Tur Suresi

52 / Tûr Sûresi

Mekke döneminde inen ilk sûrelerdendir. 49 âyettir. Adını, birinci âyette geçen aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/522)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

52/1-16  RABBİNİN  AZÂBI  MUTLAKA  VUKÛ  BULACAKTIR

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki (Mûsâ’nın vahiy aldığı) “Tûr” (dağın)a, yayılıp açılmış, (kağıt gibi) ince deri üzerine yazılmış Kitab’a, (Meleklerin Kâbesi konumundaki) Beyt-i Ma’mûr’a, yükseltilmiş tavan (gibi göğ)e, dolu (ve coşkun) denize ki Rabbinin azâbı elbette vukû bulacaktır. Onu önleyecek hiçbir şey yoktur.

9, 10, 11, 12. O gün gök çalkalandıkça çalkalanır. Dağlar (yerinden kopup) yürüdükçe yürür (toz duman olur). 11, 12.Artık (inanmayıp) yalanlayanların o gün vay hâline! Onlar daldıkları bâtıl içinde oyalanıp duranlardır.

13, 14. Âhirette kâfirler cehennemin ateşine şiddetle itileceklerdir: “İşte bu, sizin kendisini yalan saymakta olduğunuz ateştir.” denilecektir.

  1. (Cehenneme atılırken kâfirlere şöyle denirJ (Vahye sihirdir dediğiniz gibi, şimdi) bu (ateş) de sihir midir? Yoksa siz (yine) mi görmüyorsunuz?
  2. Girin ona! İster dayanın, ister dayanmayın. Artık sizin için birdir (durum değişmez). Siz ancak yapmış olduklarınıza göre cezâlandırılacaksınız.

 1-16. (1, 2, 3).‘Andolsun Tûr’a’ Tûr’un asıl mânâsı dağ demektir. Buradaki Tûr’dan maksat, Hz. Mûsâ’nın peygamberlikle şereflendiği ve Cenâb-ı Hak ile konuştuğu özel dağın adıdır. Dilimizde Tur dağı olarak meşhur olmuştur. (Ö. ÇELİK, 4/654)

‘Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba (andolsun) Mestur, düzgün şekilde yazılmış demektir. Kitâb-ı mestûr’un Tûr lafzından sonra yer alması, bu düzgün yazılı kitabın Tevrat olduğu fikrini ilk defa akla getirse de ‘ve’l kitabi’l mestûri’  şeklinde mârife getirilmeyip ‘ve kitabin mestûrin’ olarak nekre zikredilmesi bunun henüz tanınmayan bir kitap olduğunu ortaya koyar ki ‘… kıyâmet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız’ (İsrâ 17/13) âyetine dayanarak söz konusu kitabın amel defteri olduğunu söylemek, en doğru görüştür. Ayrıca bu kitabın, Levh-i mahfuz veya yeni bir kitap olması itibârıyla Kur’an olduğu da düşünülebilir. (ELMALILI, 7/272, 273)  

(4).‘Mâmur olan eve (andolsun)’ Beyt-i mâmur, bir rivâyete göre semâda / gökte bulunan bir evdir. Bu evi her gün yetmiş bin melâike ziyâret eder ve kıyâmete kadar bir daha geri dönmezler. Ona ayrıca ‘durah’ ismi de verilmektedir. Hasan Basri’den gelen bir rivâyette o şöyle der: ‘Beyt-i mâmurdan maksat Ka’be’dir. (ELMALILI, 7/273)

Bilindiği gibi bir yerin mâmur olması, üzerinde ikâmet edilmesi ve ziyâretçilerinin çok olup güzel bakılması mânâsında mecâzi bir anlam taşımaktadır. Kâbe’nin mâmur olması da ‘Ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temizle’ (Hacc 22/26) âyetince etrafındakilerin ve hacıların çokluğu ve ziyâret etmeleriyledir. Beydâvi’ye göre de Beyt-i mâmurdan kasıt, müminin kalbidir ki, onun bakımlı olması da bilgi ve ihlâs iledir. (ELMALILI, 7/273)

Hadis: ‘Miraç’ta yedinci kat göğe çıktığımızda Bayt-i Mâmur’u gördüm ve onu Cebrâil’e sordum, bana şu bilgiyi verdi: ‘Burası Beyti Mâmur’dur, Orada her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıkan melek artık bir daha geri dönmez.’ (Buhâri Bed’ül Halk 6, Müslim Îman 265’den Ö. ÇELİK, 4/655)

(5).‘Yükseltilmiş tavana’ yâni semâya / gök’e, bir rivâyette de cennetin tavanı olan Arş’a yemin olsun. (ELMALILI, 7/273)

(6).‘Kaynayan denize andolsun’ (….) ele aldığımız âyette geçen ‘el mescûr’ kelimesi ‘secera’ fiilinden ism-i meful formatında bir sözcüktür. ‘Secera’ fiili, ‘ateşi tutuşturmak, yakmak’ anlamına geldiğine göre ‘bahr-i mescur’ ateşle suyu kaynatılmış deniz demektir. Nitekim ‘Denizler kaynatıldığında’ (Tekvir 81/6) âyetinde de kıyâmet koparken denizlerdeki suların kaynatılacağı ifâde edilmektedir. Yine bir rivâyette denilmiştir ki, kıyâmet günü bütün denizler kaynatılacak ve cehennem onunla ateş (nar) hâline getirilecektir. (M. DEMİRCİ, 3/213)

(7).‘Rabbinizin azâbı mutlaka vukû bulacaktır.’ İbn Kesir der ki: ‘İşte bu, hakkında yemin edilen şeydir. Yâni mutlaka bu azap, kâfirlere gelip çatacaktır, onların tepelerine inecektir. (S. HAVVÂ, 14/172)

(8).‘Onu savacak yoktur’ Yâni azâbı kendisinden uzaklaştıracak bir kimse yoktur. Nitekim ‘Allah’tan geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün’ (Şûrâ 42/47) âyetinde de aynı anlam vardır.  O azâbı uzaklaştıracak hiç kimse yoktur, aksine her hâlükârda bu azap gerçekleşecektir. (İ. H. BURSEVİ, 20/120)   

(9, 10).‘O gün gök sarsıldıkça sarsılır.’ Alabildiğine çalkalanır. Nesefi der ki: ‘Yâni değirmen gibi hareketli bir şekilde döner.’ (S. HAVVÂ, 14/173)

‘Dağlar yürüdükçe yürür.’ Nesefi der ki: ‘Yâni dağlar gidecek ve un ufak olacak, etrâafa dağılacaktır, savruldukça savrulacaktır.’ (S. HAVVÂ, 14/173)

(11).‘Yalanlayanların vay hâline o gün’ Bu çalkalanış ve yürüyüş vukû bulduğunda ve iş bu zikredilen tarzda geliştiğinde, başlarına gelecek bu şiddetli azaptan dolayı o yalanlayanların çekecekleri var. (İ. H. BURSEVİ, 20/123)

‘yalanlayıcılar’ ile maksat, Peygamberi, Peygamberin tebliği Allâh’ın kitâbını, kitapta bildirilenleri, Allâh’ın emir ve yasaklarını, ilke ve hükümlerini, helâl ve haramlarını, kıyâmetin kopacağını, âhireti, ölülerin diriltilmesini, cennet ve cehennemi yalan sayan Mekkeli müşrikler ve onların konumunda olanlardır. Kur’an’da verilen bir bilgiyi veya bir emir ve yasağı yalan sayan sayan kimse kâfir olur. Kâfirlerin âhirette gidecekleri yer, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. (2/24, İ. KARAGÖZ 7/400, 401)

(12).‘Onlar ki, daldıkları içinde oyalanıp durmaktadırlar’ Hz. Peygamber’den (s) kıyâmet, âhiret, cennet ve cehenneme âit haberleri işitip onları alay konusu yapıyorlar. Saygı ile onları inceleme yerine, sırf eğlenmek için bu konular üzerinde söz ebeliği ediyorlar. Âhiretle ilgili onların konuşmalarının gâyesi gerçeği anlamaya çalışmak değil, bilâkis gönül eğlendirdikleri bir oyundur. Çünkü onlar gerçekten hangi âkıbete uğrayacaklarını hiç düşünmüyorlar. (MEVDÛDİ, 5/493)

(13, 14).‘O gün onlar cehennemin ateşine şiddetle itileceklerdir’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni durdurulur ve cehenneme doğru itile kakıla sürülürler.’ (S. HAVVÂ, 14/173)

Dünyâda iken ‘yalanlayıp durduğunuz ateş işte budur’ İbn Kesir der ki: Yâni Zebâniler azarlamak kastıyla onlara böyle söyleyecektir. (S. HAVVÂ, 14/173)

(15).‘Bu (ateş) de sihir midir? Yoksa siz (yine) mi görmüyorsunuz?’ Siz başınıza gelecek şeyleri haber veren Kur’an’a ‘sihir’ diyordunuz ya, işte o Kur’ân’ın haber verdiği bu cehennem ateşine de sihir desenize! Bakın bakalım, bu gördüğünüz sihir midir? (İ. H. BURSEVİ, 20/124)

(16).‘Girin ona! İster dayanın, ister dayanmayın. Artık sizin için birdir.’ Her iki durumda yâni sızlansanız da sabretseniz de azâbın kaldırılması veya hafifletilmesi gibi herhangi bir faydayı aslâ temin edemezsiniz. Çünkü sabır, ancak dünyâda bir fayda karşılığında olur, âhirette olmaz. Her kim bu dünyâda taatlere sabırla devam ederse, âhirette sızlanmaz. (İ. H. BURSEVİ, 20/125)

‘Siz ancak yapmış olduklarınıza göre cezâlandırılacaksınız.’ (…) Cezâ onların inkâr ve çirkin amelleri karşılığında verilmektedir. Bu, kesinlikle vukû bulacak ilâhi bir vaaddir. Allâh’ın vaadinin yalan çıkması mümkün değildir. Ayrıca faydası bulunmaması açısından da sabretmeleri veya etmemeleri eşittir. (İ. H. BURSEVİ, 20/125)

 52/17-21  HERKES  KAZANDIKLARINA  KARŞI  BİR  REHİNDİR

17, 18. Şüphesiz Allâh’a karşı gelmekten sakınan müminler, cennetlerde ve nîmet içinde (olacaklardır). Rablerinin kendilerine lütfettiği nîmetlerden zevk (ve sefâ) içerisinde faydalanırlar ve Rableri onları cehennem azâbından mutlaka korur.

19,20. “Yaptıklarınız (iyi ameller)e karşılık, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanmış olarak (cennet nîmetlerinden) âfiyetle yiyin, için.” (denilir). Ayrıca biz onlara güzel iri gözlü hûrileri eş yaptık. [bk. 37/44]

  1. İman edenler (Allah’a teslimiyet gösterenler) ve nesilleri de îmanla kendilerine (Allah yolunda) tâbi olanlar (var ya)! Biz onları (cennete koyarken) nesillerini de kendilerine katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır (ona göre muamele görür).

 17-21. (17, 18). ‘Şüphesiz Allâh’a karşı gelmekten sakınan müminler, cennetlerde ve nîmet içinde (olacaklardır). Rablerinin kendilerine lütfettiği nîmetlerden zevk (ve sefâ) içerisinde faydalanırlar.’ Kur’an’da kâfirlerin hâlleri beyan edilirken mutlaka müttaki müminlerin durumlarına da işâret edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Allâh’ın azâbından emin olmak, ancak O’nun korumasıyla mümkündür. Çünkü kimse azâba mâni olamadığı için onun gerçekleşmesi kesindir. Bu yüzdendir ki Allah ve peygamberi tasdik edip de, Allâh’a kullukta, O’nun emrettiği şekilde çalışan ve korunan müttakiler, Allâh’ın kendilerin koruması ile o gün cennet nîmetleri içinde zevk alacaklardır. (ELMALILI, 7/274)

‘Rablerinin kendilerine verdikleriyle sevinirler’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allâh’ın onlara vermiş olduğu yemek, içecek, giyecek, mesken, binek ve buna benzer çeşitli  lezzetlerden oluşan nîmetler içerisinde zevk ile yaşarlar.’ Nesefi de şöyle der: ‘Yâni Rablerinin kendilerine verdikleri ile lezzet alır ve duyarlar.’ (S. HAVVÂ, 14/175)

‘Rableri onları cehennem azâbından da korumuştur’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni, Allah onları cehennem azâbından kurtarmıştır. Bu ise hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın da içinden geçirmediği sevinçlerin bulunduğu cennete girmeye ek olarak başlı başına ve bizâtihi nîmettir. (S. HAVVÂ, 14/175)

(19, 20).“Yaptıklarınıza karşılık, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanmış olarak (cennet nîmetlerinden) âfiyetle yiyin, için.” (denilir). Ayrıca biz onlara güzel iri gözlü hûrileri eş yaptık.’ Cennet yiyecek ve içecekleri içinde, bunların lezzet ve güzelliklerini bozacak hiçbir eksiklik olmayacaktır. Dünyâda olduğu tarzda yemeden ileri gelen hazımsızlık, hastalık ve sıkıntılar gibi üzüntü verici şeyler oradaki yeme içme husûsunda aslâ vâki olmayacaktır. (İ. H. BURSEVİ, 20/129)

‘Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanmışlar olarak.’ Yemeleri ve içmeleri esnâsında bu hâlde olacaklardır. Yâni koltukları birbirlerine bitişik olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/175)

‘ve onları iri gözlü hurilere eş yaptık.’ Âyetin mânâsıBiz onları o hûrilerle yakın dost kıldık’ şeklindedir. Çünkü cennette, dünyâdaki gibi bir evlendirme söz konusu değildir. Zîrâ cennet, bir yükümlülük yurdu değildir. Dolayısıyla cennet ehlinin hûrilerle evlendirilmesi, aralarında nikâh gibi herhangi bir akde dayanmayan, sâdece birbirlerini kabûle dayalı bir husustur. (İ. H. BURSEVİ, 20/131, 132)

(21).‘İman edip de îman ile kendilerine tâbi olanlara soylarını da kattık.’ O kimseler ki îman etmişler, zürriyetleri de îman ederek onların ardından gitmiştir. İşte biz onların zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır. Yâni zürriyetleri amel bakımından atalarından daha aşağı derecede olmakla berâber, îman ederek onlara tâbi olmaları sebebiyle cennette atalarının derecelerine çıkarılarak yanlarında bulundurulurlar. Böylece onların zevk ve sevinçleri tamamlanmış olur. (ELMALILI, 7/274)

‘Bununla berâber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir.’ Yâni zürriyetlerini kendilerine katmaktan dolayı yaptıkları amellerin sevaplarından onlara bir şey eksik verilmiş değildir. (ELMALILI, 7/274)

‘Herkes kazancına bağlıdır.’ Herkes yapıp ettiğinin karşılığında bir rehindir. (Yâni) kişinin sorumluluğu, borç ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açıklanmıştır. Bir borca karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da Allâh’ın huzûrunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin vermiş gibidir. Hesâbını verebilenler kurtulur, veremeyenler cezâlarını çeker. Şâyet borcunu ödemeye çalışmış ve bu yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin olmaktan kurtulacak, âhiret saadetine erişecektir. (..) Bu cümle için herkesin yaptığı iyi kötü herşeyin kayıt altında olduğu, kimsenin başkasının günahından sorumlu olmayacağı ve sâdece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu yapılmıştır. (KUR’AN YOLU 5/146, 147)

Hadis: ‘Allah Teâlâ cennette sâlih kulunun derecesini yükseltir. O kul: ‘Ya Rabbi! Bana bunu hangi sebeple lütfettin?’ diye sorduğunda Cenâb-ı Hak ’Çocuğunun senin için istiğfar etmesi sebebiyle’ buyurur. (İbn Mâce Edeb 1, Ahmed b. Hanbel 2/509’dan Ö. ÇELİK, 4/658)   

 52/22-28  CENNETTEKİ  İKRAMLAR

  1. Biz (cennetlerde) müminlere canlarının çektiği meyve ve etten bolca ikram ederiz.
  2. Müminler cennetlerde birbirleriyle kadehlerle içecek ikram ederler. On(un içimin)de bir saçmalama ve bir günaha girme yoktur.
  3. (Cennetlerde) sanki sedefte gizlenmiş inci gibi, civanlar (hizmet için) çevrelerinde dolaşırlar.

25, 26, 27, 28. (O cennettekiler) birbirlerine yönelip (hâl, hatır) sorarlar. 26. (Şöyle) derler: “Hakikaten biz, bundan önce (dünyâda), âilemizde (ve çevremizde bir günaha düşmekten ve sonumuzdan) korkan (kimse)lerdik. 27. “Allah da bizi (bu sebeple rahmetiyle) lütfetti ve bizi iliklere kadar işleyen (cehennemin)  azabından korudu. 28. “Doğrusu biz, bundan önce (ancak) O’na yalvarır (ibâdet eder)dik. Çünkü O iyiliği ve merhameti bol olandır.”

 22-28. (22).‘Biz (cennetlerde) müminlere canlarının çektiği meyve ve etten bol bol ikram ederiz.’ Bu âyette cennet ehline mutlaka her çeşit et verileceği anlatılmış, Vâkıa sûresinin 21’inci âyetinde de kuş etinden onlara ikram edilip yedirileceği buyurulmuştur. Bu etin cinsinin ne olduğunu iyice bilmemekteyiz. Ama Kur’ân-ı Kerîm’in açıklamalarında ve bâzı hadislerde cennetin sütü hakkında, onun hayvanların memelerinden çıkan süt gibi olmadığı, cennet balı hakkında, arıların yaptığı gibi olmadığı, cennet şarabı hakkında da onun meyvelerin çürütülüp çıkarılan suyundan olmadığı, bilâkis Allâh’ın kudreti ile bütün bunların kaynaklardan çıkıp nehirlerden akacağı şeklinde belirtildiği gibi, cennet etinin de kesilmiş hayvan etinden olmayacağı, ama bunun da Allâh’ın kudreti ile yaratılacağı şekli ile yukardakilerle kıyas edilebilir. (MEVDÛDİ, 5/497)

(23).‘Cennetlerde içindekileri saçmalamaya sebep olmayan ve günaha sokmayan bir kadehi elden ele dolaştırırlar.’ Mücâhid der ki: Orada birbirlerine sövmez ve günah işlemezler. Katâde der ki: Bu durum, dünyâda ve şeytan ile birlikte idi. Şânı yüce Allah, âhiretteki içkiyi dünyâdaki içkinin pisliklerinden ve rahatsız edici özelliklerinden tenzih etmiştir. Âhiretteki içki, başı ağrıtmaz, karnı rahatsız etmez, aklı bütünüyle izâle etmez. Ayrıca bu içkinin onları faydasız, boş, kötü hezeyan ve ahlâksızlık içeren sözler söylemeye itmeyeceğini haber verdiği gibi; görünüşünün güzel, tadının hoş olduğunu da bildirmektedir. ‘İçenlere lezzet veren, beyaz kâselerle, etraflarında dolaşılır. Onda herhangi bir zarar yoktur. Onlar ondan dolayı sarhoş da olmazlar. (Sâffât, 37/46-47). ‘Ondan dolayı başları da ağrımaz ve akılları da giderilmez.’ Vakıa 46/19, S. HAVVÂ 14/196)

(24).‘ve onların etrâfında dönerler’ Vâkıa sûresinde de geleceği gibi, kadehler sürâhîlerle emre hazır bir durumda etraflarında pırıl pırıl dönüp dolaşırlar. ‘sâhibi bulundukları uşaklar’ cennet sâkisi genç hizmetçiler, ‘sanki saklı iri inciler’ yâni sedeflerinde gizli hiç kirlenmemiş, el değmemiş, beyaz, saf, temiz ve pırıl pırıl inciler gibidirler. (ELMALILI, 7/276)

(25).‘..birbirlerine yönelip sorarlar.’ Yâni birbirlerine hâllerinden, amellerinden ve Allâh’ın yanında eriştikleri ikramlardan soruyorlar. Bunları sormalarının nedeni, lezzet almalarının yanı sıra sohbet eden kişilerin adetlerinde olduğu gibi ulaşmış oldukları büyük nîmetleri sayıp dökmek ve ünsiyetlerinin tam olması içindir. (İ. H. BURSEVİ, 20/144)

‘Evet doğrusu biz daha önce ehlimiz arasında’ ilimiz, obamız, evimiz ve âilemiz içinde ‘yüreklerimiz titrer, korkardık.’ Geleceğimizden endişe eder, bir isyâna düşmekten veya bir azâba mâruz olmaktan korkardık. (ELMALILI, 7/276)

(27).‘Şimdi ise Allah bize iyilikte bulundu.’ Lütuf ve yardımıyla bu nîmetleri ihsan etti. ‘ve bizi semûm azâbından korudu.’ Semûm; (…) vücudun içine işleyen zehirli, sıcak, samm denilen bir rüzgârdır. Burada zikri geçen azaptan maksat, cehennem ateşi veya buna benzetilen korkunç dünyâ hayâtıdır. Semûm’un cehennemin isimlerinden olduğu da rivâyet edilmektedir. (ELMALILI, 7/276)

(28).‘Gerçekten biz bundan önce’ yâni yüce Allâh’a kavuşmadan ve O’na dönmeden önce – ki dünyâda oldukları zamânı kastediyorlar – ‘da O’na yalvarıyorduk.’ Nesefi der ki: ‘O’na ibâdet eder, O’ndan başkasına tapınmazdık.’ İbn Kesir de der ki: ‘O’na yalvarıp yakarıyorduk, O da duâlarımızı kabul buyurdu; dileklerimizi bizlere verdi.’ (S. HAVVÂ, 14/177)

‘Gerçekte iyilik eden’ yâni sözünde duran, ihsan eden, kerem sâhibi olan ‘ancak O’dur. O Rahîm’dir.’ Kendisine duâ ve ibâdet eden müminlere sonuçta çok rahmet ve merhamet eden yine O’dur. (ELMALILI, 7/276)  

 52/29-34  RASÛLÜM!  SEN  ÖĞÜT  VER

  1. (Rasûlüm! Sen) öğüt ver. Sen Rabbinin nîmeti sâyesinde, kâhin de değilsin, mecnun da değilsin.
  2. (Ey Peygamberim!) Yoksa (senin için): “(O) bir şâirdir, ona (çarpacak olan) zamânın felâketini gözetliyoruz.” mu diyorlar?
  3. (Ey Peygamberim! Onlara) De ki: “ (Bana geleceğini beklediğiniz felâketi) Bekleyin, çünkü ben de sizinle berâber (uğrayacağınız) felâketi / azâbı bekleyenlerdenim.”
  4. (Ey Peygamberim!) Yâhut bunu, kendilerine (kısa) hayalci akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudurlar?
  5. (Ey Peygamberim!) Yoksa: “Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurup söyledi” mi diyorlar? Hayır! Onlar (bu tavırlarıyla) îman etmezler.
  6. Eğer (onlar) doğru söyleyenler iseler onun gibi bir söz getirsinler!

 29-34. (29).‘Sen öğüt ver.’ Nesefi der ki: ‘Yâni insanlara öğüt verip hatırlatmaya devam et, bu konuda sebat göster.’ (S. HAVVÂ, 14/181)

‘Rabbinin nîmeti sâyesinde sen ne bir kâhinsin, ne de bir deli.’ Kâhin; cinnin gökteki ordulardan telâkki ettiği sözleri alıp getirdiği kimsedir. Mecnun (deli) ise, aklını yitirmiş kimsedir. Kâhinlik ve sar’a iftirâsı kâfirlerin vahiy gerçeğini ve ona bağlı diğer hususları açıklamak üzere ileri sürdükleri iki ayrı olaydır. Ancak böyle bir açıklama şekli ilmi bakımdan da, akli açıdan da reddedilir. Çünkü kâhinin bu Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini ortaya koymasına imkân yoktur. Sar’a ise bir hastalık hâlidir. Böyle bir hâl ile birlikte Kur’an âyeti gibi bir âyetin ortaya çıkması imkânsızdır. Diğer delilik türleri ve bu esnâda aklın kaybedilmesi ise, hep birer hastalık hâlidir. Yine bu hâllerde vahiy gerçeğine bağlı olarak ortaya çıkan gaybe âit bilgiler, hidâyet, ilimler ve Kur’ân-ı Kerîm’in meydana gelmesine imkân yoktur. (S. HAVVÂ, 14/181)

(30).‘Yoksa: Bir şâirdir, zamânın onun aleyhine dönmesini görüyoruz mu derler?’ Yâni zamanla ortaya çıkacak olan olayların yâni musîbetlerin ona gelip çatmasını ve böylece kendisinden önceki şâirlerin ölüp gittiği gibi onun da ölüp gitmesini bekliyoruz, demek istiyorlar. İbn Kesir der ki: ‘el menûn: ölüm’ demektir. Yâni; bizler ölünceye kadar onu bekler ve onun yaptıklarına karşı sabrederiz. Artık öldükten sonra ondan da onun bu durumundan da rahat etmiş oluruz.’ (S. HAVVÂ, 14/181, 182)

Anlatıldığına göre Kureyşliler Dârü‘n nedve’ de toplanmışlar Hz. Peygamber hakkındaki görüşler de çoğalmıştı. Nihâyet Abdüddar oğulları peygamberi kastederek ‘Raybül Menûn’u gözetin. Çünkü o bir şâirdir. Züheyr’in, Nabiga’nın ve A’şa’nın helâk olması gibi, o da helâk olacaktır’ demişler ve bunun üzerine de dağılmışlardı. (ELMALILI, 7/279)

(31).‘De ki: “Bekleyin, çünkü ben de sizinle berâber (sizin) felâketinizi / azâbınızı bekleyenlerdenim.” Siz benim ölümümü beklediğiniz gibi, ben de sizin helâk oluşunuzu bekliyorum. İbn Kesir şunları söylemektedir: ‘Siz de bekleyiniz, ben de sizinle birlikte beklemekteyim. Güzel âkıbetin dünyâ ve âhirette kimin hakkı olacağını bileceksiniz.’ (S. HAVVÂ, 14/182)

(32).‘Yâhut bunu, kendilerine hayalci akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudurlar?’ Yâni sözlerindeki bu çelişkiyi akılları mı emrediyor? Çünkü kâhin, keskin akıllı ve zeki olur. Mecnûnun ise aklı, fikri karışıktır. O hâlde nasıl olur da onlar, kâhin dediklerine mecnun, mecnun dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki akıllı olduklarını iddiâ eden o kimseler, bu davranışlarıyla ne dediklerini bilmeyecek ve nasıl çelişkiye düştüklerini fark etmeyecek derecede akılsız olduklarını ortaya koymuşlardır. Onun içi buyuruluyor ki ’yoksa onlar akılsız’ azgın, hakkı kabul etmemekte haddi aşan, kendi ihtiraslarına uymayınca akıl ve insaf dâiresinden çıkan ve yalan uydurmaya alışkın ‘bir güruh mudurlar?’ (ELMALILI, 7/279)

‘akılları mı emrediyor?’ soru cümlesi (..) akılları emretmiyor anlamındadır. Çünkü müşrikler, akıllarını kullanan kimseler değillerdi.  Önyargı ve duyguları ile hareket ediyorlardı. Müşrikleri Hz. Peygambere büyücü, deli ve şâir demelerini gerektirecek hiçbir dayanakları yoktu. (İ. KARAGÖZ 7/413)

(33).‘Yoksa: “Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurup söyledi” mi diyorlar? Hayır! Onlar îman etmezler.’ Yâni ya bu söyledikleri sözlere kendileri bile inanmazlar, ya da îman etmedikleri için öyle söylerler. Zîrâ onlar da biliyorlar ki, Muhammed yalan söylemez, şu hâlde kendi sözünü Allâh’a iftirâ etmez. Ve yine bilirler kibu söz (Kur’an) uydurma bir söze de benzemez. Fakat sırf küfür ve inatları sebebiyle öyle söylerler. (ELMALILI, 7/280)

(34).‘Eğer doğru söyleyenler iseler onun gibi bir söz getirsinler!’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni eğer onlar, Muhammed bu Kur’ân-ı Kerîm’i uydurup düzdü şeklindeki iddiâlarında doğru söyleyen kimseler iseler, işte Muhammed’in getirdiği Kur’an’ın bir benzerini onlar da getirsinler. Gerçek şu ki, onlar ile cinler ve insanlar da dâhil olmak üzere bütün yeryüzü hâlkı bir araya toplanacak olsalar, benzerini getiremezler. On sûresinin, hattâ bir sûrenin dahi benzerini meydana getiremezler.’ (S. HAVVÂ, 14/183)

‘Eğer doğru sözlü iseler.’ Yâni peygamberin uydurduğunu ileri sürdükleri iddiâlarında doğru iseler, kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirmeleri gerekir. Çünkü Kur’an, beşer uydurması bir kelâm olsaydı, onların da peygamber gibi beşer olmaları dışında, nutuk, hitâbet ve şiir ile meşgul olmaları, nazım ve nesir kelâm üsluplarındaki deneyimleri, târih ve olaylara olan vukufları, okuyup yazmaları, tahsilleri ve kâhinlerinin olması gibi sebeplerden dolayı Kur’ân’a nazire yapma kudretlerinin bulunması gerekirdi. Böyle bir kudreti gösteremediklerine göre niçin onu Allâh’ın gönderdiğine inanmıyorlar da îmansızlık ediyorlar? Yoksa kendilerine cezâlarını verecek yok mu sanıyorlar? (ELMALILI, 7/280)

 52/35-43  BİR  TUZAK  MI  KURMAK  İSTİYORLAR?

  1. Yoksa müşrikler, yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yâhut kendilerini yaratan kendileri mi?
  2. Yoksa gökleri ve yeri müşrikler mı yarattılar? Hayır! Onlar kesinkes inanma(k isteme)zler.
  3. Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır? Yâhut üstün ve hâkim olan kendileri midir?
  4. Yoksa müşriklere âit bir merdiven var da onunla (göğe çıkıp meleklerin sözlerini ve onlara vahyedileni) mi dinliyorlar? Öyleyse onları dinleyenler, açık bir delil getirsin.
  5. (Ey müşrikler!) Yoksa kızlar Allâh’ın da, oğullar sizin mi?
  6. (Ey Peygamberim!) Yâhut onlardan bir ücret istiyorsun da onlar, (böyle) bir borçtan dolayı ağır yük altına mı girmişler?
  7. Yoksa gayb kendilerinin yanında da onlar (istediklerini) mi yazıyorlar?
  8. (Ey Peygamberim!) Yâhut (sana) bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat inkâr edenler, asıl kendileri o tuzağa düşecek olanlardır.
  9. Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhları mı var? Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzak (ve şânı yüce)dir.

 35-43. (35).‘Yoksa müşrikler, yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yâhut kendilerini yaratan kendileri mi?’ Önceleri yokken sonradan yaratıldıklarına göre, şâyet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın olabileceğini hiç düşünmüyorlar mı? Bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O’nun kudretini hesâba katmıyor, cezâsından korkmuyor ve îmansızlık ediyorlar? (ELMALILI, 7/280)

Hadis: Muhammed b. Cübeyr b. Mut’im’in babasından rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sa)’ı akşam namazında Tûr sûresini okurken dinledim. Şu: ‘Onlar yaratıcısız mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır veya egemen olanlar onlar mıdır? (âyet 35-37) buyruklarına ulaşınca; kalbim neredeyse yerinden fırlayıp çıkacaktı. Bu hadîs-i şerif Buhâri ile Müslim’de bu şekilde birkaç yoldan rivâyet edilmiştir. Cübeyr b. Mut’im de Bedir vak’asından sonra esirlerin fidye karşılığı bırakılmasında Peygamber (s)’in yanına varmıştı. O sırada müşrik idi. Bu sûrede yer alan bu âyet-i kerîmeleri dinlemesi, daha sonraları onun İslâm’a girmesine sebep teşkil eden hususlar arasındadır.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/197)

(36).‘Yoksa gökleri ve yeri müşrikler mı yarattılar? Hiç birisi olmadığı belli (fakat) hakikati anlamazlar.’ Yâni gökleri ve yeri yaratan Allah’tır, derler de yine şüphe içinde dolaşırlar. Onun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp peygamberi tasdik etmek istemezler. Sâdece zamânın felâketine çarpılmasını bekler dururlar. (ELMALILI, 7/281)

(37).‘Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır?’ Yâni seni yetiştirip rahmet ve nîmetiyle peygamber olarak gönderen Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır? Hazîne kâhyası onlar mı? Nîmetleri onlar mı dağıtıyorlar ki, peygamberliği sana vermek istemiyorlar? ‘Yoksa herşeyi hâkimiyetleri altına alan onlar mıdır?’ Yâni Allâh’a gâlip gelmişler, hazînelerini ele geçirmişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar? Yâhut da Allâh’ın verdiğini mi zorla almak istiyorlar? (ELMALILI, 7/281)

(38).‘Yoksa onların bir merdivenleri var da orada mı dinliyorlar?’ Yâni Allâh’ın Mele-i Âlâ’ya (yüksek melekler topluluğuna) gönderdiği emirleri, vahiyleri ve diğer bütün ilâhi sözleri o merdivenden mi dinliyorlar da bu vesîle ile kimin kimden önce öleceğini ve Kur’an’ın Allah tarafından gönderilmeyip uydurularak O’na isnad edildiğini biliyorlar? ‘Öyle ise dinleyenler açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirsinler’ dinlediklerini ispat etsinler. Nasıl Hz. Peygamber (sav) ‘Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler’ (Tûr 52/34) şeklindeki âyetlerle onlara meydan okuyarak apaçık mûcizesini gösterdi, onlar da öyle bir delil getirsinler. (ELMALILI, 7/281)

(39).‘Yoksa kızlar Allâh’ın da, oğullar sizin mi?’ Necm sûresinde de ifâde edileceği gibi bu ne haksız bir paylaştırma? Çünkü onlar, meleklerin Allâh’ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına birtakım putlar yapıp, Lât, Uzzâ, Menât gibi dişi isimler vererek tapıyorlar, sonra da ‘Biz bunları Allâh’a ortak koşmuyoruz, Allâh’ın kızları oldukları için bize şefaat etsinler diye ibâdet ediyoruz’ diyorlardı. Ancak kendilerine gelince kız evlâdını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı. (ELMALILI, 7/281)

(40).‘Yoksa sen kendilerinden’ tebliğ ve inzar / uyarı karşılığında ‘bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında kalıyorlar?’ Bundan dolayı mı onlar sana tâbi olmaktan uzak duruyorlar? Sen onları hidâyete iletme karşılığında onlardan bir ücret istemediğine göre; peki yüz çevirmekteki delilleri ne olabilir? (S. HAVVÂ, 14/187)

Mağrem,  esâsen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yâhut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da mağrem denilir. Türkçede buna karşılık olarak zarar ve cereme vermek tâbiri kullanılır. Yâni zorba hükümetlerin baskıları altında ağır vergilerle ezilmekte olan hâlk gibi midir ki senin için felâketler bekliyorlar. (ELMALILI, 7/282)

(41).‘Yâhut gaybı bilmek’ Nesefi’nin açıklamasına göre Levh-i Mahfûz; ‘kendilerine âittir de onlar mı yazıyorlar?’ Nesefi der ki: ‘Yâni onda bulunanları yazanlar onlar mıdır ki, bizler öldükten sonra diriltilmeyeceğiz, diriltilsek dahi bize azap edilmeyecektir, derler.’ Yâni buna bağlı olarak onlar âhiret için herhangi bir amelde bulunmazlar. (S. HAVVÂ, 14/187, 188)

(42).‘Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar?’ Yâni sana ve müminlere bir suikast mı hazırlamak istiyorlar ey Muhammed! Bu âyet müşriklerin Darü‘n nedve’de tertip etmek istedikleri suikastı haber vermektedir. ‘Fakat o küfredenlerin kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdir.’ Nitekim öyle olmuş Hz. Peygamber (s) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir’de yakalanmışlardır. Böylece söz konusu âyet, gaybı önceden haber vermiş ve bunu onların değil, Allâh’ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne sermiştir. Denildiğine göre Peygambere suikast tertip edenler İslâm’ın yayılışının 15’inci yılında gerçekleşen Bedir harbinde katledilmişlerdi. Bu sûrede de ‘em: yoksa’ kelimesi 15 defâ zikredilmiştir. İşte bu, o olaya işâret sayılabilir. Şihâb’ın dediği gibi bu kabil gizli işâretler, Kur’an’ın mûcizeleri arasında sayılırlar. (ELMALILI, 7/282)

(43).‘Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhları mı var?’ Yâni o taptıkları putların kendilerini Allâh’ın azâbından kurtaracaklarını mı zannediyorlar? ‘Allah onların koştukları ortaklardan uzaktır.’ Gerçekte Allah’tan başka ilâh yoktur ve onun azâbı ‘Mutlaka vuku bulacaktır ve ona engel olacak bir şey yoktur.’ (Tûr 52/7-8, ELMALILI, 7/282)

 52/44-49  RABBİNİN  HÜKMÜNE  SABRET

  1. (Ey Peygamberim! Başlarına) gökten bir parçayı düşerken görseler bile, (inatlarından inanmayıp): “Üst üste gelmiş bir buluttur.” derler (“Allah’tan gelen bir felâkettir.” demezler).

45, 46. (Ey Peygamberim!) Artık, çarpılacakları (felâket) günlerine kavuşuncaya kadar, kendi hâllerine bırak onları. 46. O gün ‘hîle ve plânları’ kendilerinden hiçbir şeyi savamaz ve onlara yardım da edilmez.

  1. Hiç şüphesiz zulmedenlere, bu (dünyâ azabı)ndan başka bir de (âhiret) azâb(ı) vardır. Fakat onların çoğu bilmezler. [bk. 32/21]

48, 49. (Ey Peygamberim!) Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözetimimiz altındasın. (Her) kalktığın zaman Rabbini hamd ile tesbih et. 49. Gecenin bir kısmında ve yıldızların kaybolup gitmesinden sonra (sabah vakti) O’nu tesbih et (namaz kıl, sübhâneke oku).

 44-49. (44).‘Bununla berâber onlar öyle kâfirlerdir ki, semâdan bir parçanın düşmekte olduğunu görseler’ ‘Üzerimize gökten parçalar düşür (Şuarâ 26/187) diye istekte bulundukları hâlde azâbın başlarına inmekte olduğuna şâhit olsalar bile yine inanmazlar da (onun için) toplanmış bir bulut derler.’ Fiilen başlarına gelmedikçe kabul etmezler. Bu yüzden Allah Teâlâ ‘Üzerlerine Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olanlar inanmazlar; onlara (istedikleri) bütün mûcizeler gelmiş olsa bile acıklı azâbı görünceye kadar (îman etmezler) (Yûnus 10/96, 97; ELMALILI, 7/282, 283)

(45).‘Artık’ Kıyâmet gününde Bayılma Nefhası olan İlk Nefha esnasında ‘çarpılıp bayılacakları günlerine erişinceye kadar bırak onları’ ya Muhammed! (S. HAVVÂ, 14/189)

(46).‘O gün ‘hîle ve plânları’ kendilerinden hiçbir şeyi savamaz ve onlara yardım da edilmez.’ Nitekim Peygamber (s)’e suikast hazırlamak isteyen Ebû Cehil ve yandaşları Bedir günü böyle bir âkıbete uğramışlardı. (ELMALILI, 7/283)

(47).‘Hiç şüphesiz zulmedenlere, bu (dünyâ azabı)ndan başka bir de (âhiret) azâb(ı) vardır. Fakat onların çoğu bilmezler.’ İbn Kesir der ki: ‘Bizler onları dünyâ hayâtında azâba uğratır, musîbetlerle imtihan ederiz. Belki dönerler ve vaz geçerler diye. Fakat onlar kendilerinden ne istendiğini anlamıyorlar. Aksine azap üzerlerinden açıldığı, giderildiği vakit, tekrar eskiden içinde bulundukları durumdan daha kötüsüne dönerler. (S. HAVVÂ, 14/189)

‘zulmeden kimseler’ ile maksat, kâfir ve müşriklerdir. Îman etmeyen herkes, kendisine zulmetmiştir. Çünkü bunun dünyâ ve âhirette cezâsını kendisi çekecektir. Bu itibarla bütün kâfirler zâlimdir. (2/255, İ. KARAGÖZ 7/421)

(48, 49).‘Rabbinin hükmüne sabret. Şüphesiz sen Bizim gözetimimiz altındasın.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onların eziyetlerine katlan; onlara aldırış etme! Çünkü Biz seni görüyoruz ve sen Bizim korumamız altındasın. Allah seni insanlara karşı korur. (S. HAVVÂ, 14/189, 190)

‘ve Rabbini hamd ile tesbih et.’ Yâni ‘Sübhanallâhi ve bi hamdihi: O’nu her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve O’na hamd ederim’ demek sûretiyle Allah’ı zikret. ‘kalkacağın zaman’ Yâni herhangi bir meclisten kalkarken (Allâh’ı tesbih ve tahmid et). Ebû Dâvud ve Nesâi’nin sünenleri ile  diğer bâzı hadis kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzet ‘el Eslemi (r)’den gelen bir rivâyette şöyle denilmektedir: ‘Rasûlullah (s) bir meclisten  kalkacağı zaman ‘Sübhânekallahümme ve bihamdike Eşhedü en lâilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbü ileyke: Ey Allâh’ım seni her türlü noksan sıfattan tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder, senden mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim’ derdi. Konuyla ilgili soru sorulduğunda da ‘Bu, mecliste olanlar için kefârettir’ demişti. Bâzıları da bunun namaza durulduğu zaman ‘Sübhanekallâhümme ve bi hamdike ve tebâreke smüke ve Teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe ğayrüke : ‘Ey Allah’ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd ederim. Senin ismin ne yüce ve makâmın ne uludur. Ve senden başka ilâh yoktur.’ Duâsının okunması hakkında rivâyet edildiğini söylemişlerdir. Âlimlerden bir kısmına göre de söz konusu âyetten maksat, yataktan kalkıp namaza durduğun vakit demektir. Buna göre âyete ‘kalkacağın zaman’ mânâsını vermek daha uygun olacaktır. (ELMALILI, 7/283, 284)

‘Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O’nu tesbih et.’ Gecenin bir kısmında Allâh’ı tesbih etmek: Bundan maksat hem akşam, yatsı ve teheccüd namazları ve hem de Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Allâh’ı zikretmektir. (Ö. ÇELİK, 4/667)

Yıldızların batmaya başladığı demde Allâh’ı tesbih etmek: Bu vakit sabah namazı vaktidir. Maksat sabah namazını kılmaktır. Bu vakitte sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak da çok mühimdir. (Ö. ÇELİK, 4/667)

Hadis: ‘Sabah namazının iki rekâtı dünyâdaki ve içindeki şeylerden hayırlıdır.’ (Müslim Müsâfirin 96’den Ö. ÇELİK, 4/667)