20 / Tâhâ Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 135 âyettir. Sûre, adını başındaki kesik harflerinden almıştır. 130-131. âyetleri Medîne döneminde inmiştir.[1] (H. T. FEYİZLİ, 1/311)
Hz. Ömer’in kız kardeşi ve eniştesinin evine baskın yaptığı zaman işittiği âyetler, bu sûrenin âyetleridir. (İ. KARAGÖZ 4/478)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
20/1-5 KUR’ÂN’I GÜÇLÜK ÇEKESİN DİYE İNDİRMEDİK
1. Tâ, Hâ.
2-3. (Rasûlüm!) Biz Kur’ân’ı sana zahmet çekmen için değil, ancak (Allah’tan) korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.
4. (BuKur’ân,) yeri ve yüce gökleri yaratanın peyderpey indirdiği (birkitap)tır.
5. O Rahmân(’ınhâkimiyeti) arşı kuşatmış/hükmü altına almıştır.
1-5 (1, 2).‘Tâ Hâ. Biz Kur’ân’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.’ (..) Allah Rasûlüne en fazla sıkıntı veren şey Kur’an hükümlerini tebliğ ettiğinde müşriklerin ona inanmamalarıydı. Bunun içindir ki Yüce Allah Kur’ân’ın iki ayrı yerinde bu hususla ilgili olarak ‘Bu yeni kitaba inanmazlarsa (bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.’ (Kehf 18/6). ‘İnanmıyorlar diye neredeyse kendini harap edeceksin.’ (Şuarâ 26/3) diyerek Hz. Peygamber’in bu sıkıntılı durumuna işâret edilmiştir. Demek ki onu üzen ve sıkıntıya sokan konuların başında müşriklerin Kur’ân-ı Kerim’e inanmamaları geliyordu. Yoksa Hz. Peygamber’in geceleyin kalkıp namaz kılması ya da müşriklerin ileri sürmüş oldukları söz konusu iddiâ onu sıkıntıya sokmuş değildi. Çünkü namaz ve Kur’ân-ı Kerim vahyini tebliğ, Rasûlullâh’ı en çok mutlu eden iki temel görev idi. Ancak her yeni gelen vahyi tebliğ ettiğinde müşriklerin inanmamakta ısrar etmeleri, elbette bu görevi yüklenen bir peygamber olarak onu üzüyordu. (M. DEMİRCİ, 2/284)
(3).‘Ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt; (olarak indirdik)’. İbn Kesir şöyle demektedir: Allâh’ın kitâbını indirmesi ve Rasûlünü göndermesi, kullarına lütfettiği bir rahmeti ve merhametidir. Böylelikle öğüt alan alsın, Allah’ın kitabından duyduklarından faydalansın. Bu Kur’ân; Allâh’ın, kendisinde helâl ve haramı bildirmiş olduğu bir öğüttür.
(..) Bu son âyet-i kerîmede şuna delil vardır: Kur’ân-ı Kerim’den ancak kalbinde Allah korkusu, haşyet bulunan kimseler öğüt alırlar. Allah’ı tanımaksızın da haşyet olmaz. Dolayısıyla Allâh’ı tanımak mükellefin yerine getirmek zorunda olduğu ilk farızâdır. Ancak bu tanımanın, kalpte yeretmiş olması lâzım. Dil ile söylenen bir tanıma olamaz. (S. HAVVÂ, 9/21)
(4).’Yeri ve yüce gökleri yaratan katından bir kitap olarak indirdik.’ Kur’ân-ı Kerim’de sözü geçen yedi gök, arza / dünyâya yakındır ve bizim için bir gaybdır. Ve bu gökler, bildiğimiz gökteki sistemlerin dışındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. ‘Yüce gökler’ tâbirinden maksadı bu yıldız kümeleriyle, bunların üstünde bulunan ve bu yedi semânın üstünde olan göklerin kastedildiğini anlamamız mümkün olur. (S. HAVVÂ, 9/24)
Hadis: İbnKesir’den, ‘Yüce gökler’ buyruğunu açıklarken, Tirmizi’nin ve başkalarının sahih kabul ettiği hadiste şöyle denilmektedir: ‘Her bir semanın kalınlığı beş yüz yıllık mesâfedir. Bu semâ ile onun üstündeki semâ arasındaki mesâfe de, beş yüz yıllık bir süredir. (S. HAVVÂ, 9/27)
(5).‘Rahman Arş’a istivâ etti.’ ‘İsteva’ fiili, ‘ala’ edatı ile istîlâ etti, hükmetti, hükmü altına aldı, anlamlarına gelir. Yaratma ve yarattıklarına hükmetme, ilâhlığın iki niteliği olup, âlemin kadim olmadığını da gösterir. Bk. Araf, 7/54, H. DÖNDÜREN, 2/505)
Nesefi şöyle demektedir: Bu konuda izlenmesi gereken yol, Hz. Ali’nin şu sözleridir: ‘İstivânın ne demek olduğu bilinmeyen bir şey değildir. Bunun keyfiyetini ise akıl kavrayamaz. Ona îman farzdır. Bunun keyfiyeti hakkında soru sormak ise bir bidattır.’(S. HAVVÂ, 9/24)
Allah, âyette geçen ‘istivâ’ ile yerleşmeyi ve oturmayı değil, belki başka bir şeyi murad etmiştir. Ancak biz bunda hatâ yapmaktan korkarak bunu belirlemekle meşgul olmayız. Müteşabih âyetlerin yorumunuAllâh’a havâle ederiz. Nitekim müteşâbih âyetlerle ilgili ‘Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez’ âyetinde (Âl-i İmran, 3/7) ‘illallah’da vakfedenlerin / okumaksızın duranların görüşü de böyledir. Selefin de çoğu, bu yolu tercih etmiştir. Nitekim İmam Malik ve Ahmed’in, ‘İstivâ mâlûm, nasıl olduğu meçhul, onu araştırmak ise bidattir’ dedikleri rivâyet edilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 12/158)
20/6-8 ALLAH TEÂLÂ GİZLİNİN GİZLİSİNİ DE BİLİR
6. Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında olanlar(ınhepsi) ancak Allâh’ındır.
7. (Ey Peygamberim!) Sesini (duâda) yükseltsen (deyükseltmesen) de (O’nagörebirdir). Çünkü O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [bk. 14/38; 25/6]
8. Allah O’dur ki O’ndan başka ilâh yoktur, en güzel isimler O’nundur.
6-8. (6).‘Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında olanlar(ınhepsi) ancak Allâh’ındır.’ Yerdeki, yerin altındaki, göklerdeki ve yer ile gökler arasındaki bütün varlıkların Allâh’ın olması, onları yaratan ve yöneten olması anlamına gelir. Bütün varlıklar, Allâh’ın egemenliği altındadır. (İ. KARAGÖZ, 4/481)
(7).’Sözü açığa vursan da, bil ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.’ Gizli olan, kişinin içinden geçirdikleridir. Ondan da gizli olan ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. …. Yüce Allah ise, hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O, kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyat ve düşünceleri bilir. ‘Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir.’ (Âl-i İmran, 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberi’den, Ö. ÇELİK, 3/291) Tasavvufçular, insanın mânevi varlığını derinliğe doğru ‘kalp, sır, ruh, hafî, ahfâ’ şeklinde sıralarken, bu kavramların geçtiği âyetlere dayanmışlardır. Buna göre Allah, kâinâtın özü olan insanın en derin ve en gizli boyutlarını da bilmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/626)
‘Lâ ilâhe illâ Hû’ cümlesinde, biri ispat diğeri red olmak üzere iki esas vardır. ‘Lâ: Hiçbir ilâh yoktur’ cümlesiyle Allâh’ın dışındaki bütün ilâhlar reddedilmektedir. ‘İllâ Hû: Ancak O vardır’ cümlesi ile sâdece Allâh’ın ilâh olduğuve Allâh’ın tekliği beyan edilmektedir. Bir insanın mümin ve Müslüman olabilmesi için, Allâh’ın tek ilâh olduğunu, başka bir ilâh bulunmadığını kabul etmesi, olmazsa olmaz şarttır. (İ. KARAGÖZ 4/482)
(8).‘Allah O’dur ki, O’ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler de O’nundur. (İmam) Şafii’yi şöyle derken dinledim: Allah’ın birtakım isim ve sıfatları vardır. Hiç kimse bunları reddedemez. Bu konuda kendisine karşı deliller sâbit olduktan sonra, kim muhâlefet ederse kâfir olur. Ancakdelilinispâtındanönce bunlara muhâlefet ederse, bilgisizliği onun için bir mâzeret olur. Çünkü bu gibi şeylerin bilgisi akıl ile kavranamaz. Görüş ve düşünce ile de bunlar bilinemez. Bizler bu sıfatların varlığını kabul ederiz. Diğer taraftan bunların teşbîhini (mahlukâtın sıfatlarına benzemesini) reddederiz. Nitekim şânı Yüce Allah, kendi zâtı hakkında: ‘Onun benzeri şöyle dursun, benzeri gibisi dahi yoktur.’ (eş Şurâ, 42/11) buyruğunda, kendisine benzerliği reddetmiştir. (S. HAVVÂ, 9/26)
20/9-16 MÛSÂ’NIN HABERİ SANA ULAŞTI MI?
9. (Rasûlüm!) Mûsâ’nın haberi artık sana geldi mi?.
10. Hani, vaktiyle (Sînâ’da) o bir ateş görmüştü de âilesine: “Siz durun. Çünkü ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir kor getirir, yâhut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.” demişti.
11, 12. (Mûsâ) o(nunyanı)na gelince, kendisine (şöyle) seslenildi: “Ey Mûsâ!” 12. “Haberin olsun, senin Rabbin benim ben. Haydi pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdîde, Tuvâ’dasın.” [bk. 27/7-13; 79/16]
13, 14. (Ey Mûsâ!) “Ve ben (peygamberliğe) seni seçtim, şimdi vahyedilenleri dinle.” [bk. 7/144] 14. “Şüphesiz Allah, benim ben. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk et. Ve beni anmak için namaz kıl.”
15. “Şüphesiz ki kıyâmet gelecektir. Ben onu, hemen hemen gizli tutuyorum ki herkes (ödül veya cezâ olarak) çalıştığının karşılığını bulsun.”
16. (Ey Peygamberim!) Kıyâmete îman etmeyen ve nefsinin kötü arzusuna uyan (kâfir) kimseler, seni âhiret (için hazırlanmaktan) alıkoymasın, yoksa sen de helâk olursun!
9-16. (9).‘Mûsâ’nın haberi sana geldi mi?’ Kur’ân’ın başka sûrelerinde verilen bilgilerle berâber değerlendirildiğinde onuncu âyette, Hz. Mûsâ’nın Medyen’de sekiz (veya on) yıl kayınpederinin yanında çalıştıktan sonra âilesiyle birlikte Mısır’a gitmek üzere yola çıktığı günlerden söz edildiği anlaşılmaktadır. Tefsirlerde bu olayın soğuk bir kış gecesinde ve Mûsâ’nın yolunu kaybettiği bir sırada meydana geldiği, ateş zannettiği ışığın gerçekte ilâhi nur olduğu belirtilir. Burada önemli olan, onun bir ışık görmesinin sağlanması ve bunun ilâhi huzûra çağırılmasına vesile kılınmasıdır. (KUR’AN YOLU, 3/628, 629)
(10).‘Size ya ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.’ Yolu bilen veyâhut da bana yolu gösterecek kimselere rastlarım. Buradaki ifâde, o esnâda soğuğun ve karanlığın bulunduğunu göstermekte, Hz. Mûsâ’nın da yolunu kaybettiğini ortaya koymaktadır. Yine bundan, insanın en çok sıkıntı ve darlık içinde olduğu zamanlarda rahmete en yakın olacağına işâret vardır….. Onun ihtimalli konuşması, kullandığı kelimeleri büyük bir dikkat ve özenle seçtiğine işâret vardır. Çünkü bu gibi şeyleri yapabileceğini umut ettiğini ifâde ermiştir ki, kesinlikle yerine getireceğinden emin olmadığı bir sözü vermemiş olsun. (S. HAVVÂ, 9/33)
‘Ateşin yanına gelince ‘Ey Mûsâ’ diye seslenildi.’ ‘Şüphesiz ki Ben senin Rabbinim.’ Bu buyruk bize şunu öğretmektedir: Kendisiyle konuştuğumuz kimseye onunla hangi vasfımız ile konuştuğumuzu bildirecek ve bu niteliğe sâhip olduğumuzu da ortaya koyacak şekilde konuşmalıyız. ….Nesefi der ki: O, işittiği bu sesin, Yüce Allâh’ın kelâmı olduğunu, bütün yönlerden ve bütün organlarıylaişitmesinden anlamıştı. (S. HAVVÂ, 9/33)
(12).‘Pabuçlarını çıkart. Çünkü sen, mukaddes vâdîde, Tuvâ’dasın.’ Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdisinde ‘Ayakkabılarını çıkar!’ diye emretti. Çünkü orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzu ve edep yönünden en uygun olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafi ve benzeri kişiler yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i Sâlihin de Kabe’yi yalınayak tavaf ederdi. (Ö. ÇELİK, 3/293)
Yüce Allah bu âyette, bir inceliğe işâret ediyor: Kutsal vâdî ile pabuç ilişkisi. Demek oluyor ki ayaklardaki pabuçlar, bir yönüyle kutsal yere temasta bir engel teşkil ediyor. Diğer yönüyle ayakta kirlenmiş olduğundan onları çıkarmak gerekiyor. Bunu mânevî yönden ifâde edersek; Allâh’ın huzûruna çıkarken, O’nunla yakın temasa geçmesi için hem bunu önleyecek dünyâlıkları kalpten çıkarmak hem de kirlerden arınmış olmak lazımdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/311)
(14).‘Öyleyse bana ibâdet et. Ve beni anmak için namaz kıl.’ Beni hatırlamak üzere namaz kıl. Namazda beni zikredesin diye bu ibâdeti yerine getir. Çünkü namaz bütün zikirleri kapsamaktadır. Bu, tevhidden sonra, namazdan daha büyük farîza olmadığının delîlidir. Bu hitap, başlangıcın Allâh’ı tanımak olduğunu, namazın ise ikinci olarak gündeme gelmesi gerektiğini göstermektedir. Böyle olmayan veyâhut da bu noktaya getirmeyen her bir başlangıç, hiçbir şekilde islâmi eğitimle alâkalı bir başlangıç değildir. (S. HAVVÂ, 9/34)
Semâvi Dinlerde Namaz: Yukarıdaki âyet, namaz ibâdetinin önceki semâvi dinlerde de var olduğunu gösterir. Nitekim Lukman (as)’ın oğluna namaz kılmasını öğretmesi (bk. Lukman, 31/17) ve Hz. Meryem’den cemaatle namaz kılmasının istenmesi (bk. Âl-i İmran, 3/43) bunu gösterir. (H. DÖNDÜREN, 2/505)
(15).‘Kıyâmet kesinlikle gelecektir.’ Her insanın bu dünyâda yaptıklarının karşılığını bulması için Kıyâmet saatinin gelmesi yazılmıştır. Bu sınavın gereği olarak da Kıyâmetin kopacağı zaman gizli tutulmuştur. Çünkü âhirete inanan bir kimse her an Doğru Yoldan sapmamak için dikkatli olur. (MEVDÛDİ, 3/223)
‘Her nefis, işlediğinin karşılığını görsün diye.’ Bu buyrukta bize şöyle bir edep öğretilmektedir: Yapılan işin karşılığını olumlu da olsa veya olumsuz da olsa belirtmemiz gerekir. (S. HAVVÂ, 9/35)
20/17-23 HZ. MÛSÂ VE MÛCİZELERİ
17, 18. “O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?” 18. (Mûsâ) dedi ki: “O âsâmdır. Ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkelerim ve onunla daha birçok ihtiyâcımı görürüm.”
19, 20. (Allah) buyurdu: “Onu (yere) bırak ey Mûsâ!” 20. O da onu bıraktı. Bir de ne görsün! O, hareket eden bir yılan oluvermiş.
21. (Allah) buyurdu: “Al onu (eline), korkma, biz onu yine âsâya döndüreceğiz.”
22, 23. (Ey Mûsâ!) “Bir de elini koltuğuna sok. Bir hastalık olmaksızın, başka bir mûcize olarak bembeyaz bir hâlde çıksın. (Böylece) sana en büyük mûcizelerimizden gösterelim. [bk. 7/133-144; 27/12; 28/32]
17-23. (17).‘Sağ elindeki nedir Ey Mûsâ?’ Bu soru sâdece bilgi almak için sorulmuş bir soru değildir, çünkü Allah onun elinde bir asâ tuttuğunu bilmektedir. Bu soru, elindekinin bir asâ olduğunu, bu nedenle biraz sonra ortaya konulacak mûcizeye hazır olması gerektiğini vurgulamak için sorulmuştur. (MEVDÛDİ, 3/223)
(23).‘Tâ ki sana en büyük mûcizelerimizden bâzılarını gösterelim.’ Yâni, biz asâyı yılana çevirmek, eli bembeyaz yapmak gibi şeyleri sana büyük mûcizelerimizden bâzılarını göstermek için yaptık. Bu iki mûcizeyle berâber, büyük mûcizeler dokuzdur. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize verdik.’ (el İsrâ, 17/101) buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 12/191)
20/24-35 YÜREĞİME GENİŞLİK VER – İŞİMİ KOLAYLAŞTIR
24. (Ey Mûsâ!) “Firavun’a git, çünkü o azdı.”
25-28. (Mûsâ) dedi ki: “Rabbim! Benim gönlüme genişlik ver.” 26-27-28. “Benim işimi kolaylaştır, dilimden de (şu) düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar.”
29-30. “Âilemden kardeşim Hârûn’u bana vezir (yardımcı) yap.” [bk. 26/13]
31-32-33-34. “Onunla arkamı kuvvetlendir (Onubanadestekeyle). Onu işimde ortak yap ki seni çok tesbih edelim ve seni çok analım (tebliğedelim).”
35. “Şüphesiz sen bizi görmektesin.”
24-35. (25).‘(Mûsâ) ‘Rabbim, dedi, göğsüme genişlik ver.’ Vahye, zorluklara ve kötü huylara katlanabilmek için göğsümü genişlet. Allah’a dâvet etmek sorumluluğunu yerine getirmeye çalışan herkes, bu duâların ne kadar önemli olduğunu bilir. Göğse genişlik verilmedikçe insan, Allâh’ın yoluna dâvet edemez. Bu dâvetin sıkıntılarına katlanamaz.
Hadis: Rasûlullah (s)’in Sebir (Mekke’de bir dağ) hizâsında şöyle derken gördüm: ‘Allâh’ım, ben senden (peygamber) kardeşim Mûsâ’nın istediğini istiyorum. Göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, sözlerimi anlamaları için dilimdeki bağı çöz. Akrabamdan bana bir vezir, kardeşim Ali’yi vezir yap! Onunla gücümü daha bir pekiştir. İşimde onu ortak yap ki, seni çokça tesbih edelim. Sen gerçekten bizleri görensin.’ (İbn Merdûye’den, S. HAVVÂ, 9/40, 41)
‘Dilimin düğümünü çöz.’ Her şeyin ötesinde, Allâh’ın Rasulünün dilinde bir kekemelik, sürçme ve pepeleme yaratmasının hiçbir nedeni yoktur. İşte bu nedenle peygamberler görünüş, kişilik ve yetenek olarak insanların en üstünleri olurlar. Çünkü onlar kekemelik, pepelik gibi aksaklıklar nedeniyle insanların alayına hedef olmamak için hem görünüş hem de davranış bakımından etkili olmak zorundadırlar. (MEVDÛDİ, 3/225)
‘Âilemden birini bana yardımcı kıl.’ Rasûlullah (s) şöyle buyurur: Hadis: Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unutunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.’ (Nesai’den, Ö. ÇELİK, 3/301)
‘Seni çok çok zikredelim.’ Âyetlerde şu mânâya işâret edildiği görülür: İyilik ve sâlih amellerin arttırılması konusunda yardımlaşmada, Allâh’a giden mânevi yolun engellerinin aşılıp mesâfe alınmasında gönül gönüle verip, birlikte yürüyecek sâdık arkadaşın ve sâlih dostun önemi büyüktür. Nitekim Cenâb-ı Hak: ‘İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın’ buyurulur. (Mâide 5/2, Ö. ÇELİK, 3/302)
20/36-39 MÛSÂ’YI SANDIĞA KOY, DENİZE BIRAK
36. (Allah) buyurdu: “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi.”
37. “Andolsun ki biz, sana bir defâ daha lütufta bulunmuştuk:”
38, 39. (Ey Mûsâ!) “Hani (sendoğduğunda) annene vahyedilecek şeyi (ilhamile) bildirmiştik.” 39. “Onu sandığa koy, (Nil) nehr(in)e at ki nehir de onu kıyıya getirip bıraksın. (Böylece) onu, hem bana hem de ona düşman olan birisi alacaktır.” (demiştik). “(EyMûsâ! Sevilmenve) nezâretim altında yetiştirilmen (vegörenlerinsevmesi) için sana kendimden bir sevgi koydum.” [krş. 28/7-9]
36-39. (37).‘Nitekim Biz sana daha önce de lütufta bulunmuştuk.’ Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (as)’a olan en büyük nîmetlerinden biri, onu Firavun’un öldürmesinden kurtarmasıdır. Olay kısaca şöyle vuku bulur: Mûsâ (as)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi, Firavun’un kendi oğlunu da öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden, burada işâret edildiği üzere gönlüne düşen ilâhi ilhâma dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. (Ö. ÇELİK, 3/302)
Rasûlullah (s)’in yardımcıları vardı. Nitekim o şöyle buyurmuştur: Hadis: Benim yerde ve gökte ikişer vezirim vardır. Yerdekiler Ebu Bekir ve Ömer, göktekiler Cebrâil ve İsrafil’dir. (Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 12/202)
(39).‘.. Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım.’ Öyle müthiş bir güç karşısındayız ki, yumuşacık ve esnek nitelikli bir duygu olan sevgiden göğsünde darbeleri karşılayan, dalgaları kıran bir zırh yapıyor da, azgın şer güçler bu zırha bürünen kimseye hiçbir zarar veremiyor. Bu zırha bürünen kimse başkasına el kaldıramayan, henüz yürüyemeyen, hattâ konuşamayan kundaktaki bir bebek bile olsa, kimse kılına dokunamıyor! (S. KUTUB, 7/206)
20/40-44 ONA YUMUŞAK SÖZ SÖYLEYİN
40. (Ey Mûsâ!) “Hani kız kardeşin (Firavun’unsarayına) gidip: ‘Ona bakacak (veemzirecek) birisini size göstereyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni annene geri verdik. Hani, bir de (senMısırlı’yabirtokatvurarakkazaile) adamı öldürmüştün de seni (öldüreceklerken) o tasadan kurtarmış ve seni (bunlargibi) birtakım sıkıntılarla denemiştik. Bunun için Medyen hâlkı içinde senelerce kalmıştın. Sonra takdire göre (peygamberlikgöreviniyüklenecekdurumagelince, buraya) geldin, ey Mûsâ!” [bk. 28/15-16]
41. (Ey Mûsâ!) “Seni kendim için (peygamber) seçtim.”
42. (Ey Mûsâ!) “Sen kardeşinle birlikte benim mûcizelerimi götürün ve beni anmakta (oFiravun’atebliğde) gevşeklik göstermeyin.”
43. “(İkiniz de) Firavun’a gidin. Çünkü o azdı.”
44. “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ve (benden) korkar.”
40-44. (40).“Hani kız kardeşin (Firavun’unsarayına) gidip: ‘Ona bakacak (veemzirecek) birisini size göstereyim mi?’ diyordu. Böylece (2) gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni annene geri verdik. Hani, (3) bir de adamı öldürmüştün de seni (öldüreceklerken) o tasadan kurtarmış ve seni birtakım sıkıntılarla denemiştik. Bunun için Medyen halkı içinde yıllarca kalmıştın. Sonra takdîre göre (peygamberlikgöreviniyüklenecekdurumagelince, buraya) geldin, ey Mûsâ!” Hz. Mûsâ’ya olan ikinci büyük ihsan, burada devreye girmektedir: Mûsâ, Allâh’ın özel yasaklamasıyla başka hiçbir anneden süt emmiyordu. (bk. Kasas 28/12) Saraydaki bakıcılar onu beslemek için ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çare arıyorlardı. Tam bu sırada oraya gelmiş bulunan Mûsâ’nın ablası kendini tanıtmadan ona bir sütanne bulma hususunda yardımcı olabileceğini söyledi. … Böylece Mûsâ annesine kavuşmuş; hem kendi hem annesi sıkıntıdan kurtularak huzûra ermiş, gözleri ve gönülleri aydınlık olmuş, mutluluk dolmuştu. Üçüncü büyük ihsanı, bir kıptiyi hatâyla öldürmesi sırasında tecelli etmiştir. (Kasas, 15-22 âyetlerde daha tafsilatlı geçmektedir, Ö. ÇELİK, 3/303)
Yüce Allah herşeyi eşsiz ve mükemmel bir şekilde plânlayıp uygular. Her doğan erkek çocuğunun öldürüldüğü bir zamanda yüce Allah, Hz. Mûsâ’yı korumuş, üstelik Firavun’un sarayında yetiştirmiş, çocuğun başka kadınları emmemesini ve anesinin saraya gelmesini sağlamıştır. Gerçekten bütün erkek çocuklarının katledildiği bir ortamda Hz. Mûsâ’nın bizzat bu karârı alan Firavun’un sarayında bürütülmesi, mükemmel bir plân ve kudretin sonucudur. (İ. KARAGÖZ 4/492)
(42).‘Sen ve kardeşin, mûcizelerimle gidin. İkiniz de beni anmakta gevşek davranmayın.’ Fütur göstermeyin, zaafgöstermeyin. Maksat şudur: Her durumda Allâh’ı aralıksız olarak hatırlamalıdırlar. Risâletin tebliği, Firavn’a karşı çıkmak da Allâh’ın hatırlanacağı konumlar arasındadır. (S. HAVVÂ, 9/43)
(44).‘Ona yumuşak ve gönül alıcı sözler söyleyin.’ Burada. Tebliğde kullanılacak üslûbun, hitap şeklinin ve söylenecek sözlerin nasıl olması gerektiği açıklanır. Hitap, tebliğ yapılan şahsın makam ve şahsiyetine uygun olacak, söz tatlı, yumuşak ve kalpleri etki altına alacak bir keyfiyet ve güzellikte olacaktır. (..) Firavun gibi bir azılıya yumuşak söylemek emredildiğine göre, azgınlık bakımından ondan daha aşağıda olanlara yumuşak söylemek elbette daha uygundur. Zaten Rabbimiz: ‘İnsanlara güzel söz söyleyin.’ (Bakara 2/83); ‘Rasûlüm! Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler’ (İsrâ, 17/53) buyurarak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklarken de bu inceliğe dikkat edilmesini istemektedir. (Ö. ÇELİK, 3/305)
Allah Teâlâ’nın onun îman etmeyeceğini bildiği hâlde, Hârûn ve Mûsâ (as)’ı ona göndermesinin sebebi onu delil ile bağlamak ve mâzereti ortadan kaldırmaktır. Çünkü Allah Teâlâ’nın âdeti önce tebliğ, sonra azap etmektir. (İ. H. BURSEVİ, 12/224)
Hadis: ‘Allah rıfk sâhibidir; rıfkla, yumuşaklıkla muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevâbı, rıfkla muameleye verir.’ (Müslim Birr 77’den, Ö. ÇELİK, 3/306)
20/45-48 BİZ SENİN RABBİNİN ELÇİLERİYİZ
45. (Mûsâ ve Hârun) Dediler ki: “Ey Rabbimiz! (Onun) bize kötülük etmesinden veya iyice azmasından korkuyoruz.”
46. (Allah) buyurdu ki: “Korkmayın. Çünkü ben sizinle berâberim, işitir ve görürüm.”
47. (Ey Mûsâ ve Hârun!) “Hemen ona gidin de deyin ki: “Biz Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğulları’nı bizimle berâber gönder, onlara eziyet etme! Rabbinden sana bir mûcize getirdik. Selâm (vesaadet) doğruya uyanlara olsun.”
48. (Ey Firavun!) “Bize, ‘(peygamberleri) yalanlayanlar ve (Hak’tan) yüz çevirenler mutlaka azâba çarptırılacaktır.’ diye vahyedildi.”
45-48. (46).‘(Allah) Buyurdu ki: Korkmayın’ ondan çekinmeyin. Arkasından bunun sebebini şöyle açıkladı: ‘Ben, sizinle berâberim.’ Sizi korumak, desteklemek, yardımcı olmak, başarı vermek ve sizi gözetmek suretiyle sizinle birlikteyim. ‘Hem görür, hem işitirim.’ Sizin de söyleyeceklerinizi, onun da söyleyeceklerini işitir; sizin de yerinizi, onun da yerini görürüm. Sizin duânızı işitir kabul ederim, size ne yapmak isteyeceğini görür, engellerim. (S. HAVVÂ, 9/45)
(47).‘Hemen ona gidin ve deyin ki: Doğrusu biz, senin rabbinin’ sana gönderdiği ‘elçileriyiz. Artık İsrâiloğullarını bizimle gönder.’ Onları köleleştirdiğin ve kul ettiğin yeter. Onları serbest bırak. Biz onları alıp, Allâh’ın dilediği yere gidelim. ‘ve onlara’ altından kalkılamayacak, zor yükümlülükler yükletmek sûretiyla ‘azap etme.’ Hem biz, Rabbimden sana bir âyet getirdik.’ İddiâlarımızı doğrulayan bir delil, yâni Allah tarafından bize verilmiş bir mûcize getirdik. ‘Selâm olsun hidâyete uyanlara.’ Mânâ, İslâm’a giren kimse, azaptan kurtulmuştur, demektir. (S. HAVVÂ, 9/46)
Hâsılı Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, büyük bir acziyet içinde ve tam bir teslimiyetle Allâh’a sığınmışlar, Allah da yardım ve korumasıyla onların imdadına yetişmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/307)
20/49-56 ALLAH NE YANILIR NE DE UNUTUR
49. (Firavun🙂 “Rabbiniz kimdir, ey Mûsâ!” dedi.
50. O da: “Rabbimiz her şeye yaratılış verip sonra yolu gösterendir.” dedi.
51. (Firavun🙂 “Öyleyse ya önceki nesillerin durumu ne olacak?” dedi.
52. (Mûsâ) dedi ki: “Önceki nesillerin bilgisi, Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz da, unutmaz da.”
53. “O (Rab) ki yeri size bir döşek yaptı. Orada sizin için yollar açtı ve gökten bir yağmur indirdi.” (Allahbuyurduki🙂 “Biz o su ile çeşitli bitkilerden çiftler çıkartmaktayız.” [krş. 21/31]
54. “(Ey İnsanlar!) Hem yiyin hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sâhipleri için (Allah’ınkudretinigösterenaçık) deliller vardır.”
55. (Ey insanlar!) “Sizi (ilkolarak) topraktan yarattık Yine toprağa döndüreceğiz. (Sonradirilişiniziçin) bir kere daha topraktan çıkaracağız.” [krş. 7/25]
56. (Rasûlüm!) Andolsun ki biz, ona (Firavun’a) bütün mûcizelerimizi gösterdik de o yine yalanladı ve yüz çevirdi. [bk. 17/101; 54/42]
49-56. (50).‘O da: “Rabbimiz her şeye yaratılış ve özelliğini verip sonra (buözelliğe) uygun yolu gösterendir.” dedi.’ Katâde (..) demiştir ki; bu âyetle Yüce Allah yaratığı her varlığı uygun bir fıtrata yarattığına, ardından da onlara varlık amacına uygun hareket etme imkânı verdiğine işâret etmektedir. (Taberi’den, M. DEMİRCİ, 2/291)
Bu kısa âyete çok dikkat edilmelidir. Bu, herşeyi yaratanın ve ona değişik yapı, şekil, yetenek, özellik vs. verenin Allah olduğunu ifâde etmektedir. (1) Meselâ, insana gördükleri işlere en uygun yapıda yaratılmış olan eller ve ayaklar verilmiştir. (2) İnsana, hayvana, bitkilere mâdenler vb. havaya, suya ve ışığa kısacası herşeye, evrende gördüğü işlev için gerekli olan şekil verilmiştir. (3) Sonra O, herşeye işlevini doğru – dürüst yapması için doğru yolunu göstermiştir. Herşeye, kendi yaratılış amacını yerine getirebilmesi için gerekli olan bilgileri öğreten O’dur. Kulağa duymayı, göze görmeyi, balığa yüzmeyi, kırlangıca uçmayı, toprağa bitki çıkarmayı ve ağaca çiçek açıp meyve vermeyi öğreten O’dur. Kısacası O, sâdece herşeyin yaratıcısı değil, aynı zamanda herşeyin Rehberi ve Öğreticisidir de. (MEVDÛDİ, 3/228)
(51).‘Öyleyse önceki nesillerin durumu nedir, dedi.’ Firavun’un sorduğu soru, çok kurnazca bir soruydu. Bu soruyla şöyle demek istiyordu: Eğer herşeye ayrı ayrı yaratılışını verenden başka Rab yoksa yüzyıllardan beri başka ilâhlara tapan bizim atalarımızın hâli ne olacak? Tüm bu insanlar hatâlı mıydı? Onların aklı yok muydu? (MEVDÛDİ, 3/229)
Fakat her hâlükârda Firavn’ın maksadı, Hz. Mûsâ’nın bağlayıcı delilinden kaçmak ve kurtulmaktır. Bu bakımdan Hz. Mûsâ onun sözlerine çabucak cevap verdi ve kâinâtın gerçeklerine dikkat çekmek sûretiyle ona karşı delilleri sıralamaya devam etti. Böylelikle bize şu öğretilmektedir: Bizler, kâfirler ile tartışırken, onların açık bağlayıcı delillerinden kaçıp kurtulmak için bizleri sokmak istedikleri yollara girmeyelim. (S. HAVVÂ, 9/48)
(52).‘Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır.’ Levh-i Mahfuz’dadır. Yâni senin sorduğun bu soru, gayba âittir. Allah, onun bilgisini kendisine saklamıştır. O’ndan başka onu bilen olmaz. Ben de bu konuda senin gibi bir kulum. O gayb bilgisinden, gaybleri bilenin bana öğrettiğinden fazlasını bilemem. Geçmiş kavimlerin durumları, Rabbimin yanında Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. (S. HAVVÂ, 9/48, 49)
(53).“O (Rab) ki yeri size bir beşik yaptı. Orada sizin için yollar açtı ve gökten bir yağmur indirdi.” (Allahbuyurduki🙂 “Biz o su ile çeşitli bitkilerden çiftler çıkartmaktayız.” İnsanlara ve hayvanlara gıdâ olan sebze, bitki ve meyveleri toprakta su ile yetiştiren yüce Allah’tır. Eğer yağmur ve su olmasaydı, toprakta hiçbir ürün yetişmezdi. İnsanlar ve hayvanlar, varlıkları temiz hava, su ve toprakta yetişenürünlerle sürdürebilmektedir. ‘Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın’ cümlesi, kişinin hayâtını sürdürecek ve sağlığını koruyacak kadar yemesinin ve hayvanları otlatmasının zorunlu olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/498)
(54).“(Ey İnsanlar!) Hem yiyin hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sâhipleri için (Allah’ınkudretinigösterenaçık) deliller vardır.” Yeryüzündeki Allâh’ın nîmetlerinden faydalanmak, helâlinden yiyip içmek, sağlığı korumak gerekir. Çünkü sağlıklı olarak hayâtı sürdürecek kadar yiyip içmek farz bir görevdir. ‘..yiyin’ ilâhi emri, bu anlamı ifâde eder. Bu emir, aynı zamanda yeryüzünde yetişen zehirli olanları hâriç bitki, sebze ve meyvelerin yenilmesinin helâl olduğunu ifâde eder. (..) Hayvan sâhiplerinin hayvanlarını beslemeleri, kırlarda otlatmaları, onları aç susuz bırakmamaları gerekir. ‘.. evcil ve sağmal hayvanlarınızı otlatın’ ilâhi emri, bu anlamı ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/499)
Yüce tasarlayıcı bitkileri, öbür canlılar gibi erkekli – dişili çiftler hâlinde yarattı. Erkekli dişili çiftler hâlinde olmak, bütün canlılarda görülen ortak bir olgudur. Çoğu bitkilerde erkeklik ve dişilik organı aynı çiçek üzerinde bulunur. Kimi bitkilerde de, çeşitli hayvan türlerinde olduğu gibi, ‘döllenme’ sâdece erkeklik organı taşıyan bitkiler tarafından gerçekleştirilir. Böylece hayat yasaları açısından bütün canlı türleri arasında uyum ve süreklilik sağlanır. (S. KUTUB, 7/215)
(55).“Sizi (ilkolarak) ondan (karışmışçeşitlirenktopraktan) yarattık Yine oraya (toprağa) döndüreceğiz. (Sonradirilişiniziçin) bir kere daha ondan çıkaracağız.” Hani şu sizin için beşik görevi yapan, üzerinde yollar açılan, üzerine gökten yağmurlar yağdırılıp insan besini ve hayvan yemi olsun diye erkekli – dişili bitki çiftleri yetiştirilen yeryüzü var ya. İşte sizleri o yeryüzünün toprağından yarattık, sizi yine oraya döndüreceğiz. Ve öldükten sonra tekrar dirilterek oradan çıkaracağız. (..) Kısacası insan, yeryüzünün çocuğudur, burası onun beşiğidir. Günü gelince döneceği yer de burasıdır. Bu yeryüzünün toprağı vücudunu yutacak, çürümüş kemiklerini elementlerine karıştıracak ve çürüyen bedeninin yayacağı gazlar, havadaki gazlara katılacaktır. Sonra yine diriltilerek oradan çıkarılacaktır. (S. KUTUB, 7/216)
‘.. sizi toprağa döndüreceğiz’ cümlesi, her insanın öleceğini ve bedenin toprak olacağını ifâde eder. Doğum ile başlayan insanın dünyadaki hayâtı, ölüm ile sona erer. Çünkü dünyâ hayâtı sınırlı ve sonludur. Yüce Allah, her insan için dünyâda bir yaşama süresi belirlemiştir. (6/2). Bu sebeple herkes bebeklik, çocukluk, gençlik, erişkinlik ve yaşlılık dönemlerini yaşayamaz. Kimileri bebek iken, kimileri çocuk iken, kimileri gençlik veya erişkinlik döneminde ecel şerbetini içer. (40/67). Kendileri için takdir edilen süre dolunca istisnâsızher insan ölür. Bu, ‘Her nefis ölümü tadacaktır.’ (21/35) ilâhi kuralının sonucudur. Bu kural gereği, dünyâda kimse ebedi olarak yaşamaz. Yüce Allah, bu gerçeği Kur’an’da şöyle dile getirmektedir: ‘(Ey Peygamberim!) Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik.’ (21/34; İ. KARAGÖZ 4/500)
(56).‘(Rasûlüm!) Andolsun ki biz, ona (Firavun’a) bütün mûcizelerimizi gösterdik de o yine yalanladı ve yüz çevirdi. (İnanmamakta) direndi.’ Yeryüzü ile insan arasındaki sıkı ilişkiyi vurgulayan bu ‘hatırlatma’ ile kendisini ilâh sanan mağrur Firavun ile, Hz. Mûsâ arasındaki bu karşılıklı konuşma sahnesi arasında sıkı bir bağlantı vardır. Çünkü insanlar önünde ilâhlık taslayan bu şımarık zorba, aslında bu topraktan yaratılmış ve ölünce onun kara bağrına dönecektir. Başka bir deyimle, bu başı dönmüş diktatör bozuntusu, Yüce Allâh’ın yeryüzünde yaratarak fonksiyonuna yönlendirdiği diğer sıradan varlıklardan biridir, başka bir niteliği de yoktur. (S. KUTUB, 7/216)
20/57-64 İFTİRÂ EDEN PERİŞÂN OLUR
57. Ve: (Firavun) “Ey Mûsâ! Sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” dedi.
58. (Ey Mûsâ!) “Biz de mutlaka sana, onun benzeri bir sihirle karşılık vereceğiz. Şimdi sen, aramızda bizim de senin de caymayacağımız uygun bir buluşma yeri ve vakti ayarla (daoradakarşılaşalım).”
59. (Mûsâ🙂 “Sizinle buluşma zamânımız, süs günü (bayramgünü) ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir.” dedi.
60. Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Sihirbazlarını topladı sonra (buluşmayerine) geldi.
61. Mûsâ onlara: “Yazıklar olsun size! Allâh’a karşı yalan uydurmayın. Sonra O (öyle) bir azap gönderir (ki) onunla kökünüzü kurutur. Doğrusu (O’na) iftirâ atan perişan olur.” dedi.
62. (Sihirbazlar) işlerini (veMûsâ’nınsözlerini) tartıştılar ve fısıltı ile kendi aralarında konuştular.
63. Dediler ki: “Bunlar olsa olsa iki sihirbazdır: Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve en ideal yolunuzu (dînimizi ortadan kaldırmak) istiyorlar.”
64. (Mûsâ şöyle dedi:) “O hâlde, bütün hîlenizi toplayıp sıra hâlinde (meydana) gelin. Bugün üstün gelen mutlaka başarıya ulaşmış olacaktır.”
57-64. (57).‘Ve: “Ey Mûsâ! Sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” dedi.’ AnlaşılanFiravunun İsrâiloğullarını köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidârı ele geçirmeleri korkusundan kaynaklanan politik bir önlemdi. Zâten diktatörler, iktidarlarını korumak için en vahşice, en barbarca cinâyetleri işlemekten çekinmezler. Bu uğurda insanlıkta, ahlâk kuralları ile şerefle ve vicdanla en bağdaşmaz entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı Firavun, İsrâiloğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara koşarak tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki Hz. Mûsâ ile Hârun kendisine ‘İsrâiloğullarının bizimle birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin ver, artık onlara işkence etme’ dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği karşılık ‘Ey Mûsâ sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?’ şeklinde oldu. Çünkü İsrâiloğullarının serbest kalmaları, iktidârını ve ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu. (S. KUTUB, 7/217, 218)
(61).‘Mûsâ onlara: “Yazıklar olsun size! Allâh’a karşı yalan uydurmayın. Sonra O (öyle) bir azap gönderir (ki) onunla kökünüzü kurutur. Doğrusu (O’na) iftirâ atan perişan olur.” dedi.’ Allâh’a karşı yalan uyduran zarar eder. Hz. Mûsâ’nın bu sözlerinde davetçilere oldukça anlamlı bir ders vardır. Onlar her hâlükârda öğüt vermekten geri kalmamalıdırlar. Hattâ zâlimlerin en güçlü yardımcı ve destekçilerine karşı bile bunu uygulamalıdırlar. İşte Firavunun Hz. Mûsâ’ya karşı toplayıp getirdiği sihirbazlar, Hz. Mûsâ onlara öğüt verdi. Bu öğüt, bir yerine iki defa faydalı oldu. Evvelâ onların saflarını, birliklerini bozdu; ikinci olarak da toptan İslâm’a girmelerine sebep oldu. O bakımdan Müslüman, her şartta her durumda dâvetine ara vermemelidir, dâvette bulunmayı terk etmemelidir. (S. HAVVÂ, 9/57)
(63).’(Sihirbazlar daha sonra Mûsâ ve Hârûn’u göstererek şöyle) dediler: ‘Bu ikisi muhakkak sihirbazdır; büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve de örnek dîninizi yok etmek istiyorlar.’ Karşınızdaki şu iki râkip, iki sihirbazdır. Bunlar, bugün sizleri mağlûp ederek kavminizle birlikte Mısır topraklarından çıkararak insanlara egemen olmak ve herkesin kendilerine tâbi olmasını istiyorlar. Firavuna ve onun askerlerine karşı savaşarak zafer elde etmek, sizi de toprağınızdan çıkartıp şu en üstün ve mükemmel olan dîninizi ve şerîatinizi de ortadan kaldırmak istiyorlar. (S. HAVVÂ, 9/58)
(64).‘Onun için, tuzaklarınızı biraraya getirin. Sonra da saf hâline gelin.’ İşte bâtıl ve sapkınlığın peşinden gidenlerin durumu böyledir. Onlar görünürde birlik içindedirler ama gerçekte birbirleriyle ihtilâf ve çelişkileri vardır. Bir şey açığa çıkarırken başka türlüsünü gizlerler. Onlar gösterilere, dışa yansıyan görüntüye, yürüyüşlere düşkündürler. Böylelikle ruh zaaflarını örtmek isterler. (S. HAVVÂ, 9/58)
20/65-70 SİHİRBAZLAR SECDEYE KAPANDILAR
65. (Sihirbazlar🙂 “Ey Mûsâ! Hünerlerini istersen önce sen ortaya at, istersen biz ortaya atalım.” dediler.
66. (Mûsâ🙂 “Hayır! Siz atın!” dedi. (Ellerindekiniattılar.) Bir de baktı ki onların ipleri (hâlatları) ve değnekleri, düzenbazlıkları yüzünden kendisine hakikaten (yılanşeklinde) koşuyor gibi görünüyor.
67. Bu yüzden, Mûsâ içinde bir korku hissetti.
68. (Bununüzerinebiz🙂 “Korkma, çünkü sen evet sen daha üstün (gelecek)sin.” dedik.
69. (Ey Mûsâ!) “Sağ elindeki (âsâ)nı at, onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları sâdece bir sihirbaz hîlesidir. Sihirbaz ise nereye varsa (neyapsa) umduğuna eremez.” [krş. 7/119]
70. (Mûsâ âsâsını yere attı, sihirbazların iplerini, değneklerini yuttu.) Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandı(lar): “Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine îman ettik.” dediler.
65-70. (67).‘Bu yüzden, Mûsâ içinde bir korku hissetti.’ Hz. Mûsâ’nın kendisinin korkmasında eksiltici bir taraf yoktur. Aksine, bir örnek olması için temâyül ifâdesidir. Çünkü aslolan, korkuyu hissetmek değildir. Mesele, korkuyu hissetmekle birlikte ona teslim olmamaktır. (S. HAVVÂ, 9/59)
Hz. Mûsâ ’siz atın’ der demez, hemen sihirbazlar âsâlarını ve iplerini atmışlar, bu ona sanki yüzlerce yılan üzerine geliyormuş hissi vermiş ve Hz. Mûsâ onlardan elinde olmadan korkmuştur. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bir peygamber de en nihâyetinde insandır. Bunun yanısıra Mûsâ (as) sihir gösterisinin hâlkta kendi mûcizesi ile ilgili bir yanlış anlama oluşturmasından korkmuş da olabilir. Bu, sıradan insanlar gibi bir dereceye kadar peygamberlerin de sihirden etkilenebileceklerine delildir. Fakat sihirbazların onun peygamberliği üzerinde bir etki yapmaya veya onu saptırmaya güçleri yetmez. (MEVDÛDİ, 3/234)
(69).“Sağ elindeki (âsâ)nı at, onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları sâdece bir sihirbaz hîlesidir. Sihirbaz ise nereye varsa (neyapsa) umduğuna eremez.” Hz. Mûsâ’nın yere attığı âsâsı, gerçek bir ejderha olmuş ve sihirbazların ejderha şeklinde gözüken bütün âletlerini yutmuştu. Çünkü o vahye dayanmıştı. Sihirbazlar bunun bir sihir değil ilâhî bir mûcize olduğunu anladılar. Çünkü Hz. Mûsâ da onlar gibi sistemin bâtıla dayanan düzeneklerinden ve düzenbazlığından yararlansaydı, âsâsı onları yutamazdı ve aralarında boğuşma olur, üstün gelemezdi. İşte bu mûcize, kaynağı ve dayanağı vahiy olan ile bâtıl olanın farkını ortaya koyar. (H. T. FEYİZLİ, 1/315)
(70).‘Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandı(lar): “Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine îman ettik.” dediler.’ Nesefişöyledemektedir: Onların işleri gerçekten hayret vericidir. Küfür ve inkâr adına iplerini ve değneklerini bıraktılar, kısa bir süre sonra ise şükür ve secde etmek maksadıyla başlarını bıraktılar, Her iki bırakış arasındaki fark ne kadar da büyüktür! (S. HAVVÂ, 9/59, 60)
20/71-73 ALLAH CEZÂSI EN SÜREKLİ OLANDIR
71. Ben size izin vermeden mi O’na îman ettiniz? Şüphesiz o size sihri öğreten büyüğünüzdür. O hâlde elbet ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Siz de hangimizin azâbı daha şiddetli ve daha süreklidir elbette bileceksiniz.” dedi.
72. (Sihirbazlar): “Bize gelen mûcizelere ve bizi yaratana karşı seni aslâ tercih etmeyiz. Artık sen ne hüküm vereceksen ver (yapacağınıyap)! Sen (ancak) bu dünyâ hayatına hükmedebilirsin.”
73. “Doğrusu biz, hatâlarımızı ve bizi zorla(yarakyaptır)dığın sihri bağışlaması için Rabbimize îman ettik. Allâh(’ınmükâfâtıseninkinden) daha hayırlı ve (cezâsıvemükâfâtıda) daha devamlıdır.” dediler.
71-73. (71).‘Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim’ Çaprazlama kesmek, sağ el ile sol ayağın çaprazlama kesilmesidir. ‘Sizi hurma kütüklerine asacağım.’ Çaprazlama kesmekle birlikte, asmakla da tehdit etti ki, en dehşetli öldürme şekli budur. Çünkü bu öldürme şeklinde hem organların kesilmesi, hem ızdırap çekmek hem de teşhir vardır. (S. HAVVÂ, 9/60)
Ülke hâkimiyetini elinde bulunduran ve bundan dolayı o yerde kendisini en büyük rab sayan (79/24) Firavun’un ülkesinde, kendisine saygı göstermeyip ondan izin almadan Allah’ı ve O’ndan geleni tercih etmek., rejimi yönünden hem en büyük hâinlik hem de düşman tehlikesinden bile öncelikli ve önü kesilmesi gerekli bir husus idi.) [bk. 7/118-126; 26/41-53; 85/4-8] (H. T. FEYİZLİ, 1/315)
(72).‘Sen ancak bu dünyâ hayâtına hükmedebilirsin.’ Senin bu dünyâ hayâtında bir tasalLûtun bulunabilir. Ancak, bu dünyâ son bulan bir yurttur. Bizler ise ebedîlik yurdunu tercih ettik. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 9/61)
(73).‘Doğrusu biz Rabbimize îman ettik. Hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlasın diye.’ İbn Kesir der ki: Görüldüğü kadarıyla Firavun – Allah’ın lâneti üzerine olsun – bu işi yapmakta kararlı idi ve gerçekten de yaptı. Bu bakımdan İbn Abbas ve seleften ondan başka kimseler şöyle demiştir: ‘Onlar sabahleyin sihirbaz idiler, akşamleyin de şehid oldular.’ (S. HAVVÂ, 9/61)
20/74-76 İŞTE ARINANLARIN MÜKÂFÂTI
74. Şüphesiz ki kim Rabbine suçlu (kâfir ve isyankâr) olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır. Orada (yanmakla) ne ölür ne de (iyi bir hayat) yaşar. [bk. 4/56; 25/14; 87/13]
75, 76. Kim de O’na sâlih amel işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler, alt tarafından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır ki (onlar) orada ebedî kalacaklardır. İşte bu, (hertürlügünahtan) arınanların mükâfâtıdır.
74-76. (74).‘Kim Rabbine suçlu (vekâfir) olarak gelirse, şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar.’ İmam Ahmed dedi ki: Ebu Said el Hudri dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Hadis: Cehennem ehli olan cehennemliklere gelince, onlar orada ne ölürler, ne dirilirler. Şu kadar var ki, bâzı kimselere ateş günahları sebebiyle isâbet eder ve onları bir çeşit öldürür. Nihâyet kömür hâline dönüştüklerinde onlara şefaat izni verilir ve gruplar hâlinde getirilir, cennet nehirlerine dağılırlar. Denilir ki: Ey cennet ehli, bunların üzerine su dökünüz. Bu sefer selin berâberinde getirdiği tanenin topraktan bitmesi gibi biterler.’ Hadisi dinleyenlerden birisi dedi ki: ‘Çölde yetişmiş gibidir, dedi.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 9/103)
(75, 76).‘Kim de O’na îman etmiş ve sâlih amel işlemiş olarak gelirse, işte onlara en üstün dereceler vardır.’ İbn Kesir aşağıdaki hadisleri kaydetmektedir: İmam Ahmed rivâyet ediyor: Ubâde b. Es Sâmit’ten, o da Rasûlullah (s)’den buyurdu ki: Hadis: Cennet yüz derecedir. Her iki derece arasındaki mesâfe arz ile sema arasındaki kadardır. Onun en yükseği olan Firdevs ise bir derecedir. Dört nehir oradan kaynar. Arş da onun üzerindedir. O bakımdan Allah’tan (cenneti) istediğiniz zaman O’ndan Firdevs’i isteyin. (S. HAVVÂ, 9/104)
Buradaîmânıolup sâlih amelleri olmayan veya eksik olan kimselerin, cennete girseler de o yüksek derecelerden mahrum kalacaklarına işâret bulunmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/316)
’Altlarından ırmaklar akan ve içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır. Ve bu arınanların mükâfâtıdır.’ İbn Kesir der ki: Nefsini kötülükten, pislikten, şirkten arındırıp temizleyerek, yalnızca Allâh’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ibâdet eden ve getirmiş oldukları her bir haber ve emir konusunda elçilere tâbi olan kimselerin mükâfâtı budur. (S. HAVVÂ, 9/61, 62)
20/77-79 DENİZDE BİR YOL AÇ
77. (Firavun’un îman etmemesi üzerine) Andolsun ki biz, Mûsâ’ya: “Kullarımı (Mısır’dan) geceleyin çıkar. Onlara denizde (âsânile vurarak) kuru yol aç. (Firavun) yetişecek diye korkma. (Boğulmaktanda) endişe etme.” diye vahyetmiştik. [bk. 26/52; 44/23]
78. (Mûsâ müminleri geceleyin Mısır’dan çıkardı.) Firavun da askerleriyle onların peşine düştü. (Amaoyarılan) denizden onları saran (birdalga), kendilerini kaplay(ıpboğ)uverdi. [krş. 26/60-66]
79. Firavun kavmini saptırdı ve doğru yolu göstermedi.
77-79. (77).‘Andolsun ki Mûsâ’ya şöyle vahyettik: Kullarımı geceleyin yürüt. Denizde onlara kuru bir yol aç.’ Filistin’e gitmek üzere, gece vakti, Mısır’dan ayrılan Hz. Mûsâ ve kavmini Firavun, ordusu ile izlemiş ve iki gün sonra Kızıl Deniz kenarında kendilerine yetişmişti. Arkada güçlü bir düşman, önde denizle karşı karşıya kalan Hz. Mûsâ, ilâhi emirle asâsını denize vurunca, deniz açılmış ve karşıya geçmişlerdi. Açılan yola giren Firavun ve adamları ise denizin kapanması üzerine boğulmuşlardı. (bk. Şûrâ, 26/62-65). İbn Abbas’tan rivâyete göre, Hz. Peygamber Medîne’ye hicret edince Yahûdiler (on Muharremde) Aşûre orucu tutuyorlar ve bu günü, Mûsâ’nın Firavun’a üstün geldiği gün olarak kabul ediyorlardı. Hadis: Nebi (s) ‘Biz Mûsâ’ya onlardan daha yakınız, bu yüzden siz de oruç tutunuz’ buyurdu. (Buhâri’den, H. DÖNDÜREN, 2/506, 507)
(78).‘Firavun da ordusuyla onları tâkip etti. Denizden onları ne kapladıysa kaplayıverdi.’ Nesefi der ki: Yâni denizden onları örtüp bürüyen bir musîbet gelip çattı. Bu buyruk kelime sayısının azlığına rağmen, oldukça engin anlamlar içeren, uzun gerçekleri kısa birkaç sözle ifâde eden Cevâm‘ül kelim’dendir. Yâni onları içyüzünü ancak Allâh’ın bildiği şeyler kaplayıp bürüdü, demektir. (S. HAVVÂ, 9/67))
Şuarâ sûresi 64-66. âyetlere göre, Firavun ve ordusu bu yoldan onları tâkip etmişler ve hepsi boğulmuşlardır. Bakara 50‘de de İsrailoğullarının karşı kıyıya geçtiklerini ve Firavun ordusunun boğulduklarını gördükleri ifâde edilmiştir. Yûnus 90-92. âyetlerden Firavun’un boğulurken Allâh’a îman ettiğini, fakat Allâh’ın onun îmânını kabul etmediğini ve ona, cesedinin gelecek nesiller için ibret olmak üzere korunacağını söylediğini, öğreniyoruz. (MEVDÛDİ, 3/237)
20/80-82 TAŞKINLIK VE NANKÖRLÜK ETMEYİNİZ
80. (Allah şöyle buyurdu:) Ey İsrâiloğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık. Tûr’un sağ yanında (Mûsâ’yaTevrât’ıindireceğimizedâir) size vaadettik ve (Tîhçölündede) üzerinize kudret helvasıyla bıldırcın indirdik.
81. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz / helâl olanlarından yiyin. Bu hususta azgınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner. Kimin de üzerine gazabım inerse, hiç kuşkusuz o, uçuruma düşmüş (helâkolmuş)tur.
82. (Bununlaberâber) şüphesiz ben, tevbe eden, îman edip sâlih amel işleyen, sonra da doğru yolda giden kimseyi, elbette bağışlarım.
80-82. (80).‘Ey İsrailoğulları; Sizleri düşmanınızdan (Firavundan) kurtardık ve Tûr’un sağ yanını size va’dettik.’ Yüce Allah, Tevrât’ı alması için Tûr’a yetmiş kişilik bir müminler grubu ile gelmesi ve bu yolculuğun kırk gün sürmesi konusunda Hz. Mûsâ ile sözleşmişti. (bk. Bakara 2/51, H. DÖNDÜREN, 2/507)
‘Size kudret helvasıyla bıldırcın indirdik.’ Bu nîmetlerin indirilmesi size olmuştu. Yüce Allah, üzerlerindeki en büyük nîmetleri olan düşmandan kurtarmak, kitapların indirilmesi, en ileri derecede ihtiyaç duydukları sırada Tîh günleri boyunca kudret helvasıyla bıldırcın indirme nîmetlerini hatırlattıktan sonra, şöyle buyurdu:
(81).‘Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin.’ Onlara helâl olan şeyleri yemelerini mubah kıldı. Bu ise, nîmetin tamamlanmasının ifâdesidir. Daha sonra onları sakındırmak üzere: ‘Bunda aşırı gitmeyin.’ Rızkında aşırılığa saparak Allâh’ın çizdiği sınırları aşıp, nîmetlerine karşı nankörlük etmeyin, şeriatından sapmayın, kimse kimseye zulmetmesin. (S. HAVVÂ, 9/68)
(82).‘Şüphesiz ki ben (a) tevbe edeni’ küfürden, şirkten, günah ve nifaktan vazgeçeni, (b) ‘inanarak’ kalbiyle tasdik ederek, (c) ‘sâlih amel işleyeni’ organlarıyla iyi işler yapanı, ‘sonra doğru yola gireni’ dosdoğru yolu izleyip, hidâyet üzere devam edeni, yâni Allâh’ın gönderdiği düzenin çerçevesi üzerinde kalıp, Allâh’a kavuşuncaya kadar bu yol üzerinde devam edeni ‘muhakkak bağışlayıcıyım.’ Bubuyrukşunugöstermektedir: Tam anlamıyla bir hidâyet ve doğru yolu bilmek, îman, sâlih amel ve tevbenin bir sonucudur. (S. HAVVÂ, 9/68)
20/83-89 PUTLARIN GÜÇSÜZ OLDUĞUNU GÖRMEZLER Mİ?
83. (Sînâ Dağı’na varınca, Allahbuyurdu🙂 “Ey Mûsâ! (Senialelacele) kavminden uzaklaştıran nedir?”
84. (Mûsâ şöyle) Dedi: “Onlar işte benim izimde(ngelmekte)dirler. Yâ Rabbi! Sen râzı olasın diye sana (gelmekte) acele ettim.”
85. (Allah şöyle dedi🙂 “Biz senden sonra, kavmini denedik. Sâmirî onları saptırdı.” buyurdu.
86. (İsrâiloğullarının buzağıya taptığını öğrenmesi) Üzerine Mûsâ kızgın ve üzgün olarak kavmine döndü: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? (Benayrılınca) size zaman uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üstünüze bir gazap inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?” (dedi.)
87. (Mûsâ’ya) Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Fakat biz, o hâlkın (Mısırlılar’ın) ziynetinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Onları (eritmekiçinateşe) attık. Sâmirî de mücevheratı ateşe attı.”
88. (İştebuşekildeSâmirî) onlara böğüren bir buzağı heykeli (döküp) çıkardı. (Oveadamları🙂 “Bu sizin de, Mûsâ’nın da ilâhıdır; ama o unuttu (aramayagitti).” dedi.
89. (Onun) kendilerine hiçbir sözle karşılık vermediğini, yine kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeye gücünün yetmediğini görmezler mi?
83-89. (83).‘Ey Mûsâ! Seni kavminden daha çabuk gelmeye sevk eden nedir?’ Hz. Mûsâ, Yüce Allah ile karşılaşmak için elini çabuk tuttu. O bu şekilde çabuk hareket etmek suretiyle Allâh’ı râzı edeceği düşüncesinde idi. Şüphesiz ki, onun bu karşılaşma için duyduğu şey, acele etmeye itiyor ve bu konuda onu ileriye sürüyordu. Bununla birlikte Yüce Allah onun acelesini uygun bulmadığını belirtti. Aynı şekilde bu buyruk şuna da delildir: Ümmeti, Allâh’ın emri üzere tutmak için, sıkıntılarla karşılaşmak pahâsına da olsa ümmetin işlerini yakinen görüp gözetmek en şağlıklı şekildir. Yoksa tek başına çekilip öne geçmek, sâlih bir niyet ile dahi olsa, en sağlıklı yol değildir. (S. HAVVÂ, 9/69)
(84).‘Rabbim, hoşnut olman için sana acele geldim, dedi.’ Vadetmiş olduğun bu zamana benden daha çok râzı olasın diye, çabuk geldim. Yüce Allâh’ın bu acelesi dolayısıyla Mûsâ’yı cezâlandırmaması dikkatimizi çekmektedir. Çünkü Hz. Mûsâ, içtihatta bulunmuştu ve sâlih bir niyet ile gelmişti. (S. HAVVÂ, 9/69)
(85).‘…ve Sâmiri de onları saptırdı.’ Sâmiri; İsrailoğulları’nın ineğe tapan bir toplumuna mensup olup, Sâmira kasabasındandır. Erittiği süs eşyasından rüzgârın etkisiyle böğürme sesi çıkaran bir buzağı heykeli yapmış ve bunu tanrı diye göstermek ve ona taptırmak sûretiyle insanları saptırmıştı. (H. DÖNDÜREN, 2/507)
(87).‘Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik. Fakat biz, o hâlkın (Mısırlılar’ın) ziynetinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Onları (eritmekiçinateşe) attık.’ Aslında İsrailoğullarının Kıptilerden aldıkları o süs eşyâlarının kullanmaları kendilerine haramdı. Bu sebeple o eşyâlar için ‘günahlar’ anlamınagelen ‘evzâren’ kelimesini kullanmışlardır. Çünkü onlara ganîmet haram kılınmıştı. Ganîmet olarak toplanan malların ve eşyâların yakılması gerekiyordu. Onlar da bu sebeple günahtan kurtulmak için yüklendikleri süs eşyalarını yakmak üzere ateşe atmışlardı. Fakat işin dikkat çeken yönü, aslı haram olan bu eşyâların, nasıl bir netice ortaya çıkardığıdır. Neticede bunlar, Sâmiri’nin elinde buzağı heykeline dönüşmüş ve onların hak yolu bırakıp puta tapmalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla kim helâl olmayan yollarla dünyâlık elde etmek isterse, dini hassasiyet bakımından kendini büyük bir tehlikenin içine atmış olur. Nitekim âyet-i kerîmede: ‘Nefsinin kötü arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü?’ (Câsiye, 45/23) buyrulmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/321)
(88).‘Nihâyet o (Sâmiri, bualtınlardan) kendilerine böğüren bir buzağı heykeli çıkartmıştı.’ Oldukça sanatkârâne yapılmıştı. Onların tabiatları da bu altına meyletti. Zaten onlarda şirke karşı gizli bir eğilim de vardı. Bunu delili ise, onların –Yüce Allah’ın bizlere A’raf sûresinde de anlattığı üzere- Hz. Mûsâ’dan kendilerine âit putlara tapan bir kavmin yanından geçtiklerinde kendilerine de bir ilâh yapmasını istemeleri olayıdır. (S. HAVVÂ, 9/71)
20/90-94 EMRİME ÂSÎ Mİ OLDUN ?
90. Doğrusu, Hârûn da onlara (Mûsâ Tûr-i Sînâ’dan dönmeden) önceden: “Ey kavmim! Siz bununla ancak imtihan edildiniz. Şüphesiz ki Rabbiniz Rahmân (olanAllah)’tır. (Bunatapmayın) bana uyun ve emrime itaat edin.” demişti.
91. (Buzağıya tapanlar🙂 “Mûsâ bize dönünceye kadar ona (buzağı heykeline) tapmaya devam etmekten aslâ vazgeçmeyeceğiz.” demişlerdi.
92, 93. (MûsâTûr–iSînâ’dandönünce🙂 “Ey Hârûn! Onları sapmış olarak gördüğün zaman, bana uymaktan (veonlarıengellemekten) seni alıkoyan neydi? Emrime karşı mı geldin?” dedi (vesakalından, saçındantutupçekmeyebaşladı). [bk. 7/150]
94. (Hârûn🙂 “Ey annemin oğlu! Sakalımı, başımı (saçımı) tutma! Doğrusu ben senin: ‘İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın ve sözüme dikkat etmedin.’ demenden korktum (dabunlarıterkedipgelmedim).” dedi.
90-94. (91).‘Mûsâ bize dönene kadar buna tapınmaktan vaz geçmeyeceğiz.’ Bizler bu buzağının önünde dikilecek ve ona ibâdet etmeye devam edeceğiz. Böylelikle bu konuda Hz. Hârûn’a muhâlefet ettiler. Yüce Allah A’raf sûresinde Hz. Hârûn’un ‘Nerdeyse beni de öldüreceklerdi.’ (A’raf, 7/150) dediğini anlatmaktadır. O hâlde İsrailoğullarının takındıkları tavır oldukça katı ve oldukça yüzsüzce idi. (S. HAVVÂ, 9/74)
‘Emir’ Mûsâ’nın Tur’’a giderken kardeşi Hârûn’u vekil olarak bıraktığında ona verdiği direktiflerdir: ‘Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma.’ (A’raf, 142)
(94).Hz. Hârûn ‘dedi ki: Ey annemin oğlu’ İbn Kesir der ki: Ana baba bir kardeşi olduğu hâlde, annesini zikrederek, kendisine yumuşak davranmasını hatırlatmak istedi. Çünkü burada ananın zikredilmesi, şefkat ve merhametini harekete geçirmek için daha beliğ ve daha yerinde bir ifâdedir. (S. HAVVÂ, 9/74)
Hz. Hârun, Hz. Mûsâ’ya ‘saçımı sakalımı çekme,. Çünkü ben, bana senin İsrâiloğullarının arasını açtın ve sözüme uymadın demenden korktum’ der. Hz. H^rûn’un bu açıklaması sonucunda Hz. Mûsâ’nın öfkesi yatışır. (7/148). Hz. Hârun, halkın buzağı heykeline tapmaları karşısında tepkisiz kalmamış, onları engellemek için gereken çabayı göstermiştir. Fakat buzağı heykeline tapanlar onu dinlememişlerdir. (7/150; İ. KARAGÖZ 4/515)
‘Doğrusu İsrailoğulları arasına ayrılık soktun, sözüme bakmadın, demenden korktum.’ Nesefi: ‘urada ictihad edilebileceğine dâir delil vardır’ demektedir. Şunu da kaydedelim ki, Hz. Mûsâ’nın Hz. Hârûn’un davranışına tepki göstermesi, ümmetin birliğinin aleyhine dahi olsa, küfrün sonunu getirmenin bizatihi ıslah olduğunun delilidir. Yoksa küfür ile birlikte ümmetin birliğini korumaya çalışmak ıslah değildir. (S. HAVVÂ, 9/75)
20/95-98 ALLÂH’IN İLMİ HER ŞEYİ KUŞATMIŞTIR
95. (Mûsâ🙂 “Ey Sâmirî! Ya senin (bu) işin nedir?” dedi.
96. (Oda): “Ben onların görüp bilmediklerini gördüm de (onlarıyanıltıpinandırmakiçin) elçi (Cebrâil’)in (ayak) izinden bir avuç (toprak) avuçladım. Onu da (erimişziynetleriniçine) attım. Böylece nefsim bana (bunu) hoş gösterdi.” dedi.
97. (Mûsâ🙂 “(Defol) git! Doğrusu, artık hayatta senin için (cezâ); ‘Bana dokunmayın.’ demendir. (Âhiretteise) senin için aslâ kurtulamayacağın bir cezâ günü vardır. (Şu) karşısında durup tapmakta olduğun ilâhına bak! Biz onu mutlaka yakacağız. Sonra mutlaka denize atacağız.” dedi. [krş. 44/58]
98. Ancak sizin ilâhınız, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. O her şeyi ilmi ile kuşatmıştır.
95-98. (96).‘Sâmiri’ hem durumunu mâzur göstermek, hem de Mûsâ’yı övüp yücelterek muhtemel bir cezadan kurtulmak amacıyla, derhâl bir yalan uydurarak: ‘Ben onların göremediği’ bir şeyi yâni melek Cebrâil’in sana geldiği’ni gördüm. Sonra’ o ‘elçinin’ kutsal ayak ‘izinden bir avuç’ toprak ‘aldım ve onu,’ buzağı yapmak üzere erittiğim potanın içine ‘attım.’ Böylece buzağı heykeli canlıymış gibi böğürmeye başladı. Biz de bunu rabbimizin bir mûcizesi sanıp secdeye kapandık. (M. KISA, 1/339)
(97).‘(Mûsâ🙂 “(Defol) git! Doğrusu, artık hayatta senin için (cezâ); ‘Bana dokunmayın.’ demendir.’ Sürgün Cezâsı: Hz. Mûsâ, bir cezâ olarak Sâmiri’yi sürgün etti. İsrailoğullarının onunla birlikte olmasını, ona yaklaşılmasını ve konuşulmasını yasakladı. İbn Abbas’a göre, Sâmiri bundan sonra toplumdan tecrit olmuş, hiç kimse ile görüşmeksizin çöllerde vahşi hayvanların içinde yaşamak zorunda kalmıştır. Bu âyet, bid’at ehli ile kimi isyancıların sürgün edilmesi konusunda delildir. (H. DÖNDÜREN, 2/507)
20/99-104 GÖZLERİ GÖMGÖK BİR HÂLDE
99. (Rasûlüm!) Böylece sana, geçmiş (ümmet)lerin haberlerini anlatıyoruz. Şüphe yok ki tarafımızdan sana bir zikir (Kur’ân’ı) verdik.
100, 101, 102. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o kıyâmet günü (ağır) bir günah yüklenecektir. 101. Onun (azâbı) içinde ebedî kalacaklardır. Kıyâmet gününde onlar için (bu) ne kötü bir yüktür! 102. O gün Sûr’a üflenir. Ve o gün suçluları (korkudan) gözleri göğermiş olarak (mahşerde) toplarız.
103, 104. (Kâfirler) Kendi aralarında: “Siz (dünyâdaolsaolsa) on gün kadar (birsüre) kaldınız.” diye gizli gizli fısıldaşacaklar. [krş. 23/113; 30/55; 79/46] 104. Onların söyledikleri şeyleri biz daha iyi biliriz. Onların en olgun akıllı olanı (ise): “Bir günden daha fazla kalmadınız.” diyecek.
99-104. (99).‘Şüphe yok ki, sana katımızdan bir zikir de verdik.’ Biz sana tarafımızdan Kur’ân verdik. Bu Kur’ân’da bulunan her türlü kıssa, haber, teşri (hukuki hüküm), anlatma hem bir zikirdir, hem de müzekkirdir (öğüttür ve öğüt vericidir, hatırlatıcıdır) (S. HAVVÂ, 9/77)
(100, 101, 102).‘Kim ondan yüz çevirirse’ Kim bu zikri yâni Kur’ân’ı yalanlarsa ve onu bırakıp gerisin geri dönerek ona îman etmezse ‘şüphesiz ki Kıyâmet günü ağır bir yük yüklenecektir.’ Cezâsı ağır olacaktır. Burada cezâya ‘yük’ denilmesinin sebebi, cezâlandırılan kimseye ağır gelmesi ve buna tahammül etmedeki zorluğun ağır yüke benzetilmesi dolayısıyladır. (S. HAVVÂ, 9/78)
BubuyrukArapolsunolmasın, kitap ehlinden olsun ya da başkalarından olsun, Kur’ân-ı Kerim’in ulaştığı her kişi hakkında geneldir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Sizi ve kendisine ulaştığı kimseleri onunla uyarayım diye’ (En’am, 6/19) Buna göre Kur’ân-ı Kerim, her kime ulaştı ise onun için bir uyarıcı olur ve bir dâvetçidir. Ona uyan hidâyet bulur, ona aykırı hareket edip, yüz çeviren ise sapıtır, dünyâ hayâtında sıkıntıya düşer, Kıyâmet gününde de onun varacağı va’dedilen yer Cehennem’dir. (S. HAVVÂ, 9/78)
‘Sûr’a üfleneceği gün’ Kıyâmet günü sûra üflenecek, günahkârların korkudan gözleri belerecek, gömgök olacaktır. ‘zürkan’ kelimesinin Arapçada ‘susuzlar’ ve ‘körler’ manası da vardır. Demek ki onlar, büyük bir korku içinde ve aynı zamanda hem kör hem de susuz olarak haşrolunacaklardır. (Ö. ÇELİK, 3/328)
Hadis: Hadis-i şerifte sabit olduğuna göre Rasûlullah (s)’e Sur hakkında soru sorulmuş, o da: ‘O, içine üflenecek bir boynuzdur’ diye cevap vermiştir. Ebu Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîse göre sur, oldukça büyük bir boynuz şeklindedir. Onun yuvarlak kısmı, gökler ile yer kadardır. İsrâfil ona üfleyecektir. (S. HAVVÂ, 9/106)
(103).‘.. siz dünyâda on gün kadar kaldınız.’ İnsanların dünyâda yaşadıkları süre, dünyanın ömrüne ve âhirete göre çok kısadır. Kâfirler, on gün hattâ bir gün kaldıklarını zannederler. Başka âyetlerde bu sürenin bir akşam yâhur bir kuşluk vakti kadar (79/46), hattâ bir saat kadar (10/45, 30/55, 46/35), kısa bir süre kaldıklarını zannedecekleri bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 4/520)
20/105-111 HERKES ALLAH’A BOYUN BÜKMÜŞTÜR
105, 106, 107. (Rasûlüm! Kâfirler) Sana dağlar hakkında (da) soruyorlar. De ki: “Rabbim onları (kıyâmetkopunca) ufalayıp savuracaktır.” 106. “Yerlerini dümdüz (çölgibi) kuru bir toprak hâlinde bırakacak.”107. Orada ne bir eğrilik (çukur) ne de bir tümsek göreceksin. [bk. 18/ 47; 101/5]
108. Kıyâmet günü (mahşerdeinsanlar) dâvetçiye hiçbir ‘eğrilik ve sapma’ olmadan uyarlar. Rahmân (olanAllah)’a karşı sesler kısılmıştır; fısıltıdan (uğultudan) başka ses işitemezsin.
109. Kıyâmet günü, Rahmân’ın kendisine şefaat izni verip sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. [krş. 2/255; 21/28; 53/26; 78/38]
110. (Allah) onların önlerindeki (gelecekleri)ni ve arkalarındaki (geçmişleri)ni bilir; onlar ise O’nu bilgice kavrayamazlar.
111. (Kıyâmet günü bütün) yüzler, Hayy ve Kayyûm olan (Allah’a) boyun eğmiştir. (Omuzlarına) zulüm yüklenenler de hakikaten hüsrana uğramıştır.
105-111. (105).‘Ve sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak.’ Cenâb-ı Hak dağları kıyâmet günü, köklerinden söküp koparacak, birbirine çarpıp unufak edecek, sonra onları akabilecek şekilde kum hâline dönüştürecek, sonra da rüzgârların etrâfa dağıtabilecekleri şekilde atılmış renkli yün gibi yapacaktır. Bundan sonra dağlar, etrâfa dağıtılmış toz zerreleri hâline gelecektir. (bk. Hâkka, 69/13-14; Nebe, 78/20; Kâria, 101/5) Sonra Yüce Allah, onların yerlerini üzerlerinde hiçbir bitki ve bina bulunmayan dümdüz, açık, geniş ve kaygan bir zemine dönüştürecektir. (Ö. ÇELİK, 3/329)
(108).‘O gün hiçbir tarafa sapmadan o dâvetçiye uyacaklardır.’ Dâvetçi, İsrâfil (as)’dır. İkinci kez sûra üflediği zaman herkes başka hiçbir tarafa meyletmeksizin zorunlu olarak onun çağrısına uyarlar. Onun çağrısının geldiği yöne doğru koşarlar ve onun bulunduğu yönden başkasına sapmazlar. Koşarlar ama sessizce, gürültü patırtı yapmadan koşarlar. Zira mahşer yerinde Rahmân’ın huzurunda O’nun azamet ve heybetinden sesler kısılacak, sâdece bir fısıltı veya hışırtıdan başka bir şey işitilmeyecek. (Ö. ÇELİK, 3/330)
(109).‘Kıyâmet günü, Rahmân’ın kendisine şefaat izni verip sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.’ O gün ancak Rahmân’ın şefaat etmesine izin verdiği ve konuşmasına râzı olduğu kimseler şefaat edebilecek ve ancak onların şefaatleri fayda verecektir. Yine bu şefaat, ancak Allah Teâlâ’nın müsaade buyurduğu kimselere fayda verecektir. Âyetin üslûbundan her iki mânâ da anlaşılabilir. (Ö. ÇELİK, 3/330)
20/112-114 EY RABBİM İLMİMİ ARTIR
112. Kim de îman etmiş olarak ‘sâlih ameller’ yaparsa, artık o, bir zulümden ve hakkının eksik verilmesinden korkmaz.
113. (Ey Peygamberim!) İşte böylece, biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. Ve onda tehditleri / uyarıları detaylı olarak açıkladık. Olur ki, ibâdet ve itaat edip günahlardan sakınırlar yâhut o (Kur’ân) kendileri için bir öğüt ve ibret meydana getirir.
114. Gerçek hükümdar (vehükümran) olan Allah yücedir. Sana O’nun vahyi (Cebrâiltarafındanokunup) bitirilmeden önce Kur’ân(’ıokuma)da acele etme “Rabbim, ilmimi artır.” de. [krş. 75/16-19]
112-114. (112).‘Kim de inanmış olarak sâlih ameller işlerse o haksızlıktan sevaplarının eksiltilmesi sûreti ile de) hakkının yeneceğinden korkmaz.’ Nesefi âyet-i kerîmede ‘inanmış olarak’ buyruğundan hareketle sâlih ameller olmaksızın kişiye mümin denilebileceğini ve îmânın da sâlih amellerinin kabulü için şart olduğunun delîlidir’ demektedir. (S. HAVVÂ, 9/81)
Dünyâda îman eden, farz görevleri yapan ve haramlardan sakınan kimse mümin olarak ölürse, bu kimseye âhirette yüce Allah sevâbını verir ve cennetine koyar. ‘.. zulme uğramaktan korkmaz’, işlediği günahına fazla cezâ verilmez, işlemediği bir günah sebebiyle cezalandırılmaz ve sevâbında hiçbir eksiltme yapılmaz, işlediği sâlih amelleri ödülsüz bırakılmaz, anlamına gelir. (İ. KARAGÖZ 4/525)
(113).‘İşte böylece, biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.’ Kur’ân’ın nûruyla nurlanmak ve hakikatlerini keşfetmek için Kur’ân okunurken susmak, onu dinlemek, anlamlarını ve sırlarını düşünmek gerektiğine işâret edilmektedir. Âyet-i Kerîme’de şöyle buyrulur: ‘Kur’ân okunduğu zaman hemen dikkat kesilerek ona kulak verin, susup dinleyin ki rahmete eresiniz. (Araf,7/204, Ö. ÇELİK, 3/332)
(114).‘Sana gelen vahyi bitmezden önce Kur’ân’ı bellemek için aceleye kalkışma.’ Yüce Allah bu âyette ‘Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan önce’ buyurarak, onunla Kur’an vahyinin belli bir kısmını değil, tamâmını kastetmekte ‘Rabbim ilmimi artır’ diyerek de vahyin devam ettiğini ve her gelen vahiy metninin Hz. Peygamber’in ilmini arttıracağını beyân etmektedir. Çünkü Kur’ân’ın herhangi bir yerinde ele alınan bir konu başka sûrelerdeki naslarla bir bütün oluşturmaktadır. Dolayısıyla bir konuda inecek olan nasların tamâmını beklemeden bir ya da birkaç âyeti ele alarak yapılacak tefsir ve ictihad, Allâh’ın o konuyla ilgili irâdesini tam olarak yansıtmış olmayacaktır. Bu bakımdan denilebilir ki, Tâhâ 20/114 âyeti öncelikle Peygamber (s)’den bu hususta hassas davranarak Kur’an vahyinin tamâmını beklemesini sonra da onun şahsında ümmetten aynı hassâsiyeti göstermesini istemektedir. Ümmetin bu noktadaki hassâsiyeti de, daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’ân’ın tümünü dikkate almadan yorum yapmayın, acele davranarak hüküm çıkarmayın, anlamına gelmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/298)
‘Rabbim benim ilmimi artır, diye duâ et!’ (Rabbim) ilmimi artır’ ifâdesinin, ‘Kur’ân’ın hakikatlerini idrak etmek, nûruyla nurlanmak ve ahlâkıyla ahlaklanmak için anlayışımı artır’ mânâsı da vardır. Çünkü Kur’ân’ın hakikatleri nihâyetsizdir. Nitekim Abdullah b. Mesud (r) bu âyeti okuduğu zaman: ‘Allah’ım! Sana olan îmânımı ve yakînimi artır’ diye duâ ederdi. (Ö. ÇELİK, 3/333)
‘Rabbim, ilmimi artır, de’ emri, Peygamberimizin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Artırılması istenen ilim; Kur’ân’ın anlamını, emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını, ilke ve hükümlerini bilme ve ahkâmını anlama ile ilgili ilimdir. (İ. KARAGÖZ 4/526)
20/115-123 HZ. ÂDEM’İN CENNETTEN ÇIKARILMASI
115. Andolsun biz, daha önce Âdem’e (oağacınmeyvesindenyememesini) emretmiştik. Fakat (o,bunu) unuttu. Biz de onu (buhatâsında) azimli (ısrarlı) bulmadık.
116. Hani meleklere: “(Kudretimiçin) Âdem’e secde edin.” dediğimizde İblis’ten başkaları hemen secde ettiler, o ise diretti.
117. Dedik ki: “Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın o sizi (cennetten) çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin.”
118, 119. (Ey Âdem!) “Çünkü burada sen acıkmazsın ve çıplak kalmazsın.” 119. “Ve sen hakikaten burada susamazsın ve güneş(insıcağın)da kalmazsın.”
120. Şeytan, Âdem’e vesvese verdi ve (şöyle) dedi: Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve sona ermeyecek bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi? [bk. 7/20-21]
121. Bunun üzerine ikisi de (şeytanınsözünealdanıp) ondan (oyasakağaçtan) yediler. Hemen ayıp yerleri açığa çıkıp görünüverdi. Üzerlerini cennet yaprağından örtmeye başladılar. Âdem (yanılarakdaolsa,) Rabbine âsî oldu ve şaşırıp kaldı.
122. Sonra (yalvarmayabaşladı) Rabbi onu (peygamber olarak) seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.
123. (Allah) buyurdu ki: “Birbirinize düşman olarak oradan inin. Artık benden bir rehber (peygamber/kitap) geldiğinde kim benim hidâyetime uyarsa sapmaz ve (sefâletedüşüp) bedbaht olmaz.”
115-123. (115).‘İnsan unutkandır’ Zâten insan, bir tahlile göre, ‘unutma’ anlamındaki ‘nisyan’ kökünden gelmektedir. İnsan zayıf yaratılmıştır; bir işte azim, sebat ve istikrar gösterebilme bakımından onda büyük bir zâfiyet vardır. Adem’in kıssasının bu şekilde anlatılmasında, hayatları hatâ ve unutkanlıklarla dolu olan evlâtları için bir teselli, kalplerini teskin ve Allâh’ın rahmetinden ümit kesmemek için bir telkin vardır. Çünkü o unutmuş, hatâ etmiş, sonra istiğfar ederek tekrar bağışlanmış ve Allâh’ın seçkin bir peygamberi olmuştur. (Ö. ÇELİK, 3/334)
Bakara sûresi 35-38. âyetlerde geçtiği gibi, Hz. Âdem, Allah’ın yasak emrine rağmen şeytanın teşvîki ile onu unutup nefsine hoş gelene yönelmiş ve ağacın meyvesinden yiyerek günah işlemişti. Fakat şeytan gibi Allâh’ın emrini yerine getirmemede şeytanın yaptığı gibi ısrarlı olmayıp derhâl pişman olup var gücüyle öyle bir tevbe etti ki sonunda affa ve yüksek dereceye kavuştu. (H. T. FEYİZLİ, 1/319)
Bu ağacın yasak edilişi ise irâdesini eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan rûhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kriter budur işte. İnsan, kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar. (S. KUTUB, 7/242)
(118).‘Zîrâ Cennet’te ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın.’ .’Orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın.’ Güneşin sıcağı sana isâbet etmez. Çünkü orada güneş yoktur. Cennet ehli, uzayıp giden gölgelerde barınırlar. (..) İnsan yemeye, içmeye, giymeye ve bir barınağa, bir eve muhtaçtır. İşte bütün bunlar, herhangi bir çaba ve yorulma söz konusu olmaksızın Hz. Adem ve onun zevcesi için sağlanmış bulunuyordu. Fakat onlar isyan ettiler. O bakımdan cennetten çıkarıldılar. Artık sıkıntı çekmeksizin rahatlıkla bu nîmetleri elde edemezler. Bu bakımdan onların bu bedbahtlığı muhâlefetin bir neticesi olmuştur. (S. HAVVÂ, 9/110)
(120).‘Ama Şeytan ona vesvese verdi. Ve dedi ki: Ey Âdem. Sonsuzluk ağacını ve çökmesi mümkün olmayan bir mülkü göstereyim mi?’ Bu âyete göre şeytan, Âdem’i bu ağacın meyvesini yediğinde ebedi bir hayâta ve mülke sâhip olacağını söyleyerek kandırmıştır. Araf 20’ye göre ise onları kandırmak için meyveyi yediklerinde ölümsüz veya melek olacaklarını da söylemiştir. (MEVDÛDİ, 3/255)
Ebedîlik ve mülk arzusu, beşer yaratılışından oldukça derin iki arzudur. Şeytan bunları, insanı Allâh’ın emrinden saptırmak için kötüye kullanmıştır. Bu iki duygu, şu âna kadar şeytan tarafından insanı Allâh’ın vahyinden ve kitaplarından uzaklaştırmak maksadıyla kullanılmaktadır. (..) Rahman olan Allah, insana gerçek mülkün ve gerçek ebediliğin yolunu göstermektedir. Şeytan ise, uydurma ve hakikati olmayan mülk ve ebedilik yollarına iletmektedir. Bu bakımdan şânı Yüce Allah, el Araf sûresinde ‘Onları gururlarını okşayarak aldattı.’ (el Araf, 7/22) diye buyurmaktadır. (S. HAVVÂ, 9/111, 112)
(121).‘Bunun üzerine ikisi de ondan yedi. Ayıp yerleri göründü.’ Tesettür, Allah’ın emirlerini uygulamak için vaz geçilmez bir esastır. Şu anda beşeriyet Allâh’ın emrine muhâlefet konusunda şeytana itaati sebebiyle görülmemiş bir şekilde çıplaklaşmış durumdadır. Şeytan hâlâ, kendisine itaat edenlerle tamâmıyla onları çıplaklaştırıncaya, elbiseden uzaklaştırıncaya kadar uğraşmaya devam etmektedir. (S. HAVVÂ, 9/112)
Nesefi der ki: Hülasa isyan, emir ve yasağın aksine fiilde bulunmaktır. Bâzen kasten yapılır, o vakit bir günah olur; bâzen da kasten olmaz o zaman bu bir zelle (yanılma) olur. Şânı Yüce Allah, Hz. Âdem’in yaptığı şeyi ‘isyan’ ile nitelendirdiğine göre, artık onun fiili doğru olmaktan çıkmış, yanlış olmuştur. Yüce Allâh’ın ‘Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı’ buyruğunu açıkça ifâde edip Hz. Âdem hakkında yanıldı dememesi, bütün mükellefler için beliğ bir öğüt ve emirlere karşı gelmek konusunda bir azardır. (S. HAVVÂ, 9/112)
(122).‘Sonra Rabbi onu seçti.’ Çünkü o Rabbine bile bile isyan etmedi. Ve günahında inatla ısrar etmedi. Günahının farkına varır varmaz, O’ndan utandı ve Allâh’ın bağışlamasını diledi: ‘Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten zarara uğrayanlardan olacağız.’ (A’raf 23, MEVDÛDİ, 3/256)
(123).‘Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin.’ Günahın hemen peşinden tevbe gelse dahi ve bu tevbe Allah tarafından kabul edilse dahi, bir çeşit cezâsız geçiştirilmez. Yüce Allah’tan bize lütfuyla muâmele etmesini dileriz.
Birbirinize düşman olarak: dünyâ hayâtında birbirinizi kıskanarak, din konusunda farklı inançlara sâhip olarak, nefsi hastalıklar sebebiyle birbirinize karşı haksızlıklar yaparak birbirinize düşman olunuz. İşte bu bedbahtlığın kendisidir. Allâh’ın şerîatları ise, insanı bu bedbahtlıktan kurtarmak için gelmiştir. (S. HAVVÂ, 9/112, 113)
20/124-127 ALLÂH’I ZİKRETMEYENİN ÂKIBETİ
124. Kim zikrim (Kur’ânvehükümlerim)den yüz çevirirse, (hevâsına/nefsinehoşgeleneuyarsa) şüphesiz ki onun için sıkıntılı bir hayat vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak haşrederiz (toplarız).
125. “Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? hâlbuki, ben hakikaten (dünyâda) çok iyi gören kimse idim.” der. [bk. 17/97]
126. (Allah) buyurdu ki: “Bu böyledir. Âyetlerimiz sana geldi de sen (okuyupgörmedin, onunhükümleriyleameletmeyi) unuttun. İşte bugün de sen böyle (görmezhâlde) bırakılacaksın.”
127. İşte biz (Rabbininâyetlerindenhabersizömrünü) israf eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezâlandırırız. Elbette âhiret azâbı daha şiddetli ve daha süreklidir.
124-127. (124).‘Kim de benim zikrimden yüz çevirirse bilsin ki, onun dar bir geçimi olur.’ Bu, dünyâda fakirlik anlamında değildir. (MEVDÛDİ, 3/256) (..) İbn Kesir der ki: Onun ne rahat ve huzûru olur, ne kalbinde genişlik ve ferahlık olur. Aksine kalbi daralır, sıkıntı çeker. Bunun sebebi ise, dalalet içinde olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/113)
124’ncü âyette sözü edilen Allâh’ın zikri Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Kur’ân, Allâh’ı hatırlatan, O’nun emir ve yasaklarını bildiren en büyük zikirdir. Zâten onun bir ismi de zikirdir. (bk. Hicr, 15/9, Ö. ÇELİK, 3/338)
Tesbih, kanaat ve tevekkül, din ile birlikte bulunur. Dolayısıyla bu şekilde dinine bağlı olan kişinin hayâtı hoş ve güzel bir hayat olur. Allâh’ın âyetlerinden yüz çevirmek, hırs ve cimrilik ile birlikte ise kişinin hayâtında darlık, hâlinde karanlık olur. (S. HAVVÂ, 9/123)
(126).‘Sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen böylece unutulursun.’ Kur’ân-ı Kerîm’in lâfzını unutmak, mânâsını anlamayı unutmak, gereğince amel etmeyi unutmak ise, bu özel tehdîdin kapsamına girmez. Her ne kadar başka bir açıdan bunlar için tehdit söz konusu ise de bu böyledir. Çünkü bu konuda sünnet-i seniyyede kesin nehiy ve şiddetli tehditler de gelmiştir. (S. HAVVÂ, 9/123)
(127).‘İşte biz (Rabbininâyetlerindenhabersizömrünü) israf eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezâlandırırız. Elbette âhiret azâbı daha şiddetli ve daha süreklidir.’ Hadis: Cehennem ehlinden azâbı en hafif olan kimsenin iki ayağının altına (ateşten) ayakkabılar konulur da onun harâretiyle başında beyni kaynayıp fokurdar. (Buhâri, Müslim, İ. H. BURSEVİ, 12/375)
20/128-132 ÂİLENE NAMAZI EMRET! KENDİN DE SABIRLA DEVÂM ET!
128. Bizim, kendilerinden önce nice asırlar(dainsanları) yok etmemiz, müşrikleri hâlâ doğru yola getirmedi mi? Hâlbuki (şimdikendileri) onların yurtlarında dolaşıp durmaktadırlar. Elbette bunda akıl sâhipleri için ibretler vardır. [bk. 22/46; 32/26]
129. (Ey Peygamberim!) Rabbin tarafından (cezâlarınınertelenmesiiçin) geçmiş bir söz ve belirlenmiş bir vakit bulunmasaydı, elbette (onlaraazap) kaçınılmaz olurdu.
130. (Ey Peygamberim!) O hâlde (kâfirlerin) dediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce (sabahleyin) ve batmasından önce (ikindivaktinde) Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin (belirli) saatlerinde (akşamveyatsıda) ve gündüzün etrafında (öğleyin) de tesbih et (namazkıl) ki (neticeden) râzı olasın.
131. (Ey Peygamberim!) Kendilerini denemek için, o (inkârede)nlerden bir kısmını faydalandırdığımız dünyâ hayâtının ziynetine (zenginlikvedebdebesine) aslâ gözlerini dikme! Rabbinin rızkı (olan cennet) daha hayırlı ve daha süreklidir.
132. (Ey Peygamberim!) Âilene namaz kılmayı emret ve sen de ona sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz sana rızık veriyoruz. (Güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.
128-132. (128).‘Bizim, kendilerinden önce nice asırlar(dainsanları) yok etmemiz, müşrikleri hâlâ doğru yola getirmedi mi? Hâlbuki (şimdikendileri) onların yurtlarında dolaşıp durmaktadırlar.’ Aslında Allah, inkâr ve günahta ileri giden toplumları hemen helâk etmeye muktedirdir. İstese azap hemen onların yakasına yapışıverir. Fakat O, her topluluğa belli bir ecel tâyin etmiştir. O vakit gelmeden azâbını göndermemektedir. (Ö. ÇELİK, 3/340)
Daha önce inkâr ve zulümde ısrarları sebebiyle helâk edilen, aynı topraklarda yaşayan Hud ve Semud kavimleri ve benzerlerinin helâk edilmesininMekkelileri doğru yola iletmesi gerektiği beyan edilmektedir. ‘.. doğru yola iletmedi mi?’ soru cümlesi, istifhâm-ı inkâri olup, ‘doğru yola iletsin’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 4/536)
(129).‘Rabbin tarafından önceden söylenen bir söz, veriken bir hüküm bulunmasaydı.. kesinlikle müşrik ve kâfirler hemen cezâlandırılırdı.’ Âyette verilen bilgiye göre yüce Allah, îman etmemekte ve Müslümanlara zulmetmekte ısrar eden Mekkeli müşriklere zulümleri sebebiyle uygulayacağı azâbı ve bu azâbın zamânını ezelde karâra bağlamıştır. Eğermüşriklerinnasılvenezaman cezâlandırılacağı ezelde karâra bağlanmamış olsaydı, Allah zâlimleri hemen cezâlandırırdı. (..) ‘.. Rabbin tarafından önceden söylenen bir söz, verilen bir hüküm’ ile maksat, Allâh’ın suç ve delil olmadan hiçbir kimseyi cezâlandırmama ilkesidir. (İ. KARAGÖZ 4/537)
Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğini kabul etmemekle kalmadılar, kendisine ‘yalancı ve büyücü’ (38/4), ‘şâir ve mecnun’ (37/36)diyerek hakâret ve iftirâ ettiler. Hem peygamberimize, hem Müslümanlara zulmettiler. Yüce Allah, Peygamberimize ve onun şahsında Müslümanlara sabretmelerini, vakti – saati gelince müşriklerin cezâlandırılacağını bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/538)
Şimdi hak ehlinin mutluluk ve bedbahtlık konusundaki tasavvurları yanlış olan ve Allah’ın âyetlerinden yüz çeviren bu gibi kimselere karşı tavırları ne olacaktır? İman ve hidâyet ehlinin bağlı kalmaları gereken temel meseleler hangileridir? İşte bundan sonraki üç âyet-i kerîme de göreceğimiz bu sorulara cevap teşkil etmektedir:
(130).(1)’Onların söylediklerine sabret.’ …‘Rabbini hamd ile tesbih et.’ Gece zamanları karşılığında, gündüzün de tesbihte bulun. Şâyet tesbih kelimesini (ister namazda ister namazın dışında olsun) mutlak olarak tesbih şeklinde anlayacak olursak, o zaman bu, Yüce Allâh’ı sürekli olarak zikretmeye dâir bir emir olur. Bu da gece ve gündüz, güneşin doğuşundan önce ve sonra, batışından önce ve sonra gecenin bütün saatlerinde, günün bütün vakitlerinde namaz ve başka şekillerde Allâh’ı hamd ile tesbih etmekle gerçekleşir. (..) Bu buyruk, burada yer alan ilk emirdir. Sabır ile birlikte Yüce Allâh’ı tesbih etmenin, kâfirlerin muhtelif sözlerine karşı direnmek üzere Müslümanın takınacağı edep olduğunu ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 9/118)
Tefsirlerde 130. Âyette beş vakit namazın kastedildiğini ispatlamaya çalışan yorumlar yer almakla berâber – bu sûrenin indiği dönemse henüz beş vakit namaz farz kılınmadığına göre – burada asıl amacın müminleri Allâh’ı tesbih etmeye yâni O’nun yüceler yücesi olduğunu ve her türlü eksiklikten uzak bulunduğunu dâimâ hatırlarında tutup her fırsatta söz ve eylemleriyle bu inancı ortaya koymaya teşvik etmek olduğu, bunun da bireyi mânevi doyuma ve iç huzûra kavuşturmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/661)
(131).(2) ‘Onlardan bâzılarına denemek için verdiğimiz dünyâ hayâtının süsüne gözlerini dikme.’ Bu buyruk, uzun boylu bakmayıp, göz dikmemenin bağışlanmış olduğuna delildir. Çünkü böyle bir durumda ilk anda bakmakla birlikte hemen gözünü çevirmek söz konusudur. Takvâ sâhipleri, zâlimlerin yapılarına bakmamak gereği konusunda meseleyi oldukça sıkı tutmuşlardır. Aynı şekilde, fâsıkların giydikleri elbiselerle, bineklerine de uzun boylu bakmamak üzerinde de durmuşlardır. (S. HAVVÂ, 9/119)
Bu ve benzeri birçok âyette belirtildiği üzere dünyâhayâtındaki refah düzeyi, ebedi mutluluğun ve hele Allâh’ın hoşnutluğunun göstergesi değildir. Bu hayat bir sınavdan ibârettir. Fakat bu yaklaşım, Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmanın dünyâ hayâtını fakr-u zarûret içinde geçirmeye bağlı olduğu gibi ters bir mantık işletilmesine de izin vermez. Aksine âyette sâdece Allâh’a ve O’nun dinine sırt çevirip kendilerini geçici dünyâ nîmetlerinin debdebesine kaptırmış olanların bu hâline aldanılmaması ve onlara özenilmemesi istenmiş, Allâh’ın hoşnutluğuna uygun olarak, elde edilen maddi ve mânevi imkânların ise en iyi ve sonuçları itibâriyle en kalıcı olduğu belirtilmiştir. Mümin helâlinden elde ettiği dünyâ nîmetlerinden yararlanır, başkalarına da yardım eder. (KUR’AN YOLU, 3/661)
‘Malların imtihan olması’ malı, mülkü ve serveti, fakirin hakkını verip vermemek, helâl alanlarda harcayıp harcamamak, israf edip etmemek, malı ve mülkü kibre, ibâdetleri terk etmeye sebep yapıp yapmamak, nîmetleri verenin Allah olduğunu bilip bilmemek konularında sınamaktır. Kâfirlerin, sâhip oldukları nîmetleri verenin Allah olduğunu bilmemeleri ve nîmetlerin hukukuna riâyet etmemeleri ve şükretmemeleri, dünyâ veya âhirette cezâ görmelerine sebep olur. (İ. KARAGÖZ 4/541)
(132).(3) ‘Âilene namaz kılmalarını emret.’ ‘Sana biz rızık veririz.’ Bu âyet Medîne’de inmiştir. Burada hitap, Hz. Muhammed’e olmakla birlikte, kapsama ümmeti de girer. Nitekim âyetin inişinden sonra Allâh’ın elçisi her sabah, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın evine gider ve ’Namaza, namaza!’ diye seslenirdi. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/508)
Hadis: Rasûl-i Ekrem (s) şöyle buyurur: ‘Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyin. On yaşına geldiklerinde kılmazlarsa onları cezâlandırın, kız ve erkek çocukların yataklarını da ayırın.’ (Ebu Dâvud Salât 26’dan, Ö. ÇELİK, 3/342)
Unutmayalım ki, Allah Rasûlü (s), âilesinin başına bir darlık ve sıkıntı geldiğinde, onlara namaz kılmalarını emreder ve bu âyeti okurdu. (Nesai, Ahmed b. Hanbel’ den, Ö. ÇELİK, 3/342)
İşte bu şekilde sabır, tesbih, zühd, namaz ve namaz kılmayı emretmek ile Müslüman bu hayattaki yönünü takip eder. Küfrün ve küfrün aldatıcı unsurlarının karşısında, küfür ehlinin iddiâları karşısında metânetle dikilir, hidâyet ve Allâh’ın şeriatı üzere yoluna devam eder. (S. HAVVÂ, 9/120)
20/133-135 YAKINDA ANLAYACAKSINIZ
133. “(Mekkeli müşrikler) Muhammed, bize Rabbinden bir mûcize getirmeli değil miydi?” dediler. (Hâlbuki) önceki kitaplarda olanın açık delili, (Kur’ân’da) onlara gelmedi mi?
134. Eğer biz onları, o (Kur’ân’)dan önce helâk etseydik, (ozamandakıyâmette): “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de (böyle) alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık!” derlerdi. [krş. 6/155-157]
135. (Rasûlüm!) De ki: “Herkes (âfet ve musîbetleri) gözetlemektedir. (Ey müşrikler!) Siz de bekleyin. Netice itibâriyle hidâyete eren (istikâmetsâhipleri) kimdir, doğru yolda olan kimdir bileceksiniz.”
133-135. (134).‘Eğer biz onları, o (Kur’ân’)dan önce helâk etseydik, (ozamandakıyâmette): “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de (böyle) alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık!” derlerdi.’ 134. üncü âyette, ilâhi çağrıya uymamakta direndikleri ayan beyan görülen ve Allâh’ın ezeli ilminde öyle davranacakları belli olan bir topluluktan söz edilirken dahi, ‘Eğer gerekli tebligat yapılmadan cezâya çarptırılmış olsalardı haklı duruma gelebilirlerdi’ biçiminde bir anlatıma yer verilerek, Kur’ân’da değişik şekillerde ifâde edilen ‘bildirimde bulunmadan sorumlu tutmama’ ilkesine vurgu yapılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 3/662)
Bu yalanlayıcı kâfirleri Allah kendilerine şu şerefli Rasûlü göndermeden önce ve üzerlerine bu hitâb-ı azîmi / Kur’ân-ı Kerimi indirmeden önce helâk etmiş olsaydı, Yüce Allâh’a karşı kendilerine bir resul göndermedi diye delil getirmeye, itiraz etmeye kalkışırlardı. (S. HAVVÂ, 9/121)
(135).‘Mümin ve kâfir herkes gelecek âfet ve musîbetleri beklemektedir, ey müşrikler! Siz de bekleyin.’ Mekkeli müşrikler, Müslümanlara çok zulmettiler, bütün güçleri ile İslâm’ı ve müslümanlarıtârih sahnesinden silmek istediler. Müslümanların Mekkede müşriklerin zulümlerine karşı koyacak güçleri yoktu. Yüce Allâh’ın onları cezâlandırmasını ve helâk etmesini bekliyorlardı. (..) Müslümanlar Medîne’de devlet kurdular, güçlendiler ve Allâh’ın yardımı ile müşriklerle yapılan savaşları kazandılar, Mekk’yi de alarak Mekkeli müşrikleri târih sahnesinden sildiler. (İ. KARAGÖZ 4/547)