38. Sâd Sûresi
Mekke döneminde inmiştir.88 âyettir. Başında geçen “sâd” harfinden dolayı bu adı almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/452)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
38/1-14 ÖĞÜT VEREN KUR’ÂN’A YEMİN EDERİM Kİ
1, 2. Sâd. O şanlı şerefli (veöğütdolu) Kur’ân’a Andolsun ki, 2. Doğrusu o inkâr edenler, bir büyüklenme ve ayrılık (düşmanlık) içindedirler.
3. Biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik de (nasıl) feryat ettiler. Hâlbuki artık kaçıp kurtulma zamanı değildi.
4. (Müşrikler) kendilerine, içlerinden bir uyarıcı (peygamber) geldiğine şaşıp kaldılar. O kâfirler dedi(ler) ki: “Bu yalancı bir sihirbazdır.”
5. “O ilâhları bir tek ilâh mı yapmış? Doğrusu bu cidden şaşılacak bir şeydir.”
6. Onlardan ileri gelenler (toplantıda): “Haydi (birleşip) yürüyün ve ilâhlarınız için (bağlılıkta) direnin! Çünkü sizden istenen (veyapılacak) şey budur.” diyerek kalkıp gitmiş(ler)di.
7. “Biz bu (tevhidinancı)nı, son dinde işitmedik, bu bir uydurmadan başka bir şey değildir.”
8. “O Kur’ân, artık (kimsekalmadıda) aramızdan Muhammed’e mi indirildi?” (dediler.) Hayır! Onlar, benim vahyimden şüphededirler. Doğrusu onlar, benim azâbımı henüz tatmadılar.
9. (Ey Peygamberim!) Yoksa yanlarında, mutlak gâlip, (dilediğine) çokça lütufta bulunan Rabbinin rahmet hazîneleri mi var?
10. Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin hükümranlığı (mülkveidâresi) onların mı? Böyle ise sebeplere yapışarak (kendiimkânlarıylagöklere) yükselsinler.
11. (Ey Peygamberim!) Müşrikler, birtakım döküntü bölüklerden ibâret, burada bozguna uğratılacak basit bir ordudur.
12, 13. Mekkeli müşriklerden önce Nuh kavmi, Âd (kavmi), ordu ve saltanat sâhibi Firavun da (peygamberleri) yalanlamıştı. [krş. 89/10 ] 13. Semûd (kavmi), Lût kavmi ve (Şuayb’ınkavmiolan) Eyke hâlkı da (yalanladı). İşte bunlar, o (şirk ve inkârda birleşmiş) gruplardır.
14. (Bu topluluklardan) hepsi peygamberleri yalanladı. Azâbım da (onlara) hak oldu.
1-14. (1).‘Sâd’ Sûrenin başında bulunan mukattaa harfidir. Mânâsı belli değildir. İhtimal ki, peşi sıra gelen âyetlerin anlam ve önemine dikkat çeker. (Ö. ÇELİK, 4/272)
‘Öğüt veren Kur’ân’a yemin ederim ki’ Âyetin başındaki ‘vav’ yemin içindir. ‘Zikir’ ise şan, şeref, uyarma ve öğüt, dini hususlarda ihtiyaç duyulan yasalar, hükümler ve bunların dışında kalan peygamber kıssaları, geçmiş milletlerle ilgili haberler, vaadler, tehditler vb. hususları zikretme ve anlatma anlamındadır. (İ. H. BURSEVİ, 17/10)
(..) Sen, peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaad ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır. (ELMALILI, 6/461)
(2).‘Doğrusu o inkâr edenler, bir büyüklenme ve ayrılık (düşmanlık) içindedirler.’ Kendilerini bir gurur, bir ihtilâf sarmış, kibirlerinden dolayı hakkı kabul etmiyorlar. Çeşitli maksatlarla türlü mâbudlar peşinde boğuşuyorlar. (ELMALILI, 6/461)
Kâfirlerin inkâr etmeleri, bu dînin bir eksikliği olduğundan veya Rasûlullah’ın Kur’ân’ı anlatışındaki yetersizlikten dolayı değildir. Asıl neden, onların içinde bulundukları câhilce kibir ve inatlarıdır. Buna bizzat Kur’ân da şehâdet etmektedir. Çünkü Kur’ân’ı önyargısız okuyan kimse, onda hiçbir çelişkinin olmadığı gerçeğini açıkça teslim edecektir. (MEVDÛDİ, 5/55)
Nitekim Bakara sûresinde de (2/206) aynı tutum, ‘Ona ‘Allah’tan kork’ dense, gurûru kendisini günaha sürükler’ şeklinde dile getirilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/566)
(3).‘Biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik de (nasıl) feryat ettiler.’ Yâni helâki gördükleri zaman tevbe edip, aman Yâ Rabbi diye bağrıştılar, feryat ettiler. ‘Fakat o zaman yâhut o çağrışma, kurtulacak zaman değildi.’ Kaçma ihtimâli kalmamıştı. (ELMALILI, 6/461)
‘.. feryat ettiler’ Feryat etmeleri, ilâhi azap, âfet ve musibetlere mâruz kalmaları sebebiyledir. Âfetin geldiği anda feryâdın bir faydası olmaz. Bu husûsu yüce Allah ‘Zaman kurtuluş zamânı değildi’ cümlesi ile ifâde etmektedir. Son nefeste îman ve tevbe de kabul olmaz (4/18). Yüce Allah, boğulmak üzere iken tevbe ve îman eden Firavun’un da tevbe ve îmânını kabul etmediğini bildirmiştir. (10/90, 91; İ. KARAGÖZ 6/385)
(4).‘(Müşrikler) kendilerine, içlerinden bir uyarıcı (peygamber) geldiğine şaşıp kaldılar.’ (…) Müşrikler, kendi aralarından, yâni kendileri gibi beşeri özellikler taşıyan birinin peygamber olmasını şaşkınlıkla karşılayıp, onu büyücü ve yalancı olmakla suçladılar. Akıllarınca eğer Allah katından bir elçi, bir uyarıcı gelecekse bu bir beşer değil, melek olmalıydı (bk. En’am 6/8-9) veya hiç değilse bu peygamber, servet ve sosyal statü açısından Araplar’ın en itibarlıları arasından seçilmeliydi. (KUR’AN YOLU, 4/566)
‘O kâfirler dedi(ler) ki: “Bu yalancı bir sihirbazdır.” Şüphe götürmeyen bir gerçektir ki, Kureyş’in ileri gelenleri gerçek anlamda tanıdıkları Abdullâh’ın oğlu Muhammed’e (s) ‘Bu bir sihirbazdır’, ‘Bu bir yalancıdır’ gibi yakıştırmalarda bulunurken, kendileri bir an dahi bu söylediklerinin doğruluğuna inanmamışlardır! Bu gölgeleme, saptırma ve ileri gelenlerin büyük bir ustalıkla kotardıkları aldatma savaşının silâhlarından başka bir şey değildi. Onlar bu savaş ile İslâm inancıyla somutlaşan ve bu ileri gelenlerin kendilerine basamak, dayanak yaptıkları çürük değerleri ve temelsiz makamları – mevkileri sarsan, gerçeğin karşısında kendilerini ve konumlarını korumaya çalışıyorlardı! (S. KUTUB, 8/530)
(5).“Muhammed ilâhları bir tek ilâh mı yapmış? Doğrusu bu cidden şaşılacak bir şeydir.” İbn Kesir der ki: ‘Yâni mâbudun başka hiçbir ilâh olmaksızın tek bir ilâh olduğunu mu ileri sürmektedir? Müşrikler – Allah cezâlarını versin – Allâh’ın ortaksız oluşunu kabul etmeyerek, Allâh’a şirk koşmasının terkedilmesini hayretle karşıladılar. Çünkü putlara tapma alışkanlığını atalarından almışlar ve şirk kalplerine işlemişti. Rasûlullah (sa) onları şirki kalplerinden atmaya ve mutlak ilâhın tekliğini kabul etmeye çağırınca, bunu çok büyük bir iş olarak gördüler ve alabildiğine hayret ettiler.’ (S. HAVVÂ, 12/291)
İniş sebebi: Ebû Tâlib hastalandığı zaman Kureyş’ten bir heyet geldi. İçlerinde Ebû Cehil de vardı. Yanına girdiler. ‘Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımızı kötülüyor, şöyle yapıyor, şöyle şöyle diyor. Ona haber göndersen de bundan vaz geçse’ dediler. Haber gönderdi. Rasûl-i Ekrem (s) geldi, odaya girdi. Ebû Tâlib’in yanında bir kişilik yer vardı, oraya oturmasın diye Ebû Cehil sıçradı, oraya oturdu. Rasûlullah, amcasının yakınında oturacak yer bulamayınca, kapının yanında oturdu. Ebû Tâlib: ‘Ey kardeşimin oğlu! Kavmin yine senden şikâyet ediyorlar, ilâhlarını kötülüyorsun, şöyle şöyle diyorsun, iddiâsında bulunuyorlar’ dedi. Onlar da birçok şeyler söylediler. Rasûlullah (s) söz aldı: ‘Ey amca! Ben onlardan bir söz istiyorum. Öyle bir söz ki o sâyede Araplar onlara boyun eğecek, Acemler de onlara cizye verecek’ dedi. Bunun üzerine sevindiler, ‘Babanın aşkına ondan fazlasını da veririz, nedir o kelime? Dediler. ‘Bir tek kelime’ dedi. ‘Ne o?’ dediler. Efendimiz (s) ‘Lâ ilâhe illallah’ der demez telaşla kalktılar ve elbiselerini çırparak âyetlerde belirtildiği şekilde şaşkınlıklarını ifâde ettiler. (Tirmizi Tefsir 38/1; Ahmed b. Hanbel 1/227, 362’den Ö. ÇELİK, 4/275)
Dolayısıyla müşrikler, Peygamberimiz (s)’e ‘sihirbaz’ ve ‘yalancı’ diyorlar, hele hele onun, toplumsal düzenlerinin, siyâsi ve iktisâdi çıkarlarının, temelini oluşturan ‘putlar’a cephe almasını, hepsini lağvedip bir Allâh’a ibâdet etmesini çok tuhaf karşılıyorlardı. Çünkü putların ve putperestlerin lağvı / yoksayılmasıdemek, zanlarına göre tüm geçim kaynaklarının kuruması, aç ve perişan kalmaları demekti. (Ö. ÇELİK, 4/275)
(6).‘Onlardan elebaşıları’ büyükleri, önderleri, başkanları, komuta noktasında olanları kalkıp yürüdü ve dediler ki: ‘Yürüyün’ dîniniz üzere devam edin: ‘ve ilâhlarınız’a ibâdet ‘üzerinde direnin.’ Muhammed (s)’in sizleri dâvet ettiği tevhidi kabul etmeyin. (S. HAVVÂ, 12/291)
‘Şüphesiz ki bu, istenen bir şeydir.’ Yâni, muhakkak Muhammed (s)’in bizikendisinedâvetettiği tevhid ile o, sizin üzerinizde üstünlük sağlamak, size karşı şeref sâhibi olmak ve sizden ona uyacak kimseler olsun, istiyor. Bizler de onun bu isteğini kabul edecek değiliz.’ Bu açıklamayı İbn Cerir yapmaktadır. (S. HAVVÂ, 12/291)
(7).“Biz bu (tevhidinancı)nı, son din (olan hıristiyanlık)da işitmedik, bu bir uydurmadan başka bir şey değildir.” Bunu, atalarımızın inandığı ve yaşadığı dinde işitmedik. ‘Son din’ ifâdesi her ne kadar İslâm’dan önceki Hristiyanlığı ifâde ediyorsa da, burada sözün makâmına uygun olanı, Kureyşlilerin sâhip olduğu dindir. Çünkü o da, kendisinden önceki din ve mezheplerden sonradır. (İ. H. BURSEVİ, 17/19)
Busırada üçleme Hristiyanlıkta, Uzeyr efsânesi de Yahûdilikte yaygın bir inanç hâline gelmişti. İşte Kureyş’in büyükleri ‘Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik’ derken bu inançlara dikkatleri çekmek istiyorlardı. Yâni Kureyş’in büyükleri Muhammed’in (s) Allâh’ı mutlak anlamda birleme / Tevhid) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir, demek istiyorlardı. (S. KUTUB, 8/532)
Tevhid inancı herşeyin başında gelen, büyük ve önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık, onun temeli üzerinde durmaktadır. Evrendeki herşey, O’nun bir tanığı, bir belgesidir. (S. KUTUB, 8/532)
Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu evrende hükmeden evrensel / doğal yasaların birliği bu yasaları belirleyen, düzenleyen irâdenin de tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede ve ne zaman evrene baksak, bu gerçek ile yasaların birliği ile karşılaşırız. Bu, onlara hükmeden irâdenin birliğini ön plâna çıkaran bir birliktir. (S. KUTUB, 8/532)
Evrenin düzeninde de apaçık gözlemlenen bir bütünlük (birlik) vardır. Nitekim sürekli hareket yasasını açıklarken buna değinmiştik. Sonra bu öyle düzenli / uyumlu bir harekettir ki, bu evrende onun dışında kalan hiçbir şey diğeri ile çekişmiyor. Bütün varlıklarda mevcut olan bu hareket biri, diğerini etkisiz bırakmayacak ve biri diğeri ile çatışmayacak biçimde düzenlenmiş, dengelenmiştir. Bu hareket ile birlikteki dengenin en güzel örneği uzayda dönüp giden gezegenler, yıldızlar, koca koca galaksilerdir; ‘Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler.’ (Yâsin 36/40, S. KUTUB, 8/533)
Bu düzenli – uyumlu hareket bu koca uzayda onu meydana getirenin bu varlıkların hareketlerini, uzaklıklarını ve konumlarını belirleyenin de bir olduğunu, bu tek olan kudretin onların yapılarını ve hareketlerini bildiğine şâhitlik etmektedir. (S. KUTUB, 8/533)
(8).Zemahşeri, 8’nci âyetin ‘İlâhi uyarı içimizden ona mı indirildi şimdi?’ meâlindeki cümlesini açıklarken, müşriklerin bu tâvizsiz inkârcı tutumlarının altındaki psikolojik sebebi şöyle özetler: ‘Aslında onlar, onca itibarlı kişiler, önderler arasından husûsiyle Hz. Muhammed’in peygamberlikle onurlandırılmasını, içlerinden özellikle ona kitap indirilmesini hazmedemiyorlardı. Nitekim bir defâsında da ‘Bu Kur’ân şu iki şehirden büyük bir kişiye indirilseydi ya!’ demişlerdi. (Zuhruf, 43/31) Bu inkâr, peygamberlik şerefinin aralarından kendileri gibi beşeri özellikler taşıyan birine verilmesi karşısında içlerini kaplayan derin kıskançlık duygusunun dışa yansımasıydı. (KUR’AN YOLU, 4/568)
‘Hayır! Onlar kitabım hakkında şüphe içindedirler.’ Yâni, taklîde eğilimli olmaları ve Kur’ân’ın bir hakikat olduğu sonucuna götürecek deliller üzerinde düşünmekten yüz çevirmeleri sebebiyle Kur’ân’dan ve vahiy gerçeğinden kuşkulanırlar. Kesin bir inançları da yoktur. Birtakım vehimler arasında bocalayıp dururlar. Kur’ân’ın bâzen sihir olduğunu söylerken, bâzen de uydurulmuş bir şey olduğunu söylerler. (İ. H. BURSEVİ, 17/21)
‘Doğrusu onlar, benim azâbımı henüz tatmadılar.’ Yâni: Hayır; onlar azap onlara gelip çatmadan Kur’ân’ı tasdik etmeyeceklerdir. Onlar azap geldiğinde tasdik edeceklerdir. (S. HAVVÂ, 12/292)
(9).‘Yoksa yanlarında, mutlak gâlip, (dilediğine) çokça lütufta bulunan Rabbinin rahmet hazîneleri mi var?’ Peygamberlik, Allah Teâlâ’nın, kullarından dilediğine ihsan ettiği bir atıyyedir, bir vergidir. Onu engelleyecek hiçbir şey de yoktur. Çünkü O, hem Azîz’dir, yâni hiçbir şekilde mağlûp edilemeyen bir gâliptir, hem de dilediği herşeyi hibe etme güç ve yetkisi bulunan bir Vehhâb’dır. (İ. H. BURSEVİ, 17/23)
Nesefi der ki: ‘Onlar rahmet hazinelerinin sâhipleri değildirler ki, dilediklerine dilediklerini versinler ve dilediklerinden dilediklerini önleyebilsinler, ileri gelen birtakım kimseleri peygamberliğe seçsinler, Muhammed (s)’e bunu vermemezlik edebilsinler. O, rahmeti ve rahmetin bütün hazinelerini elinde bulunduran; güçlü, bütün mahlûkâtı üzerinde kâhir olan, bağışlamaları pek çok ve lâyık olan kimselere bağışını isâbet ettiren Vehhâb’dır. O bu paylaştırmalarını hikmetinin gereğine göre yapmaktadır. (S. HAVVÂ, 12/292)
‘Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin hükümranlığı (mülkveidâresi) onların mı? Şâyet mezkûr mülk kendilerininse, bir şeye ulaşmağa yarayan bütün merdiven ve metodları kullanarak Arş’a yükselip üzerine kurulsunlar ve kâinâtın tüm işlerini yönetsinler. Meselâ, tasvip ettiklerine ve dilediklerine vahiy indirsinler. Burada Mekkelilerle öyle bir dalga geçiliyor ki, hiç kimseyle bundan daha iyi dalga gerçilemez. (İ. H. BURSEVİ, 17/24)
‘Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların mülkü ve hükümranlığımüşriklerin midir?’ sorusu, istifhâm-ı inkâri olup, onların değil, Allâh’ındır, anlamındadır. Yüce Allah, dilediğine peygamberlik, kitap, îtibar, mal, mülk ve servet verir. Çünkü bütün mülk O’nundur. Bütün kâinat O’nun yönetimindedir. (İ. KARAGÖZ 6/389)
‘Böyle ise sebeplere yapışarak (kendiimkânlarıylagöklere) yükselsinler.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni eğer bu konuda onların bir dahli var ise, haydi sebeplere yapışıp yükselsinler. İbn Abbas, Mücâhid, Said b. Cübeyr, Katâde ve başkaları ‘sebepler’den kasıt, göğün yolları olduğunu belirtmişlerdir. (S. HAVVÂ, 12/293)
(…) Bunun anlamı şudur: Haydi onlar göğe çıksınlar da kâinâtın işini onlar yönetsinler. Allâh’ın mülkünü onlar yönetsinler, diledikleri kimseye vahyi indirsinler bakalım. Âyet bu anlamı ifâde edecek şekilde gelmektedir. Fakat bu arada âyet-i kerime; Kur’ân’ı Kerîm’in bir vahiy olduğunu, şüphenin çok üstünde olduğunu ispat edecek Kur’ân mûcizelerinden bir mûcizeyi içermektedir. Bu da yüce Allâh’ın ‘Öyle ise sebeplerine yapışıp yükselsinler. Burada yenilgiye uğratılmış gruplardan bir ordu’ buyruğu bizlere göğe ulaştıracak sebeplerle yükselme işinin olacağını ve bu konuda yarışmaya birden çok tarafın katılacağını, taraflardan birisinin bozguna uğrayacağını ve hepsinin de kâfir olacağını hissettirmektedir. Bunun delili ise, daha önce gelen yüce Allâh’ın : ‘Onlardan önce gelen Nuh kavmi de yalanlamıştı.’ (âyet 12) buyruğudur. Âyetin bize bildirdiği bu husûsu çağımızda görmüş bulunuyoruz. Amerika ile Rusya arasında semâya / göğe çıkma yollarında yükselmek için bir yarış ortaya çıkmıştır. (S. HAVVÂ, 12/301, 302)
(11).‘Müşrikler, birtakım döküntü bölüklerden ibâret, burada bozguna uğratılacak basit bir ordudur.’ Yâni eskiden peygamberlere karşı toplanmış, mahvolmuş, çeşitli gruplardan geri kalma, onlar gibi bozulmaya mahkûm, bozuk, ruh birliği yok, mâneviyâtı perişan, derme çatma birkaç asker, ordu, askerler böyle askerler. Bu âyet çok dikkat çekicidir. Burada Kureyş’in Bedir’den başlayan yenilgisine işâret edildiği gibi, başarıya ulaşacak düzenli bir ordunun, muntazam bir milletten çıkabileceğini anlatıyor. (ELMALILI, 6/461)
Bu âyetlerde yıllarsonra gerçekleşecek önemli olaylara işâret edilmektedir. Bedir savaşında yetmiş kadar liderleri öldürülen müşrik ordusu hezîmete uğradı. Hendek savaşında çeşitli kabilelerden oluşan müşrik ordusu, Allâh’ın gönderdiği görünmez güçlerle, soğuk ve fırtına ile bozulup geri döndü. Âyet (ahzab) kelimesiyle âdetâ müşriklerin Hendek’teki bozguna uğramalarına işâret eder gibidir. Mekke’nin fethi sırasında müşrik ordularının hezîmete uğramaları da yine bu gaybi haberler cümlesindendir. (Ö. ÇELİK, 4/276)
(12, 13).‘Mekkeli müşriklerden önce Nuh kavmi, Âd (kavmi), ordu ve saltanat sâhibi Firavun da yalanlamıştı.’ Geçmişte maddi ve dünyevi güçlerine güvenerek inkâr ve kötülüklere dalan, üstelik kendilerini kurtarmak için gönderilmiş peygamberleri yalancılıkla suçlayanlar mutlaka cezâlandırılmıştır, bu bir ilâhi yasadır. (sünnetullah) Şu hâlde Hz. Muhammed’e karşı benzer tutumlar sergileyenlerin, aynı âkıbete uğramamak için, akıllarını başlarına toplayıp geçmişten ibret almaları, geçmiştekilerin yanlışlarını tekrar etmemeleri gerekmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/570)
12’nci âyette Firavun için kullanılan ‘zü‘l evtâd’ kelimesi zengin bir anlam içerir. ‘Evtâd’ kazıklar anlamına gelip, Firavun insanların ellerini ve ayaklarını kazıklarla tahtalara çiviletip işkence ettirdiği için ona bu lâkap verilmiştir. Bu kelimenin ‘saray ve saltanat sâhibi, yüksek binâlar yâni piramitler sâhibi, ordular sâhibi’ gibi mânâları da vardır. Bu mânâlar da Firavun için doğrudur. Böyle yüksek binâları, orduları, saray ve saltanatına rağmen Allah Teâlâ, Firavunu da helâk etmiştir. O hâlde Mekke müşrikleri de kim oluyor? Buna rağmen onlar küstahça, üstelik alay ederek, Allah’tan azap istiyorlar. (bk. Enfâl 8/32; Ra’d 13/6; Ankebût 29/53, 54; Ö. ÇELİK, 4/277)
‘Semûd (kavmi), Lût kavmi ve (Şuayb’ınkavmiolan) Eyke hâlkı da (yalanladı). İşte bunlar, o gruplardır.’ İbn Kesir der ki: İşte bunlar sizden güç itibâriyle daha güçlü, mal ve çocukları da sizden fazla idi. Fakat bu durumları, Rabbinin emri gelince Allâh’ın azâbından hiçbir şeyi onlara isâbet etmekten engelleyemedi. (S. HAVVÂ, 12/293)
(14).‘(Onlardan) hepsi peygamberleri yalanladılar. Azâbım da (onlara) hak oldu.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Bu güruhlardan her birisinin, bütün peygamberleri yalanlamış olduğunu belirtmektedir. Çünkü peygamberlerden sâdece birinin yalanlanması, dâvetlerinin birliği sebebiyle hepsinin yalanlanması demektir.’ (S. HAVVÂ, 12/293)
38/15-26 EY DÂVUD! ADÂLETLE HÜKMET
15. (Ey Peygamberim!) Müşrikler de, bir an bile gecikmeyen bir tek korkunç ses bekliyorlar.
16. (Müşrikleralayederek🙂 “Ey Rabbimiz! Hesap gününden önce bize (azaptan) payımızı çabuk ver.” derler.
17. (Rasûlüm!) Müşriklerin dediklerine sabret, güç kuvvet sâhibi kulumuz Dâvûd’u da hatırla! Çünkü o, ‘Allâh’a çokça yönelendi.’
18, 19. Şüphesiz biz, dağları (onunemrine) boyun eğdirdik de (buyüzden) akşam ve kuşluk vakti onunla tesbih ederlerdi. (Hertaraftan) gelip toplanmış kuşları da (onaboyuneğdirdik. Dağlarvekuşlardan) her biri sürekli ona yönel(iptesbîhekatıl)ırlardı. [bk. 34/10]
20. Dâvud’un mülkünü (hükümdarlığını) güçlendirdik. Kendisine de hikmet (peygamberlikveilim) ile (dâvâlarda) hakkı bâtıldan ayırma / kesin hüküm verme kâbiliyeti verdik.
21, 22. (Rasûlüm!) Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani (dâvâcılar) mâbede, (duvarından) tırmanıp girmişlerdi. Dâvud’un yanına girdikleri zaman, (oda) bunlardan endişelenmişti. “Korkma” dediler, “biz, birimiz diğerine haksızlık etmiş iki dâvâcı(yız). Şimdi sen aramızda hak (veadâlet) ile hükmet, (haktansapıp) zulmetme ve bizi yolun düzlüğüne (adâlete) eriştir.”
23. (Biri🙂 “Şu gördüğün benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir koyunum var. Böyle iken, ‘onu bana ver’ dedi ve konuşmada (tartışmada) bana üstün geldi.”
24. (Dâvud) dedi ki: “Andolsun ki (buadam) senin koyununu, kendi koyunlarına (katmakvetekelinealmak) isteyerek sana zulmetmiştir. Zâten (mallarınıölçüsüzvekuralsızbirbirine) karıştıran (ortak)lardan çoğu, birbirlerine kesinlikle haksızlık eder. Ancak îman edip iyi iş (vehareket)lerde bulunanlar bunun dışındadır. Ama onlar da ne kadar azdır!” Dâvud (bununla) sırf kendini imtihan ed(ipbelâver)eceğimizi zannetti de hemen Rabbinden mağfiret (himâye) diledi, rükû ederek (secdeye) kapandı ve (tevbeilebize) yöneldi.
25. Biz de o(nunbuyanılması)nı bağışladık (veonuhimâyeettik). Çünkü yanımızda elbette onun bir yakınlığı ve güzelce döneceği bir yeri vardır.
26. Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hâlîfe kıldık. O hâlde, insanlar arasında adâletle hükmet, keyfe uy(upilâhîemreaykırıhükümver)me, yoksa (keyfîhükümvermeler) seni Allâh’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allâh’ın yolundan sapanlar var ya, onlar için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.
15-26. (15).‘Bunlar’ Bu ümmetten yalanlayan kimseler ‘bir anlık gecikmesi dahi olmayan bir tek çığlıktan’ en büyük korku (Feza-i ekber) olanBirincisûra üfürmeden ‘başkasını beklememektedirler.’ Bu sûra üfürmenin iki süt sağımı arasındaki süre kadar dahi bir gecikmesi yoktur. Yâni onun vakti geldiğinde bu kadarlık bir süre kadar dahi gecikmeyecektir. Yâhut geldikten sonra geri dönmesi, döndürülmesi söz konusu olamayacaktır. Bu, bir tek sûra üflemeden ibârettir; geri döndürülüp çevrilemeyecektir, denilmektedir. (S. HAVVÂ, 12/293)
(16).‘(Müşrikleralayederek🙂 “Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bize (azaptan) payımızı çabuk ver.” derler.’ Nesefi der ki: ‘Yâni bizim cennetteki payımızı burada ver. Çünkü Aleyhissalâtü ve ‘sselâm efendimiz onlara, müminlere Allah tarafından cennetin vaad edilmiş olduğunu hatırlatmış, onlar da alay yollu: Cennetteki bizim payımızı yâhut bize vaad ettiğin azaptan payımızı çabucak dünyâda veriver, demişlerdi. Yüce Allâh’ın: ‘Azâbı senden çabucak isterler.’ (el Hacc, 22/47) buyruğu da buna benzemektedir. Ancak böyle bir söz, cevap vermeye lâyık değildir. Bundan dolayı da yüce Allah ona cevap vermemiştir. Rasûlüne buna karşılık – göreceğimiz gibi – sabretmesi emrini vermiştir. (S. HAVVÂ, 12/294)
(17).‘(Rasûlüm!) Onların dediklerine sabret’ kâfirce, fitne çıkarıcı, şüpheci ve tenkit edici şekilde söylediklerine sabret. (S. HAVVÂ, 12/306)
Burada o gün, putperest muhâliflerin kendisini ciddiye almadıkları, mesajıyla alay ettikleri Hz. Muhammed’in de bir zaman sonra Dâvut aleyhisselâm gibi muzaffer ve muktedir bir konuma ulaşacağına îmâ vardır. Nitekim târih bunu göstermiştir. (KUR’AN YOLU, 4/573)
‘.. güç kuvvet sâhibi kulumuz Dâvud’u da hatırla!’ Hz. Dâvud’un ‘ze’l eyd’ sıfatı, ona ihsan edilen ve hem maddi, hem mânevi sahada güç ve saltanâtının büyüklüğüne işâret eden bedeni kuvvet, askeri ve siyasi kuvvet, ahlâki kuvvet ve ibâdet kuvvetini haber verir. O böyle bir güce sâhip olmakla birlikte, bunları kendisine ikram edenin Allah Teâlâ olduğunu bildiği için hep O’na yönelir, O’na sığınır, O’na yalvarır ve O’ndan yardım isterdi. (Ö. ÇELİK, 4/278)
‘Çünkü o, ‘Allâh’a çokça yönelendi.’ Âyetteki ‘evvâb’ (..) İrâdeye bağlı olarak Allâh’a yönelmek demektir. Allâh’a çok yönelenin, tevbekârın âdeti de çok zikir, tesbih ve takdis etmektir. (H. DÖNDÜREN, 2/718)
Bir kere, Allâh’a dönüş, sûfilerin ‘irâdeye bağlı ölüm’ dedikleri ‘fenâ fillâh’ (Allah’da fâni olma) makâmıdır ki, tevbe ve inâbe (tevbe ile hak yoluna dönme) bunun başıdır. Bu makamda meydana gelen her kuvvet, ilâhidir. Onun için güç ve kuvvetinin sebebinde şöyle buyuruluyor: ‘Çünkü o bir evvab idi.’ (ELMALILI, 6/465)
Hadis: ‘Oruçların Allâh’a en sevimli geleni Dâvud’un tuttuğu oruçtur. O, bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. (Nâfile) Namazların Allâh’a en sevimli geleni ise, yine Dâvud’un kıldığı namazdır. O, gecenin yarısını uyuyarak geçirir, üçte birinde ayakta olur, altıda birinde yine uyurdu. (Buhâri Enbiyâ 37, 38, Müslim Sıyam 189, 190, Nesâi Sıyam 14, 68, İbn Mâce Sıyam 31; Ahmed 2/314’den İ. H. BURSEVİ, 17/37)
(18, 19).‘Gerçekten biz, dağları (onunemrine) boyun eğdirdik de (buyüzden) akşam ve kuşluk vakti onunla tesbih ederlerdi.’ İbn Kesir der ki: Yâni şânı yüce Allah, dağları güneş doğarken ve gündüz biterken onunla birlikte tesbih etmek üzere emrine vermişti. (S. HAVVÂ, 12/306)
Âyetteki ‘aşiyyi’ ikindiden geceye kadar olan süreyi, ‘işrak’ ise, bayram namazlarının kılınma vakti olan kuşluk vaktini ifâde eder. İbn Abbas (r)’ın ‘Ben kuşluk (duha) namazını bu âyetten başkasında bulamadım’ dediği nakledilmiştir. Bu yüzden kuşluk namazına ‘işrak namazı’ da denir. Hz. Peygamber kıldığı ve teşvik ettiği için müstehap namazlar arasındadır. Bk. Enbiyâ 21/79; Sebe’ 34/10. (H. DÖNDÜREN, 2/718)
‘(Hertaraftan) gelip toplanmış kuşları da (onaboyuneğdirdik. Dağlarvekuşlardan) her biri sürekli ona yönel(iptesbîhekatıl)ırlardı.’ Dâvud (as)’ın zikir ve tesbîhine dağlar ve kuşlar nağme ve ahenkleriyle katılırlardı. Bu durum Hz. Muhammed’in elindeki taşların tesbîhine benzetilmiştir. Nitekim başka bir âyette: ‘Ey dağlar! Onunla birlikte çınlayın.’ (Sebe’ 34/10) buyurulmuştur. (H. DÖNDÜREN, 2/718)
‘Kuşları da toplu olarak…’ Yâni kuşları da dört bir yandan bir araya toplanarak, onlar da onun tesbîhi ile tesbih edecek, onun zikri ile zikredecek şekilde emrine vermiştik. (S. HAVVÂ, 12/307)
(20).‘Dâvud’un hükümdarlığını güçlendirdik.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni biz ona kralların gerek duyacağı herşeyden vermiş ve mülkünü bu açıdan eksiksiz kılmıştık. İbn Ebi Necih, Mücâhid’den dedi ki: O dünyâ hâlkı arasında iktidârı en güçlü ve çetin olan kişi idi. (S. HAVVÂ, 12/307)
‘.. hem de kendisine hikmet’ peygamberlik, ilim ve amelde sağlamlık yâhut Zebur ve şeriat ilmi. ‘ve fasl-ı hitap, söz kesimi vermiştik.’ Yâni hakkı bâtıldan ayırarak, tartışmayı ayırt edip kesme kâbiliyeti vermiştik. Kesip atan ayırt edici söz ve sözde iki kıssa arasını ayıran… (ELMALILI, 6/465)
Fasl-ı hitap: Zemahşeri’ye göre bu deyim, Dâvud’un yargı, hükümet işleri, yönetim ve danışma gibi konulara dâir konuşmalarındaki doğruluğu, hak ve adâlete uygunluğu ifâde eder. Böylece âyet, iyi bir devlet ve hukuk adamının sâhip olması gereken özelliklere de işâret etmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/574)
Hadis: ‘Namazın Allâh’a en sevimli olanı Dâvud (as)’ın namazıdır. Orucun Allâh’a en sevimli olanı Dâvud (as)’ın orucudur. Dâvud, gecenin yarısında uyur, üçte birini ibâdetle geçirir, altıda birinde tekrar uyur, bir gün oruç tutar, bir gün oruç tutmazdı.’ (Buhâri Teheccüd 7; İ. KARAGÖZ 6/396)
(21, 22).‘(Rasûlüm!) Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani mâbede, (duvarından) tırmanıp girmişlerdi.’ Bu dâvâcılarla ilgili olarak Kitap Ehli, Hz. Dâvud’u itham altında bırakan nakillerde bulunmuştur. Buradaki koyun yerine 99 kadın getirilmiş, Hz. Dâvud, güya göz koyduğu kadının kocasını savaşta, ön safa sürerek ölümünü sağlamış ve onun dul eşini almış ve benzeri iddiâlar! İslâm, Hz. Dâvud’un büyük peygamberlerden biri olduğunu kabul eder ve kendisine isnat edilen suçlamaları, bir peygamberin ‘ismet: mâsumluk’ sıfatı ile çelişkili görür. (H. DÖNDÜREN, 2/718)
Bir gün üzerine kapalı olan mâbedin içine iki kişinin duvardan atlayarak girdiklerini gördüğünde endişeye kapılmıştı. Zîrâ inanmış ve güvenilir insanlar bu şekilde mâbede girmezlerdi. Bu iki adam hemen onu yatıştırmaya çalıştılar: ‘Korkma dediler, biz iki dâvâcıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı.’ Senin huzûrunda mahkeme olmaya geldik. ‘Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adâletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar.’ (S. KUTUB, 8/542)
‘..Bize de doğru yolu göster’ ifâdesi ise yargılama sırasında hâkimin tarafları ifâdelerinde dürüst davranmaları, bile bile haksız iddiâlar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları yönünde uyarılar yapmasının uygun olacağına işâret eder. Böylece Kur’ân’ın, geçmişteki bir olayı naklederken kendi muhâtaplarını eğitmeyi amaçlayan noktaları öne çıkarmaya özen gösterdiği dikkati çekmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/574)
(23).‘Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise birtek dişi koyunum var. Böyleyken onu da bana bırak.’ ‘Onu da bana ver. Emrime, hizmetime ver’ dedi. ‘ve tartışmada beni yendi.’ Yâni, sözleriyle üstüme geldi ve bana kaba davrandı. (S. KUTUB, 8/542)
Bu olay, dâvâcılardan birinin arz ettiğine göre, başka şekilde yorumlanması mümkün olmayan apaçık bir zulmü ifâde etmektedir. Bu nedenle Hz. Dâvud, bu apaçık zulmü bir dâvâcıdan dinledikten sonra, sözü diğer dâvâcıya vermeden, ondan hiçbir açıklama istemeden ve onun delîlini dinlemeden, hemen hükmünü vermeye geçmiştir. (S. KUTUB, 8/543)
‘Bana, konuşmada üstün geldi.’ İlerideki konuyu daha iyi kavrayabilmek için burada biraz durulması gerekiyor. Çünkü mezkûr / anılan şahıs, dâvâcı olduğu kimse için ‘Benim koyunumu zorla aldı’ demekistememiştir. Oşöyledemiştir: ‘Bu kardeşimin 99 koyunu var benimse bir tek koyunum.’ Yâni kardeşim büyük güce sâhip bir zengin, bense fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesâretini kendimde bulamıyorum. (MEVDÛDİ, 5/59)
(24).‘(Dâvud) dedi ki: “Andolsun ki (buadam) senin koyununu, kendi koyunlarına (katmakvetekelinealmak) isteyerek sana zulmetmiştir.’ Hz. Dâvud, hüküm vermede aceleci davranmış ve karşı tarafı hiç dinlemeden kararını vermişti. Hâlbuki meselenin bütün yönleri veya bir kısmı, karşı taraf dinlenildiği takdirde değişebilir; haklı zannedilen haksız, haksız görülen de haklı çıkabilirdi. Bunun için Dâvud (a.s.), dâvâcıların ayrılmasının hemen ardından hatâ yaptığını anladı ve bunun ilâhi bir imtihan olduğunu fark ederek derhâl secdeye kapandı; tevbe ve istiğfarda bulundu. Allah Teâlâ da kendisini affetti. (Ö. ÇELİK, 4/281)
Daha sonra Dâvud (as) ‘na’ce’ kelimesini, kadından kinaye oluşuna değil de gerçek mânâsına alarak dedi ki: ‘Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler.’ Yâni malını yekdiğerinin malına karıştıran ortakların çoğu birbirine haksızlık; arkadaşlık ve ortaklık hukûkuna riâyet etmeyerek saldırganlık eder. Diğer bir ifâdeyle, kendi hakkı olandan daha fazlasını talep ederler. (İ. H. BURSEVİ, 17/52)
Sâd sûresinin burada yer verdiğimiz ilgili metninde 99 ile 1 koyunun karşılaştırması yapılmakta ve 99 koyunu olan kişinin – üstelik kardeşi olan – diğer şahıstan tek koyununu istemek sûretiyle gerçekleştirdiği zulüm ve mağduriyetten söz edilmektedir. Bu da bize gösteriyor ki, esâsen âyette sözü edilen koyunlar o toplumda yaşayan insanların ellerinde bulunan serveti, koyunlarla ilgili farklı rakamsal değerler kişilerin sâhip oldukları mal, mülk ve servetin tek elde toplandığını ve yönetici durumunda bulunan Hz. Dâvud’un da servetin dağılımında üzerine düşen görevini yapmadığını ifâde etmektedir. Yâni, bu duruma göre Hz. Dâvud işin gereğini yerine getirmediği için yönettiği ülkede zenginle yoksul arasında çok büyük bir uçurum meydana gelmişti. İşte böylece yüce Allah bu olayı, Hz. Peygambere anlatmak sûretiyle demek istemektedir ki: Ey peygamber! Senin içinde yaşadığın bu toplumda da Velîd b. Muğire, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi, koyunları, develeri, bağları, bahçeleri olan zengin kişiler bulunmaktadır. Ancak onlar bununla yetinmek istemedikleri için elinde bir koyunu, devesi, bahçesi, evi olanı da zulüm yoluyla sâhiplerinden almak, böylece servet tekeliyle onlara hükmetmek istemektedirler. Bu noktada senin yapman gereken âdil bir servet dağılımını gerçekleştirmek olmalıdır. Şâyet bunu yapmazsan, o zaman hem görevini ihmal etmiş hem de Hz. Dâvud gibi bizden af dilemek zorunda kalmış olursun. (M.DEMİRCİ, 2/709, 710)
‘Ama onlar da o kadar az ki!’ şeklindeki ifâde nefsin bencil isteklerinden korunarak, kendi aleyhine bile olsa adâlette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç olduğuna işâret eden veciz bir uyarıdır. (KUR’AN YOLU, 4/575)
‘Dâvud kendisini denediğimizi tahmin etti.’ Dâvud, muhakeme meclisinde cereyan eden konuşmalardan bizim bunu sırf kendisini denemek ve imtihan etmek için yaptığımızı ve kendisinden sâdır olan davranışın günah olduğunu anladı. (İ. H. BURSEVİ, 17/53)
‘Rabbinden mağfiret diledi, rükû ederek (secdeye) kapandı ve (bize) yöneldi.’ Burada secdenin getrekli olup olmadığında ihtilâf vardır. İmam Şafii, bu secdenin bir peygamberin tevbesi olduğunu öne sürerek secdenin vâcip olmadığını söylemiştir. İmam Ebû Hanife ise, burada secdenin vâcip olduğu kanaatindedir. Nitekim bu görüş hakkında İbn Abbas’dan üç rivâyet nakledilmiştir. İkrime’nin İbn Abbas’dan rivâyet ettiğine göre bu âyet, secdeyi gerekli kılar. Çünkü o, (İbn Abbas) Hz. Peygamber’i bu âyeti okuduktan sonra secde ederken gördüğünü söylemiştir. (Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesâi, Müsned-i Ahmed, MEVDÛDİ, 5/60)
(25).‘Biz de o(nunbuyanılması)nı bağışladık. Çünkü yanımızda elbette onun bir yakınlığı ve güzelce döneceği bir yeri vardır.’ Demek mülkünün sağlamlığı ve kuvveti, surdan aşılıp, mihraba girilivermesine engel olmadığı gibi, öyle bir fitne manzarası görülünce de ‘evvab’ olan Dâvud, derhâl tevbe ve istiğfar ile Allâh’a yönelmede gecikmemiş ve hemen Allâh’ın mağfiretine ermiştir. Zannettiği fitne meydana gelmemiş, sâdece bir ibret dersi olarak kapanmıştır. Bu kıssa münâsebetiyle birçok sözler edilmiş, masallar söylenmiştir. Onun için Hz. Ali’nin ‘Her kim Dâvud hâdisesini hikâyecilerin rivâyet ettiği gibi anlatırsa, ona yüz altmış deynek vururum, dediği naklediliyor. (ELMALILI, 6/466, 467)
Hz. Dâvud’un buradaki sınanmasına ilişkin açıklamalarda bâzı tefsir kitapları büyük ölçüde Yahûdi efsânelerinin etkisinde kalmışlardır. Buralarda sözü edilen özelliklerden peygamberleri tenzih ederiz. Bunlar peygamberlik gerçeği ile aslâ bağdaşmaz. Yahûdi efsânelerinden kaynaklanan mitolojileri bir parça hafifletmeye çalışan rivâyetler dahi onlara dalmışlardır. Aslında bu rivâyetler okunmaya bile değmez. Tümüyle reddetmek gerekir. Sonra bunlar: ‘Yanımızda onun yüksek bir makâmı ve güzel bir geleceği vardır’ âyetine de terstir. (S. KUTUB, 8/543)
‘Biz de bunu ona bağışladık.’ Yâni hakkında, iyilerin sevapları, Allâh’a yakın kulların günahlarıdır, denilecek türden ondan sâdır olan şeyleri bağışladık, demektir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/309)
Hadis: ‘Âile hâlkları ve yönetimleri altında bulunan kimseler hakkında âdil davranan adâletli kimseler, Rahmân’ın sağ tarafında – zaten O’nun iki eli de sağdır ya – nurdan minberler üzerinde olacaklardır. ‘
(26).‘Ey Dâvud, seni gerçekten yeryüzüne hâlîfe kıldık.’ Nesefi der ki: Biz seni yeryüzünde yönetimin başına hâlîfeliğe getirdik yâhut seni senden önce hakkı uygulayan peygamberlerin hâlîfesi kıldık.’ Bu buyrukta onun tevbeden sonraki durumunun değişmeksizin, önceki hâli gibi kaldığına delil verdır. (S. HAVVÂ, 12/309)
Hâlîfelik: Hilâfet sözcüğü Arapça ‘hâlefe’ kökünden bir masdar olup sözlükte; ‘başkasının yerine geçerek onun adına görev yapmak’ veya ‘tasarruflarda bulunmak anlamına gelir. İbn Manzur (ö. 711/1311) hilâfetin imâretten yâni toplumu yönetmekten ibâret olduğunu belirtir. Bir fıkıh terimi olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)‘den sonra İslâm toplumunu İslâmi hükümlere uyarak yönetmek anlamında kullanılmıştır. İslâm yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genel olarak ‘hâlîfelik’ veya ‘hilâfet’ diye adlandırılmıştır. Böyle bir yönetimin başında bulunana da ‘hâlîfe’ denir. (H. DÖNDÜREN, 2/720)
‘O hâlde insanlar arasında adâletle hükmet.’ Yâni Allâh’ın hükmüne göre hükmet, Çünkü O’nun hâlîfesi olmak kesinlikle bunu gerektirir. Allâh’ın yarattıkları arasındaki hükmü ise katıksız adâlettir. Hâkimler, ancak böyle adâletli olursa, âdil olmuş olur; aksi takdirde zâlimdirler. (İ. H. BURSEVİ, 17/62)
Yüce Allah, Hz. Dâvud’un hevâ ve hevesine uymasını yasak etmiştir. Hevâ, nefsin akla ve işme aykırı, sınırsız ve aşırı istek ve arzuları, nefsin şehvetlere meyli demektir. Hiçbir peygamber, Allâh’ın emrini ve yasağını terk edip nefsinin arzularına uymaz. ‘Hevâ ve hevesine uyma’ : (Bu) yasak, peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Nefsin ilâhi irâdeye aykırı arzularına uymak, haram ve büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 6/403)
‘Hevâya uyma’ yâni yönetiminde nefsin hevâsının ardına düşme. Hevâ, ‘seni Allâh’ın yolundan’ dîninden, şerîatından ‘saptırır. Şüphesiz ki Allâh’ın yolundan sapanlara hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu Aziz ve Celil olan Allah’tan yöneticilere verilmiş bir emirdir. İnsanlar arasında kendi yüce katından indirilmiş hak ile hükmetmelerini ve bu haktan hiçbir şekilde sapmamalarını emretmektedir. Ayrıca yüce Allah, kendi yolundan sapan, âhiret gününü unutan kimseleri de kesin bir şekilde tehdit ermekte şiddetli azâbı hatırlatarak tehditte bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 12/310)
‘.. seni Allah yolundan saptırır.’ Allah yolundan sapmak ile maksat, İslâm’ın inanç, emir ve yasaklarına aykırı hareket etmektir. İslâmı tebliğ etmekle görevli olan Peygamber, Allah yolundan sapmaz. Dolayısıyla ‘seni Allah yolundan uzaklaştırır’ cümlesi ile yüce Allah, peygamberin şahsında müminleri uyarmaktadır. Nefsin kötü arzularına uyan kimse, Allâh’ın emir ve yasaklarını terk ettiği için günaha girmiş olur. (İ. KARAGÖZ 6/403)
Sûrenin başında putperestlerin Kur’ân ve Hz. Peygamber karşısındaki inkârcı ve alaycı tutumları hakkında bilgi verildikten sonra 17’nci âyette onların bu tutumlarına karşı Hz. Peygambere sabırlı olması öğütlenmiş ve ‘güçlü kulumuz’ diye anılan Dâvud’u örnek alması istenmişti. Sonraki âyetlerde ise Dâvud’un bu gücünün iki kaynağına değinilmiştir. Bunlardan biri yönetim ve hükümlerinde adâleti gözetmesi, diğeri de hatâlarının farkına varıp pişman olması ve Allâh’a yönelip O’na ibâdet ve duâ etmesi, tevbe edip bağışını dilemesidir. Böylece Hz. Peygambere ve onun şahsında ümmetine şu ders verilmektedir: İşlerinizde adâletten ayrılmaz, yanlışlarınızı düzeltip Allâh’a yönelir, O’nun huzûrunda ibâdet eder, engin mağfiretine sığınır, böylece rûhunuzu kötülüklerden arındırırsanız, Allah katında değeriniz yükseleceği gibi düşmanlarınıza karşı da güçlü olur, sonunda başarıyı siz elde edersiniz. (KUR’AN YOLU, 4/577)
38/27-40 GÖĞÜ VE YERİ BİZ BOŞ YERE YARATMADIK
27. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık (bunlarrastgeleolmuşşeylerdeğildir). Bu inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!
28. Yoksa biz, îman edip de sâlih ameller işleyenlere, yeryüzünde (emirlerimizekarşı) bozgunculuk edenler(eolduğu) gibi mi muâmele ederiz? Yâhut ‘Allâh’ın emrine uygun yaşayan / aykırı davranmaktan sakınanları,’ yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?
29. ((Ey Peygamberim! Kur’ân) mübârek bir kitaptır ki onu sana, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve aklı olanlar öğüt (veibret) alsınlar diye indirdik. [krş. 47/24]
30. Biz Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı bahşettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o sürekli (tesbihveibâdetleAllâh’a) yönelirdi.
31, 32. Hani ikindi üzeri ona, üç ayağının üstünde durup bir ayağını tırnağının üzerine diken, çalımlı safkan koşu atları gösterilmişti de; (Süleyman🙂 “Doğrusu ben, bu mal (yâniat) sevgisine, sırf Rabbimi anmak için yöneldim.” demişti; (buatlarkoşarakuzaklaşıp) perde arkasında gizlenmiş gibi (gözdenkayb)oluncaya kadar (busözütekrarladı).
33. “Onları tekrar bana getirin.” (dedi). Artık onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
34. Andolsun ki biz, Süleyman’ı imtihan ettik de (şiddetlihastalığısırasındaonu) tahtının üstüne bir ceset (gibi) bıraktık. (Birmüddet) sonra o yine (bizebağlılığısâyesindeeskisağlığına) döndü.
35. Dedi ki: “Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk (vesaltanat) ver. Çünkü sen çok lütufta bulunansın!”
36, 37, 38. Biz, rüzgârı onun emrine verdik. Onun emriyle dilediği yere tatlı tatlı (kolaylıkla) akar giderdi. [bk. 34/12] Her (türlü) bina ustası ve dalgıç olan şeytanları (cinleri) ve (onlardaninsanlarazararvermemekiçin) demir halkalara bağlanmış diğerlerini de (emrialtınaverdik).
39. “(EySüleyman!) Bu (mülk) bizim bağışımızdır. İster (dilediğine) bol nîmet ver, ister tut (verme), hesâbı (sorgusu) yoktur.” dedik.
40. Şüphesiz ona katımızda, elbette bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.
27-40. (27).‘Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşuna yaratmadık’ Yüce Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan insanlar, melekler, cinler, hayvanlar, Ay, Güneş, yıldızlar, gezegenler, galâksiler, rüzgârlar, bulutlar ve diğer varlıkları gâyesiz, anlamsız ve boş yere, oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Aksine kâinatta var olan herşeyi bir plâna ve amaca yönelik olarak yaratmıştır. Her varlığın bir yaratılış gâyesi vardır. (İ. KARAGÖZ 6/405)
İnsanların, cinlerin (51/56) ve meleklerin yaratılış gâyesi Allâh’a kulluk etmrektir. (66/6). Göklerde, yerde ve gökler ile yer arasında bulunan diğer varlıkların yaratılış gâyesi ise; Allâh’ın varlığına, nîmetlerine ve gücüne delil olmaları, O’nun emrine uymaları ve insanlara hizmet etmeleridir. (2/29, 17/44, 31/13; İ. KARAGÖZ 6/405)
(Burada ise) Âhiret hayâtının gerçekliğinin akli ve mantıki gerekçesi ortaya konmaktadır. Buna göre Allah göğü, yeri ve ikisi arasındakileri, yâni evreni ve evrendekileri boş yere yaratmamıştır. Yaratılışın mutlaka bir anlamı, hikmeti, amacı vardır. İnsan davranışları bakımından bu amaç, nihâi adâletin yerini bulmasıdır. Şu hâlde, inkârcıların zannettiklerinin aksine bu dünyânın ötesinde yeni bir âlem ve yeni bir hayat olacak; bu dünyâdaki inkâr ve kötülükleriyle cezâyı hak edenler, öteki dünyâda ‘ateş’ kavramıyla dile getirilen azapla cezâlandırılacaklardır. (KUR’AN YOLU, 4/578)
‘Bu inkâr edenlerin zannıdır.’ Nesefi der ki: Yâni (kâfirler) bütün bunları yüce Allâh’ın boşu boşuna hikmetsiz olarak yarattığını zannederler. Bu küfre sapanların zannıdır. Onlar gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri yaratanın O olduğunu kabul etmekle birlikte, bunları boş ve hikmetsiz yarattığını zannederler. (S. HAVVÂ, 12/310)
‘Vay o inkâr edenlerin ateşteki hâline!’ ‘ Öldükten sonra diriltilip amel defterleri kendilerine verileceği zaman, onlar için hazırlanmış ateşten dolayı vay onların hâline! (S. HAVVÂ, 12/311)
(28).‘Yoksa biz, îman edip de sâlih ameller işleyenlere, yeryüzünde (emirlerimizekarşı) bozgunculuk edenler(eolduğu) gibi mi muâmele ederiz? Yâhut ‘Allâh’ın emrine uygun yaşayan / aykırı davranmaktan sakınanları,’ yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?’ Yâni müminlerle kâfirler, takvâ sâhipleri ile fâcirler / yoldan çıkanlar aslâ bir tutulmayacaktır. Yüce Allah katında bunlar bir olmazlar. Durum böyle olduğuna göre itaatkârın sevâbını alacağı, günahkârın da cezâlandırılacağı bir başka yurdun olması kaçınılmazdır. (S. HAVVÂ, 12/311)
Yüce Allah, îman edip sâlih ameller işleyen kimseler ile inkâr edip kötü işler yapan kimselere aynı işlemi yapmayacağını, müminleri cennete koyacağını, kâfirleri cehenneme atacağını bildirmektedir. (İ. KARAGÖZ 6/406)
(29).‘(Kur’ân) mübârek bir kitaptır ki onu sana, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve aklı olanlar öğüt (veibret) alsınlar diye indirdik.’ Kur’ân-ı Kerim’in şeref, feyiz ve bereketinden istifâde edebilmek için iki şartı yerine getirmek gerekir: (a) İmanla birlikte onun âyetleri üzerinde ‘tedebbür’ etmek / düşünmek, (b) Yine onun âyetlerini ‘tezekkür’ etmek / ibret almak . (Ö. ÇELİK, 4/283, 284)
‘.. düşünsünler diye…’ Tedebbür (inceden inceye düşünme)‘ün akli; tezekkür (ibret alma)‘ün nakli yönlerde olması gerekir. (ELMALILI, 6/468)
Kur’ân âyetleri üzerinde tedebbür ve tefekkürün emredilmiş olmasıonun mânâlarını bilmenin önemli ve gerekli olduğuna işâret eder. Zîrâ Kur’ân’dan ancak bu yolla yararlanmak mümkündür. Ayrıca bu, Kur’ân’ın tertil ile okumanın acelece okumaktan daha üstün olduğunu gösterir. Zîrâ süratli okurken âyetlerin mânâlarını doğru dürüst düşünebilmek oldukça zordur. (Ö. ÇELİK, 4/284)
(30).‘Biz Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı bahşettik.’ Yüce Allâh’ın Hz. Dâvud’a Hz. Süleyman’ı lütfettiğinin burada söz konusu edilmesi, bu bağışın Hz. Dâvud’a geçen hususlara bir mükâfat olarak verildiğine işâret etmektedir. Onun yeryüzünde hâlîfelik makâmına getirilme görevini hak ile hükmedip, hevâya uymayı terketmeyi, hakkıyla gerçekleştirdiğine de bir işârettir. (S. HAVVÂ, 12/313)
‘(Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o sürekli (tesbihveibâdetleAllâh’a) yönelirdi.’ Bu da onun övgüye lâyık olmasının sebebini açıklamaktadır. ‘Evvab’ (Allâh’açokçadönen): Yüce Allâh’a çok çok dönen, demektir. Onun babası evvab olduğu gibi, kendisi de evvab idi. Babasına bunca lütuflar bağışlandığı gibi, ona da pek hoş şeyler evvab olduğu için mükâfat olarak verilmişti. Yüce Allah, Hz. Dâvud’un evvab oluşuna delâlet eden bir olayı zikrettiği gibi, şimdi de bizlere Hz. Süleyman’ın evvab oluşuna delâlet eden bir olayı anlatacaktır. (S. HAVVÂ, 12/313)
(31, 32).‘Hani ikindi üzeri ona, üç ayağının üstünde durup bir ayağını tırnağının üzerine diken, çalımlı safkan koşu atları gösterilmişti de’ Nesefi der ki: ‘Atlarının duruşlarının bu şekilde nitelendirilmesi, melezlerde değil, sâdece Arap atlarda bu özelliğin bulunmasından dolayıdır. Denildiğine göre, bu atların iki nitelik ile nitelendirilmesi, hem dururken hem yürürken övülmeğe değer iki niteliğe sâhip olduklarını belirtmek içindir. Yâni bu atlar durduklarında duruşlarında sâkin ve rahattır, yürüyüp koştuklarında ise çabucak ve hızlı koşarlar. (S. HAVVÂ, 12/313)
‘(Süleyman🙂 “Doğrusu ben, bu mal (yâniat) sevgisine, sırf Rabbimi anmak için yöneldim.” demişti; (buatlarkoşarakuzaklaşıp) perde arkasında gizlenmiş gibi (gözdenkayb)oluncaya kadar (busözütekrarladı).’ Hz. Süleyman savaşlarda ve başka hizmetlerde kullanılmak üzere at besletir: idman yaptırılması için onların koşturulmasını emrederdi. Bâzan kendisi de buna nezâret ederdi. Yine bir ikindi vakti onların bakım ve idmanlarına nezâret etmiş ve ‘Ben bunları nefsim için değil, Allâh’ı zikretme, O’nun zikredilmesini sağlama ve dînini güçlendirme bakımından seviyorum’ demişti. Atlara sevgisi ve onlarla meşguliyeti, namazını veya zikir ve duâsını aksatmasına sebep olmamıştı. Nihâyet o atlar, koşup toz perdelerinin arkasına gizlendiler. Veya güneş battı, görünmez oldular. Yâhut ahırlara çekildiler. Süleyman (a.s.), atların getirilmesini emretti ve onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. Okşadı, tımarlarına özen gösterdi. (Ö. ÇELİK, 4/285, 286)
Buâyetlerintercüme ve tefsîri hakkında, müfessirler arasında ihtilâf vardır. Bir grup müfessir, bu âyetlerden, Hz. Süleyman’ın atları muâyene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı unuttuğu, anlamını çıkarmışlardır. Bâzıları ise Hz. Süleyman’ın ikindi ve akşam namazı arasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başkabirdeyişle, atları Allâh’a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zîrâ atlar, onu Allâh’ı anmaktan alıkoymuştur. Bu yorumu kabul edersek, âyetlerin anlamı şöyle olur: ‘Ben’ dedi, ‘Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allâh’ı anmayı (ikindi namazı veya virdi) unuttum. Öyle ki güneş battı.’ Onları (atları) getirin diye emretti ve onların bacaklarını ve boyunlarını kesti.’ Bu yorumu büyük müfessirler yapmış olmasına rağmen, tercih edilemez. Çünkü üç konuda kendiliklerinden tevil yapmışlardır. (1) Onlar, Hz. Süleyman’ın ikindi namazını veya virdlerini unuttuğunu söylemişlerdir. Oysa Kur’ân’daki âyetten en çok ‘Ben’ dedi, ‘Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allâh’ı anmayı unuttum’ anlamı çıkabilir. İkindi namazından veya zikirden söz edilmemektedir. İkincisi (2) onlar ‘Güneş battı’ diyorlar, fakat metinde güneş lâfzı yoktur. Burada ‘hattâ tevârat bi’l hicab’ (perdenin arkasına gizlendiler) denilerek, ‘es sâfinâtü‘l ciyad’ (yağız atlar) ifâdesi ile ilişki kurulmaktadır. Yâni, ‘Perdenin arkasına gizlenenlerin’ ‘yağız atlar’ olduğu hemen anlaşılıyor. Ayrıca onlar, Hz. Süleyman’ın atların bacaklarına ve boyunlarına elleriyle değil, kılıçlarıyla dokunduğunu (kestiğini) varsayıyorlar. Oysa Kur’ân’da ‘kılıçla dokunmak’ vârid değildir. Dolayısıyla ‘dokunma’ ifâdesinin kılıçla olduğu şeklindebiranlamçıkarmak mümkün değildir. (MEVDÛDİ, 5/68)
(33).“Onları tekrar bana getirin.” (dedi). Artık onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.’ Hz. Süleyman bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, ‘Bu atları sâdece Allah rızâsı için seviyorum. Öyle ki onlarla cihad edilerek Allâh’ın kelimesi yükselsin. Sonra atları koşturdu. Atlar o kadar hızlı koşmuşlardı ki, gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri getirmiştir. İbn Abbas’a göre Hz. Süleyman, onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır. (MEVDÛDİ, 5/69)
(34).‘Andolsun Biz Süleyman’ı bir sınavdan geçirmiş, tahtının üstüne bir ceset koymuştuk; sonra o bize yöneldi’ Yâni rûhu olmayan bir cesed bıraktık. Yâni, onun için oldukça değerli bir varlığı, ölü bir cesed olarak bıraktık. Bununla kalbini tevekkülden alıkoyacak kadar büyük bir tutkuya sâhip oluşundan dolayı onu sınamak istedik. (S. HAVVÂ, 12/314)
‘.. sonra o bize yöneldi’ Allâh’a rücu edip tevbe etti. O her hâlükârda Allâh’a dönen bir kimse idi. Allâh’ı şükretmekten yana gâfil olduğu hâllerde bile yâhut deneme ve sınanma hâllerinde bile Allâh’a dönen bir kimse idi. (S. HAVVÂ, 12/314)
Süleyman’ın sınavdan geçirilmesi ve tahtının üstüne ceset konulmasının ne anlama geldiği, Allah’tan bağışlanmasını dilemesine sebep olan hatâsının ne olduğu konularında tefsirlerde yine İsrâiliyat türünden bâzı rivâyetler ve bir peygamberin kişiliğine yakışmayan hikâyeler bulunmaktadır. Fahreddin Râzi, ‘haşiv ehli’ ne isnat ettiği bu rivâyetleri kesinlikle asılsız saymaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/581)
(35).‘Dedi ki: “Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk (vesaltanat) ver. Çünkü sen çok lütufta bulunansın!” Nesefi der ki: ‘O, bu niteliği haset dolayısıyla değil, kendisine bir mûcize olması için istemişti. Bu isteği, rüzgâr ve şeytanlar onun emri altına alınmasından önce yapmıştı. Bu duâda bulununca Allah ona, rüzgârı ve şeytanı emrine verdi. Zâten âdetlerin üstüne çıkılmadığı takdirde mûcize olmaz. (S. HAVVÂ, 12/316)
Burada söylenebilecek en son söz şudur ki: Yüce Allah diğer peygamberlerini yönlendirmek, yol göstermek, attıkları adımları hatâlardan uzaklaştırmak için birtakım sınavlardan geçirdiği gibi, elçisi olan Hz. Süleyman’ı (as) yönetim ve otorite konusundaki uygulamaları ile ilgili olarak bir sınavdan geçirmiştir. Hz. Süleyman bu konuda Rabb’ine yönelmiş ve O’na dönüş yapmıştır, hatâlarının bağışlanmasını dilemiştir. Duâ ederek Allâh’a umutla yönelmiştir. (S. KUTUB, 8/547)
(Bize göre) Bu âyetlerde değinilen olayın içeriğinden çok, Kur’ân’ın vermek istediği mesaj önemlidir. O mesaj da şudur: Hz. Süleyman gibi ‘O ne iyi kuldu’ diye övdüğü (30. Âyet), kendi yanında kesin bir yakınlık derecesine sâhip olduğunu bildirdiği (40’ncı âyet) büyük bir peygamber ve çok güçlü bir hükümdar bile bâzı sıkıntılarla ve hatâlarla imtihan edilebilir ve edilmiştir. Şu hâlde Allah katındaki mânevi mertebesi ve dünyâdaki gücü ne olursa olsun, her insan Allâh’ın yardımına, himâyesine, affına ve keremine muhtaçtır; hiç kimse maddi gücüne, hatta mânevi mertebesine güvenerek kendisini Allah’tan bağımsız hissetmemeli, bu anlama gelebilecek bir tutum içine girmemelidir. Burada ayrıca şu hususlara da işâret edilmiştir: (1) İnsanın gönlü Allah ile birlikte olduğu, sorumluluğunu hissettiği sürece mal sevgisi kötü değildir, böyle insanlaradeğerlimallardünyâmutluluğuverdiğigibi, onu veren Allâh’ı daha çok anıp şükretmesine de vesîle olacaktır. (2) Bir kimsenin, Hz. Süleyman gibi yeryüzünde hakkı, iyilik ve adâleti hâkim kılma niyetiyle varlığını ve gücünü Allah yoluna adaması, mal ve iktidar sevgisinin kendisine Allâh’ı unutturmasına izin vermemesi, hatâlarını görüp hemen tövbe ve istiğfarla tâmir etmesi ve nefsinin zararlı isteklerine karşı dirençli olması şartıyla en yüksek seviyede siyasi güç ve iktidar istemesinde bir sakınca yoktur. (KUR’AN YOLU, 4/582)
(36-38).‘Biz, rüzgârı onun emrine verdik. Onun emriyle dilediği yere tatlı tatlı (kolaylıkla) akar giderdi.’ Yüce Rabbi onun bu duâsını kabul buyurmuştur. O’na bilinen, alışılan hâkimiyetin de ötesinde başka hiç kimseye verilmeyecek olan özel bir hâkimiyet vermiştir. (S. KUTUB, 8/547)
‘Şeytanları da’ onun emrine verdik. ‘Her binâ kuranı’ mâbedler, heykeller, büyük kazanlar ve buna benzer insanların altından kalkamayacağı pek çok ağır işler türünden muazzam yapıları yapanı ‘ve dalgıçlık yapanı’ yâni onun için denize dalarak orada bulunan incileri ve ancak denizde bulunan son derece nefis şeyleri çıkartanları ‘da’ onun emrine verdik. (S. HAVVÂ, 12/316)
‘Demir halkalara bağlı diğerlerini’ öteki şeytanları ‘da’. İbn Kesir der ki: Yâni çalışmaktan imtinâ edip çalışmayı kabul etmeyerek isyankârlık eden yâhut işinde kötü uygulama yapıp haddi aşan kimselerden zincirlere, demir hâlkalara bağlı olanları da… (S. HAVVÂ, 12/316)
YüceAllah cinleri de Hz. Süleyman’ın emrine vermiştir ki, O’na dilediğini yapsınlar. Karada ve denizde aradığı herşeyi O’na çıkarıp getirsinler. Ayrıca emrine vermiş olduğu bu cinlerden kendisine karşı gelenleri ve bozgunculuk yapanları cezâlandırması, ellerini ve ayaklarını bir araya getirip zincire vurması veya onları ikişer ikişer veya gerektiğinde daha fazla sayıda bir araya getirip demir hâlkalarla bağlama gücü vermişti. (S. KUTUB, 8/548)
(39).“(EySüleyman!) Bu bizim bağışımızdır. İster (dilediğine) bol nîmet ver, ister tut (verme), hesâbı yoktur.” dedik.’ ‘Yâni dilediğin şekilde bizim sana verdiğimiz eksiksiz mülk, tam saltanattan istediğin kimseye ver, istediğini mahrum bırak. Bundan dolayı senin için bir hesap yoktur. Yâni sen ne yaparsan, o seniniçin caizdir. Bu konuda dilediğin gibi hükmet; doğrudur. (S. HAVVÂ, 12/317)
(40).‘Şüphesiz ona yanımızda, elbette bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.’ Burada, Allâh’ın gururlu kimselerden nefret ettiği kadar, kendisinden korkan kimseleri de sevdiği anlatılmak isteniyor. Hatâ yapan bir kul, hatâsında inat eder ve tüm uyarılara rağmen tavrını değiştirmezse, onun sonu tıpkı Âdem ve İblis kıssasında anlatıldığı gibi, İblis’inkine benzer. Tam aksine hatâ yapan bir kul Allah’tan korkarak af dilerse, Allah kendisini bağışlar. Tıpkı Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman’ı bağışladığı gibi. Nitekim Hz. Süleyman’ın tevbesini kabul ettikten sonra Allah, onun duâsına icâbet etti ve ona hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat bağışladı. Hiçbir kuluna vermediği yetkiyi, cinleri ve rüzgârları emrine tahsis ederek ona verdi. (MEVDÛDİ, 5/74)
38/41-44 EYYUB (A.S.) NE İYİ KULDUR
41. (Ey Peygamberim!) Kulumuz Eyyüb’ü de an (ve anlat)! Hani Rabbine: “Doğrusu şeytan bana bir dert ve azap (olacakvesvese) dokundurdu.” diye seslenmişti.
42. “Ayağını (yere) vur. İşte hem yıkanılacak, hem de içilecek soğuk bir (su çıkacak, ondan iç ve yıkan).” dedik.
43. Ve ona, âilesi (hâlkı)nı, onlarla berâber bir mislini daha, tarafımızdan bir rahmet ve akıl sâhiplerine bir ibret (ve öğüt) olmak üzere bağışladık.
44. (Eşine vuracağına yemin eden Eyüp’e) “Eline bir (okadar) demet sap al; (birnevigöstermelikolarak) onunla vur da yemininde durmamazlık etme.” (demiştik). Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. O (Eyyüb) ne güzel kuldu! Şüphesiz o sürekli (Allâh’a) yönelirdi.
41-44. (41).‘Kulumuz Eyyüb’ü de an (ve anlat)! Hani Rabbine: “Doğrusu şeytan bana bir dert ve azap dokundurdu.” diye seslenmişti.’ Hz. Eyyub’un kıssası ve sabrı dillere destan olacak kadar yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki bu sınama ve sabır insanlık târihinde eşsiz bir örnek olarak yâd edilegelmiştir. Yalnız bu konuya da, nezihliğini gölgeleyecek Yahûdi efsâneleri (israiliyat) karışmıştır. Bu kıssa ile ilgili olarak ileri sürülebilecek en güvenilir anlayış, Hz. Eyyub’un Kur’ân-ı Kerîm’de de ifâde edildiği gibi Rabbi’ne yönelen iyi bir Allah eri olduğudur. Yüce Allah O’nu bir sınavdan geçirmiş, O da güzel sabretmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Eyyub’un sınanması bütün malını, âilesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi, şeklinde olmuştu. Fakat O, buna rağmen Rabbı ile bağını gevşetmedi, O’na güveninden bir şey kaybetmedi ve ilâhi takdîrin herşeyine gönül rızâsı ile katlandı. (S. KUTUB, 8/549)
Müfessirlerin çoğunluğunun yorumunu dikkate alarak ‘Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir’ diye çevirdiğimiz 41’nci âyetteki cümleyi İbn Âşur, ‘Şeytan, hastalıktan çektiğim meşakkat ve acıyı kullanarak bana vesvese veriyor, hastalığı veren Allâh’a karşı beni isyâna zorluyor’ veya ’Hastalığın meşakkat ve acısı yanında bir de şeytanın vesvesesi ile uğraşıyorum!’ şeklinde anlamanın daha isâbetli olacağını belirtir. Eyyub’un (as) bu sızlanması, şeytandan gelen ve kendisini isyan etmeye zorlayan psikolojik baskıdan sıkıntı çektiğini ve bu baskıya karşı savaş verdiğini göstermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/584)
(42).“Ayağını (yere) vur. İşte hem yıkanılacak, hem de içilecek soğuk bir (su çıkacak, ondan iç ve yıkan).” dedik.’ Yüce Rabb’i onun doğruluğunu, dürüstlüğünü ve gösterdiği sabrı, şeytanın manevralarından duyduğu nefreti ve onlara kanmadığını görünce, rahmetini ona ulaştırdı. Sınanmasına son verdi, sağlığını geri verdi. Ayağı ile yere vurmasını oradan serinleten bir kaynağın fışkıracağını, onunla yıkanıp suyundan içmesi hâlinde sağlığına kavuşacağınıve yaralarının iyileşeceğini bildirdi. (S. KUTUB, 8/549)
(43).‘Ve ona, âilesi (halkı)nı, onlarla berâber bir mislini daha, tarafımızdan bir rahmet ve akıl sâhiplerine bir ibret (ve öğüt) olmak üzere bağışladık.’ Burada her akıl sâhibi için bir ibret ve ders vardır. Yâni insanoğlu ne hâlde olursa olsun, Allâh’a isyan etmemeli ve O’ndan ümidini kesmemelidir. İyilik de, kötülük de kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’ın elindedir. O dilediğini iyi bir durumdan çok kötü bir duruma uğratır, çok kötü bir durumdan da iyi bir duruma yükseltir. Dolayısıyla akıl sâhibi her insan, ümit ettiğini sâdece Allah’tan beklemelidir. (MEVDÛDİ, 5/75)
(44).“Eline bir (okadar) demet sap al; (birnevigöstermelikolarak) onunla vur da yemininde durmamazlık etme.” (demiştik). Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Hakikaten o sürekli (Allâh’a) yönelirdi.’ Hz. Eyyub hasta iken hanımın bir miktar sopa vurarak döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını döveceği için ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için günaha girecektir, dövse mâsum ve vefâkâr eşine boşuna haksızlık edecektir. Allah bu sorunu şöyle hâlletmiştir: ‘Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap, sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin boş yere eziyet görmez. (MEVDÛDİ, 5/75)
Deniliyor ki, bir olay dolayısıyla eşine yüz deynek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş, şer’i cezâ ve yeminlerde bu ‘Eyyub Ruhsatı’ adıyla bâki kalmıştır. Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için daha geniş mânâlara ihtimali vardır. (ELMALILI, 6/473)
Bâzı fikirler böyle bir yöntemin sâdece Hz. Eyyub’a mahsus olduğunu söylerlerken, bâzıları da, başka kimselerin de bu fırsattan (ruhsattan, M. SELMAN) yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn Asâkir, İbn Abbas’dan, el Cessas ise Mücâhid’den nakletmişlerdir. İbn Mâlik de aynı görüştedir. Diğer görüş ise İmam Ebû Hanife, İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şâfii tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre söz gelimi bir kimse hizmetçisine on sopa vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak 10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Hz. Peygamberden rivâyet edilen bir hadiste o hasta bir zâniye böyle cezâ vermiştir. Çünkü zinâ eden şahıs o derece hasta idi ki, 100 sopaya dayanması mümkün değildi. (el Cessas’tan, Müsned-i Ahmed, Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce’den MEVDÛDİ, 5/75, 76)
38/45-48 AHİRET YURDUNU DÜŞÜNEN İHLÂSLI KULLAR
45. (Ey Peygamberim!) Kuvvet ve basiret sâhipleri olan kullarımız İbrâhim, İshak ve Yâkub’u da an (ve anlat)!
46. Şüphesiz biz onları, hâlis olarak (âhiret) yurdunu düşünen, ihlâslı (gönüldenbağlıkimse)ler yaptık.
47. Çünkü onlar, katımızda seçilmiş hayırlı (kimse)lerdir.
48. (Ey Peygamberim!) İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de hatırla (ve anlat)! Hepsi de hayırlı (insan)lardandır. [krş. 6/85-86; 37/129-130]
45-48. (45).‘Kuvvet ve basiret sâhipleri olan kullarımız İbrâhim, İshak ve Yâkub’u da an (ve anlat)!’ İbn Kesir der ki: ‘Bundan kasıt sâlih amel, faydalı bilgi, ibâdette güçlü kuvvetli oluş ve eşyânın derinliğine nüfuz eden basirettir.’ Nesefi der ki: ‘Yâni zâhir ameller ve bâtın fikirlerin sâhibi kimseler…’ (S. HAVVÂ, 12/321)
‘üzkür / an, zikret’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yönelik bir emirdir. Peygamberlerin anılması ile maksat, onların bilinmesi ve anlaşılması, hayatlarından ders çıkarılması ve onların örnek alınmasıdır. (İ. KARAGÖZ 6/419)
(46).‘Şüphesiz biz onları, hâlis olarak (âhiret) yurdunu düşünen, ihlâslı (kimse)ler yaptık.’ Onların başarılı olmaları, kalplerinde dünyâya meyletmekten eser olmayıp, tüm çabalarının âhirete yönelik olması dolayısıyladır. Onlar âhireti hem kendileri hatırlarlar hem de başkalarına hatırlatırlardı. Allah bu yüzden mertebelerini yükseltmiş ve onlara dünyâya meyleden kimselerin ulaşmalarının mümkün olmadığı mekânlar vermiştir. (MEVDÛDİ, 5/77)
Hasan-ı Basri şöyle demektedir: ‘Âlimler müstesnâ, insanlar helâk olmuştur. Âmiller müstesna âlimler helâk olmuştur. İhlâslılar müstesnâ âlimler helâk olmuştur. İhlâslılar da büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Şimdi ihlâslılar da büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarına göre; böyle olmayanlar kimler olabilir? Şüphesiz ki bunlar ihlâsa erdirilmiş (kurtarılmış) kimselerdir. İşte âyet-i kerîme, insanın ihlâsa erdirilmiş kimselerden olabilmesi, bu noktaya ulaşabilmesi için, izlemesi gereken yolu çizmektedir ki, bu da âhiret yurdunu hatırlamaktır. O bakından âhiret yurdunu çokça hatırlayalım. (S. HAVVÂ, 12/341)
(47).‘Çünkü onlar, katımızda seçilmiş hayırlı (kimse)lerdir.’ İbn Kesir der ki: ‘Onlar seçkin ve hayırlı kimselerdi. Yâni onlar hem hayırlı, hem seçkin kimseler idiler. (S. HAVVÂ, 12/321)
(48).‘İsmâil’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an (ve anlat)! Hepsi de hayırlılardandır. ‘ Rasûlullah (s) Efendimiz’e önceki peygamberleri hatırlamasının emredilmesi; tebliğde onların yolunu tâkip etmesi, mânen onlarla birlikte yaşaması, onların sabırlarını ve Allâh’ın onlara merhametini düşünmesi içindir. Onun, yalancı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini sağlamaktır. (Ö. ÇELİK, 4/292, 293)
Bu âyetlerin ifâdesine göre anılan şahsiyetler şu üç değerli lütfa mazhar olmuşlardır: (a) Allah onları günahlardan korumuştur; (b) Kendilerini seçkimler arasına almıştır; (c) İyilerden olmuşlardır. Bu ayrıcalıkların sebebi ise onların ‘âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samîmiyetleri’dir. Bu husustaki titizlik ve kararlılıklarıdır. (KUR’AN YOLU, 4/585)
Âlimler bu âyetle peygamberlerin günahtan mâsum olduklarını istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hepsinin tartışmasız ‘ahyâr / hayırlılar’danolduklarını hükmeylemiştir. Bu hayırlılık onların fiillerini de, sıfatlarını da kapsamaktadır. (Râzi’den, H. B. ÇANTAY, 2/817)
38/49-64 CEHENNEM EHLİNİN TARTIŞMASI
49-50. İşte bu (Kur’an) bir hatırlatma (veöğüt)tür. Günahlardan sakınanlar için dönüp varılacak güzel bir yer vardır ki (oda) kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleridir.
51, 52. Müttakiler orada (tahtlara) yaslanarak birçok meyve ve içecek isterler. 52. Yanlarında bakışlarını (yalnızerkeklerine) çevirmiş aynı yaşta eşler vardır.
53, 54. İşte bu(dur), hesap günü için size vaadedilenler. 54. Şüphesiz bu, (cennetliklere) bizim (ihsanettiğimiz) rızkımızdır ki onun bitip tükenmesi mümkün değildir.
55, 56. Bu (nîmetler Allah’tan korkanlar için)dir. Sapık ve azgınlara da elbet, dönüp varacakları kötü bir yer vardır: Cehennem! Onlar buraya gireceklerdir. O ne kötü bir yataktır!
57, 58. Artık (bu azâbı kâfirler) tatsınlar: Bu kaynar su ve irindir. Onlara benzer, başka (azap)lar da vardır.
59. (Cehennemlikliderlere🙂 “İşte, (dünyâdasizeuyupdapeşinizdengelenveşimdi) sizinle berâber (cehenneme) girecek olan bir güruh” (denilecek). Onlar da: “(Şimdi) onlara merhaba yok, çünkü onlar ateşe gireceklerdir.” diyecekler.
60. (Taklitçi kâfirler liderlerine şöyle cevap verirler:) Hayır, (asılsiz) rahat yüzü görmeyin. Bu azâbı bizim başımıza siz getirdiniz. Cehennem ne kötü bir durup kalınacak yerdir.
61. (Taklitçi kâfirler): “Ey Rabbimiz! Bunu (buateşi) bizim önümüze kim getirdiyse (kimsebepolduise), ona ateşte azâbı kat kat artır.” diyecekler. [bk. 2/165-167; 7/38]
62. (Cehennemliklerinhepsi, mü’minlerikastederek🙂 “Bize ne oluyor ki kendilerini (dünyâdaaşağıve) kötülerden saydığımız kişileri (burada) görmüyoruz?” derler.
63. “Biz onları (horgörüp) eğlence edinirdik. Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı da onun için mi (göremiyoruz)?”
64. İşte bu, yâni ateş ehlinin birbiriyle (böyle) tartışması bir gerçektir.
49-64. (49, 50).Sahne bütünü, bölümleri, çehreleri ve şekilleriyle birbirini tamâmen (tamamlayan, M. SELMAN) iki manzara ile başlıyor: (1) Gerçek anlamda Allâh’a bağlı olan ‘takvâ sâhipleri’nin ve onları bekleyen ‘güzel bir geleceğin’ manzarası. Tam karşısında (2) Allâh’a karşı gelen ‘azgınların’ ve onları bekleyen ‘kötü bir geleceğin’ manzarası. Birincilerin durumu iyi(dir). Onlar için Adn Cennetleri vardır. Kapıları onlara sonuna kadar açıktır. Onlar orada yan gelip yatacak, rahat edeceklerdir. En güzel yiyecekler ve en güzel içecekler onlarındır. Ayrıca onlar için genç – güzel hûriler vardır. Bunlar güzelliklerine rağmen ‘gözleri eşlerinden başkasını görmeyen’ gözleri başkasını aramaz ve başkasına takılmaz. Hepsi de genç ve yaşıttır. Bu sürekli bir zevk ve Allah katından verilen bir rızıktır. ‘Bitmez tükenmez bu nîmetler’ (S. KUTUB, 8/552)
Yüce Allâh’ın: ‘Kapıları kendilerine açık Adn cennetleri… (âyet 50) buyruğunu açıklarken İbn Kesir, şöyle demektedir: Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor. Abdullah b. Ömer (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Cennette Adn adı verilen bir saray vardır. Etrâfında burçlar ve bahçeler vardır. Beş bin kapısı vardır. Her bir kapının yanında beş bin özel elbise vardır. O saray peygamber, sıddik, şehid yâhut adâletle hükmeden bir yönetici müstesnâ, hiç kimse girmez – yâhut ondan sâkin olmaz – ‘ (S. HAVVÂ, 12/342)
(51).‘Onlar orada (tahtlara) yaslanarak birçok meyve ve içecek isterler.’ Ne zaman isterlerse, istedikleri şekilde bulur ve yanlarına getirilir. Hizmetçiler onların diledikleri türden meyve ve içecek sunarlar. (S. HAVVÂ, 12/324)
Âyetlerde, cennetlerde hurma, nar ve benzeri her çeşit meyvenin olacağı, bunlardan cennet halkının istediği kadar yiyeceği, her türlü yiyeceğin bulunacağı, cennet ehlinin canlarının çektiği herşeyin var olduğubildirilmektedir. Özellikle cennette gıdâ olarak meyve ve etin zikredilmesi, bu gıdâların önemini ortaya koymaktadır. Cennetlerde müminler sâdece meyve ve et mi yiyecekler? Hayır, ‘Onlar için diledikleri herşey vardır.’ (36/57) ve ‘Cennette canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı herşey vardır.’ (43/71) âyetlerinde beyan edildiği gibi, cennet halkının canlarının istediği her türlü yiyecek vardır. Bunlar tükenmez ve yasaklanmaz. (İ. KARAGÖZ 6/424)
Gerek burada gerekse Kur’ân’ın daha başka yerlerinde âhiret mutluluğunun maddi ve somut unsurlarla tasvir edilmesine, dünyevi zevkleri çağrıştıran ifâdeler kullanılmasına bakarak, bundan oradaki nîmetlerinin mutlaka dünyâdakilerin aynısı olacağı gibi bir sonuç çıkarmamak gerekir. Amaç insanın uhrevi mutluluğu hayâl etmesini sağlamaktır. Orada dünyâdakilere benzer veya onlardan farklı maddi nîmetler olsa bile, herşeyin onlardan ibâret olmadığı, asıl ve yüce mutluluk unsurlarının mânevi nîmet ve lütuflarda olduğu çeşitli âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır. (meselâ bk. Tevbe 9/72; Yûnus 10/10, 25; Hicr 17/45-48; Buhâri Tevhid 35; adn cennetleri hakkında bk. Ra’d 13/23; KUR’AN YOLU, 4/588)
(52).‘Yanlarında bakışlarını çevirmiş aynı yaşta eşler vardır. Hadis: ‘Cennetlikler cennete sakalsız – bıyıksız, taptâze, gözleri sürmeli otuzüç yaşındaki kişiler olarak gireceklerdir. Cennetlik her bir erkeğe iki eş verilecektir ki, bunlardan her birinin üzerinde yetmiş elbise olacak (bununla birlikte) baldırlarının içi ta öteden görülecektir.’ (Tirmizi Cennet 8, 12, Dârimi Rikak 104; Müsned 2/295, 343; 5/232, 240; İ. H. BURSEVİ, 17/136)
(53).‘İşte bu(dur), hesap günü için size vaadedilenler.’ İbn Kesir der ki: ‘Bizim sözünü ettiğimiz nitelikleriyle bu cennet, yüce Allâh’ın öldükten sonra diriltilip, kabirlerinden kalkarak ateşten esenlikle kurtulmalarından sonra takvâ sâhibi kullarının gideceklerini vadettikleri cennettir. (S. HAVVÂ, 12/324)
(55).(İkinci Sahne) Diğerlerine gelince onların bir konakları vardır. Fakat orada rahat yüzü görülmez. Burası cehennemdir. ‘Orası ne kötü bir konaktır’ Onlarınoradakaynarsulardan içecekleri, kusmuktan yiyecekleri vardır. Bu da ateşe girenlerin vücutlarından süzülüp akan pis ve iğrenç şeylerdir! Ya da onların bu türden daha nice ezâları, cefâları vardır ki, bunlara âyet-i kerîmede ‘ezvâc / çeşit çeşit’ yâni birbirine benzer eziyetler denilmektedir. (S. KUTUB, 8/552, 553)
(57, 58).‘Artık tatsınlar onu: Bu kaynar su ve irindir.’ Gassâk, yaradan akan sarı su, irin, cerahat akıntısı yâhut şarap gibi kaynar su olan, hamîm’in zıddı olmak üzere içilmez derecede gâyet soğuk ve çok çirkin kokulu içki ki, ‘hamim’ sıcaklığıileyakar, ‘gassâk’ da soğukluğu ile. (ELMALILI, 6/477)
Dünyâda Allâh’ı inkâr eden insana, âhirette yiyecek olarak hayvanların dahi yiyemediği bir bitki (Gâşiye 88/6), ya da zakkum ağacı (Sâffât 37/62), içecek olarak da erimiş mâden tortusu gibi yüzleri kavuracak (Sâffât 37/67), ve bağırsakları parçalayacak bir su (Muhammed 47/15), takdim edilecektir. Orada kızgın, çok yakıcı, volkan gibi kıvılcımlar saçan (Mürselât 77/32) bir ateş vardır. Bu ateşin homurtusu ve uğultusu çok uzaklardan duyulacaktır (Furkan 25/12). İnkârcılar boyunlarında kelepçeler olduğu hâlde (Rad 13/5), alınlarından ve ayaklarından tutulup (Rahman 55/41), uzun zincirlere vurularak yüz üstü sürüklenecekler (İsrâ 17/97) ve ateşe atılacaklardır. Bu ateş onları her taraflarından kuşatacak ((Kehf 18/29), derilerini yakıp kavuracaktır (Müddessir 74/29). Bu durumda cehennemlikler azâbın bitirilmesi yâhut hafifletilmesiiçin feryat edecekler(Fâtır 35/37), fakat bu feryatları hiçbir işe yaramayacaktır. İşte burada ele almış olduğumuz âyette yer verilen ‘ğassâk’ kelimesi de söz konusu azap figürlerinden biri olarak cehennem ehline içmeleri için verilecek ‘irin’ anlamına gelebilir. (M. DEMİRCİ, 2/716, 717)
‘Onlara benzer, başkaları da vardır.’ Hasan-ı Basri der ki: Türlü türlü azapları olacaktır, demektir. Başkaları ise şöyle demiştir: Zemherir, semûm, kaynar su içmek, zakkumdan yemek, yükseklere kadar çıkıp aşağılara yuvarlanmak ve benzerleri, farklı ve birbirine zıt şeyler olup, kendileri ile azaplandırılacakları ve aşağılanıp horlanacakları daha başka şeyler. (S. HAVVÂ, 12/325)
‘Buna benzer daha türlü türlü başkaları’ ifâdesiyle Allah Teâlâ, her bir günah çeşidi için bir azap çeşidi olduğuna işâret ediyor. (İ. H. BURSEVİ, 17/141)
(59).(Üçüncü Sahne) Sahne, kapsadığı karşılıklı konuşmalarla somutlaşan, canlı hâle gelen üçüncü manzara ile tamamlanıyor. Burada cehennemlik olan azgınlardan bir topluluk görülüyor. Bunlar dünyâda birbirlerini seven, birbirine dost olan kimselerdi. Bugün onlar birbirini tanımıyor, birbirinden kaçıyorlar. Bunların bâzıları sapıklığı aşılıyor, bâzıları müminlere karşı üstünlük taslıyor, onların çağrılarını, cennete ilişkin inançlarını alaya alıyorlardı. Nitekim Kureyş’in ileri gelenleri de böyle yapıyor ve: ‘Kur’ân aramızda O’na mı indirilmeliydi’ (Sâd, 38/8) diyorlardı. (S. KUTUB, 8/553)
(60-62).Şimdi onlar bölük bölük ateşe atılıyorlar. İşte onlar birbirlerine ‘İşte bu topluluk sizinle berâber gerçeğe karşı direnenlerdir’ dediklerine cevapları ne oluyor? Cevapları öfke dolu, tepki dolu: ‘Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir.’ Peki kendileriyle alay edilenler susuyorlar mı? Hayır! Onlar da cevap veriyorlar: ‘Toplulukta bulunanlar ise (kâfir liderlerine hitâben); ‘Hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin, bizi buraya getiren sizsiniz, ne kötü bir duraktır’ derler. Yâni bu azâba düşmemize siz sebep oldunuz. Birden öfke, bunalım ve intikam dolu bir duâ yükseliyor. ‘Rabbimiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azâbını kat kat artır’ derler. (S. KUTUB, 8/553) (..) Sonra ne oluyor? İşte onlar müminleri arıyorlar. Dünyâda kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları müminler… Evet onlar inananları arıyorlar. Onları kendileri gibi ateşte bulamıyorlar. Birbirlerine soruyorlar: Onlar nerede? Onlar nereye gittiler?Yoksaburadaolduklarıhâlde, bizmionlarıgöremiyoruz? ‘Bize ne oldu ki, dünyâda iken kötülerden saydığımız kişileri burada niçin görmüyoruz? Derler’ (S. KUTUB, 8/553) (..) Hâlbuki onların arayıp sordukları adamlar uzakta, cennettedirler! Sahne, cehennemliklerin gerçek durumlarını ortaya koyarak sona eriyor! ‘İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir.’ (S. KUTUB, 8/553)
Dünyâ hayatının inkârcı ve saptırıcı önderleriyle onların peşinden giden kitleler arasında âhiretteki yargılama sırasında böyle çekişmeler ve suçlamaların olacağı Kur’ân’da başka vesîlelerle de anlatılmaktadır. Maksat, her iki tarafı da şimdiden uyararak sonuç vermeyecek olan âhiretteki bu çekişmelerden onları korumaktır. (ayrıca bk. Ahzâb 33/66-68; Sâffât 37/27-34: KUR’AN YOLU, 4/588)
‘Merhaba’ demek: ‘rahibte merhaban’ takdirinde bir duâ ile misâfire bir iltifattır ki, ‘geniş olasın, genişlik içinde güle güle oturasın’ demektir. (ELMALILI, 6/477)
‘lâ merhaban’ Bedduâ cümlesidir. ‘Rahat yüzü görmeyesin’ anlamındadır. Âyet, dünyâda lider konumunda olanların kendilerine uyanlara lânet edecekleri bildirilmektedir. (7/34-39)
‘(Yine) onlar: “Ey Rabbimiz! Bunu (buateşi) bizim önümüze kim getirdiyse, ona ateşte azâbı kat kat artır.” diyecekler.’ Yüce Allah’tan kendilerine önderlik edenlerin azâbını kendi azaplarının iki kat fazlası ile vermesini isteyecektir. (S. HAVVÂ, 12/325)
Azâbın iki kat artırılması talebi, hak ettiği miktarıncadır. Şöyle ki, talep edilen iki kat azâbın bir katı ‘sapıtma’, diğer katı ise ‘saptırma’ karşılığıdır. Hadis: ‘Kim kötü bir çığır açarsa hem onun günahı hem de onunla amel edenlerin günahı kıyâmete kadar o çığırı açanın üzerine olur. (Müslim, Nesâi, Müsned’den İ. H. BURSEVİ, 17/145, 146)
(64).‘İşte bu, yâni ateş ehlinin birbiriyle tartışması bir gerçektir.’ Yâni ey Muhammed, cehennemliklerin, birbirleriyle tartışmalarına, birbirlerine lânet okumalarına dâir sana verdiğimiz bu haberler, hiçbir tartışma götürmeyecek, şüphesiz hak olan şeylerdir. (S. HAVVÂ, 12/326)
38/65-70 BEN SÂDECE BİR UYARICIYIM
65, 66. (Rasûlüm! İnsanlara) De ki: “Ben ancak (Allahadına) bir uyarıcıyım. Tek ve kahredici olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” 66. “O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.”
67, 68. (Ey Peygamberim!) De ki: “Bu (verdiğimhaber), pek büyük bir haberdir! Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.”
69. “Onlar (meleklerkendiaralarındaÂdem’inhakkında) tartışırlarken benim, mele-i a’lâ (o yüksekmeleklertopluluğu) ile ilgili hiçbir bilgim yoktu.”
70. “Ancak apaçık bir uyarıcı olmam için (bubilgi) bana vahyediliyor.”
65-70. (65, 66).‘(Rasûlüm! İnsanlara) De ki: “Ben ancak (Allahadına) bir uyarıcıyım. Tek ve kahredici olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” 4’ncü âyette Allah, içlerinden birinin çıkıp, haber verdiği şeye Mekkeli müşriklerin hayret ettiklerini bildirmişti. Şimdi ise Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin (s) onlara, ‘Benim vazifem sizleri sâdece uyarmaktır’ demesini emrediyor. Yâni, ‘Benim görevim bir bekçi gibi, sizlerin yanlış yola gitmenizi engellemek değildir. Eğer benim uyarıma kulak asmazsanız, zararda olan sizler olursunuz. (MEVDÛDİ, 5/81)
‘De’ emri, Hz. Peygambere ve onun şahsında bütün müminlere yönelik bir emirdir. Yüce Allâh’ın Hz. Peygambere bildirmesini istediği şeykendisinin peygamber, Kur’ân’ın insanlar için büyük bir haber kaynağı olduğu ve insanların Kur’an’dan yüz çevirmemeleri gerektiği hususlarıdır. (İ. KARAGÖZ 6/431)
‘el Vâhid’ ismi, sözlükte bir, tek demektir. Allâh’ın sıfatı olarak; eşi, benzeri, örneği ve ortağı bulunmsysn, parçalara bölünmeyenkadim ve ezeli oluşta tek olan, yegâne varlık anlamına gelir. Kur’an’da onlarca âyette yüce Allâh’ın bu ismi tekrarlanmıştır. ‘İlâhınız bir tek ilâhtır.’ (2/163, 16/22, 22/34). ‘Ancak Allah, bir tek ilâhtır.’ (4/171, 14/52; İ. KARAGÖZ 6/432)
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.” Bütün bunların mutlak sâhibi ve onlarda mutlak tasarruf kendisinin olandır. Nesefi der ki: ‘Yâni bütün âlemde mülk / egemenlik ve Rububiyet / Rablık yalnız O’nundur. ‘Azîz’dir’ Cezâlandıracak olursa kimse O’nu mağlûp edemez, O’ndan kurtulamaz. ‘Gaffâr’dır’ kendisine sığınanların günahlarını bağışlar. (S. HAVVÂ, 12/344)
(67,68).(EyPeygamberim!) ‘De ki: “Bu (Kur’an), pek büyük bir haberdir!’ Yâni benim size verdiğim bu haber, benim böyle korkutmakla görevli peygamberliğimle Allâh’ın ortaktan münezzeh olarak birliği haberi, çok önemli, azametli, büyük bir haberdir. Bir ucunda o bir olan Allâh’ın hiçbir tarafından savunulması mümkün olmayan ebedi kahrı, bir taraftan da O’nun izzet ve bağışlaması var. (ELMALILI, 6/479)
‘Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.’ Gaflettesiniz. Mücâhid, Süddi, Kadı Şureyh ’büyük haber’in tefsiri ile ilgili olarak onun da, ‘kendisinden yüz çevrilen’in de Kur’ân-ı Kerîm olduğunu söylemişlerdir. El Hasen ‘Kıyâmet günü’ olduğunu söylemiştir. Fakat her ne olursa olsun, onların yüz çevirdikleri içerik uyarmadır, uyarılmalarıdır. (S. HAVVÂ, 12/344)
(69, 70).“Onlar (meleklerkendiaralarındaÂdem’inhakkında) tartışırlarken benim, mele-i a’lâ ile ilgili hiçbir bilgim yoktu.” “Ancak apaçık bir uyarıcı olmam için (bubilgi) bana vahyediliyor.” (mele-i a’la) meleklerin bulunduğu yüce topluluktur. Oradaki tartışmadan maksat, büyük ihtimalle, Bakara sûresi 30-34. âyetlerde anlatıldığı üzere Hz. Âdem’in yaratılış kararının verilmesi, meleklerin kanaatlerini beyan etmeleri, meleklerden Âdem’e secde etmelerinin istenmesi ve şeytanın baş kaldırması gibi hususlardır. Bunlar hakkında Peygamberimiz (s)’in bir bilgisi yoktu. Fakat Allah onu peygamber yaptığı için bu bilgileri ona vahyetmektedir. Diğer taraftan ‘mele-i âlâ’ hakkında kimsenin bilmesinin mümkün olmadığı bu bilgileri getirmiş olması, Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğinin açık delillerinden biri olarak kabul edilmelidir. (Ö. ÇELİK, 4/296, 297)
Nesefi der ki: ‘Mele-i A’lâ’dan kasıt, (Bundan sonra gelecek kıssada söz konusu edilen) melekler, Âdem ve İblis’tir. Çünkü semada idiler ve karşılıklı olarak konuşma aralarında geçmişti. Şimdi sûre, tartışma kıssasını sunmaktadır: (S. HAVVÂ, 12/345)
Bu tartışma, âyette de zikredildiği gibi, Allah ile İblis arasında geçmektedir. Burada dikkate değer nokta, ‘mele-i âlâ’nın (yüce topluluk) melekler olmasıdır. Yâni Allah, İblis ile doğrudan muhâtap olmayıp, melekler aracılığıyla konuşmuştur. Ancak, Allâh’ı mele-i âlâ’nın içinde farzetmek yanlış bir anlayış olur. (MEVDÛDİ, 5/81)
38/71-83 İBLİS SECDE ETMEDİ, BÜYÜKLÜK TASLADI
71. (Ey Peygamberim!) Rabbin o zaman meleklere buyurmuştu ki: “Ben, çamurdan bir insan yaratacağım.”
72. (Ey melekler ve iblis!) “Onun biçimini düzeltip içerisine de (hayatveren) rûhumdan üflediğim zaman hemen (benimiçin) ona secdeye kapanın.”
73, 74. Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Yalnız İblis (itaatedipdesecdeetmedi,) büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75. (Rabbin) buyurdu: “Ey İblis! İki elimle (yânikudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?” [bk. 2/34; 7/12]
76. (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” [bk. 2/30-34; 7/12]
77. (Allah) buyurdu: “Hemen çık oradan! Sen artık taşlanmış (rahmetimdenkovulmuş) birisin!” [bk. 15/34-35]
78. “Şüphesiz, tâ cezâ gününe kadar benim lânetim senin üzerinedir.”
79. (İblis🙂 “Ey Rabbim! O hâlde (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi.
80, 81. (Allah) buyurdu: “Sen, o bilinen gün (kıyâmet)e kadar mühlet (yaşama izni) verilenlerdensin!”
82, 83. (İblis) dedi: “Senin yüceliğine andolsun ki ihlâslı (sanagönüldenbağlı) ve itaatli kulların hâriç, o (insan)ların hepsini mutlaka azdıracağım.”
71-83. (71).‘Rabbin o zaman meleklere buyurmuştu ki: “Ben, çamurdan bir insan yaratacağım.” Âdem’e ve genel olarak insana ‘beşer’ denilmesi, derisinin açık ve çıplak olması yüzündendir. Bu yüzden insan târih boyunca giysi ihtiyâcı duymuştur. Diğer canlıların giysisi kendi fizik bedenindedir. Yaratılış maddesi için toprak (Âl-i İmran 3/59), çamur (Sâd 38/71), çamur hülâsası (Müminûn 23/12), kuru çamur, şekillenmiş balçık (Hicr 15/28) gibi farklı sözcüklerin kullanılması yaratılış aşamalarını ifâde etmek için olmalıdır. (H. DÖNDÜREN, 2/722)
Yüce Allah bu insan denen varlığı çamurdan yaratmıştır. Yâni insanın tüm organizması çamurdandır. Sâdece nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinmeyen ‘Hayat Sırrı’ hâriç. İnsan denen bu varlığın, adı geçen bu sırrın dışında bütün organları çamurdandır. Bu çamurun bir insan olmasını sağlayan ‘kutsal soluk’ dışındaki herşeyi çamurdandır. Vücûdunun bütün elementleri çamurdandır. Yâni insanın anası topraktır. İnsan bu toprağın ana maddelerinden meydana gelmiştir. Gizemli olan bu ilâhi sır, ondan ayrıldığında söz konusu organlar tekrar toprağa dönüşeceklerdir. (S. KUTUB, 8/556)
Biz bu kutsal soluğun niteliğini, niceliğini bilemiyoruz. Sâdece etkilerini, izlerini biliyoruz. İşte bu kutsal soluğun etkileri insan denen bu varlığı, yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırmıştır. Akli ve rûhi yönden yükselmeye elverişli olan özel yeteneğiyle onu diğer varlıklardan farklı kılmıştır. İşte bu özellik, insan aklının geçmişin deneyimlerinden yararlanmasını, geleceğini ona göre plânlamasını, programlamasını sağlamıştır. Bedenin akıl ve duyu organları ile algılanan varlıkları aşarak akıllara ve duyulara kapalı olan gizemli (bilinmez) dünyâ ile iletişim kurmasını temin etmiştir. (S. KUTUB, 8/556)
Yüce Allah bu insan denen varlığa, rûhundan bir soluk üflemiştir. Zîrâ O’nun irâdesi insanın yeryüzünde hâlîfe olmasını dilemiştir. Belirlediği sınırlar dâhilinde bu evrenin anahtarlarını, yeryüzünün imârını ve bunun için gereken güç ve enerjileri ona teslim etmeyi uygun görmüştür. (S. KUTUB, 8/556, 557)
(72).“Onun biçimini düzeltip içerisine de rûhumdan üflediğim zaman hemen (benimiçin) ona secdeye kapanın.” Yâni ben ona can verip onu duyar ve nefes alır hâle getirdiğimde, yere onun için secdeye kapanın; yâni ona secde edin. Nesefi der ki: ‘Denildiğine göre eğilmek, alçak gönüllülüğe delâlet ederdi. Yine bunun (Hz. Âdem kıble imişçesine) Allâh’a secde olduğu, yâhut selâmlama kastıyla secde olduğu da söylenmiştir’ Bizim şeriatımızda ise Allah’tan başkasının önünde eğilmek haram kılınmıştır. (S. HAVVÂ, 12/345)
‘Dolayısıyla onu tesviye ettiğim…’ ‘Yarattı ve tesviye etti.’ (A’lâ 87/2) sözünden de anlaşıldığı üzere tesviye, yaratmadan sonra olur. Demek ki insan maddesi, çamurdan yaratıldıktan sonra, bir de insan sûretini alması, insanlık seviyesine gelmesi için bir müddet de tesviye edilmiş, bedeninin parçaları kıvamına getirilmesi için düzeltilmiştir. (ELMALILI, 6/480)
‘.. rûhumdan üfürdüğüm zaman’ Ortada ne üfleme fiili, ne de üflenen şey vardır. Bu ifâde, sâdece bilfiil hayâtın kendisi sâyesinde gerçekleştiği şeyin, hayâtı kabûle elverişli bir maddeye bağlanışını anlatan bir temsildir. (İ. H. BURSEVİ, 17/162)
‘.. derhâl ona secdeye kapanın’ Bu secde, bir değer veriş ve selâmlama ifâdesidir. Çünkü kulluk etme tarzında bir secde, ne bu ümmette ne de daha önceki ümmetlerde Allah dışında hiçbir varlığa yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Önceleri ileri gelenlere selâmlama yollu secde yaygın olmasına rağmen, İslâm bunu iptal etmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 17/165)
(73, 74).‘Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.’ Kullanılan bu ifâdeler meleklerin aynı zamanda ve vakitte ayrı zamanlarda değil de hep birlikte secde ettiklerini ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 12/345)
‘Yalnız İblis (itaatedipdesecdeetmedi,) büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.’ Acaba İblis de meleklerden biri miydi? Açık olan duruma göre hayır. Zîrâ o meleklerden olsaydı karşı gelmezdi. Çünkü melekler, Allâh’ın emirlerine karşı gelmezler. Kendilerine verilen emri hemen yerine getirirler. İlerde İblis’in ateşten yaratıldığı da ifâde edilecektir. Meleklerin ise nurdan yaratıldıkları bildirilmektedir. Fakat İblis buna rağmen meleklerle berâberdi ve secde etmekle yükümlüydü. (S. KUTUB, 8/558)
(75).‘(Rabbin) buyurdu: “Ey İblis! İki elimle (yânikudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?” Yâni emrimi yerine getirmek, hitâbımı ululamak kastıyla, vâsıtasız olarak yarattığıma secde etmekten seni ne alıkoydu? Bu buyrukta Âdem (a.s.)’ın yaratılışı husûsunda evrim teorisinin bâtıl olduğunun delîli vardır. (S. HAVVÂ, 12/346)
‘İki elimle yarattığıma’ Kur’ân’da Allah Teâlâ’ya bâzan ‘Allâh’ın eli’ (Fetih, 48/10) gibi tekil olarak, bâzan da ‘Ellerimizin yaptıklarından.. ‘ (Yâsin 36/71) gibi çoğul olarak, bâzan da böyle ‘iki elimle’ gibi tesniye / ikil olarak el nisbet edilmiştir. Bir hadiste ‘O’nun her iki eli de sağdır’ (Müslim) buyurulduğundan her birinde Allâh’ın şânına lâyık bir mânâ kastedildiğinde şüphe yoktur. (Mâide 5/64 âyetinin tefsirine bkz.) (ELMALILI, 6/480, 481)
Birçokları burada iki elin ayrıca birer mânâsı kastedilmiş olmayıp, özel bir itinayla yaratmak mânâsından kinâye olduğu görüşüne sâhiptirler. Çünkü Âdem, bütün normal sebeplerin üstüne olarak, en yüksek bir seçim ile yaratılmıştır. Bâzıları da kudret anlamıyla yorumlamışlar ve tesniyenin sâdece pekiştirme için olduğunu, çünkü Âdem’in yaratılışında Allâh’ın kudretinin tecellilerinin pekiştirmeli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir. (ELMALILI, 6/481)
(76).‘(İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” Ateşin tabiatından da anlaşıldığı gibi İblis, kendisinin mayasını oluşturan ateşin tabiatına uyarak ahmaklık, hemen atılıverme, üstünlük taslama, zarar verme tabiatının bir sonucu olarak şu cevâbı verdi: ‘Ey Rabbim, ben Âdem’den daha iyiyim, (üstünüm, daha uygun düşer, M. SELMAN). Çünkü sen beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın!’ (M. HİCÂZİ, 5/289)
Bu karşı gelişin temelinde kıskançlık var. Hz. Âdem’in çamurdan yaratılışının ötesinde ona değer kazandıran temel faktörü hesâba katmama veya görmezlikten gelme var. Aslında o bu onurlandırmayı hak etmiştir. Bu gözler önüne serilen tutumuyla bütün olarak iyilikten uzak düşmüş bir karaktere sâhip olan kişinin çirkin cevabıdır. (S. KUTUB, 8/558)
(77).‘(Allah) buyurdu: “Hemen, çık oradan! Sen artık taşlanmış (rahmetimdenkovulmuş) birisin!” Nesefi der ki: ‘İblis, çamurdan yaratılmış olana secde etmeyi büyüklüğüne yedirmedi. Fakat Allâh’ın, meleklerine dahi bu emri verdiğini, meleklerin ise Allâh’ın hitâbını ululamak üzere, O’nun emrine saygılarından dolayı uyduklarının farkına varamadı. Allâh’ın emrini terkettiği için böylece o kovulmuş ve lânetlenmiş oldu.’ (S. HAVVÂ, 12/346)
Bu âyet-i kerîmede geçen ‘oradan çık’ cümlesinin ‘cennetten çık’ mı? Yoksa ‘Allâh’ın rahmetinden çık’ mı? anlamına geldiğini kesin belirleme imkânına sâhip değiliz. Bu da olabilir, diğeri de. Bu konuda fazla ileri – geri tartışmalara girmeye de gerek yok. Bu, yüce Allâh’ın uygun emrine karşı isyan ve cüretkârlığın cezâsı olan kovuluş, lânet ve gazaptır. Burada kıskaçlık, kine yâni İblis’in içindeki intikam hırsının kesinleşmesine, alevlenmesine dönüşüyor. (S. KUTUB, 8/558)
(78).“Şüphesiz, tâ cezâ gününe kadar benim lânetim (yâni seni her türlü hayırdan uzaklaştırmam) senin üzerinedir.” Nesefi der ki: ‘Hiç kimse bu lânetinin nihâi süresinin din günü olduğu ve sonra da kesileceğini zannetmesin. Çünkü bu buyruğun anlamı şudur: Sâdece dünyâda onun üzerine lânet vardır. Din günü geldiği takdirde lânetle birlikte azap ta olacaktır ve bu lânetin tek başına oluşu, sona ermiş olacaktır. Yâhut rahmet zamanlarında lânet onun üzerinde olduğuna göre; rahmet zamânı dışındaki zamanlarda da onun üzerine olması öncelikle söz konusudur. Hem yüce Allah: ‘Bunun üzerine aralarında bir çağırıcı: Allâh’ın lâneti zulmedenlere olsun, diye çağırır.’ (el A’raf, 7/44) diye buyurmuşken, bu lânet nasıl olur da kesintiye uğrar.’ (S. HAVVÂ, 12/346)
(79).‘(İblis🙂 “Ey Rabbim! O hâlde (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.” dedi.’ ‘Mâdemki beni kovdun; bâri beni öldürme de bana bir süre tanı’ demektir. Bu duâsı ile İblis, Âdem ve oğullarını azdırıp onlardan öcünü alma ve ölümden tamâmen kurtulmayı hedeflemiştir. Çünkü yeniden dirilme gününden sonra bir daha ölmek yoktur. (İ. H. BURSEVİ, 17/179)
(80, 81).‘(Allah) buyurdu: “Haydi sen, o bilinen gün (kıyâmet)e kadar mühlet verilenlerdensin!” Yâni Birinci sûra üfürmenin gerçekleşeceği vakte kadar. Bu, üfürme o günün bir parçası olacaktır. ‘Belli, bilinen’in anlamı; öne de alınamayan sonraya da bırakılamayan vakit, demektir. (S. HAVVÂ, 12/346)
’Bilinen güne kadar’ Yâni Allâh’ın, tüm yarattıklarının yok oluşu için takdir edip, belirlemiş olduğu o vakte, yâni sûra ilk üfürülüşe kadar. Yoksa istemiş olduğun, yeniden dirilme vaktine kadar değil. (İ. H. BURSEVİ, 17/179)
(82, 83).‘(İblis) dedi: “Senin yüceliğine andolsun ki ihlâslı ve itaatli kulların hâriç, o (insan)ların hepsini mutlaka azdıracağım.” Allâh’ın izzetine yâni egemenliğine, kahr-u galebesine onların hepsini azdıracağına yemin etti. (S. HAVVÂ, 12/346)
‘ihlâsa erdirilmiş’ Kalplerini ve amellerini riyâ şaibesi taşımaksızın, sâdece Allah için yapanlar anlamına gelir. (İ. H. BURSEVİ, 17/182)
Müslümanlar her işine ‘Eûzü billâhi mine’ş şeytâni’r racîm’ / Kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım’ ve ‘Bismillâhi’r rahmâni’r rahîm’ / Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla’ cümlelerini okuyarak başlar. Bu sözleriyle şeytanın şerrinden korunmak ister. Şeytanın şerrinden korunabilmek için, İslâm’ı öğrenmek, Allâh’ın kelâmı Kur’ân’ı hayâta geçirmek, şeytan ve dostlarıyla mücâdele etmekgerekir. (İ. KARAGÖZ 6/442)
Görülüyor ki şeytan, birtakım yandaşlar elde edip onları Allâh’ın emrine / hükmüne itaat ettirmemeye çalışır. Onların kimi kâfir, kimi müşrik, kimi münâfık ve günahkâr olacak; pis ve haram şeyleri câzip görecekler, aynı zamanda Allâh’ın emirlerine bağlı ve itaatli mü’minlere de düşman olacaklardır. Böylece şeytana tapmış olacaklardır. Ama ihlâslı mü’minler, şeytana ve hevâlarına aldanmayıp ibâdet ve emirlerine itaatle Allâh’a kulluk etmeye devam edeceklerdir. [bk. 15/3940; 17/62; 39/11-14] (H. T. FEYİZLİ, 1/456)
38/84-88 KUR’ÂN ÂLEMLER İÇİN BİR ÖĞÜTTÜR
84. (Allah) buyurdu ki: “İşte bu (sonifâde) doğru.” Yine de doğruyu ancak ben söylerim.
85. Andolsun ki cehennemi, senin (cinsin)le ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım. [bk. 15/28-44]
86. (Rasûlüm!) De ki: “Bun(larıtebliğ)e karşı ben, sizden bir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden (uydurmabirşey) teklif edenlerden de değilim.” [bk. 6/90; 25/57; 34/47; 42/23]
87-88. O (Kur’ân) bütün âlemler(bütün insanlar ve cinler) için ancak bir öğüt (veuyarı)dır. (Ey insanlar!) Bir zaman sonra, onun verdiği haberi(ndoğruluğunu) mutlaka öğrenip bileceksiniz. [bk. 6/67; 41/53]
84-88. (84).Yüce Allah ‘Buyurdu ki: Hakikattir.’ Yâni hakka yemin ederim yâhut: Ben hakkım, demektir. ‘İşte ben hakkı’ bâtılın tam zıddı olan hakkı ‘söylüyorum.’ (S. HAVVÂ, 12/347)
(85).‘Andolsun ki cehennemi, senin (cinsin)le ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım.’ Azîz ve Celîl olan Allah da İblis ve onun cinsinden olan şeytanlar Âdem’in zürriyetinden de ona uyanlar ile cehennemi dolduracağına yemin etti. Yâni ben cehennemi bütünüyle uyanlardan ve uyulanların hepsinden dolduracağım; onlardan hiç kimseyi dışarıda bırakmayacağım. (S. HAVVÂ, 12/347)
(86).‘(Rasûlüm!) De ki: “(Ey insanlar!) Bun(larıtebliğ)e karşı ben, sizden bir ücret istemiyorum’ Yâni, benim şahsi çıkarım yoktur ve ben çıkarlarım için size tebliğde bulunuyor değilim. (MEVDÛDİ, 5/85)
‘Ben o tekellüfçülerden / olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.’ Kendinde olmayan bir şeye özenerek zorla ve yapmacık hareketlerle satmaya çalışan iddiâcılardan değilim. Yâni böyle ciddiliğim, samimiyetim sizce bilinmektedir. Yok yere peygamberlik iddiâ etmeyeceğimi, Kur’ân’ı uydurmaya kalkışmayacağımı kabul etmeniz gerekir. (ELMALILI, 6/482)
‘ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.’ (….) O dâvetinde samimidir, söyledikleri gerçektir; sahte bir misyon üstlenen, peygamberlik taslayan biri değildir; tebliğ ettiği Kur’ân da onun yakıştırması değil, bütün âlemlere, yâni bütün akıllı ve yükümlü varlıklara gönderilen ilâhi bir öğüt ve uyarıdır. (KUR’AN YOLU, 4/593)
Tekellüfçünün belirtisi de Beyhaki’nin Şuabü‘l Îman’da İbnü Münzir’den rivâyetine göre üçtür: Kendisinden üstün olan kimse ile yarışmak, yetişemeyeceği şeye el uzatmak ve bilmediği şeyi söylemek, (Kurtubi, Süyûti, Âlûsi’den) Hadis: Buhâri ve Müslim’de rivâyet edildiği üzere İbnü Mesud (r.a.) demiştir ki: ‘Ey insanlar! İçinizden her kim bir ilim bilirse söylesin, bilmeyen de ‘Allâh’ü a’lem’ / Allah daha iyi bilir, desin. (Buhâri Tefsir Sâd 294; ELMALILI, 6/482)
(87, 88).‘Bu’ Kur’ân-ı Kerîm ‘ancak âlemler için bir öğüttür.’ Allah tarafından bana vahiy olarak bildirilmiş (olup, M. SELMAN), insanlara da cinlere de bir öğüttür ve bu öğüdü ben tebliğ ediyorum. (S. HAVVÂ, 12/350)
‘Onun haberini’ Kur’ân-ı Kerîm’in haberini, orada bulunan vaadleri, tehditleri, öldükten sonra dirilmeyi, hesâba çekilmeyi ‘bir süre sonra’ yâni ölümden sonra yâhut Kıyâmet gününde ‘öğreneceksiniz.’ (S. HAVVÂ, 12/350)
(…) Ölüm esâsen bir yok oluş değil, aksine imkânları daha dar olan bir âlemden çıkıp, daha geniş bir âleme intikal etmek demektir. İşte (…) insanın Kur’ân tarafından ortaya konan hakikatleri öğrenmesi söz konusu intikalle başlamış olmaktadır. Nitekim (Nisâ 4/159) âyeti de Ehl-i Kitap’tan her bir insanın ölüm ânında gerçeği görüp Hz. Îsâ’ya îman edeceğinden söz etmektedir. (Ama ne yazık ki bu îman ümitsizlik hâlinin bir sonucu olduğu için onlardan kabul edilmeyecektir.) Demek ki hakikate dâir bilgilerin öğrenileceği zaman ölüm ânı ve sonrasıdır. Çünkü hadislerde de belirtildiği gibi ölüm esnâsında insanın gözünden perde kaldırıldığı için, artık o kişi hakikati görmeye başlamış olmaktadır. (M. DEMİRCİ, 2/718, 719)
‘Onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz’ ifâdesi, Müslümanlar için gelecekte İslâm’ın başarıya ulaşacağını bildiren bir müjde, inkârcılar için de bir uyarı anlamı taşımaktadır. Nitekim müşriklerin bütün karşı çabalarına, mücâdelelerine, zulüm ve baskılarına rağmen bu müjde adım adım gerçekleşmiş; daha Rasûlullah – aleyhisselâm – hayattayken Arap Yarımadasında şirkin kökü kazınmış, nihâyet bir asır gibi kısa bir zamanda İslâm üç kıtaya yayılan, çeşitli milletlerce benimsenen evrensel bir din hâline gelmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/593)