Bir diğer ismi “Berâ’e”dir. Medîne döneminde nâzil olmuştur. 129 âyettir. 113. âyet Mekkî’dir. Bu sûrenin başında Besmele yazılmamış ve okunmamıştır. En son inen sûredir. (H. T. FEYİZLİ, 1/186)
9/1-6 MÜŞRİKLERE İHTAR
1. (Ey müminler! Bu âyet,) Allah ve Rasûlü’nden antlaşma yaptığınız müşriklere (dokunulmazlık ve güvencenin kaldırıldığı ve sözleşmenin fesh edildiğine dâir) bilidiridir / son ihtardır.
2. (EyPeygamberim, müşriklere de ki:) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ama bilin ki siz, Allâh’ı âciz bırakamazsınız ve Allah mutlaka kâfirleri rezil (veperişân) edecektir.
3. Ve (bu) hacc-ı ekber (büyükhac) gününde Allah’tan ve Rasûlü’nden insanlara (şöyle) bir îlândır ki Allah ve Rasûlü, artık müşrik olanlardan uzaktır (onlarlaaradabirbağkalmamıştır). Eğer (küfürdenvehâinlikten) tevbe ederseniz, o sizin için hayırlıdır. Eğer (yine) yüz çevirirseniz, şüphesiz bilin ki siz, Allâh’ı aciz bırakacak değilsiniz. (O’nunsizemühleti, tevbeedersenizdiyelütfundandır. Rasûlüm!) İnkâr edenlere çok acıklı bir azâbı müjdele!
4. Ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden, size karşı (busözleşmeden) hiçbir şeyi eksik yapmayan ve aleyhinize hiç kimseye arka çıkmayanlar (buhükümden) hâriçtir, onlara süreleri (bitinceye) kadar antlaşmalarını tamamlayın (iptaletmeyin). Çünkü Allah, (ahdibozmaktan) sakınanları sever.
5. (Süreverilen) haram aylar çıkınca, o (sizinle savaşan) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; (veya) onları yakalayın (birkısmınıesiredin), (birkısmını) hapsedin ve her gözetleme (vegeçit) yerinde otur(uponlarıizley)in. Eğer (şirkten) tevbe ed(ip îman ed)erler, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler ise onlara yol verin (serbestbırakın). Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [bk. 2/190-191; 4/90-91; 9/12; 47/4; 60/8; krş. 9/11]
6. Eğer (bu) müşriklerden biri senden sığınma talebinde bulunursa, onu sığınma hakkı tanı. Tâ ki bu sâyede Allâh’ın kelâmını işitip dinlesin. Sonra (eğermüslümanolmazsa) onu emniyette olacağı yere ulaştır. (Bu uygulama) Onların (gerçeği) bilmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir.
1-6. (1).’Allah ve Rasûlünden kendileriyle andlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır.’ ‘Berâe’: Bubir ‘berâet’tir. Yâni bu öyle önemli ve kesin bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir. (ELMALILI, 4/265)
Hicretin 9. Yılında Tebük seferinden döndükten sonra Rasûl-i Ekrem (s) Hz. Ebûbekir (r)’i hac emiri olarak görevlendirdi. Hz. Ebûbekir, berâberindeki Müslümanlarla birlikte hareket ettikten sonra bu sûrenin başında yer alan âyetler nâzil oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz gelen bu ilâhi emirleri hacda toplanan insanlara tebliğ etmek üzere Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitâb etti. Kendisinin Peygamber (s)’in elçisi olduğunu bildirdikten sonra sûrenin başından 30 kadar âyeti okudu. Şu dört husûsu özellikle vurguladı: (1) Bu seneden sonra Kâbe’ye hiçbir müşrik yaklaşmayacak, (2). Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecek, (3). Müminlerden başkası cennete giremeyecek. (4). Müşrik kabileler tarafından bozulmamış antlaşmalar, antlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacaktır. (Tirmizi, Nesâi, Taberi’den Ö. ÇELİK, 2/363, 364)
Müslümanlar için, her kiminle olursa olsun, bir sözleşme yapılmış ise, onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak zulüm ve hıyânet olur. Bu haksızlığı yapmak ta müslümana haram kılınmıştır. (..) Böyle bir ahitten kurtulmak için üç yol vardır: birincisi, ahit belli bir süreye bağlı olarak yapılmış ise, o sürenin dolmasını beklemektir. İkincisi, istenildiği zaman fesh edilebileceği şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir. Üçüncüsü, Enfal 8/58 âyeti gereğince, karşı taraftan hıyânet tehlikesi belirmesi karşısında, o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle yapılacak olan fesihtir. (ELMALILI, 4/266)
Müslümanlar gayr-i Müslimlerle sözleşme yapabilirler: Müslümanların prensip olarak yaptıkları sözleşmelere uymaları gerekir. Bu, yüce Allâh’ın kesin emridir. (2/40, 5/1, 7). Verilen söze ve yapılan sözleşmelere uymak, îmânın ve güvenilir olmanıngereğidir. Peygamberimiz (s) güvenilir bir insandı, daha peygamberlik öncesindetoplumda sözüne sadâkati ve dürüstlüğü sebebiyle ‘Muhammed’ül emîn’ yâni ‘güvenilir Muhammed’ olarak tanınmıştı. Müslümanların da Hz. Peygamber’i örnek alıp böyle olmaları gerekir. (İ. KARAGÖZ 3/101)
Âyette ‘sözleşme yaptığınız müşrikler’ denilerek, sözleşmeyi ihlâl etmeyen veya sözleşmeye taraf olmayan ve Müslümanlara düşmanlık etmeyen müşriklerin bu ültimatoma dâhil olmadığına işâret edilmiştir. (İ. KARAGÖZ 3/102).
Müşrikler, ya antlaşmalıdır veya değildir. Belirli süreli antlaşmalı müşriklerle, bu süre bitimi, savaştan başka bir yol olmaz. Antlaşması bulunmayan müşriklere gelince, onlarla savaşabilecek gücümüz olduğu müddetçe barış olmaz. Allah, aramızda hükmedinceye kadar savaş vardır. (..) Müşrik Araplardan, cizye kabul edilmez. Onlar ya öldürülür veya İslâm’a girerler. Arapların Yahûdi, hıristiyan ve Mecûsi olanlarından ise cizye veya İslâm’a girmesi kabul edilir, etmezse onunla savaşılır. Müşrikler dışında kalan (arap olmayan diğer tüm) insanlardan cizyenin kabul edilmesi çağlar boyunca uygulama alanı bulmuştur. Cizye, Müslümanların sâhip oldukları otoriteye boyun eğmek, teslim olmak anlamına gelir. (S. HAVVÂ, 6/106, 107)
(2).‘(Ey müşrikler) Yeryüzünde dört ay rahat serbestce dolaşın.’ Dört ay süre ile yeryüzünde hürsünüz. Yeryüzünde dört ay süre ile emniyet içerisinde kimse taarruz etmeyecek şekilde gezip dolaşmakla emrolundular. (S. HAVVÂ, 6/107)
Emir şeklinde yapılan bu ihtar, mutlaka seyahata çıkınız şeklinde olmayıp, bir ibâhadır / mubahlıktır. Bu süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi, serbestsiniz. Bu dört ay içinde kendi can ve mal güvenliğinizi düşününüz, ihtiyat tedbirlerini alınız, sığınacak yer bulmak vb. için hazırlıklar yapınız. Zîrâ bu dört ay bitimi ilişkileriniz tamâmen bitecek ve savaş durumu başlamış olacaktır. (ELMALILI, 4/267)
(3).‘Hacc-ı ekber günü ‘İnsanlara Allah ve Rasûlü’nden bir ilândır.’ Bu ültimatom, her milletten ve her kabîleden çok sayıda hacının bir araya geldiği ‘büyük hac günü’ yâni kurban bayramının birinci günü, ‘Allah’tan ve’ dolayısıyla, O’nun emirlerini sizlere ulaştıran ‘Rasûlullah’tan’ tüm ‘insanlığa bir bildiridir:’ Şöyle ki, ‘Allah da Rasûlullah da’ O’nun varlığına inanmakla birlikte, başka birtakım putların ve sözde ilâhların hükmüne boyun eğen o ‘müşriklerden tamâmen uzaktır! Şu hâlde,’ ey müşrikler, ‘eğer’ zulüm ve haksızlıktan, bâtıl inançlardan vaz geçip ‘tevbe ederseniz, bu sizin iyiliğinize olur, fakat yüz çevirecek olursanız, o zaman kesinlikle bilin ki, siz Allâh’ın azâbını engelleyecek’ ya da ondan kurtulacak ‘değilsiniz.’ (M. KISA, 1/202, 203)
İmam Ahmed rivâyet ediyor: Ebu Hüreyre (r) dedi ki, Rasûlullah (s) Ali b. Ebi Talib’i Mekke’lilere Tevbe sûresinin baş tarafını bildirmek üzere gönderdiğinde onunla birlikte idim. Ebû Hüreyre’nin oğlu Muharriz, dedi ki: ‘Siz yüksek sesle neyi ilan ediyordunuz? (a)’Cennete ancak müminler girecektir’, (b)’Beytullah’ı hiç kimse çıplak tavaf etmeyecektir.’ (c)’Kendisi ile Rasûlullah arasında antlaşma bulunan kimsenin antlaşması dört ay süredir. Süre bitimi Allah da, Resulü de müşriklerden artık beridir. (d)’Bu seneden sonra, hiçbir müşrik Beyt’i tavaf edemeyecektir. (..) Ebu Hüreyre devamla dedi ki, ‘Ben bunları sesim kısılıncaya kadar ilân edip durdum’ (S. HAVVÂ, 6/115, 116)
Hacc-ı ekber: İslâm’ın şânını ve izzetini, şirkin de düşüklüğünü açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü gibi, ertesi sene Hz. Peygamber’in yaptığı vedâ haccına da uygun düşmektedir. Zîrâ bu ilân ve berâetin asıl hükmü o zaman yerine getirilmiş ve ‘Bugün size dîninizi kemâle erdirdim / tamamladım.’ (Mâide 5/3) âyetinin nüzulü ile İslâm’ın kemâliyle / tamamlanmasıyla ilgili tecelli asıl o gün meydana gelmiş ve ‘Hac menâsikini / eylemlerini benden alıp öğrenin.’ Hadis-i şerifi uyarınca İslâmî anlamda hac asıl vedâ haccında gerçekleşmiştir. (ELMALILI, 4/269)
(4).‘..ancak o müşrikler içinde kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız, üstelik size hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar, yâni antlaşma şartlarından hiçbirine riâyetsizlik etmeyenler, antlaşmaya tam bağlı kalıp onu bozmayanlar, ‘size karşı olan hiçbir kimseye de arka çıkmayanlar, bunun dışındadır. Onlarla yaptığınız antlaşmayı sonuna kadar tamamlayın.’ Yâni bunları, antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın. Öbürleri gibi, dört aylık süre bitince, hemen savaş açmaya kalkışmayın. (ELMALILI, 4/272)
(5).‘Haram aylar çıkınca’ Bildiğimiz zilkade, zilhicce, muharrem, recep ayları değil, kurban bayramından sonrasını içine alan dört aylık süre bitince, (1) ’artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.’ Yâni dört aydan sonra aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu hâlde onların saldırılarını beklemeksizin, hemen onlara savaş açınız. İster haram, ister helâl beldesinde olsun, onları öldürün. (ELMALILI, 4/274)
(..) Îman etmezler ve savaşı kabul ederlerse, müşriklere karşı müminlerin şunları yapmaları emredilmiştir: (a). Müşrikler tâkip edilecek, (b). Yakalanırlarsa esir alınacak, (c) Esirler hapis edilecek, (d) Yakalanıp esir alınamayan müşrik askerler (..) öldürülecekler. Ancak fiilen savaşa katılmayan kadınlar, din adamları, yaşlılar ve çocuklar ile cizye vermeyi kabul eden ehl-i kitaba dokunulmayacak (9/29) ve kimseye işkence yapılmayacaktır. (İ. KARAGÖZ 3/106).
İmam Şâfii, bu âyete dayanarak namaz kılmayanların ölüm ile cezâlandırılacağı, Ebû Hanîfe ise, bu âyetin hükmünün inanç, yâni namazın farz olduğuna îman etmeyenler ile ilgili olduğu ictihâdında bulunmuştur. (İ. KARAGÖZ 3/106).
(2) ‘..ve onları tutunuz’ (alıkoyunuz) Onları yakalayın, esir alın, hapsedin, zincirlere vurun ve ülkede dolaşıp tasarrufta bulunmalarını engelleyin ‘ve’ böylece (3) ‘alıkoyun.’ (S. HAVVÂ, 6/108) (..) Onların sizin yurdunuzda tasarrufta bulunmalarını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin. (Ö. ÇELİK, 2/367)
Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün iken, hemen öldürmeye kalkmamalıdır. (ELMALILI, 4/274)
(4). ‘..ve onları hapsediniz’ Bulundukları yerden çıkıp, serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz. (..) ‘Her gözetleme yerinde onları bekleyin.’ Her geçitte ve geçecekleri her yerde onları gözetleyin, kontrol altında tutun. (S. HAVVÂ, 6/108)
‘Eğer, (şirkten vazgeçip) tevbe ederler (İslâm’ın alâmetinden olan) namaz kılar ve zekât verirlerse (esirlik ve gözetim kayıtlarını üzerlerinden kaldırarak) yollarını serbest bırakın.’ Onlara taarruz etmeyin. (S. HAVVÂ, 6/109)
Anlaşılan o ki, Tevbe sûresinin başında yer alan ve müşriklere yönelik çok ciddi uyarılar içeren bu âyetlerle berâber İslâm’ı tebliğ ve müşriklerle ilişki açısından yepyeni bir dönem başlamıştır. Artık ilâhi irâde Beytullah ve çevresinin putperest unsurlardan tamâmen temizlenmesini istemektedir. Buradan müşriklerin bulunduklarıyerde öldürülmeleri hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğu daanlaşılmaktadır. Bunun için son derece ciddi bir temizlik faâliyeti öngörülmektedir. Nitekim bu sûrenin 28 nci âyetinde bu husus daha açık bir ifâde ile beyân buyrulur: ‘Ey îman edenler! Müşrikler birer pislikten ibârettir. Onun için artık bu yıldan (hicri 9) sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar!’ (Ö. ÇELİK, 2/367, 368)
Ahmed b. Hanbel’in aralarında yer aldığı fukahânın çoğunluğu (..) burada sözünü ettiğimiz iki âyet (Tevbe 9/5 ve Muhammed 47/4) arasında hüküm iptâlinin olmadığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla onlara göre de her iki âyetin hükmü yürürlüktedir ve bu âyetlerde yer alan ‘katl’, ‘iyilikle salıverme’ ve ‘fidye’ konusunda tek yetki sâhibi, İslâm devlet başkanıdır. O da hüküm verirken, durumsallığı esas almak zorundadır. Yâni devlet başkanının vereceği hüküm, şartlar neyi gerektiriyorsa o yönde seyretmek durumundadır. (..) İslâm hukukçuları devlet başkanının esirlerle ilgili olarak şu üç husustan birini tercih etme hakkına sâhip olduğunu ileri sürmektedirler: (a) Fidye karşılığı serbest bırakmak, (b) gayr-i müslim vatandaş statüsüne geçirerek karşılıksız salıvermek, (c) gerektiğinde ‘mukâbele bi’l misil’ olarak savaşçı erkekleri öldürmektir. Görüldüğü gibi burada anılan üç tercihten ikisi Muhammed 47/4 âyette, üçüncüsü de kılıç âyeti bağlamında söz konusu edilmiştir. (M. DEMİRCİ, 1/574, 575)
(6).‘Eğer,’ (bu dört aydan sonra ve seninle onun arasında bir antlaşma bulunmayan) ‘müşriklerden’ (herhangi) birisi (senin yanına gelip, dâvet ettiğin tevhid ve Kur’an’ı dinlemek maksadıyla ‘sana sığınırsa,’ (konunun gerçeğini öğrensin diye) ‘ona sığınma hakkı tanı. Ta ki Allâh’ın sözünü dinlesin.‘
‘Sonra onu emin olacağı yere kadar ulaştır.’ Müslüman olmayacak olursa, güvenlik duyacağı yurduna kadar onu ulaştır, sonra dilersen onunla savaş. Bu âyet-i kerimede sığınan kimseye rahatsızlık verilemeyeceğine ve onun yurdumuzda ikâmet edebileceğine, geriye dönme imkânının da verileceğine delil vardır. (S. HAVVÂ, 6/109)
Allah kelâmını / sözünü dinledikten sonra, îman etmezse bile, canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak, onu güvenli olduğu mahalline kadar yâni vatanına kadar ilet. (ELMALILI, 4/276)
İster İslâm dînini yakından tanıma amacıyla isterse ticâri, turistik veya diplomatik amaçla İslâm ülkesine girmiş kimseye verilen teminata uymanın farz olduğu hükmüne ulaşılmıştır. (KUR’AN YOLU, 2/731)
9/7-12 AHİDLERİNİ BOZAN MÜŞRİKLER
7. O (sözündendönen) müşriklerin, Allah katında ve Rasûlü yanında nasıl (geçerli) bir antlaşmaları olabilir?! Ancak, Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız bunun dışındadır. Onlar size (karşıahitlerinde) dürüst davrandıkça, siz de onlara dürüst davranın. Allah kendisine karşı gelmekten sakınanları sever.
8. (Sözlerine ve sözleşmelerine uymayan müşriklerin) nasıl (birahitleri) olabilir ki? Eğer onlar size gâlip gelirlerse, sizin hakkınızda ne bir akrabâlık ne de bir antlaşma gözetirler. Ağızlarıyla sizi hoşnut ederler, hâlbuki kalpleri buna yanaşmaz. Onların çoğu fâsık (yoldançıkmış) kimselerdir.
9. (Sözlerine ve sözleşmelerine riâyet etmeyen) Müşrikler, Allâh’ın âyetlerini az / değersiz bir bedel (olanbirdünyâmenfaati) karşılığında sattılar, (halkı) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!
10. (Sözlerine ve sözleşmelerine uymayan) Müşrikler, bir mü’min hakkında ne bir akrabâlık bağı ne de bir antlaşma gözetirler. İşte onlar haddi aşanların ta kendileridir.
11. Eğer müşrikler tevbe (edipîman) ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir. Biz, bilecek (veanlayacak) bir topluma âyetleri genişçe açıklıyoruz.
12. Eğer antlaşmalarından sonra yine yeminlerini bozarlar ve dîninize dil uzatırlarsa, artık o küfür önderlerini öldürün. Çünkü onların (gerçekte) yeminleri kalmamıştır. Belki (böyleceonlarsözleriniveyeminlerinibozmaktan) vazgeçerler.
7-12. (7).‘Ancak, Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız bunun dışındadır.’ Yâni söz konusu müşrikler içerisinde henüz sözünde duranlar ve ahde vefâ gösterenler olabilir. Onun için yukarıda da istisna edilmiş, haklarında ‘süreyi tamamlaması’ buyurulmuştur. İşte bundan dolayı: ‘bunlar size doğru dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı dürüst olun.‘ Yâni yukarıdaki istisnâ ve sözleşme süresinin sonuna kadar bekleme emri de mutlak değil, bu şarta bağlı olarak geçerlidir. Şâyet, diğerlerinin yaptıkları gibi, süre dolmadan ahitlerini bozarlarsa, bunların da ahdi kalmaz. (ELMALILI, 4/278)
Burada dikkat çeken bir nokta, siyâsi ve ahlâki dayanağı ortadan kalkan ve asıl tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak taraf olanların antlaşma hükümlerine aykırı davranmadıkları takdirde onlara verilen sözün tutulması gerektiğidir. Âyette bu kapsamda bulunanların sözlerine sâdık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sâdık kalınacağı belirtilmiştir. Kur’ân’ın bu yaklaşımı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve Müslüman hukukçular da bu anlayış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler çerçevesinde şöyle bir kural geşitirmişlerdir: ‘Şüphe-i emân, emândır’ (ELMALILI, 4/279 a atıf var) Bu kural, güvence verildiği ihtimâli varsa, güvence verilmiş gibi davranılmasıgerektiğini ifâde etmektedir. (KUR’AN YOLU, 2/734, 735)
(8).(Müşriklere gelince): ’..Eğer size üstünlük sağlayacak olsalar, hakkınızda ne bir akrabâlık bağı ne de bir antlaşma gözetmezler.’ Cenâb-ı Hak müminleri müşriklerle olan ilişkilerinde dikkatli ve uyanık olmaya dâvet etmekte, onların hâkimiyeti ele geçirmelerine fırsat vermemelerini istemektedir. Çünkü hâkimiyeti ele geçirdiklerinde yapacakları bellidir: Bunlar müminlerle ilgili hiçbir akrabalık bağı ve hiçbir anlaşmayı tanımazlar, hiçbir hukuka riâyet etmezler. (..) Yaptıkları dostluk değil, ikiyüzlülüktür. Onların pek çoğu fâsıktır; ahdini bozmuş, tâati terk etmiş, günahkâr, utanmaz ve arlanmaz kimselerdir. Bunlar Allâh’ın âyetlerini geçici dünyâ menfaatleri karşılığında satarlar ve çeşitli entrikalarla insanları Allah yolundan; Kâbe’ye gelmekten, İslâm’a girmekten, ibâdet ve tâattenengellemeye çalışırlar. (Ö. ÇELİK, 2/370, 371, İ. KARAGÖZ 3/109)
(11).‘Eğer müşrikler tevbe (edipîman) ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir.’ Bu âyette müşrikler, şirki terk edip îman ederler, beş vakit namazı kılarlar ve zengin iseler mallarının zekâtını verirlerse samimi mümin olduklarını ortaya koymuş olacakları bildirilmektedir. Kur’an’da namaz ve zekât ısrarla birlikte anılmıştır. Âyette (..) (şirkten döndüğünü iddiâ eden bu kişilere) güvenebilmek için îman ile yetinmeyip beş vakit namazı kılmalarıve zekâtı vermeleri gerektiğine işâret edilmiştir. Çünkü îman kalp işi olduğu için ibâdetler olmazsa bir insanın îmânında samimi olup olmadığı bilinemez. (İ. KARAGÖZ 3/111)
(12).‘..ve eğer ahitlerinden sonra yeminlerini de bozarlarsa ve sizin dîninize saldırırlarsa, Açıkça inkâr edip, küçük düşürmeye ve sövmeye kalkarlarsa ki, o müşrikler hep böyle yaparlar. İşte bu iki durumda; ‘siz de küfür önderlerini öldürün.’ Yâni yeminlerle belgelendirerek ve teyid ederek, söz verdikten sonra, yeminlerini bozanlar ve dininizi itham edenler küfürde ileri gitmiş, küfür önderi, küfür elebaşısı olmuş olurlar. (ELMALILI, 4/282)
9/13-16 MÜŞRİKLERLE SAVAŞ
13. (Eymü’minler!) Yeminlerini bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmayı tasarlayan ve bununla berâber sizinle (silâhlı) savaşa ilk önce kendileri başlayan bir toplumla savaşmayacak mısınız? (Savaşmalısınız) Onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) îman edenlerdenseniz, bilin ki Allah, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır. [bk. 17/76]
14-15. (Ey müminler!) Müşriklerle savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size zafer versin, mü’minler toplumunun gönüllerine de ferahlık versin ve kalplerinin öfkesini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
16. (Eymü’minler!) Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadıkça (kendihâlinize) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. [bk. 3/142; 29/2]
13-16. (13).‘Yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya teşebbüs eden ve hem de (size düşmanlığı) önce kendileri başlatmış olan bir kavim ile ne diye savaşmazsınız?’ Bu gibi kimselerle savaşmaktan sizi alıkoyan nedir? Âyet-i kerimede savaşın terki sebebiyle azarlama söz konusudur ve savaşa teşvik de vardır.Savaşıgerektirenantlaşmalarınbozulması, Rasûlullah’ın yurdundan çıkartılması ve gerektirici hiçbir sebep olmadığı hâlde savaşı önce kendilerinin başlattıkları hatırlatılmaktadır. (S. HAVVÂ, 6/111)
‘Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Asıl korkmanız gereken Allah’tır, şâyet müminler iseniz.’ Mümin hiçbir kuldan korkmaz. Çünkü o. sâdece yüce Allah’tan korkar. Eğer o Müslümanlar müşriklerden korkuyorlarsa bilmelidirler ki, asıl yüce Allah’tan korkmalıdırlar; O, onlar için en öncelikli korku merciidir. Müminlerin kalplerinde O’ndan başka hiç kimsenin yeri olmamalıdır. (S. KUTUB, 5/241)
‘… savaşmayacak mısınız?’ sorusu, istifhâm-ı inkâri olup, savaşın, savaşmalısınız anlamındadır. Kendileriyle savaşılması istenenler, Mekke’li müşrikler ve onların konumunda olanlardır. Müşriklerle savaşın üç gerekçesi bildirilmiştir: (a). Mekkeli müşrikler yeminlerini bozmuşlar ve sözleşmelerine uymamışlardır, (b). Mekkeli müşrikler, (..) Peygamberimizi öldürmeyi veya Mekke’den çıkarmayı planlamışlardı. (8/30). (c). Müşrikler Mekke’de Müslümanlara zulmettiler. (..) Müşrik ordusu savaşmak için Bedir’e kadar geldi. Bunlar, Müslümanlara zarar vermeye yönelik ve cezâlandırılması gereken davranışlardır. (İ. KARAGÖZ 3/113)
(14, 15) Bu âyetlerde savaş emrinin beş ayrı hikmet ve faydası sayılmaktadır:
‘Onlarla savaşınız.’ (a) ‘Allah onları sizin ellerinizle cezâlandırsın.’ Savaşta en başta cezâlandırma hikmeti vardır. Suçlu ve saldırganı hak ettiği cezâya çarptırmak hikmeti vardır. (b) ‘ve onları zelil ve perişan etsin’. (c) ‘ve sizi üzerlerine mensur ve muzaffer kılsın’ Savaşın esas gayesi, Allâh’ın yardım ve nusretini ve rızâsını kazanmaktır. Bu da, gönüllerdeki kin ve öfke ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek son bir hedefi gerçekleştirmiş olmalıdır. (ELMALILI, 4/285, 286) (d) ‘ve birtakım müminlerin gönüllerine ferahlık versin’ Huzâa gibi, kâfirlerin eziyet ve cefalârına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri yürekler acısı olan birtakım müminlerin gönüllerinde elem ve keder bırakmasın. (e) ‘Ve kalplerindeki gayzı, kin ve öfkeyi gidersin.’
‘Allah dilediğinin tevbesini kabul eder.‘ Civar beldelerden Medîne’ye gelip Müslüman olduktan sonra, yeniden beldesine dönenlere, bölge halkı ağır işkenceler yapıyor, bu yüzden müminler onlara derin öfke besliyordu. Âyet, onlardan bu öfkenin giderildiğini bildirmektedir. Nitekim küfrün önderlerinden Ebu Süfyan, İkrime, Süheyl b. Amr Mekke’nin fethi gününde tevbe edip, İslâm’ı kabul etmişlerdir. (H. DÖNDÜREN, 1/331)
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12 nci âyetin sonunda hep bir ümidi koruyarak savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifâde edilmiştir. Buna göre amaç, sözüne riâyet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu yaptırım karşısında düşmanın saldırgan davranışlarından vaz geçeceği ümidi korunarak yol alınacaktır. Bu mânâ ile bağlantılı olarak 14 ncü âyette cezâyı ve rezil rüsvâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırıldığına, müminlerin bunu kendileri için enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini ilâhi buyruğu yerine getiren bir vâsıta olarak görmeleri gerektiğine işâret edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arzu ve çıkarlarının akışına bırakmamaya ve dâimâ davranışlarının meşruiyet temelleri üzerinde düşünmeye dâvet edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 2/736, 737)
(16).‘Yoksa siz içinizden cihad edip Allah’tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılıverileceğinizi mi sandınız?’ Âyet-i kerîmenin mânâsı şudur: Siz bu yanlış kanâate sâhip olarak böylece bırakılıverileceğinizi, cihad ve müşriklerle ilişkileri koparmaksızın terk ediliverileceğinizi mi zannettiniz? Yâni, sizden ihlâs sâhibi olan kimseler açık seçik ortaya çıkmadığı sürece bu hâlinizde bırakılmayacaksınız. Bu ihlâs sâhibi kimseler ise Allah yolunda cihad eden müminlerin dışında kimselerin yakın sırdaş ve veli edinmeyen kimselerdir. Şânı yüce Allâh’ın ‘cihad edenler’ buyruğu, dinlerini Allah için hâlis kılmayan kimseler ile ihlâs sâhibi olan kimselerin arasınıayıracağınıve bunların kimliklerinin tanınacağını ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 6/112, 113)
‘velîce / sırdaş: Oldukça yakın dost ve çok görüşülen kimse demektir. Bu âyet-i kerimede hem cihad emredilmekte, hem de Rasûlullah’a (s) ve müminlere zıt olan kimselerin sırdaş, yakın dost edilmesi men edilmekte, onların yakın arkadaş ve gözde arkadaşlar edinilmesi yasaklanmaktadır. (S. HAVVÂ, 6/112)
9/17-18 MESCİDLERİ İMAR EDENLER (17-18),
17. Müşriklerin, kendilerinin küfrüne (yinekendileri) şâhitlik edip dururken, Allâh’ın mescidlerini îmar etmeleri olacak şey değildir. İşte onların yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar, ateşte ebedî kalacaklardır.
18. Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, Allah’tan başkasından korkmayan kimseler mâmur ederler. İşte, onların doğru yola erenlerden olmaları umulur.
17-18. Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas, Bedir gazvesinde esir düştüğünde şöyle demişti: “Eğer siz, İslâm, hicret ve cihad ile bizleri geçmişseniz, biz de Mescid-i Harâm’ı tâmir etmekte, hacılara su vermekte ve esirleri kurtarmaktayız.” Bunun üzerine aşağıdaki âyetler indi. (H. T. FEYİZLİ, 1/188)
(17).‘Müşriklerin kendi küfürlerine kendileri şâhit iken Allâh’ın mescidlerini (özellikle Mescid-i Harâm’ı) îmar etme hakları yoktur.’ Mescidin îmârı iki mânâya gelir: Birisi, binasının tamiri ve yenilenmesi, diğeri de ziyaret edilip içinde ibâdet edilmesidir. Nitekim Beytullah’ı ziyaret etmeye îmarla aynı kökten umre adı verilir. (ELMALILI, 4/292)
‘Bir amelin boşa çıkması’ o amelin kabul olmaması, ve Allâh’ın o amele sevap vermemesi anlamına gelir. (2/264). Bir amelin makbul olabilmesi için dört şartın birlikte bulunması gerekir: (a) Kişinin îman sâhibi olması, (b). Amelin ihlâsla yapılması, (c). İyi bir niyetle yapılması, (ç). İslâma uygun olması. Bu şartlardan biri eksik olursa, amel geçersiz olur. (İ. KARAGÖZ 3/121).
İmâm-ı Âzam, (müşriklerin) hac ve umre yapmaktan alıkonulacakları görüşündedir. Mescid-i Haram ve diğer mescitlere girmekten engellenmezler. Şâfii, Ahmed ve Mâlik’in görüşleri, zımmi veya müste’men / sığınmış olsun, hiçbir kâfirin herhangi bir şekilde Mescid-i Harâm’a girmesi câiz değildir. (S. HAVVÂ, 6/122)
(18).‘Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îman eden, namaz kılan, zekât veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar îmar eder.’ Mânevi îmar, ibâdet, zikir ve ilim iledir. Maddi îmarsa yıkılan tarafları tâmir etmek, temizlemek, aydınlatmak, korumak, temelden inşa etmektir. (S. HAVVÂ, 6/113)
Hadis: Bir adamın, mescitlere gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini görürseniz, onun îman sâhibi olduğuna şehâdet / şâhitlik ediniz. Çünkü, Yüce Allah, ‘Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îman eden…. îmar ederler’ buyurmuştur. (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 6/123)
Hadis: Şeytanda kurdun (sürüden) uzaklaşan ve kenarda kalmış bulunan koyunu yakalaması gibi, insanın kurdudur. Sakın kenarlara, köşelere (yalnız başına) çekilmeyiniz. Cemaatle ve amme ile birlikte olunuz. Mescidlere devam ediniz. (Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 6/123)
Hadis: ‘Her kim Allah rızâsı için bir mescid binâ ederse, Allah da ona cennette onun gibi bir köşk binâ eder.’ (Müslim Mesâcid 24; İ. KARAGÖZ 3/119)
9/19-22. ÎMAN, HİCRET VE CİHAD
19. (Eymüşrikler! Siz) hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm’ın îmârını, Allâh’a ve âhiret gününe îman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse(ninişi) gibi mi tuttunuz? Allah katında eşit olamazlar. Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.
20. Îman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimseler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
21, 22. Rableri onlara, katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde sürekli nîmet bulunan cennetleri müjdeler. 22. (Onlar) orada ebedî olarak kalacaklardır. Şüphesiz ki en büyük mükâfat Allah katındadır.
19-22. (19).‘Siz hacılara su vermeyi, Mescid-i Harâmı îmar etmeyi Allâh’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?’ Yâni hacılara su veren ve Mescid-i Harâm’ı îmar eden kimseleri; yâni orada sâkin olanları, Allâh’a îman edip onun yolunda cihad edenler gibi mi kabul ettiniz?Buşekildekibitifâdeile müşriklerin müminlere benzetilmesi, onların boşa çıkacak amellerinin de müminlerin sapasağlam amellerine benzetilmesi ve bunların bir tutulması düşüncesi reddedilmektedir. (..) Çünkü onların övünme ve iftiharları hiç de yerinde bir övünme değildir. (S. HAVVÂ, 6/114)
(20).‘Îman ve hicret edipAllah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en büyüktürler.’ Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden yüksektir. Başkaları sakalık / su verme ve imâret de dâhil olduğu halde diğer olgunluk ve fazîletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücâhidlerin sırf mücâhid oldukları için Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür. ‘ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır.’ (ELMALILI, 4/296)
Cennetlerde Tükenmez nîmetler vardır: Yüce Allah, îman edip canları ve mallarıyla cihad edenleri cennetlerine koyacak ve cennetlerde onlara bitip tükenmeyen nîmetler verecektir. (..) Cennetlerde müminlerin canlarının çektiği ve istedikleri herşey vardır. (41/31). Cennet kelimesinin ‘cennetler’ şeklinde çoğul olması, âhirette müminler için birden çok cennetin olduğunu ifâde eder. Hadislerde sekiz cennetten söz edilmektedir. (Müslim; İ. KARAGÖZ 3/125).
Hadis: ‘Kıyâmet günü ölüm alaca bir koç şeklinde getirilir; cennet ile cehennem arasında durdurulur, ölümün kesilmesi emredilir. Sonra cennet halkına şöyle denilir: ‘Ey cennet halkı! Artık siz ebedi olarak yaşayacaksınız, size ölüm yoktur.’ Cehennem halkı için de aynı duyuru yapılır: ‘Ey cehennem halkı! Artık siz de ebedi olarak yaşayacaksınız, size de ölüm yoktur.’ (Müslim Cennet 40, Tirmizi Sıfatü’l Cennet 19, No 2683; İ. KARAGÖZ 3/125).
9/23-24 ALLÂH’I, RASULÜ’NÜ VE CİHADI HER ŞEYDEN ÜSTÜN TUTMAK
23. Ey îman edenler! Eğer küfrü imâna tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir.
24. (Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müminler!) “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabîleniz, kazandığınız mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz bir ticâret ve hoşlandığınız evler, size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allâh’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola eriştirmez.”
23-24. (23).‘Ey îman edenler! Eğer küfrü îmandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı, kardeşlerinizi dostlar edinmeyin.’ Öz babalarınız, öz kardeşleriniz kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi duydukları takdirde, hele hele küfürden vaz geçme ümidi kalmadığı takdirde onları kendinize dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli tanımayın, sizin üzerinizdeki velâyet haklarını kabul etmeyin, onların emirlerine uyup da küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın. (..) Ancak, şunu da unutmamak lâzım gelir ki, Allah, kâfir olan anaya, babaya ihsan ve belli ölçüler içinde yakınlığı dahi emreylemiştir. (Lokman 31/14, 15, 4/36, 6/151) (ELMALILI, 4/299, 300)
‘İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.’ ‘Kâfirleri dost edinmeyin’ buyruğunu terk edip, babaları ve kardeşleri bile olsa kâfirleri dost edinen kimse, Allâh’a isyan etmiş, günaha girmiş, kendisine zulmetmiş ve zâlim niteliğini almış olur. (İ. KARAGÖZ 3/127).
(24).‘… bütün bu sayılanlar size Allah ve Rasûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, o hâlde bekleyin, tâ ki Allâh’ın emri gelsin.’ Bu durumda size yapacağını yapsın, başınıza ne felâket verecekse versin, işinizi bitirsin, belâsını başınıza musallat etsin, ne hâliniz varsa görün. (ELMALILI, 4/301)
Hz. Ömer, Hz. Peygamberi kendi nefsi dışında her şeyden çok sevdiğini, söylemesi üzerine O: ‘Sizden birisi, beni nefsinden daha fazla sevmedikçe gerçek mümin olamaz’ buyurdu. Hz. Ömer: ‘Şimdi sen bana kendimden daha sevimlisin’ diye cevap verdi. (Buhâri ve Müslim’den, H. DÖNDÜREN, 1/332)
Bu iki âyet-i kerîme (23, 24) İslâmi mânâsıyla mutlaka gerçekleştirilmesi gereken iki temel noktayı zikretmektedir: (a) kâfirlere velâ / dostluk bağı ile bağlanmak kesinlikle yoktur. (b) Allâh’ın, Rasûl’ünün ve cihâdın sevgisinin Müslümanın kalbinde her şeyden üstün olması gerekir. (S. HAVVÂ, 6/126)
‘Allah fâsık topluluğu doğru yola erdirmez’ demek, onları hayırlı işlerdebaşarılı kılmaz, demektir. Ancak yüce Allah, îman etmek isteyene engel olmaz. Çünkü Allah, kühre râzı olmaz. Aksine insanların îman etmelerinden hoşnut olur. (39/7; İ. KARAGÖZ 3/129)
9/25-27. HUNEYN GAZVESİ
25. Andolsun ki, (ey müminler) Allah, size birçok (savaş) yerler(in)de ve Huneyn (dekisavaş) gününde yardım etmişti. O vakit (Huneyn’de) çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti, ama o, hiç fayda vermemişti. Bunca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Nihâyet arkanızı dönmüş (kaçmayabaşlamış)tınız.
26. (Bubozgundan) sonra Allah, Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine sekînetini (kalpleregüvenverenrahmetini) indirdi, görmediğiniz ordular indirdi ve inkâr edenleri de azâba uğrattı. İşte o kâfirlerin cezâsı budur.
27. Sonra Allah, bunun (Huneyn savaşının) ardından da dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
25-27. (25).‘Andolsun ki, Allah size birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmiştir.’ Huneyn, Mekke ile Taif arasında bir vâdidir. Orada Müslümanlar ile Hevâzin ve Sakîfliler arasında savaş cereyan etmiştir. Müslümanların sayısı oniki bin, Hevâzin ve Sakîfliler’in sayısı dörtbin kişi idi. Takdîrî ifâde ‘.. ve Huneyn gününü de hatırlayın’ demektir. Ki, ‘Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de..’ sizden biriniz: ‘Bugün siz azınlıktasınız. Dolayısıyla yenilgi bizim için ihtimal dışıdır’ demişti de, çokluğunuzun ‘size bir faydası olmamış’ kaçmıştınız ve Rasûlullah (s) ile birlikte çok az sayıda kimseler kalmış, ‘yeryüzü de genişliğine rağmen size dar gelmişti.’ Yeryüzünün genişliğine rağmen, düşmanlarınızdan kaçacak bir yer bulamamıştınız, yeryüzü size dar gelmişti. ‘Sonra gerisin geri dönüp gitmiştiniz.’ Bozguna uğramıştınız. Bu durum ise onlara asıl yardım ve zaferin Allah’tan geldiğinden, bunun asker çokluğu ile olmayacağından gaflete düşüşlerinin bir cezâsından başka bir şey değildir. (S. HAVVÂ, 6/126, 127)
Rasûlullah (s), Mekke’yi fethedince Kâbe’deki putları kırmıştı. Hevâzin ve Sakîf kabileleri kendi putları olan Lât’ın bir benzeri olan Uzzâ’nın yıkılışını hazmedemeyerek alarma geçtiler, müslümanlara karşı büyük bir ordu toplayıp Mekke ve Tâif arasında bir ordugâh kurdular. Bunun üzerine Rasûlullah (s) da, 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gitmişti. Fakat müslümanlar ordunun çokluğu ile övünüyorlardı. Huneyn vâdisine gelince âniden saldırıya uğradılar; önce paniğe kapılıp dağılan müslümanlar, sonra Allâh’ın yardımıyla derlenip toparlandılar ve onları dağıttılar. (H. T. FEYİZLİ, 1/189)
(26).‘(Bubozgundan) sonra Allah, Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi, görmediğiniz ordular indirdi ve inkâr edenleri de azâba uğrattı. İşte o kâfirlerin cezâsı budur.’ Müşrikler, Huneyn’de yenildikten sonra (H. 8) Hevâzin kabilesinden bir heyet gelip İslâm’a girdiklerini bildirdiler. Bunların arkasından da Sakîf kabîlesinden bir heyetin gelip İslâm’a girmek istediklerini bildirmeleri üzerine bir çadıra misâfir edildiler. Ve birtakım şartlar ileri sürdüler. Şartlarından ikisi namaz kılmamak ve zekât vermemekti, biri de putları olan Lât’ın, halk arasında panik olmaması için üç sene daha yıkılmaması idi. Rasûlullah (s), bu şartlı ve putlu îmânın kabul olunmayacağını bildirdi. Sonra ilk iki şartı kabul ettiler ve meydan putu Lât’ın da yıkılması talebi ile ilgili süreyi iki yıla, sonra bir yıla, sonra üç, iki ve bir aya indiler. Bu da sonuç vermeyince kesin bir îmanla teslim oldular. Fakat Lât’ın bizzat Rasûlullah (s) tarafından yıkılmasını istediler. İşte böylece önce kalplerindeki putlarını, sonra meydandaki putlarını yıkarak kesin îman ile İslâm’a girdiler. Bu gösteriyor ki, makbul müslüman olmak için insanın gerek kendisinin gerek toplumun ölçülerine, hevâ ve heveslere uygunluk değil, ancak Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği şekilde îman ve teslimiyet gerekir. (H. T. FEYİZLİ, 1/189)
‘sonra Allah, Rasûlü ile müminlerin üzerine sekînetini indirdi.’ Kalplerine sükûnet veren rahmetini gönderdi. (..) ‘ve görmediğiniz ordular indirdi.’ Bunlar, meleklerdir. Ancak sayılarının 5 000 veya 8000 veya 16 000 olduğu hakkında üç ayrı rivâyet vardır. Bunların inmeleri, müminlerin kalbine güzel duygular telkin etmek, müşriklerin kalplerine de korku salmak içindi. (ELMALILI, 4/304)
İşte Allah o anda müslümanlara böyle yardım etti ‘ve kâfirleri de azâba uğrattı.’ Cezâlandırdı, öldüler, yaralandılar, esir oldular, pek acı bir yenilgiye uğradılar. Malları ellerinden gittiği gibi, gayrete getirici ve teşvik edici olur diye berâberlerinde getirdikleri çoluk çocukları ve zevceleri / eşleri de Müslümanların ellerine esir düştüler. (ELMALILI, 4/305)
Huneyn savaşında yüce Allah iki şekilde Müslümanlara yardım etmiştir: (a). Müskümanların üzerine sekînet indirmesi ile. Sekînet, güven duygusu ve gönül huzuru sağlayan ilâhi rahmet(tir). (3/154, 8/11). (b). Müminlerin göremediği melekler göndermesi ile. (3/124, 5/9). (İ. KARAGÖZ 3/133).
Huneyn savaşına katılan hevâzin vediğerkabilelerin birçoğu tevbe edip Müslüman oldu ve Peygamberimize bîat etti. Peygamberimizin talebi üzerine Müslümanlar, kendilerine verilen esirleri serbest bıraktılar. (İ. KARAGÖZ 3/133).
(27).‘Sonra Allah yine de bütün bu olup bitenlerin ardından dilediğine tevbe nasip eder.’ Reisleri ve savaşta başkumandanları olan Mâlik b. Avfi Nadri ile birlikte Havâzin ve daha başkalarından birçoklarına nasip edttiği gibi müslüman olmaya muvaffak kılar ‘ve Allah gafûrdur.’ Onların geçmişteki küfür ve günahlarına afv-ü mağfiret eder, ‘rahîmdir,’ onlara ayrıca rahmetinden ihsanda da bulunur. (ELMALILI, 4/305)
9/28-33 ALLAH NÛRUNU TAMAMLAYACAKTIR
28. Ey îman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (murdardır). Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer (onlarınKâbe’yegelmemesiyle) yoksul olmaktan korkarsanız, (bilinizki) Allah dilerse, kendi bol nîmetinden sizi zengin edecektir. Şüphesiz ki Allah (en) iyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sâhibidir.
29. (Ey müminler!) Kendilerine kitap verilenlerden; (Müslümanlara zulmeden ve savaş açan,) Allâh’a, âhiret gününe inanmayan, Allâh’ın ve Rasûlü’nün haram ettiği şeyleri haram saymayan, hak din (İslâm’ı) kendine din edinmeyen kimselerle, küçül(üpboyuneğ)erek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.
30. Yahûdiler: “Üzeyr Allâh’ın oğludur.” dedi(ler). Hıristiyanlar da: “(Îsâ) Mesih Allâh’ın oğludur.” dedi(ler, kâfiroldular). Bu, onların ağızlarıyla (geveledikleri) sözleridir. (Böylelikleonlar) daha önce küfre sapanların sözlerini taklit ederler. Allah onları kahretsin! (Haktan) nasıl da çevriliyorlar! [bk. 3/67 vedipnot]
31. Bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i Allah’tan ayrı rabler edindiler. Hâlbuki onlara, ancak bir tek ilâh (olanAllâh’)a kulluk etmeleri emredildi. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.
32. (Kâfirler) Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah ise, kâfirler hoşlanmasa da, mutlaka nûrunu tamamlamak istiyor.
33. Allah müşrikler hoşlanmasa da (son) dîninin, bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için Rasûlü’nü, hidâyet ve hak din İslâm ile göndermiştir. [bk. 48/28; 61/8-9]
28-33. (28).‘Ey îman edenler! Doğrusu müşrikler ancak necistir.’ Putperestlerin neces (pis) olmaları, mânevi anlamdadır. Müşrikler, başta Allâh’a ortak koşma, Kâbe’yi çıplak tavaf etmeleri, murdar et yeme, babasının eşiyle evlenme gibi çirkin davranışları sebebiyle böyle nitelendirilmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 2/749)
Çünkü müşrikler, inanç, ibâdet ve ahlâk açısından pistir. Mekke’li mğşrikler, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlar, âhiret hayâtına inanmıyorlardı (inançta kirlilik). Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ediyorlar, putları için kurban kesiyorlar, el çırpıp ıslık çalarakduâ ediyorlardı. (İbâdette kirlilik). Zinâ ediyor, ölü hayvan eti yiyor, babasının eşiyle evleniyor, boy abdesti almıyorve cünüp geziyorlardı (ahlâkta kirlilik). Bu ve benzeri sebeplerle müşrikler necis sayılmıştır. (İ. KARAGÖZ 3/136, 137).
‘Bu seneden sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar.’ Hicretin 9’ncu yılında Tevbe sûresinin inmesinden sonra artık müşriklerin harem bölgesine girmesi yasaklanmıştır. Hanefilere göre, Yahûdi ve Hıristiyanlar hiçbir mescide girmekten men edilmez. Delil: Hz. Peygamberin Necran ve Sakif heyetlerini Medîne’de Mescid-i Nebevi’de kabul etmesidir. Âyetteki yasaklama, müşrik ve putperestler için hac ve umreyi kapsar. İmam Malik’e göre, gerek Mescid-i Harâm’a ve gerekse diğer mescitlere küfür ehlinin girmesi yasaktır. (H. DÖNDÜREN, 1/332)
‘ .. eğer yoksulluktan korkarsanız.. ‘ Mekke’de halk ticâretle geçiniyordu. Hicretin 9. Yılından itibâren müşriklerin harem bölgesine girmeleri yasaklanınca, tabii olarak ticâri hayatta bir azalma olacaktı. Yüce Allah Müslümanların bu endişelerini ‘Eğer yoksuuluktan korkarsanızAllah dilerse lütfundan sizi zengin yapar’ cümlesi ile giderdi. Gerçekten de o seneden itibaren Mekke’de hayır ve bereket artmaya başladı. Çünkü birçok bölge halkı, Müslüman oldu. (..) Müslümanların sayısı arttıkça, Mekke’ye yerleşenlerin sayısı da arttı, ticâret te arttı. Böylece Allâh’ın vaadi gerçekleşmiş oldu. (İ. KARAGÖZ 3/138).
(29).‘Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan … cizyeyi verinceye kadar savaşın.’ Cizye, İslâm devletindeki gayr-i müslim tebaanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. İslâm ülkesinde zımmi (gayr-i müslim) statüsünde bulunan kişilerden kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınan bu verginin dayanağı bu âyettir. (KUR’AN YOLU, 2/753)
Hz. Peygamber, Necran Hıristiyanları ile yaptığı anlaşmada, her yıl sefer ayında 2 000 ve Recep’te 1 000 takım elbise cizye koymuştu. Hz. Ebubekir döneminde cizye standart miktarı olmaksızın devam etti. Hz. Ömer döneminde, Mısır fethedilince adam başına iki dinar cizye vergisi konuldu. Daha sonra, zenginlerden 48 dirhem, orta hallilerden 24 dirhem, emeği karşılığı geçinen işçilerden 12 dirhem cizye alınmağa devam etti. (H. DÖNDÜREN, 1/333)
Kişi başına en az 4,5 – 20 gram altına tekâbül eden miktarda cizye alınır. Kadınlar, çocuklar, fakir din adamları, görme, işitme, konuşma ve ortopedik engelliler ve yaşlılardan cizye alınmaz. Cizye gelirleri kamu yararına uygun olarak ihtiyaç duyulan alanlara harcanır. (İ. KARAGÖZ 3/141)
‘..küçülmüşler olarak’ İşte bu sebepten dolayı zimmet ehlinin aziz kılınması ve onların Müslümanların üstüne çıkartılması caiz değildir. Aksine onlar zelil, küçük ve şaki kimselerdir. (S. HAVVÂ, 6/135)
..Âyet, Yahûdi ve hıristiyanların hepsi ile savaşın anlamında değildir. Böyle bir anlam, Kur’ân’ın barış ve savaşla ilgili yaklaşımına (aykırıdır). Meselâ Nisâ sûresinin 90 ve 91’nci, Mümtehıne sûresinin 8. Ve 9’ncu âyetlerindeki ilkelerine, Peygamberimizin savaş hâlinde bile olsa savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının öldürülmemesi emrine (Taberâni) ve hayâtın gerçeğine uygun değildir. (İ. KARAGÖZ 3/149).
Hadis: Yahûdi ve Hıristiyanlara önce selam veren siz olmayın. Herhangi biriyle yolda karşılaşacak olursanız, onu yolun en dar yerinden yürümek zorunda bırakınız. (Ebu Müslim’den, S. HAVVÂ, 6/135, 136)
(30).‘Yahûdiler dediler ki, Uzeyr Allâh’ın oğludur.’ Uzeyr adı, Kur’an’da sâdece bu âyette geçmektedir. Peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arapça olduğunu ileri sürenler varsa da, çoğunluğa göre İbranice asıllı olup, arapçalaşmıştır. İbranice’deki aslı, Ezra’dır ve tanrının yardımı anlamına gelmektedir. (KUR’AN YOLU, 2/757)
Bu âyetlerde yüce Allah, meleklere Allâh’ın kızlardırdiyen müşrikleri, Üzeyir ve Îsâ’ya Allâh’ın oğludur diyen yahûdi ve hıristiyanları iftirâ etmekle suçlamakta, ‘melekler Allâh’ın kızlarıdır’, ‘Üzeyir ve Îsâ Allâh’ın oğludur’ demeyi aynı şekilde küfür olarak nitelemektedir. (İ. KARAGÖZ 3/143).
(31).‘Onlar, Allâh’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rabler edindiler.’ Allâh’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların irâdelerine uydular. Allâh’ın emirlerini bırakıp, Allâh’ın emirlerine ters düşen keyfi arzularına itaat ettiler. Allâh’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allâh’ın ‘yapmayın’ dediği şeyleri yaptılar, ‘yapın’ dediklerini de yapmadılar. Allâh’ın emir ve yasaklarını değil de, onların emir ve yasaklarını dinlediler. (ELMALILI, 4/317)
Şu anda, İslâm topraklarında bu rolü, birtakım yönetimler yerine getirmektedir. Birtakım parti ve kurumlar hâlâ onların bu rollerine devam etmektedir. Artık küfür her yeri kuşatmış ve kaplamış bulunmaktadır. Savaş kaçınılmazdır. (S. HAVVÂ, 6/133)
‘Ruhbanlarını Rabler edindiler..’ Rasûlullah (s), bu âyeti okurken içeriye daha önce hıristiyan iken İslâm ile şereflenen Adiy b. Hâtem (r) girdi. Bu âyeti duyunca Rasûlullah’a, “Onları rab edinmiyor, onlara ibâdet etmiyorlar ki!” dedi. Rasûlullah (sas.) da, “Onlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeyleri haram (farz kıldıklarını yasak), haram kıldığı şeyleri de serbest / helâl kıldıkları zaman, onlara (gönüllü) itaat etmiyorlar mı?” diye sordu. O da, “Evet ediyorlar.” deyince, Rasûlullah (s), “İşte bundan dolayı onlara (rab olarak) tapıyorlar/kulluk ediyorlar.” buyurdu. Abdullah b. Abbas demiştir ki: “Hahamlar ve papazlar, kendilerine secde etmelerini istememişlerdir. Fakat onlar, Allâh’ın emirlerine aykırı emirler vermişler, bundan dolayı kendilerine ‘rabler’ denilmiştir. O emirleri gönüllü olarak kabullenenler ve istekle yerine getirenler de onları rab edinmişler ve küfre girmişler demektir.” (bk. 10/32; 19/80-81). Bu âyet ve onu açıklayan hadîs-i şerîf, Allâh’a ortak koşmanın, O’ndan başka rab edinmenin / şirkin çok açık bir örneği ve delilidir. [bk. 3/64] (H. T. FEYİZLİ, 1/190)
Gerçek din İslâm’dır. Yüce Allah tüm insanlar için bu dîni seçmiştir, bunun dışındaki bir dîni hiç kimseler kabul etmez. Müslüman olabilmek için yüce Allâh’ın ortaksız ilâlığına inandıktan ve ibâdet nitelikli eylemleri sırf O’na sunduktan sonra, yasal hükümlerde de O’na uymak şarttır. Eğer insanlar O’nun yasaları dışında başka yasalara uyarlarsa, yahûdiler ve hıristiyanlara ilişkin hükmün kapsamına girerler. Yâni Allâh’a inanmamış ‘müşrikler’ sayılırlar. İstedikleri kadar ‘Biz müslümanız’ desinler, faydasızdır. Çünkü yüce Allâh’ın dışındaki bir merciin, meselâ bâzı kulların koydukları yasalara uymaları bu damgayı yemeleri için yeterlidir. (S. KUTUB, 5/288)
(32).‘Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.’ Allah sözünü ortadan kaldırmak, tevhid dininin yayılmasına engel olmak, ilâhi hükümlerin akışını durdurmak, Allâh’ın kitâbını, Rasûlullah’ın peygamberliğini iptal etmek, Allâh’ın kullarını lâf ile ağız kalabalığı ile kendilerine kul etmek istiyorlar. (ELMALILI, 4/321)
‘Hâlbuki Allah, nûrunu mutlaka tamamlayacaktır, kâfirler hoşlanmasa da.’ Onların bir hesâbı, Allâh’ın da bir hesâbı vardır. Asıl yürürlüğe geçecek olan da Allah’ın murâdıdır. Bu âyet-i kerime ile müminler, onlara karşı savaşa teşvik edilmekte ve onlara güzel sonuç müjdesi verilmektedir. (S. HAVVÂ, 6/134)
(33).‘..dînini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlü’nü hidâyet ile ve hak din ile gönderen O’dur. Müşrikler hoşlanmasa da.’ Rasûlüne karşı mücâdeleye ve itirâza kalkışacak olan diğer dinlerin mensuplarına Rasûlünü gâlip getirsin, hakkın her kuvvete üstün olduğunu ve ‘Allah katındaki dînin, dîn-i İslâm’dan ibaret’ (Âl-i İmran, 3/19) bulunduğunu ve hak dînin, diğer dinleri nesh edip geçersiz kıldığını bu neshi bilfiil ispat ve ilân ederek (Bakara 2/106) gerçeği yerine yerleştirsin ve tevhidi ilân eylesin. (ELMALILI, 4/321)
Çağımızda birçok Müslüman kişi oldukça yanlış bir kanaate sâhiptirler. Bu kişilerin kanaatine göre artık İslâm’ın dönemi kapanmış, hilâli batmıştır. Bâzı kimseler ise Mehdi’nin zuhûrunu ve kıyâmetin kopmasını beklemektedir. (Bu düşüncelerde yanlışlıklar vardır) Sahih hadiste varid olduğu üzere, İstanbul’un fethinden sonra, Roma da fethedilecektir. Ancak Roma henüz fethedilmiş değildir. Allâh’ın izniyle gelecekte fethedilecektir. Bir hadiste, ‘Ümmetim yağmur gibidir, başının mı, sonrasının mı hayırlı olduğu bilinmez.’ Bu ise, İslâm’ın donukluktan sonra, tekrar harekete geçeceğinin delîlidir. (S. HAVVÂ, 6/170)
9/34-35 ALTINI VE GÜMÜŞÜ BİRİKTİRİP ALLAH YOLUNDA HARCAMAYANLAR
34. Ey îman edenler! Muhakkak ki (yahûdi) hahamlarından ve (hıristiyan) râhiplerinden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve (onları) Allah yolundan alıkoyarlar. (Ey Peygamberim!) Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!
35. kıyâmet günü (bualtınlar, gümüşler, paralar) cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak: “İşte bu, kendiniz için biriktirip yığdıklarınız! Haydi biriktirip istiflediğiniz şeylerin azâbını tadın!” (denilecek).
34-35. (34).‘Altını ve gümüşü biriktirip te onları Allah yolunda harcamayanlara, işte onlara pek acıklı bir azâbı müjdele.’ Yahûdi hahamları ve hıristiyan rahipleri Tevrat ve İncil’in hükümlerini dünyâ menfaatleri karşılığında ya değiştiriyorlar ya da yanlış yorumluyorlardı. Hz. Muhammed’in geleceğini bildiren âyetleri gizlemeleri buna örnek verilebilir. (H. DÖNDÜREN, 1/334)
Hahamlar ve rahipler rüşvet almak, malları biriktirmek, hayırlı yollarda harcamayıp cimrilik göstermek gibi hasletlere / özelliklere sâhip bulunuyorlardı. Bu kötü niteliklerde onlarla ortak olan Müslümanlar da onların hükmüne girer. Yine bu nas / âyet ile servetlerini biriktirip de hak yolda infak etmeyen Müslümanların kasdedilmiş olması da muhtemeldir. (S. HAVVÂ, 6/173)
‘ .. Allah yolundan alıkoyuyorlar ..’ İnsanları Allah yolundan alıkoymak, en büyük günahlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah yolundan alıkoyanlar, sapıklıkla suçlanmışlar (63/2, 4/167), bu kimselerin amellerinin boşa gideceği (47/1) ve kendilerine elim bir azap verileceği (16/88) bildirilmiştir. (..) Yahûdi ve hıristiyanların haham ve rahiplerini rab edinmeleri gibi, Allah’tan başka bir insanı veya bir otoriteyi ‘rab edinmek’ bu âyetin kapsamına girer. Aynı şekilde bir toplumda insanların; eğitim, öğretim, fikir, telkin, yayınve benzeri herhangi bir yolla îman etmelerineveya îman edenlerin dinlerinin gereğini yerine getirmelerine engel olmak, söz gelimi Cuma namazına gitmelerine veya oruç tutmalarınaveya dîni hükümleri, ibâdetleri, helâli, haramı ve Kur’an öğrenmelerine engel olmak, dînin hükümlerini değiştirmek, bu âyetin hükmüne girer. (İ. KARAGÖZ 3/151).
Şu bir gerçek ki, Allâh’ın verdiği rızkı başkalarıyla paylaşmak esastır. Söz konusu paylaşmanın sorumluluk alanı içerisinde olan hususlardan biri de zekâttır. Çünkü nisap miktârı mala sâhip olan her Müslümana zekât vermek farzdır. Ancak bunun dışında da sadaka anlamında bir mal paylaşımı vardır ve bunun ölçüsü tamâmen insana bırakılmıştır. (Bakara 2/3, 254). Bilindiği gibi sadakada da herhangi bir kısıtlama söz konusu değildir. Üstelik İslâm dîninin arzu ettiği, malın biriktirilmeyip Allah yolunda harcanmasıdır. Ancak, zekâtı verilen mal ve servetten arta kalanının da mutlaka harcanacağını beyan eden herhangi bir belge mevcut değildir. O yüzdendir ki büyük müfessir Fahreddin Râzi ‘Fazla mal yığmamak takva, zekâtı verildikten sonra mal biriktirmek de fetvâ gereğidir’, demiştir. (M. DEMİRCİ, 1/584)
Hadis: İbn-i Ömer der ki: ‘Zekâtı ödenmiş olan servet, kenz değildir. İsterse yedi kat yerin altında olsun. Zekâtı ödenmediği halde açıkta bulunan mal ise işte o kenzdir. (Bu rivâyet aynı şekilde İbn-i Abbas, Hz. Cabir, Ebu Hüreyre’den yapılmıştır. (S. HAVVÂ, 6/176)
Hadis: ‘Altın ve gümüş sâhibi olup da ondan hakkını ödemeyen herbir kimse mutlaka kıyâmet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük mâden parçaları getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi ellibin yıl olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye kadar devam eder.’ (Müslim Zekât 24’den Ö. ÇELİK, 2/395)
(35).‘O günde onlar cehennem ateşinde kızdırılacak ve bunlarla alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacaktır.’ Özellikle bu organların zikredilmesinin sebebi, fakiri gördükleri zaman yüzlerini asmaları, fakirle aynı mecliste oldukları zaman ondan uzaklaşmaları, sırtlarını çevirmeleridir. (S. HAVVÂ, 6/173)
9/36-37 HARAM AYLAR VE ONLARI ERTELEMEK
36. Şüphesiz gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı, Allâh’ın kitâbında on iki aydır. Onlardan dördü haram olan (hürmetgerekenay)lardır. İşte dosdoğru din budur. O hâlde onlarda (yâni, oharamaylardasavaşıpsaygısızlıkederek) kendinize yazık etmeyin. (Fakat) müşrikler sizinle topluca (buaylarda) savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, (günahlardan) sakınanlarla berâberdir. [bk. 2/191-194]
37. (Haram) ayların yerlerini değiştirip sonraya bırakmak, olsa olsa küfürde bir artış (sebebi)dir ki onunla kâfirler saptırılır (dahadasapıpgiderler). Onlar, bir sene onu (oharamayıgeciktirmeyi) helâl ve bir sene haram sayarlar ki (budagörünüşte), Allâh’ın haram kıldığı (ayları)n sayısına uydurmak, (böyleliklede) Allâh’ın haram kıldığını helâl yapmak içindir. Onlara yaptıkları işin kötülüğü süslü göründü. Allah, o küfre sapanlar gürûhunu (zorla) doğru yola iletmez. [bk. 9/40]
36-37. (36). ‘Şüphesiz gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı, Allâh’ın kitabında on iki aydır. Onlardan dördü haram olan (hürmet gereken ay)lardır.’
Şeriatın hükümleri hilaller vasıtası ile sayılan kameri aylara mebnidir, şemsi (güneş) aylara değil.
Haram aylar dörttür: Bu dört ayın üçü peş peşedir: Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem. Birisi ise ayrıdır. O da Recep ayıdır. (S. HAVVÂ, 6/174)
Tefsir ve tarih kitaplarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibâdetiyle birlikte Hz. İbrâhim zamanında konmuş olduğu, insanların bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde (Zilkade, Zilhicce, Muharrem) hac ibâdetini ve yedinci ay olan Recep ayında muhtemelen umre ziyâretini rahatça yaptıkları, Mekke ve çevresinde oturanların da bu vesîle ile geçimlerini sağladıkları, zamanla bu hükümlerin temel amacından saptığı kaydedilmektedir. (KUR’AN YOLU, 2/765)
‘Sizinle nasıl toplu olarak savaşıyorlarsa siz de müşriklerle toplu olarak savaşın.’ (Ama) müşrikler savaşa başlamadıkça, hürmetli aylarda savaşmayın. Onlar savaşa başlarsa, düşmanlık ve tecavüzü önlemek için bu aylarda savaşabilirsiniz. Çünkü savaştan elini çekmek hayırlı kuvvetleri zayıflatır, saldırgan ve alçak kuvvetleri cesâretlendirir ve yeryüzünde fesat yayılır, gider. (S. KUTUB, 7/282)
Bu ayların hürmetinin anlamı, Allah için olan cihadın yasaklığı değildir. Müşrikler tarafından bu hürmet ihlal edildiği takdirde, bu yasağı korumak için Allah yolunda savaşı bile göze almanın gerektiğini açıklamaktır. Haksız olan savaş her zaman ve her ayda haramdır. Şu haram olan aylarda daha fazla haramdır. (ELMALILI, 4/328)
Haramaylardasavaşmak büyük günahtır. (2/217). Bu aylara saygısızlık edilmez. (5/2) Çünkü bu aylar güven aylarıdır. (..) Peygamberimiz (s) kendisine karşı savaş açılmadığı sürece haram aylarda savaşa girmemiş, bir sefere çıktıktan sonra, haram aya girildiğinde de ayın geçmesini beklemiştir. (..) Haram aylarda Müslümanlar saldırıya uğradıkları takdirde aynı şekilde (karşılık vererek) hareket edebilirler. (2/194). Nitekim Müslümanlar, kendilerine yönelik saldırılara haram ayda bile olsa karşılık vermişlerdir. (İ. KARAGÖZ 3/155)
Haram aylar kavramında, câhiliye devrinin ne olursa olsun, savaş yapmama anlayışı ortadan kaldırılmıştır. Çünkü Allah için olmayan ve câhiliye devrinde sürüp giden haksız adam öldürmeler, İslâm dininde her ayda ve her zaman yasaktır. ‘vuruşmak büyük bir günahtır’dan murat, müşriklerin yaptığı savaşlardır. (ELMALILI, 4/329)
Âyetin bu cümlesinde müşrik veya kâfir gayr–i müslimler, topyekün Müslümanlara saldırır ve savaş açarlarsa onlarla aynı şekilde topyekün savaşılması kesin olarak emredilmektedir. Bu ilâhi emre uymak farz bir görevdir. Bu emirde, helâl veya haram ay gibi bir sınırlama yoktur, emir mutlaktır. Dolayısıyla Müslümanlara bir saldırı olursa, bu haram ayda bile olsa karşılık verilir. Âyette, haram aylardaki savaş yasağının Allah yolunda cihâda engel sayılmaması, cihad emrininduruma ve düşmanların tutumuna göre uygulanması gerektiği, ancak bunun zaman ve mekân ile bağlı bir emir olmadığı bildirilmiş ve ‘haram aylar’ kavramında câhiliye devrinin ‘ne olursa olsun savaş yapılmaz’ anlayışı kaldırılmıştır. (İ. KARAGÖZ 3/157)
Yüce Allâh’ın belirli aylarda yapılan ibâdetleri ay takvimine göre koymasında bir hikmet vardır. Yıl içindeki oruç ve hac gibi ibâdetlerin değişik zamanlara gelmesiyle hem güneş takvimine göre senenin bütün günleri bu ibâdetlerle şereflenmiş hem de zor ve kolay günlerde yapılan ibâdetlerle bir imtihan kazanılmış ve de bir dengeleme meydana gelmiş olacaktır. Allâh’ı tanıyıp da Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı tanımayan müşrikler, haccı ve savaşı belirli aylarda yapmak için haram ayları güneş takvimine göre sabitleyerek ilâhî kanunun aslî gayesini ortadan kaldırmışlar, kâfirliklerini artırmışlardı. Ancak 34. sene Zilhicce’nin 9-10’unun aynı eski yerine geldiğini tespit eden Rasûlullah (s) o sene Vedâ Haccını yapmış ve bunu ilân etmişti. Kamerî (ay) takvimi / hicrî takvim başlangıç olarak Rasûlullah’ın hicretini, güneş takvimi de Hz. Îsâ’nın doğumunu esas almıştır. Kamerî aylar: Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhir, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce. (H. T. FEYİZLİ, 1/191)
(37).‘Haram ayları ertelemek, küfrü artırmaktan başka bir şey değildir.’ Nesî, câhiliye Arapları’nda, haram olan bir ayın hürmetinin bir başka aya ertelenmesi demektir. Çünkü onlar savaş ve talan yapan kimselerdi. Kendileri savaşta iken haram ayı girecek olursa, savaşı terk etmek onlara ağır gelirdi. Bu bakımdan o ayda savaşmayı helâl kılar ve onun yerine bir başka ayı haram kılarlardı. (S. HAVVÂ, 6/175)
‘Onunla (haram ayları erteleme uygulamasıyla) kâfirler şaşırtılır. Bunu bir yıl helâl bir yıl haram sayarlar.’ Erteleme ile, bir yıl helâl, bir yıl da haram kılıyorlar. Yâni, herhangi bir senenin her hangi bir ayını bir taraftan helâl kılarken, diğer yandan bir sonraki sene aynı ayı haram kılabiliyorlardı. (S. HAVVÂ, 6/175)
9/38-39 YERE ÇAKILIP KALANLAR
38. Ey îman edenler! Size ne oldu da: “Allah yolunda hep birden sefere çıkın.” denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhiretten (vazgeçip, yalnız) dünyâ hayâtına mı râzı oldunuz? Ama dünyâ hayâtının faydası (verefahı) âhiretin yanında pek azdır.
39. Eğer (O’nun yolunda) sefere çıkmazsanız, (Allah) size acıklı bir azapla azap eder ve yerinize başka (itaateden) bir topluluk getirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah herşeye kâdirdir.
38-39. (38).‘Ey îman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda hep birlikte savaşa çıkın’ denildiği zaman çakılıp kaldınız.’ Oldukça geciktiniz, dünyâya, dünyevi arzulara eğilim gösterdiniz, yolculuğun zorlukları ve vereceği yorgunluklar hoşunuza gitmedi veya bulunduğunuz yerde, yurtlarınızda oturma eğilimi gösterdiniz. (S. HAVVÂ, 6/196)
Rivâyet olunduğuna göre, bu durum hicretin 9. Yılında Tebük seferine çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. Huneyn ve Taif seferlerinden yeni dönülmüş, mevsim yaz ve sıcak, kıtlık hüküm sürüyordu. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman sayıca ve teçhizat bakımından güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. (ELMALILI, 4/343)
‘Yoksa âhireti bırakıp ta (onunyerine) dünyâ hayâtına mı râzı oldunuz? Hâlbuki dünyâ hayâtının faydası âhiretin yanında pek azdır.’ Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Âhirete göre dünyâ, herhangi bir kimsenin parmağını şu denize batırması gibidir. Artık bu parmağını çekerken denizden neleri alıp eksilteceğine bir baksın’ buyurdu. Ve şehâdet parmağı ile işâret etti. (Hadis, İmam Ahmed, Müslim, S. HAVVÂ, 6/196)
‘Allah yolunda savaşın’ emrine icâbet etmek farzdır: Bu hükmü, ‘Allah yolunda sefere çıkın’ emir cümlesi ifâde etmektedir. Allâh’ın bir emrine katılmamak büyük günahtır. (..) ‘Âhirete değil de dünyaya mı râzı oldunuz?’ Bu soru cümleleri, ‘Ey müminler! Allah yolunda savaşın’ emrine niçin icâbet etmiyorsunuz? (Bu emre) icâbet edin, etmeniz gerekir’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 3/161)
(39).’Eğer hep birden seferber olmazsanız, size acıklı bir azapla azap eder,’ O hoşlandığınız, o uğruna cihâdı terk veya ihmal ettiğiniz dünyâ hayâtınızı kıtlık, sefâlet, mağlûbiyet ve mahkûmiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. (..) ‘ve başka bir kavimle değiştirir.’ Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. (ELMALILI, 4/345)
Allah Peygamberin savaş dâvetine uymayanları cezâlandırır. Başkomutan Hz. Peygamberin savaş çağrısına uymak farzdır. Bu çağrıya uymayanların cezâlandırılması, savaş hukûkunun gereğidir. (İ. KARAGÖZ 3/162)
Çağlar boyunca Arapların durumuna bakacak olursak, şunu görürüz: Onlarda cihad rûhunun öldüğü ve cihâdın gereklerini yerine getirmeyi terk ettikleri zaman, Allah onları zelil kılar ve İslâm sancağını yükseltmek için Türkler ve başka kavimler gibi diğer birtakım toplumları sahneye çıkartır. (S. HAVVÂ, 6/197)
9/40. PEYGAMBER EFENDİMİZİN HİCRETİ
40. (Ey müminler!) Eğer siz, o (AllahRasûlü’)ne yardım etmezseniz (hatırlayın), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir: Hani vaktiyle kâfirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları (hicretinesebepoldukları) zaman, (EbûBekir’le) ikisi (Sevrdağında) mağarada iken, arkadaşına: “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle berâberdir.” diyordu. (İşteozaman) Allah, o(nayardımettivearkadaşınınkalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O’nu, görmediğiniz askerlerle (meleklerle) destekledi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (dâvâsını) en değersiz hâle getirdi. Allâh’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak gâliptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.
40-40. ‘.. eğer siz ona yardım etmezseniz, doğrusu Allah ona yardım etmişti.’ Bu âyette Hz. Peygamberin Mekke’den Medîne’ye hicret olayından söz edilerek Müslümanlar ilâhi yardımın mânâsı ve değerini düşünmeye çağırılmaktadır. Enfâl 8/30 âyet, hicret öncesi müşriklerin komplo hazırlıklarına temas etmektedir. Kur’an’da, Rasûlullah’ın Medîne’ye hicretine açık biçimde değinen yegâne âyet bu âyettir. (KUR’AN YOLU, 3/10)
‘İkinin ikincisinden ibaretti.’ Yâni o, iki kişiden birisi idi. Bu iki kişi ise, Rasûlullah (s.a.) ile Ebu Bekir (r) idi.
‘Hani onlar mağarada idiler.’ Bu mağara Sevr dağının tepesindeki bir oyuktur. Bu dağ Mekke’nin sağ tarafından bir saatlik (5 mil, KUR’AN YOLU) mesâfede bulunmaktadır. Orada üç gün süreyle kaldılar.
‘Hani o arkadaşına: üzülme, Allah bizimledir, diyordu.’ Hadis: Hz. Ebu Bekir, Hz. Enes’e mağarada bulundukları sırada (olanları) şöyle söylemiştir: ‘Onlardan herhangi bir kimse ayaklarının dibine bakacak olursa, bizi hemen oradan görebilecektir.’ Peygamber şöyle buyurdu: ‘Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün Ey Ebu Bekir?’ (Buhâri, Müslim’den, S. HAVVÂ, 6/197)
‘Onu sizin görmediğiniz ordularla (meleklerle) desteklemişti.’ Mağarada oldukları zaman, kâfirlerin onu görmelerine imkân vermedi. Veya Allâh’ın Bedir, Ahzab ve Huneyn gibi günlerde peygambere (s) yapmış olduğu yardımlar kast edilmiş olabilir. (S. HAVVÂ, 6/198)
‘Allâh’ın kelimesi, o en yüce olandır.’ Hadis: Rasûlullah (s)’e, birisi kahramanlık olsun diye, birisi hamiyet maksadıyla, birisi de riyâkârlık için savaşan kişilerin durumu soruldu ve ‘Bunların hangisi Allah yolundadır? Denildi. O şöyle buyurdu: ‘Allâh’ın sözü en yüce olsun diye kim savaşıyorsa, işte onun savaşı Allah yolundadır. (Buhari, Müslim, Ebu Mûsâ El Eş’ari’den, S. HAVVÂ, 6/198, 199)
‘.. inkâr edenlerin (şirke dâvet) sözünü en değersiz hâle getirdi.’ Kâfirlerin kelimesinin en düşük, en alçak, en değersiz yapılması, Allâh’a ortak koşma esâsına dayalı bâtıl dînin Hicaz bölgesinde târih sahnesinden silindiğini, ‘Allâh’ın kelimesinin en yüksek olması’ ise İslâm’ın yükseldiğini ve Hicaz bölgesine hâkim olduğunuifâde eder. (İ. KARAGÖZ 3/165)
9/41-49. SAVAŞA KATILMAMAK İÇİN MÂZERET UYDURANLAR
41. (Eymü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak (kolayzor; silâhlısilâhsız; binekliyaya) hep birlikte sefere çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır.
42. (Ey Peygamberim!) Eğer o (cihad), yakın bir menfaat (ganimet) elde etme ve orta yollu (yakınlıkta) bir yolculuk olsaydı (omünâfıklar) elbette sana uyarlardı. Fakat o meşakkatli (olanTebükseferi) olunca, onlara uzak geldi. Bununla berâber onlar, (sendönünce): “Eğer gücümüz yetseydi sizinle berâber çıkardık.” diye kendilerini helâk edercesine Allâh’a yemin edecekler. Allah, onların yalancı olduklarını elbette bilmektedir.
43. (Ey Peygamberim!) Allah seni affetsin. (Ama) doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalan söyleyenleri sen bilinceye kadar (beklemeyipde) niçin o (münâfık)lara (seferdengerikalmalarıiçin) izin verdin?
44. (Ey Peygamberim!) Allâh’a ve âhiret gününe inananlar, mallarıyla, canlarıyla savaşmaları husûsunda senden (birbahâneile) izin istemezler. Allah, müttakîleri (emrineuyan, itaatsizliktensakınanları) çok iyi bilmektedir.
45. Ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olan kimseler, senden (savaşagitmemekiçin) izin ister(ler). İşte onlar, şüphelerinin içinde bocalayıp dururlar. [bk. 24/62]
46. (Ey Peygamberim!) Eğer (münâfıklar, savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların (korkakça) davranmalarını çirkin gördü de kendilerinin geri kalmalarına imkân verdi ve (onlara): “Oturun, oturan (kadın, hasta, yaşlı)larla berâber.” denildi.
47. Eğer münâfıklar, sizinle savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmaz ve sizi (birbirinizekarşı) fitneye düşürmek isteyerek aranıza sokulur (tuzakkurar)lardı. İçinizde onlara kulak verecekler de var. Allah o zâlimleri hakkıyla bilendir.
48. Andolsun münafıklar, daha önce (Uhudgazvesinde) de fitne (vefesat) çıkarmak istemişler ve senin aleyhinde türlü türlü hileler yaptılar. Nihâyet gerçek (olan, Allâh’ınemriyerine) gelmiş ve onlar istemedikleri hâlde, Allâh’ın emri (irâdesi, dîni) üstün geldi.
49. Münâfık)lardan kimi de: “Bana izin ver, beni fitneye (günaha) düşürme.” der. Haberin olsun ki onlar, zâten fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri kesinlikle kuşatacaktır.
41-49. (41).‘Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak elbirliği ile savaşa çıkın.’ Özür sâhibi olanlar dışında, hepiniz savaşa çıkınız. (..) Az-çok, zor-kolay, silâhlı-silâhsız, süvari-yaya, genç-ihtiyar (KUR’AN YOLU, 3/14), sağlıklı ve hastalar olarak dahi olsanız savaşa katılınız. (S. HAVVÂ, 6/199)
‘Mallarınız ve nefislerinizle Allah yolunda cihad edin.’ Bu mümkün olduğu takdirde hem mal hem nefis ile cihad edin. Yâhut da bu buyruk, duruma, ihtiyâca ve imkâna göre cihâdı farz kılmaktadır. (S. HAVVÂ, 6/199)
Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. (ELMALILI, 4/347)
Canı ile cihada katılmak; (a). Savaşa fiilen katılmak, (b). Savaşa katılacakları eğitmek, cihad ile ilgili Allâh’ın emirlerini öğretmek, (c). Cihâdın hükümlerini ve önemini anlatmak, (ç). Komutan olarak savaşı yönetmek, (d). Düşmanın harekâtı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbârat görevi yapmak, (e). Savaş hakkında bilgi ve tecrübelerini ilgililere bildirmek şeklinde olabilir. Malı ile cihada katılmak; (a). Savaş araç, gereç, silâh, (taşıt, makine), yiyecek ve içecek ile katılmak, (b). Savaşa katılacakların ihtiyaçlarını karşılamak, (c). Savaşa parasal destek vermek, şeklinde olur. (İ. KARAGÖZ 3/166)
Bu âyete göre, savaşa katkı verebilecek malı ve mülkü olanlar ile bedenen savaşa katılabilecek sağlığı ve gücü (yerinde) olanların savaşa malı ve canı ile katılmaları farzdır. Zihinsel ve bedensel engelli ve hasta olanlar (48/17) fiilen savaşa katılmakla yükümlü değillerdir. (İ. KARAGÖZ 3/167)
(42).‘..gücümüz yetseydi her hâlde biz de sizinle berâber çıkardık, diye Allah adına yemin edeceklerdir.’ Bu cümle, gaybden bir haberdir ve Tebük seferinin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yâni, siz onların uzak ve zahmetli görüp, katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o zaman onlar size katılmadıkları için, özür beyan edecek ve size hulûs çakmak için, yalan yere yemin edeceklerdir. (ELMALILI, 4/350)
Rasûlullah (s) Tebük seferine katılmayı emrettiği zaman insanlar üç gruba ayrıldılar. (1) Bir grup, acele davranıp emre itaat etti. Bunlar muhâcir ve ensârın ileri gelenleri idi. (2) Fakir müminlerin bir kısmına Allâh’ın emri ve Rasûlü’nün işâretine uymak ağır geldi ve nefislerinin arzusuna uymayı tercihettiler. (3) Bir kısmı da geride kalmayı tercih etti. Bunlar münâfıklar idi. İşte bu âyetler onlar hakkında nâzil oldu. (Ö. ÇELİK, 2/405)
(43).‘Allah seni affetsin. Doğrular sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?’ Bu buyrukta, oldukça lâtif bir şekilde serzenişte bulunulmuştur. Çünkü hitâbın başına affetme getirilmiştir. Bunun mânâsı ’sen onlara oturmaları için izin verdin ve niçin izin vermekte acele davrandın? Anlamındadır. (S. HAVVÂ, 6/202)
‘Allah seni affetsin! Niçin onlara izin verdin?’ cümlesi, Peygamberimizin günah işlediğini değil, ictihâdında Allah katında öncelikli ve üstün olanı belirlemede isâbet edemediğini ifâde eder. Mâide sûresi 67 ve 68’nci âyetlerinde Bedir savaşında alınan esirlerden fidye alınmaları konusunda da benzeri durum söz konusu olmuştu. (Müslim, İ. KARAGÖZ 3/168)
(44).‘Allâh’a ve âhiret gününe inananlar, mallarıyla canlarıyla savaşmaları husûsunda senden (bir bahâne ile) izin istemezler.’ Yâni cihadda ve cihâda katılmamak konusunda izin istemek müminlerin âdeti değildir. Mümin cihâda kendiliğinden katılır. Bu buyrukta mal ile cihad, nefis ile cihaddan daha önce zikredilmiştir. Çünkü daha önceden eğer mal ile cihad yapılmamış ise nefis ile cihad gerçekleşemez. (S. HAVVÂ, 6/202)
(45).‘Ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olan kimseler, senden izin ister.’ Peygamberin ictihad yetkisi: Nesefi’den: Denildiğine göre, Hz. Peygamber, (s) emrolunmadığı hâlde iki şey yapmıştır: Biri münâfıklara izin vermek, diğeri de esirlerden fidye almak. Bu sebepten dolayı da Allah onu kınamıştır. Burada peygamberlerin (a.s.) ictihad etmelerinin caiz olduğuna delil vardır. Çünkü o (s), bunu ictihad ile yapmıştı. Onun kınanmasının sebebi daha efdal olanı terk etmesidir. (S. HAVVÂ, 6/205)
Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin verdiği zaman, henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuştur: Kelâmda aslolan doğruluk, îmânın gereği de yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise dış görünüşte mümindirler. (ELMALILI, 4/355)
(47).‘.. eğer onlar sizinle savaşa çıksalardı size bozgunculuktan başka katkıları olmaz ve sizi fitneye düşürmek isteyerek aranıza sokulurlardı.’ ‘Sizin içinizde de onları dinleyecekler’ veya onlar adına muhbirlik edecekler ‘de vardı.’ Yâni o münâfıkların fitne çıkarmaya yönelik sözlerine aldanabilecek zayıf kimseler, yâhut onlar lehine câsusluk edebilecek başka münâfıklar da eksik değildi. Ki onlar olmayınca bunlar da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece onların uzak kalmaları, ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı. Nitekim öyle olmuştur. İşte Allah, İslâm ordusunu, onların bu gibi şerlerinden korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları yerde oturttu, alıkoydu. Bununla berâber yine de hemen izin verilmeseydi daha iyi olacaktı. (ELMALILI, 4/357)
(48).‘Doğrusu onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler’ Münâfıkların fitne çıkarma arzuları sâdece Tebük seferiyle sınırlı değildi. Daha önce de fitne çıkarmışlar; meselâAbdullar b. Übeyy Uhud’da 300 arkadaşıyla berâber Müslüman ordusunu terk etmişti. Hendek savaşının en kritik ânında ‘Ey Medîne halkı! Siz burada düşmana karşı koruyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!’ (Ahzab33/13) demişlerdi. Birkaç kez Peygamber Efendimiz’i öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. (Ö. ÇELİK, 2/407)
(49).‘Münâfıklardan kimi de: ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme’ der. Haberin olsun ki onlar, zâten fitneye düşmüşlerdir.’ Yâni benim başımı derde sokma, izin versen de vermesen de gitmeyeceğim; bâri izin ver de beni günaha sokma yahut ‘ben sefere çıksam âilem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana izin ver’ demek istiyordu. Bâzı rivâyetlere göre Cedd b. Kays adındaki münafık ‘Ensar bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın kadınlarla, yâni Şam taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belâya sokma, lâkin sana malımla yardım edeyim de benim yakamı bırak’ demek cesâretini bile göstermişti. (ELMALILI, 4/360)
9/50-57. TEBÜK GAZVESİNDE MÜNÂFIKLARIN DURUMU
50. (Ey Peygamberim!) Sana bir iyilik (zafer ve ganîmet) gelirse o (münafık)ları üzer. Eğer sana bir kötülük / yenilgi gelirse: “Biz daha önceden tedbirimizi almıştık (biziilgilendirmez).” derler ve onlar sevine sevine dönerler.
51. (Ey Peygamberim!) De ki: “Allâh’ın bizim için yazdığından başkası, bize aslâ isâbet etmez. O, bizim Mevlâmızdır. Onun için, mü’minler yalnız Allâh’a güvensinler.
52. (Ey Peygamberim!) De ki: “(Siz) bizim için iki iyiliğin birinden (zafer ve şehitlikten) başkasını mı bekliyorsunuz? (Bubizimözlediğimizşeydir.) Oysa biz, Allâh’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle, sizi bir azâba uğratmasını bekliyoruz. Haydi bekleyin! Biz (de) sizinle berâber (âkıbetinizi) beklemekteyiz.”
53. (Ey Peygamberim!) De ki: “İster gönüllü, ister gönülsüz harcama yapın, sizin harcamanız aslâ kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsık (Allahyolundaitaattençıkan) bir topluluk oldunuz.”
54. (Münâfıkların) harcadıklarının, kabul edilmesine engel olan (teksebep), sâdece onların Allâh’ı ve Rasûlü’nü (içteniçe) inkâr etmeleri, namaza ancak üşene üşene gelmeleri ve (harcamalarını) isteksiz yapmalarıdır. [bk. 4/142-143]
55. (Ey Peygamberim!) Artık onların malları da evlâtları da seni imrendirmesin. Ancak Allah, dünyâ hayâtında onlara, bunlarla azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diler. [krş. 20/131]
56. (Ey müminler! Münâfıklar) kendilerinin gerçekten sizden olduklarına (dâir) Allâh’a yemin ederler. Hâlbuki onlar, sizden değillerdir. Fakat onlar çok korkak bir topluluktur.
57. Eğer münâfıklar sizden kaçıp sığınacak bir yer yâhut mağaralar veya girecek bir yer bulsalardı, şüphesiz ki onlar koşarak oraya yönelirlerdi.
50-57. (50).‘Sana bir iyilik isâbet ederse’ bir güzel başarı, bir zafer, bir ganimet nasip olursa ‘onları fenâlaştırır’ kıskançlıklarından fenâlarına gider, ‘ve şâyet sana bir musîbet uğrarsa’ bir kötülük gelirse, savaşlardan birinde bir zarar, musibet olduğu kesinlikle belli olan bir olay başına gelecek olursa, kendi yaptıklarını beğenip fikirleriyle kasılarak, ‘iyi ki, biz daha önceden işimizi ele aldık, derler.’ Yâni uyanıklık ettik, tedbirli davrandık, musibet bizi bulmadan işimizi gördük, yakamızı kurtardık, diye konuşur dururlar. Müslümanlarla berâber olmayıp, gazâdan kaçınmaları sözlü ve fiili nifaklarıyla kâfirlere hizmet ve dostluk etmeleri gibi şeylerle övünürler ve bu nifâkın kâfirler katında revaç bulacağını ve bunun müsîbetten sonra değil, önceden yapıldığı takdirde işe yarayacağını düşünürler. ‘ve sevinerek dönerler,’ toplanıp konuştukları yerden keyifli keyifli döner giderler veya kâfirler tarafına dönüverirler, sevine sevine döneklik yaparlar. (ELMALILI, 4/361)
51, 52 ve 53’ncü âyetler, Allah Rasûlü’ne, münâfık kimselere üç hususu hatırlatmasını emretmektedir. Bu üç âyet ‘Kul’: ‘De ki’ emri ile başlamaktadır.
(51).(a) ‘De ki Allâh’ın bizim için yazdığından başkası, bize aslâ isâbet etmez.’ Acı, tatlı başımıza her ne gelirse hepsi Allâh’ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimizedir. Dünyâya veya âhirete âit menfaatımız ve hayrımız içindir. ‘O bizim mevlâmızdır,’ sâhibimiz, yardımcımız ve işleimizin velisidir. Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velâyet O’nundur. O nasıl dilerse öyle yapar, istediğini yapmakO’nun hakkıdır ve ne yaparsa hakkımızda hayırlısını yapar. (ELMALILI, 4/361)
Tevekkül, çalışmadan, sebeplere sarılmadan, işi Allâh’a havâle etmek, değildir. İnsan her ne iş yaparsa yapsın, o işini kurallarına uygun olarak yapacak, çalışacak, sabredecek, Allah’tan başarısı için yardım isteyecek ve Allâh’ın kendisini başarılı kılacağına güvenecektir. Bu konu, şu âyette açıkça ifâde edilmiştir: ‘Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve Rablerine tevekkül ederler.’ (29/5-59). Buna göre çalışma, sabır ve tevekkül birlikte olacaktır. (İ. KARAGÖZ 3/174).
(52). (b) ‘De ki (siz) bizim için iki iyiliğin birinden (şehitlik ve zaferden) başkasını mı bekliyorsunuz’ (Bu bizim özlediğimiz şeydir) Oysa biz, Allâh’ın ya kendi katından veya bizim elimizle, sizi bir azâba uğratmasını bekliyoruz. Haydi bekleyin.’ Yâni bizim hakkımızda beklediğiniz âkıbet, her biri âkıbetlerin en güzeli olan iki şeyden biridir: Ya zaferdir, ya şehitliktir. Bu ikisinden başka bir şey değildir. Biz sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gâzi olacağız; ya da şehit düşeceğiz. (ELMALILI, 4/362)
‘..bekleyin’ emri, tehdit içindir. Münâfıkların bekleyecekleri şeytanın vaadleridir. Müslümanlar da sürekli Allâh’ın yardımını beklerler. Müslümanların yardım beklemeleri ‘müterabbisûn’ şeklinde ism-i fâil olarak ifâde edilmesi, yardım umutlarının sürekliliğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 3/175).
(53).(c) ‘De ki, ister gönüllü, ister gönülsüz harcama yapın, sizin yardımınız aslâ kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fâsık bir topluluk oldunuz.’ Yaptığınız harcamalarınız Allah katında bir hayır ve hasenat olmak üzere nam ve hesabınıza kaydolunmayacak ve kabul olunmayacaktır. Bundan dolayı ne görecekseniz önden göreceksiniz, âhirette karşılığını göremeyecek, azaptan kurtulamayacaksınız. (ELMALILI, 4/363)
(54)’ncüâyette, onların infaklarının kabul edilmeyişlerinin sebepleri sayılmaktadır. Birinci sebep: ‘Onlar Allâh’a ve Resulüne kâfir olmuşlardır.’ İkinci sebep: ‘Namaza da mutlaka tembel tembel gelirler.’ Üçüncü sebep: ‘ve mallarını da ancak istemeye istemeye harcarlar.’
Hadis: Allah mümine zulmetmez. İşlediği güzel amelinin karşılığını dünyâda varir, âhirette de bu ameli sebebiyle mükâfatlandırır. Kâfire gelince, Allah için yaptığı güzel amelleri sebebiyle dünyâda onu rızıklandırır, nihâyet âhirete geldiği zaman, onun ödüllendirilebileceği bir hasenât kalmaz.’ (Müslim Sıfatü’l Münâfikin 56; İ. KARAGÖZ 3/177).
(55).‘İşte bundan dolayıdır ki, onların ne malları ne evlâtları seni imrendirmesin.’ Sana bir bahtiyarlıkmış gibi görünmesin. Allah, onlara bu nimetleri ne diye böyle çok çok veriyor diye hayrete düşürmesin. (..) ‘Allah ancak şunu murad ediyor’ İrâde buyuruyor ki,’ ‘Onları bunlar sebebiyle dünyâ hayâtında azâba uğratsın.’ Bu yüzden elemlere, kederlere ve dertlere giriftar eylesin. Bu dertlerle uğraşıp dururken, o büyük âkıbeti düşünmeye vakit bulamasınlar. (ELMALILI, 4/364)
Bu âyet-i kerîmede Mu’tezile mezhebinin: Allah hakkında daha iyi olanı yapmak vacibdir ve günahlar Allâh’ın irâdesi ile değildir’ şeklindeki görüşlerinin tutarsız olduğuna dâir delil vardır.Çünküâyet-ikerimeninbizebildirdiğinegörekâfirleremalveevlâdınverilmesininsebebi, onlara azap etmek ve küfür üzere canlarını almak içindir. (S. HAVVÂ, 6/210)
(56).‘..ve gerçekten sizdendirler’ yâni Müslümanlardandırlar ‘diye Allâh’a yemin ederler. Hâlbuki sizden değildirler.’ Çünkü onlar duygu ve eğilimleriyle birlikte kâfirlerden yanadırlar. ‘ancak onlar korkak bir kavimdirler.’ Yâni kendilerini öldürmenizden korktukları ve korkaklıkları sebebiyle münâfıklıklarını gizleyerek, Müslüman olduklarını gösterirler. (S. HAVVÂ, 6/210)
(57).‘Eğer sığınılacak bir yer’ herhangi bir dağın başında, bir kalede veya bir adada sığınıp kendilerini koruyabilecekleri bir yer ‘yâhut mağaralar’ dağın tepesindeki kovuklar ‘veya başlarını sokacak bir delik’ içine gizlenecekleri bir tünel ‘bulsalardı, çabucak oraya yönelirlerdi.’ (S. HAVVÂ, 6/210)
Bu âyetler münâfıkların iki yüzlü olduklarını, ister istemez zorunluluktan müminlerin arasında yaşadıklarını, müminleri sevmediklerini, istemeyerek mümin gibi davrandıklarını, bilinip tanınmaktan korktuklarnı, imkân bulsalar müminlerin arasından çıkıp gideveklerini ifâde etmektedir. (İ. KARAGÖZ 3/178, 179).
9/58-60 ZEKÂT VERİLECEK KİMSELER
58. (Ey Peygamberim!) Münâfıklardan kimi de zekât(ınpaylaştırılması) husûsunda seni (îmâlıbirtarzda) ayıplar. O (zekât)lardan (istediklerikendilerine) verilirse hoşlanırlar, verilmeyince de hemen kızarlar.
59. Eğer onlar, Allah ve Rasûlü’nün kendilerine verdiği şeye râzı olsalardı ve: “Bize Allah yeter, yakında hem Allah hem de Rasûlü bize bol lütfundan verecek. Biz, sâdece Allâh’a rağbet eden (ümitbağlayan)larız.” deselerdi (kendileriiçinhayırlıolurdu).
60. Zekâtlar, Allah tarafından bir farz olarak ancak, fakirlere, yoksullara, o (zekât)ların toplanmasına memur olanlara, kalpleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (âzâdedilecek) köle (veesir)lere, (borcunuveremeyecekolanfakir) borçlulara, Allah yolundaki (mücâhid)lere, muhtaç kalan yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
58-60. (58). ‘Onlardan bir kısmı zekâtlar hakkında îmâlı söz dokundurur.’ Veya gizli gizli söz atar, seni arkandan çekiştirip ayıplar. (..) Huneyn zekâtının bölüştürülmesinde İslâm’a yeni girmiş bulunan Mekke halkını İslâm’a ısındırmak için, Hz. Peygamber onlara fazla fazla pay vermişti. İbn-ü Zü’l Huveysıra adı verilen Hurkus b. Züheyri Temimi ‘Adâletli davran Yâ Râsûlâllah’ demiş, Hz. Peygamber de ‘Yazıklar olsun sana, ben de adâlet yapmazsam kim adâlet yapar?’ buyurmuştu. İşte bu Hurkus, daha sonraki yıllarda Hariciler denilen ayrılıkçı çetenin reisi olmuştu. (ELMALILI, 4/365, 366)
(..) Bu âyet belirtiyor ki, bu söz münâfıklardan bir grubun sözüdür. Onlar bunu, aşırı bağlılıklarından bdolayı söylemiyorlardı. Kendilerine düşen paya râzı olmadıkları için, büyük paylar kendilerine düşmediği için bu tür sözler söylüyorlardı. Bu da, onların münafık olduklarının apaçık belirtisidir. Yoksa bu dîne îman eden bir kimse, Peygamberimiz (s) ahlâkı konusunda şüpheye düşmez. Çünkü o, Peygamber olmadan önce dahi doğru sözlü, güvenilir bir insan olarak biliniyordu. (S. KUTUB, 5/326)
(59).‘Keşke onlar Allâh’ın ve peygamberinin kendilerine verdiklerinden hoşnut olsalardı. ‘Ve Allah bize yeter, yakında Allah bize lütfundan verir, Rasûlü de (verir). Biz ancak Allah’tan umarız, demiş olsalardı.’ ‘Allah’tan, lütfundan bize vereceğini ümit ederiz’ deselerdi, daha hayırlı olurdu. Âyet-i kerime geniş çapta edepler içermektedir. Çünkü bu âyet bize, Allâh’ın verdiklerinden râzı olmayı, yalnızca Allâh’a tevekkülü öğrettiği gibi, Rasûlullah (s)’e itaat etmek, onun emirlerine uymak, yasakladığı şeyleri terk etmek, haberlerini tasdik etmek, onun izinden gitmek konusunda başarı ihsan etmeyi, sâdece Allah’tan beklemeyi de öğretmektedir. (S. HAVVÂ, 6/212)
(60).‘Sadakalar’ Sadaka, insanın malından sırf Allâh’ın hakkı olarak ayırdığı vergidir. Sadaka, her şeyden önce vâcip veya nâfile olmak üzere iki kısımdır. Ki, vâcip olan kısmına zekât denilir. (ELMALILI, 4/367)
Farz olan sadaka (zekât) ticâret malları, nakit para, altın, gümüş, sâime denilen hayvanların zekâtı, tarım ürünlerinin öşrü, define ve madenlerin zekâtı gibi çeşitleri ve nefsin zekâtı olan fıtır sadakasını kapsar. Âyette kast edilen budur. (H. DÖNDÜREN, 1/337)
Sadaka kavramında üç ana unsur vardır: (a) Verilecek kimsenin yoksul (fakir) olması, (b) Temlik: Zekâtın (sadakanın) alanın eline geçmesi ve tasarruf edebilmesi, (c) Allah için verilmiş olması. (ELMALILI, 4/367)
Zekâtın verileceği sekiz sınıf: (1). (2). ‘Fakirler ve miskinler içindir.’
Fakir, nisâp miktarına yâni en az zenginlik miktarı kadar mala mâlik olmayan, geliri giderini karşılamayan kimsedir ki, dilenmesi helâl değildir. (..) Miskin (yoksul) ise hiç malı olmayıp yiyecek ve giyecek temini amacıyla dilenmeye ihtiyacı olan kimsedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/ 195)
Âyette miskin şöyle belirlenir: ‘Yersiz, yurtsuz, evsiz-barksız, yoksul ve kimsesizler (Beled, 90/16) (H. DÖNDÜREN, 1/337)
(3). ‘ve sadakalar üzerinde amil olanlar’ Yâni toplanıp biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, yazıcılar, koruyucular, bekçiler, meselâ davar ve sığır cinsinden toplanan zekatların çobanlığını yapanlar, hâsılı bütün bu işlerde çalışanların hizmetleri karşılığı ödenen ücretler. Bunlar için sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları hizmet için ücret olmuş olur. (ELMALILI, 4/368)
(4). ‘kalpleri İslâm dînine ısındırılacak olanlar’ Bunlar birkaç gruptur. Bunlardan birkesimİslâm’a yeni girmiştir, İslâm’asağlıklı bir biçimde bağlanmaları istenmektedir. Bir kesimi de henüz İslâm’a girmemiştir. Kalplerinin ısındırabileceği ve Müslüman olabilecekleri ümit edilmektedir. Bir kesimi ise, İslâm’a girmiş ve sağlıklı biçimde ona bağlanmıştır. Fakat kendi çevreleri içinde yaşayan, kendileri gibi insanların kalpleri ısındırılmak istenmektedir. Böylece umulur ki, yakınlarının geçim imkânlarına kavuştuğunu görenler, Müslüman olma arzusunu duyarlar. (S. KUTUB, 5/328)
Hz. Peygamber’inyaşadığıdönemde ‘kalpleri ısındırılacaklar’ adı altında bâzı kimselere harcamalar yapıldığı konusunda görüş birliği vardır. Fakat onun ölümünden sonra bu harcamaların kaldırılıp kaldırılmadığı konusunda ihtilâf vardır. İmam Ebû Hanife ve taraftarlarına göre bu uygulama Halife Ömer (r) zamanında kaldırılmıştır ve ‘şimdi bu ad altında bir harcama yapmak câiz değildir.’ İmam Şâfii kâfirlere değil, günahkâr Müslümanlara bu başlık altında zekâttan pay verilebileceğini söyler. Diğer fakihler ise, bu tür harcamaların bugün de ihtiyaç duyduğunda câiz olduğu görüşündedirler. (MEVDÛDİ, 2/226)
(5). ‘azad edilecek köleler’ Özgürlüğüne kavuşmak için efendisi ile anlaşma yapan köleye de zekât verilir. (H. DÖNDÜREN, 1/337)
Zekâtın prensip olarak devlet eliyle toplanıp dağıtılmasını öngören Kur’ân’ın (9/103), devlet bütçesinden köle âzâdı için fasıl ayrılmasını istemektedir. Kur’an bu yönüyle sosyal realite olarak bulduğu köleliğin kaldırılması tavrını ortaya koymuştur. (KUR’AN YOLU, 3/26)
(6). ‘Borçlular’ mubah, mendup veya günah sebebiyle olup da sonradan o günahtan tevbe etmiş bulunan, oldukça borçlanmış olan kimselere. (S. HAVVÂ, 6/213)
(7). ‘Allah yolunda olanlar’ Allah yolunda bilfiil savaşanlar yâni sıcak harbe katılanlar kast edilmiştir. (KUR’AN YOLU, 3/26)
Savaşta gerekli olan bütün malzeme ve mühimmat zekât fonundan karşılanabilir. (H. DÖNDÜREN, 1/337)
(8). ‘ve yolda kalmışlar’ Yolculuğa çıkıp kendi malından uzakta olan kimse, muhtaç duruma düşerse, kendisine zekât verilebilir. Hacda parasını çaldıran, yolda trafik kazası geçiren kimseler bu niteliktedir. Sokağa atılmış çocuklar da bu kapsama sokulabilir. (H. DÖNDÜREN, 1/337)
Yolcuya zekât verilebilmesi için, memleketine gidebilecek kadar parası ve malı bulunmaması ve yolculuğa meşru amaçlarla çıkmış olması gerekir. Yolda kalmış, yoluna devam etmek veya memleketine dönmek için maddi imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir. (İ. KARAGÖZ 3/185).
Zekât verilemeyecek olanlar:
(1). Zenginlere zekâtverilmez (Tirmizi),
(2). Gayr-i Müslimlere zekât verilmez. (Tirmizi),
(3). Kişi bakmakla yükümlü olduğu kişilere zekât veremez. (eş, anne, baba, nine, dede, oğlu, kızı ve torunları),
(4). Câmi, okul, köprü, çeşme, baraj, yol yapım ve onarımı için zekât verilmez.
(5). Âkil bâliğ olmayanlara zekât verilmez. (İ. KARAGÖZ 3/185, 186).
Zekât verecek kişi, zekâtını bu sekiz sınıftan hepsine verebileceği gibi, onlardan yalnızca bir sınıfa da verebilir. Hatta tek bir şahsa vermesi de caizdir. (İ. H. BURSEVİ, 7/408) (7.8.2013 bilgisayar ortamına yazıldı. Saat 10.40)
9/61-70 MÜNÂFIKLAR
61. Yine o (münâfık)lardan öyle kimseler vardır ki: “O, (herşeyidinleyipreddetmeyen) bir kulaktır.” diyerek Peygamber’i incitirler. (Ey Peygamberim!) De ki: “(O,) sizin için hayrın kulağıdır; Allâh’a îman eder, mü’minlere inanıp güvenir. (O) içinizden îman edenler için bir rahmettir. Allâh’ın Rasûlü’nü incitenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır.”
62. (Ey müminler!) O (münâfık)lar sizi hoşnut etmek ve kendilerini kabullendirmek için Allâh’a yemin ederler. Eğer onlar mü’min iseler, Allah ve Rasûlü’nü hoşnut etmeleri daha doğrudur.
63. Münâfıklar hâlâ şunu anlayıp öğrenmediler mi ki kim Allâh’a ve Rasûlü’ne muhâlefet eder / karşı koymaya kalkarsa ona, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük zillet ve rezilliktir.
64. Münâfıklar, kalplerinde olan şeyleri, kendilerine haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler (yinedeKur’anveİslâm’ıhafifealıpalayederler). (Ey Peygamberim!) De ki: “Siz alay ededurun. Allah, (içinizdeki, söylemekten) çekindiğiniz şeyleri mutlaka ortaya çıkarandır.” [bk. 47/29-30]
65. (Ey Peygamberim!) Şâyet onlara, (alayetmelerininsebebini) sorarsan: “Andolsun ki biz ancak (vakitgeçsindiye) lafa dalmış şakalaşıyorduk.” derler. De ki: “Allah ile O’nun âyetleriyle ve O’nun Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?”
66. (Ey münâfıklar!) Hiç özür dilemeyin. Siz inandıktan sonra (Peygamber’ihafifealmakla) artık kâfir oldunuz. Sizin bir kısmınızı affetsek bile, (diğer) gruba suç işlediklerinden dolayı azap edeceğiz.
67. Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirinden (yanadırvehepsiaynı)dır. Onlar kötü olanı (İslâm’auygunolmayanı) emrederler, iyilik(ten, Allâh’aitaat)ten menederler, ellerini sıkı (cimri) tutarlar. Onlar Allâh’(a îmânı ve kulluğu) unuttular, O da onları (lütfunu ve rahmetini) terk etti. Şüphesiz ki münâfıklar, hep fâsık (Allâh’ınemrindensapan) kimselerdir. [krş. 59/19]
68. Allah, münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere içinde sürekli kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için devamlı bir azap vardır.
69. (Eymünâfıklar! Sizde) sizden öncekiler gibisiniz. (Üstelik) onlar, kuvvet bakımından sizden daha yaman, malları ve çocukları da sizden daha çok idi. Onlar, (dünyâmalından) hisselerince faydalanıp zevklenmişlerdi. İşte sizden öncekilerin nasiplerince faydalanıp zevklendikleri gibi, payınıza düşenle zevklenmek isteyip onların daldıkları gibi (obatağa) daldınız. İşte onların, dünyâ ve âhirette yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ziyâna uğrayanların ta kendileridir.
70. Onlara, kendilerinden öncekilerin: Nuh, Âd ve Semûd kavminin, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olmuş kasabaların haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara mûcizeler getirmişti (deinanmadıklarıiçinhelâkolmuşlardı). Allah onlara zulmetmiş değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
61-70. (61).‘Şunlar da onlardandır ki, peygambere ezâ ederler.’ ‘Ve o bir kulaktır derler’ Yâni, ne söylenirse dinler, reddetmez, belirtilerine göre kabul olunup olunmayacağı ayırd etmez, yutar. (ELMALILI, 4/376)
Münâfıklar bu sözleriyle peygamber (s) efendimizin zekâsı olmadığını, uzağı görmediğini, meselelerin derinliğine vâkıf olmadığını söylemek istiyorlardı. (İ. H. BURSEVİ, 7/417)
Hz. Peygamber, münâfıkların kabahatlerini yüzlerine vurmaz, merhamet ve kerem gösterirdi. Özellikle yemine çok saygı gösterirdi. Onlar da onun bu tutumunu saflığına verirlerdi. (ELMALILI, 4/377)
İslâm davetçilerinde olması gerekli iki önemli özellik: Tedbir ve insanları çok iyi dinlemektir. Gerçek şu ki, söylenenleri iyice ve dikkatle dinlemek büyük liderlerin ve büyük çapta eğitilmiş insanların en önemli özellikleri arasındadır. Kalpleri kazanmak konusunda söylenenlere kulak vermenin etkisinin büyüklüğü ile ilgili kitap(lar) yazılmıştır. (S. HAVVÂ, 6/222)
(62).‘Münâfıklar sizi râzı etmek için Allâh’a and içip duruyorlar. Oysa asıl hoşnut etmeleri gereken Allah ve Rasûlüdür.’ Nu âyete göre bir söz, iddiâ edenin, iddiâsını ispat etmesi, iddiâyı reddeden kimsenin de yemin etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 3/188).
(63).‘.. kim Allâh’a ve peygambere karşı çıkarsa..’ Peygambere karşı çıkmaktan maksat, Hz. Muhammed (s)’in hak peygamber, Kur’ân’ın hak kitap ve İslâm’ın hak din olduğunu kabul etmemektir. Bu, inkârdır. İnkâr edenlerin gideeği yer ise, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Cehenneme gitmek, rezil ve rüsvâ olmaktır. (İ. KARAGÖZ 3/189)
(64).‘De ki siz alay edin (bakalım) Burada da alay edin’ emri tehdit ifâde etmektedir. Yâni alaya almayın, yoksa cezâsını görürsünüz. Cezâ sizin rezil olmanız içindir. (İ. H. BURSEVİ, 7/424)
Allah Teâlâ, Rasûlü ve Kur’an âyetleri ile alay etmek küfürdür. İstihza (alaya alma): Başkasının ayıplarını gülünecek bir tarzda anlatarak o kişiyi aşağılamaktır. Birisi konuşurken, dil sürçmesi ya da yanlış bir şey söylediğinde gülmek şeklinde olabilir. İstihza, İslâm âlimlerinin tamamına göre haramdır. Bâzı âlimlere göre büyük günahtır. (İ. H. BURSEVİ, 7/427, 428)
(65).’Şâyet onlara sorsan: ‘Andolsun ki biz ancak lâfa dalmış şakalaşıyorduk’ derler.’ Rasûlullah Tebük seferine giderken, münâfıklardan bir grup Rasûlullah hakkında ‘Şu adamın haline bakın, Şam saraylarını feth etmek istiyor. O nerde Şam saraylarını feth etmek nerde?’ diyerek küçümsediler ve dedikodu ettiler. Durum Rasûlullâh’a vahiyle bildirildi. Kendilerine sorulduğunda, ‘Yolculuk zahmetini unutturmak için şakalaşıyorduk’ dediler. Bu âyet münâfıklar hakkında nazil oldu. (KUR’AN YOLU. 1/196)
Münâfıkların Beş Özelliği:
(67).(1).‘münâfık erkeklerle, münâfık kadınlar, birbirlerindendir.’ Bu buyrukta, müminlerin münâfıklardan olamayacağı belirtilmektedir. Münâfıkların, Müslüman oldukları iddiâsı da yalanlanmaktadır. (..)
(2).‘Münkerden emreder’ küfrü, isyânı, İslâm şeriatına muhalefeti emrederler.
(3).Mârûfu yasaklarlar. İtaat ve îmânı yasaklarlar. Onlar bir hayır gördükleri zaman insanları ondan alıkoyarlar. Bir kimse bir sünneti uygulayacak olursa, bu durumu tepki ile karşılarlar. Onlar bir çağrıda bulunduklarında da mutlaka kötülüğe çağırırlar. (S. HAVVÂ, 6/227)
(4).‘Ellerini de sıkı tutarlar.’ Mallarını Allah yolunda harcama, zekât verme ve her türlü hayır işleri yapma konusunda ellerini de sıkı tutarlar. (İ. H. BURSEVİ, 7/430) İyilik, sadaka, Allah yolunda infak konusunda alabildiğine cimridirler. (S. HAVVÂ, 6/227)
(5).‘Allâh’(a îmân)ı unuttular, O da onları unuttu.’ Kahrını ve azâbını değil de, lütuf ve ihsânını onlardan kesmiştir. Burada unutma, mecâzi anlamda terk etme olarak tefsir edilmiştir. Çünkü unutma, Allah’ü Teâlâ için muhâldir. (İ. H. BURSEVİ, 7/430)
(68).‘Allah, münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere içinde sürekli kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır.’ Münâfıklar, mü’minlerin yanında:,“Biz de îman ettik.” derler. Fakat içten içe her fırsatta Allâh’ın emirlerini hiçe sayarlar ve müminlere karşı kin beslemekte olup kâfirlerden daha tehlikelidirler. Farzların yasak, haramların serbest bırakılmasını ve İslâm’a giden yolların engellenmesini isterler. Onlar cehennemde en alt tabakadadırlar.) [bk. 2/8-16; 4/138-145; 63/1-6] (H. T. FEYİZLİ, 1/196)
‘Onlar için sürekli bir azap vardır.’ Hem dünyâda, hem de ahirette, daimi bir azap vardır. Dünyâdaki azapları, nifâkın verdiği sıkıntılar, dış görünüşleri ile iç yapıları arasındaki çelişkilerin verdiği ruhsal sıkıntılardır. (S. HAVVÂ, 6/228)
(70).‘Onlara kendilerinden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavminin, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve alt üst edilen şehirlerin haberi gelmedi mi?’ Nuh kavmi, Tufanda boğulup helâk edildi. Âd kavmi, dondurucu bir kasırga ile helâk edildi. Semûd kavmi, Sarsıntı ve korkunç bir sesle telef edildi. İbrâhim kavmi, Reisleri Nemrut, bir sivrisinekle, ona tabi olanları ise binaları başlarına yıkılmak sûretiyle helâk edildiler. Medyen Halkı, Şuayb (a.s.) kavmidir. Gölge günündeki ateş ile (Şuara 26/89) helâk edildiler. Lût Kavmi, Yurtları alt üst edilmek sûretiyle, üzerlerine taş yağdırılarak helâk edildiler. (İ. H. BURSEVİ, 7/434, 435)
Bâzı rivâyetler, özürsüz olarak cihâda katılmayıp oturmak için izin isteyen münâfıkların sayısının 39 kişi olduğunu zikretmektedir. Bir kısım münâfıklar da fiilen bu savaş çağrısını kabul etmiş ve savaşa katılmışlardır. (S. HAVVÂ, 6/231)
9/71-72 MÜ’MİNLER
71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostları (veyardımcıları)dır. İyiliği (tevhidivesâlihameli) emrederler, kötülükten / kötü olan şeylerden menederler; namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte Allah bu kimselere rahmet edecek (bağışlayacak)tır. Şüphesiz Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [krş. 3/104, 110]
72. Allah, inanan erkek ve inanan kadınlara, içinde sürekli kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allâh’ın onlardan râzı olması (hepsinden) daha büyüktür. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
71-72. (71).‘Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler.’ Din ve dünyâ işlerinde birbirlerine yardım ederler. (İ. H. BURSEVİ, 7/439) Kendi aralarında yardımlaşırlar, Kendilerinin dışında kalanlara karşı da savaşırlar. (S. HAVVÂ, 6/230)
‘İyiliği emrederler, kötülükten men ederler.’ Îman ve Allâh’a itaat başta olmak üzere, her çeşit hayrı içine alan iyiliği emrederler. Küfür, Allah’tan uzaklaştıran dünyâ sevgisi ve diğer her çeşit kötülükten men ederler. (İ. H. BURSEVİ, 7/439)
‘Namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederler.’ Bu âyette, ‘namazı kılarlar’ ifâdesi, daha önce 67. Âyette münâfıklar için söylenen Allâh’ı unuttular ifâdesinin karşılığıdır. Zekâtı verirler ifâdesi, ellerini sıkı tutarlar (cimri davranırlar) ifâdesinin karşılığı, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederler ifâdesi, münâfıkların tam bir fısk özelliğinin karşılığı olarak anılmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 7/439)
‘Allâh’a ve Peygambere itaat’ Kur’an’da yüce Allâh’ın, sahih hadislerde Hz. Peygamberin emir ve yasaklarına, ilke ve hükümlerine uymaktır. Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın beyânı olan sünneti hayâtına hâkim kılan mümin, Allah ve Peygamberine hakkıyla itaat etmiş olur. (İ. KARAGÖZ 3/197).
Hadisler: ‘Müminin, mümine karşı durumu, bir yapı gibidir. Biri diğerini güçlendirir.’ Dedi ve parmaklarını birbirine geçirdi.’
‘Müminin karşılıklı sevgi ve merhametlerinin örneği, bir tek ceset gibidir. Onda herhangi bir organ rahatsızlanacak olursa, vücudun diğer kısımları ateşinin yükselmesi ve uykusuzlukla ona katılır.’ (S. HAVVÂ, 6/232)
(72).‘Allah, mümin erkek ve kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti.’ Allah müminleri cennetlere koyacaktır. Nîmet yurdu olan cennet, Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak geçmektedir. Kur’an’da Firdevs, Naîn, Adn ve Huld cennetleri, cennet ismi olarak; diğer isimler, cennetin nitelikleri olarak zikredilmektedir. Firdevs, Naîm ve Adn cennetleri çoğul, Huld cenneti ise tekil olarak zikredilmiştir. (İ. KARAGÖZ 3/197).
Hadis: İçindeki kapları ve her şeyi altından olan iki cennet vardır. Kapları ve içindeki her şeyiyle gümüşten olan iki cennet vardır. Adn cennetinde, cennetliklerle, Rablerini görmeleri arasında sâdece Yüce Allâh’ın yüzü üzerindeki kibriya örtüsü vardır. (Buhâri, Müslim’den, Ö. ÇELİK, 2/422, 423)
Hadis: Cennette, Allah tarafından kendi yolunda cihad edenler için hazırlanmış yüz derece vardır. Her iki derecenin arası gök ile yer arası gibidir. Allah’tan cenneti istediğiniz zaman Firdevs isteyiniz. O cennetin en yükseği ve cennetin ortasıdır. Cennet ırmakları oradan kaynamaktadır ve onun üstünde de Rahmân’ın arşı vardır. (Buhâri Cihad 4; Ö. ÇELİK, 2/423)
Hadis: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü ‘Bize cennetten ve cennetin yapılarının neden olduğundan söz et.’ Şöyle buyurdu: ‘Bir taş altın, bir taş gümüştür. Harcı miskten, çakılları inci ve yakuttan, toprağı zaferandandır. Oraya giren keder görmez, ölmemek üzere ebedi kalır. Elbiseleri eskimez, gençliği son bulmaz. (İmam Ahmed, Ebu Hüreyre’den, S. HAVVÂ, 6/231, 232)
9/73-80 KÂFİRLER VE MÜNÂFIKLAR
73. Ey Peygamber! Kâfirler(ekarşısilâhla), münâfıklar(akarşıdelilgetirerek, dil) ile cihadda bulun ve onlara karşı sert (ve katı) davran; onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir! [bk. 9/123; 48/29; 66/9]
74. (Ey Peygamberim! Münâfıklar, seninaleyhindesöz) söylemediklerine dâir, Allâh’a yemin ederler. Hâlbuki (seniküçümseyerek) küfür kelimesini söylediler, Müslümanlık’tan sonra kâfir oldular ve elde edemedikleri şeye (sanabirsuikastyapmaya) yeltendiler. İntikam almaya kalkışmaları başka sebeple değil; ancak Allah ve Rasûlü, O’nun “lütuf ve yardımından” o (mü’mi)nleri zengin etti diyedir. Eğer (münâfıklıktan) tevbe ederlerse, kendileri için daha iyi olur. Eğer yine (sözvehareketleriyleinkâra) dönerlerse, Allah onlara dünyâda ve âhirette acıklı bir azap ile azap eder. Onlar için yeryüzünde ne bir dost ne de yardımcı vardır. [krş. 5/59; 7/126; 85/4-9]
75. Onların bâzıları da: “Şâyet O (Allah), lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve muhakkak iyilerden olacağız.” diye Allâh’a kesin söz verenler vardır.
76. Allah, lütfundan kendilerine verince de cimrilik ettiler, (verdiklerisözüyerinegetirmektenveitaatten) yüz çevirdiler. Onlar, zâten dönek kimselerdir.
77. Sonunda, O’na verdikleri sözlerden caydıkları ve yalan söylediklerinden dolayı, Allah, kendisine kavuşacakları güne kadar, onların kalplerine münâfıklığı yerleştirdi.
78. (Münâfıklar,) Allâh’ın kendilerinin sırlarını da, (mü’minleraleyhineyaptıkları) gizli konuşmaları da bildiğini ve Allâh’ın (bütün) gaypları (bilinmeyenvegörünmeyenleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ bilip anlamadılar mı?
79. Sadakalar husûsunda, gönülden bağışta bulunan mü’minleri çekiştiren ve (vermekiçin) güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay eden (omünâfık)lar var ya, Allah onları maskaraya çevirecektir, onlar için bir de acıklı azap vardır.
80. (EyRasûlüm!) O (Ölen münafık)ların bağışlanmasını ister dile, ister dileme! Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de, Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı (îmandasamimiolmayıp) küfre sapmalarındandır. Allah, emrinden sapan (fâsık)lar topluluğunu doğru yola eriştirmez.
73-80. (73).‘Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad aç! ‘Ve onlara karşı katı ol’ Yumuşak davranma. Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnızca kılıç ile veya başka silâhlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu ifâdeden anlaşıldığına göre cihad kelimesi kıtal (yâni savaş) kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. Münâfıklara karşı açılacak cihad, delil ortaya koymak ve belgeleri açıklamak şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçekten cihad kılıçla, dille, yazı ve yayın yoluyla veya başka yollarla cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir, savaş sâdece bunun özel çeşididir. (ELMALILI, 4/383, 384)
Münâfıklara karşı kılıçla savaşmak caiz değildir. Çünkü bizim şeriatımız, zahire göre hüküm verir. Münâfıklar ise, Müslüman olduklarını söylerler ve küfrü kabul etmezler. (İ. H. BURSEVİ, 7/448) İbn-i Abbas: Yüce Allah kâfirlere karşı kılıçla cihad etmeyi, münâfıklara karşı da dil ile cihad etmeyi emretmiş, onlara karşı yumuşak davranmamayı da öngörmüştür. (S. HAVVÂ, 6/246, 247)
Müminlerin emiri Ali b. Ebi Tâlib (r)’in şu sözleri daha önce geçmişti: Rasûlullah ile birlikte dört kılıç gönderilmiştir: Bunlardan (1) birisi, müşriklere karşıdır. Haram aylar çıkınca artık müşrikleri bulunduğunuz yerde öldürün’ (âyet 5) (2) İkinci kılıç, kâfirlere ve küfür ehline karşıdır: ‘Kitap verilmiş olanlardan…. Küçülmüşler olarak cizyeyi verinceye kadar savaşın’ (âyet 29). (3) Üçüncü kılıç, münâfıklara karşıdır. ‘Ey peygamber! Kâfirler ve münâfıklar ile cihad et!’ (âyet 73). (4) Dördüncü kılıç ise isyan edenlere karşıdır: ‘Karşı gelen kesim ile Allâh’ın emrine dönünceye kadar savaşınız’ (Hucurat, 49/9) Bu ise, nifâkı açıkça ortaya koydukları takdirde onlara karşı kılıçla cihad edilmesini gerektirmektedir. (Çünkü onlar meşru devlet başkanına isyan etmişler, bâği durumuna düşmüşlerdir, Derleyenin notu) (S. HAVVÂ, 6/247)
(..) Cihâdı üç kısma ayırmak mümkündür: (a). İslâm’ı yaşayarak ve anlatarak tebliğ etmek, (b). Müslümanlara saldırı ve savaş açıldığında mal ve canla fiilen savaşmak, (Buhâri). (c). Allâh’aitaat konusunda nefisle mücâdele etmek, (d). Şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı koymak. (İ. KARAGÖZ 3/199).
(74).‘(Münâfıklar senin aleyhinde söz) söylemediklerine dâir Allâh’a yemin ederler.’ Celas b. Suveydadlı minafık ‘Muhammed’in dedikleri doğruysa, eşeklerden olalım’ dedi. Amir b. Kays cevaben, ‘Muhammed doğru söylüyor. Siz eşeklerden alçaksınız.’ Durum, Hz. Peygambere intikal ediyor. Celas, ‘O bana iftira ediyor’ dedi. Her ikisi yeminleşti. Amir (r) kendisini doğrulayan âyetin inmesi için duâ etti. Bunun üzerine bu âyet indi. (H. DÖNDÜREN, 1/338)
‘Başaramayacakları bir şeye kalkıştılar.’ Münâfıklardan 15 kişi Tebük dönüşü Akabe yolunda Allâh’ın elçisini uçuruma düşürmek için suikast hazırlamış, ancak sonuçsuz kalmıştı. (H. DÖNDÜREN, 1/338)
‘Onlardan bâzıları da ’Şâyet o (Allah), lütuf ve kereminden bize ihsan ederse’ bize mal verirse ‘mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve muhakkak sâlihlerden de olacağız’ bize verdiklerine karşılık îman ve sâlih amelde bulunmak sûretiyle şükredeceğiz; ‘diye Allâh’a kesin söz verdiler.’ (S. HAVVÂ, 6/252)
(76).‘Ama Allah onlara (malvermekle) lütfundan ihsan edince, cimrilik ettiler. (Allâh’ın hakkını yerine getirmediler, sözlerinde durmadılar.) Ve gerisin geri dönerek (Allâh’a itaatten) yüz çevirdiler.’ (..) Bu âyetlerde belirtildiği üzere bir kısım münâfıkların yaptığı gibi, sırf kendi çıkarının söz konusu olduğu durumda Allâh’a yönelen, üstelik -beklentisine kavuşursa bunları – hayır yolunda kullanacağına dâir Allâh’a söz veren, kendilerine ilâhi bir lütufta bulunulduğunda hemen cimrileşen ve yüz çeviren kimseler sorumluluk bilincini ve kendilerine olan saygıyı yitirmiş insanlardır. Onların ne Allâh’a, ne kendilerine, ne de başka insanlara vedikleri söze güvenilir. (KUR’AN YOLU, 3/39)
Allâh’a söz verdiği halde bu sözüne bağlılık göstermeyen ve ahdine vefâ göstermeyerek Allâh’a yalan söyleyen bir insanın kalbi nifaktan kurtulamaz! Hadis: ‘Münâfıkın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünden cayar, emânete ihânet eder.’ (Buhâri, Müslim) Sözünde durmamanın ve Allâh’a yalan söylemenin kaçınılmaz sonucu her zaman kalplerde bir nifak oluşturur, işte bu âyetin burada sözünü ettiği münâfık insanların durumu da budur. (S. KUTUB, 5/347)
(78).‘(Münâfıklar) Bilmezler mi ki, Allah onların içlerinde gizledikleri (münâfıklıklarınıda) kendiaralarındadinitenkitetmeksadakaya cizye adını vermek, bunu vermemek için yaptıkları planlarını) fısıltılarını da bilir.‘ (..) Münâfıkların nitelikleri arasında şunlar da sayılmıştır: Sadakayı engellemek, salahtan uzak olmak ( fesatçılık yapmak), sözde durmamak, yalan söylemek, sadaka verenleri ayıplamak. (S. HAVVÂ, 6/252)
(79).‘Sadaka vermekte gönülden davranan müminlere (diluzatırlar) kınarlar.’ ‘Allah onları maskara etti. (alayetti)’ Zekât farz kılınınca, sahâbe çeşitli bağışlar yapıyordu. Ebû Akil yarım sa’, başka birisi daha fazlasını getirmişti. Münâfıklar, ‘Allâh’ın bunun sadakasına ihtiyâcı yoktur’, diğeri ise ‘gösteriş yapıyor’ dediler. Yukarıdaki âyet, bunun üzerine inmiştir. (Buhâri’den, H. DÖNDÜREN, 1/338)
(80).‘Sen onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme.‘ Bir şey değişmez, her ikisi de eşittir. ‘Allah onları kesinlikle affetmeyecektir.’ Rivâyet olunuyor ki, Abdullah b. Übeyy’in oğlu Abdullah, çok ihlâslı bir Müslüman idi, babasının hastalığında, onun hakkında Rasûlullâh’a duâ ve istiğfar etmesini niyaz etmişti. Peygamber efendimiz de (duâ) etmişti. (ELMALILI, 4/386, 387)
‘Allah fâsık topluluğu doğru yola iletmez’ demek, onları hayırlı işlerde başarılı kılmaz demektir. Ancak yüce Allah, îman etmek isteyenlere engel olmaz. Çünkü Allah, küfre râzı olmaz. Aksine insanların îman etmelerinden hoşnut olur. (39/7, İ. KARAGÖZ 3/206).
9/81-89 TEBÜK GAZVESİNDEN GERİ KALANLAR
81. Allah Rasûlü’(nünemri)ne muhâlefet ederek (Tebükseferinegitmeyip) geri kalan (münâfık)lar, (Medîne’dekalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı çirkin gördüler de: “Sıcakta sefere çıkmayın.” dediler. (Ey Peygamberim! Onlara) de ki: “Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş olsalardı!”
82. (Münâfıklar) Kazandıkları (günahları)nın cezâsı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83. (Ey Peygamberim!) Allah, seni (Tebük’tensonra) o (savaşagitmeyenmünâfık)lardan bir topluluğun yanına döndürür de (onlarbaşkabirsavaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: “Artık benimle hiçbir zaman (savaşa) çıkmayacaksınız ve benimle berâber hiçbir düşmanla aslâ savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk defâda (çıkmayıp) oturmaya razı oldunuz. Artık geri kalan (âcizlervekadın)larla berâber oturun.”
84. (Ey Peygamberim!) Onların (münâfıklarınvekâfirlerin) ölenlerinin hiçbirinin cenâzesinde namaz kılma, (defin, ziyaretveokumakiçin) kabrinin başında durma! Çünkü onlar Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı (îmandasamimiolmayıp) küfre saptılar, fâsık olarak (ilâhîemirlerdensapmışhâlde) öldüler.
85. (Ey Peygamberim!) Münâfıkların (ve kâfirlerin) ne malları ne de evlâtları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla, onlara dünyâda azap etmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister. [bk. 9/55]
86. “Allâh’a inanın ve Rasûlü ile berâber cihad edin.” diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sâhipleri, senden izin istediler ve: “Bırak bizi (savaşagitmeyipevde) oturanlarla berâber olalım.” dediler.
87. Münâfıklar, (savaştan) geride kalan (kadınveçocuk)larla berâber olmaya râzı oldular. Bu sebeple, onların kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar, (gerçekleri) anlamazlar.
88. Fakat Peygamber ve onunla berâber olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte bunlar var ya, bütün hayırlar onlarındır. Onlar, umduklarına kavuşanların ta kendileridir.
89. Allah, onlar için alt tarafından ırmaklar akan ve orada ebedî kalacakları cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluş (vesaadet)tir.
81-89. (81).‘Allâh’ın Rasûlüne muhâlefet için geri bırakılanlar’ Tembelliklerinin, nifaklarının ve şeytanlarının etkisiyle Rasûlullâh’a muhâlefet ederek savaşa gitmeyip oturanlar, ‘oturup kalmalarına sevindiler.’
‘Sıcakta sefere çıkmayın dediler.’ ‘de ki, Cehennem ateşi daha sıcaktır.’ Hadis: Rasûlullah buyurdu: ‘Âdemoğlunun kullanmakta olduğu şu ateşi, cehennem ateşinin yetmişte biridir’ Ashâb-ı kiram, ‘Bu hâliyle bile yeterdi, ey Allâh’ın Rasûlü’ dediler. Hz. Peygamber: ‘Bundan 69 (altmış dokuz) kat daha fazlalık verilmiştir.’ (Buhâri, Müslim, İmam Mâlik’ten, S. HAVVÂ, 6/262)
Hadis: ‘Çok gülme, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.’ (Tirmizi Zühd 1; İ. KARAGÖZ 3/207).
Hadis: ‘Muhammed’in canı kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.’ (Ahmed, İ. KARAGÖZ 3/207). Peygamberimiz (s), sâdece tebessüm etmiş ve ‘Mümin kardeşinin yüzüne tebessüm etmen, senin için bir sadakadır’ buyurmuştur. (Tirmizi Birr 36, İ. KARAGÖZ 3/207)
(82).‘Artık kazandıklarının cezâsı olarak’ bu dünyâda savaşa çıkmayıp geri kalmaktan dolayı sevinmelerine ‘az gülsünler’; âhirette görecekleri cezâ sebebiyle de ‘çok ağlasınlar.’ (S. HAVVÂ, 6/260)
(83).Bu (83 ve 84’ncü) âyetlerde, münâfıklara bir takım cezâlar verilmektedir. (a) ‘Benim yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız’. (b). Bir diğer cezâ, ‘Onlardan (münâfıklardan) ölen hiçbir kimsenin namazını aslâ kılma.’ Abdullah b. Übey ölünce, onun oğlu Rasûlullah’ın yanına geldi ve babasını, kendisiyle kefenlemek üzere bir gömlek vermesini istedi. Hz. Peygamber de verdi. Daha sonra, Hz. Peygamberden onun üzerine namaz kılmasını istedi. Rasûlullah (s) onun üzerine namaz kıldı. (S. HAVVÂ, 6/263)
Bu âyet indikten sonra, Rasûlullah (s) hiçbir münâfığın namazını kılmadı ve kabrinin başında durmadı. Bu durum şânı Yüce Allah rûhunu kabzedinceye kadar böylece devam etti. (S. HAVVÂ, 6/264)
Ömer b. Hattab (r) durumunu bilmediği hiçbir cenâzenin namazını (Huzeyfe b. Yeman onun üzerinde namaz kılmadıkça) kılmazdı. Çünkü Huzeyfe (r) münâfıkları bizzat tanımakta idi. Rasûlullah (s) ona bu münâfıkları açıklamış idi. Bu bakımdan Hz. Huzeyfe’ye sır sâhibi denilmekte idi. (S. HAVVÂ, 6/264)
Açık nifak şekillerinden birisi de, İslâmi olmayan her türlü kitle arasında bulunmakla birlikte, Müslümanlık iddiasında bulunmak ve bu İslâmi olmayan kitlelere, İslâmi olmayan esaslara göre dostluk duygularını vermektir. Böyle davranışın istisnâsı: İslâm için çalışanlar tarafından görev verilmiş olmaktır. (S. HAVVÂ, 6/265)
(84).Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı îfâ etmeleri gereken dîni vecibelerin başında ‘cenâze namazı’ kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gerekmektedir. Âyette bu husûsa işâret edildikten sonra yer alan mezarı başında da durma’ ifâdesini Hz. Peygamber’in cenâzeninm defninden sonraki uygulamasına göre açıklamak uygun olur. Rasûl-i Ekrem bir Müslümanın cenâzesi defnedildikten sonra kabri başında bir süre durur ve etrafındakilere şöyle derdi: ‘Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için duâ ediniz; zîrâ şu anda o sorguya çekilmektedir.’ (Ebû Dâvud, Tirmizi’den KUR’AN YOLU, 3/45)
(87).Münâfıkların kalbinin mühürlenmesi, akıllarını ve yeteneklerini gerçeği anlamakta kullanmamaları, nefislerinin ve şeytanın esiri olmaları, düşünüp anlamaya ve doğruyu dinleyip işitmeye yeteneklerinin kalmaması demektir. (İ. KARAGÖZ 3/211).
(88).‘Fakat o Peygamber ve onunla berâber olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte bunlar var ya, bütün hayırlar onlarındır.’ Burada âyette geçen “bütün hayırlar”dan maksat hakkın zaferi, hâkimiyeti ve bu uğurda savaşanların elde ettikleri ve edecekleri dünyevî ve uhrevî nîmetlerdir. (H. T. FEYİZLİ, 1/200)
9/90-96 TEBÜK GAZVESİ’NE KATILMAYANLAR
90. Bedevîlerden (fakirveçokçocukluolupda) özür beyan edenler, kendilerine (savaştan) izin verilmesi için geldiler; Allâh’a ve Rasûlü’ne yalan söyleyenler de (umursamadanevlerinde) oturdular. Onlardan küfre sapanlara acıklı bir azap isâbet edecektir.
91. Allah ve Rasûlü için, ‘samimi dürüst’ davranışlarda bulunmak şartıyla; güçsüzlere, hastalara, (seferde) harcayacak (birşey) bulamayan (fakir)lere, (savaşakatılmamaktandolayı) bir günah yoktur. İyilik edenler aleyhine bir yol, (kınamayı gerektirecek bir sebep) yoktur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
92. Kendilerini bindir(ipsavaşagönder)men için sana geldiklerinde: “Sizi üzerine bindireceğim bir şey bulamıyorum.” deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözlerinden yaş dökerek dönen kimselere de (birgünah) yoktur.
93. (Ey Peygamberim!) Sorumluluk, ancak zengin oldukları halde (kalplerindekinifaktandolayısavaşagitmemekiçin) senden izin isteyenleredir. Onlar, geri kalan (kadınveçocuk)larla berâber olmaya razı oldular. Allah (inkârda ısrarları nedeniyle) kalplerini mühürledi. Artık onlar, (gerçeği) bilmezler.
94. (Ey Peygamberim! Savaştansonramünâfıklar) yanlarına döndüğünüz zaman, size özür beyan ederler. (Rasûlüm!) De ki: “Hiç özür dilemeyin, size aslâ inanmayacağız. Çünkü Allah (sizingizlediğinizşeylereâit) haberlerinizi bize bildirdi. (Bundanböyle) yaptığınızı Allah da Rasûlü de görecek. Sonra (hepiniz, bütün) görünmeyeni ve görüneni bilen (Allah’)a döndürüleceksiniz. O da (kıyâmet kopunca sizi diriltecek) yaptıklarınızı size haber verecektir.”
95. (Ey müminler!) Siz (cihaddansonra) o (münafık)lara döndüğünüzde kendilerin(ecezâvermek)ten vazgeçmeniz için Allâh’a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin (yaptırım uygulamayın). Çünkü onlar pistir / murdardır, kazanmakta oldukları (kötüişleri)nin karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
96. (Münâfıklar) Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Bilesiniz ki siz onlardan hoşnut olsanız da (faydasız). Şüphesiz ki Allah, o yoldan çıkmış toplumdan aslâ razı olmaz.
90-96. (90).‘Özür bahâne eden bedevi Araplar, kendilerine izin verilmesi için geldiler.’ Özür bahâne edenlerden maksat, Esed ve Gatafan kabileleridir. Bunlar, Tebük gazvesine çıkılırken, geçim sıkıntısını ve çoluk çocuklarının çok olmasını mâzeret göstererek savaştan geri kalmak için izin istemişlerdi. (İ. H. BURSEVİ, 7/500)
‘Allâh’a ve Rasûlü’ne yalan söyleyenler ise oturup kaldı.’ Bunlar, gelmeyen ve özür de beyân etmeyen bedevi münâfıklardır. Böylelikle onların, Allah’â ve Rasûlü’ne karşı yalan söylemiş oldukları ortaya çıkmış oluyor. (S. HAVVÂ, 6/266)
İnsanlar üç tabakadır: (a) Özür beyan edenler: Bunlar Allâh’ın ve Rasûlü’nün emirlerini yerine getirmede kusurlu davranan, kusurlarını ve günahlarını itiraf eden ve bu sâyede rahmet ve mağfirete kavuşanlar. (b) Oturanlar: BunlarAllâh’aveRasûlü’neinanmayan, devamlısûretteyalansöyleyenkâfirvemünâfıklardır. (c) İhlaslı, doğru sözlü ve samimi müminlerdir. Bunların içinde savaşa girmemek için mâzeret sâhibi olanlar vardır ki, 91. Âyet onlar hakkındadır. (S. HAVVÂ, 6/266)
(91).‘Zayıflara (çokyaşlılar, kötürümler) hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara, Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı samîmi oldukları takdirde (seferekatılmamalarındanötürü) bir günah yoktur.’ Bunlara günah (sakınca) olmaması için uymaları gereken hususlar şunlardır: Gâziler hakkında duydukları yalan haberleri yaymamak, fitne çıkarmamak, hayırlı ve iyi haberleri mücâhitlere ulaştırmaya çalışmak. (İ. H. BURSEVİ, 7/503, 504)
(92).‘İnfak edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözleri yaş dolarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur.’ Sonra, Müslümanlardan bâzı yiğitler Rasûlullah (s)’in yanına geldiler. Bunlar ‘el bekkâün: ağlayanlar’ diye bilinen kimselerdir ki, Ensar’dan ve başkalarından oluşan yedi kişidirler. Bunlar, Rasûlullah’tan kendilerine binek vermesini istediler. Muhtaç ve fakir kişiler idiler. Hz. Muhammed (s) onlara ’Size binek bulamıyorum’ deyince, kederlerinden gözleri yaş dola dola dönüp gittiler. (S. HAVVÂ, 6/272, 273)
Mâzeretleri sebebiyle Tebük seferine katılamayanlar şunlardır: (a). Yaşlılar, kötürümler, engelliler, kadınlar ve çocuklar gibi sefere katılamayacak derecede zayıf olanlar, (b). Hastalar, (c). Sefere katkı sağlayacak maddi imkânı olmayanlar, bu sebeple üzülenler, (ç). Sefere gidecek biniti olmayan, peygamberin de kendilerine binit veremediği, sefere katılamadığı için üzüntüden ağlayanlar. (İ. KARAGÖZ 3/215).
(93).‘Ancak zengin oldukları hâlde’ hasta da olmayan, zayıf da olmayan ‘senden izin isteyenlerin aleyhine yol’ günahvebunun etkisi olarak dünyevi ve uhrevi cezâları hak ediş ‘vardır.’ ‘Onlar geride kalanlarla birlikte olmaya râzı oldular.’ Geriye kalanlarla yâni, kadınlarla birlikte olmaya râzı oldular. ‘Allah da onların kalplerini mühürledi. Bunun için onlar’ Naim cennetlerine götüren faydalı bilgiyi ‘bilmezler.’ (S. HAVVÂ, 6/268)
(..) O dönemde savaş teçhizâtı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plâna çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sâdece maddi imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahâne edenler de kınanmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/50)
(94).‘Yanlarına dönüp geldiğinizde size özürler uyduracaklar.’ Yâni siz mümin gâziler, selâmetle, şan ve şerefler gazâdan dönüp yine onların yanıbaşlarına geleceksiniz ve kalpleri mühürlü olduğundan dolayı, bu sonucu akıl edemeyen ve geride kadınlarla berâber kalmaya râzı olarak izin istemeye kalkışan o zengin münâfıklar, o zaman yâni siz dönüp yanlarına geldiğiniz zaman alçaklıklarını anlayacak(sınız). Ve hak ettikleri azarlamadan sıyrılıp kurtulmak için münafıkça yollarla birtakım özürler, bahâneler uyduracaklar. Fakat Ey Muhammed, sen onlara ‘de ki, özür uydurmayın’, özrümüzü kabul ettireceğiz diye boşuna çabalamayın, hiç ağzınızı açmayın. ‘Size aslâ inanmayacağız, Allah bizi haberlerinizden vahiy ve peygamberlik yoluyla haberdar etti.’ Yalancılığınız, münâfıklığınız kesinleşti. (..) ‘Bundan böyle yapacağınızı da Allah ve Rasûlü görecek.’ Bakalım ne yapacaksınız, yine nifâka devam mı edeceksiniz, yoksa tevbekâr olup yola mı geleceksiniz? Her ne yapacaksanız Allah’dan ve Rasûlü’nden gizleyemezsiniz. Gizli veya açık her işiniz, her yaptığınız görülecek, bilinecek. ‘Sonra da zâten her gizliyi ve açığı bilenin huzûruna gönderileceksiniz. (..) ‘İşte o zaman O da size bütün yapageldiklerinizi haber verecek.’ Yâni kıyâmet gününde Allah cezânızı verecek, ne halt ettiğinizi o zaman anlayacaksınız. (ELMALILI, 4/393)
(95).‘Gazâdan dönüp münafıklara geldiğinizde (sizi kandırmak için) Allâh’a yemin edeceklerdir’ ‘kendilerine boş verip, aldırmayasınız diye’ Yâni kabahatlerini görmeyesiniz, ayıplayıp azarlamaktan vaz geçesiniz diye. ‘İmdi siz de kendilerinden yüz çeviriniz’ Yâni, onların arzu ettikleri gibi hoşgörü ve sevgiyle değil, uzaklaşıp nefret göstermek sûretiyle yüz çeviriniz. ‘Çünkü onlar pistirler’ Dışardan görünmese bile mutlaka içleri pistir, niyetleri ve ruhları habistir. Zararı daha fazla olan rûhâni ve ahlâki pisliklerden sakınmak, uzak durmak, öncelikli olarak vâciptir. (ELMALILI, 4/393)
(96).‘Size yemin ediyorlar ki, kendilerinden râzı olasınız. Siz onlardan râzı olsanız bile, Allah, fâsık topluluktan râzı olmaz.’ Denilmiştir ki, bunlar Cedd b. Kays, Muattip b. Kuşeyr gibi münâfıkların yandaşları olan seksen kadar münâfık idiler. Peygamber efendimiz (s) söz konusu Tebük seferinden dönüp Medîne’ye teşrifinden sonra, bunlarla oturmamaları ve konuşmamaları için ashâbını uyardı. (ELMALILI, 4/394)
9/97-99 BEDEVİLER
97. Bedevîler (göçebeAraplar), küfür ve münâfıklık bakımından (şehirdeyaşayanAraplar’dan) daha şiddetlidir. Allâh’ın, Rasûlü’ne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını tanımamaya da daha yatkındırlar. Allah (herşeyi) bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sâhibidir.
98. Kimi bedevîler, (Allahyolunda) harcayacağını angarya sayar ve (bundankurtulmakiçindörtgözle) size belâlar gelmesini beklerler. O kötü belâlar kendi başlarına gelsin! Allah (herşeyi) işitendir, bilendir.
99. Bedevîlerin Allâh’a ve âhiret gününe inananları ve harcadığını Allah katında yakınlık (kazanmay)a ve Peygamber’in duâların(ıalmay)a vesîle edinenleri vardır. Haberiniz olsun ki o (verdiklerişeyler), kendileri için Allâh’a yakınlık (vesîlesi) dir. Allah onları rahmeti (ilecenneti)ne koyacaktır. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
97-99. (97). ‘Bedeviler, kâfirlik ve münâfıklık bakımımndan hem daha beter,’ Yaşadıkları bir çeşit çöl hayâtının gereği olarak huyları daha sert, daha ilkel olduğundan küfür ve nifakları da daha şiddetli, daha beterdir. (..) ‘hem de Allâh’ın Resulü’ne indirdiği kânunları tanımamaya daha yatkındır.’ Hz. Peygamber’in sohbetlerinden uzak, onun mûcizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibâdet ve diğer ahkâmın / hükümlerin uygulanış şeklini tanıma şerefinden yoksun bulunduklarından dolayı tevhid inancının ve peygamberliğin, âhiret akidesinin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla ilgili delillerin ayrıntılarını, şer’i hükümlerin kapsam ve sınırlarını tam anlamıyla bilemeyebilirler. Bu gibi konuların özü hakkında bilgisizliğe medenîlerden daha fazla yatkındırlar. (ELMALILI, 4/394, 395)
Hadis: İbn-i Abbas, Rasûlullah (s)’den şöyle demiştir: Çölde yaşayan katılaşır. Avın peşinden giden gaflete düşer, sultânın yanına gidip gelen fitneye düşer. (İmam Ahmed’den Ebu Davud, Nesai, Tirmizi)
İbn-i Kesir der ki, Sertlik ve kabalık Bedevilerde bir özellik olduğundan dolayı, Yüce Allah onlardan bir peygamber göndermemiştir. Bu bakımdan peygamberler yerleşik şehir halkları arasından gönderilmiştir. Nitekim şânı yüce Allah: ‘Senden evvel (peygamber olarak) gönderdiklerimiz (senin gibi) kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi.’ (Yusuf, 12/109; S. HAVVÂ, 6/274)
Hadis: Bedevi araplardan bir grup: siz küçük çocuklarınızı öpüyor musunuz? ‘ sorduklarında ‘evet’ cevabı alınca, ‘Bizler çocuklarımızı öpmeyiz’ demişler, bunun üzerine Rasûlullah (s)’Allah sizden merhameti çekip almışsa, ben ne yapabilirim’ buyurmuştur. (S. HAVVÂ, 6/274)
(98).‘Bedevilerden öylesi vardır ki, Allah yolunda harcadığını angarya sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. Belâ çemberi boyunlarına geçsin. ‘ Gereksiz bir ödeme ve ziyan kabul ederler. Çünkü o zekâtını ve infâkını ancak Müslümanlardan korkarak ve riyakârlık olsun diye verirler, Allah rızâsı için değil. (..) ‘Başınıza belâlar gelmesini beklerler.‘ Zamânın musîbetlerini gözetler, günlerin geçmesiyle hâlin de değişmesini beklerler ki, sizin onlara üstünlüğünüzün sonu gelsin. Böylelikle zekâtı vermekten ve buna benzer yükümlülüklerden kurtulabilsinler isterler. Rasûlullah (s)’in vefâtının hemen akabinde bu durumu onaylayan olaylar ortaya çıkmıştır. O hâlde bu âyet-i kerimede mûcize vardır. (S. HAVVÂ, 6/269, 270)
‘..ve sizin başınıza belâlar (musîbetlerveâfetler) gelmesini beklerler.’ Münâfıklar, Rasûl’ün (s) ölmesi ile İslâm devletinin yıkılması ve kâfirlerin onlara üstün gelmesini bekliyorlardı. (İ. H. BURSEVİ, 7/520)
Bizzat Medîne içinde bir miktar münâfık bulunuyordu. Elebaşıları da Abdullah b. Übey idi. Arkaplanda bir iktidar mücâdelesi vardı. Abdullah b. Übey’i kral ilân edecekleri bir zaman, Rasûlullah’ın Medîne’ye hicreti, onların hesaplarını alt üst etti. Bu nedenle Allah Rasûlü’ne kin besliyorlardı. (H. DÖNDÜREN, 1/360)
9/100-106 İLK MÜSLÜMANLAR
100. (İslâm’ahizmette) öne geçen Muhacirler ve Ensâr ile iyilikte onlara uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. (Allah,) onlara alt tarafından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırladı. Bu en büyük kurtuluş (vesaâdet)tir.
101. (Ey Medîneliler!) Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münâfıklar vardır. (Ayrıca) Medîne halkından da münâfıklığı huy edinenler vardır. Onları sen bilemezsin, onları ancak biz biliriz. Onlara iki defa (hemdünyâdahemkabirde) azap edeceğiz. Sonra (onlar) büyük bir azâba döndürüleceklerdir. [bk. 47/30]
102. (MünâfıklarındışındaihmallerindendolayıTebükseferinegitmeyen) diğerleri (hementevbeedip) günahlarını itiraf ettiler, (önceyaptıkları) iyi bir işi, kötü bir işle karıştırdılar. (Busebepleonlartevbeederlerse) bakarsın ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
103. (Ey Peygamberim!) Onların mallarından kendilerini temizleyen ve (günahlardan) arıtıp temize çıkaran bir sadaka al ve onlara duâ et. Çünkü senin duân, onlar için bir huzur (vegüven)dir. Allah herşeyi işiten, çok iyi bilendir.
104. Onlar, kullarından tevbeyi ve sadakaları yalnız Allâh’ın kabul edeceğini (hâlâ) bilmediler mi? Gerçekten Allah, tevbeyi çokça kabul edendir, çok merhamet edendir.
105. (Ey Peygamberim!) De ki: “(Eyinsanlar! İstediğinizi) yapın, çünkü yaptığınızı ileride Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecektir. (Hepiniz) görünmeyen ve görüneni bilen (Allâh’ınhuzûrun)a döndürüleceksiniz. O, yaptıklarınızı size haber verecektir.”
106. (İhmallerindendolayısavaşagitmeyenfakattevbeyedeaceleetmemişolan) diğerleri(ninhaklarındakihükümise,) Allâh’ın emri(ningelmesi) için geriye bırakılmıştır. (Allah) ya onları azâba uğratacak ya da onların tevbesini kabul edecektir. Allah çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. [bk. 9/118]
100-106. (100). ‘Muhâcirler ve Ensar’dan o sâbikin-i evvelîn (ileri ve önde gelenler)le’ ‘iyilikle onlara uyanlardan’ ‘Allah râzı olmuştur, Onlar da Allah’tan hoşnutturlar.’ Muhâcirler, yahemKâbeveKudüsolmaküzere (Medîne’de) iki kıbleye yönelerek namaz kılanlardır. Veya Bedir gazvesinde bulunanlar veya Rıdvan bey’atinde bulunanlardır. (S. HAVVÂ, 6/270)
Ensar’dan ileri ve önde gelenler birinci ve ikinci Akabe bey’atinde bulunanlardır. Birincisinde bulunanlar yedi, ikincisinde bulunanlar yetmiş kişi idi. (S. HAVVÂ, 6/270)
Cenâb-ı Hak, (îmanda) ilk öne geçenleri övmüştür. Çünkü öne geçen, peşinden gelenin rehberidir. Üstünlük önde olana âittir. (İ. H. BURSEVİ, 7/527)
‘Şüphesiz Allah, o ağaç altında sana bîat eden müminlerden râzı olmuştur.’ (Fetih48/18) âyetinin delâletine göre Hudeybiye’deki Bey’atü ‘rrıdvanda bulunanlar (tercih edilen bu görüşe göre) bu kapsamdadır. (ELMALILI, 4/396)
‘radiyallâhü anhüm’ Bu özellikleri taşıyanların hepsi ‘râzıyye’ ‘merzıyye’ mertebesini kazanmışlardır. (ELMALILI, 4/397)
(101).‘Onlara iki kere azap edeceğiz.’ Biri dünyâ azâbı (onları rezil etmek gibi) diğeri âhiret azâbıdır. (ELMALILI, 4/400)
Rivâyet edildiğine göre Peygamber efendimiz (s), bir Cuma günü hutbeye çıktı ve ‘Çık ey falan! Sen münâfıksın. Çık ey falan! Çünkü sen münâfıksın’ buyurarak, bir grup insanı mescidden çıkardı. Böylece onları rezil ve rüsvay etti. Bu onların gördüğü birinci azaptır. (İ. H. BURSEVİ, 7/532, Süyûti, ed Dürrü’l Mensur 4/274 den)
Hz. Âişe (r) vâlidemiz Peygamberimize ‘Kabir azâbı var mı?’ diye sormuş, Peygamberimiz (s) de ‘Evet, kabir azâbı haktır’ şeklinde cevap vermiş ve ‘Kabir azâbından Allâh’a sığının’ buyurmuştur. (Müslim, Buhâri), kendisi de her namazın arkasından kabir azâbından Allâh’a sığınmış ve ‘Allâh’ım, kabir azâbından sana sığınırım’ buyurmuştur. (Buhâri, İ. KARAGÖZ 3/221, 222).
Bizimkişisel düşüncemize göre ’onları iki kere azaplandıracağız’ ifâdesiyle kasdedilen iki cezâdan ilki münâfıkların, dünyâda Müslümanların başarılarından dolayı ızdırap çekme, yahut açlığa, esârete, öldürülmeye mâruz kalma gibi dünyevi cezâlar, ikincisi de kabir azâbı’dır. Çünküaslındabuâyette üç cezadan söz edilmiştir, ikisi ‘onları iki kere azaplandıracağız’ sözünde, üçüncüsü de âyetin devâmında yer alan ‘sonra da çok büyük bir azâba atılacaklardır’ ifâdesinde belirtilmiştir. Zîrâ Kur’ân-ı Kerim kabirdeki sorgulamadan sonra insanın iki durumla karşılaşacağını beyân etmektedir. Bunlardan biri azap, diğeri de nîmettir. Azap, kabir azâbını gerektirecek birtakım günahları irtikap eden / işleyen birtakım kulların mâruz kalacakları bir cezâ demektir. Bunu, yukarıdaki âyetin dışında bâzı Kur’an âyetleri de açıkça dile getirmektedir. Sözgelimi, Firavun ve taraftarlarının kabir hayâtı boyunca sabah akşam ateşe arzedildiğini, kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba uğrayacaklarını bildiren ‘Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyâmetin kopacağı gün de: ‘Firavun âilesini azâbın en şiddetlisine atın (denilecektir)’. (Mümin 40/46) âyeti kabirdekiazâbınvarlığını açıkça ortaya koymaktadır. İnkârcı ve günahkâr insanların kabirde azap çekeceğini ifâde eden bâzı hadisler de vardır. (..) (M. DEMİRCİ, 1/606, 607)
(102).‘Diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf ettiler.’ Öbürleri gibi yalandan mâzeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat düşkünlüğü yüzünden, ciddi mâzeretlerinin bulunmadığını, kusurlarını itiraf ettiler, pişman olduklarını dile getirdiler. (ELMALILI, 4/400)
İbn-i Abbas, ‘Diğer bir kısmı da’ buyruğunun Ebû Lübâbe ve Tebük gazvesine katılmayan ashaptan bir grup hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Rasûlullah (s) gazâdan geri dönünce, bunlar kendilerini mescidin direklerine bağlamış ve Rasûlullah dışında hiçbir kimsenin kendilerini çözmemeleri için yemin etmişlerdi. (S. HAVVÂ, 6/284) Bu âyet nazil olunca, onların bağlarını çözdürdü. (KUR’AN YOLU, 3/55)
(103).‘Onların mallarından sadaka al ki, kendilerini onunla arındırıp temiz edesin.’ İmkânları olduğu halde, Tebük seferine katılmayan ve pişman olan (bu) kişiler mallarını getirip, Rasûlullâh’a takdim etmişler. Hz. Peygamber ise, kendisine böyle bir şey emredilmediğini ve onların mallarından alamayacağını söyledi. (KUR’AN YOLU, 3/55)
Daha sonra 103. Âyet indi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, o malların hepsini değil, ‘mallarının bir kısmından’ ifâdesindeki min-i teb’iz’ e riâyet ederek, üçte birini alıp dağıttı. (ELMALILI, 4/400)
Sadaka kelimesi, Kur’an’da 12 ayrı medeni âyette, zekât ile eş anlamlı kullanılmıştır. Zekât, hicretin ikinci yılında, ramazan orucundan hemen sonra farz olmuştur. Dokuzuncu yılda inen bu âyette ise, zekâtın devlet tarafından toplanması ve dağıtılmasına başlanmıştır. (KUR’AN YOLU, 3/56)
Bu âyet delâlet eder ki, sadakaları almak, devlet başkanına âittir. Mükellefler vergiyi, doğrudan doğruya fakirlere verirse yeterli olmaz. Çünkü devlet başkanının hakkı, yerine gelmemiş olur. (ELMALILI, 4/401)
Bâzı Arap kabileleri, zekât vermemek için bu âyeti, bunun sâdece Rasûlullâh’a has bir durum olduğunu iddia etmişler, 103 üncü âyeti delil göstererek tevil yoluna gitmişlerdir. Bu yanlış anlayışı Hz. Ebu Bekir ve diğer ashab, reddetmiş, Rasûlullâh’a dedikleri gibi, onun halifesine de zekât verinceye kadar savaşmışlardı. (S. HAVVÂ, 6/285)
‘Onlara da duâ et!’ Yâni kendilerini duâ, istiğfar ile taltif eyle, onurlandır. (ELMALILI, 4/403)
Sünnet gereği, zekâtları toplayan kimse, zekâtı teslim aldığı zaman, veren kimseye duâ etmelidir. (S. HAVVÂ, 6/277)
Hadis: ‘Kim helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse – ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez – Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sâhibi için ihtimamla büyütür.’ (Buhâri Zekât 8, Müslim Zekât 63, 64’den Ö. ÇELİK, 2/445)
(105).‘De ki, Yapın (yapacağınızı), yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasûlü de, müminler de.’ Yâni şer veya hayır olsun, onların amelleri Allâh’a, Resulü’ne veya müminlere gizli kalmaz.
Hadis: ‘Eğer bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya içinde bir amel yapacak olursa, ne olursa olsun, onun ameli insanların karşısına çıkacaktır.’ (Ahmed b. Hanbel’den Ö. ÇELİK, 2/445)
Hadis: Amelleriniz, ölmüş bulunan akraba ve yakınlarınıza arz edilir. Bu ameller hayır olursa sevinirler, başka türlü olursa şöyle derler: Allâh’ım bize hidâyet ettiğin gibi, onlara da hidâyet edinceye kadar canlarını alma!’ (Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 6/287)
(106).‘Diğer bir kısımları da vardır ki, Allâh’ın emrine bırakılmışlardır (ertelenmişlerdir).’ İbn-i Abbas’a göre: Bunlar tevbeyi erteleyen kimselerdir ki, Mürara b. er Rabi, Ka’b b. Malik ve Hilâl b. Ümeyye’dirler. Bunlar Tebük gazvesine katılmayıp, tembelliklerinden rahat, huzur, meyve ve gölgeleri bırakmadılar. Bu yaptıkları şüphe ve nifaklarından değil. (..) Bunlar Ebû Lübâbe ve arkadaşları gibi, kendilerini direğe bağlamadılar. Kendilerini direğe bağlayanların tevbeleri daha önce (103. Âyetle) kabul edildi. Bunlarınki ise, 117 ve 118 nci âyetler inene kadar ertelendi. (S. HAVVÂ, 6/288)
İçlerinde Ebû Lübâbe (ra.) de olmak üzere bir bahâne ile savaşa katılmayan münâfıklardan başka birkaç sahâbi vardı. Bunlar hemen hatâlarını anlayıp pişman olmuşlar ve tevbe etmişler; üstelik haklarında yukarıdaki af âyetleri gelinceye kadar, cezâ olarak, kendilerini mescidin direğine bağlamışlardı. Allah Rasûlü seferden dönüp âdeti üzere önce mescidde iki rekât namaz kıldı ve bunların durumlarını öğrendi. Çözülmelerini Hz. Peygamber’e bırakmışlardı; o da onları haklarında tevbelerinin kabul edildiği âyetler gelinceye kadar çözmedi. Bu gruptan olan diğer üç kişi Kâb b. Mâlik (r), Murâra İbni Rebî (r), Hilâl İbn-i Ümeyye (r) idi. Bunlar hem de Bedir Ashâbı’ndan idiler ki, tevbelerini geciktirmiş ve Rasûlullah (s) de onlarla oturma ve konuşmayı menetmişti. Bunun üzerine dünyâ kendilerine dar gelmişti. Nihâyet 118. âyette durumları belli oldu ve tevbeleri kabul olundu.) (H. T. FEYİZLİ, 1/202)
Bu âyetten şu sonuçlar çıkmaktadır: (a) Terbiye için birisini yalnızlığa terk etmek (hicran) üç günden fazla da olsa caizdir. (b) Samimi niyetli olmak ve işleri Allah Teâlâ’ya havâle etmek, Allah Teala’nın rahmetini celb etmeye sebeptir. (c) Gözyaşı dökmek, tevbenin kabûlünün esâsıdır. Öyleyse, günahlara tevbe etmek ve gözyaşı dökmek gerekmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 7/559)
9/107-110 DIRAR MESCİDİ, KUBA MESCİDİ
107. Bir de (münafıklardan olup müslümanlara) zarar vermek, küfr(ehizmet) etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşanı(ndaorayagelmesini) bekleyip gözlemek için bir mescid edinenler: “Biz (bununla) iyilikten başka bir şey istemedik.” diye kesin bir ifâde ile yemin edecekler. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder.
108. (Ey Peygamberim!) Onun içinde hiç namaz kılma! Daha ilk günden takvâ üzerine kurulan mescidin (Kubamescidi) içinde namaz kılman daha uygundur. (Omescidin) içinde tertemiz olmayı arzu eden insanlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.
109. Binasını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennem ateşine göçen kimse mi? Allah, zâlimler gürûhunu doğru yola eriştirmez.
110. Onların yaptıkları binâ, kalpleri parçalanıncaya kadar kalplerinde bir şüphe (veıztırapkaynağı) olarak kalacaktır. Allah (herşeyi) çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
107-110. (107).‘Bir de (münâfıklar) zarar vermek, küfr(e hizmet) etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşanı(n da oraya gelmesini) bekleyip gözlemek için bir mescid edinenler’: Bu, münâfıklarınMedîne’deyaptığı Mescid-i Dırar olarak tanınan mesciddir. Câhiliye devrinde hıristiyan olan Ebû Âmir el Râhip münâfıklara, Kuba Mescidi’nin yakınında bir mescid yapmaları için bir mektup yazmıştı. Adı mescid olacaktı ama Ebû Âmir’in Şam’dan bir orduyla gelmesine kadar münâfıkların karargâhı olarak hizmet verecekti. Binâyı yaptılar ve buna kudsiyet kazandırmak için de Allah Rasûlü’ne giderek ‘Biz uzağa gidemeyen ihtiyar ve özürlüler için bir mescid yaptık, senin namaz kıldırıp, duâ etmeni istiyoruz’ dediler. Rasûlullah, Tebük dönüşü namaz kıldırmaya hazırlanırken, Cebrâil buranın mescid–i dırar olduğunu bildirdi. Rasûlullah (s) emir buyurarak, burayı yıktırdı. (H. T. FEYİZLİ, 1/203)
(108).‘Onda ebediyen kıyâma durma.’ Kâim olma, o mescid-i dırarda durup ta namaz kılma / kıldırma. (..) Elbette, ilk gününden ‘takvâ üzerine temeli atılan bir mescid (KubaMescidi) ki,’ Allah Rasûlü, hicretin ilk günlerinde Kuba Mescidi’nde namaz kıldırmıştı. ‘Temeli takvâ üzerine atılan mescid’in Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebû Said el Hudri (ra)’den ‘takvâ üzere kurulan mescid’i Rasûlullâh’a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve ‘İşte şu mescidiniz, Medîne mescidi’ buyurdu, demiş olduğu da rivâyet edilmiştir. (Kurtubi’den ELMALILI, 4/405)
‘Senin içinde kâim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir. ‘ ‘içinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki,’ ‘Gâyet temiz olmayı severler’ Tatahhur: Temizlikte özen göstermek, temizlik konusunda titiz davranmaktır. Şer’i anlamda tahâret hem necasetten yâni maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden arınmak demektir. Tatahhur’dan asıl maksat cismâni olandan ziyâde kalbî olan temizlik söz konusudur. Yâni günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların mânevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. (ELMALILI, 4/406)
Bu kıssadan şunu anlıyoruz: Müslümanların güvenliğini ve birliğini bulandıran her şeyin kökünü kazımakta tereddüt etmemeliyiz. Bize düşen küfür ve nifak ehlinin plânlarını paramparça etmekte elimizi çabuk tutmaktır. (S. HAVVÂ, 6/291)
9/111-112 CAN VE MAL KARŞILIĞINDA CENNET
111. Şüphesiz ki Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır; çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve ölürler. (Bu,) Tevrat, İncil ve Kur’an’da (Allâh’ın) kendisi üzerine hak (borçolarakyazdığı) bir vaaddir. Sözünü Allah’tan daha çok yerine getiren kimdir? O hâlde (Eymü’minler!) O’nunla yaptığınız alışverişe sevinin. Bu da en büyük başarı ve saâdettir.
112. (Omü’minler😉 tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allâh’ın sınırlarını (koyduğuhükümleri) koruyanlardır. (İşte, böyle) mü’minlere (cenneti) müjdele!
111-112. (111).‘Şüphesiz ki Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır, çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve ölürler.’ Mekke’de Akabe gecesi, ensardan yetmiş kişi, Hz. Peygambere bîat ederken, içlerinden Abdullah b. Revâha ‘Yâ Rasûlallah! Rabbin ve kendin için şartların nedir?’ demişti. Buyurdu ki: ‘Rabbim için şartım, ona ibâdet etmeniz ve ortak koşmamanızdır. Kendim için şartım, canlarınızı ve mallarınızı savunduğunuz gibi beni de savunmanızdır’ Yine sordular: ‘Böyle yaparsak bize ne var? ‘Cennet’ bunun üzerine’ Ne kârlı alış veriş, bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz’ dediler. Âyet, bunlar hakkında inmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/361)
(112).Bir önceki âyette zikredilen mücahitler gibi, aşağıda anılanları da müjdele: (İ. H. BURSEVİ, 7/598) ‘Tevbe edenler’, ‘ibâdet edenler’, ‘hamd edenler’ ‘seyahat edenler’: Yâni oruç tutanlar veya ilim tahsil edenlerdir. Çünkü onlar, ilim elde edebilecekleri yer(ler)e giderler veya ibret almak maksadıyla yeryüzünde dolaşanlardır. (S. HAVVÂ, 6/281)
Peygamber efendimiz (s) ‘ümmetimin seyahati oruçtur’ buyurmuştur. Atâ’dan ‘es sâihûn: seyahat edenler’in, mücâhitler olduğuna dâir bir rivâyet nakledilmiştir.BiradamHz. Peygamber’den seyahate çıkmak için izin istemiş, peygamber efendimiz de ‘Benim ümmetimin seyahatı Allah yolunda cihad etmektir’ buyurmuştu. (Ebu Dâvud’dan, ELMALILI, 4/411)
‘rükû edenler’, ‘secde edenler’ namazı tamı tamına kılanlar (ELMALILI), ‘mâruf ile emredenler’ îman ve Allâh’a itaat edenler, ‘münkerden nehyedenler’ kötülük, şirk, îmansızlık, günahtan men edenler. (ELMALILI, 4/411) ‘Allâh’ın hudûdunu koruyanlar’ emirlerini ve yasaklarını yerine getirenler, şeriatın sınırlarını aşmayanlardır. (S. HAVVÂ, 6/281, 282)
9/113-116 MÜŞRİKLER İÇİN AF DİLEMEK
113. Müşriklerin (tevbesizveşehâdetsizölüpde) cehennem ehli oldukları kesin biçimde belli olduktan sonra, artık akrabâ bile olsalar, peygamberin ve mü’minlerin onlar için (af ve) mağfiret dilemesi yaraşmaz.
114. İbrâhim’in babasına bağışlanma dilemesi de, ancak (önceden) ona verdiği sözden dolayıdır. Fakat onun, Allâh’ın bir düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı (istiğfârınıkesti). Gerçekten İbrâhim çok içli, çok yumuşak huylu idi. [krş. 6/74; 19/47]
115. Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri (haramları) kendilerine açıklamadıkça, (günahlarıyüzünden) onları sapıklıkta saymaz (sorumlututmaz). Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir.
116. Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allâh’ındır. O hem diriltir hem öldürür. (Ey müminler!) Sizin için Allah’tan başka hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.
113-116. (113). ‘Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrikler için bağışlanma dilemek, peygamberin ve inananların yapacağı bir iş değildir.’ Bütün tefsir âlimleri, bu âyetin Ebu Talip hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir. Hz. Peygamber, Ebû Tâlib’e, hâl-i hayâtında ‘Amcacığım Lâ ilâhe illallah de, buyurur. Orada bulunan Ebû Cehil, Abdullah İbni Ebi Ümeyye: ‘Abdülmuttalib’in milletinden vaz mı geçeceksin?’ dediler. Bunun üzerine Peygamber (s) efendimiz, ‘Yasaklanmadığım sürece, ben de senin için istiğfar edeceğim’ dedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (..) Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivâyete göre, bir kısım müminler ‘Hz. İbrâhim’in babasına istiğfar ettiği gibi, biz de ölmüşlerimize istiğfar edelim’ demişlerdi, bu sebeple nâzil oldu. (ELMALILI, 4/413, 414)
Rasûlullâh’ın anne ve babasına gelince, onların kendisinin nübüvvetinden önce, fetret devrinde öldükleri için sorumlu olmayıp, azap olunmayacakları bildirilmektedir. (17/15) (H. T. FEYİZLİ, 1/204)
Buradan anlaşılır ki, kâfir olarak öleceği hakkında vahiy gelmemiş ve henüz hayatta bulunan kâfirler için îman nasip olması umulduğundan, onlar için istiğfar her zaman câiz olabilecektir. Nitekim Hz. İbrâhim’in babasına istiğfârı da bu bakımdan olmuştur. (ELMALILI, 4/414)
(114).‘Şüphesiz ki İbrâhim bir evvah (çokçokaheden) halimdir.’ Evvah: Mübalağa kalıbı ile ‘çok ah eden’ demektir. Çok ah çekmek, acı çekmeğe, bağrı yanıklığa, aşka, Allah korkusuna delâlet vardır. Dilimizde, ince kalpli, yufka yürekli, bağrı yanık, âşık adam gibi tâbirler kullanılır. (ELMALILI, 4/414)
Abdullah b. Mes’ûd’a göre ilgili âyette yer alan ‘evvah’ sözcüğü ‘çok yalvarıp yakaran’ çok ‘duâ eden’ kişi anlamına gelmektedir. (Taberi’den M. DEMİRCİ, 1/613)
(115).‘Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları saptıracak değildir.’ Bu âyete göre, Allah bir şeyin yasak olduğunu onlara beyân edip, ondan sakınmanın gerektiğini onlara öğretip de, buna rağmen onlar bunu yapmaya kalkışmadıkları sürece kullarını sorumlu tutmaz. Beyan ve bildirimden önce sorumluluk yoktur. Bu âyetteki yasaklama inmeden önce müşriklere bağışlanma dilendiği için, sorumlu tutulmaktan korkanlara bir rahatlama söz konusudur. (S. HAVVÂ, 6/296)
(116).‘Göklerin ve yerin mülkü Allâh’a âittir. Öldürür ve diriltir.’ Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve ortaklığı yoktur. ‘Sizin için Allah’tan başka bir veli ve yardımcı da yoktur.’ Velâyet hakkı ancak O’nun, inâyet ve yardım ancak O’ndandır. İşte bundan dolayı Allâh’a karşı bütün mâsivâdan uzaklaşıp O’na teslim olmalı, özünü O’na vermeli, gözünü O’nun rızasına dikmelidir. (ELMALILI, 4/416)
İnsanlar, cinler, hayvanlar ve diğer varlıklar dâhil herşeyi yaratan ve yöneten Allah olduğu gibi, yaşatan ve yaşama süreleri dolduğu zaman hayatlarına son veren de Allah’tır. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. (35/3). Her şeyi yaratan Allah’tır. (6/102). Canları alan da Allah’tır. (39/43). Allâh’ın emri ile olduğu için sonuçta canları Allah almış olmaktadır. Allah izin vermeden kimsenin ölmesi mümkün değildir. (3/145). Hayrı da, şerri de, nimeti de, musibeti de yaratan ve meydana gelmesine izin veren Allah’tır. (64/11; İ. KARAGÖZ 3/243).
Burada şânı yüce Allah, mümin kullarına müşriklerle ve küfrün kralları ile savaşmayı, göklerin ve yerin mutlak egemeni olan Allâh’ın yardımına güvenmelerini, düşmanlarından aslâ korkmamalarını emretmektedir. Çünkü onların Allah’tan başka ne bir velileri vardır, ne de ondan başka bir yardımcıları. (İbn Cerir’den S. HAVVÂ, 6/297)
Can ve mal, gökler ve yer, hayat ve ölüm, dostluk ve yardım, bütün bunlar Allâh’ın tekelindedir, başkasının değil. Sâdece Allâh’a bağlanmakla insan, başkalarına ihtiyaç duymaktan kurtulur. Ancak o zaman kendine yeterli olabilir. (..) Bu sûre, de Müslüman toplum ile çevresinde yer alan diğer toplunlar arasındaki ilişkiler hakkında kesin ve tâvizsiz ifâdeler içermektedir. Müşrik olarak ölmüş bulunanlar için bağışlanma dileme bile, böylesine sert bir tepkiyi gerektirmiştir. Amaç. Gönülleri inanç bağınındışındaki tüm bağlardan arındırmaktı, kuşkusuz. İslâmi hareketin temeli, sırf inanç bağı etrâfında toplanmadır. Bu, itikat ve düşüncenin temellerinden biridir. Aynı şekilde hareket ve atılımlarının temel ilkesinden biri de budur. İşte bu sûrenin kesin bir şekilde vurguladığı ve defâlarca yinelediği ilke budur. (S. KUTUB, 5/409)
9/117-118 TEBÜK GAZVESİ’NDEN GERİ KALANLARIN BAĞIŞLANMASI
117. Andolsun ki Allah, Rasûlü’nü (münâfıklarınsavaşagitmeyenlerineizinvermesiyüzündenaffettiğigibi) güçlük zamanında ona uyan Muhâcirler ile Ensâr’ı içlerinden bir kısmının kalpleri neredeyse kayacak duruma geldikten sonra tevbeye başarılı kıldı. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O çok şefkatli, çok merhametlidir.
118. Ve (ihmallerindendolayıTebükseferinegitmeyenveafdurumları) geriye bırakılan o üç kişinin de (tevbeleriniAllahkabuletti). Çünkü artık yeryüzü bunca genişliğiyle onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’tan başka sığınılacak yerin olmadığını anlamışlardı. (Bundan) sonra (öncekiiyihâllerine) dönmeleri için (Allah) onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhametli olandır.
117-118. (117). ‘Andolsun ki Allah, peygamberin ve o güçlük ânında ona uyan Muhâcir ve Ensâr’ın tevbelerini kabul etti.’ Gösterdikleri üstün hizmet nedeniyle Allah, Tebük seferi ile ilgili olarak Hz. Peygamber’i ve ashâbını dikkatsizliklerinden kaynakşlanan yanlışlarından dolayı affetti. Hz. Peygamber’in (s) hatâsı cihâda katılabilecekleri durumda oldukları hâlde, bâzı kimselerin geride kalmalarına müsâade etmiş olmasıydı. (Âyet 43, MEVDÛDİ, 2/265)
Peygamberler büyük ve küçük günahlardan mâsumdurlar. Buradaki durum ise zelle kabîlindendir. Peygamberlerin zelleleri, haktan bâtıla kayma mânâsına değildir. Fakat bu, onların efdal olandan, faziletli olana kaymaları demektir. (İ. H. BURSEVİ, 7/621)
‘O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti.’ (..) Bunlardan bâzısı savaşa çıkma konusunda ağır davranmış, ama sonra kâfileye katılmıştı. Bunlar samîmi müminlerdendiler. Bâzısı da Bizanslılarla karşılaşmanın korkusuyla sarsılan münafıklara aldanmış, fakat yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmış ve böylece tereddütlerini yenip yola devam etmişlerdi. (S. KUTUB, 5/411)
‘O Muhâcirler ve Ensar ki, o zor anında (o güçlük ve sıkıntı saatinde) ona (peygambere) uyup, arkasından gittiler.’ Usret, darlık, şiddet ve yokluk demektir. Burada maksat, Tebük seferi sırasında çekilen sıkıntılar (hakkında)dır. (ELMALILI, 4/418)
Bu âyet-i kerime, Tebük Gazvesi hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, oldukça kurak, çok sıcak, azık ve su itibâriyle zorluk ve sıkıntı içerisinde bu gazâya çıkmışlardı. Katâde de şöyle demişti: Tebük yılı, etrafın alev alev yandığı bir sırada ve ancak Allâh’ın bildiği sıkıntı ve zorluklar içerisinde Şam’a doğru çıktılar. O kadar ki, iki kişi bir hurmayı kendi aralarında ikiye ayırıyorlardı. Hatta birkaç kişi arasında bir hurma dolaşır, birisi o hurmayı ağzına alır emer, ondan sonra üzerine su içer, sonra bir başkası emer ve arkasından su içerdi. (S. HAVVÂ, 6/299)
(118).‘Geri kalan o üç kişiye de.’ Yâni Ebû Lübâbe ve arkadaşları gibi tevbe ve itirafları hemen kabul olunmayıp, ‘haklarındaki karar Allâh’ın emrine bırakılmış olan beklemeliler..’ işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi. Ki bunlar, Ka’b b. Malik, Mürâre b. Rebi’ ve Hilâl b. Ümeyye idi ki, bunlardan Ka’b, Akabe ehlinden diğer ikisi de Bedir ashâbından idiler. ‘tâ ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar geliyordu.’ Zîrâ hiç kimse yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve hiçbir yerde duramıyor ve huzur bulamıyorlardı. ‘Nefisleri de kendilerine dar geldi’ Yâni vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç huzûru ve gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyâları da kendilerine zindan kesiliyordu. (ELMALILI, 4/419)
Hz. Peygamber, seferden dönünce, bu üç kişinin yüzüne bakmadı. Müslümanlar da, Rasûlullâh’a uyarak, geçici olarak onlarla ilişkilerini dondurdular. 106 ncı âyette kendilerinden ‘Bir diğer grubun durumu ise Allâh’ın hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir’ diye söz edilen bu kişiler, yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine girdiler. Nihâyet bu âyetin nâzil olmasıyla tevbelerinde samîmi olduklarından yüzler(i) güldü. Rasûlûllah’ın ve Müslümanların arasına girdiler. Âdetâ hayat, onlar için yeniden başlamış oldu. (KUR’AN YOLU, 3/69)
9/119-123 SADIKLARLA BERÂBER OLMAK
119. Ey îman edenler! (emir ve yasaklarına riâyet ederek) Allâh’a karşı gelmekten sakının ve (özü, sözü, işveişlemleri) doğru olanlarla berâber olun. [bk. 89/29]
120. Medîne halkı ve çevresindeki çöl Araplarının, Allâh’ın Rasûlü’nden geri kalmaları (emirlerineaykırıhareketetmeleri), kendi canlarını (verahatlarını) onun hayâtından üstün tutmaları (doğru) olmaz. İşte onlara, Allah yolunda erişecek bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık veya (kendilerinedüşmanlıkeden) kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları (gibihertürlühâlvehareket), ancak kendilerine iyi bir amel (sevâbı) yazılması içindir. Çünkü Allah, iyi harekette bulunanların mükâfâtını zâyi etmez.
121. Ne zaman az veya çok bir şeyler harcasalar ve ne zaman bir vâdiyi aşıp geçseler, (yarın âhiret gününde) Allah onları yaptıklarından çok daha güzel (nîmetlerle) ödüllendirsin diye kendi hesaplarına (mutlaka) yazılmaktadır.
122. Mü’minlerin hepsinin birden (genelzorunlulukolmadıkçasavaşiçin) seferber olmaları gerekmez. Onların her kesiminden bir grubun da dinde (dînîilimlerde) derin bilgi elde etmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak (veirşadetmek) için seferber olmaları (çalışmaları) gerekir ki bu sâyede (yanlışlıklarından) sakınsınlar.
123. Ey îman edenler! (Sizedüşmanlıkeden) kâfirlerin önce, size (yervesoyitibâriyle) yakın olanlarıyla savaşın. Onlar, sizde büyük bir sertlik (veşiddet) bulsunlar. İyi bilin ki Allah takvâlı olanlarla berâberdir. [krş. 9/73; 48/29]
119-123. (119). ‘..ve doğrularla berâber olun(uz)’ İmanlarında, ahitlerinde, hak dîne olan bağlılıklarına, gerek niyet, gerek söz veya fiil olarak, yâni her hususta doğru ve dürüst kişilerle berâber olunuz. Onlarla yakınlık kurunuz, onların tarafını tutunuz. Açıkçası, münâfıklardan sakınıp Hz. Peygamberin ve ashâbının yanında, onların safında yer alınız. (ELMALILI, 4/427)
‘ve sâdıklarla berâber olun’ buyruğunun icma’nın hüccet olduğuna, delil teşkil ettiğine, delil göstermiştir. Çünkü burada, sâdıklarla berâber olmak emredilmektedir. O hâlde onların söylediklerini kabul etmek te gerekir. (S. HAVVÂ, 6/312)
Sadâkat / doğruluk şunlarda olmalıdır: (a). Îmanda doğruluk, şartlarına uygun îman etmek, (b). Niyette doğruluk: Niyetinde sâdık olan insan, niyetini gerçekleştiremese bile, gerçekleştirmiş gibi sevap kazanır. (c). Sözde doğruluk: Konuşulan sözün doğru, verilen haberin vakıaya uygun olmadısır. (d) Sözleşmeler, adaklar ve yeminlerde doğruluk: İslâm’a uygun olmak şartıyla Allâh’a ve insanlara verilen sözlerintutulması, yapılan sözleşmelerin, adakların ve yeminlerin yerine getirilmesi sıdktır. (5/1, 17/34, 16/91) (e). Ticârette doğruluk: Ticârette, alışverişte doğruluk, satıcının tartı ve ölçüde hîle yapmaması, malın kalitesi ve fiyâtı konusunda doğruyu söylemesi, malı müşteriye zamânında teslim etmesi, alıcının ise borcunu zamânında ödemesidir. (55/9, 17/35). (..) Bir insan îman eder, Allâh’ın emir ve yasaklarına uyar, Allah ve insan haklarına riâyet eder, söz, sözleşme, yemin, ticâret, görev, işve işlemlerinde dürüst olursa, doğru davranışta bulunmuş ve sıdk niteliğini kazanmış olur. (..) Bir insanın ‘sâdık’ niteliğini edinmesi için ‘mümin’ olması gerekir. (İ. KARAGÖZ 3/248, 249).
(120).‘Medîne halkına ve civardaki bedevilere, Rasûlullâh’ın emrine aykırı hareket etmek uygun olmadığı gibi, onun katlandığı zahmetlere öbürlerinin katlanmaya yanaşmamaları da yakışık almaz.’ Rasûlullâh’ın bizzat çektiği, katlandığı sıkıntılara aldırış etmeyip, önemsememeleri de yasaktır. Yâni kendi canlarını Hz. Peygamber’den daha çok sevmeleri, Peygamber’in kendilerini sakındırmadığı şeylerden kendilerinin sakınmak istemeleri de yasaktır. Onun çektiği zahmetlerde, katlandığı zorluklarda, karşılaştığı tehlikelerde hepsinin Peygamber’le berâber olmaları, onun emrinde bulunmaları ve ondan kopmamaları gerekir. (ELMALILI, 4/427)
‘Çünkü’ yâni geri kalma yasağının sebebi, onların ‘Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmak (..) ve düşmana karşı bir başarı kazanmak’ öldürmek, esir almak, yaralamak, kırmak, bozguna uğratmak veya buna benzer onları üzecek herhangi bir zararı onlara verdirmek ‘karşılığında onlara mutlaka bir sâlih amel yazılır. Muhakkak ki Allah ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez.’ Allah onların sevâbını boşa çıkarmaz. Burada şuna delil vardır: Her kim hayır kasdederek bir iş yaparsa, oturmak, kalkmak, yürümek, konuşmak ve buna benzer herhangi bir iş olursa olsun, onun bu çalışmasının karşılığı verilecektir. (S. HAVVÂ, 6/311)
(122).‘Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir.’ Medîne’liler ve civardaki bedevilerin savaştan kalmaları câiz olmamakla berâber, gazâ ve ilim öğrenmek için, yeryüzündeki bütün müminlerin hepsinin birden, koşup harekete geçmesi doğru değildir. Hepsinin birden savaştan kalmaları doğru olmadığı gibi, hepsinin birden seferber olmaları da doğru olmaz. (..) ‘dinde bir grubun dini iyice öğrenmeleri’ Külfet ve zahmete katlanıp, dînin inceliklerini iyice ve derinlemesine öğrenmeliler, nefer olup savaşa katılanları ‘kavimlerini uyarmalılar’ Din eğitiminden uzak kalmış din kardeşlerini ikaz ve irşad maksadı ile fıkıh ve din ilimleri öğrensinler. Kalanlar da bu iş için, yâni eğitim öğretim için seferber olup, toplansınlar. Şu hâlde, derinliğine bilgi edinme işi de bir farz-ı kifâyedir. Ve Allah yolunda cihaddan sayılmaktadır. (ELMALILI, 4/428)
‘.. bir grubun din konusunda sağlam ve derinlemesine bilgi sâhibi olmaları ..’ Dinde tefakkuh, dîni iyi öğrenmek, dînin temel kaynakları olan âyet ve hadislerin ne dediğini, ne demek istediğini doğru ve detaylı bir şekilde anlamak ve kavramaktır. Kur’ân–ı Kerim okunsun, anlaşılsın ve hükümleri uygulansın, diye indirilmiştir. Yüce Allah, Kur’ân’ın anlaşılmasını istemektedir: ‘Bu topluma ne oluyor ki, nerede ise hiçbir sözü anlamıyorlar.’ (4/78, 6/65, 98; İ. KARAGÖZ 3/255, 256).
(Kur’ân’ı) anlama faaliyetinde, sözlük ve tefsir kitaplarından yararlanılır; sahâbe, tâbiin ve diğer âlimlerin âyete nasıl anlam verdiklerine bakılır. Bir âyetin ne anlama geldiğini öğrenmekkadar, niçin ve nasıl o anlama geldiğiniöğrenmek de gerekir. Anlama, açıklama ve yorumlama için dil bilim yanında, aklın çalıştırılması, sâlim bir kafa ile düşünülmesi ve muhâkeme edilmesiçağın bilginlerinden öğrenme, anlama tekniklerinden de yararlanılması gerekir. (..) Bu düzeyde anlama ile herkes değil, belirli bir grup yükümlüdür. Dolayısıyla her toplumda dîni iyi öğrenen bir grubun bulunması farz-ı kifâyedir. Din hayâtın bütün alanlarını kapsadığı için ve bütün ilimleri içerdiği içintoplumun her bilim dalında uzman bir grup yetiştirmesi bu âyetin gereğidir. (İ. KARAGÖZ 3/258).
Bu âyetteki müminler, faydalı ilim tahsili için vatanlarından çıkmaya teşvik edilmektedir. Nitekim Câbir, tek bir hadis için Medîne’den Mısır’a yolculuk yapmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 7/654)
Âyet-i kerîmeye iki türlü anlam verilmiştir. (1). Hz. Peygamber’in genel savaş dışında katılmadığı seriyyelerde her kesimden bir grubun dışındakilere savaşa katılmak farz–ı ayn olmadığından, onların ilim öğrenmek için kalmalarının gerektiği, (2). İlim öğrenmek için seferber olup Medîne’ye gelenlerin topyekün değil de her kesimden / kabileden bir grubun gelmesidir. Dînî ilimler, sâdece helâl ve haramlarla sınırlı olmayıp bütün bir hayâtı kuşatacak genişliktedir. Dinde derinleşmesi istenen grup da bu görevi yerine getirecektir. (H. T. FEYİZLİ, 1/205)
(123).‘Ey îman edenler! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın.’ Savaş ancak barış, huzurve güveni sağlamak, fitne, fesat ve zulmü durdurmak, îman ve ibâdet etmek, dîni anlatma, seyahat etme, mülk edinme ve benzeri temel hakların ihlâlini önlemek, vatana, mala, cana, ırza ve mukaddes değerlere yapılan saldırılara engel olmak için en son çâre olarak meşru olur. (..) ‘Savaşın’ ve ‘öldürün’ şeklindeki emirlersavaşmak zorunda kalan müminlerle ilgilidir. Savaşla ilgili âyetlere baktığımızda İslâm’ın saldırıya karşı koyma ve savunma dışında savaşa zulmü ve din sebebiyle yapılan baskıyı ortadan kaldırmak için izin verildiğini anlıyoruz. (..) İslâm’a göre barışı korumak esas olmakla birlikte barış ortamı bozulup Müslümanlara savaş açıldığı veya savaşa zorlandığı takdirde savaşa katılmak farz, savaştan kaçmak ise haram ve büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 3/260, 261).
Abdullah b. Ömer’e göre söz konusu âyetin savaşmayı emrettiği yakın unsurlar Rumlardır. (..) Öyle anlaşılıyor ki, âyet-i celile içerdiği bu temel ilke itibâriyle yüce bir amaç taşıyordu. O da bu bölgenin (Sûriye bölgesi), Müslümanlar açısından stratejik bir öneme sâhip olmasıydı. Çünkü Müslümanların varlıklarını korumaları ve İslâm’ı başka coğrafyalardaki insanlara tebliğ etmeleri için, sözü edilen bölgenin zararlı unsurlardan temizlenmesi gerekliydi. İşte âyetin hedefi de zâten buydu. Esâsen Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce Mûte savaşına yol açan Kudüs – Şam arasındaki Hıristiyan Arapların üzerine bir ordu sevketmeye karar vermiş ve Üsâme b. Zeyd’i de bu orduya kumansan olarak tâyin etmişti. (KUR’AN YOLU’naatıfla M. DEMİRCİ, 1/621)
Âyetin ‘yakınınızda bulunan’ diye çevrilen kısmından hareketle düşmanlara karşı savaşma yükümlülüğünde mekân faktörünü öne çıkaran yorumlar yapılmışsa da düşmanın coğrâfi faktör yanında başka yönlerden de yakın tehdit hâline gelip gelmemiş olduğunun ölçü alınması gerektiği açıktır. Bu buyruğa Kur’ân’ın bütünlüğü içinde bakıldığında, burada Müslümanların yakın çevrelerindeki gayr-i Müslimlerle hep savaş içinde olmaları gerektiği gibi bir mânânın bulunmadığı, sâdece düşmanlık edenlere karşı ortaya konacak tavırdan söz edildiği kolayca anlaşılır. Bu arada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, âyette ortaya konması istenen sertlik ve güç, savaş şartlarının câri olduğu durumlarda tâvizsiz ve kararlı davranma anlamındadır. Normal şartlarda yürütülen insan ilişkilerinde, meselâ turizm ve ticâret gibi alanlarda Müslüman olmayanlara karşı bu buyruğun işletilmesi düşünülemez. (Râzi’den KUR’AN YOLU, 3/76)
İslâm’da cihâdın amacı: Allâh’ın ilâhlığını yeryüzünde egemen kılmak, Allâh’ın otoritesini gaspeden tâğûtları kovalamak, insanı Allah’tan başkasına kul olmaktan kurtarmak, sâdece Allâh’a itaat ettiği ve kula kulluktan kurtulduğu için, güç kullanarak Allâh’ın dîninden döndürme amaçlı baskılardan insanları uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad. ‘Fitnenin kökü kazınana ve Allâh’ın dîni bütünüyle egemen olana’ kadar sürecek bir cihad. (..) Bu savaş, Allâh’ın sistemini kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır. Bir ulusu, diğer bir ulusun egemenliği altına almak amacı ile girişilen bir savaş değildir bu. Allâh’ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne çıkarmaktır, İslâm’da cihâdın amacı. (S. KUTUB, 5/434)
‘Allah takvâlı olanlarla berâberdir.’ Allâh’ın müttakilerle berâber olması, fiziksel anlamda değil, Allâh’ın kullarını her yerde ve her zaman görmesi, bilmesi ve onlara yardım etmesi anlamındadır. (..) ‘Şüphesiz peygamberlerimize ve îman edenlere dünyâ hayâtında ve şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım ederiz.’ (40/51)anlamındaki âyette olduğu gibi birçok âyette Allah müminlere yardım edeceğini bildirmektedir. (47/7, 9/40, 59/11, 30/5, 48/3, 22/40; İ. KARAGÖZ 3/262, 263)
9/124-127 HER YIL SINANDIKLARINI GÖRMÜYORLAR MI?
124. Bir sûre indirildiği zaman, o (münâfıkola)nlardan bâzısı: “Bu hanginizin îmânını artırdı?” der. (Oysaherinensûre) îman edenlerin îmânını artırmış (kuvvetlendirmiştir) ve onlar (herinenvahiylesevinip) müjdeleşirler. [bk. 8/2]
125. Kalplerinde (şüphe, küfür, şirkvemünâfıklıkgibi) bir hastalık bulunan kimselere gelince, (osûreler) onların murdarlıkları üzerine murdarlığı (küfürleriüzerineküfrü) artırmış ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. [bk. 17/82; 41/44]
126. Münâfıklar) her yıl bir veya iki defâ belâya uğratıl(ıpimtihanaçekil)diklerini görmüyorlar mı? Böyle iken yine de (nifaklarından) tevbe etmiyorlar ve (bundan) ibret de almıyorlar.
127. (Münâfıklarınayıplarınıbildiren) bir sûre indirildiği zaman: “(Mü’minlerden) birisi sizi görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra (görenyoksa) sıvışıp giderler. Onlar (gerçeği) anlamayan bir güruh olmaları sebebiyle, Allah onların kalplerini (îmandan) döndürmüştür.
124-127. (124). ‘İman edenlere gelince, bu onların îmânını artırır.’ Bu sûre, onların îmânını, yakinlerini, sebatlarını yahut da haşyetlerini ve emirlere bağlılıklarını artırmıştır. (S. HAVVÂ, 6/318)
Îmânın artması, Hz. Peygamberin (s) zamânına özgüdür. (âyetler peyderpey indikçe) Şimdi ise, kabul edilen görüşe göre îman ne artar, ne de azalır. Yalnızca îmânın dereceleri kuvvet ve zayıflık yönünden farklılık arz eder. (İ. H. BURSEVİ, 7/661)
(125).‘Kalplerinde hastalık olanlara gelince (bu) onların pisliklerine pislik katar.’ Kalplerindeki küfre ilâve yeni küfür, bâtıl inanç ve kötü huylar katar. (İ. H. BURSEVİ, 7/662)
Yâni eski küfür ve inkârlarına, îmansızlıklarına, kötü huylarına ve nifaklarına bir nifak daha ilâve ediyor. Çünkü her sûrenin gelişiyle, müminlerin îman neşvesi peyderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık inkâr edenlerin de, her inkârında küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu. (ELMALILI, 4/432)
(126).‘Onlar’ şu münâfıklar ‘görmezler mi ki her yıl, bir veya iki kere belâlara çarpılıyorlar.’ Kıtlık, hastalık ve başka şeylerle yılda bir veyâ iki defa sınanıyorlar. Yâhut da emir ve hükümleri uygulamak ve tatbik etmeleri konusunda sınanıyorlar da, onlar hiçbir şekilde bunları yerine getirmiyor, uygulamıyorlar. Bu bakımdan rezil rüsvay oluyorlar. ‘Yine de hem’ nifaklarından ‘tevbe etmiyorlar, hem de öğüt’ ibret ‘almıyorlar.’ (S. HAVVÂ, 6/319)
(127).‘Bir sûre indirildiği zaman birbirlerine bakarlar. Sizi bir kimse görüyor mu? Sonra’ gizlice ‘sıvışıp giderler.’ Sûrenin kendileriyle ilgili etkisinden bunalır, vahiy meclisinden kaçmak isterler. Fakat kaş göz işâretlerini müminlerden birisi görüverecek, bu konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve hâinlikleri meydana çıkıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek isterler, ‘sonra da sıvışıp giderler.’ (ELMALILI, 4/432, 433)
‘sonra da sıvışıp giderler.’ Bu olay, sâdece yeni inen bir sûrenin okunması münâsebetiyle düzenlenen bir toplantıya münâfıklar da katılmak zorunda kalınca ortaya çıktı. Hz. Peygamber, her yeni sûreyi yerine yazılmadan önce bir hutbe gibi okurdu. Gerçek müminler onu mutlaka çok saygılı ve duygulu bir şekilde dinlerlerdi. Fakat sâdece Müslüman olduklarını göstermek için toplantıya katılmış olan münâfıklar, okunan âyetlere hiçbir ilgi duymadıkları için moralleri bozuk bir şekilde sıkılarak otururlardı. Ve kendilerinin toplantıda hazır bulunduklarını diğer sahâbelere fark ettirdiklerinden emin oldular mıydı, hemen sıvışmak için fırsat ararlardı. (MEVDÛDİ, 2/276)
‘Allah onların kalplerini (îmandan küfre) döndürmüştür.’ Yüce Allah, îmandan nefret ve nifakta ısrar etmeleri sebebiyle münafıklara hidâyet etmemiş ve kalplerini inkâr üzere bırakmıştır. Allâh’ın hidâyet edip îman nasip etmesi için kulun bu yönde irâdesinin olması gerekir. Münâfıklarda böyle bir irâde yoktu. Allah kimseyi îman etmeye zorlamaz. (İ. KARAGÖZ 3/266)
9/128-129 İÇİNİZDEN GELEN BİR PEYGAMBER
128. (Eymüminler!) Andolsun ki size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [bk. 2/129; 3/164]
129. (Ey Peygamberim!Sanainanmaktan) yüz çevirirlerse hemen de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim (güvenipdayandım). O, büyük (veyüce) Arş’ın Rabbidir (sâhibidir).
128-129. ‘(Ey müminler!) Andolsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.’ ‘kendi içinizden’, kendi cinsinizden, melek değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabi ve Kureyşi, Harem ehlinden. (..) Yâni bir rasuldür ki, azizdir; büyük izzeti vardır. Sizi sıkıntıya sokan şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir. O yüksek izzet sâhibi Peygamber, kendi cinsinin evlâtlarının zor durumda kalmasına râzı olmaz. (..) ‘Üzerinize düşkündür, size karşı pek hırslıdır.’ ‘(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de..’ (Nahl 16/37) âyetinde de işâret buyurulduğu üzere hidâyet ve iyiliğinize, faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selâmete çıkarmak, cennete ve rıdvâna kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. (ELMALILI, 4/434)
Bu (yukarıda sayılan) yedi nitelikin dışında Kur’an’da peygamberimizin birçok niteliği zikredilmiştir. Bu nitelikler özetle şunlardır: Bütün insanların peygamberidir. (4/79, 34/28). Müjdeci ve uyarıcıdır. (35/24). En güzel örnektir. (33/21). Öğüt vericidir (88/21-22). Hak dâvetcisi ve etrâfını aydınlatıcı bir kandildir. (33/46). Yol göstericidir. (42/52). En büyük ahlâka sâhiptir. (68/4). Katı kalpli, kaba ve kırıcı değil, yumuşak kalplidir. (İ. KARAGÖZ 3/269).
‘Yemin olsun ki, size hakikaten bir rasul geldi’ âyeti, Zeyd b. Sabit tarafından çok araştırılmış, ancak, Zü‘ş Şehadeteyn yâni iki şâhit hükmünde olan Huzeyme b. Sabit nezdinde bulunmuştu. Yâni âyet, ashabdan birçoklarının ezberinde olmasına rağmen, yazılısı ancak Huzeyme’nin yanında bulunmuştu. (ELMALILI, 4/433)
Sıkıntı ve musibetler karşısında ‘hasbüna ‘llâhü ve ni’me’l vekil: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ denir. Hz. İbrâhim (as) Nemrut tarafından ateşe atıldığı zaman ‘Hasbüna’llâhü ve ni’me’l vekil’ demiştir. (Buhâri) Yüce Allah Peygamberimize ‘Allah bana yeter’ demeyi emir buyurmuştur. Allah kuluna arka çıkar ve yardım ederse ona kâfi gelir, kimseye muhtaç etmez. (İ. KARAGÖZ 3/270).