Şu’ara Suresi

26 /  Şu’arâ Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 227 âyettir. Şu’arâ, “şâirler” demektir. Adını 224. âyetinde geçen şâirler anlamındaki “eş-şu’arâ” kelimesinden almıştır. 224-227. âyetleri Medîne döneminde inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/366) (..) İniş sırasına göre 47’nci sûredir. Âyet sayısı bakımından Bakara’dan sonra Kur’ân’ın ikinci uzun sûresidir. Ancak âyetleri Bakara’nın âyetleri kadar uzun değildir. (M. DEMİRCİ, 2/438)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

26/1-9 NEREDEYSE  KENDİNE  KIYACAKSIN

1. Tâ, Sîn, Mîm.

2. Bunlar, apaçık Kur’an’ın âyetleridir.

3. (Rasûlüm!) Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini yiyip bitireceksin! [krş. 18/6; 35/8]

4. (Ey Peygamberim!) Biz istesek, (inkârcıların) üzerlerine gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar.

5. Müşrikler Rahmân’dan kendilerine yeni bir öğüt gelince, kesinlikle ondan yüz çevirirler.

6. (Müşrikler)Hem de (Allâh’ın âyetlerini) yalanladılar, (oysa) kendisiyle alay edip durdukları şeyin (azap) haberleri yakında onlara gelecektir.

7, 8. (Müşrikler) yeryüzüne hiç bakmazlar mı? (Baksınlar, görsünler) Biz orada her çiftten / her çeşitten nice güzel bitkiler bitirdik.  8. Şüphesiz bunda elbette (kudretimize) bir işâret vardır. (Fakat) yine de müşriklerin çoğu îman etmezler.

9. (Ey Peygamberim!) Hiç şüphesiz Rabbin, elbette O, mutlak güç sâhibidir, çok merhametlidir.

1-9. (1).‘Tâ, Sîn, Mîm.’ Burada verilen kopuk harfler bu sûrenin de bir bölümünü oluşturduğu apaçık Kitabın âyetlerine dikkat çekmek içindir. Bu harfler, vahyi yalanlayanların elleri altında olmalarına rağmen, onlar bu harflerden bu apaçık kitabın bir benzerini yapamamaktadırlar. Sûrede, bu kitaptan yoğun biçimde söz edilmektedir. Girişinde, sonucunda, bu kitaptan söz edilmektedir. Zaten Kur’ân’da bu kopuk harfler ile başlayan bütün sûrelerin özelliği budur. (S. KUTUB, 7/581)     

(2).‘Bunlar, apaçık Kur’an’ın âyetleridir.’ Kitâbü ‘l Mübin’in bir anlamı da, Kur’ân’ın şüphesiz ilâhi bir kitap olduğudur. Dili, üslûbu, işlediği konular, (hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırdeden, îcâzı apaçık belli (S. HAVVÂ, 10/262) sunduğu gerçekler ve vahyedilme gerekçesi, onun tüm yaratıkların Rabbinin Kitabı olduğuna şehâdet eder. Bu anlamda onun her cümlesi bir âyet ve bir mûcizedir. (MEVDÛDİ, 4/11) 

(3).‘(Rasûlüm!) Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini yiyip bitireceksin!’ Âyet, Mekke kâfirlerinin sapıklığı, ahlâki düşüklüğü ve getirdiği islâh mesajına karşı gösterdikleri inat ve muhâlefet karşısında Hz. Peygamber’in (s) duyduğu aşırı üzüntü, endişeve kederi tasvir etmektedir. (MEVDÛDİ, 4/12)   Bu âyetlerde (..) Hz. Peygamber ve müminler teselli edilmektedir. (krş. Kehf 18/6; Fâtır 35/8) Çünkü Peygamberin görevi, onları zorla îman ettirmek değil, Kur’ân’ı tebliğ edip, doğru yolu göstermektir. (Nahl, 16/82, KUR’AN YOLU, 4/144)

(4).‘Biz istesek, (inkârcıların) üzerlerine gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar.’ 4. Âyette ifâde edildiği üzere, Allah Teâlâ isteseydi inkârcıları îman ettirecek bir mûcize ve bir felâket göndererek onların boyun eğmelerini sağlardı. Ancak böyle bir zorlama, imtihan hikmetine aykırıdır. Allah dünyâyı, hayâtı ve ölümü imtihan için yaratmıştır. İnsanın bu imtihânı kazanması serbest ve özgür irâdesiyle Allâh’a inanmasına ve itaat etmesine bağlıdır. (KUR’AN YOLU, 4/144)

(5).‘Onlar Rahmân’dan kendilerine yeni bir öğüt gelince, kesinlikle ondan yüz çevirirler.’ Yüce Allah, gönderdiği vahiyleri ile onlara öğüt verip, yeniden hatırlatmada bulunduğu her bir seferinde, onlar da yeniden bir öğüt ve hatırlatmadan yüz çevirir, onu inkâr edip kâfir olurlar. (Nesefi’den) Ve onlar bunu delilin ortaya konulmasına, i’cazın açık ve seçik olmasına, bütün bunlarla birlikte birçok mûcizenin bulunmasına rağmen böyle yapıyorlar. (S. HAVVÂ, 10/263) 

(6).‘Hem de (âyetleri) yalanladılar, (oysa) kendisiyle alay edip durdukları şeyin (azap) haberleri yakında onlara gelecektir.’ Müşriklerin çoğu, Hz. Peygamberi ve ona indirilen âyetleri yalanladılar. Kur’ân’ı peygamberin kendisinin uydurduğunu söylediler, bu sebeple âyetlerden yüz çevirdiler. Bununla yetinmediler, âyetlerle ve peygamberlealay ettiler. Âyetleri ve Peygamberleri ylyanlamak ve alaya almak inkârdır. Yüce Allah, inkâr edenleri, Hz. Nuh, Hz. Lût ve Hz. Hud kavimlerinde olduğu gibi, dünyâ hayâtında âfet ve musibetlerle, âhiret hayâtında cehennemle cezâlandırır. ‘Alaya aldıkları şeylerin haberleri başlarına gelecektir’ cümlesi bu anlama gelmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/269)  

(7).‘(Müşrikler) yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her çiftten / her çeşitten nice güzel bitkiler bitirdik.’ Cansız topraktan canlı bitkiyi çıkarma, dişili erkekli çift nitelikte yaratma, bâzı bitki türlerinin erkeklerini dişilerini ayrı bitki (botanik) dünyasının çoğunda olduğu gibi, bâzı türlerinin erkeğini dişisini birarada bulundurma, bir tek dalın üzerinde hem dişiliğin organlarını hem de erkekliğin organlarını birarada yaratma mucizesi… Evet, işte bu mucize yeryüzünde gözlerinin önünde her an yaşanmakta, gözlenmektedir. (S. KUTUB, 7/584)

Âyet, şirk ve inkârda ısrar eden Mekkeli müşriklere ve onların konumunda olanlara hitap etmektedir. ‘.. bakmadılar mı?’ istifhâm-ı inkâri olup, ‘baksınla’, ‘görsünler’ ve bunları bir vâr edenin olduğunu ‘bilsinler’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 5/270)

(8).‘Şüphesiz bunda elbette (kudretimize) bir işâret vardır. (Fakat) yine de çokları îman eden (kimse)ler değildir.’ Allâh’ın birliğine, rahmetinin genişliğine, kudretinin büyüklüğüne, âhiretin varlığına delâlet eden, îmânı gerektiren bir delil var. (ELMALILI, 6/94)

Toprakta yetişen ürünleri gözleyen ve inceleyen insanlar, bu ürünlerin kendiliğinden yetişmediğini bilirler. Aynı toprakta, aynı su ve karbondioksit ile beslendiği hâlde, her birinin gövdesi, dalı, yaprağı, rengi, biçimi, şekli, meyvesi ve meyvenin tadı farklıdır. Bunların kendiliğinden olması mümkün değildir. (..) Bitki türlerinin yaratılmasında, tadı, rengi ve şekli farklı olan meyve ve ürünlerin oluşmasında üstün bir irâdenin, sonsuz bir bilgi, hikmet ve kudretin varlığını gösteren deliller vardır. (İ. KARAGÖZ 5/270)

26/10-15  RABBİN  MÛSÂ’YA  ŞÖYLE  SESLENMİŞTİ

10, 11. (Ey Peygamberim!) Hani Rabbin, Mûsâ’ya: “Git o zâlimler topluluğuna, Firavun’un halkına! Onlar hâlâ azâbımdan sakın(ıpkulluket)meyecekler mi?” diye nidâ etmişti. [bk. 20/47]

12. (Mûsâ) dedi ki: “Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkarım.”

13. “(Budurumda) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Onun için Hârûn’a da peygamberlik ver.” [bk. 20/25-28]

14. “Onların, benim üzerimde bir de günah (isnâdı) vardır (vaktiylebenhatâilebirkıptîyiöldürmüştüm). Bundan dolayı beni öldürmelerinden korkuyorum.” [bk. 28/15]

15. (Allah) buyurdu ki: “Hayır! (Korkma!) İkiniz de mûcizelerimiz ile gidin, şüphesiz biz sizinle berâberiz, (herşeyi) işitiriz.”

10-15. (10).‘Hani Rabbin, Mûsâ’ya: “Git o zâlimler topluluğuna, Firavun’un hâlkına! Onlar hâlâ azâbımdan sakınmayacaklar mi?” diye nidâ etmişti.’ Bulunduğu ortam ve dini tebliğle görevli olduğu muhâtapları bakımından Hz. Mûsâ’nın durumu bir yönüyle Hz. Muhammed’in durumundan daha çetindi. Mûsâ (a.s.)  köle gibi işlem gören bir kavme mensup olduğu hâlde,  bölgenin güçlü hükümdârı Firavun ve kavmini dîne dâvetle görevlendirilmişti.  Hz. Peygamber ise, sosyal statü bakımından muhâtapları ile aynı seviyede bulunuyordu. Öte yandan Mekkeli müşrikler,  Arap yarımadasının hatırı sayılır kabîlesi olmakla birlikte, Firavun ve adamaları kadar güçlü değillerdi. Bu âyetler, o zor şartlarda Hz. Mûsâ nasıl başarılı olduysa, Hz. Peygamberin de öyle başarılı olacağına işâret etmekte, müminlere ümit ve cesâret vermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/149)

Bütün bunlara rağmen, Firavun, Hz. Mûsâ’ya hiçbir zarar veremedi, sonunda mağlup oldu. İşte Kur’ân bu kıssa ile Kureyş Müşriklerine ve kıyâmete kadar herkese şu dersi vermektedir: Allâh’ın yardım ettiği kişiyi kimse yenilgiye uğratamaz. Öyle zor şartlarda bile Hz. Mûsâ, bütün güç ve kuvvetine rağmen Firavun karşısında gâlip geldiğine ve hak din muzaffer olduğuna göre, ne Mekke kâfirlerinin ne de ondan sonra gelecek kâfirlerin İslâm dâvetine engel olmaları mümkündür. (Ö. ÇELİK, 3/593, 594)

‘Hâlâ sakınmazlar mı onlar?’ Yâni sen onlara yaptıklarından (İsrâiloğullarını köleleştirmek, çocuklarını boğazlamak sûretiyle zulmedenlere, Firavn kavmine’) vaz geçmelerini söyleyerek git. Çünkü onların sakınma zamanları geldi. Bu şuna delildir: Rasûl’ün birinci görevi,  insanların kalplerinde takvâ eğitimini gerçekleştirmektir. (S. HAVVÂ, 10/272)       

(12).‘(Mûsâ) dedi ki: “Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkarım.” “(Budurumda) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Onun için Hârûn’a da peygamberlik ver (veonuyanımdagönder).” “Onların, benim üzerimde bir de günah (isnâdı) vardır. Bundan dolayı beni öldürmelerinden korkuyorum.”  Çoğu zaman insanlar peygamberleri yalancılıkla itham etmişlerdir. Hz. Mûsâ böyle bir durumla karşılaşmaktan endişe ettiği için moralinin bozulacağını, bunun da dilinin dolaşmasına sebep olacağını (krş. Tâhâ, 20/27), dolayısıyla peygamberlik görevini yerine getirirken rahat konuşamayacağını Allah Teâlâ’ya arz etmiş; ya kendisine yardımcı olmak veya tek başına Firavun’a elçi olarak gitmek üzere kardeşi Hârûn’un görevlendirilmesini niyaz etmiştir. Ayrıca İsrâiloğullarından biriyle kavga eden bir Kıpti’yi öldürmüş olmasından dolayı kendisinin de öldürülmekten korkması böyle bir talepte bulunmasına sebep olmuştur.(asla Allah’ın emrine aldırış etmemek veya ona karşı gelmek kastiyle değildi, Ö. ÇELİK, 3/594)  (Bu konuda bilgi için ayrıca bk. Kasas 28/15, KUR’AN YOLU, 4/149, 150)     

(13).‘Onun için Hârûn’a da peygamberlik ver.’ Buradaki ‘fe ersil ilâ Hârûun’  ibâresi, ‘yakınlarımdan yükümü paylaşacak birini görevlendir.’ (20/29) ‘görevimden bir pay da ona ver.’ (20/32) ve ‘onun dili benden daha açık, daha düzgün’ (28/34)  âyetleri ışığında anlaşılmalıdır. (Ferrâ)   

(14).‘Beni öldürecekler diye korkarım.’ Öldürdüğüm kimseye kısas olarak beni öldüreceklerinden çekiniyorum.  Nesefi der ki: ‘Bu dahi,  görevden kaçmak için bir mâzeret değildir. Aksine beklediği bir musîbetin bertaraf edilmesi için bir çabadır ve risâlet görevini yerine getirmeden önce öldürülmekten çekindiğini ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 10/272)

Bir Kıpti’yi kaza ile öldürme dâvâsı vardı.(..) Bundan sonra Hz. Mûsâ,  Mısır’ı terk edip, Medyen’e gitmiş,  orada (..) 8-10 yıl kadar kalarak, (..) evlenmiştir. Mısır’a dönüşünde Tûr Dağı yakınından geçerken kendisine peygamberlik verilmiştir. Yukarıdaki âyetlerde anlatılan, bundan sonraki olaylardır. (H. DÖNDÜREN, 2/597)      

(15).‘(Allah) buyurdu ki: “Hayır! (Korkma!) İkiniz de mûcizelerimiz ile gidin, şüphesiz biz sizinle berâberiz, (herşeyi) işitiriz.” Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya başına gelebilecek belâ ve kederi savacağını bu buyruğu ile vaad etmektedir. Böylelikle onun korkuya kapılmamasını istemiştir. (S. HAVVÂ, 10/273)

.. mûcizelerimizle’  sözüyle kastedilen, Hz. Mûsâ’nın el, asâ ve benzeri diğer mûcizeleridir. Bu da her bir rasûle delîlin ortaya konulduğunu ifâde edecek şekilde mûcizeler verildiğini ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 10/273)  

26/16-31 HAYDİ  FİRAVUN’A GİDİP DEYİN  Kİ

16, 17. Haydi varın da (Firavuna): “Şüphesiz biz İsrâiloğulları’nı bizimle berâber gönderesin diye (gelmiş), âlemlerin Rabbinin (iki) peygamberiyiz!” deyin.

18. (FiravunMûsâ’ya🙂 “Biz, seni (küçük) bir çocukken yanımızda yetiştirmedik mi? Üstelik ömrünün kaç yılını aramızda geçirdin!”

19. “Sonunda yaptığın o (öldürme) işini de sen yaptın. Doğrusu sen nankörlerdensin.” dedi.

20, 21, 22. (Mûsâ🙂 “Ben (biryumrukvurmaklaadamınöleceğinibilmeden) şaşkın bir vaziyette o işi yaptım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Derken Rabbim bana hikmet ihsan etti ve beni peygamberlerden yaptı. Başıma kaktığın o nîmet ise (aslında), İsrâiloğulları’nı kendine köle yaptığın içindi.” dedi.

23. Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabbi de nedir?”

24, 25. (Mûsâ🙂 “Göklerin, yerin ve bunlar arasındaki şeylerin Rabbidir, eğer kesin olarak gerçeği bilen kimseler iseniz.” dedi. (Firavun) etrâfındakilere: “İşitiyorsunuz değil mi?” dedi.

26. (Mûsâ: “O) sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” dedi.

27. (Firavun🙂 “Size gönderilen (bu) peygamberiniz kesinlikle delidir.” dedi.

28. (Mûsâ🙂 “Eğer akıl erdir(ipdüşünebil)iyorsanız (O), doğunun, batının ve bunlar arasında olanların da Rabbidir.” dedi.

29. (Firavun🙂 “Andolsun ki benden başka bir ilâh edinirsen, kesinlikle seni zindana atılanlar arasına koyarım.” dedi. [bk. 7/127; 28/38; 79/24]

30. (Mûsâ🙂 “Sana apaçık bir (mûcize) getirsem de mi?” dedi.

31. (Firavun:) “Eğer doğru (söyleyenlerden) isen haydi o (mûcize)ni getir!” dedi.

16-31. (16).‘Haydi varın da (ona): “Şüphesiz biz İsrâiloğulları’nı bizimle berâber gönderesin diye (gelmiş), âlemlerin Rabbinin (iki) peygamberiyiz!” deyin.’ Mûsâ ve Hârun peygamberlerin (as) mesajı iki yönlüydü: İlki, her peygamberin en önde gelen misyonu olarak, Firavun’u Allah’a ibâdet ve taata çağırmak; ikincisi  de kendilerine özgü bir görev olarak, İsrâil Oğullarını Firavun’un esirlik zincirinden kurtarmak. Kur’ân, bâzen bunlardan yalnızca birinciyi (Nâziât sûresinde olduğu gibi), bâzen de yalnızca ikinciyi söz konusu eder. (MEVDÛDİ, 4/17)

‘İsrâiloğullarını bizimle berâber gönder.’ Yâni onların esâretlerini sona erdir, kahır ve tasallutunun altından, azâbından kurtar. Çünkü onlar, Allâh’ın mümin kullarıdır, ihlâs sâhibi hizbidir ve onlar şu anda, senin hor kılan azâbın altında bulunuyorlar. Mûsâ Firavn’a bunları söyleyince, Firavun bu teklifi tümden reddetti, onu küçümsedi ve değer vermedi. (S. HAVVÂ, 10/273)    

(18).‘(FiravunMûsâ’ya🙂 “Biz, seni (küçük) bir çocukken yanımızda yetiştirmedik mi? Üstelik ömrünün kaç yılını aramızda geçirdin!” “Sonunda yaptığın o (öldürme) işini de sen yaptın. Doğrusu sen nankörlerdensin.” dedi.’ Aramızda, evimizde büyütüp beslediğimiz, yetiştirdiğimiz, seneler boyu nîmetler verdiğimiz kişi sen değil misin? Bütün bunlardan sonra, bu iyiliklerimize kalktın, o yaptığın işle karşılık verdin. Bizden birisini öldürdün ve senin üzerindeki nîmetimizi inkâr ettin (kendisine yapılanlara karşı nankörlük ettiğini belirtmek istedi, M. DEMİRCİ, 2/439)  Dikkat edilecek olursa, Hz. Mûsâ, Firavun’dan belirli ve temel bir istekte bulunmuştu. Bu ise İsrâiloğulları’na Mısır’dan çıkış izni vermesi idi. Bu siyasal bir taleptir. Çünkü hedef İsrâiloğullarını kölelikten kurtarmak idi. Dikkat edilecek olursa Firavun, Mûsâ (as)’ın üzerindeki lütuflarını hatırlatmak sûretiyle onun temel isteğine cevap vermekten kaçınmıştır. (S. HAVVÂ, 10/273, 274)

(20, 21).‘(Mûsâ🙂 “Ben (biryumrukvurmaklaadamınöleceğinibilmeden) şaşkın bir vaziyette o işi yaptım. Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Derken Rabbim bana hikmet ihsan etti ve beni peygamberlerden yaptı. Başıma kaktığın o nîmet ise (aslında), İsrâiloğulları’nı kendine köle yaptığın içindi.” dedi.’ Vaktiyle Firavun’un, İsrâiloğullarının yeni doğan erkek çocuklarını öldürtmesi sebebiyle Mûsâ dünyâya geldiğinde annesi onu bir sandık içinde nehre bırakmıştı; çocuk Firavun’un hizmetçileri tarafından bulunmuş ve Firavun’un sarayında yetiştirilmişti. Bu arada Mûsâ, İsrâiloğullarından biriyle kavga eden bir Kıpti’nin saldırılarını engelleme girişiminde bulunurken bir yumruk vurmuş, adam ölmüştü. 18. Ve 19. Âyetlerde Firavun bu olaylara işâret ederek, Mûsâ’yı nankörlükle itham etmektedir. Tefsirlerde Hz. Mûsâ’nın, öldürme kastı olmaksızın Kıpti’ye vurduğu ve bu olayın kastı aşan müessir fiil sonucunda meydana geldiği anlatılmaktadır. (ayrıca bk. Kasas, 28/16; KUR’AN YOLU, 4/150) Bu olaydan sonra Hz. Mûsâ, Firavun ve kavminin kendisini öldürmek istediklerini haber alınca korkmuş ve Mısır’ı terk ederek, Akabe körfezinin kuzeyindeki Medyen’e gitmişti. (krş. Kasas, 28/20, KUR’AN YOLU, 4/150)  

Buradaki ‘dâllîn’ de kök anlamı olan ‘kaybetme, yitme, yitirme’ anlamını ifâde eder. Zâten dilde ‘ed Dalâl’ kasıtlı- kasıtsız, küçük- büyük olmak üzere sapmanın her türünü ifâde eder. Buradan yola çıkan Râgıp, her tür hatânın ‘dalâl’ olarak nitelendirilebileceğini ifâde eder ve örnek olarak, peygamberlere atfen kullanıldığı Duhâ 7, Yûsuf 8, 30, 95 ve bu âyeti gösterir. (Müfredât) Ona göre buradaki ‘dalâl’ ‘yanılgı, kasıtsız hatâ’ (sehv) anlamındadır ki, olayın anlatıldığı âyetten Mûsâ’nın öldürme kastı taşımadığı anlaşılmaktadır. (28/15-16, Râzi)  

(22).‘İşte bu başıma kaktığın nîmet, İsrâiloğullarını köle ettiğin içindir.’ Yâni İsrâiloğullarını zelil köleler yaptığın için bu böyle olmuştur. Böylelikle Hz. Mûsâ, Firavun’un lütuf diye göstermeye çalıştığı Hz. Mûsâ’yı beslemesini kökten çürütmüş olmakta ve buna ‘nîmet’  adının verilmesini kabul etmemektedir. Çünkü böyle bir işin asıl sebebi İsrâiloğullarının köleleştirilmesidir. Çünkü onların köleleştirilip, çocuklarının kesilmesi Hz. Mûsâ’nın Firavun’un yanında büyümesinin sebebi olmuştur. Eğer onlara ilişmemiş olsaydı, Hz. Mûsâ’yı annesi babası yetiştirmiş olacaktı.  (S. HAVVÂ, 10/275)  

(23).‘Firavun dedi ki: “Âlemlerin Rabbi de nedir?” ‘Benden başka âlemlerin rabbi olduğunu ileri sürdüğün rab da kimdir?’ Selef âlimleri ile hâlef imamları bunu böylece tefsir etmişlerdir. Mantıkçıların ve başkalarının; burada onun içeriğine dâir bir soru sorulmaktadır, iddiâsında bulunmaları bir hatâdır. Çünkü Firavun, esâsen yaratıcıyı kabul etmiyordu ki, içeriği hakkında soru sorsun. Aksine o göründüğü kadarıyla onu tümden inkâr ediyordu. Ona karşı ortaya konulan delil ve burhanlara rağmen o bir inkârcıydı. (S. HAVVÂ, 10/276)   

(23, 24)‘(Mûsâ🙂 “Göklerin, yerin ve bunlar arasındaki şeylerin Rabbidir, eğer kesin olarak gerçeği bilen kimseler iseniz.” dedi.’ Yâni düşünüp anlamaya ehil değilseniz, anlamazsınız. Fakat eşyânın hakikatini araştırmış, sebepsiz bir olay olmayacağına tam bir bilginiz var ise, bilirisiniz ki, bu üstünüzdeki gökler ve altınızdaki yer, aralarındaki bütün varlıklar meydana gelişleri, adetleri, şekillenmeleri, değişikliklere uğramaları ve bütün bu değişme kanunları ile bir Rabbın hükmü ve terbiyesi altında bulunduğuna ve bütün olabilecek her şeyin üstünde bir vâcibü’l vücud’un (varlığı zorunlu olan bir zâtın) ortağı, benzeri olmayacağından zâtı, niteliği ile târif edilmeyip, ancak  görünebilen eserleriyle bilinebileceğine tam bir bilgi edinirsiniz. (ELMALILI, 6/97)     

‘(Firavun) etrafındakilere: “İşitiyor musunuz?” dedi.’ ‘(Mûsâ: “O) sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” dedi.’ Bu sözler, Firavun’un ‘Duymuyor musunuz?’ diye sorduğu kurmaylarına yöneliktir. Hz. Mûsâ (as) şöyle demekteydi: ‘Ben dün yokken bugün var olan, ya da bugün varken yarın yok olan sahte ilâhlara inanmıyorum. Sizin rabbiniz olarak kulluk ettiğiniz bu Firavun, dün yoktu ve atalarınızın kulluk ettikleri Firavunlar da bugün yok.  Oysa ben, bugün sizin ve Firavun’un Rabbi olduğu gibi, dün de atalarınızın Rabbi olan gerçek Rabbin hâkimiyetine ve otoritesine inanıyorum. (MEVDÛDİ, 4/18, 19)

(27).‘(Firavun🙂 “Size gönderilen (bu) peygamberiniz kesinlikle delidir.” dedi.’ ‘(Mûsâ🙂 “Eğer akıl erdiriyorsanız (O), doğunun, batının ve bunlar arasında olanların da Rabbidir.” dedi.’ Yâni her gün görüldüğü üzere, güneşi doğurup batıran O(dur).  Doğuyu ve batıyı tayin eden ve değiştiren ve bu şekilde cansız cisimleri hareket ettirerek bütün evreni yöneten, hepsinin üzerinde hüküm süren, hepsinin sâhip ve mâliki O(dur). Eğer siz akıllı olsanız,  bunu anlardınız; O doğu ve batının Rabbinin, bizi parlatıp sizi batırmağa kâdir, ortaktan uzak olduğunu anlardınız da, ‘O nedir?’ diye sormazdınız. (ELMALILI, 6/98) 

(29).‘(Firavun🙂 “Andolsun ki benden başka bir ilâh edinirsen, kesinlikle seni zindana atılanlar arasına koyarım.” dedi.’  Çünkü Firavun, ülkesindeki otoritesiyle kendisini ilâh yerine koymuştu. Bunun için de Allâh’ın teklif ve hükümleri ülkesinde uygulansın istemiyor, kendi buyruklarını hâkim kılmaya çalışıyordu. (H. T. FEYİZLİ, 1/367)

Firavun mağlûp olup ileri sürülecek bir delili kalmayınca bu sefer, makam, mevki, güç ve saltanatını kullanma yolunu seçti ve bunun kendisine fayda sağlayacağına inandı. Hz. Mûsâ (as)’a bunun etki edeceğini zannetti. (S. HAVVÂ, 10/277)

Yapılan açıklamalarla, ortaya konulan akli delillerle Firavun’a karşı delil ortaya konulunca,  bu sefer sâhip olduğu güç ve otorite ile Hz. Mûsâ (as)’yı baskı altına almak yolunu seçti ve bunun dışında söylenebilecek bir sözün olmadığını zannetti. Bütün zâlimlerin yaptıkları budur. İnsanlar zâlimce tavırlarında kendilerine muhâlefet edecek olurlarsa, terör ve tehdide sığınırlar. (S. HAVVÂ, 10/278) 

26/32-48 MÛS  VE  SİHİRBAZLAR

32. (Mûsâ) bunun üzerine âsâsını yere attı, bir de (gördülerki) o apaçık bir yılan!

33. Elini de (koltuğundan) çekip çıkardı, bir de (gördülerki) o bakanlara bembeyaz (görünenbirel)dir. [krş. 7/108; 20/22; 27/12; 28/32]

34, 35. (Firavun,) etrâfındaki ileri gelenlere: “Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır.” dedi. 35. “Sizi büyüsüyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi siz ne buyurursunuz?” [bk. 7/109]

36, 37. Dediler ki: “Onu ve kardeşini meşgûl et. Şehirlere toplayıcılar (münâdîler) yolla; bütün bilgin sihirbazları sana getirsin(ler).”

38, 39, 40. Derken sihirbazlar belirlenen bir gün belli bir vakitte bir araya getirildi. İnsanlara: “Siz de toplu hâlde (hazır) mısınız?” denildi. (Firavun’unadamları🙂 “Umarız ki sihirbazlar gâlip gelir de, (böylece) biz de onlara uyarız.” (dediler).

41. Sihirbazlar (oraya) gelince Firavun’a: “Eğer üstün gelenler biz olursak bize bir mükâfat var, değil mi?” dediler.

42. “Evet, hem o takdirde siz kesinlikle (banaen) yakın (olan)lardan (olacak)sınız.” dedi.

43. Mûsâ onlara: “Atın atacağınız ne varsa!” dedi.

44. (Onlarda) iplerini ve sopalarını attılar ve: “Firavun’un izzet ve azameti adına, üstün gelenler kesinlikle biziz, biz!” dediler.

45. Mûsâ da âsâsını bıraktı. Bir de (gördülerki) o uydurdukları şeyleri yutuyor. [krş. 7/117-126]

46, 47, 48. Sihirbazlar derhâl, secdeye kapandı(lar): “Îman ettik âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine!” dediler.

32-48. (32).‘(Mûsâ) bunun üzerine âsâsını yere attı, bir de (gördülerki) o apaçık bir yılan!’ ‘Elkâ’fiili, ‘kaldırıp atmak’ değil, ‘almak için atmak’tır. (Bkz. 20/87) Asâ, bir çoban değneğidir ve Hz. Mûsâ (as) onu çobanlığı sırasında kullanmıştır. Sembolik olarak Firavunların ünlü kamçısına karşılıktır. Firavunlar, günümüze kadar gelen heykellerinin istisnâsız tümünde, göğüslerine çaprazlama kavuşturdukları ellerinden birinde kamçı, diğerinde güneşi sembolize eden hâlkalı haçla resmedilmişlerdir.   

(33).‘Elini de (koltuğundan) çekip çıkardı, bir de (gördülerki) o bakanlara bembeyaz (görünenbirel)dir.’ İsrâiliyâtın etkisinde kalan bâzı müfessirler, ‘beyza’ yı, ‘beyaz’ anlamında tercüme edip, sağlam elin koltuk altından çıkarıldığında cüzzama yakalanmış gibi beyazlaştığı tefsirinde bulunmuşlardır. Fakat İbn Cerir, İbn Kesir, Zemahşeri, Râzi, Ebû s’Suud İmadi, Âlûsi ve daha başka müfessirler burada ‘beyza’nın ışıklı, parlak anlamına geldiğini belirtmişlerdir. (MEVDÛDİ, 4/21)

(34).‘(Firavun,) etrafındaki ileri gelenlere: “Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır.” dedi.’ Yâni büyücülükte oldukça üstün ve mahâretlidir. Firavun, böylelikle Hz. Mûsâ (as)’nın yaptıklarının mûcize değil sihir türünden bir şey olduğunu söyleyip, onları etki altına almak istedi. (S. HAVVÂ, 10/278, 279)

(35).“Sizi büyüsüyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi siz ne buyurursunuz?” Yâni Mûsâ (as), yaptığı bu işler sebebiyle insanların kalbini kazanmak ve böylelikle ona tâbi olanları artırarak sizin ülkenizde size gâlip gelmek, ülkenizi elinizden almak istiyor. O bakımdan siz bana görüşünüzü belirtiniz, ben bunu hapis mi edeyim, yoksa öldüreyim mi? (..) Firavun, (..) kavmi ile danışma yoluna gitti. Yâhut ta onları emreden, kendisini de emredilen konumuna düşürdü.  İşte bu, bütün tâğûtların yapa geldikleri bir iştir. Her zaman için hâlklarının verdikleri emirleri uyguluyor görüntüsünü vermeyi ihmal etmezler. (S. HAVVÂ, 10/279)

(36, 37).‘Dediler ki: “Onu ve kardeşini meşgûl et. Şehirlere toplayıcılar (münâdîler) yolla’; Yâni, onlara yapacağın işi biraz ertele. Onları öldürmekte o kadar acele etme. ‘Şehirlere toplayıcılar gönder.’ Yâni sihirbazları toplayıp getirecek polisler gönder. ‘bütün bilgin sihirbazları sana getirsin(ler).” Sen onu da kardeşlerini de ülkendeki bütün şehirlerde bulunan bilgiç bütün sihirbazları toplayıncaya kadar beklet. Senin ülke sihirbazların onlara karşı çıkacaklar ve Mûsâ’nın getirdiğinin bir benzerini getirecekler, böylece sen onu yenik düşürmüş, zafer kazanmış olursun. Firavun da onların bu tekliflerini kabul etti. (S. HAVVÂ, 10/279)

(38, 39, 40).‘Derken sihirbazlar belirlenen bir gün belli bir vakitte bir araya getirildi.’ Bugün onların bir bayram günü idi. O bayram gününde sözleşilen vakit ise, kuşluk vakti idi. Çünkü bu, Hz. Mûsâ (as)’ın belirlediği ve bayram gününe rastlayan bir vakitti.  Nitekim Tâhâ sûresinde bundan böylece söz edilmiş bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/279)

’İnsanlara: “Siz de toplu hâlde (hazır) mısınız?” denildi.’ ‘(Firavun’unadamları🙂 “Umarız ki sihirbazlar gâlip gelir de, (böylece) biz de onlara uyarız.” (dediler).’ İbn Kesir der ki: Bunlar, ister Hz. Mûsâ (as)’dan ister sihirbazlardan gelsin, her hâlükârda hakka uyarız, demediler. Aksine, yönetilenler genelde krallarının dini üzeredirler. (S. HAVVÂ, 10/280)

(41).‘Sihirbazlar (oraya) gelince Firavun’a: “Eğer üstün gelenler biz olursak bize mutlaka bir mükâfat var, değil mi?” dediler.’ “Evet, hem o takdirde siz kesinlikle (banaen) yakın (olan)lardan (olacak)sınız.” dedi.’ Yâni ben size belli bir ücret ödeyeceğim. Bununla birlikte, makam ve mevki itibâriyle bana yakın olacaksınız. (S. HAVVÂ, 10/280)

Böylece Firavun, Hz. Mûsâ (as)’ı yenmek için bütün gücünü ortaya koydu. Fakat amacına ulaşamadı. Çünkü mesele onun zannettiğinden çok daha büyüktü. Bu bir risâletti ve onun gösterdikleri mûcize idi. Allah ta onları çepeçevre kuşatmıştı. (S. HAVVÂ, 10/280)  

(43).‘Mûsâ onlara: “Atın atacağınız ne varsa!” dedi.’ ‘(Onlarda) iplerini ve sopalarını attılar ve: “Firavun’un izzet ve azameti adına, üstün gelenler kesinlikle biziz, biz!” dediler.’ ‘Mûsâ da âsâsını bıraktı. Bir de (gördülerki) o uydurdukları şeyleri yutuyor.’ Sihirbazlar, menfaatleri gereği değer verdikleri Firavun’un izzetine yemin ederek iplerini ve değneklerini atıp, sonra bunların âniden kocaman bir ejderhâya dönüşen Mûsâ (as)’ın asâsı tarafından bir lokmada yutulup yok olduklarını görünce, işin ciddiyetini kavradılar. Hz. Mûsâ’nın kendileri gibi bir sihirbaz olmadığını, gösterdiği harikûlâde olayın da ancak Allâh’ın kudretiyle vuku bulacak bir mûcize olduğunu anlamakta gecikmediler. (bk. Araf, 7/115-119; Tâhâ, 20/65-69, Ö. ÇELİK, 3/600, 601)

(46, 47, 48).‘Sihirbazlar derhâl, secdeye kapandı(lar): “Îman ettik âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine!” dediler.’ Firavun zulüm ve otoritesiyle kendisini rab ilân edip hâkimiyet kurduğu ülkesinde yetişen sihirbazların, ondan izin almadan âlemlerin Rabbine îman etmeleri ve Hz. Mûsâ’nın getirdiklerine tâbi olmaları karşısında çılgına dönmüştü. [bk. 7/121-122] (H. T. FEYİZLİ, 1/368)

Biraz önce dünyâdan başka bir hedefi olmayan bu insanlar, bir anda seçkin müminler hâline geldiler. Hem de azgın, zâlim bir iktidârın karşısında apaçık îman etmelerinin ne gibi sonuçları ve cezâları olacağını düşünmeden, zorba iktidar sâhibinin ne söyleyeceğine ve ne yapacağına aldırmadan îmanlarını haykırdılar. Firavun’un ‘asarım, keserim’ tehditlerine karşı da metânetlerini bozmadan ‘Hiç önemi yok, biz nasıl olsa Rabbimize döneceğiz.’ (Şuarâ, 26/50) dediler ve önceki günahları için de Allah Teâlâ’dan bağışlanma niyaz ettiler. (bk. Araf 7/120-126; Tâhâ 20/70-73, Ö. ÇELİK, 3/601, 602)  

Böylece Firavun, dünyâda benzeri görülmemiş bir yenilgiye uğradı, fakat oldukça arsız bir kimse idi. Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. O bakımdan inatlaşıp karşı durmak yoluna, bâtıl iddiâlarda bulunma yoluna başvurarak onları tehdit edip korkutmaya yöneldi. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/281)

26/49-68 BEN  SİZE  İZİN  VERMEDEN  ONA  ÎMAN  ETTİNİZ  HA!

49. (Firavun🙂 “Ben size izin vermeden ona îman mı ettiniz? Elbet o size sihri öğreten büyüğünüzdür. Ama yakında (sizeneyapacağımı) öğreneceksiniz. (Yeminederimki) kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizin hepinizi asacağım.” dedi.

50, 51. Dediler ki: “Zararı yok. Zâten biz Rabbimize döneceğiz.” 51. “Biz (seninkavmindenO’na) inananların ilki olduğumuzdan, Rabbimizin hatâlarımızı bağışlayacağını umarız.”

52. Mûsâ’ya: “Mü’min kullarımı geceleyin (yolaçıkarıp) yürüt. Çünkü siz tâkip edileceksiniz.” diye vahyettik. [bk. 20/77; 44/23]

53-56. Firavun da şehirlere: “Şüphesiz onlar (İsrâiloğulları) dağınık ve az bir topluluktur. Buna rağmen onlar, bize hep öfke duyuyorlar. Biz ise uyanık (vehazırlıklı) olan bir topluluğuz.” diye (asker) toplayıcılar gönderdi.

57-60. Biz de onları (yâniFiravunveyandaşlarını, Mısır’daki) bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve güzel/şerefli makam(lar)dan çıkardık. İşte böylece İsrâiloğulları’nı da (bütün) bunlara mîrasçı yaptık. Şöyle ki: (Firavunveyandaşları) güneş doğarken (Mûsâveashâbınıyakalamakiçin) onların peşine düştüler. [bk. 7/137; 28/5]

61. İki topluluk (yaklaşıp) birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları: “Biz kesinlikle yakalandık.” dediler.

62. (Mûsâ🙂 “Hayır! Rabbim benimle berâberdir, bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” dedi.

63. Bunun üzerine Mûsâ’ya: “Âsânı denize vur.” diye vahyettik. (Vuruncadeniz) hemen yarıldı, her bölüm büyük bir dağ gibi oldu.

64. Diğerlerini de oraya yanaştırdık (onlardaaçılandenizegirdiler).

65, 66. Mûsâ’yı ve berâberindeki kimseleri toptan (denizigeçirip) kurtardık. Sonra ötekileri (suda) boğduk. [bk. 20/78]

67. Doğrusu bunda (kudretimizigösteren) bir ibret vardır. (Bunarağmen) yine de çokları îman etmediler.

68. (Ey Peygamberim!) Hiç şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

49-68. (49).‘(Firavun🙂 “Ben size izin vermeden ona îman mı ettiniz?’ Yâni yaptığınız bu işte, sizin benden izin almanız ve bu konuda benim otoritemi çiğnememeniz gerekirdi. Ben size izin vermiş olsaydım o zaman yapardınız, vermeseydim vaz geçerdiniz. ‘Elbet o size sihri öğreten büyüğünüzdür.’ Yâni sizler, bu konuda bir tuzak hazırlamak üzere onunla anlaşmış bulunuyorsunuz. Ancak bu (iddiâ) herkesin bâtıl olduğunu rahatlıkla anlayıp bilebileceği boş bir iddiâdır. Çünkü o günden önce Hz. Mûsâ (as) ile birlikte bir araya gelmiş değillerdi. ‘Ama yakında (sizeneyapacağımı) öğreneceksiniz. (Yeminederimki) kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim’ Yâni siz bana aykırı hareket ettiğinizden dolayı bunu size yapacağım yâhut ta keserken elleriniz ve ayaklarınızdan birisinin sağını, ötekinin solunu keseceğim. ‘ve sizin hepinizi asacağım, dedi.’ Onun vermek istediği bu cezâdan bir maksadı da göründüğü kadarıyla îman husûsunda kimse onların arkasından gitmemesi için halkın üstünde de bir terör havası estirmekti. (S. HAVVÂ, 10/281)

Her dönemde böyle zâlimler, inanan ve ‘Allah’tan gelenlere tâbi olacağız’ diyen müminlere çeşitli hapis ve işkenceler uygulamışlardır. Çünkü Firavun,  kendinden izinsiz Allâh’a inanmayı ve inandığını yaşamayı ilkelerine aykırı buluyor ve ilâhlığına /rabliğine hakâret sayıyordu. (bk. 85/4-8, H. T. FEYİZLİ, 1/368)

(50).‘Dediler ki: “Zararı yok. Zâten biz Rabbimize döneceğiz.” “Biz (seninkavmindenO’na) inananların ilki olduğumuzdan, Rabbimizin hatâlarımızı bağışlayacağını umarız.” İşlemiş olduğumuz günahları, senin bizi yapmak için zorladığın büyünün vebâlini / günahını, ilk îman edenler olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bağışlayacağını umarız.  Çünkü bizler Kıpti kavmimiz arasında ilk olarak îmâna yönelenler olduk. İbn Kesir: ‘Onların tümü öldürüldü’ demektedir. (S. HAVVÂ, 10/282) 

(52).‘Mûsâ’ya: “Mü’min kullarımı geceleyin (yolaçıkarıp) yürüt.’ Onlarla birlikte geceleyin yola koyul.  Nesefi der ki: Yüce Allâh’ın onlardan ‘kullarım’ diye söz etmesi gönderdiği peygamberine îman etmeleri sebebiyledir.’ Çünkü siz tâkip edileceksiniz.” diye vahyettik.’ Yüce Allah onlara verdiği bu emrine Firavun ve askerlerinin peşlerinden gelmesini gerekçe göstermiştir. Yâni: Ben onların da sizlerin de işlerinizi şu esâsa göre belirledim: Sizler önden gideceksiniz, onlar arkanızdan gelecekler. Nihâyet onlar da sizin denize girdiğiniz yerden gireceklerinde onları helâk edeceğim. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/282)

Firavun’unİsrâiloğulları’nakarşıhazırladığıkomplodansözedilmesi, Aziz ve Celil Allâh’ın kâfirlerle müminler arasında cereyân edecek savaşı tâyin edenin / belirleyenin olduğunun bilinmesi içindir. Bu bakımdan kâfirler, müminlere karşı ne tür komplo hazırlarlarsa hazırlasınlar âkıbet takvâ sâhiplerinin olacaktır. Çünkü Allah, kâfirlerin tuzaklarını bilir, müminler lehine takdir O’nundur.  Müminlere düşen ise sebeplere yapışmaktır. (S. HAVVÂ, 10/282)

(53, 54, 55, 56).‘Firavun da şehirlere: “Şüphesiz onlar (İsrâiloğulları) dağınık ve az bir topluluktur. Buna rağmen onlar, bize hep öfke duyuyorlar. Biz ise uyanık (vehazırlıklı) olan bir topluluğuz.” diye (asker) toplayıcılar gönderdi. Firavun ve kavmi, Hz. Mûsâ’ya îman edenlere uyguladıkları haksızlıklar sebebiyle birçok felâket ve musîbete uğratıldılar. Mısır’da yıllarca kuraklık ve kıtlık oldu, büyük sıkıntılar çektiler. Hz. Mûsâ’ya başvurarak sıkıntılar kaldırıldığı takdirde İsrâiloğulları’na Mısır’dan çıkış izni vereceklerini söylediler. Mûsâ’nın duâsı üzerine, sıkıntıları giderdikçe sözlerinden döndüler. (bk. Araf 7/130-135, KUR’AN YOLU, 4/153)

(57, 58, 59, 60).‘Biz de onları (yâniFiravunveyandaşlarını, Mısır’daki) bahçelerden, pınarlardan, hazînelerden ve güzel/şerefli makam(lar)dan (Firavun’a âit iktidar, saltanat, otorite ve bunun temsil edildiği değerli mekânlardan, M. DEMİRCİ, 2/440) çıkardık. İşte böylece İsrâiloğulları’nı da (bütün) bunlara (onlara âit tüm topraklara, mal ve varlıklara, M. DEMİRCİ, 2/441 ) mîrasçı yaptık. Şöyle ki: (Firavunveyandaşları) güneş doğarken (Mûsâveashâbınıyakalamakiçin) onların peşine düştüler.’ Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğullarını Mısır’dan geceleyin gizlice çıkarmasını vahyetti. Mûsâ geceleyin kavmi ile birlikte yola çıktı. Durumu haber alan Firavun ve adamları İsrâiloğulları’nı izleyip, yok etmeye karar verdiler. Firavun, İsrâiloğulları’nı rahatlıkla ezebileceğini ifâde ediyordu. Çünkü onların düzenli orduları ve yetişmiş askerleri yoktu. Şehir ve kasabalara görevliler göndererek asker toplayıp harekete geçti. Filistin’e gitmek üzere yola çıkmış olan İsrâiloğulları Kızıldeniz’e gelmişlerdi. Güçlü ordusuyla onları tâkip etmekte olan Firavun bir gün sabahleyin güneş doğarken onlara yetişti. (KUR’AN YOLU, 4/153)   

(61).‘İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın adamları: “Biz kesinlikle yakalandık.” dedi.’ ‘(Mûsâ🙂 “Hayır!’ Yâni, Allah hakkında kötü zan beslemekten uzak durunuz. Düşmanlarınız kesinlikle size yetişemeyeceklerdir. ‘Rabbim benimle berâberdir, bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” dedi.’ Onların bizlere yetişip zarar vermelerine fırsat vermeyecek şekilde kurtuluş yoluna beni iletecek, onu bana gösterecektir. (S. HAVVÂ, 10/284)

(63).‘Bunun üzerine Mûsâ’ya: “Âsânı denize vur.” diye vahyettik. (Vuruncadeniz) hemen yarıldı, her bölüm büyük bir dağ gibi oldu.’  Tâhâ sûresinin 77. âyetinde Allâh’ın Hz. Mûsâ’ya (as) ‘denize vurup onlar için kuru bir yol aç’ diye emrettiği anlatılmaktadır. Bu da gösteriyor ki, denize vurma, yalnızca suların ikiye ayrılıp büyük dağlar gibi iki yana yığılması sonucunu doğurmakla 24. âyetinde kavmiyle birlikte denizi geçtikten sonra Hz. Mûsâ’ya (as) ‘Firavun boğulacağından denizi açık bırakması’ emrinin verildiği de hatırlatılmalıdır. (MEVDÛDİ, 4/27)

(67).‘Doğrusu bunda (kudretimizigösteren) bir ibret vardır. (Bunarağmen) yine de çokları îman etmediler.’ Yâni, Kureyş bundan şu dersi almalıdır: Firavun, kurmayları ve adamları gibi inatçı kişiler, kendilerine yıllarca apaçık mûcizeler gösterildiği hâlde îman etmediler. İnat gözlerini öylesine kör etmişti ki, denizde boğulmaları olayında, gözlerinin önünde denizin yarıldığını, suların dağlar gibi iki tarafa yığıldığını ve İsrâil kervanlarının geçmesi için ortada kuru bir yol açıldığını gördükleri hâlde, yine de, savaşmak üzere çıktıkları Hz. Mûsâ’nın arkasında ilâhi destek ve yardımın olduğunu anlayamadılar. Sonunda kendilerine geldiler ama artık çok geçti. Çünkü Allâh’ın gazabı kendilerini kuşatmış ve deniz suları üzerlerini bütünüyle örtmüş bulunuyordu. Tam bu durumda Firavun bağırdı: ‘İnandım ki, İsrâiloğulları’nın inandığından başka ilâh yoktur ve ben müslümanlardanım’ (Yûnus, 10/90) Öte yandan bu olayda, müminler için de bir âyet / ibret vardır: Şimdilik şer güçler egemen görünseler de Allah uzun vâdede lütfuyla hakkı hâkim kılarve bâtılı yok eder. (MEVDÛDİ, 4/27)

(68).‘Hiç şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.’ Düşmanlarını kahretmesi onun izzetinin, dostlarına, velîlerine yardımcı olup zafer vermesi de onun rahmetinin bir tecellisidir. (S. HAVVÂ, 10/285) 

26/69-77 NEYE  TAPTIĞINIZI  DÜŞÜNDÜNÜZ  MÜ?

69. (Rasûlüm!) Ümmetine İbrâhîm’in haberini de oku:

70. Hani vaktiyle o, babasına ve kavmine: “Neye tapıyorsunuz?” demişti.

71. (Onlarda🙂 “Putlara tapıyoruz ve tapmaya da devam edeceğiz.” demişlerdi.

72, 73. “Peki” dedi; “siz duâ ettiğiniz zaman, sizi işitiyorlar mı, yâhut size (taparsanızbir) fayda veya (tapmazsanızbir) zarar veriyorlar mı?”

74. “Hayır!” dediler; “biz atalarımızı böyle (ibâdet) yaparlarken bulduk.”

75, 76. (İbrâhim🙂 “Şimdi gördünüz mü (düşündünüz mü), siz ve geçmişteki atalarınız neye tapıyormuşsunuz?” dedi.

77. “Doğrusu âlemlerin Rabbinden başka o (tapıla)nlar(ınhepsi) benim düşmanımdır.”

69-77. (69).‘(Rasûlüm!) Onlara (ümmetine)  İbrâhîm’in haberini de oku:’ Çünkü o, Allâh’ın dostu, Haniflerin önderidir. Allah; ihlâs, tevekkül ve O’na hiçbir kimseyi şirk koşmaksızın yalnızca Allâh’a ibâdet etmek, şirkten ve müşriklikten uzaklaşmak hususlarında bu ümmetin kendisine uyması için kıssasının okunmasını emretmektedir. (S. HAVVÂ, 10/288, 289)   

Hz. İbrâhim’in kıssasının bir bölümü anlatılarak, onun müşriklerden olmadığına, bilakis getirdiği dinin Hz. Muhammed’in getirdiği özü itibâriyle aynı olduğuna, onu sevdiklerini ve peşinden gittiklerini iddiâ edenlerin Hz. Muhammed’i de sevmeleri, ona tâbi olmaları gerektiğine işâret edilmektedir. Ayrıca kıssada, Allâh’ın birliği esâsına dayanan tevhid dînini yaymak uğruna öz vatanından hicret etmiş olan Hz. İbrâhîm’in Filistin, Mısır ve Hicaz’da yaşadığı gurbet hayâtı ve şirke karşı verdiği mücâdele anlatılarak başta Hz. Peygamber olmak üzeremüminlere ümit aşılamakta ve teselli verilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/157)  

(70).‘Hani vaktiyle o, babasına ve kavmine: “Neye tapıyorsunuz?” demişti.’ İbrâhim (as) onların puta taptıklarını biliyordu. Fakat taptıklarının ibâdete lâyık olmadığını onlara göstermek maksadıyla bu soruyu sormuştur. (S. HAVVÂ, 10/289)

(74).“Hayır!” dediler; “biz atalarımızı böyle (ibâdet) yaparlarken bulduk.” Böylece onların işitmediklerini, fayda ve zarar vermediklerini ve bu maksatla onlara ibâdet etmediklerini, fakat babalarını belli bir şey üzerinde bularak onları taklit ettiklerini itiraf ettiler. (S. HAVVÂ, 10/289)  

Âyet, din konusunda atalar dâhil hiçbir insanı taklîdin câiz olmadığını, doğrudan Allah ve Peygamberinin emir ve yasaklarına, hüküm ve ilkelerine uyulması gerektiğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 5/291)

(75, 76).‘(İbrâhim🙂 “Şimdi gördünüz mü, siz ve geçmişteki atalarınız neye tapıyormuşsunuz?” dedi.’ Kur’an böylelikle müminlere de öğretiyordu ki, inanç konunda ne ırka, soya ne de babaya hoş görünmek yoktur. En başta gelen bağ, inanç bağıdır. En başta gelen değer, îman değeridir. Bunların dışında kalan bütün bağlar, ona bağlıdır. Onlar neredeyse, bunlar da oradadır. (S. KUTUB, 7/609)

26/78-89   O GÜN,  NE  MAL  FAYDA  VERİR  NE  DE  EVLAT

78-82. “O (Rab) ki beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.” “Bana yediren, bana içiren O’dur.” “Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.” “Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur.” “Cezâ günü hatâmı bağışlamasını umduğum da O’dur.”

83-88. (İbrâhim şöyle duâ etti) “Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler (zümresin)e kat.” [bk. 26/21] “Bana, (benden) sonra gelecek (ümmet)ler arasında ’iyilikle yâd edilmeyi’ nasip eyle.” “Beni Na’îm cennetinin vârislerinden kıl.” “Babamı da bağışla. Çünkü o sapmışlardandır.” [krş. 9/113-114] “(İnsanlarındirilip) kabirlerden kaldırılacakları gün, beni utandırma!” “O gün ne mal ne de oğullar fayda verir.” 89. “Ancak Allâh’a (îmanlı) temiz ve sağlam bir kalple gelenler hâriçtir.”

78-89. (78).“O (Rab) ki beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.” “Bana yediren, bana içiren O’dur.” Beni yaratan ve doğruya ileten O olduğu gibi, gökler ve yerin sebeplerinden emrine verdiği yollarla beni rızıklandıran da O’dur. Bulutu sürükleyen,  ondan yağmur indiren,  onunla yeryüzünü canlandıran, o su ile kullara bir rızık olmak üzere her türlü meyveden çıkartan, yaratmış olduğu bir çok insan ve hayvana içecek olmak üzere tatlı ve hoş suyu indiren O’dur. (S. HAVVÂ, 10/290)

“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.” Hastalık da Allâh’ın kaderi, kazâsı ve yaratmasından olmakla birlikte, onu kendisine nisbet etmesi, Yüce Allâh’a karşı edebinden dolayıdır. Âyet-i kerîmenin mânâsı da şudur: Ben bir hastalığa yakalanacak olursam takdir edeceği ve şifâya götürecek sebepler ile O’ndan başka hiçbir kimse beni iyileştirmeye kâdir değildir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/290, 291) 

İnsan hastalanınca doktora gider ilâç kullanır, tıbbî tedbirleri alır. (İlâveten duâsını da ihmâl etmez.) Ancak gerçel şifâyı veren, ilâçlarda şifâyı var eden Allah’tır, diğerleri vâsıtadır, sebeptir. (İ. KARAGÖZ 5/293) 

“Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur.” Yoktan var eden ve canımı aldıktan sonra tekrar diriltecek olan O’dur. (S. HAVVÂ, 10/291)

İnsanları kıyâmet kopunca Allâh’ın diriltmesi îman esaslarından biridir. Hac sûresinin 6’ncı âyetindeki ‘O ölüleri diriltir’ ve7’nci âyetindeki ‘Allah kabirdekileri diriltir’ cümleleri ile bu husus bildirilmiştir. (İ. KARAGÖZ 5/293)

“Cezâ günü hatâmı bağışlamasını umduğum da O’dur.” Bu açıklamalar şunu ifâde etmektedir: İbrâhim (as) yaratmayı, doğruya iletmeyi, yedirmeyi, içirmeyi, şifâyı, öldürmeyi, diriltmeyi ve Kıyâmet günü günahları bağışlamayı yapan kimseden başkasına ibâdet etmez. Bütün bunları kim yapıyor ise, âlemlerin Rabbi O’dur ve yalnız başına ibâdete O lâyıktır. (S. HAVVÂ, 10/291)

Evet en büyük arzusu kıyâmet gününde Rabb’ının onun günahlarını bağışlamasıdır. O kendi nefsini temize çıkarmamaktadır. Kendisinin bir günahı (suçu) olmasından endişe etmektedir. Ameline güvenmemektedir. Kendi yaptıkları ile bir mükâfâtı hak ettiği kanısında değildir. Ancak o, Rabbinin lütfundan umutludur. Rahmetini ummaktadır. Affedilmesine ve günahlarının bağışlanmasına yönelik arzusunu kamçılayan tek sebep de budur. (S. KUTUB, 7/610) 

İbrâhim (as)’ın açıklamalarından Yüce Allâh’ın fiilleri hususunda peygamberlerin inancının ne olduğunu öğrendiğimiz gibi, ehl-i sünnet ve‘l cemaat ile Mûtezile arasında ortaya çıkan anlaşmazlık hakkındaki kesin hükmü de öğrenebiliyoruz. İbrâhim (as)’ın sözleri mutlak etkin olanın Allah olduğu husûsunda gâyet kesindir. Eşyânın etkisinin ancak Allâh’ın dilemesiyle söz konusu olabileceğini de gâyet açık bir şekilde bu ifâdeler ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 10/291)      

(83).“Ey Rabbim! Bana hikmet (ilim, anlayış, kavrayış, M. DEMİRCİ, 2/443) ver ve beni iyiler (zümresin)e kat.” Yâni bana bir hikmet yâhut insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmek yâhut bir ilim veya hakkı bâtıldan ayıran kesin bir söz veya peygamberlik bağışla, demektir. Çünkü peygamber, hem hikmet sâhibidir,  hem de Allâh’ın kulları arasında hüküm sâhibidir. (S. HAVVÂ, 10/291)

‘..ve beni sâlihlere kat.’ Bu sözü yumuşak huylu, içini Allâh’a açan, şerefli peygamber Hz. İbrâhim söylüyor. Bu ne alçak gönüllülük! Bu ne hassâsiyet. Bu ne kusur işlemekten endişe etme duygusu! Bu ne kalpleri evirip çeviren Allah korkusu! Allah’ın sâlih kullarına katılmaya karşı bu ne büyük arzu! Rabbinin kendisini iyi işlerde başarılı kılması vâsıtası ile sâlih kullara katması konusunda ne coşkun bir beklenti. (S. KUTUB, 7/611)   

Hadis: ‘Allâh’ım sen bizleri Müslümanlar olarak yaşat, Müslümanlar olarak canımızı al ve bizleri sâlihlere kat, bizleri rezil ve rüsvâ etme, nîmetimizi değiştirme.’ ( başka rivâyette ‘fitneye düşürme’)    

“Bana, (benden) sonra gelecek (ümmet)ler arasında ’iyilikle yâd edilmeyi’ nasip eyle.” Âyetteki lisân-ı sıdk ifâdesi; dünyâda kıyâmete kadar eseri devam edecek güzel bir isim, nam ve şöhret, dosdoğru, güzel bir anı demektir. Bu yüzden her ümmet İbrâhim (as)’ı sevegelmiştir. Nitekim o, oğlu İshak (as)’dan başlayarak, en son İmran âilesi, Zekeriya, Yahyâ ve Hz. Î ile sona eren peygamberler zincirinin atası olduğu gibi, Hz. Hacer’den olma diğer oğlu Hz. İsmâil’in neslinden gelen Hz. Muhammed (s)’in de büyük atasıdır. Hac menâsiki / eylemleri, kurban, sünnet (olma, hitan), diş, koltuk altı ve etek temizliği gibi pek çok köklü sünnet, onun döneminden gelen güzel anılardan ve sünnetlerdendir. (H. DÖNDÜREN, 2/598)

Hz. İbrâhim’in ‘hep iyilikle anılması’ konusundaki duâsının bir sonucu olarak her ümmet ona ayrı bir sevgi duymuş ve adını övgüyle anar olmuştur. Müslümanlar namazda ve namaz dışında ‘salli’ ve ‘bârik’ duâlarını okurken, Hz. Peygamberle birlikte onu da anarlar. (KUR’AN YOLU, 4/158)       

“Babamı da bağışla. Çünkü o sapmışlardandır.” Hz. İbrâhim (as) babasından o kadar ağır sözler işitmesine ve ağır tehdîdine mâruz kalmasına rağmen, ona böyle davranıyor. Çünkü daha önce babasını bağışlanması için ona duâ edeceğine söz vermişti. Böylece sözünü yerine getirdi. Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde akrabâ bile olsalar müşrikler için af dilemenin câiz olmadığı açıklanmıştır. Hz. İbrâhim’in babası için af dilemesinin ona verdiği bir sözden kaynaklandığı ifâde edilmiştir: ‘Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti.’ (Tevbe sûresi, 9/114) Yakınlığın, soy yakınlığı değil, inanç yakınlığından ibâret olduğunu anlamıştır. Bu da İslâmi eğitimin apaçık ilkelerinden biridir. Her şeyin başında gelen bağ, Allah yolundaki bağlılığın sembolü olan inanç bağıdır. İnsanoğlunun iki bireyi arasında, inanç temeline dayanmadan herhangi bir bağ oluşturulamaz. (S. KUTUB, 7/612)       

“(İnsanlarındirilip) kabirlerden kaldırılacakları gün, beni utandırma!” Hadis: Ebû Hüreyre’den, Nebi (s) şöyle buyurmuştur: ‘İbrâhim (as) kıyâmet günü babasını toz toprak içinde görünce şöyle diyecek: ‘Ey Rabbim! Sen insanların diriltileceği günde, beni utandırmayacağına dâir söz vermiştin’ Allah buyuracak: ‘Ben kâfirlere cenneti haram kıldım.’ (Buhâri Tefsir 26/1’den, H. DÖNDÜREN, 2/598)    

(88).“O gün ne mal ne de oğullar fayda verir.” “Ancak Allah’a (îmanlı) temiz ve sağlam bir kalple gelenler hâriçtir.”  Müfessirler, 89. Âyette ‘teniz bir kalp’ diye çevirdiğimiz ‘kalb-i selim’ tamlamasını şu mânâlarda yorumlamışlardır: Şirk ve şüpheden arınmış, îman esaslarına samîmiyetle inanmış,  mânen sağlıklı, kötülüklerden korunmuş, sünnete gönülden bağlı olup, bid’atlardan uzak duran, mal ve evlât sâhibi olduğu için şımarmayan bir kalp. Râzi’ye göre bu konudaki görüşlerin en doğrusu kalb-i selimi, cehâletten ve kötü huylardan arınmış kalptir’ diye tanımlayan görüştür. (KUR’AN YOLU, 4/158)    

Kur’ân-ı Kerîm’e göre hem göklerde hem de yerde hâkimiyetin yegâne sâhibi Allah’tır. Yaratmak O’na özgüdür. İstese de istemese de herşey O’na boyun eğmektedir. Hükümranlıkta hiç kimse O’na ortak olamaz. Bu yüzden bir kimse Allâh’a inandıktan sonra başka bir varlığa itaat ederse, yahut tabiatı etkin olarak görür ya da gizli kuvvetlerin etkisine inanırsa, Allâh’a ortak koşmuş olur. Bu durumda tabii ki böyle bir kimsenin âhirette azaptan kurtulması mümkün değildir. Zîrâ bu nitelike bir inanca sâhip olan kişinin kalbi selim olmaktan çıkmış, şirk ınsurlarıyla dolmuş demektir. (M. DEMİRCİ, 2/445)

Böyleceİbrâhim (as)’induâsısonaermişolmaktadır. BununlakerîmbirMüslümanınyüksektaleplerininnelerolduğunudaöğrenmişoluyoruz. Bunlar: Hüküm (hikmet), iyilik / fazîlet, Allah yolunda kendisinden güzelce söz edilmesi, cennet, kıyâmet gününde zelil olmamaktır. (S. HAVVÂ, 10/292)

26/90-104  AH  KEŞKE!.. DÜNYÂYA  BİR  DÖNÜŞ  DAHA  OLSA!..

90-93. (Ogün) cennet, takvâ sâhiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlar için açığa çıkarıl(ıpgösteril)ir. Ve onlara: “Allah’tan başka taptıklarınız (veonlarınkuluymuşgibibağlandıklarınız) nerede? Size (azâbakarşı) yardım ediyorlar mı, yâhut kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilir. [krş. 2/165-167]

94, 95. Artık hem onlar, hem azgınlar (müşrikler, kâfirler), hem de İblis’in askerleri (Allâh’aboyuneğmeyenler), toptan tepetaklak o (ateş)in içine atılırlar.

96, 97, 98. Orada kâfirler birbirleriyle çekişerek şöyle diyeceklerdir: “Vallâhi biz, gerçekten apaçık bir sapıklıkta imişiz. Çünkü biz, siz (putlarımızputlaştırdıklarımız)ı âlemlerin Rabbine eşit / denk tutuyor (hattâAllâh’adeğil, sizebağlanıyor)duk.” [bk. 2/165-167]

99. “Bizi ancak kâfirler saptırdı..”

100, 101, 102. “Artık bizim için şefaatçiler ve yakın / candan bir dost yoktur. Keşke bizim için bir kere daha (dünyaya dönüş) olsa da inananlardan olsaydık.”

103. Elbette bunda (İbrâhim ve kıssasında alınacak) bir ibret (çıkarılacakbirders) vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.

104. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

90-104. (90).‘(Ogün) cennet, takvâ sâhiplerine yaklaştırılır.’ Cennetliklere yakınlaştırılır. Onu gören kimselerin gözünde oldukça süslü ve göz alıcı olacaktır. Cennete ehil olan kimseler ise, cennetteki nîmetleri dünyâlıklara tercih edip dünyâda iken onun için amel eden takvâ sâhipleridir. (S. HAVVÂ, 10/293)

‘Cehennem de azgınlar için açığa çıkarılır.’ Yâni kâfirlere nerdeyse alevleri onları alıp yutacakmış gibi gösterilir. İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni cehennem onlara gösterilir ve üzerindeki perde kaldırılır. Ondan fırlayan alev öyle bir ses çıkartacaktır ki, korkudan kalpleri ağızlarına gelecektir. (S. HAVVÂ, 10/293)

(94).‘Artık hem onlar, hem azgınlar, hem de İblis’in askerleri, toptan tepetaklak o (ateş)in içine atılırlar.’ Kâfirler ve onları şirke dâvet edip hem kendileri azan, hem de başkalarını azdırıp saptıran önderleriyle birlikte üst üste atılırlar. İblisin askerleri de topluca oraya atılırlar. Yâni insanlardan ve cinlerden isyan edip iblise uyan yâhut onun şeytanları hep birlikte en son fertlerine kadar cehenneme yığılacaklardır. (S. HAVVÂ, 10/293)

(96).‘Orada onlar birbirleriyle çekişerek şöyle diyeceklerdir:’ “Vallâhi biz, gerçekten apaçık bir sapıklıkta imişiz. Çünkü biz, siz (putlarımız / putlaştırdıklarımız)ı âlemlerin Rabbine eşit / denk tutuyorduk.” “Bizi o (uyduğumuz) suçlulardan başkası saptırmadı.” Burada, dünyâdayken hâlkın ilâh gibi sayıp hizmet ettikleri, sözlerini ve davranışlarını otorite saydıkları ve kendilerine her türlü arz ve takdimde bulundukları ‘dînî lider’  ve ‘önderleri ’ne nasıl davranacakları anlatılmaktadır. Âhirette hâlk, önderlerinin kendilerini saptırmış ve helâklerine yol açmış olduğunu anlayınca, durumlarından onları sorumlu tutacaklar ve onlara lânetler yağdıracaklardır. (MEVDÛDİ, 4/35)

(99).‘Bizi ancak o günahkârlar saptırdı.’ Başkanlar ve büyükler, büyüklerden kötü olanlar ve kötü işler yapanlar saptırdı. Hidâyetten dalâlete çağırdı / çevirdi. Nitekim başka bir âyette de: ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk.’ (el Ahzâb, 33/67) buyurulmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 14/95) 

(100, 101, 102).“Artık bizim için şefaatçiler ve yakın/candan bir dost yoktur. Keşke bizim için bir kere daha (dünyâya dönüş) olsa da inananlardan olsaydık.”  Kur’ân âhirette yalnızca müminlerin birbirlerine dost olmaya devam edeceklerini belirtir. Kâfirler ise, dünyâda iken dostluk yemini bile etmiş olsalar, birbirlerine düşman kesileceklerdir. Her biri diğerini kötü sonlarından sorumlu tutacak ve onun en fazla cezâyı görmesi için çalışacaktır. ’O gün dostlar, müttakiler dışında birbirine düşmandır.’ (Zuhruf, 67, MEVDÛDİ, 4/35)

‘Keşki bizim için (dünyâya) geri dönüş olsa da müminlerden olsak.’ Orada kendi iddiâlarına göre Allâh’a itaat etmek üzere amel etmek maksadıyla dünyâya geri döndürülmelerini temenni edeceklerdir. Yüce Allah biliyor ki, onlar tekrar dünyâ hayâtına döndürülecek olsalar, yine kendileri için yasak olan şeylere geri dönerler ve yine O bilir ki, onlar şüphesiz yalan söylemektedirler. (S. HAVVÂ, 10/294)   

(103).‘Elbette bunda (alınacak) bir ibret (çıkarılacakbirders) vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.’ Allah’tan başkasına tapanlar için bir ibret vardır. Böylece o kimse bilsin ki, âhirette ondan uzak durulur, hiç kimse ona şefaatte bulunmaz. Özellikle de İbrâhim (as)’ın dîni üzere olduklarını iddiâ eden Mekkeliler için. Ama çokları, İbrâhim (as)’ın kavminin çoğu, Kureyş’in çoğunun durumunda olduğu gibi, îman etmezler.  (İ. H. BURSEVİ, 14/98)

‘Şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.’ Kâfirleri ateşte azaplandırması izzetinin, müminleri cennete koyması da rahmetinin tecellisidir. (S. HAVVÂ, 10/294)

26/105-122  SİZDEN  HİÇBİR  ÜCRET  İSTEMİYORUM

105. Nûh’un kavmi de peygamberleri yalanladı.

106. Hani kardeşleri Nuh, onlara demişti ki: “Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uymaz mısınız? (uyunuz, sakınınız)

107, 108. “Şüphesiz ben, sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.”

109. “Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbine âittir.”

110. “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.”

111. (Onlar): “Sana toplumun en düşük tabaka(sın)dan (bayağı) kimseler takılmışken biz sana îman eder miyiz?” (îman etmeyiz) dediler.

112. (Nuh) dedi ki: “Onların (dahaönceneler) yapmakta olduklarına dâir benim bilgim yoktur.”

113. “Onların hesâbı Rabbime âittir. (Bunu) bir düşünseniz.”

114. “Ben o inananları (siziniçin) kovmam.”

115. “Ben sâdece apaçık bir uyarıcıyım.”

116. Dediler ki: “Ey Nuh! (Buişe) son vermezsen muhakkak taşlanarak öldürüleceklerden olacaksın.”

117. (Nuh🙂 “Ey Rabbim! Halkım beni yalanladı.”

118. “(Ey Rabbim) Artık, benimle onlar arasında hükmünü sen ver. Hem beni hem de berâberimdeki inananları (zâlimlerden) kurtar.”

119. Biz de Nûh’u ve onunla berâber olanları o dolu geminin içinde kurtardık.

120. Sonra geride kalan (kâfir)leri (suda) boğduk.

121. Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır. (Ama) yine de çokları îman etmediler.

122. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

105-122. (105).‘Nûh’un kavmi de peygamber)leri yalanladı.’ Bu âyet kümesi (105-122) incelendiğinde Hz. Nûh’un dâvetinin esaslarıyla Hz. Mûsâ ve Hz. İbrâhîm’in dâvetini anlatan âyetlerdeki ilkelerin öz ve içerik olarak aynı olduğu görülmekte; kezâ bu peygamberin tebliğde bulunduğu toplulukların inançları ve hak din karşısındaki tavırları arasında da büyük bir benzerlik olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç itibariyle her üç peygambere dâir âyetler grubunda da aynı mesajlar verilmiştir. (Hz. Nûh’un kıssası hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Hûd, 11/25-49, KUR’AN YOLU, 4/161)   

(106).‘Hani kardeşleri Nuh, onlara demişti ki: “Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uymaz mısınız?” Yâni başkasına ibâdet ettiğinizden dolayı Allah’tan korkmaz mısınız? Nesefi der ki: Yâni bütün varlıkları yaratandan korkarak putlara ibâdeti terk etmez misiniz? (S. HAVVÂ, 10/300)

(107).“Şüphesiz ben, sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” Hâinlik yapmam, aldatmam. hîle yapmam. Açıklanması istenen yükümlülüklerde hiçbir şeyi ne arttırırım ne de eksiltirim. (S. KUTUB, 7/617)

(109).“Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir.” Hz. Nûh’un (as) mesajının gerçekliği konusundaki iki delilinden ikincisi budur. İlki, aralarında geçen hayatının ilk döneminde kendisini güvenilir bir insan olarak tanımalarıydı. Bu ikinci delil ise, şunu ifâde etmektedir: ‘Sizden gelen her türlü itiraz ve düşmanlığa rağmen, gece gündüz demeden tebliğ ettiğim mesajı aktarmada benim hiçbir kişisel çıkarım yoktur. (MEVDÛDİ, 4/37)    

(110).“Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.” ‘(Onlar): “Arkana toplumun en düşük tabaka(sın)dan (bayağı) kimseler takılmışken biz sana îman eder miyiz?” dediler.’ Âyetten anlaşıldığına göre Hz. Nûh’a (as) inananlar çoğunlukla yoksullar, işçiler veya toplumda hiçbir mevkisi olmayan bâzı gençlerdi. Toplumda etkili ve zengin olanlar ise, Hz. Nûh’un (as) en azılı düşmanları idiler. (MEVDÛDİ, 4/38)

Âyette müşriklerin, Hz. Nûh’a îöam etmemelerinin iki gerekçesi bildirilmektedir: (a). Hz. Nûh’a toplumun fakir ve gariban kesiminin îman etmesi, (b). Zengin ve toplumun ileri gelenlerinin kibirlenmeleri, îman eden müminleri aşağı görmeleri ve onları küçümsemeleri, onlar ile birlikte olmak istememeleridir. Mekkeli müşrikler de böyle yapmıştı. (İ. KARAGÖZ 5/302)

(112).‘(Nuh) dedi ki: “Onların (dahaönceneler) yapmakta olduklarına dâir benim bilgim yoktur.” Müşriklerin Hz. Nûh’a ‘sana îman edenler, mal – mülk sâhibi olmak ve toplumda itibar kazanmak için îman ettiler’ demeleri üzerine Hz. Nuh, ‘Ben obların niyetlerini ve yaptıklarını bilemem, ben bana îman etmelerine, sözümü onaylamalarına itibar ederim, niyetlerini Allah bilir, onların hesâbını görmek, bana değil Rabbime âittir. Sizin bu gerçeği bilmeniz gerekir, düşünseniz bunu anlarsınız’ der. (İ. KARAGÖZ 5/303)

(113).“Onların hesâbı Rabbimden başkasına âit değildir. (Buinceliği) bir düşünseniz.” Nesefi der ki: Denildiğine göre Hz. Nûh’un kavmi ona îman eden kimseleri bayağı ve aşağılık görmekle birlikte, îmanlarını da tenkit ederek: Sana îman ettiğini söyleyen bu kimselerin aslında açığa vurdukları şeyin aynısı (îman) kalplerinde yoktur, demeye kalkışmışlardı. Bunun üzerine Hz. Nuh da: Bana düşen sâdece zâhire / dış görünüşe itibar etmektir, onların gizlediklerini araştırıp incelemek değildir. (S. HAVVÂ, 10/303)   

(114).“Ben o inananları (siziniçin) kovacak değilim.” İbn Kesir der ki: ‘Sanki kavmi kendisine îman edenleri çevresinden uzaklaştırmasını ve ondan sonra ona tâbi olacaklarını teklif etmişler de, o da onların bu tekliflerini reddetmiş gibi bir mânâ anlaşılmaktadır.’ Nesefi der ki: Yâni sizin îman etmeniz umudu ile çevremde bulunan müminleri kovarak sizin arzularınıza boyun eğecek değilim. (S. HAVVÂ, 10/304)  

(116).‘Dediler ki: “Ey Nuh! (Buişe) son vermezsen muhakkak recmedilenlerden olacaksın (taşlanaraköldürüleceksin).” İşte bu, Allah düşmanlarının bir âdetidir: Onlar son tahlilde Allâh’ın yoluna dâvet eden kimseleri dâvetlerinden döndürmek maksadı ile tehdîde başvururlar. (S. HAVVÂ, 10/304)

(119).‘Biz de onu ve onunla berâber olanları o dolu geminin içinde kurtardık.’ Yüklü gemi, çünkü gemi müminler ve her türden çift çift hayvanla dolu idi. Ayrıntı için bkz. Hûd, 11/40, MEVDÛDİ, 4/41)

(120).‘Sonra (onların) ardından geride kalanları (suda) boğduk.’ ‘Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır. (Ama) yine de çokları îman etmediler.’ Muhakkak ki bunda, kiminin helâk edilmesi, kiminin de kurtarılmasında bir âyet, Yüce Allâh’a rasullerinin doğruluğunu, çağrılarının sıhhatini açık bir şekilde ortaya koyan  bir delâlet ve bir mûcize vardır. (S. HAVVÂ, 10/305)

(122).‘Şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir/azizdir, çok merhametlidir.’ İnkâr eden ve zararlı olan kimseleri aşağılatıp helâk etmek sûretiyle intikam alandır. Tevhidi kabul edip ikrar eden kimselere yardım etmek ve azaptan kurtarmak sûretiyle nîmet ve ihsanda bulunandır. (S. HAVVÂ, 10/305)  

26/123-140  ALLÂH’A  KARŞI  GELMEKTEN  SAKINMAZ  MISINIZ?

123. Âd (kavmi) de peygamberleri yalanladı.

124. Hani kardeşleri Hûd, onlara demişti ki: “Allah’ın azâbından sakınıp emirlerine uymaz mısınız? (uyun, sakının)

125, 126. “Şüphesiz ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allah’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana da itaat edin.”

127. “Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtım, âlemlerin Rabbi olan (Allah’)a âittir.”

128, 129. (Ey kavmim!) “Siz, her yüksek yerde (övünecekveboşşeylerle) eğleneceğiniz bir alâmet (köşk, büyükyapılar) mı binâ ediyorsunuz?” 129. “(Yoksa) ebedî kalacağınızı umarak (mıböyle) sağlam köşkler (vekaleler) ediniyorsunuz?”

130. “Ve (insanları) yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyor (cezâlandırıyor)sunuz.” [bk. 9/109]

131. “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.”

132, 133, 134. “Bildiğiniz (onîmetler)le size yardım eden ‘Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uygun yaşayın.” “Size davarları, oğulları, bahçeleri, pınarları O verdi.”

135. “Şüphesiz ben, üzerinize (gelecek) büyük bir günün azâbından korkuyorum.”

136-139. (Kavminin ileri gelenleri) Dediler ki: “Sen öğüt versen de, öğüt vermesen de bize göre birdir.” “Bu (durumunuz) öncekilerin âdet ve uydurmalarından başkası değildir.” (Onlar🙂 “Biz azâba uğratılacak da değiliz.” diyerek onu (Hûdpeygamberi) yalancı saydılar. Biz de kendilerini yok ettik. Şüphesiz ki bunda elbette bir ibret vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.

140. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

123-140. (123).‘Âd (kavmi) de peygamberleri yalanladı.’ ‘Hani kardeşleri Hûd, onlara demişti ki: “Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uymaz mısınız?” “Şüphesiz ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana da itaat edin.” “Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtım, âlemlerin Rabbi olan (Allah’)dan başkasına âit değildir.” Hz. Nuh’dan sonra târih sahnesine çıkmış olan Âd kavmi, Yemen’de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış bir Arap toplumudur. Önceleri doğru yolda yürürlerken zamanla bunlar da Nuh kavmi gibi yoldan sapmış, putperest olmuşlardı. Kendilerine gönderilmiş olan peygamberi dinlemedikleri için helâk olup târih sahnesinden silinmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/162)

Âd kavmi hakkında Kur’ân’ın verdiği ayrıntıları göz önünde bulundurmak gerekir: (1) Nuh kavminin helâk edilmesinden sonra, Âd’a yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmişti (Araf, 69),(..) (2) Güçlü kuvvetli insanlardı, (Araf,69),(..) (3) Yer yüzünde onların dengi bir başka kavim yoktu (Fecr, 8)(..). (4) Medeni idiler ve dünyâda yüksek sütunlu muhteşem binâlar yapma sanat ve hünerleriyle tanınmışlardı (Fecr, 6-7) (..). (5) Bumaddirefahvegüç onları mağrur ve kibirli yapmıştı (Fussilet 15) (..). (6) Siyâsi iktidar, karşılarında kimsenin ses çıkaramadığı birkaç despotun ellerinde idi (Hûd, 59)(..). (7) Allâh’ın varlığına inanmıyor değillerdi, fakat şirk içinde idiler. (MEVDÛDİ, 4/41)

(128).“Siz, her yüksek yerde (övünecekveboşşeylerle) eğleneceğiniz bir alâmet (köşk, büyükyapılar) mı binâ ediyorsunuz?” Boş şeylerle uğraşmaktan kasıt, oyun ve eğlence olsun diye, bunları yapmalarıdır. Yâni siz, bu binâları onlaraduyduğunuzihtiyaçdolayısıylayapmıyorsunuz. Mücerret oyun ve eğlence olsun diye yapıyorsunuz. (S. HAVVÂ, 10/307)

Güvercin kuleleri veya gelip geçenlerle alay etmek için yüksek binâlar ya da tepe noktalarına dikilen âbideler. Bunlar ihtiyaç için değil, sırf eğlenme, oyun ve güç gösterisi için yapılıyordu. (Muhtasar İbn Kesir’ den, H. DÖNDÜREN, 2/598)

Öyle anlaşılıyor ki, onlar yeryüzünün yüksek yerlerine binâlar yapıyorlardı. Uzaktan bakan onları bir işâret biçiminde görüyordu. Bundan amaç da güçlerini ve ustalıklarını ortaya koyup, bununla böbürlenip övünmekti. Bu nedenle Kur’ân onların bu eylemlerini ‘boş bir eylem’ olarak nitelemiştir. Eğer onlar bu binâları yolculara kılavuzluk yapmak ve yönlerini belirlemelerini sağlamak için yapmış olsalardı, kendilerine ‘Boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?’ denmezdi. Bu direktif de, çabaların, ustalıkların ve malların yararlı ve zorunlu olan işlerde harcanması gerektiğine dikkat çekmekte, sırf üstünlüğünü ve ustalığını ortaya koymak amacı ile lüks ve zînet için harcanmaması gerektiğine parmak basmaktadır. (S. KUTUB, 7/621)   

Hadis: Zarûri ihtiyâcın dışındaki her binâ, kıyâmet gününde sâhibi için bir vebaldir. (Ebû Dâvud’dan İ. H. BURSEVİ, 14/114)

“(Yoksa) ebedî kalacağınızı umarak (mıböyle) sağlam köşkler (vekaleler) ediniyorsunuz?” Göründüğü kadarıyla Hûd (as)’un onların bu durumlarını tepki ile karşılaması, maddi meselelere gırtlaklarına kadar gömülmüş olmaları ve dünyânın dışında herhangi bir hedef gözetmeksizin maddi lüks ve refâhın içerisine gömülmüş olmalarıdır. (S. HAVVÂ, 10/307)

Hz. Hûd’un (as) kavmini ‘mimârideki israf’ ve lüksten dolayı eleştirmesi,  yalnızca yüksek köşk ve anıtlara değil, ayrıca, ülkenin her yerinde tefessüh alâmetleri anıt ve köşkler şeklinde görülen köhnemiş medeniyetlerine ve sosyal sistemlerine de yönelikti. (MEVDÛDİ, 4/43)

(130).“Ve (birkimseyi) yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyor (cezâlandırıyor)sunuz öyle mi?” Onlar katı kalpli sert yapılı taşkın insanlardır. Tuttukları zaman koparırlar. Yakaladıkları zaman katı yürekle kaba davranmakta bir sakınca görmezler. Tıpkı sâhip oldukları maddi kaba kuvvetle övünen zorbalar gibi. (S. KUTUB, 7/621)    

(131).“Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.” “Bildiğiniz (onîmetler)le size yardım eden ‘Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uygun yaşayın.”  Onların bu durumlarını reddettikten ve emrini de verdikten sonra üzerlerinde bulunan Allâh’ın nîmetlerini onlara hatırlatmaya koyuldu.  Bu ise Yüce Allâh’ın bizlere öğretmiş olduğu dâvet yollarından bir yoldur: Önce durumlarını reddetmek, ondan sonra onların doğruluk üzere olmalarını istemek, arkasından hatırlatmak, ondan sonra da öğüt vermek. Burada olduğu gibi.. (S. HAVVÂ, 10/308)

(133, 134).“Size davarları, oğulları, bahçeleri, pınarları O verdi.” Yâni bağlarla, bostanlarla, kaynak sularla, nehirlerle sizleri desteklemiştir. (S. HAVVÂ, 10/308)

“Doğrusu ben, üzerinize (gelecek) büyük bir günün azâbından korkuyorum.” ‘Dediler ki: “Sen öğüt versen de, öğüt vermesen de bize göre birdir.” Senin sözünü kabul etmeyiz, içinde bulunduğumuz durumdan geri dönmeyiz. Sen ister bize öğüt ver, istersen de sus! (S. HAVVÂ, 10/308)

(136, 137).“Bu (durumunuz) öncekilerin âdet ve uydurmalarından başkası değildir.” (Onlar🙂 “Biz azâba uğratılacak da değiliz.” diyerek onu (Hûdpeygamberi) yalancı saydılar. Biz de kendilerini yok ettik. Şüphesiz ki bunda elbette bir ibret vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.’ Diyorlar ki: Üzerinde bulunduğumuz bu yol, önceki ataların dinidir ve biz de onlara uyuyoruz, arkalarından gidiyoruz, onların yaşadıkları gibi yaşıyoruz, öldükleri gibi öleceğiz. Öldükten sonra ise dirilmek diye bir şey yoktur. İşte bundan dolayı; ‘Hem biz’ dünyâda da âhirette de ‘azâba uğratılacak da değiliz.’ Çünkü öldükten sonra, dirilmek de hesap da yoktur.

(139).‘Biz de kendilerini yok ettik.’ Yâni kavmi Allâh’ın peygamberi Hûd’u yalanlamaya ona muhâlefet etmeye, ona karşı inatlarını sürdürmeye devam ettiler, Allah da onları helâk etti. Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde de onların helâk ediliş sebepleri beyan edilmiştir. Böylece Yüce Allah, onların üzerine herşeyi yok eden ıslıklı rüzgârı gönderdi. Bu ise onların kendi durumlarına uygun bir sebeple helâk edilmeleri demektir. Çünkü onlar herşeyden çok zorlu ve zorba idiler. Allah da onların üzerine kendilerinden daha zorlu ve daha çetin bir rüzgârı musallat etti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Rabbinin Âd kavmine direkli İrem’e ne yaptığını görmedin mi?’ (el Fecr, 89/6-7) Bunlar ise Yüce Allâh’ın şu buyruğunda olduğu gibi birinci Âd kavmidir: ‘Muhakkak ki o ilk Âd’ı da helâk etti.’ (en Necm, 51/53, S. HAVVÂ, 10/310)

(140).‘Şüphesiz ki bunda elbette bir ibret vardır.’ Yâni rasullerin dâvâlarında doğru olduklarına, Allah’tan alıp getirdiklerinin sıhhatine bir delil vardır. (S. HAVVÂ, 10/308)   

26/141-159 SEN  DE  ANCAK  BİZİM  GİBİ  BİR  İNSANSIN

141. Semûd (kavmi) de peygamberleri yalancı saydı.

142. Kardeşleri Sâlih, onlara demişti ki: “Hâlâ, (Allâh’ınazâbından) sakınmaz mısınız? (sakının.)

143, 144. “Hiç şüphesiz ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.”

145. “Peygamberlik görevime karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtımı vermek âlemlerin Rabbi olan (Allah’)dan başkasına âit değildir.”

146, 147, 148. “Siz burada bahçelerin ve kaynak sularının, ekinlerin ve tomurcukları dolgun yumuşak hurmalıkların içinde emin olarak bırakılacak mısınız (Hayır, bırakılmayacaksınız)?”

149. “Dağlardan da ustalıkla (gösterişli) birtakım evler yontup oyuyorsunuz.”

150. “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.”

151, 152. (Ey kavmim!) “Yeryüzünde (ilâhîemirleridinlemeyip) karışıklık çıkaran ve (ortalığı) düzeltmeyip aşırı giden (beyinsiz)lerin emrine uymayın.”

153. Dediler ki: “Sen iyice büyülenmişlerdensin.”

154. “Sen de bizim gibi bir insandan başkası değilsin. Eğer doğru söylüyor isen haydi (bize) mûcize getir!”

155. (Sâlih) dedi ki: “İşte (mûcize) bu dişi devedir. Onun (belli) bir (gün) su içme hakkı var, belli bir gün su içme hakkı da sizindir.” [bk. 54/28]

156. “Ona bir kötülük dokundurmayın. Sonra (pek) büyük bir günün azâbı sizi yakalar.”

157, 158. Derken onu ayaklarından biçip öldürdüler. Ancak sonra da pişman oldular. Bunun üzerine azap onları (kıskıvrak) yakalayıverdi. Şüphesiz bunda elbette (alınmasıgerekli) bir ibret vardır. Böyle iken çokları îman etmediler. [bk. 11/61-68; 91/11-14]

159. (Ey Peygamberim!) Hiç şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

141-159. (141).‘Semûd (kavmi) de peygamberleri yalancı saydı.’ ‘Kardeşleri Sâlih, onlara demişti ki: “Hâlâ, (Allâh’ınazâbından) sakınmaz mısınız? (Sakının.)” “Hiç şüphesiz ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana da itaat edin.” “Buna karşı sizden bir ücret (menfaat, dünyevi çıkar) de istemiyorum. Benim mükâfâtımı vermek âlemlerin Rabbi olan (Allah’)dan başkasına âit değildir.”  Semud, Vâdi ‘l Kurâ ile Şam (Sûriye) toprakları arasında yer alan el Hicr adlı şehirde yaşayan Arap bir kavim idi. Onların yaşadıkları meskenler meşhurdur. (..) (S. HAVVÂ, 10/314)

Peygamberler kelimesinin çoğul olarak kullanılması, peygamberlerden birini yalanlamanın bütün peygamberleri yalanlamak gibi olduğundandır. Çünkü hepsi tevhidde ve şeriatın temel prensiplerinde (usûl) birleşirler. (İ. H. BURSEVİ, 14/122)  

(150).“Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emirlerine uyun ve bana itaat edin.” Nasıl Âd medeniyetinin önde gelen özelliği yüksek sütunlu binalar yapmak idiyse, Semûd medeniyetinin eski kavimler arasında meşhur olmuş bulunan önde gelen özelliği de kayalarda evler oymalarıydı. Bu nedenledir ki, Fecr sûresinde Âd’dan, ^sütunlar sâhibi’ olarak söz edilirken, Semûd’dan ‘vâdide kayalar oyanlar’ diye söz edilmektedir. Bunlar hiç gerek olmadığı hâlde, sırf servet, güç ve mimâri hüner gösterisinde bulunmak için ovalarda köşkler de yaparlardı. (MEVDÛDİ, 4/45)

‘El Hicr’  terk edilmiş bir yer görünümündedir. Burada, zayıf insanlar, birkaç yeşillik ve içlerinden biri Hz. Sâlih (as) devesinin su içtiği söylenen kuyu olmak üzere, birkaç tâne de kuyu var. Şimdi kuru olan bu kuyu, Türkler zamânında terk edilmiş askeri bir karargâhın içinde kalmaktadır. Bu yöreye girip de ‘el Ula’ya yaklaştığımızda sanki şiddetli bir depremle baştan aşağı parça parça olmuş görünümü veren tepelerle karşılaştık. Aynı tip tepeleri doğuya, el Ula’dan Hayber’e yaklaşık 90 mil ve Ürdün içlerinde kuzeye 30-40 mil kadar giderken de gördük. Demek ki, uzunluğuna 300 – 400 mil, enine 100 mil uzanan bir alan korkunç bir  depremle yerle bir olmuştu. (MEVDÛDİ, 4/45) 

Onların kaldıkları bu meskenler, hâlen Medînei Münevvere ’den 400 km. dolaylarında bir uzaklıkta bulunmaktadır. Şu âna kadar sanatlarındaki incelik ve mahâret, yapımlarıiçinharcananbüyük emek gücü dolayısıyla görenleri dehşet içinde bırakacak şekildedir. (S. HAVVÂ, 10/315)      

(154).“Sen de bizim gibi bir insandan başkası değilsin. Eğer doğru söylüyor isen haydi (bize) mûcize getir!” ‘(Sâlih) dedi ki: “İşte (mûcize) bu dişi devedir. Onun (belli) bir (gün) su içme hakkı var, belli bir gün su içme hakkı da sizindir.”  Kavmin ileri gelenleri, bir taşı göstererek ondan deve çıkarmasını istemişlerdi. Hz. Sâlih Allâh’a namaz kılıp, duâ edince taştan deve çıkmıştı. Şirbun’ su içme hakkı demek olup, fıkıhta; içmek, hayvan ve tarla sulamak ve kullanmak üzere ‘su alma hakkı’ olarak nitelendirilir. Yalnız insanın içmek için su alma hakkına ‘şefeh (dudak) hakkı’ denir. Bir su kaynağı ve su arkı gibi tek kaynaktan nöbetleşe yararlanmaya ise ‘muhâyee’ denir. Günümüzde‘devre mülk’ uygulamasıda muhâyee esâsına dayanır. (H. DÖNDÜREN, 2/598, 599)

Hz. Sâlih onlara dişi deveyi getirdi. İçtikleri suyun bir gün kendilerine bir gün de dişi deveye âit olması şartıyla. Ne onlar dişi devenin gününü zorla elinden alacaklar, ne de dişi deve onların gününü ellerinden alacaktı. Ne günleri birbirine karışacak, ne de içtikleri. Hz. Sâlih bu deveye hiçbir şekilde kötülük yapmamaları uyarısında bulunmuştu. Yoksa dehşet verici bir günün azâbı kendilerini yakalayacaktı. (S. KUTUB, 7/625) 

Fıkıh bilginleri, ‘Su içme hakkı belirli bir gün onun, belirli bir gün izindir.’ (âyet 155) buyruğunu ortak bir takım mallarda muhâyee‘nin, yâni ‘nöbetleşe kullanıp istifâde etme’nin câiz olduğuna delil göstermişlerdir. (..) Hanefi mezhebi fakihleri de şöyle demektedir: Muhâyee istihsânen câizdir. Her birisi belli bir süre yâhut biri üstte, öteki altta sâkin olmak üzere bir tek evde muhâyee yapmak câiz olur.  Her birisi payına düşeni kirâya verip, kirâsını alabilir. Her birisi bir evde sâkin olmak üzere iki ayrı evde muhâyee yapılsa o da câizdir. Küçük bir evde, birisi belli bir müddet sâkin olmak, öteki de o kadar süre sâkin olmak üzere muhâyee yapılırsa, bu da câizdir. (S. HAVVÂ, 10/317, 318)      

(156).“Ona bir kötülük dokundurmayın. Sonra (pek) büyük bir günün azâbı sizi yakalar.” O dişi deveye kötülükle ilişecek olurlarsa, Allâh’ın kendilerine azap göndereceğini belirterek onları uyardı ve sakındırdı. Deve bir süre aralarında kaldı, suyunu içti, yaprakları ve otları yiyip beslendi. Onlar da o devenin sütünden yararlanıyor, hem içmek hem de ihtiyaçlarını karşılamak için yeteri kadar sütünü sağıyorlardı. Ancak bu iş böylece uzayıp gidince, onların en bedbahtları da gelince, o dişi deveyi kesip öldürmek kararını aldılar. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/316)

(157).‘Derken onu ayaklarından biçip öldürdüler. Ancak sonra da pişman oldular.’ Ancak onların pişmanlıkları tevbe etmek maksadı ile duyulmuş bir pişmanlık değildi. Veya pişmanlığın fayda vermeyeceği bir vakitte pişmanlık duydular. (S. HAVVÂ, 10/316) Deveyi kesmelerinin nedeni,  lezzetli et yemeye tamah etmeleri de olabilir.  

(..) Aslında deve bir imtihan aracı idi, maksat onların ilâhi buyruklara itaat husûsundaki niyet ve kararlılıklarını denemekti. Ne var ki onlar bu sınavı kaybettiler. (KUR’ANYOLU, 4/166)

‘Bunun üzerine azap onları (kıskıvrak) yakalayıverdi. Şüphesiz bunda elbette (alınmasıgerekli) bir ibret vardır. Böyle iken çokları îman etmediler.’ Bu azap: Onların yaşadıkları topraklar son derece şiddetle sarsıldı ve oldukça büyük bir fırtına geldi, kalpleri âdetâ yerinden söktü. Ummadıkları bir yerden onlara azap emri geldi ve yurtlarında ölmüş ve dizleri üstü çökmüş olarak sabahı ettiler. (S. HAVVÂ, 10/316)

Dişi deveyi kesen tek kişi, komployu hazırlayanlar da -Neml sûresinde de göreceğimiz gibi – dokuz kişi olmakla birlikte, hepsinin azap edilmesi tümünün bu işe râzı olmalarındandır. O bakımdan Yüce Allâh’ın bir kavmi toptan helâk etmek şeklindeki sünneti de gelip onlara isâbet etti. Zîrâ böyle bir âyet (mûcize) teklifini yapanlar onlardı. Allah da onların tekliflerini kabul etti. (S. HAVVÂ, 10/316)

Yüce Allâh’ın sünneti şöyledir: Kendilerinin teklif ettiği bir âyeti gördükten sonra inkâr edenler, kökten helâk edilir. İşte bunlar, mûcizenin bizzat kendisine saldırıda bulundular. Bundan daha büyük küfür olabilir mi? (S. HAVVÂ, 10/317)      

26/160-175  KARDEŞLERİ  LÛT  ONLARA  ŞÖYLE  DEMİŞTİ

160. Lût’un kavmi de peygamberleri yalanladı.

161. Kardeşleri Lût, onlara demişti ki: “Allâh’ın azâbından sakınmaz mısınız? (Sakının.)

162, 163. “Şüphesiz ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir (emin) bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emrine uyun ve bana itaat edin.”

164. “Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfâtımı vermek âlemlerin Rabbi olan (Allah’)a âittir.”

165, 166. (Ey kavmim!) “Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıyorsunuz da (bukadar) insan içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz.”

167. Dediler ki: “Ey Lût! Andolsun ki eğer (busözlerine) son vermezsen, kesinlikle (buradan) çıkarılanlardan olacaksın.”

168. (Lût) dedi ki: “Doğrusu ben sizin (buçirkin) işinizden nefret edenlerdenim.”

169. “Ey Rabbim! Beni ve âile (fertleri)mi bunların yaptıklarından kurtar!”

170, 171. Biz de geride kalanlardan ihtiyar bir kadın (olankarısı) dışında, onu, âilesini (veinananları) topyekün kurtardık.

172. Sonra (karısıyla) diğerlerini yok ettik.

173. Üzerlerine (helâkeden) bir (taş) yağmur(u) yağdırdık. Uyarıl(ıpdayolagelmey)enlerin yağmuru ne kötü idi!

174. Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.

175. (Ey peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

160-175. (160).‘Lût’un kavmi de gönderilen (peygamber)leri yalanladı.’  Lût aleyhisselâm, Hz İbrâhim’in kardeşi Haran’ın oğludur. İbrâhim aleyhisselâm ile birlikte Irak’tan ayrılıp Filistin‘e gitmiş, dahasonrada Ölüdeniz (Lût Gölü) kıyısında yaşayan, inkârcılık  ve sapık ilişkiler (homoseksüellik) içinde bulunan Sodom ve Gomore hâlkını ıslah etmekle görevlendirilmiş bir peygamberdir. (bk. Araf, 7/80, KUR’AN YOLU, 4/168)  

(165, 166).“Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıyorsunuz da (bukadar) insan içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz.” Ürdün vâdisinde bulunan çeşitli kentlerde yaşayan Lût kavminin bu tiksindirici günahı cinsel sapıklıktı. Kadınları bırakıp erkeklere yönelmekti. Bu cinsel sapıklık fıtrata aykırı çirkin bir sapma idi. Yüce Allah kadını ve erkeği temiz kılmış ve her birini eşine karşı eğilimli yaratmıştır ki, üreme yoluyla hayâtın devam etmesine ilişkin dilemesi ve hikmeti gerçekleşsin. Üreme ise ancak kadın – erkek buluşması ile mümkündür. (S. KUTUB, 7/627)

(Demek ki) Lût kavminin bu çirkin fiilinin, evrenin yasasına aykırı olduğu açıktı. Bu nedenle sözkonusu sapıklıktan vaz geçmek veya yok olmaktan başka çâreleri yoktu. Zîrâ onlar hayâtın rotasından çıkmış, fıtrat kervanından ayrılmışlardı. Çünkü varlıklarının hikmeti olan evlenme ve çocuk sâhibi olma yolu ile hayatlarını sürdürmekten soyutlanmışlardı. (S. KUTUB, 7/627)    

Livâta fiiliniişleyeneverilecek cezâ konusunda ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife (r.h.)  imâmeynin (İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf) aksine tâzir cezâsı verileceğini, had uygulanmayacağını söylemiştir. İmam Malik, yapanı da yapılanı da evli olsunlar veya olmasınlar recmetmek gerektiğini söylemiştir.  İmam Şâfii ve Ahmed’e göre, onun hükmü zinânın hükmü ile aynıdır. (İ. H. BURSEVİ, 14/137)

Âyet 166 buyruğundan da bütün şeriatlerde kadına arka taraftan yaklaşmanın kocaları için haram kılınmış olduğunu da öğreniyoruz. Nesefi şöyle diyor: Bu buyruk, hanımlara ve câriyelere arka yoldan yaklaşmanın haram olduğunun da delilidir. Bunu câiz gören bir kimse ise çok büyük bir hatâya düşmektedir. (S. HAVVÂ, 10/321)     

(170, 171).‘Biz de geride kalanlardan ihtiyar bir kadın (olankarısı) dışında, onu, âilesini (veinananları) topyekün kurtardık.’ Bu da Hz. Lût’un karısı olup, bu mâsiyete / günaha rızâ gösteren birisi idi. Çünkü günaha râzı olan, bizzat günahı işleyen hükmündedir. İşte o bakımdan o da azaptan kurtulamayıp, geride kalan yâni azâba dûçar olanlardan oldu. (S. HAVVÂ, 10/321)

(172).‘Sonra (karısıyla) diğerlerini yok ettik.’ Bir rivâyete göre onların kasabaları yerin dibine geçirildi. Üzerini su kapladı. Bu kasabalardan biri Sodom’dur. Sodom’un Ürdün’deki Ölü Deniz’in altında kaldığı sanılıyor. Bâzı jeoloji bilginleri, Ölü Deniz’in altında daha önceleri yerleşme bölgesi olan bâzı şehirlerin bulunduğunu doğrulamaktadır. Bâzı arkeoloji bilginleri Deniz’in altında bir kalenin kalıntılarını, bu kalenin yanında ise kurbanların kesildiği bir mezbahanın kalıntılarını ortaya çıkarmışlardır. (S. KUTUB, 7/628)     

(173).‘Üzerlerine (helâkeden) bir (taş) yağmur(u) yağdırdık. Uyarıl(ıpdayolagelmey)enlerin yağmuru ne kötü idi!’ Bu, su yağmuru değil, taş yağmuruydu. Kur’ân’ın başka yerlerinde verilen ayrıntılara göre, Hz. Lût (as) gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılınca, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş(tur). Şerli kavmin tüm evlerinin altını üstüne getirdikten sonra, volkanik patlama ve rüzgârın etkisiyle pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağmur gibi lânetli şehrin üzerine inmeye başlamıştır. (MEVDÛDİ, 4/51)  

(174).‘Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.’ Yüce Allâh’ın varlığına, Rasuller göndermesine ve onları korumasına dâir bir delâlet ve alâmet vardır. (S. HAVVÂ, 10/321)

26/176-191  EYKE  HÂLKI

176. Eyke halkı da peygamberleri yalanladı.

177. Hani Şuayb onlara demişti ki: “Allah’tan korkmaz azâbından sakınmaz mısınız?” (Sakının)

178, 179. “Ben sizin için (gönderilmiş) güvenilir bir peygamberim.” “Artık, Allâh’ın azâbından sakınıp emrine uyun ve bana itaat edin.”

180. “Buna karşı sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatımı vermek âlemlerin Rabbi olan (Allâh’)a âittir.”

181. “(Ey kavmim!) Ölçeği tam ölçün de, eksik ölçen (vehakyiyen)lerden olmayın.”

182. “Doğru terâzi ile tartın.”

183. “İnsanlara eşyâlarını (haklarını) eksik vermeyin. Yeryüzünde (ilâhîemirlerekarşı) bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”

184. “Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allâh’)ın azâbından sakınıp emirlerine uyun.”

185, 186. (Eyke halkı) Dediler ki: “Sen ancak (iyice) büyülenmişlerdensin.” (Ey Şuayb!) “Sen de bizim gibi bir insandan başkası değilsin. Doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”

187. (Ey Şuayb!) “Eğer doğru (söyleyen)lerden isen, o hâlde üzerimize gökten bir parça düşür.” [bk. 8/38; 17/92]

188. (Şuayb🙂 “Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir.” dedi.

189. (Böylece) onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi.

190. Şüphesiz bunda (büyük) bir ibret vardır. (Fakat) yine de çokları îman etmediler.

191. (Ey Peygamberim!) Senin Rabbin ise elbette, mutlak gâliptir, çok merhametlidir.

176-191. (176).‘Eyke hâlkı da gönderilen (peygamber)leri yalanladı.’ ‘Hani Şuayb onlara demişti ki: “Allah’tan korkmaz azâbından sakınmaz mısınız?” Eyke, ‘sık ağaçlı yer’ anlamına gelir. Bâzı müfessirlere göre Eyke ile Medyen aynı yerin adı, hâlkları da aynı hâlktır; bâzılarına göre ise bunlar iki ayrı yerin adıdır, hâlkları da aynı ırkın iki koludur. Medyen hâlkı şehirde, Eyke hâlkı ise Medyen çevresinde bir vâdide yaşıyorlardı. (Eyke hakkında bilgi için bk. Hicr 15/78-79) Medyen,  Hicaz bölgesi ile Sûriye ticâret yolu üzerinde, Akabe körfezine yakın bir yerleşim merkezidir.  Şehir, adını Hz. İbrâhîm’in oğlu Medyen’den almıştır. (Bilgi için bk. Araf, 7/85-87, KUR’AN YOLU, 4/170)

Hz. Şuayb hem kendi kavminin yaşadığı Medyen’e (bk. Araf, 7/85), hem de burada beyan buyrulduğu üzere Eyke hâlkına peygamber olarak gönderilmiştir. Medyen’e gönderilişinden bahsedildiğinde ‘kardeşleri Şuayb’ ifâdesi kullanılırken (bk. Hûd 11/84), Ashâbü‘l Eyke’ye gönderilişi söz konusu edildiğinde bu kayıt düşülmez. Çünkü nesep itibâriyle Medyen’lilerin kardeşi, fakat Ashâb-ı Eyke’nin kardeşi değildi. (Ö. ÇELİK, 3/622)   

Doğrusu ise onların hepsinin bir tek ümmet olduğudur ve her bir yerde ayrı olarak nitelendirilmişlerdir. İşte bundan dolayı bunlara verilen öğüt ve emir, ölçü ve tartıları tastamam yerine getirmek şeklinde idi. Tıpkı Medyen kıssasında anlatıldığı gibi. İşte bu, onların bir tek ümmet olduğunun delilidir. (S. HAVVÂ, 10/325)

(181).“Ölçeği tam ölçün de, eksik ölçen (vehakyiyen)lerden olmayın.” “Doğru terâzi ile tartın.” “İnsanlara eşyâlarını (haklarını) eksik vermeyin.’ Nesefi der ki: Tam ölçmek ve tartmak emredilmiştir.  Eksik ölçüp tartmak yasaklanmıştır. Fazladan vermek hakkında ise bir şey söylenmemiştir. Bir şey söylenmemesi, yapılması hâlinde güzel bir iş yapılacağının, yapılmaması hâlinde ise bir sorumluluk olmayacağının delilidir. ‘Dosdoğru’ yâni eğriliği büğrülüğü olmayan ‘ölçekle’ terâzi veya kantarla ‘tartın. İnsanların eşyâsını azaltmayın.’ Mâli ve diğer haklarını onlara eksik vermeyin. ‘ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.’ Yol kesmek, değiştirmek, ekinleri telef etmek gibi işlerle orada fesat çıkartmakta ileri gitmeyin. (S. HAVVÂ, 10/325, 326)

(187).“Eğer doğru (söyleyen)lerden isen, o hâlde üzerimize gökten bir parça düşür.” Kureyş de –İsrâ ve Enfâl sûrelerinde vârid olduğu / geldiği üzere aynı şeyleri söylemişti: Kâfirlerin kalpleri  birbirine benzediği gibi, onların sözleri de birbirini andırır. (S. HAVVÂ, 10/326)

(189).’(Böylece) onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi.’ İbn Abbas’tan: Allah onların üzerine gök gürültüsü ve ileri derecede sıcak gönderdi. Onların nefesleri daralmaya başlayınca evlerinden çıkıp kaçıştılar. Allah üzerlerine bir bulut gönderdi, bu bulut onlara güneşe karşı gölge oldu. Altında bir serinlik ve bir lezzet aldılar. Birbirlerini çağırmaya koyuldular. O bulutun altında toplandıklarında Allah üzerlerine bir ateş gönderdi. İbn Abbas dedi ki: İşte o bulutlu günün azâbı, bu gündür. (S. HAVVÂ, 10/329) 

26/192-213  KUR’ÂN  ÂLEMLERİN  RABBİNİN  İNDİRMESİDİR

192. (Ey Peygamberim!) Kesinlikle bu (Kur’ân), elbette âlemlerin Rabbinin indirmesidir.

193, 194, 195. (Ey Peygamberim!) Kur’ân’ı, Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) senin kalbine, uyarıcılardan olman için apaçık bir Arapça dille indirdi.

196. Hem şüphesiz ki bu (Kur’ân), evvelkilerin kitaplarında da vardır.

197. İsrâiloğulları bilginlerinin (kitaplarında) onu bilmesi, (Kur’ân’ındaonagelenAllahkelâmıolduğuna) onlar için bir delil değil mi?

198, 199. Biz onu, yabancı (Arapçabilmeyenlerin) birine indirseydik de onu onlara okusaydı, yine (birbahâneileoinkârcılar) ona îman etmezlerdi.

200-203. Biz onu (kendidilleriyleanlatarakKur’ân’ın) o günahkârların kalbine girmesini sağladık. Ama onlar (Mekkeli müşrikler) yine de acıklı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar. O (azap) onlara, kendileri farkında değillerken ansızın gelecektir. (Ozaman: “İnanmamıziçin) bize mühlet verilir mi?” derler.

204. (Bunarağmen) hâlâ azâbımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar?

205, 206, 207. (Ey Peygamberim!) Gördün ya, artık kâfirleri senelerce yaşatıp faydalandırsak, sonra da tehdit edildikleri (azap) kendilerine gelse, (Senelerceeğlencevezevkiçinde) faydalandırıldıkları şeyler, artık kendilerine (hiçbir) fayda vermez (azaptan kurtulamazlar). [bk. 2/96]

208, 209. (Ey Peygamberim!) Biz, hiçbir memleketi, o(nunhâlkı)na öğüt veren/hatırlatan (gönderdiğimiz) uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik. Biz zulmedenler değiliz. [bk. 17/15; 28/59]

210. (Ey Peygamberim!) Kur’ân’ı şeytanlar indirmedi.

211. Kur’ân’ı indirmek şeytanların işi değildir, onların buna güçleri de yetmez.

212. Şüphesiz onlar, (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır. [bk. 37/7-10; 72/8-10]

213. (Ey Peygamberim!) O hâlde, sakın Allah ile berâber (tutupda) başka bir ilâha yalvarma, sonra azâba maruz bırakılanlardan olursun!

192-213. (193).‘Onu R+uhu ‘l Emin indirmiştir.’ Rûhu‘l Emin’in Cebrâil olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. O Allâh’ın emrinin, vahyinin güvenilir elçisidir. Ona ‘Ruh’  denmesinin sebebi, insan kalbine hayat veren vahyi getirmesidir. (S. HAVVÂ, 10/333)

Bu Ruh, Allâh’ın mesajlarını, kendisine emânet edilen şekil ve içerik içinde aynen getirir, onun mesajlarla oynaması veya onlara şu veya bu şekilde eklemelerde bulunması mümkün değildir. (MEVDÛDİ, 4/57)

‘Senin kalbine’ Muhammed (s)’in kalbine indirmiştir. Bu gayb âleminden gelenleri algılama merkezinin kalp olduğuna delildir. (S. HAVVÂ, 10/333)   

‘Şüphesiz Kur’an senin uydurman değil, ..’ cümlesi, müşriklerin Kur’an hakkındaşiir, büyü, Muhammed’in uydurması ve eskilerin masalları şeklindeki söylemlerine reddiye olup, Kur’ân’ın Allah sözü olduğunun beyanıdır. (..) Âyetteki kalp bedendeki biyolojik kalp değil, bilinç, vicdan, duygu, sezgi ve düşünme kuvvetinin kaynağı olan ve bedende yeri belli olmayan kalptir. (İ. KARAGÖZ 5/324, 325)

‘Kur’ân’ı, Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) senin kalbine, uyarıcılardan olman için apaçık bir Arapça dille indirdi.’ Fasih, anlaşılır ve sahih bir Arap diliyle… İbn Kesir der ki: Yâni Bizim sana indirdiğimiz Kur’ân-ı Kerîm’i mükemmel, kapsayıcı Arap diliyle indirdik. Böylelikle gâyet açık, net ve zâhir olsun, kimsenin ileri sürecek bir mâzereti kalmasın, yapılabilecek itirazlara karşı da en güçlü delilleri ortaya koysun diye. (S. HAVVÂ, 10/333)

Yüce Allah mesajını insanlara iletmek üzere peygamberleri hangi kavimden seçmişse kitaplarını da o kavmin diliyle göndermiştir. (bk. İbrâhim, 14/4) Hz. Peygamber de Araplar arasından seçilerek görevlendirildiği için Kur’ân ona Arapça olarak indirilmiştir. Fakat bu, onun sırf Araplara hitap ettiği anlamına gelmez. Nitekim Kur’ân’ın evrensel olduğunu gösteren birçok âyet vardır. (meselâ bk. Araf 7/158, Furkan 25/1, Kur’ân’ın Arapça olarak indirilmesi ve evrenselliği hakkında bilgi için bk. Yûsuf 12/2, ez Zümer 39/28, KUR’AN YOLU, 4/173)

(196).‘Hem şüphesiz ki bu (Kur’ân), evvelkilerin kitaplarında da vardır.’ Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhi kelâm oluşunun bir delili de İsrâiloğulları âlimlerinin onun Allâh’ın sözü olduğunu bilmeleri ve buna şâhitlik yapmalarıdır. Rivâyete göre Mekkeliler, Medîne’de bulunan Yahûdi âlimlerine adam gönderip, Rasûl-i Ekrem (s) hakkında onlardan bilgi istemişler; onlar da böyle bir peygamberin geleceğini ve vasıflarının Tevrat’ta mevcut olduğunu söylemişlerdir. (bk. Ankebût 29/47, Ahkaf 46/10, Kurtubi’den, Ö. ÇELİK, 3/625)

(Çünkü) Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Ahd-i Kadim ve Ahd-i Cedid’in arasıda yer alan kitapları okuduğumuzda, Kur’ân-ı Kerîm’in bunların içerdiği mânâları kuşatmış olduğunu ve yine Kur’ân-ı Kerîm’in ele aldığı pek çok husûsun onlarda bulunduğunu da görürüz. Bu ise, indirilen vahyin, bilgininve Kur’ân-ı Kerîm’in aynı kaynaktan gelmiş olduğunun delilidir. (S. HAVVÂ, 10/334)   

(197).‘İsrâiloğulları bilginlerinin (kitaplarında) onu bilmesi, (Kur’ân’ındaonagelenAllahkelâmıolduğuna) onlar için bir delil değil mi?’ (Özellikle) Mekke döneminde, İsrâiloğulları bilginlerinden bâzıları Kur’ân’da anlatılan bu kıssaların Tevrat’ta anlatılanlara uygun olduğu gerçeğini teslim ediyorlardı. Nitekim Mekke döneminde inmiş olan Ankebût sûresinin 47. Âyetinde Ehl-i Kitaptan bâzılarının Kur’ân’a îman ettikleri haber verilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/174)

(198, 199).‘Biz onu, yabancı (Arapçabilmeyenlerin) birine indirseydik de onu onlara okusaydı, yine (birbahâneileoinkârcılar) ona îman etmezlerdi.’ (Ancak) Hz. Peygamber Arap, getirdiği mesaj da Arapça olunca müşrikler, bunu kendisinin uydurduğunu iddia ettiler (bk Hûd, 11/13) Oysa Allah mesajını, Arap olmayan birine Arapça olarak indirse ve onun okumasını sağlasaydı – uydurdu diyemezlerdi ama- yine de îman etmezlerdi. (Şevkâni’den) veya Kur’ân’ı bir yabancının diliyle vahyetmiş olsaydı inkârcılar bu sefer de mesajı anlayamadıklarını ileri sürerek yine inanmayacaklardı. (krş. Fussilet, 41/44, KUR’AN YOLU, 4/174) Fakat müşrikler, inanmamak için bahâne üstüne bahâne uyduruyor, açık bir mûcize görmüş bile olsalar, inanmak niyetinde olmadıklarından mutlaka bir mâzeret ileri sürüyor, inkârdaki inatlarına devam ediyorlardı. (bk. En’am 6/7, Hicr 15/14-15, Ö. ÇELİK, 3/626)

Bu îman etmeyişlerinin mevcut delilin açık olmadığından ileri gelmediğinin, aksine akıl, kalp ve ruhlarındaki bir hastalıktan kaynaklandığının delilidir. (S. HAVVÂ, 10/335)

(200-203).‘Biz onu (kendidilleriyleanlatarakKur’ân’ın) o günahkârların kalbine girmesini sağladık. Ama onlar yine de acıklı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar.’ Mânâsını anlarlar, fesâhat ve belâgatının (kusursuz ve olağanüstü açık ifâdelerinin) güzelliğini tanırlar, gerek tertîbi ve gerek mânâsındaki gizli haberleri yönünden yapılması mümkün olmadığını ve bir benzerinin yapılamayacağını bilirler. Ve önceki kitaplarda sözü geçtiğini de duyarlar ‘ona îman etmezler’ günahkâr oldukları için inanmak işlerine gelmez, o uyarmalar hoşlarına gitmez, ‘tâ ki, o acıklı azâbı görsünler’ yâni azâbı görecekleri ana kadar inanmazlar, görmek için inanmazlar. (ELMALILI, 6/118)

‘Onlar elim azâbı (ölüm esnâsında acıklı azâbı) görünceye kadar ona’ (Yâni Kur’ân-ı Kerîm’e) inanmazlar.’ O takdirde getirecekleri îman, bir ümitsizlik hâli (yeis) îmânıdır, onlara bir faydası olmaz. Ya da acıklı azaptan kasıt, dünyâ hayâtındaki Rabbâni azap ta olabilir. (S. HAVVÂ, 10/336)     

‘(Ozaman: “İnanmamıziçin) bize mühlet verilir mi?” derler.’ Kendilerine bir göz açıp kırpacak bir süre kadar dahi bir süre / zaman verilmesini isteyecekler de, onların bu talepleri kabul edilmeyecektir. (S. HAVVÂ, 10/336)

(204).‘(Bunarağmen) hâlâ azâbımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar?’ Zâhiren 203. İle 204. Âyet arasında çelişki varmış gibi görünmektedir. Zîrâ ilk bakışta birinden ansızın gelen azap karşısında inkârcıların mühlet istedikleri, diğerinden ise azâbın çabucak gelmesini talep ettikleri anlaşılmaktadır. Gerçekte ise çelişki ifâdede değil, inkârcıların bu ifâdelerle özetlenen tutumlarındadır. Çünkü 203. Âyete göre onlar, beklemedikleri azapla âhirette karşılaşınca azaplarının ertelenerek, yanlışlarını telâfi etmeleri için kendilerine yeni bir hayat, yeni bir fırsat tanınmasını isteyeceklerdir. Oysa 204. Âyete göre daha önce onlar,  -alay yollu ifâdelerle-  Hz. Peygamberin söyledikleri doğru ise hemen şimdi başlarına taş yağdırılmasını veya elem verici bir azap göndermesini Allah’tan istemişlerdi. (bk. Enfâl, 8/32; KUR’AN YOLU, 4/175)   

(205-207).‘Gördün ya, artık onları senelerce yaşatıp faydalandırsak,’ ‘Sonra da tehdit edildikleri (azap) kendilerine gelse,’ ‘(Senelerceeğlencevezevkiçinde) faydalandırıldıkları şeyler, artık kendilerine (hiçbir) fayda vermez.’ Yâni azâbın ertelendiği süre içerisinde faydalandıkları yılların onlara bir faydası olmaz. (S. HAVVÂ, 10/337)  

(208, 209).‘Biz, hiçbir memleketi, o(nunhâlkı)na öğüt veren/hatırlatan (gönderdiğimiz) uyarıcılar olmadıkça helâk etmedik.’ Yüce Allah insanları iyiyi kötüden ayırt edebilecek niteliklerle donatmıştır. Ancak yine de O,  -merhametinin bir sonucu olarak- peygamber gönderip, onlara doğru yolu gösteren mesajını ulaştırmadıkça sorumlu tutmamaktadır. Helâk edilen toplumlara mutlaka önceden peygamber gönderilerek Allâh’ın mesajı kendilerine ulaştırılmış,  fakat insanlar onu reddettikleri için cezâlandırılmışlardır. (bu konuda bilgi için bk. Hicr 15/4, İsrâ 17/15, Tâhâ 20/134, KUR’AN YOLU, 4/175)

Kendilerine peygamber gönderilen toplumlar, peygamberlerini yalanlamaları (22/42; 67/10), alaya almaları (6/10, 21/41, 43/7), ve azgınlık edip isyan etmeleriüzerine o belde halkı helâk edilmiştir. Yüce Allah, peygamber ile uyarmadan hiçbir topluma azap etmemiş ve zâlim olmayan hiçbir halkı helak etmemiştir. (17/15, 28/59; İ. KARAGÖZ 5/330) 

‘Biz zulmedenler değiliz.’ Yüce Allah, ne dünyâda ne âhirette kullarına aslâ zulmetmez. Allah, mutlak âdildir. Îman edip, sâlih ameller işleyen ve haramlardan sakınanlarımükâfatlandırır; inkâr, isyan ve zulmedenleri ise cezalandırır. Bu husûsu belirten onlarca âyet vardır: ‘Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.’ (10/44, Ayrıcabk. 3/182; 8/51; 22/10; 3/108; 40/31; 18/49; İ. KARAGÖZ 5/330)

(210).‘Kur’ân’ı şeytanlar indirmedi.’ Mekkeli bâzı müşrikler risâlet görevinin ilk yıllarında Peygamber Efendimizin karanlık güçler ve kötü ruhlarla ilişkisi olan bir kâhin olduğunu iddia ediyor, Kur’ân’ı ona bir şeytanın getirdiğini söylüyorlardı (krş. Tûr, 52/29); Zîrâ onların inançlarına göre kâhinlerin söylediklerini onlara şeytanlar telkin ediyordu. Bu sebeple onlara göre Rasûlullâh’ın getirdiği Kur’ân da, olsa olsa, bir şeytan sözü olabilirdi. Söz konusu âyetler, bu tür yersiz iddiâları reddetmektedir. (Râzi, İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 4/176) 

(211).‘Bu onlara yaraşmaz, hem de güçleri yetmez.’ Yâni bu, onlara düşecek onlar böyle bir şeyi isteyecek olsalar dahi, buna güçleri müsâit değildir. Çünkü Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: ‘Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki onu Allâh’ın korkusundan başını eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün. İşte biz bu misâlleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.’ El Haşr, 59/21, S. HAVVÂ, 10/338)

(212).‘Şüphesiz onlar, (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır.’ Onlar, Kur’ân’ın indirilişinde onu dinlemekten uzak tutulmuş, alıkonulmuşlardır.  Çünkü gök, Kur’ân-ı Kerîm’in Rasûlullah (s)’in üzerine indiriliş süresi boyunca, güçlü koruyucular ve alevli ateşlerle doldurulmuştur. Hiçbir şeytan, Kur’ân’ı Kerîm’den bir harf olsun dahi, işitebilme imkânına sâhip kılınmamıştır. (S. HAVVÂ, 10/338, 339)   

(213).‘O hâlde, sakın Allah ile berâber (tutupda) başka bir ilâha yalvarma, sonra azâba maruz bırakılanlardan olursun!’ Muhammed (s) zaten öyle bir şey yapacak değildi. Fakat bu buyruk ile daha ileri derecede bir ihlâsa doğru yönlendirilmekte ve aynı zamanda bu buyrukla başkaları da terbiye edilmektedir. (S. HAVVÂ, 10/339)

26/214-220 EN  YAKIN  AKRABÂNI  UYAR

214, 215. (Ey Peygamberim! Önce) en yakın akrabanı uyar (vedâvetet). Mü’minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.

216. Eğer sana karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım (sorumludeğilim).” de.

217,218, 219. (Ey Peygamberim!) Sen (sâdece) mutlak gâlip ve çok merhametli olan (Allâh’)a güvenip dayan. O (Allah) ki (namaza) kalktığın zaman seni görür. (O,) secde edenler arasında dolaşmanı da (görür). (bk. 10/61; 52/48]

220. Şüphesiz ki Allah, (hereyi) hakkıyla işitendir, bilendir.

214-220. (214).‘(Önce) en yakın akrabânı uyar (vedâvetet).’ Tebliğ usullerinden biri, tebliğe öncelikle yakın akrabâlardan başlamaktır. Dâvetçi, tebliğini kademe kademe bütün insanlığa ulaştırabilmek ve cihanşümul kılabilmek için hitap ettiği muhâtap katmanlarında da tedrîciliğe riâyet etmek, mesajını kendini ihâta eden dâvet hâlkalarına birer birer ulaştırarak ilerlemek mecburiyetindedir. (Ö. ÇELİK, 3/628)

Yakın akrabâları uyarmakla işe başlamak, dâvetçinin dâvetinde doğruluğunun ve onun bu dâvâdaki ciddiyetinin alâmetidir. Diğer taraftan bu dâvetin fıtri yönüdür de. İşte bu bakımdan dâvetçinin yakınlarına dâvet için vaktinin ve çalışmalarının bir kısmını ayırması görevidir. (S. HAVVÂ, 10/352) 

Hadis: İbn Abbas’tan rivâyete göre, yukarıdaki âyet inince Allâh’ın Rasûlü, Mekke’de Safâ Tepesine çıkarak ‘Ey Kureyş’ten Fihr oğulları, Adiyy oğulları’ diye seslenmiş, Ebû Leheb ve Kureyş’ten bir topluluk gelmişti. Hz. Muhammed onlara şöyle dedi: ‘Şu vâdinin arkasında, size saldırmak isteyen bir düşman var, desem, bana inanır mısınız?’ ‘Evet, sen doğruyu söyleyen birisin’ dediler. Hz. Muhammed; ‘Öyleyse, ben sizi yakın bir azapla uyarıyorum’ deyince, Ebû Leheb: ‘Helâk olasın! Bizi bunun için mi topladın?’ diyerek karşı çıktı. Bunun üzerine, Ebû Leheb ve âilesini kınayan ‘Tebbet Sûresi’  inmiştir. (Buhâri Tefsir 26/2’den, H. DÖNDÜREN, 2/600)   

‘Mü’minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.’ Onlara yumuşak davran, berâberlik ve sohbete devam et, Onlarda görülen bâzı hatâları görmezden gel, nâhoş hâllerine tahammül et, iyi ve güzel ahlâkla davran, onların hepsine katlan. (İ. H. BURSEVİ, 14/167)

(Çünkü) Alçakgönüllülük ile kanatların alçaltılması arasındaki ilişki esâsında şudur: Kuş yere konmak istediğinde kanatlarını kendisine doğru çeker ve alçaltır. Uçmak istediği zaman ise de kanatlarını yükseltir. O bakımdan kuşun kanatlarını aşağıya doğru alçaltması, alçak gönüllülüğe ve yumuşaklığa örnek gösterilmiştir. (S. HAVVÂ, 10/352)

Dikkat edilecek olursa, kanatların alçaltılması emri, Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç defa tekrarlanmış bulunmaktadır. Yüce Allâh’ın şu buyruğu da bunlardan birisidir: ‘Onlara merhametinden dolayı tevâzu kanadını onlara alçalt.’ (el İsrâ, 17/26) Bu buyruk ta anne baba hakkındadır. (S. HAVVÂ, 10/353)  

(217-219).‘Sen (sâdece) mutlak gâlip ve çok merhametli olan (Allâh’)a güvenip dayan.’ İzzetiyle düşmanları kahreden ve rahmetiyle de seni onlara karşı muzaffer eden O Aziz olan Allâh’a tevekkül et! Bütün işlerinde O’na dayan. Sana zafer verecek ve sözünü yükseltecek O’dur. (S. HAVVÂ, 10/340)

‘O (Allah) ki (namaza) kalktığın zaman seni görür.’ ‘(O,) secde edenler arasında dolaşmanı da (görür).’ İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni bütün işlerinde böyle davran, demektir. O seni destekleyecek, seni koruyacak, sana yardımcı olacak, sana zafer verecek, senin sözünü yükseltecektir. Yüce Allâh’ın ‘O ki kalktığında seni görür’ buyruğunun mânâsı; ‘o sana gereken itinâyı gösterir’ demektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki sen bizim gözetimimiz altındasın.’ (et Tûr, 52/48, S. HAVVÂ, 10/353)

Bu âyette (218) yer alan ‘tekûmü / kalktığında’ fiili, onun özel bir durumunu ortaya koymaktadır ki, o da Rasûlullâh’ın geceleri kalkıp kıldığı tehecüd namazı olmalıdır. Çünkü söz konusu fiilin en temel anlamı olan ayakta durmak, namazın en başta gelen şartlarından biridir. Ayrıca âyetin devâmında yer alan ‘… secde edenlerle birlikte (cemaatle amaz kılarken) de görür.’ Cümlesi bize göstermektedir ki, ‘ellezî yerâke hîne tekûm’ sözü, Hz. Peygamber tarafından edâ edilen ferdi namaza işâret etmektedir. O hâlde 218. Âyetteki ‘kıyam’dan maksat gece namazı demektir. (M. DEMİRCİ, 2/453)

‘Secde edenler arasında bulunduğunda da’ buyruğundan kasıt şudur: Tek başına namaz kıldığın vakit de cemaat ile birlikte olduğun vakit de seni görür. Bu İkrime’nin, Atâ’nın, Hasan-ı Basri’nin de görüşüdür. Mücâhid der ki: Rasûlullah (s) önündekileri nasıl görüyor idiyse, arkasındakileri de öylece görüyordu. (Delili sahih hadis var, S. HAVVÂ, 10/354)

‘seni ve secde edenler arasında dönüp dolaştığını,’ namaz kılanlara imam olarak hareket tarzını veya müminleri kontrol için aralarında dolaştığını veya Allâh’ın dînini yükseltmekte müminler arasında gayretini veya peygamberlik görevini yerine getirmek için peygamberler arasındaki hizmetlerini (görür). (ELMALILI, 6/119)  

(..) Allah Rasûlünün cemaatle namaz kılması esâsen onun imam olarak ashâbına namaz kıldırması demektir. Böyle olunca o, arkasında saf tutup namaz kılanların nasıl hareket ettiklerinin farkındadır. Bu da esâsen namazda Rwsûlullâh’ın mânevi olarak ashâbın arasında dolaşması demektir. Zîrâ Hz. Peygamber bir hadisinde cemaatle namaz kıldırırken arkasında saf tutanlara ‘Saflarınızı sık ve düzgün tutunuz. Zîrâ ben arkamda da sizleri görürüm.’ (Buhâri, Nesâi) diyerek, onları saf konusunda uyarmıştır. Bu uyarı, Müslümanın Allah Teâlâ karşısındaki duruşunu ifâde etmektedir. Çünkü kulluk görevi bununla başlamaktadır. O da Müslümanda bulunması gereken sorumluluk (takvâ) bilincidir. Aslında  Hz. Peygamberin namazda yâni kıyam, secde ve rükûda cemaatla birlikte olması, sahâbilerine sorumluluk bilinci yerleştirmesi, onları birbirine kenetlenen bir topluluk hâline getirmesi (..) Rasûlullah (s)’ın içinde bulunduğu toplumu islah etmek için elinden gelen gayreti göstermesi demektir. (M. DEMİRCİ, 2/454)  

26/221-227  ŞEYTANLAR  KİME  İNERLER

221. (Ey insanlar!) Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi?

222, 223. Şeytanlar, her günahkâr, iftirâcı (düzenbaz) üzerine inerler. Kâhinler (şeytanınvesveselerine) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.

224. (İslâmkarşıtı) şâirler(eveşiirlerinegelince), onlara da yoldan sapan (veazgın)lar uyar.

225, 226. (Ey Peygamberim!) Görmüyor musun onlar, (nefsevezevkehitapeden) her sahada hayâl peşinde dolaşır (ölçüsüzkonuşur)lar ve onlar yapmadıkları (veyapamayacakları) şeyleri söylerler.

227. Ancak (şâirlerden) îman edip sâlih amel (sevaplıiş) işleyenler, Allâh’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra (şiirle) haklarını alanlar böyle değildir. Zulmedenler de hangi âkıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.

221-227. (221).‘Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi?’ Yukarıda Kur’ân’ın şeytan telkini olamayacağı anlatılmıştı. Şimdi de şeytanların kimler üzerine ineceği anlatılarak Hz. Peygamberin yüce şahsiyetine yanaşamayacağı ifâde ediliyor. Bakınız şeytanlar kimin üzerine inerler:  ‘Onlar, her günahkâr, iftirâcı (düzenbaz) üzerine iner.’ Nerede bir iftirâcı, çok yalancı, yalan uydurucu, sahtekâr, günahkâr, günahtan korkmaz, vebâl yüklenen, kötülük işleyen kimse varsa onlara inerler. Şeytan inmek için önce böyle günahtan, yükten çekinmez, sahteci, kötülükçü, kötü nefisleri arar. (ELMALILI, 6/119, 120) 

(222, 223).‘Kâhinler (şeytanınvesveselerine) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.’ Onların kulak vermelerinden kasıt, gökten hırsızlama bir şeyleri dinlemeleridir. Gayb âlemine âit bir söz işitirler, ona yüz yalan daha katarlar, sonra da bu yalanları insandan dostlarına öğretirler. Onlar da bu doğru sözü söyleyince artık, insanlar bütün söylediklerinde onları tasdik ederler. Hadis: Âişe (r) dedi ki. Bâzı kimseler peygamber (s)’e kâhinler hakkında soru sordu o da: ‘Onlar bir şey değildir’ dedi. Soru soranlar: Ey Allâh’ın Rasûlü, onlar bir şeyden haber veriyorlar, gerçekten de oluyor, deyince, Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘İşte o cinden olan kimse haktan bellediğini tavukların gıdaklamaları gibi, velî edindiği kimsenin kulağına bırakır ve o hak söz ile birlikte yüzden fazla yalan dakarıştırırlar.’ (Buhâri’den, S. HAVVÂ, 10/354)   

Peygamberimiz (s) zamânında kâhinler, kendilerinin özel cinleriolduğunu, bunların kendilerine gökten haberler getirdiklerini, bu sâyede gaybı bildiklerini, iddiâ ediyorlardı. Müşrikler, Hz. Peygamberi de bir kâhin, Kur’ân’ı da bir kâhin sözü zannettiler. Yüce Allah, Hz. Peygamberin kâhin, âyetlerin de kâhin sözü olmadığını bildirdi. (52/29, 69/42; İ. KARAGÖZ 5/337)

‘(İslâmkarşıtı) şâirler(eveşiirlerinegelince), onlara da yoldan sapan (veazgın)lar uyar.’ Hak ve gerçek peşinde değil, sâde bir istek, arzu ve hevesleri peşinde giden, hep zevk ve eğlence arayan şaşkınlar ve azgınlar onların ardına düşerler. (ELMALILI, 6/120)

Üzerine bu Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği o yüce elçi, kâhin de değildir, şâir de değildir. Çünkü onun durumunun onlarınkine uymadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘biz ona şiiri öğretmedik. Bu onun için gerekmez de. O ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.’ (Yâsin, 36/69). Başka yerde de şöyle buyurmaktadır: ‘Muhakkak ki o, çok şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz? O bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünür, ibret alır kimselersiniz? O âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ (el Hâkka 69/40-43, S. HAVVÂ, 10/355, 356) 

Abdullah b. Abbas’a göre bu âyette yer alan ‘el ğâvûn / yoldan sapmışlar’ sözcüğü ile Yüce Allah bâzı sapık (müşrik) râvileri yâni nakilcileri kastetmiştir. Çünkü onlar hoşlandıkları birtskım şâirlerin şiirlerini aktarıyorlardı. (Taberi’den M. DEMİRCİ, 2/455)

(225-227).‘Görmüyor musun onlar, (nefsevezevkehitapeden) her sahada hayâl peşinde dolaşır (ölçüsüzkonuşur)lar ve onlar yapmadıkları (veyapamayacakları) şeyleri söylerler.’ Her boş işle uğraşıp dururlar. Yalan, bâtıl veya başka türlü her dalda söz söylerler. Oysa bu Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yol tektir. Onun düzeni birdir. Muhammed (s) şâir değildir. O ahlâkıyla da yaşayışı ile de sözleriyle de şâirlere benzemez. O hâlde nasıl olur da Kur’ân’a şiir, Muhammed’e şâir denilebilir? (S. HAVVÂ, 10/343)

‘her vâdîde dolaşmak’: Her konuya girmek,  her konuda söz söylemek demektir. Gerçekten de – izleyen âyette belirtildiği üzere inançlı ve ahlâki değerlere bağlı olanlar farklı olmakla berâber- öyle şâirler de vardır ki, bunlar her vâdîde dolaşır, iyi kötü, eğri doğru her konuya girerek toplumu etkilemeye çalışırlar. Sözleri ile yaptıkları birbirini tutmaz, yapmadıklarını söyler, söylemediklerini yaparlar. Bu sebeple onların peşinden dürüst insanlar değil, ancak sapkınlar gider. (ELMALILI’dan, KUR’AN YOLU, 4/179)  

Hadis: İmam Ahmed ile İbn Ebi Şeybe, Ebû Said (r)’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:  Rasûlullah (s) ile birlikte yol alırken karşısına şiir okuyan bir şâir çıktı. Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘Sizden herhangi birinizin karnının irin ile dolması, şiir ile dolmasından hayırlıdır.’ İmam Şâfii burada söz konusu olan şiiri ahlâksızlık ve kötü sözler içeren şiir diye yorumlamıştır. (Âlûsi’den, S. HAVVÂ, 10/357)

‘Ancak (şâirlerden) îman edip sâlih amel işleyenler, Allâh’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra (şiirle) haklarını alanlar böyle değildir. Zulmedenler de hangi âkıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.’ Şiirlerinin çoğu Allâh’ı birleme, O’na hamd ve şükretme ve O’nun yüceliğini ifâde ile Allâh’ı anma ve yarattığı şeylerden O’nun kudretini hatırlama ile O’na kulluk yapmayla ilgili olanlar ‘ve kendilerine zulmedildikten sonra öclerini alanlar müstesnâ.’ Yâni hiciv yaparlarsa kendilerine, yâni müminlere yapılan zulmün öcünü almak, söylenen hicvi reddetmek için söylerler. İşte böyle; mümin, iyi, Allâh’ı zikreden ve müminlere yapılan zulüm ve haksızlığın öcünü alan, hakkın savunucusu Abdullah b. Revâha, Hassan b. Sâbit, Ka’b b. Mâlik ve Ka’b b. Züheyr gibi Müslüman şâirleri o kötü hâllerden müstesnâdırlar. Bunlar sâdıktırlar, bunlara tâbi olanlar / uyanlar sapkın değildirler. (ELMALILI, 6/120, 121) 

Bu âyet-i kerîme, övülen ve teşvik edilen şâir ve şiirin özelliklerini belirtir. Kısaca bunlar: (a) İman etmek, (b) Sâlih ameller işlemek, (c) Allâh’ı çok çok zikretmek, (d) Zulme mâruz kaldıklarında şiirleriyle kendilerini savunmak, İslâm’ın ve Müslümanların gâlip gelmesine yardımcı olmak. Belirtilen bu çerçevede şiirle meşgûl olmanın dînen bir sakıncası yoktur. (Ö. ÇELİK, 3/632)

Hadis: Hz. Peygamber Hassan b. Sâbit’e, ‘Müşrikleri şiirlerinle hicvet, bil ki Cebrâil de seninle berâberdir’ buyurmuştur. (Buhâri Bed’ül Hâlk 6’dan, KUR’AN YOLU, 4/180)

‘.. zulmedildikten sonra kendilerini savunan şâirler böyle değildir.’ Kendisine zulmedilen kimse, yapılan zulmü, kötülüğü, kötü sözü ve kötü davranışı dilegetirebilir, feryad edebilir, zâlimi şikâyet edebilir, hakkını arayabilir, uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklayabilir, ilgililere duyurabilir ve kötü sözlere karşılık verebilir. Ancak Kur’an ahlâkı ile bağdaşmayan söz söylenmez. Meselâ iftirâ edene iftirâ edemez. Kendisini hicvedene misli ile karşılık verebilir. (İ. KARAGÖZ 5/340)