklemek söz konusu değildir. (Celal YILDIRIM’dan YASDIMAN, 7/561)
(58).‘Gerçekten biz, bu Kur’ân’da, insanlara her çeşit temsiller / örnekler verdik. Andolsun ki (Rasûlüm!) Eğer onlara bir âyet getirsen, o küfre sapanlar yine kesinlikle: “Siz ancak boş / saçma şeyler ortaya atıyorsunuz.” derler.’ Yâni bu kâfirler – ister onları tehditleri sonucu, ister başka bir sebepten dolayı – bir âyet, bir mûcize, bir belge, bir delil görmüş olsalar, ona îman etmezler ve buna bir büyü ve bâtıl olduğunu iddiâ ederler. (S. HAVVÂ, 11/233)
Yâni biz onlara oldukça dikkat çekici olayları tıpkı bir örnekmiş gibi anlatıp niteledik ve Kıyâmet günü öldükten sonra diriltileceklerin niteliklerini, başlarından geçecek olayları, kendilerinin söyleyecekleri sözleri, kendilerine söylenecekleri, özürlerinin fayda sağlamayacağı, Rablerinin râzı etmek şeklindeki isteklerine kulak verilmeyeceği gibi bütün olayları onlara anlattık. Fakat bunlar kalplerinin katılıkları dolayısıyla Kur’ân’ın âyetlerinden herhangi bir âyeti onlara getirecek olursan: ‘Sen bize bir bâtıl ve doğru olmayan yalan şeyler getirdin’, derler. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 11/233)
Bunun sihirbazlık ve bâtıl olduğuna inanırlar. ‘Ey Peygamber ve ey müminler! Siz bâtılı ortaya koyan ve buna uyan, hükümsüz bir topluluksunuz’ derler… ‘Kendileri üzerine Rablerinin hükmü gerçek olan kimseler acıklı bir azap görmedikçe hangi mûcize gelirse gelsin onlar îman etmezler.’ (Yûnus, 10/96-97; Vehbe ZUHEYLİ’den, N. YASDIMAN, 7/562)
(59).‘İşte Allah, (kendisinivehakikatleri) bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler.’ Şânı yüce Allah, sapıklığı seçeceklerini bildiği câhillerin kalplerine bu şekilde mühür basar. O kadar ki onlar, eşyaya tam zıtlarının adını verirler. Haklı kimseye haksız, bâtıl iddiâda bulunan zâlim kimseye âdil, âdile zâlim derler. Onlar Allâh’ın yaratıkları arasında cehâletleri ve bâtılları en köklü kimselerdir. (S. HAVVÂ, 11/233)
59’ncu âyette, ‘ilimden nasîbi olmayanlar’ diye sözü edilenlerden maksadin zihniyet açısından câhil, gözünün önündeki gerçekleri ve delilleri görmezden gelme inadını sürdüren kimseler olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumdaki kimselerin kalpleri mühürlenmiştir; yâni hakikatlere kulak vermemekte direnmeleri ve irâdelerini kötü yolda kullanmaları sebebiyle ilâhi yardımdan mahrum edilmişler, kendi bağnazlıklarıyla başbaşa bırakılmışlardır. (Zemahşeri’ den KUR’AN YOLU, 4/328, 329)
(60).‘(Rasûlüm!) Sabret.’ Yâni onların muhâlefetlerine, inatlarına, eziyet ve işkencelerine, düşmanlıklarına katlan. (S. HAVVÂ, 11/234) ‘Şüphesiz Allâh’ın vaadi gerçektir. İnanmayanlar seni (sabırda) hafifliğe (gevşekliğe) sevk etmesinler.’ Onun düşmanlarına karşı sana yardımcı olacağı, İslâm Dînini bütün dinlerden üstün tutacağı, güzel âkıbeti dünyâda da, âhirette de sana ve sana uyanlara belirlediği şeklindeki vaadi haktır. Mutlaka bu vaadini yerine getirecektir. Onu aynen gerçekleştirecektir. (S. HAVVÂ, 11/234)
(Bu) âyette Hz. Peygambere ve onun şahsında müminlere baskılardan etkilenip dîni yaşama, anlatma ve insanları İslâm’a dâvet etme konusunda gevşeklik göstermeleri yasaklanmaktadır. (İ. KARAGÖZ 5/651)
‘.. sabret’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Âyette neye sabredilmesi gerektiği bildirilmemiştir. Âfet ve musîbetlere, yapılan eziyet ve zulümlere, sıkıntı ve hastalıklara, îmanda sebâta, ibâdetlerin zorluklarına, haramlardan sakınmaya sabredil(melid)ir. ‘Sabret’ emri, bütün sabır çeşitlerini kapsar. (İ. KARAGÖZ 5/650)
Şu âhirete inanmayan kimseler, sakın Allâh’ın yardımının, zaferinin çabucak gelmesini istemeye itmesinler. Yâhut onların söyledikleri ve yaptıkları dolayısıyla sabırsızlık göstererek tedirginlik gösterme ve aceleciliğe kalkışma! Onlar sapıktırlar. Şüphe içerisindedirler. (S. HAVVÂ, 11/234)
Bu âyetlerin Hz. Peygamberin Medîne’ye hicret için fikri hazırlık yaptığı sıralarda indiği dikkate alınarak burada, şartlar yeterince olgunlaşmadan hareket edilmemesi yönünde bir uyarının bulunduğu da düşünülebilir. (DERVEZE’den, KUR’AN YOLU, 4/329)