61 / Saff Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. 14 âyettir. Adını sûrenin dördüncü âyetinde geçen ve “hakikat karşısında dizilmek” anlamındaki “saff” kelimesinden almıştır. Sûre îman edip bu uğurda mücâdele vermeyi konu edinir. (H. T. FEYİZLİ, 1/550)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
61/1-4 YAPMAYACAĞINIZ ŞEYLERİ NİÇİN SÖYLÜYORSUNUZ?
- Göklerdekiler de, yerdekiler de Allâh’ı tesbih (ve tenzih) eder. O mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.
- Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?
- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur.
- Allah, kendi yolunda (birbirine) kurşunla kenetlenip kaynaşmış bir yapı gibi saf hâlinde (kendi yolunda) savaşanları sever.
1-4. (1).‘Göklerdekiler de, yerdekiler de Allâh’ı tesbih (ve tenzih) eder. O mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Tesbih terimi kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların irâdi olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları (tenzih), diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhi yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir. (ayrıca bk. İsrâ 17/44; KUR’AN YOLU, 5/331)
(2, 3).‘Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?’ ‘Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük öfkeye neden olur.’ Âyetlerin şöyle bir iniş sebebi zikredilir: Cihad farz olmadan önce müminlerden bir grup: ‘Keşke yüce Allah bize en çok sevdiği bir işi bildirse de onu yapsak!’ demişlerdi. Allah da Peygamberine en çok sevdiği işlerin kâmil mânâda îman etmek, sonra da bu îmâna karşı koyanlarla savaşmak olduğunu bildirdi. Fakat savaş farz olunca onlara zor geldi. Cenâb-ı Hak da ‘Ey îman edenler! Yapmadığınız, yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?’ (Saff, 61/2) âyetini indirdi. (Râzi’den Ö. ÇELİK, 5/110, 111)
Âyetteki soru, (..) ‘yapamayacağınız şeyleri söylemeyin’ anlamındadır. İnsanın yapamayacağı şeyi söylemesi yalan beyandır. Böyle bir davranış, îman sâhiplerine yakışmaz. Mümin, Allâh’a ve insanlara verdiği sözü tutmak, doğru sözlü olmak, vaadlerini yerine getirmek ve yaptığı sözleşmelere uymak zorundadır. Yüce Allah ‘Ey müminler! Akitleri tam yerine getirin.’ (5/1). ‘Adaklarını yerine getirsinler.’ (22/29) ve ‘Ahdinizi yerine getirin, çünkü insan ahdinden sorumludur.’ (17/44) anlamındaki âyetlerle verilen sözlerin tutulmasını ve sözleşmelere uyulmasını istemekte ve sözlerini tutanları ve ahitlerine uyanları sâdık, müttaki, iyi ve akıllı olarak nitelemektedir. (2/177, 76/5-7, 13/20; İ. KARAGÖZ 8/6)
Bu buyrukla yüce Allah, bir söz verip yâhut bir söz söyleyip de onu yerine getirmeyenlerin tutumlarını reddetmektedir. Bundan dolayı bu âyet-i kerîmeyi, verilen sözü mutlaka yerine getirmek gerekir, diyen selef âlimleri delil göstermişlerdir. (…) Yine bu âlimler sünnetten de Buhâri ve Müslim’de sâbit olan şu hadîs-i şerîfi delil gösterirler: Rasûlullah (sa) buyurdu ki: ‘Münâfıkın belirtisi üçtür: Söz verdiği zaman yerine getirmez, konuştuğu zaman yalan söyler, ona bir şey emânet edildiği zaman hâinlik eder.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 15/71)
Abdullah ibn Selâm’dan gelen bir rivâyete göre ise bu âyet adakla ilgilidir. Adanan meşru bir şeyin yerine getirilmesinin vâcip oluşunun delili bu âyettir. (H. DÖNDÜREN, 2/886)
Adak, dînen mükellef olmadığı hâlde kişinin farz veya vâcip türünden bir ibâdeti yapacağına dâir Allâh’a söz vermesine denir. Adak, ferdin arzu ettiğine kavuşmak, korktuğundan sakınmak husûsunda Allâh’ın yardım ve desteğini sağlamak amacıyla, kendiliğinden birtakım dînî mükellefiyetler altına girmesi olarak yorumlanabilir. (…) Bir adağın dînen geçerli olabilmesi için adakta bulunan şahsın, akıllı, bülûğ çağına erişmiş ve müslüman olması gerekir. Ayrıca adanan şeyin gerçekte mümkün, dînen de makbul ve meşru olması; namaz, oruç, hac, kurban, sadaka gibi farz veya vâcip ibâdetler cinsinden olması gerekir. Türbelere mum yakma, bez bağlama, horoz kesme, şeker ve helva dağıtma şeklinde yapılan adaklar geçersizdir. Şartlarına uygun olarak yapılan adağın yerine getirilmesi vâciptir. (DÎNÎ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/5)
(4).‘Allah, kendi yolunda (birbirine) kurşunla kenetlenip kaynaşmış bir yapı gibi saf hâlinde (kendi yolunda) savaşanları sever.’ Bu âyetten öncelikle, müminlerin ancak canlarını fedâ etme tehlikesini göze aldıklarında Allâh’ın rızâsını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allâh’ın ancak şu üç vasfa sâhip olan orduyu tasvip ettiği vurgulanmaktadır: (a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden müteşekkil, (b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar hâlinde savaşan, (c) Düşmâna kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu. (MEVDÛDİ, 6/240)
Cihad etmenin hükmü, gücü yeten için ittifakla kifâye farzdır. Müslümanların bir kısmı yaptıklarında, diğerlerinden düşer. Genel bir savaş yapmak mecbûriyeti doğduğunda ise ihtilâfsız farz-ı ayındır. Bu âyet-i kerîme, savaşa karşı ağır davranmaktan sakındırıyor ve savaşta yarışmaya, koşmaya teşvik ediyor. (İ. H. BURSEVİ, 21/293)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Said el Hudri (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Üç tür kişi vardır ki, Allah onların bu durumlarından dolayı (beğenerek) güler: Geceleyin namaza kalkan kişi, namaz kılmak üzere saf oldukları zaman cemaat, savaşmak için saf hâlinde dizildikleri zaman mücâhidler.’ Bunu İbn Mâce de rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 15/72)
61/5-6 MÛSÂ (AS) KAVMİNE: NİÇİN BENİ İNCİTİYORSUNUZ? DEDİ
- Vaktiyle Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Benim sizin için (gönderilen) Allah’ın peygamberi olduğumu bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti. İşte onlar (haktan bâtıla) sapınca, Allah da onların kalplerini (hidâyetten) saptırdı. Allah, yoldan çıkan bir topluluğu doğru yola eriştirmez.
- Hani Meryemoğlu Îsâ da: “Ey İsrâiloğulları! Şüphesiz ben, Allâh’ın size gönderdiği peygamberiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim” demişti. Fakat o (müjdelenen peygamber) apaçık delillerle kendilerine gelince: “Bu açık bir sihirdir.” dediler. [bk. 2/146; 6/20]
5-6. (5).‘Vaktiyle Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Benim sizin için (gönderilen) Allah’ın peygamberi olduğumu bildiğiniz hâlde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” demişti.’ İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’ya (as) çeşitli şekillerde eziyet etmişlerdi. Allâh’ı görmek istemeleri (Bakara 2/255), buzağıyı tanrı edinmeleri (A’raf 7/138), savaştan geri durup ‘Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın, biz işte burada oturuyoruz.’ (Mâide 5/24) demeleri, sağlığıyla alâkalı birtakım iftirâlarda bulunmaları (Ahzâb 33/68) sâdece birkaç örnektir. Bunlar hatırlatılarak, müslümanların da Peygamberimiz (s)’e karşı aynı hatâları yapmamaları istenir. Eğer bu hususta bir yanlışlık yaparlarsa, âkıbetlerinin onlar gibi olacağı uyarısı yapılır. (Ö. ÇELİK, 5/113)
‘İşte onlar sapınca, Allah da onların kalplerini saptırdı. Allah, yoldan çıkan bir topluluğu doğru yola eriştirmez.’ Yâni, sapık yolda yürümekte ısrar eden bir kimseyi zorla doğru yola sokmak veyâhut isyan etmekte direten bir kimseye yine zorla hidâyet vermek Allâh’ın sünneti değildir. Bu tespitten, bir şahsın veya toplumun dalâlete düşmesine neden olan ilk müsebbibin Allah olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Aksine insanlar kendiliğinden sapık yollara girerler. Ancak dalâleti seçen bir kimseye, dalâleti seçmesi ve seçtiği yolda yürümesi için ona imkân vermek, Allâh’ın sünnetidir. Çünkü Allah, insana irâde / seçme hürriyeti vermiştir. Daha sonra Rabbi olan Allâh’a itaat etmek veya etmemek ve kendisi için doğru ya da sapık yolu seçmek konusunda karar almak her fert veya toplumun kendisine âittir. Bu konuda Allâh’ın bir zorlaması söz konusu değildir. (MEVDÛDİ, 6/241)
(6).‘Hani Meryemoğlu Îsâ da: “Ey İsrâiloğulları! Şüphesiz ben, Allâh’ın size gönderdiği peygamberiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim” demişti.’ Hz. Îsâ (as) demek istiyor ki: ‘Ben yeni, garip ve ender bulunan bir din getirmedim. Bu dîni, daha önce Hz. Mûsâ da getirmişti. Ben Tevrat’ı tekzip etmeye değil, bilâkis tasdik etmeye geldim. (…) Ben Allâh’ın Rasûlü Ahmed’in gelişine dâir Tevrat’ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyâya geldim. Ben de O’nun geleceğini bildiririm. (MEVDÛDİ, 6/242)
Hz. Îsâ, kendisinden sonra ‘Ahmed’ adında bir peygamberin geleceğini müjdeledi. Ahmed; ‘Allâh’a en çok hamdeden kişi’ veya ahlâkının güzelliği sebebiyle ‘en çok methedilen’, kullar arasında en çok ‘övülen kişi’ gibi anlamlar ifâde eder. Hz. Îsâ’nın müjdelediği bu peygamber Hz. Muhammed (s)’dir. Zîrâ O’nun bir adı da Ahmed’dir. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: ‘Benim beş tâne ismim vardır: Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Ben Allah’ın kendisiyle küfrü silip süpürdüğü Mâhi’yim. Ben insanların ayaklarının ucunda haşrolunacağı Hâşir’im ve ben Âkib’im.’ (Buhâri Tefsir 61/1; Muvatta’ Esmâü’n Nebi 1’den Ö. ÇELİK, 5/114)
‘Fakat o (müjdelenen peygamber) apaçık delillerle kendilerine gelince: “Bu açık bir sihirdir.” dediler.’ İslâm’ı sona erdirmek arzuları ile birlikte bu gibi kimselerin bulunması savaşın meşru kılınış gerekçelerinden birisidir. (S. HAVVÂ, 15/62)
61/7-9 YALAN UYDURANDAN DAHA ZÂLİM KİM OLABİLİR!
- Kendisi İslâm’a dâvet edilirken (îman etmeyip,) Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola (ve başarıya) erdirmez.
- (Kâfirler) Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu (İslâm dînini) tamamlayacak (gâyesine ulaştıracak)tır.
- O (Allah’tır) ki müşrikler hoşlanmasa da, (her yönüyle tamamlanmış son dîninin) bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için; Rasûlü’nü, hidâyet (vesîlesi ve rehberi Kur’an) ve hak din (İslâm) ile göndermiştir. [krş. 9/32-33; 48/28. bk. 3/19, 85]
7-9. (7).‘Kendisi İslâm’a dâvet edilirken (îman etmeyip,) Allâh’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?’ Yâni, hak bir peygamberi iftirâcılıkla suçlamak başlı başına bir zulümdür. Fakat onlar sâdece bununla kalmayıp, o peygamber kendilerini Allâh’a kulluğa çağırırken onlar bu çağrıyı reddedip, onun dâvetini engellemek için iftirâ, yalan, hîle ve her çâreye başvurmaktadırlar. (MEVDÛDİ, 6/257)
‘Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.’ Çünkü O’nun sünneti, günahkârlığı sebebiyle hidâyeti hak etmeyen kimselere hidâyet vermemektir. İşte son derece zâlimce olan böyle bir tutum karşısında çözüm savaştır. Ta ki, küfür ve zulme üstünlük sağlamak ve egemen olmak fırsatını vermeyelim. (S. HAVVÂ, 15/62)
Haksızları doğru yola iletmez, isteklerinde başarılı kılmaz. Onun için böyleleri hak sözle yola gelmez, İslâm’ı kabul etmezler. Sonuçta yaptıkları zulümlerin cezâsını çekmeleri gerekir. İşte böyle iftirâcı zâlimlerin haksızlıkları, zulümkârlıkları da, müminlerin Allah yolunda savaşa hazırlanmalarını ve o yolda harp etmenin Allah katında sevimli bir amel olmasını gerektiren sebeplerdendir. (ELMALILI, 8/17)
(8).‘(Kâfirler) Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunlar, bâtıl ile hakkı bertaraf etmeye, reddetmeye çalışırlar. Onların bu tutumlarının misâli ise ağzıyla üfleyerek güneşin ışığını söndürmek isteyeninkine benzer. Böyle bir şey nasıl imkânsız ise, onların yapmak istedikleri de imkânsızdır.’ (S. HAVVÂ, 15/63)
‘Hâlbuki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nûrunu tamamlayacak (gâyesine ulaştıracak)tır.’ Nesefi der ki: ‘O hakkı tamamlayacak ve en nihâi noktasına kadar ulaştıracaktır.’ İşte kâfirlerin İslâm nûrunu söndürmek istemelerine karşılık olarak şânı yüce Allah, biricik çözüm olmak üzere savaşmayı meşru kılmıştır. Şu kadar var ki, bizler hiçbir kimseyi İslâm’a girmek için zorlamayız. (S. HAVVÂ, 15/63)
Bu müjdenin, İslâm’ın sâdece Medîne’yle sınırlı olduğu, müslümanların sayısının birkaç bini geçmediği, kâfirlerin bu dîni yok etmede kararlı oldukları ve Uhud’da yenilgiye uğrayan müslümanların kendilerine olan güvenlerinin sarsıldığı bir dönemde gelmiş olması, apayrı bir önem taşımaktadır. İşte bu şartlar altında Allah Teâlâ İslâm nûrunun sönmeyeceğini, aksine daha da ışıldayarak tüm dünyâya yayılacağını müjdelemiş ve bu müjde aynıyla gerçekleşmiştir. (bk. Tevbe 9/33; Fetih 48/28; Ö. ÇELİK 5/115)
Günümüz dünyâsında da bir kısım insanlar, örgütler ve devlet yetkilileri, Kur’an hükümlerini hayâtın dışına çıkarmak, hükümlerini uygulanmaz hâle getirmek ve sâdece bir okuma kitabı hâline getirmek için siyâsi, ekonomik, fikri, eğitim, öğretim, basın ve yayın, medya, televizyon, radyo ve benzeri birçok vâsıta ile Kur’ân’ın nûrunu söndürmek için çaba gösteriyorlar. Bunun karşısında aynı yöntemlerle Müslümanların mücâdele vermeleri, her bir Müslümanın Kur’ân’ın her hükmünü uygulamaya ve uygulatmaya çalışmalari îmanlarının gereğidir. (İ. KARAGÖZ 8/13)
(9).‘O (Allah’tır) ki müşrikler hoşlanmasa da, (her yönüyle tamamlanmış son dîninin) bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için; Rasûlü’nü, hidâyet ve hak din ile göndermiştir.’ Dolayısıyla hidâyetin dînini ve hakkı, sapıklığın ve bâtılın üstün çıkarmak için, sapıklığın ve bâtılın takipçilerinin burunlarını yere sürtmek için savaş kaçınılmazdır. Şu kadar var ki, İslâm’a girmek husûsunda hiçbir kimseyi zorlamayız. Yine bu âyet-i kerîmede de ümmete bir müjde vardır. Aynı şekilde savaşın farz kılınış gerekçesi de belirtildiği gibi, savaşa teşvik de vardır. (S. HAVVÂ, 15/63-64)
61/10-13 AZAPTAN KURTARACAK TİCÂRETİ SİZE GÖSTEREYİM Mİ?
- Ey îman edenler! Sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticâret (şeklini) size göstereyim mi?
11, 12, 13. Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edersiniz, Allah yolunda (kula kulluktan kurtulup hayâta İslâm’ın hâkim olması için) mallarınız ve canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. [bk. 4/76; 49/15] 12. (Böyle yaparsanız, Allah) sizin günahlarınızı bağışlar, sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok güzel meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saâdettir. 13. Hoşunuza gidecek bir diğer husus da Allah’tan bir yardım ve yakın bir zaferdir. (Rasûlüm! Bunları) mü’ minlere (Allâh’ın yardımı, rızâsı ve cennetini) müjdele!
10-13. (10).‘Ey îman edenler! Sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticâret (şeklini) size göstereyim mi?’ Ticâret, kişinin mal, vakit, emek, zihin ve yeteneklerini ortaya koyarak kâr elde etmesidir, kısaca. Bu bakımdan îman ve Allah yolunda cihad etmek ticârete benzetilmiştir. Yâni, ‘enerjinizi, zihni ve bedeni tüm yeteneklerinizi bu yolda sarf edin ki, kârı elde edebilesiniz. (MEVDÛDİ, 6/259)
(11).‘Allâh’a ve Rasûlü’ne îman edersiniz,’ Müminlere hitâben ‘îman edin’ denildiğinde bu, ‘ihlâslı müminler gibi davranın, sözde kalmayın ve îmânınız için her türlü fedâkârlığı yapmaya hazır olun’ anlamında bir emirdir. (MEVDÛDİ, 6/259)
‘Allâh’a ve peygamberine îman edersiniz’ haber cümlesi, ‘îman edin’ anlamında emirdir. Îmâna çağrının emir cümlesiyle değil de haber cümlesiyle yapılması, Allah ve Peygamberine îmânın terk edilemeyeceğini bildirmek içindir. Haber cümlesinin emir anlamında olduğuna ‘yağfir leküm’ fiillerinin cezimli gelmiş olması delildir. ‘Allah ve Peygamberine îman edin’ demek, îmânınızda sebat edin, ölünceye kadar mümin olarak yaşayın, demektir. (İ. KARAGÖZ 8/17)
‘Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad edersiniz.’ Nesefi der ki: ‘Sanki onlar: Nasıl yapalım? diye sormuşlar da, o da Allâh’a ve peygamberine îman eder… diye cevap vermektedir.’ Anlamı ise, Sibeveyh’e göre îman edin, cihad edin, şeklindedir. (S. HAVVÂ, 15/65)
‘Mallarınız ve canlarınız ile Allah yolunda cihad edersiniz’ haber cümlesi, ‘cihad edin’ anlamında ‘dolaylı emir’dir. Bu cümlede geçen ‘Allah yolu’ ile maksat, hak din İslâm’dır. ‘Cihad, dînin emir ve yasaklarına uymak, haram ve günahlara karşı nefis ile mücâdele etmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yaşanması ve yücelmesi için çalışmak ve gerektiğinde Allah yolunda düşmanlarıyla savaşmak demektir. (İ. KARAGÖZ 8/17)
‘Eğer bilirseniz,’ yâni şâyet siz gerçekten bir bilgiye sâhip iseniz ‘bu’ yâni sözü geçen îman ve cihad ‘sizin için’ dünyâ ticâretinden, onun için çalışıp çabalamaktan ve sâdece onun uğrunda gidip gelmekten ‘çok daha hayırlıdır.’ (S. HAVVÂ, 15/65, 66)
(12, 13).‘(Böyle yaparsanız, Allah) sizin günahlarınızı bağışlar, sizi alt tarafından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok güzel meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saâdettir.’ ‘Hoşunuza gidecek bir diğer husus da Allah’tan bir yardım ve yakın bir zaferdir. (Rasûlüm! Bunları) mü’minlere müjdele!’ Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenlere iki mükâfat müjdelenmiştir: Birincisi; âhiret mükâfâtı: Bunlar günahların bağışlanıp içinden ırmaklar akan cennetlere varmak, sonsuz nîmet ve ebedi mutluluk yeri olan Adn cennetlerindeki çok hoş ve çok güzel saraylara, köşklere yerleşmek. İkincisi; Allâh’ın yardımı ve yakın bir fetih. ‘Yakın fetih’ten maksat, sahâbe-i kiram için müjdelenen Hudeybiye anlaşması, Mekke’nin fethi, Allâh’ın müslümanlara nasip edeceği ganîmetler, daha sonra Bizans ve İran ülkelerinin fethedilmesi vs. olabilir. Nitekim bu sûreden sonra inen Fetih sûresinde Rasûlullah (s)’e ‘Açık bir fetih verildiği’ bildirilir. (Fetih 48/1) Bu fetih, daha çok Hudeybiye Anlaşması olarak tefsir edilir. Yine o sûrede ‘feth-i karib’ yâni yakın bir fetih ve ganîmetlere de işâret edilir. (bk. Fetih 48/18-19; Ö. ÇELİK, 5/117)
(..) Yüce Allah savaşlarda müminlere yardım etmiş, birkaç kişi ile başlayan Müslümanların sayısı milyarları bulmuş, Müslümanlar büyük küçük birçok devlet kurmuş ve medeniyetler oluşturmuşlardır. Allâh’ın yardımı, îman edip c,had etmek ve sabretmekle, sabır ise ancak Allâh’ın izni ile mümkün olur. (8/10, 16/27; İ. KARAGÖZ 8/20)
12’nci âyette geçen ‘fevz / kurtuluş’ kelimesi istenileni, arzu edileni elde etmek, başarmak demektir. Bir insan şartlarına uygun îman eder, sâlih ameller işler, Allâh’a karşı gelmekten sakınır, malı ve canıyla Allah yolunda cihad eder, mümin olarak yaşar ve mümin olarak ölürse, Allâh’ın bağışlamasına erişir ve cennetine girer. Bu, gerçekten kurtuluşa, huzura ve mutluluğa ermektir. (İ. KARAGÖZ 8/20)
61/14 ALLÂH’IN YARDIMCILARI
- Ey îman edenler! Allâh’ın (dîninin) yardımcıları olun. Meryemoğlu Îsâ’nın havârilere: “Allah (dâvâsın)da benim yardımcılarım kim (olacak)?” deyip de havârilerin de: “Allah (dâvâsın)ın yardımcıları biziz.” dedikleri gibi (ey mü’minler! Siz de öyle deyin). Sonuçta İsrâiloğulları’ndan bir zümre (böyle) îman etti, bir zümre de inkâr etti. Biz de îman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de gâlip geldiler.
14-14. ‘Ey îman edenler! Allâh’ın (dîninin) yardımcıları olun. Meryemoğlu Îsâ’nın havârilere: “Allah (dâvâsın)da benim yardımcılarım kim (olacak)?” İbn Kesir der ki: ‘Şânı yüce Allah mümin kullarına emrederek bütün hâllerinde, sözlerinde, fiillerinde, canlarıyla ve mallarıyla Allâh’ın dîninin yardımcıları olmalarını emretmektedir. Hz. Îsâ havârilere ‘Allâh’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?’ dediği zaman onun çağrısını kabul ettikleri gibi Allâh’ın ve Rasûlünün çağrısını kabul etmelerini emretmektedir.’ (S. HAVVÂ, 15/68)
Mümin, Allâh’ın kitabının ve Peygamberin sünnetinin öğrenilmesi, emir ve yasaklarına uyulması konusunda çalışması, iyilikleri emretmesi, kötülükleri men etme yâni İslâm’ı anlatma görevini yapması (ile Allâh’ın dînine yardım etmiş olur). Câmi, Kur’an kursu, eğitim merkezi, okul, öğrenci yurdu ve hastâne gibi binâların yapılması, dînî çerikli kitapların yayınlanması, İslâm’ın hayâta hâkim olması ve din düşmanlarına karşı mücâdele etmesi ile Allâh’ın dînine ve Peygamberine yardım etmiş olur. (İ. KARAGÖZ 8/21)
‘Havâriler: Biziz Allâh’ın yardımcılarıyız, demişlerdi.’ Nesefi der ki: ‘Havâriler, onun en seçkin kimseleri idi. Bunlar ona ilk îman eden kimseler olup, oniki kişi idiler. Kişinin havârisi, onun seçkin ve has adamı anlamındadır.’ (S. HAVVÂ, 15/68)
‘Sonuçta İsrâiloğulları’ndan bir zümre îman etti, bir zümre de inkâr etti. Biz de îman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de gâlip geldiler.’ İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı gâlip gelip, yüze çıktılar. İşte siz de Allâh’ın tehditlerine ve emirlerine, Rasûlullâh’ın yukarıda zikredilen dâvetlerine îman edip, Havârilerin çalıştığı gibi Allah yolunda Hak dînine yardım için cihad ederek çalışın. Allâh’ın yardımcıları olursanız, bütün düşmanlara gâlip gelir, ‘o dîni her dînin üstüne çıkarsın’ (Saff 61/9) vaadiyle zikredilen müjdelere ulaşırsınız. Gerçekten Muhammed’in ashâbı öyle çalıştılar, çok geçmeden müşrikleri ve hıristiyanları yendiler. Hak dînini gâlip kıldılar ve öyle üstün duruma getirdiler ki, İslâm’ın o göz kamaştırıcı gâlibiyeti ve bir Hz. Ömer hilâfetinin hakkâniyet ve adâlet zevkini hâlâ bütün dünyâ sonsuz bir hayret ve hasretle erişilmez bir umut gibi yâd etmektedir. Bununla birlikte bu emir ve taahhüt yalnız onlara değil, ‘Ey îman edenler! Allâh’ın yardımcıları olun’ hitâbının genel anlamından anlaşılacağı gibi, her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri kapsayan bir vaad ve müjdedir. O hâlde Allâh’ın yardımcıları olmayanlar, O’nun yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde değil, kendi günahlarında aramalıdırlar. Kısacası ‘Eğer siz Allâh’a (dînine) yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder.’ (ELMALILI, 8/27)