102 / Tekâsür Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. Sekiz âyettir. Adını ilk âyetteki aynı kelimeden almıştır. Tekâsür, “çokluk ve çoklukla övünmek” demektir. (H. T. FEYİZLİ 1/600)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
102/1-8 ÇOKLUK KURUNTUSU SİZİ O DERECE OYALADI Kİ
1-2. (Ey kâfirler! Mal, mülk, evlât) Çokluğu ile övünmek sizi oyaladı. (O kadar oyaladı ki, ölüleri saymak için) kabirleri ziyârete kadar gittiniz.
3-5. (Ey kâfirler! Bundan) sakının! Yakında (kötülüğünü) bileceksiniz. 4. Yine sakının ki siz, (âhirette de bunun kötülüğünü) bileceksiniz. 5. Eğer siz kesin bilgi ile (hakikati) bilseydiniz (böyle yapmaz, dünyâlıklarla övünmezdiniz).
6-8. (Ey kâfirler!) Yemin olsun ki, siz (bu kötü amellerinizin karşılığında) o alevli ateşi göreceksiniz. 7. Yine andolsun ki siz onu yakîn gözüyle (kendi gözlerinizle) göreceksiniz. 8. Sonra andolsun ki o gün (siz, verilen) nîmetlerden sorulacaksınız.
1-8. (1).‘(Mal, evlât, servet) Çoklukluğu ile övünmeniz sizi oyaladı.’ ‘Teksür’ün üç anlamı vardır: (a) İnsanın çok şey elde etmesi için çalışmasıdır. (b) İnsanların bolluk elde etmek için birbiriyle yarışması ve birbirinin üzerine çıkmaya çaba göstermesidir. (c) Çokluk ve bolluk sebebiyle insanların birbirlerine kibirli davranmalarıdır. (Ö. ÇELİK, 5/576, 577)
Allah rızâsına uygun olması şartıyla birinci anlamda ‘tekâsür’ yasaklanmamıştır. İkinci ve üçüncü anlamda olanların yasaklandığı anlaşılmaktadır. Bunları değerlendirdiğimiz zaman âyette ‘kötülenen tekâsür’ sırf dünyevi düşüncelerle evlât, mal, servet vesâire gibi çokluğu ile övünülebilen şeyleri aşırı bir tutkuyla durmadan çoğaltma yarışına girmek, bunların dînî ve uhrevi sorumluluğunu hiç hesâba katmadan, helâl haram ayırımı yapmadan kendini daha çok kazanma hırsına kaptırmak; bununla başkalarına karşı böbürlenmektir. (Ö. ÇELİK, 5/577)
İkinci âyetteki ‘mekâbir’ kelimesi ‘kabir’ anlamındaki makberenin çoğuludur. ‘Sonunda kabirleri ziyâret ettiniz’ meâlindeki cümleye müfessirler üç türlü mânâ vertmişlerdir: (a) Mecâzi anlamda, ‘sonunda ölüp kabirlere girdiniz; bu tutku ve yarış ölünceye kadar sürüp gitti.’ (b) Yine mecâzi anlamda, ‘Kabirlerdeki ölülerle övündünüz.’ (c) Lâfzi anlamda ‘Bizzat kabirlere gidip ölülerle övündünüz.’ Tefsirlerde anlatıldığına göre Câhiliye Arapları mal, evlât, akraba ve hizmetçilerinin çokluğunu bir gurur ve şeref sebebi sayarlar, hatta bu hususta övünürken yaşayanlarla yetinmeyip kabîlelerinin üstünlüğünü geçmişleriyle de ispat etmek için kabirlere gider, ölmüş akrabalarının kabirlerini göstererek onların dahi çokluğuyla övünürlerdi. (KUR’AN YOLU 5/679)
(3).’İş öyle değil’ sakının, öyle kabir ziyâretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu kabre varan dünyâda çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici şeylerle eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz; gerçek sandığınız gibi değil, ‘ileride bileceksiniz.’ Ne büyük gaflette bulunduğunuz hâlin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz zaman anlayacaksınız. (ELMALILI, 9/410)
(4).‘Yine sakının ki siz, bileceksiniz.’ Nesefi burada şöyle der: ‘Kabirde bileceksiniz.’ Bu iki âyet hakkında Hasen-i Basri ‘Bu, tehdit üstüne tehdittir’ der. (S. HAVVÂ 16/352)
1, 2, 6 ve 7’nci âyetlerin delâletiyle kâfirlerin bilecekleri şeylerin ölüm, kabir ve âhiret hayâtıdır. Üç defa geçen ‘hayır’ anlamındaki ‘kellâ’ kelimesi ile müşriklerin ölülerin diriltilmeyeceği ve âhiretin olmadığı yönündeki inançlar, mal ve evlât çokluğu ile övünmeleri reddedilmektedir. (İ. KARAGÖZ 8/614)
Birinci ‘yakında bilecekler’ cümlesini, ‘ölüm acısını bilecekler’ olarak anlayabiliriz. Çünkü ölüm melekleri, kâfirlerin canlarını acı vererek alırlar. (bk. 8/50). (..) İkinci ‘yakında bilecekler’ cümlesini ‘kabirde inkârlarının sıkıntısını bileceksiniz’ olarak anlayabiliriz. Çünkü kâfirler için kabirde azap vardır. (Buhâri Cenâiz 80; İ. KARAGÖZ 8/614)
Hadis: ‘Kul, malım malım der. Hâlbuki malından onun sâdece üç şeyi vardır: ‘Yiyip tükettiği yâhut giyip eskittiği veya sadaka verip önden gönderdiği. Bunların dışındakiler gidecek ve onu diğer insanlara bırakacaktır..’ (Tirmizi Tefsirü’l Kur’an 8; Müslim’den S. HAVVÂ, 16/354)
Hadis: ‘Ölen kimseyi üç şey izler. Bunlardan ikisi geri döner, birisi onunla birlikte geri kalır. Ölüyü âilesi, malı ve ameli izler. Âilesi ve malı kabir başından geri döner; ameli ölü ile berâber kalır.’ (Buhâri Rikak 42; Müslim, Tirmizi, Nesâi’den S. HAVVÂ, 16/354).
(5).‘Sakın öyle olmayın. Eğer siz kesin bilgi ile (gerçeği) bilseydiniz (böyle yapmaz, dünyâlıklarla övünmezdiniz).’ Bu davranışlar Allâh’ı tanımamanın ve âhirete inanmamanın bir sonucudur. İnsan yaptığının yanlış ve bunun âhirette hesâbının zor olacağını, ‘yakînî; kesin bir bilgiyle’ bilse aslâ böyle hatâlara cür’et edemez. Bunları hemen terk eder. İlmü’l yakîn, kesinlikle doğru olan akli ve nakli delillerin ifâde ettiği bilgi; gerçeğe tam uygun olan ve içinde en küçük bir şüphe bulunmayan bilgi demektir. Allah, âhiret, hesap, cennet ve cehennem hakkında böyle bir bilgi, insanı elbette tüm yanlış hâl ve hareketlerden uzaklaştıracak ve onu İslâm çerçevesinde güzel bir kulluk hayâtına yönlendirecektir. (Ö. ÇELİK, 5/577, 578)
(6, 7).‘Yemin olsun ki, siz o alevli ateşi göreceksiniz.’ ‘Yine andolsun ki siz onu yakîn gözüyle göreceksiniz.’ Cehennem gerçektir. Şu an bile alev alev yanıp durmakta, suçluların içine atılacağı vakti beklemektedir. İnsanlar Kıyâmet günü diriltildikleri zaman cehennemi mutlaka göreceklerdir. (bk. Meryem 19/71) Demek bu görme, cehennemin yanına varma esnâsında olan görmedir. Sonra da müstehak olanlar içine atılarak onu ‘ayne’l yakîn’ olarak, yâni gözleriyle ayan beyan göreceklerdir. ‘Ayne’l yakîn’, gözle görerek elde edilen ve doğruluğu apaçık olan bilgi demektir. (Ö. ÇELİK, 5/578)
(8).Allah Teâlâ ‘sümme le tüs’elünne yevmeizin aninnaîm’ âyetinde tahsise / anlam daraltmasına gitmeyip genel bir ifâde kullanmıştır. Buna göre insan kendisine bahşedilen bütün nîmetlerden hesâba çekilecektir. Bu durumda söz konusu ifâdeyi tahsis ederek, Allah falan nîmetlerden hesap soracak, falancalardan hesap sormayacaktır, şeklinde bir ayırıma gitmek doğru değildir. (Taberi’den M. DEMİRCİ, 3/624)
İnsanların yediği, içtiği, giydiği, kullandığı herşey sağlığı, görmesi, işitmesi, konuşması, aklı, malı, mülkü, makâmı, mevkii kısaca faydalandığı herşey nimettir. İnsanlar sâhip oldukları maddi ve mânevi nîmetlerin hakkını verip vermediğinden, nîmetlere şükredip şükretmediğinden, nîmetlerinden fakirleri ve muhtaçları yararlandırıp yararlandırmadığından, nîmetleri israf edip etmediğinden, malını mülkünü nereden kazandığından sorgulanacaktır. (Müslim Eşribe 140, Tirmizi Cihad 27; İ. KARAGÖZ 8/616)
O nîmetleri nereden elde ettiğiniz ve nerelere harcadığınız elbette size sorulacaktır, emre itaat ederek mi kazandınız, emre uygun yerlere mi harcadınız? Allâh’a isyan ederek mi elde ettiniz ve Allâh’a isyan ederek mi harcadınız? Helâlinden mi kazandınız ve helâl yollara mı harcadınız? Haramdan mı kazandınız ve haram yerlere mi harcadınız? Nîmete şükrettiniz mi? Mala yüklenmiş olan zekât borcunu ödediniz mi? Başkalarına da verdiniz mi? Muhtaçlara vererek onları kendinize tercih ettiniz mi, yardım ettiniz mi? Çokluğu ile övündüğünüz ve böbürlendiğiniz şeylerden sorguya çekileceksiniz. Daldığınız oyun, eğlence ve sapıklık yüzünden hafife aldığınız bir sorumluluktur bu. (S. KUTUB, 10/550)
Hadis: ‘Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.’ (Tirmizi Kıyâmet 1’den Ö. ÇELİK 5/579)