Vakı’a Suresi

56 / Vâkı’a Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 96 âyettir. 81-82’nci âyetleri Medîne döneminde inmiştir. Adını, birinci âyette geçen aynı kelimeden alır. Bir hadiste, her gece Vâkı’a sûresini okuyanın fakirliğe düşmeyeceği ifâde edilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/533)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

 56/1-12  SİZLER  DE  ÜÇ  SINIF  OLDUĞUNUZ  ZAMAN

1, 2. (Kıyâmet) olay(I) vukû bulduğu zaman, 2. Onun oluşunu (artık) hiçbir yalanlayan olmaz.

3-7. (Ey insanlar!) O (kâfirleri) alçaltır (zelil eder) , (müminleri) yükseltir (aziz eder). 4. Yer (şiddetli) bir sarsıntı ile sarsılınca, [bk. 22/1; 69/14-15; 99/1-2] 5-6. Dağlar, ufalandıkça ufalanıp dağılmış bir toz hâline gelince, [krş. 78/20] 7. Siz de (o gün) üç sınıf olursunuz.

  1. Sağın adamları (sâlih amel işleyip amel defterleri sağından verilenler), ne mutlu (mübârek, hayırlı) kimselerdir.
  2. Solun adamları (Allah’ın hükümlerine değer vermeyerek yaşayıp amel defterleri solundan verilenler) de ne bedbaht (kötü, hayırsız) olanlardır!

10, 11. (İman, ibâdet ve hayır) yarışlarında öne geçenler(e gelince): Onlar (âhirette mükâfatta da) önde gidenlerdir. [krş. 35/32] 11. İşte onlar, (Allah katında) yakınlığa erdirilmiş olanlardır.

  1. Na’îm cennetlerinde(dirler).

 1-12. (1, 2).‘(Kıyâmet) olay(ı) vukû bulduğu zaman,’ Nesefi der ki: ‘Yâni Kıyâmet koptuğu zaman…’  İbn Kesir der ki: ‘Vâkıa, Kıyâmet gününün isimlerinden birisidir. Onun olacağı ve varlığı mutlaka gerçekleşeceğinden dolayı bu adı almıştır.’ (S. HAVVÂ, 14/358)

‘Onun oluşunu hiçbir yalanlayan yoktur.’ (…) Kıyâmet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkâr edenler bulunursa da, vukûu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkâr edemez ve çâresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. (ELMALILI, 7/396)

(3-7).‘O (kâfirleri) alçaltır, (müminleri) yükseltir.’ (…) Üçüncü âyette söz konusu edilen ‘alçaltma ve yükseltme’ kıyâmetle birlikte evrende meydana gelecek fiziki değişikliklerle ilgili olup, mevcut düzen ve dengenin altüst olacağı anlamındadır; bu yorum 5-6’ncı âyetlerdeki tasvîre uygun düşmektedir. Diğer bir yaklaşıma göre alçaltma ve yükseltme insan unsuruyla ilgilidir. Bu da iki farklı yorum ortaya çıkarmaktadır: (a) Kıyâmetin kopması, âhirette inkârcıları cehennemin aşağılarına düşürecek ve müminleri cennetin yukarılarına yükseltecektir. (b) Kıyâmetin kopması bu dünyâda büyüklenen nice kimseleri ve toplumları alçaltacak, rezil rüsvâ edecek, horlanan veya tevâzu gösteren nicelerini de yüceltecektir. (Taberi, Zemahşeri ve İbn Atıyye’den KUR’AN YOLU, 5/220)

‘Yer sarsıldıkça sarsıldığı zaman’ Yâni onun üstünde bulunan dağ ve yapı türünden her ne varsa yıkılıncaya kadar alabildiğine şiddetli bir şekilde hareket ettirildiği, yâni büyük bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman; ‘dağlar ufalandıkça ufalandığı, dağılmış toz hâline geldiği zaman.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu âyet-i kerîme de Kıyâmet gününde dağlaın yerlerinden yok olup gideceği, yürütüleceği ve bunların atılmış pamuk gibi yerlerinden sökülüp savrulacağını belirten diğer âyetleri andırmaktadır.’ (S. HAVVÂ, 14/358, 359)

‘Siz de (o gün) üç sınıf olursunuz.’ Âyetteki hitap, (..) hem şu andaki, hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara olabilirse de bâzı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür. (ELMALILI, 7/396)

(8).‘Sağın adamları, mutlu (hayırlı, mübârek) kimselerdir.’ (…) Ashab-ı meymene: ‘el meymene’ sağ kol, sağ taraf yâhut meymenet, uğur ve bereket anlamlarına gelir. Sağ taraf, meclislerde daha ziyâde saygı ve hürmet mevkii olduğu için, ‘ashâb-ı meymene’ hürmet makamında bulunan yüksek şeref sâhipleri demektir. Bu gibi kimseler hayırlı ve faydalı kimseler olmaları sebebiyle ;’meymenetli’ diye de nitelendirilir. Bu zümreden sûrenin 27, 38, 90, 91’inci âyetlerinde ‘ashâb-ı yemin’ olarak bahsedilir. Bunlar uğurlu, bahtlı ve iyi kimseler olup mahşer günü amel defterleri kendilerine sağ taraftan verilecektir. (Ö. ÇELİK, 5/11)

(9).‘Solun adamları da ne uğursuz (bedbaht, hayırsız) olanlardır!’ (…) Ashâb-ı meş’eme: ‘el meş’eme’ sol kol, sol taraf yâhut meymenetin zıddı olarak şeâmet, uğursuzluk, bereketsizlik demektir. Buna göre ‘ashâb-ı meş’eme’ de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz yâhut hem kendilerine  hem de yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimselerdir. Her iki mânâya da işâret edilmek üzere bu vasıfları iki kez tekrar edilmiştir. Bunlardan sûrenin 41’inci âyetinde ‘ashâb-ı şimâl’, 51 ve 92’nci âyetlerde ‘yoldan çıkmış yalancılar, inkârcılar’ olarak söz edilir. Bunlar uğursuz, bedbaht ve kötü kimseler olup, mahşer günü amel defterleri sol taraflarından verilecektir. (Ö. ÇELİK, 5/11, 12)

(10, 11).‘(İman, ibâdet ve hayır) yarışlarında öne geçenler: Onlar (âhirette mükâfatta da) önde gidenlerdir.’   Sâbikûn (sabıklar) iyilik ve hak için çaba sarf edenler. Yâni, Allah ve Rasûlü’nün çağrısına hiç tereddüt etmeden ‘Lebbeyk’ diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, hakka hizmet, hayra dâvet ve tebliğ için, kısaca iyiliği emir, kötülüğü yasaklamak için fedâkârlık eden ve bu yolda her sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısı ile âhirette en önde bu kimseler olacaktır. Yâni Allâh’ın huzûrunda sağda sâlihler, solda fâsıklar ve en önde de sabıklar bulunacaktır. (MEVDÛDİ, 6/89)

‘İşte onlar, (Allah katında) yakınlığa erdirilmiş olanlardır.’ ‘Na’îm cennetlerinde(dirler).’ (Allah’a en yakın olanlar) ‘Mukarrebûn’ diye nitelenen ‘es sâbikûne’s sâbikûn’ (önde olanlar, o önde olanlar) grubu ile ‘Allah ve Rasûlüne ilk îman edenler, ilk muhâcirler, iki kıbleye doğru da namaz kılmış sahâbiler’ şeklinde belirli kimselerin kastedildiği yorumları yapılmış olmakla berâber, İbn Atıyye esâsen âyetin dünyâda iken iyilik yapma ve kötülüklerden sakınma  husûsunda öncü konumunda olan ve âhiret mutluluğunda da en önde olmayı hak eden bütün insanları kapsadığını belirtir. (KUR’AN YOLU, 5/220)

‘İleri geçenler’ den kasıt, emrolundukları gibi hayırlı işleri yapmaya koşanlar ve bu konuda ellerini çabuk tutan kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Rabbinizden bir mağfirete ve takvâ sâhipleri için hazırlanmış; eni göklerle yer kadar olan cennete koşun.’ (Âl-i İmran, 3/133) Yine yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Rabbinizden bir bağışlanmaya ve Allâh’a ve peygamberine îman edenler için hazırlanmış, eni yerle göğün eni gibi olan cennete koşuşarak yarışın.’ (el Hadid, 57/21) Bu dünyâ hayatında koşuşup hayra öncelikle koşan kimse, âhirette de şeref ve üstünlükte öne geçer. Çünkü karşılık, amelin cinsinden olur ve sen nasıl yaparsan sana da öyle karşılık verilir. İşte bundan dolayı yüce Allah: ‘İşte onlar yakınlaştırılmış olanlardır; Naîm cennetlerinde’ buyurmaktadır. (S. HAVVÂ, 14/384)

Mukarrebûn/ öne geçenler’ Amel devfterleri şağından verilenlerin önde geşen ve meretebesi en yüksek olanlar, peygamberler, sâlihler, iyiler, müttakiler, îman ibâdet ve hayır hasenatta önde giden, haram ve günahlardan sakınan ve Allâh’ın rızâsını kazanan kimselerdir. (İ. KARAGÖZ 7/533)

 56/13-26  YAPTIKLARINA  KARŞILIK  OLARAK  VERİLİR

13, 14. (Cennettekilerin) Birçoğu önceki (ümmet)lerdendir. 14. Biraz(ı) da sonrakilerdendir.

15-16. (Cennetlerde) Mücevheratla işlenmiş tahtlar üzerinde karşılıklı yaslanmış olarak onların üzerinde (oturur)lar.

17-21. Ölümsüz gençler; (içmekle) başları ağrıtmayan, akılları gidermeyen (içeceklerin) kaynağından doldurulmuş kâseler, ibrik ve kadehlerle, hem de seçecekleri (her) bir meyve ve canlarının çektiği (her çeşit) kuş etiyle onların etrafında (hizmet için) dolanırlar.

22-24. (Oradaki) güzel gözlü cennet kızları, saklı inci gibidirler. (Bunların hepsi mü’minlere,) yaptıklarına karşılık (ödül) olarak verilir.

25, 26. Cennetlerde boş ve günah bir lâf işitmezler; ancak (işittikleri) söz; “selâm, selâm”dır.

 13-26. (13, 14).(Cennetlklerin) Birçoğu öncekilerden’ İbn Kesir’in dediğine göre yâni bu ümmetin ilklerinden; ‘birazı da sonrakilerden.’ İbn Kesir’in dediği gibi; bu ümmetin tümünden, demektir. Nesefi der ki: ‘Âyet-i kerîmede geçen ‘sülle: Birçoğu’: İnsanlardan olan büyük topluluk demektir.’ (S. HAVVÂ, 14/359)

(…) Bu ümmet, Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesi ile bütün ümmetlerin en hayırlısıdır. O bakımdan, bu ümmetin dışındaki ümmetler arasında yakınlaştırılmış olan mukarreblerin, bu ümmetin mukarreblerinden daha fazla olması uzak bir ihtimaldir.’ (İbn Kesir’den) Ancak bütün ümmetlerin toplamının bu ümmet ile karşılaştırılması hâli müstesnâ olabilir. İfâdelerin zâhirinden anlaşıldığına göre bu ümmetin yakınlaştırılmış olan mukarrebleri, diğer ümmetlerinkinden daha fazla olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/359, 360)

(15, 16).(Cennetlerde) Mücevheratla işlenmiş tahtlar üzerinde karşılıklı yaslanmış olarak onların üzerinde (oturur)lar.’ Bu tahtların yüzleri değerli mâdenlerle süslenmiştir. O öncüler; ‘karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar.’ Rahat ve huzur içindedirler. Kafalarında hiçbir dert, hiçbir endişenin ağırlığı yok. İçine yüzdükleri nîmetlerden yana hiçbir kuşku taşımıyorlar. ‘Bitecek, tükenecek’ diye korku yok içlerinde. Karşı karşıya oturmuş, sohbet ediyorlar. (S. KUTUB, 9/505)

(17, 21).‘Ölümsüz gençler; (içmekle) başları ağrıtmayan, akılları gidermeyen (içeceklerin) kaynağından doldurulmuş kâseler, ibrik ve kadehlerle, hem de seçecekleri (her) bir meyve ve canlarının çektiği kuş etiyle onların etrafında (hizmet için) dolanırlar.’ Bu gençler için zaman işlemez. Dünyâdaki benzerleri gibi gençlikleri ve tâzelikleri zamânın etkisi ile aşınmaz. İşte bu genç hizmetçiler aralarında dolaşırlar. (S. KUTUB, 9/505)

Onlar bu cennet şarabını içmeleri nedeniyle, dünyâ şarabında olduğu gibi baş ağrısı çekmezler. Gerçek olan şu ki, bu cennet şarabı yüzünden onların başları ağrımaz. (İ. H. BURSEVİ, 20/465)

Hadis: Ebû Bekir b. Ebi’d Dünyâ rivâyet ediyor… Enes b. Mâlik’in rivâyetine göre Rasûlullah (s)’e Kevser hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: ‘O, cennette Azîz ve Celîl olan Rabbimin bana verdiği bir nehirdir. Sütten daha beyaz, baldan tatlıdır. Orada boyunları develerin boyunlarını andıran kuşlar vardır.’ Hz. Ömer: ‘Gerçekten onlar çok değerlidir, demek ki?’ dedi. Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Onları yiyecek olanlar onlardan da değerlidir.’ (Tirmizi’den S. HAVVÂ, 14/389)

(22-24).‘Güzel gözlü cennet kızları, (sedef içindeki) saklı inci gibidirler.’ Yâni ileri geçen ve yakınlaştırılan (es Sâbikûn, el Mukarrebûn)’a iri gözlü huriler vardır. (…) İfâdenin takdîri, ‘cennette güzel gözlü cennet kızları vardır’ şeklindedir. Bu hûriler arılık ve temizliklerinde ‘saklı inciyi’ korunmuş inciyi ‘andıran’ ez Zeccac der ki: ‘Yâni zamanın ve değişik kullanmalar sonucundaki farklılığın değişikliğe uğramadan önceki inci gibidirler. (S. HAVVÂ, 14/362)

‘Sedefteki inci’ yâni ‘sıkı korunmuş inci’ Yâni el değmemiş, göz değmemiş ona. Hiçbir el kabuğunu, sedefini kırmamış; hiçbir göz tarafından tırmalanmamış. Bu ifâde, söz konusu ceylân gözlü hûriler konusunda gönül okşayıcı ve somutlayıcı anlamlar taşır, dolaylı olarak. Bütün bunlar ‘yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak.’ (S. KUTUB, 9/505)

‘Yaptıklarına karşılık (ödül) olarak (verilir)’ (…) Bütün bu nîmetler, onların dünyâdaki yapmış oldukları sâlih amellerine karşılık olarak verilir. İyiliğin karşılığı, iyilikten başka ne olabilir ki?!… Âhirette kazanılan mevki ve dereceler amellerin miktarına göre taksim edilmiştir. Cennete girebilme ise ancak Allâh’ın rahmeti ve ihsânı iledir, kişinin ameli ile değildir. (İ. H. BURSEVİ, 20/468)

‘(Bunların hepsi mü’minlere,) yaptıklarına karşılık (ödül) olarak verilir.’ Evet, bütün bu nîmetler onların çalışma yurdu olan dünyâdaki iyi davranışlarının ödülüdür. Geçici dünyânın tüm nîmetlerinin, yanında eksik kalacakları bir mükemmellikle gerçekleşiyorlar. Bütün bunların ötesinde onlar huzur ve sükûn içinde selâmlaşıyorlar. Kibar ve nezih sözleri ile birbirlerine sesleniyorlar. Orada ne boşboğazlığa, ne tartışmaya ve ne de kem sözle karşılaşılır (S. KUTUB, 9/505)

(25, 26).‘Cennetlerde boş ve günah bir lâf işitmezler; ancak (işittikleri) söz; “selâm, selâm”dır.’ Bu, Kur’an’da birçok yerde zikredilmiş bulunan cennet nîmetlerinden bir nîmettir. Bu nîmet, insanların orada hiçbir boş söz, yalan, gıybet, iftirâ, sövgü, lâf-ü güzaf, alay ve aşağılama duymayacak olmalarıdır. Kötü bir toplum içinde yaşayan zevk-ü selim sâhibi bir kimse, Allâh’ın insanlara cennette vaad ettiği bu nîmetin ne kadar büyük bir nîmet olduğunu iyi bilir. (MEVDÛDİ, 6/91)

Onların tüm hayâtı selâmdır, esenliktir. Üzerinde esenlik kanat çırpar, havasında buram buram esenlik (selâm) tüter. Bu bol nîmetli ve güvenli ortamda melekler onlara selâm verir, birbirleri ile selâmlaşırlar ve kendilerine rahmeti bol olan Allâh’ın selâmı iletilir. Kısacası, içinde yaşadıkları atmosfer baştan başa selâm ve esenlik atmosferidir. (S. KUTUB, 9/505)

 56/27-40  NE  MUTLU  O  SAĞDAKİLERE!

  1. Sağ ehli olan (defteri sağından verilen, sevabı fazla gelen)ler var ya! Nedir o sağ ehli(nin mükâfatı)?

28-34. (Onlar, cennette) dikensiz Arabistan kiraz ağacı, meyveleri kat kat dizilmiş muz ağaç(lar)ı, (kesintisiz) uzayan gölgeler, çağlayan su(lar), kesil(ip bit)meyen ve yasak da edilmeyen birçok meyveler arasında ve yüksek döşekler (üstün)de (hûrilerle)dirler.

35-38. Doğrusu biz, onları (hûrileri) defteri sağdan verilenler için (yep)yeni yarattık. Onları bâkireler, (kocalarına düşkün) hep aynı yaşta (kalan) sevgililer yaptık.

39, 40. (Bunların da) birçoğu önceki (ümmet)lerdendir. Bir grubu da sonrakilerden (Muhammed ümmetinden)dir.

 27-40. (27).‘Sağ ehli olanlar var ya! Nedir o sağ ehli(nin mükâfatı)?’  Bu, onların mutluluk hâllerinin hayret edilecek derecede olduğunu ifâde eden ve hâllerini yücelten bir sorudur. (S. HAVVÂ, 14/363)

Bu ‘ashâbü‘l yemîn’ ifâdesi ‘ülâike’l mukarrebûn’ üzerine atfedilmiştir. Yukarıda ‘ashâbü‘l meymene’ burada ise ‘ashâbü‘l yemîn’ şeklinde zikredilmesi, ifâde çeşitliliği içindir. Bunlara ashâbü‘l yemin denilmesi amel defteri denilen kitapların Kıyâmet günü ‘Kimin kitabı sağından verilirse.’ (İnşikak, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. (ELMALILI, 7/398)

(28-34).‘(Onlar, cennette) dikensiz Arabistan kiraz ağacı,’ Dünyâdaki Sidr’ ise, ‘Arabistan Kirazı’ demek olup, dikeni bol meyvesi az bir ağaçtır. İbn Kesir der ki: ‘Âhirette ise bunun tam aksi olacaktır ve âdetâ gövdesine ağır gelecek şekilde çokça meyvesi olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/363)

‘meyveleri kat kat dizilmiş muz ağaç(lar)ı,’ Mücâhid, ‘mendud’ kelimesini ‘meyvesi oldukça bol’ diye açıklamıştır. (S. HAVVÂ, 14/363)

‘(kesintisiz) uzayan gölgeler’ ki, çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir. (ELMALILI, 7/399)

Hadis: Ebû Hüreyre (r) Rasûlullah (s)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ‘Cennette öyle bir ağaç vardır ki, süvâri onun gölgesinde bin yıl süre ile yol aldığı hâlde, yine onu bitiremez. Arzu ederseniz ‘Yayılmış gölgelerin…’ okuyunuz.’ (Buhâri, Müslim’den S. HAVVÂ, 14/390)

‘çağlayan su(lar),’ Yâni yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun kovasız, dolapsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. (ELMALILI, 7/399)

‘kesil(ip bit)meyen ve yasak da edilmeyen birçok meyveler arasında’ ‘la maktûatin’ ifâdesi ile bunların mevsimlik meyveler olmayacağı ve devamlı bulunup tükenmeyeceği; ‘la memnûatin’ ifâdesiyle de dünyâdaki bağ ve bahçelerde olduğu gibi bu meyvelerden almak için herhangi (bir) engelle (diken, yükseklik vb.) karşılaşılmayacağı kast olunmaktadır. (MEVDÛDİ, 6/91)

İbn Kesir der ki: ‘Yâni onların yanında türlü, çeşitli ve pek çok meyveler vardır ki, hiçbir göz onların benzerini görmemiş, hiçbir kulak onlar gibisini işitmiş değildir, hiçbir insanın hatırından da böylesi geçmemiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Onlara ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilirse ‘bu evvelce rızıklandığımız şeydi’ derler, onlara birbirine benzeyen böyle nîmetler verilecek.’ (Bakara, 2/25) yâni, şekli şekline benzemekle birlikte tatları farklı olacaktır.’ (S. HAVVÂ, 14/364)

‘ve yüksek döşeklerde (hûrilerle)dirler.’ Ebû Ubeyde demiştir ki: ‘Burada firaştan maksat kadınlardır. Yükseklik de mânevi yüksekliktir yâni değer üstünlüğüdür. (ELMALILI, 7/399)

(35-38).‘Gerçekten onları Biz yeni bir yaratılışla yarattık.’ Yâni doğum olmaksızın onları yeni baştan yarattık. Ya (…) yoktan varedilip yaratılanlardır yâhut (..) yeniden yaratılışları tekrarlanan kadınlardır. (S. HAVVÂ, 14/364)

Yâni onlar daha önce gözleri çapaklanmış kocakarılar iken, ikinci yaratılışta onları yeniden eşlerine düşkün bâkireler hâlinde yarattık. Yâni daha önce bâkire olmadıkları hâlde, bâkire oldular. Tatlılıklarıyla, zarafet ve güzellikleriyle kocaları tarafından sevilen kimseler oldular. (S. HAVVÂ, 14/393)

Hadis: Rasûlullah (s)’e bir kocakarı geldi ve ona: ‘Ya Rasulallah, Allâh’a duâ et, beni cennete koysun’ dedi. Rasûlullah: ‘Ey falancanın annesi, cennete aslâ kocakarı giremez’ buyurdu. Bunun üzerine kadın, ağlayarak döndü. Rasûlullah buyurdu ki: ‘Ona haber verin kocakarı olarak giremez, çünkü Allah Teâlâ buyurmuştur ki, ‘Şüphesiz Biz onları yeni bir yaratılışla yaratmışızdır.’ (Tirmizi’den ELMALILI, 7/399, 400)

‘ve onları bâkireler kıldık.’ Bu kimseler, sâlih amelleri dolayısıyla cenneti hak etmiş mümine kadınlardır. Bu kadınlar dünyâda iken, ne kadar yaşlanmış olurlarsa olsunlar, Allah onları gençleştirecek, cennete genç, güzel ve bâkire olarak gireceklerdir. Şâyet eşleri sâlih müminlerse cennette onlarla birlikte olacaklardır. Şâyet mümin değillerse, Allah bu mümine kadınları cenneti hak etmiş başka müminlerle evlendirecektir. (MEVDÛDİ, 6/93)

‘Eşlerine düşkün’ Urub, arub’un çoğuludur. Bu kelimenin üç farklı tefsîri vardır: (1) Kocalarını çok seven kadınlar, (2) Cilvelî, nazlı, edâlı kadınlar, (3) Güzel söz söyleyen kadınlar. Şüphesiz cilve ve anlatım güzelliği de, sevişmenin en lâtif sebeplerinden ve edâlı kadının şiârındandır. ‘Etrâb: hep aynı yaşıt’ yâni yaşları da eşit, hep birbirine denktir.   Tirmizi’nin Muaz (r)’dan rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ‘Cennet ehli cennete tüysüz, bıyıkları henüz terlemeye başlamış, gözleri sürmeli, otuz, otuzüç yaşlarında girerler.’ (Tirmizi’den, ELMALILI, 7/400)

‘Yemîn ashâbı için.’ Biz onları bu şekilde Yemin Ashâbı için var edeceğiz, demektir. (S. HAVVÂ, 14/364)

(39, 40).‘Birçoğu öncekilerden’ yâni öncekilerden birçok topluluk, Yemin Ashâbından olacaktır, ‘birçoğu da sonrakilerdendir.’ Sonrakilerden de büyük bir topluluk Yemin Ashâbından olacaktır. (S. HAVVÂ, 14/364)

Hadis: Said b. Cübeyr (r), Abdullah b. Abbas (r)’nın şöyle dediğini rivâyet eder: ‘Rasul-i Ekrem (s) birgün yanımıza çıkageldi de şöyle buyurdu: ‘Bana geçmiş ümmetler gösterildi. Kimi peygamberin yanında bir, kiminin yanında iki adam olduğu hâlde geçmeğe başladılar. Bir peygamberin yanındaki dokuz kişilik bir gurupla, birinin yanında bu sayıda bir gurup olmadığı hâlde,  diğer bir peygamberin ise yanında hiç kimse bulunmadığı hâlde geçtiğini gördüm. Bana şöyle şöyle bak denildi. Bütün ufku kaplayan çok büyük bir kalabalık daha gördüm. Bana: ‘İşte bunlar senin ümmetindir. Bunlarla birlikte hiçbir hesap sorulmadan cennete yetmişbin kişi girecektir’ denildi. (Buhâri Tıb 42, Rikak 50, Müslim Îman 374’den İ. H. BURSEVİ, 20/479, 480)  

 56/41-48  NE  YAZIK  O  SOLDAKİLERE!

  1. (Âhirette amel) defteri solundan verilenler(e gelince, onlar) ne (bedbaht) sol ehlidirler!

42-44. (Kâfirler, kavurucu) bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve faydası olmayan kapkara dumandan bir gölgededirler.

45, 46. Çünkü kâfirler, bundan önce (dünyâda) zevklerine düş(üp az)mışlar ve (aldırmadan) büyük günah üzerinde ısrar edip gidiyorlardı.

47, 48. Bunlar diyorlardı ki: “Biz hakikaten öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik yığını olduğumuz zaman mı, diriltilecekmişiz?” 48. “Evvelki atalarımız da mı?”

 41-48. (41).‘Soldakiler’ Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin durumlarını ayrıntılı olarak açıklamaya bir başlangıçtır. Allah Teâlâ’nın ‘Âyetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir. Cezâları, kapları üzerine sımsıkı kapatılmış bir ateştir.’ (el Beled, 90/19, 20) beyânından anlaşıldığına göre, bu âyette geçen ‘soldakiler’den maksat kâfirlerdir. ‘Ne yazık o soldakilere!’ Yâni Kıyâmet günü onların başlarına gelecek kötülükleri ve durumlarının ne kadar zor ve ağır olacağını bilemezsin. (İ. H. BURSEVİ, 20/482, 483)  

(42-44).‘Kâfirler içlerine işleyen bir sıcakta; kaynar sulardadırlar.’ Semûm: Vücudun ve derinin gözeneklerinden içeriye doğru giren, iliklere ve beyinlere kadar işleyen zehirli, sıcak, kavurucu bir ateş. Hamîm; Harâreti en ileri dereceye ulaşmış kaynar su. O kavurucu ateş, cehennemliklerin bedenlerini ve ciğerlerini yakacağı vakit, onlar bu kaynamış suya koşacaklardır. Tıpkı yangından, o yangını söndürmek için suya koşanlar gibi. Ancak oraya varınca suyun son derece sıcak ve kaynamış olduğunu göreceklerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: ‘Onlara, içince bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilir.’ (Muhammed, 47/15, Ö. ÇELİK, 5/16, 17.)

‘Ve zifirden bir gölge’ kömür veya kurum gibi kararıp duran, sisli, boğucu bir gölge ‘içindedirler.’ Yahmûm, kömür gibi simsiyah olan şey, zifir ve kara duman mânâlarına gelir. Buna zulmet denilmeyip de gölge isminin verilmesi alay içindir. İbnü Abbas’tan gelen bir rivâyette de, cehennem halkını her tarafından kaplayıp, kuşatan perdenin ismi olduğu zikredilmiştir. ‘Serin de değil, kerîm de değil,’ yâni hiçbir hayır ve menfaati ve hiçbir güzelliği olmayan bir gölgedir. (ELMALILI, 7/402-3)      

(45, 46).‘Çünkü kâfirler, bundan önce (dünyâda) zevklerine düş(üp az)mışlardı.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlar dünyâ hayâtında nîmetler içerisinde nefislerinin lezzet ve arzularına yönelmiş ve peygamberlerinin kendilerine getirdiklerine dönüp bakmayan kimselerdi.’ (S. HAVVÂ, 14/365)

‘ve (şirk ve benzeri) büyük günah işlemekte direnir dururlardı.’ Yâni, zenginlik onları olumsuz yönde etkilemiştir. Allâh’a şükretmeleri gerekirken, O’nun nîmetlerine nankörlük etmişler, nefislerinin arzusuna uymuşlar ve böylece Allâh’ı unutmuşlardır. ‘Büyük günah işlemekte ısrar ediyorlardı.’ Büyük günah oldukça kapsamlı bir ifâdedir. Bu ifâde ile şirk, küfür, ateizm, ahlâksızlık, fâsit ameller vs. kast olunmaktadır. (MEVDÛDİ, 6/93)

(47, 48).Onlar müşrik oldukları hâlde ve inat ve azgınlıklarının en ileri derecede bulunması sebebiyle ‘biz öldükten, toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?’ diyorlardı. Yâni, etlerimizden ve derilerimizden bir kısmı toprak, bir kısmı da çürümüş ve dağılmış kemik hâline geldikten sonra mı yeniden diriltileceğiz (diyorlardı) (İ. H. BURSEVİ, 20/486)   

‘Önceki atalarımız da mı?’ Acaba bizden önce ölen anne ve babalarımız da diriltilirler mı? (İ. H. BURSEVİ, 20/486)

 56/49-56  CEZ  GÜNÜNDE  SUNULACAK  ZİYÂFET

49, 50. (Rasûlüm! O inkârcılara) söyle: “Şüphesiz hem öncekiler hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanmış (olacak)lardır.” [bk. 11/103-105]

51-53. Sonra siz, ey sapıklar (ve dirilmeyi) yalanlayanlar! 52. Elbette (cehennemin) zakkum ağacından yiyeceksiniz. [bk. 17/60; 37/62-64] 53. Karınları(nızı) hep onunla dolduracaksınız.

  1. Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz.
  2. (Kaynar suyu) susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içtiği gibi içeceksiniz (içtikçe de susuzluğunuz artacak).
  3. İşte cezâ gününde kâfirlerin ağırlanması bu (şekilde)dir.

 49-56. (49, 50).‘(Rasûlüm! O inkârcılara) söyle: “Şüphesiz hem öncekiler hem sonrakiler, belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanmış (olacak)lardır.” İbn Kesir der ki: ‘Yâni, ey Muhammed, sen onlara şunu bildir: Âdemoğullarının öncekileri de sonrakileri de – hiçbirisi müstesnâ olmaksızın – Kıyâmette toplanacaklardır. Bunun için belli bir vakit vardır, ne öne alınır ne sonraya bırakılır.’ (S. HAVVÂ, 14/365, 366)

(51, 53).‘Sonra siz, ey sapıklar (ve dirilmeyi) yalanlayanlar!’ ‘Elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz.’ Yüce Allah, başka bir sûrede bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başına benzediğini belirtiyor. Gerçi hiç kimse şeytanın başını görmemiştir. Fakat sâdece sözü ile insana çok şeyler anlatıyor. Üstelik ‘zakkum’ sözcüğü, tırmalayıcı ses yapısı aracılığı ile insanın zihninde yapışkan, sert, tırmalayıcı, batıcı bir imaj uyandırıyor. İnsan bu sözcüğü telâffuz ederken avuçlarının, hattâ gırtlağının tırmalandığını hissediyor. Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek olanlara sunulacak olan ‘dikensiz sedir ağaçları’ ile ‘meyve yüklü muz ağaçları’nın karşılığıdır. (S. KUTUB, 9/509)

(54, 55).‘Karınları(nızı) hep onunla dolduracaksınız.’ ‘Üstüne de o kaynar sudan içeceksiniz.’  ‘Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içtiği gibi içeceksiniz (içtikçe de susuzluğunuz artacak).’ El Hîm: ehyem’in veya heymâ’nın çoğuludur. Hüyam hastalığına tutulmuş deve, demektir. Hüyam, deveye ârız olan bir susuzluk illetidir ki, bu hastalığa yakalanan deve suya bir türlü kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkûmu yer, kaynar suyu içer içer ama aslâ kanmazlar. (ELMALILI, 7/403)

Nesefi der ki: ‘Yâni yüce Allah onlara öyle bir susuzluk musallat edecektir ki, bu onları bağırsaklarını paramparça eden kaynar suyu (hamîm) içmeye mecbur edecektir ve bundan susuzluk çekme hastalığına yakalanmış develer gibi içeceklerdir.’ (S. HAVVÂ, 14/366)

(56).‘Bu, onlara o din günü sunulacak ziyâfettir.’ Nüzul, konuk, misâfir gelince kahve veya kahvaltı gibi ilk sunulan yiyecek ve içeceklerdir. Konuklara ilk defa böyle şeyler takdim edilince, artık daha sonraki azâbın nasıl şiddetli olacağı düşünülmelidir. Bu beyandan sonra inkârcıları susturmak ve azarlamak için değişik bir hitap tarzı ile buyruluyor ki: ‘Biz sizi yarattık, hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?’ (ELMALILI, 7/403, 404)

56/57-67  DÜŞÜNÜP  İBRET  ALMANIZ  GEREKMEZ Mİ?

  1. (Ey kâfirler!) Sizi, biz yarattık. O hâlde tasdik etmeniz gerekmez mi? [bk. 30/27; 19/67]

58, 59. (Rahimlere) döktüğünüz meniye (onun insan olmasına) ne dersiniz? 59. Onu (bir insan olarak) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?

60, 61. (Ey insanlar!) Aranızda ölümü takdir (ve vaktini tayin) eden biziz. Sizi (öldürüp veya helâk edip yerinize) benzerlerinizi getirmemizin ve sizi bilmediğiniz bir âlem (olan âhiret)te yeniden var etmemizin kimse önüne geçemez. [krş. 6/6; 35/16; 70/41; 76/28]

  1. (Ey kâfirler!) Yemin ederim ki ilk yaratılışı(nızı) bildiniz. O hâlde (öldükten sonra da yeniden diriltileceğinizi) düşünmeniz gerekmez mi?

63, 64. (Ey insanlar!) Ekip durduğunuz toprağa baktınız mı? Siz mi onu (yerden) bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?

65-67. (Ey insanlar!) Dileseydik, elbette onu bir çer çöp yapardık. Siz de şaşar kalır (ve emek verdiğinize pişman olur)dunuz. 66-67. “Hakikaten biz borç altına girdik (ziyandayız), daha doğrusu (ürünlerden) mahrûmuz.” (derdiniz).

 57-67. (57).Şânı yüce Allah, öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğini vurgulayarak ve onu yalanlayarak ‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik olduğumuzda mı; biz mi yeniden diriltileceğiz?’ (âyet 47) diyen sapık ve inkârcıların arasından bugünü yalanlayanları reddetmek üzere böyle bir soru sormaktadır. Onların bu sözleri ise, yalanlamak ve öldükten sonra dirilişi uzak bir ihtimal olarak görmek anlamında söylenmiştir. O bakımdan yüce Allah: ‘Sizi Biz yarattık.’ diye buyurmuştur. Yâni önce söze değer bir şey değil iken daha sonraları sizi yoktan var eden Bizleriz. Peki, yoktan var etmeğe kâdir olan, öncelikle ve daha mantıki bir sonuç olarak yeniden yaratmaya kâdir olmaz mı? İşte bundan dolayı da ‘Hâlâ tasdik etmez misiniz?’ diye buyurmuştur. Yâni niçin öldükten sonra dirilişi tasdik etmez, doğru kabul etmezsiniz? Daha sonra yüce Allah: ‘Dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü…’ diye onlara karşı delil göstermektedir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/368, 369)

(58).Şunu belirtelim ki, her birisi yüce Allâh’ın ‘Gördünüz mü?’ buyruğu ile başlayan dört ayrı delil gelecektir. Bunların her birisi de onlara karşı bir delillendirme ve hüccet ortaya koymak özelliğine sâhiptir. (S. HAVVÂ, 14/369)

(1).Birinci Delil (Âyet 5862): ‘(Rahimlere) döktüğünüz meniye ne dersiniz?’ ‘Onu (bir insan olarak) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?’ Gıdâdan onu yaratanlar sizler misiniz yoksa Biz mi yarattık? Veya: Rahimlerde onu yerleştiren ve orada yaratan, takdir eden, ona sûret veren ve onu eksiksiz bir insan hâline getiren sizler misiniz, yoksa bütün bunları yaratan Allah mıdır? Yaratanlar onlar olmadıklarına göre, yaratanın Allah olduğunu kabul etmekten başka bir yol kalmıyor. (S. HAVVÂ, 14/370)

‘O meniyi siz mi yaratıyorsunuz yoksa Biz mi yaratıcılarız?’ (..) Siz değil Biz yaratıyoruz anlamındadır. ‘Biz’ ve ‘yaratıcılar’ olarak çoğul (kalıbı) azamet çoğuludur. Yüce Allâhın çokluğu anlamına gelmez. ‘Hâlik’ yüce Allâh’ın en güzel isimlerinden biri olup, ‘bütün varlıkları yaratan’ demektir. Herşeyi yaratan yüce Allah’tır, O’ndan başka hiçbir yaratıcı yoktur. (İ. KARAGÖZ 7/550)

İnsanın yaratma eylemindeki rolü, erkeğin kadın rahmine meni akıtmasından ibârettir. Erkeğin ve kadının işi bu noktada biter. Bu noktadan sonra sınırsız güç işe el koyar. Bu basit sıvıyı işlemeye başlar. Ona can verir. Onu geliştirir. Onun iskeletini çatar. İçine ruh üfler. İlk insanın sahneye çıktığından beri bu mûcize, sâdece yüce Allâh’ın meydana getirebildiği bu olağanüstü olay her an tekrarlanır durur. Böyleyken insan bu olayın özünü, mâhiyetini kavrayamaz; nasıl meydana geldiğini bilmez. Nerede kaldı ki, onun oluşumuna katkıda bulunsun! (S. KUTUB, 9/512)

(…) Bu tek hücrenin ana rahmine düşmesinden başlayarak canlı bir varlık hâline gelmesine kadar uzayan hikâyesi akla-hayâle sığmaz derecede şaşılacak bir serüvendir. (…) Bu tek hücre ana rahminde bölünerek çoğalmaya başlar. Kısa süre sonra hücrelerin sayısı milyonları bulur. Bu üreyen hücreler gruplara ayrılırlar. Her grubu oluşturan hücreler, diğer grubu meydana getiren hücrelerden farklı özellikte olur. Çünkü her hücre grubu, insan organizmasının başka bir tarafını, ayrı bir sistemini oluşturmakla görevlidir. Meselâ, şunlar kemik hücreleri, şunlar kas hücreleri, şunlar deri hücreleri, şunlar da sinir hücreleridir. Ayrıca şu gruptaki hücreler gözleri oluşturmakla, şu gruptakiler kulakları oluşturmakla, şu gruptakiler de çeşitli salgı bezlerini oluşturmakla görevlidirler. İkinci gruptaki hücreler, birinci gruptaki hücrelere oranla daha özel niteliklidir. Her hücre grubu görev yerini bilir. Buna göre meselâ göz hücreleri görev yerlerini şaşırıp karın boşluğunda ya da ayaklar bölgesinde kümelenmeye kalkışmazlar. (…) Tıpkı bunun gibi, kulak hücreleri de ayak bölgesinde kümelenerek orada kulak meydana getirmezler. Bütün bu hücre grupları yüce yaratıcının gözetimi altında görevlerini yaparak insan organizmasını en güzel biçimde meydana getirirler. İnsanın bu alanda hiçbir rolü, hiçbir katkısı olmaz. (S. KUTUB, 9/512)

Tevhid gibi Âhiret inancı da bir gerçektir. Düşünün bir kere; insanın mikroskop ile görmesinin dahi güç olduğu erkek spermi, kadının yumurtasıyla birleşerek bir hücre oluşturmaktadır. İşte insan hayâtı böylece başlar ve dokuz ay boyunca çeşitli safhâlardan geçer. Sonunda bir insan şeklini aldığında, annesinin bedeni onu dışarı çıkarır ve dünyâya gönderir. Tüm insanlar dünyâya bu şekilde gelmişlerdir ve hâlâ da gelmektedirler. Bu kadar hârikulâde bir şekilde insanları yaratan Allah, niçin belli bir süre için yarattığı bu insanları başka bir zaman ve başka bir tarzda yaratmaya kâdir olmasın. (MEVDÛDİ, 6/95)

(60, 61).‘Aranızda ölümü Biz takdir ettik.’ Sonsuz hikmetleri içeren irâdemizin gerektirdiğine göre, her birinize bir süre belirledik ve pay ettik. ‘ve Biz önüne geçilenlerden değiliz.’ Yâni kimse Bize üstün gelemez. İrademizi alıkoyamaz. Her dilediğimizi, istediğimiz şekilde yaparız. Buna kâdiriz. (ELMALILI, 7/405)

‘Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik.)Nesefi der ki: ‘Yâni Bizler, her ikisine de bir anda kâdir olanlarız. Sizin benzerlerinizi yaratmaya da size benzemeyenleri yaratmaya da kâdiriz. O hâlde sizi tekrar diriltmekten nasıl âciz kalabiliriz.’ (S. HAVVÂ, 14/370)

Mesel, sıfat ve şekil anlamlarıyla maddi ve mânevi benzeyişi ifâde eden huy, kılık ve kıyafet demek olduğundan bu durumda da anlam şöyledir: ‘Gerek fikir ve ahlâk yönünden gerek şekil ve sûret yönünden bulunduğunuz ve bildiğiniz kılıklarınızı değiştirmeğe ‘ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta var etmeğe kâdiriz.’ Bunun önüne hiç kimse geçemez. Bu anlam, hem dünyevi değişmeyi hem uhrevi yaratma olan dirilmeyi ifâde eder. Ayrıca hem tehdit hem müjdeyi içerir. (ELMALILI, 7/406)   

(62).‘Yemin ederim ki ilk yaratılışı bildiniz.’ Yâni önceleri söz edilmeğe değer hiçbir şey olmadığınız hâlde, sizi yaratanın Allah olduğunu bildiniz. O sizi yarattı; size göz, kulak ve kalpler verdi. ‘İyice düşünmeli değil misiniz?’ Bir defa bir şeye kâdir olan bir kimseye onu, ikinci defa yapmanın imkânsız olmayacağını düşünmeli değil misiniz? İbn Kesir der ki: ‘Yâni niçin düşünüp öğüt almıyor ve ilk olarak yoktan var etmeye gücü yetenin, ikinci olarak yaratmaya kâdir olacağını anlamıyorsunuz? Hâlbuki yeniden yaratılışı iâde etmek, yoktan var etmekten öncelikle daha yerinde ve kabul edilebilir bir şeydir.’ (S. HAVVÂ, 14/370)

(63, 64).(2).İkinci Delil (Âyet 6367): ‘Toprağa ektiğinizi gördünüz mü?’ Yâni orayı sürerek ve ekerek yaptıklarınızı gördünüz mü? (S. HAVVÂ, 14/371) ‘Onu siz mi bitiriyorsunuz?’ Onu yerden bitip çıkmasını, beslenip büyümesini ve olgunluk sınırına ulaşan bir bitki hâline gelmesini siz mi sağlıyorsunuz, ‘yoksa bitiren Biz miyiz?’ Elbette siz değilsiniz. Bitiren Biz’iz. (İ. H. BURSEVİ, 20/497)

(65).‘Dileseydik, elbette onu bir çer çöp yapardık.’ Yetişmeden önce kırılmış, dökülmüş, süprüntüye dönüştürürüz. İbn Kesir der ki: ‘Yâni lütuf ve rahmetimizle onu bitirenler, size olan merhametimiz dolayısıyla bırakanlar Bizleriz. Eğer dilemiş olsaydık, Biz onu daha olgunlaşmadan ve biçilecek hâle gelmeden önce kuruturuz.’ (S. HAVVÂ, 14/371)

‘Siz de şaşar kalırdınız.’ Nesefi der ki: ‘Yâni şaşırır kalırsınız veya onun için harcadığınız emeklerinize, yaptığınız masraflarınıza pişman olursunuz ya da kendileri sebebiyle böyle bir musîbete düçar olduğunuz, işlediğiniz günahlara pişman olursunuz. (S. HAVVÂ, 14/371, 372)

(66, 67).‘Biz herhâlde çok zarardayız.’ Ektiğimiz tohumlar zâyi oldu. Yaptığımız masraflar boşa gitti yâhut borçlandık. Veya ‘garam’ın, helâk anlamına olduğu göz önünde tutulursa, inanın helâk olduk, mahvolduk anlamı da verilebilir. (ELMALILI, 7/407)

“daha doğrusu mahrûmuz.” (derdiniz).’ Yâni ektiğimiz mahvolduğu gibi, yiyeceğimiz rızıklardan da mahrûmuz. Yâhut bundan böyle hiç kazanç ihtimâli kalmamış, herşeyden mahrum ve sefâlete mahkûmuz. Bu sözlerin bir cümlesi birisi, diğeri başka biri tarafından söylenmek sûretiyle karşılıklı konuşma tarzında tekrar tekrar ifâde edilir. (ELMALILI, 7/407)

Şânı yüce Allah bitkileri bitirmek gerçeğini bunun olgunlaştırılmasını kendisinin yaratıcı oluşuna delil olarak göstermektedir. Yaratanın O olduğu sâbit olduğuna göre, artık ibâdet etmeyen, takvâ sâhibi olmayan, Allâh’ı ve Rasûlünü yalanlayan ve âhiret gününü uzak bir ihtimal olarak görenlere karşı delil ortaya konulmuş demektir. (S. HAVVÂ, 14/372)

 56/68-74  ŞÜKRETMENİZ  GEREKMEZ Mİ?

 68, 69. (Ey insanlar!) İçtiğiniz suyu gördünüz mü? O suyu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? [bk. 15/22; 16/10; 39/21]

  1. Eğer dileseydik, onu tuzlu, acı bir su yapardık. (İçmek mümkün olmazdı.) O hâlde şükretmeniz gerekmez mi?

71-73. (Ey insanlar!) (iki yeşil ağaçtan) çakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve (çölde) konaklayanlara da bir fayda vesîlesi yaptık. [bk. 36/80]

  1. (Ey Peygamberim!) O hâlde pek yüce Rabbinin adını tesbih et (O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip, yücelt).

 68-74. (68, 69).(3). Üçüncü Delil (Âyet 6870): ‘Ya içmekte olduğunuz’ içmeye elverişli tatlı ‘suyu gördünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz yoksa’  kudretimizle onu ‘Biz miyiz indirenler? İsteseydik onu tuzlu bir su yapardık.’ İçilemeyecek şekilde tuzlu veya acı yapardık. Bu ise meselâ, denizlerden suyun buharlaştığı gibi tuzun da buharlaşması için gereken ortamı hazırlamak sûretiyle olabilirdi. ‘Öyleyse şükretmeli değil misiniz?’ Ne diye şükretmiyor, O’na ibâdet etmiyor, takvâ sâhibi olmuyor, O’nu tevhid etmiyorsunuz. Buharlaşma, yağmur ve yeryüzünde su deverânı gerçeği söz konusu edilerek, hikmet gerçeği ile yaratanın varlığına delil ortaya konulmaktadır. (S. HAVVÂ, 14/373)

(70).‘Eğer dileseydik, onu tuzlu, acı bir su yapardık. O hâlde şükretmeniz gerekmez mi?’ Bu âyet Allâh’ın hikmet ve kudretine işâret etmektedir. Çünkü suyun hayat verici özelliğinden başka bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Şâyet su bu özelliğe sâhip olmasaydı, denizlerden buharlaşan su, içeriğinde tuz da bulunduracak ve sonuçta yağmur yağdığında tüm yeryüzü çorak hâle gelecekti. Aynı zamanda bu suyu insanlar içemeyecek ve hiçbir bitki yetişemeyeceği için yeşillik olmayacaktı. Şimdi bir düşünün, sağır ve kör bir kuvvet böylesine hikmet ve kudrete dayalı bir nizam kurabilir mi?  (MEVDÛDİ, 6/98, 99)

(71-73).(4).Dördüncü Delil (Âyet 7174): ‘(iki yeşil ağaçtan) çakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve (çölde) konaklayanlara da bir fayda vesîlesi yaptık.’  72’nci âyette geçen ‘ağaç’ anlamındaki ‘şecere’ kelimesi genellikle bedevi Araplarca iyi bilinen ve birbirine sürtülmesiyle ateş çıkaran ağaç türü olarak anlaşılmıştır. (Bu konuda bk. Yâsin 36/80) Buna göre 73’üncü âyetteki ‘mukvin’ kelimesinin de sözlük anlamıyla ‘çöl yolcuları ve açlık çekenler’ diye çevrilmesi uygun olmaktadır. Belirtilen kişiler açısından ateşin ve ona kaynaklık eden ağacın – gerek yemek pişirip açlığı giderme, gerekse satıp maişet temin etmede – sağladığı yarar açıktır. Fakat âyetin lâfzi anlamı bu olsa da burada ateşin, sürtünme yoluyla meydana gelen yanma olayının, hattâ daha geniş bir yorumla ışığın insan hayâtındaki önemine, yine ateşin kontrol edilebilir hâle gelmesinin medeniyetin oluşmasındaki rolüne dikkat çeken bir örneklendirme yapıldığı söylenebilir. (KUR’AN YOLU, 5/226)

‘Biz onu bir ibret’  yâni zinad ateşini cehennem ateşini hatırlatması ‘için yarattık.’ Şöyle ki, Biz onların geçim sebeplerini bu ateşe bağladık ki, ona bakıp tehdit edildikleri cehennem ateşini hatırlasınlar. Yâhut biz onu bir öğüt, hatırlatma ve cehennem ateşine bir örnek olarak yarattık. Hadis: Nitekim Peygamber Efendimiz (s) şöyle buyurmuştur: ‘İnsanoğlunun yakmakta olduğu bu ateş, cehennem ateşinin yetmiş parçada bir parçasıdır.’ (Buhâri Bed’ül Halk 10, Tirmizi Cehennem 7, İbn Mâce Zühd 38Dârimi Rikak 120, Muvatta Cehennem 1’den İ. H. BURSEVİ, 20/505).

(74).‘O hâlde pek yüce Rabbinin adını tesbih et.’ Yâni bu nîmetleri ihsan edip duran Rabbin çok büyüktür, şirk ve noksanlıklardan münezzehtir. Onun için O’na azametini tenzih ederek tesbih eyle yâhut namaz kıl. (ELMALILI, 7/408)

Yüce Rabbinin ismini tesbîh et, ‘namaz kıl’ anlamına da gelir. Hz. Peygamber (s) bu âyet inince ‘Bu emri namazların rükûunda yerine getirin.’ (Hâkim Müstedrek 1/225, No 817) Biz namazlarımızın rükûunda ‘Sübhâne Rabbiye’l Azim / Yüce Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ederim’ diyerek bu emri yerine getiriyoruz.(İ. KARAGÖZ 7/558)

 56/75-82  O,  ÂLEMLERİN  RABBİNDEN  İNDİRİLMİŞTİR

75-79. Yıldızların yerlerine yemin ederim ki doğrusu bu (yemin) eğer bilirseniz büyük bir yemindir. 77-79. Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek değerli Kur’an’dır ki O’na (gökyüzünde günahlardan) temizlenmiş (melekler) dokunabilir.

  1. (O) âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.

81, 82. (Ey kâfirler!) Şimdi siz, bu (ilâhî) sözü mü küçümsüyor / hor görüyorsunuz? 82. Siz, (o Kur’an’dan faydalanmak yerine) ondan nasibinizi, yalanlamakla mı alıyorsunuz.

 75-82. (75-79).‘Yıldızların yerlerine yemin ederim ki doğrusu bu (yemin) eğer bilirseniz büyük bir yemindir.’ Astronomi bilimine göre, ışık hızıyla dünyâya en yakın yıldızın uzaklığı 45 yıldır. Evrende, ışığı henüz dünyâya ulaşmamış yıldızların varlığından söz edilmektedir. Bu kadar büyük ve geniş alana, galâksilere yayılan yıldızların bulunduğu yer, doğması batması, yörüngesi, burçlar ve uzaydaki ‘kara delikler’ dikkate alınınca bunun büyük bir oluşuma yapılan yemin olduğu anlaşılır. (H. DÖNDÜREN, 2/852)

Astronomi bilginlerinin dediklerine göre uzay boşluğunda milyarı aşkın sayıda yıldız ve gök cismi vardır. Bu yıldızların ve gezegenlerin bir bölümü çıplak gözle görülebilir, diğer bir bölümü sâdece uzun menzilli dürbünlerle ve teleskoplarla görülebilir, başka bir bölümünden ise birtakım sinyaller alınabilir, fakat teleskop ekranlarında görülmeleri mümkün değildir. Bütün bu yıldızlar ve gezegenler biçimini bilmediğimiz yörüngelerinde hareket ederler. Herhangi bir yıldızın mıknatıs alanı, başka bir yıldızın mıknatıs alanı ile hiçbir noktada çakışmaz. Tıpkı bunun gibi, hiçbir yıldızın başka bir yıldızla çarpışması söz konusu değildir. (S. KUTUB, 9/517)

Yıldızların yörüngeleri arasındaki uzaklık bir hikmete ve plânlanmış bir ölçüye göre belirlenmiştir. Bu uzaklık yıldızlar ve gök cisimleri arasındaki karşılıklı etkilenmelerle uyumludur. Bu uyum sâyesinde bütün bu gök cisimlerinin uçsuz bucaksız evrendeki karşılıklı (dengeleri) oluşmaktadır. (S. KUTUB, 9/517)

‘O elbette şerefli bir Kur’an’dır.’ Kerîm, çok faydalı ve feyizli anlamınadır. Çünkü dünyâ ve âhirete dâir birçok önemli ilmin esaslarını içermektedir. Diğer bir anlam ile gâyet güzel, hoş, yüceltmeye ve hürmete lâyık demektir. Ayrıca bu kelimeye, Allah katında değerli anlamı da verilmiştir. (ELMALILI, 7/411)

Evet, ‘Bu kitap yüce Kur’an’dır.’ Yoksa müşriklerin iddiâ ettikleri gibi ne bir kâhin sözü, ne bir deli saçması, ne Allâh’a yakıştırılmış bir uydurma, ne eski kuşaklardan kalma bir masal ve ne de şeytanlar tarafından getirilmiş bir mesajdır. Bütün bunlar ve bunlara benzer daha birçok müşrik iddiâları tümü ile asılsızdır. Bu kitap yüce bir Kur’an’dır. Kaynağı bakımından yücedir, başlı başına yücedir, gösterdiği yolun yönü bakımından yücedir. (S. KUTUB, 9/517)

‘Korunmuş bir kitaptadır.’ Bu kitap (…) levh-i mahfuzdur. Koruma altına oluşundan kasıt ise, bâtılın herhangi bir şekilde ona ulaşamamasıdır. Veya Mukarreb meleklerin dışındakilere karşı koruma altında olmasıdır. Onların dışında kalanlar o Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenemezler.  (S. HAVVÂ, 14/377)

‘Ona (gökyüzünde) ancak (günahlardan) tamâmıyla arınmış (melek)ler el sürebilir.’ İbn Abbas’ın açıklamasına göre kasıt, meleklerdir. İbn Zeyd de: Kureyş kâfirleri bu Kur’ân-ı Kerîm’in şeytanlar tarafından indirildiği iddiâsında bulunmuştu. Şânı yüce Allah ise ona tamâmıyla arınmış kimselerin el sürebileceğini bildirdi; demektedir. (S. HAVVÂ, 14/377)

Çoğunluk fakihler Kur’ân’a abdestsiz el sürmenin câiz olmadığı görüşündedir. Delil: Hz. Peygamber’in Amr İbn. Hazm’a yazdığı mektupta: ‘Temiz olmadıkça Kur’ân’a el sürmemesini’ istemesidir. İmam Şâfii ve Mâlik bu görüşü benimsemiştir. Ebû Hanîfe’den ise, bu konuda iki görüş nakledilmiştir. Ondan gelen bir rivâyete göre abdestsiz (muhdes) Kur’ân’a el sürebilir ve okuyabilir. Bu görüş İbn Abbas, Şa’bi vb. seleften gelmiştir. İkinci rivâyete göre abdestsiz kişi, sâdece yazı olmayan dış kabuğuna el sürebilir, fakat yine ezbere okuyabilir. (Kurtubi’den H. DÖNDÜREN, 2/852)

(…) Vâkı’a sûresi 77-79’uncu âyetleri bize öncelikle Kur’ân’ın ilâhi bir vahiy olduğunu, bu vahiyden de ancak ona inananların ve ilgi duyanların istifâde edebileceğini beyan etmektedir. Bu bakmdan diyebiliriz ki, (…) İbnü’s ‘Sâib el Kelbi, Rebi’ b. Enes, Hüseyin b. Fadl, Ebû Müslim el İsfehâni ve özellikle de Ferrâ ve Râgıp gibi dilbilimci müfessirlerin yaklaşımları fevkalâde isâbetli görünmektedir. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz bu müfessirlerin anlayışlarına göre ‘Lâ yemessühü ille‘l mutahherûn’ âyetinin mushafa abdestli dokunmakla hiçbir ilgisi yoktur. Zâten İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe de abdestsiz ve cünüp bir kimsenin Kur’ân-ı Kerîm’e dokunup onu yanında taşıyabileceğini câiz görmektedir. Bu da gösteriyor ki, Ebû Hanîfe de ilgili âyete yukarıda isimlerini zikrettiğimiz müfessirler gibi yaklaşmaktadır. Yâni o da söz konusu âyeti hidâyetle ilişkilendirmiştir. Çünkü ona göre de Kur’ân-ı Kerîm insanları doğru yola götüren bir kitâb-ı ilâhidir. Dolayısıyla ondan yararlananlar da hidâyete erenlerdir. O hâlde söz konusu âyetin Kur’ân’a mutlak anlamda dokunmayı değil, onun hidâyet ve hükümlerinden istifâde etmeyi söz konusu ettiğini söyleyebiliriz. (M. DEMİRCİ, 3/295)

(80).‘(O) âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bu Kur’ân-ı Kerîm, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir. Onların söyledikleri gibi o bir büyü, kehânet ve şiir değildir, aksine o tartışılmaz bir haktır. Bunun ötesinde de fayda verebilecek bir hak yoktur.’ (S. HAVVÂ, 14/377)

(81, 82).‘Şimdi siz, bu (ilâhî) sözü mü küçümsüyor / hor görüyorsunuz?’ Nesefi der ki: ‘Yâni bâzı hususlarda o hususa önem vermediğinden dolayı katı bir tutum takınmayıp yumuşak davranan ve ona aldırış etmeyen kimselerin yaptığını mı yapıyorsunuz?’ İbn Abbas der ki: Anlamı; sizler yalanlıyor, tasdik etmiyorsunuz, şeklindedir. (S. HAVVÂ, 14/377)

‘Siz, (o Kur’an’dan faydalanmak yerine) ondan nasîbinizi, yalanlamakla mı alıyorsunuz.’  Yâni rızkınıza şükür olarak, yalanlama yolunu mu seçiyorsunuz? Yâni sizler, yalanlamayı şükür yerine mi koydunuz? (S. HAVVÂ, 14/377)

Hadis: İmam Mâlik Muvatta’da rivâyet ediyor… Zeyd b. Hâlid el Cüheni dedi ki: ‘Hudeybiye’de Rasûlullah (s) bize yağmur yağan bir gecenin akabinde sabah namazı kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra, insanlara doğru dönüp şöyle buyurdu: ‘Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?’ Ashab: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir,’ dediler. Buyurdu ki: ‘Kullarımın bir kısmı Bana îman etmiş, bir kısmı da Bana kâfir olmuş olarak sabahı etti. Allâh’ın lütuf ve rahmeti ile bize yağmur yağdı, diyen kimse bana îman etmiş, yıldıza kâfir olmuş demektir. Şu şu yıldız sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, diyen kimse ise Beni inkâr etmiş, yıldıza îman etmiş demektir.’ (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi’den S. HAVVÂ, 14/401)

 56/83-96  CAN  BOĞAZA  DAYANDIĞI  ZAMAN

83-85. (Ey insanlar!) Hele (can) boğaza gelince, 84, 85. O vakit siz, (ölenin yanında) bakıp durursunuz. 85. Biz, ona sizden daha yakınız. Fakat siz (ölüm meleğini) göremezsiniz.

86, 87. (Ey müşrikler!) Eğer (kıyâmette dirilip) hesâba çekilmeyeceğiniz sözünde doğru iseniz, o (çıkmakta olan can)ı geri çevirseniz ya!

88, 89. Eğer (ölen kişi, Allâh’a) yakınlık kazanmışlardan ise, artık (ona) rahatlık, güzel rızık ve Na’îm cenneti vardır.

90, 91. Eğer bahtiyar kimselerden ise: “Ey bahtiyarlardan olan! Selâm sana!” (denilir).

92-94. Fakat (o ölen kimse Kur’ân’ı) yalanlayanlardan ve sapıklardan ise; onun için kaynar sudan bir ziyâfet ve cehenneme atılma vardır.

  1. Şüphesiz bu (sûrede anlatılanlar), kesin gerçeğin ta kendisidir.
  2. (Ey Peygamberim!) O hâlde Rabbini “Azîm” ismiyle tesbih et.

 83-96. (83).‘Hele can’ ölüm esnâsında ‘boğaza’ yemenin ve içmenin geçiş yerine ‘gelince,’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni ölüm esnâsında can boğaza gelip can çekişince ‘o zaman siz bakar kalırsınız.’ Can çekişen kimseye ve onun çektiği ölüm sekerâtına bakar, durursunuz. ‘Biz ona’ meleklerimiz ile ‘sizden yakınız, ama göremezsiniz.’ İbn Kesir’in dediği gibi: Yâni sizler o melekleri göremezsiniz.’ (S. HAVVÂ, 14/379)

(84, 85).‘ve siz o zaman bakar durursunuz.’ Onun ölüm sarhoşluğunu görür, kurtaracak hiçbir şey yapamaz, acz içinde kara kara bakarsınız. ‘Biz ise ona’ o can çekişen arkadaşınıza ‘sizden daha yakınızdır.’ Gerek ilim, gerek kudret, gerek tasarruf cihetiyle olsun her hususta yakınız. Siz onun hâllerinden yalnız açıkta gördüğünüz izleri tanıyabilirsiniz. Onun mâhiyetine, niteliğine ve gizli özelliklerine vâkıf olamaz ve onlardan hiçbirini def edemezsiniz. Biz ise hepsini bilir ve dilediğimizi yaparız.     (ELMALILI, 7/412)

‘fakat siz göremezsiniz.’ Siz Allâh’ın yakınlığını ve canı alan ölüm meleğini göremezsiniz. Bu cümle aynı zamanda insanların dünyâ gözü ile Allâh’ı ve melekleri göremeyeceklerini de ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 7/565)

(86, 87).‘Eğer siz cezâ görmeyecek iseniz’ Nesefi’nin ifâdesine göre; siz bir Rabbin kulu değilseniz, İbn Abbas’ın ifâdesine göre de, hesâba çekilmeyecek iseniz; ‘haydi onu geri çevirsenize!’ Yâni o can boğaza gelip dayandıktan sonra onu tekrar cesede geri çevirin bakalım; ‘doğru söyleyenler iseniz.’ Sizin Rabbinizin olmadığı; kahredilip mağlûp edilmeyeceğiniz ve hesâba çekilmeyeceğiniziddiânızda doğru iseniz, bunu yapınız.’ (S. HAVVÂ, 14/379)

(88, 89).‘Eğer o kişi yakınlaştırılmışlardan ise rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti onundur.’ Bunlar farzları, müstehapları işleyip haramları mekruhları ve bir kısım da mubahları terk eden kimselerdir. Yâni bunlar için rahatlık ve güzel rızık vardır. Ölüm esnâsında melekler onlara bu güzel müjdeyi verirler. Nitekim sahih bir hadiste de şöyle geçmişti: ‘Rahmet melekleri; ey güzel ve hoş bedende bulunan, o bedeni mâmur eden hoş ve güzel ruh; rahatlığa, hoş rızka ve sana karşı gazaplanmayan Rabbe doğru gitmek üzere çık!’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 14/404)

(90, 91).‘Şâyet’ vefat eden kişi ‘Yemin ashâbından ise; selâm sana yemin ashâbından.’ Yâni melekler ona bu müjdeyi verir. Böyle olan birisine ‘Selâm sana’ derler. Yâni, senin için korkulacak bir şey yoktur. Sağlık ve esenliğe gidiyorsun, sen yemîn ashâbındansın. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 14/406)

(92-94).‘Fakat (o ölen kimse Kur’ân’ı) yalanlayanlardan ve sapıklardan ise; onun için kaynar sudan bir ziyâfet ve cehenneme atılma vardır.’ Eğer o can çekişen kimse hakkı yalanlayan ve hidâyetten sapmış kimselerden ise, işte ona da kaynar sudan karınlarında bulunanları ve derileri kaynatarak eriten eritilmiş sıvıdan bir ziyâfet vardır, bir de cehenneme sokuluş. Yâni bütün yönleriyle kendisini kuşatan cehenneme bırakılacaktır. (S. HAVVÂ, 14/407)

‘Şüphesiz bu, kesin gerçeğin ta kendisidir.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu haber tartışılmaz, herhangi bir kimsenin kabulden kaçınamayacağı yakîn olan gerçeğin ta kendisidir.’ (S. HAVVÂ, 14/381)

(95).(…) Seyyid Şerif’in Tarifât’ında izah edildiği üzere ‘yakîn’in üç mertebesi vardır: Bunlar ilmü’l yakîn, aynü’l yakîn, ve hakku’l yakîndir. Hakku’l yakîn, ilim ve müşâhededen geçerek fiili olarak  gerçekleşip yaşanan hakikat demektir. Ayrıca denilmiştir ki hakku’l yakîn, kulun hakla yok olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilim olarak, hem müşâhede ile, hem hâl olarak bâki olmasıdır. Meselâ, her akıllı insanın ölümü bilmesi ilmü’l yakîn, melekleri görmesi aynü’l yakîn, ölümü tatması da hakku’l yakîndir. (ELMALILI, 7/413)

(96).‘O hâlde Rabbini “Azîm” ismiyle tesbih et.’ Bu sûrenin de tekrar eden âyeti budur. Allah Teâlâ, hakkı beyan ettikten sonra, kâfirlerin kabûle yanaşmamaları üzerine Rasûlüne buyuruyor ki, kâfirler kabul etmeseler de sen onları bırak. Onlar ister tasdik etsinler, ister yalanlasınlar, sen Rabbini tesbih et, hem de ‘Azîm’ (yüce) ismiyle tesbih et. (ELMALILI, 7/413)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ukbe b. Âmir el Cüheni dedi ki: Rasûlullah (s)’e ‘Öyleyse Rabbini büyük adıyla tesbih et!’ buyruğu nâzil olunca, ‘Bunu rükûunuzda söyleyiniz’ diye buyurdu. Yine ona: ‘O, en yüce Rabbinin adını tesbih et’ (el A’lâ, 87/1) buyruğu da nâzil olunca Rasûlullah (s): ‘Bunu da secdelerinizde söyleyiniz’ diye buyurdu. Bu hadîsi bu şekilde Ebû Dâvud ve İbn Mâce de rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 14/407)

Hadis: Ebû Hüreyre’den: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘İki söz vardır ki, bunları söylemek dile hafif gelir ve bunlar mîzanda ağırdırlar, Rahman olan Allah tarafından da sevilirler: ‘Sübhana’llâhi ve bi hamdihi, sübhânallâhi‘l azîm’: ‘Hamdiyle Allâh’ı tesbih ve tenzih ederim, Azîm olan Allâh’ı tesbih ve tenzih ederim.’ (Bu hadîsi Ebû Dâvud dışında diğer kütüb-i sitte sâhipleri de isnâdı ile bunun gibi rivâyet etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 14/407, 408)