29. Ankebût Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 69 âyettir. Ankebût, “örümcek” demektir. Adını 41. âyette kâfirlerin işinin örümcek ağına benzetilmesinden almıştır. 1-10. âyetler Medîne döneminde inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/395)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
29/1-6 BİZDEN KAÇABİLECEKLERİNİ Mİ SANDILAR?
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. İnsanlar (dünyâdaAllâh’aibâdetveitaatetmeden, çeşitliçilevegüçlüklerle, bâzendeverilenbolmalverefahile) imtihan edilmeden (sâdece) “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? [bk. 2/214; 21/35]
3. Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah elbette (îmanyönüyle) doğru olanları da bilir, yalancıları da bilir.
4. Yoksa (gizlideolsa) kötülükleri yapanlar bizi geçip savuşacak (yakalanmayacak)larını mı sandılar? (Sanmasınlar.) Ne kötü / fenâ hükmediyorlar!
5. Kim Allâh’a kavuşmayı arzuluyorsa, bilsin ki (bununiçin) Allâh’ın belirlediği vakit elbette gelecektir. O, (herşeyi) işitendir, bilendir.
6. Kim (nefsinidüzeltmedeveyaAllahyolunda) cihad ederse, ancak kendi (faydası) için cihad etmiş olur. Çünkü Allah, elbette âlemlerden müstağnîdir. (Kimseninibâdetvecihadınaihtiyacıyoktur. AncakOmükâfatvericidir.) [bk. 45/15]
1-6. (1).‘Elif, Lâm, Mîm.’ Bu, birbirinden kopuk harflerin açıklaması için tercih ettiğimiz görüş, bu harflerin, Yüce Allâh’ın peygamberine (s) indirdiği kitabın hammaddesini oluşturduklarına dikkat çekmek için yer aldıklarıdır. Bu kitap, bunlara benzer harflerden meydana gelmiştir. Bu kitaba muhâtap olan Arap toplumu da bu harflere yabancı değildir. Bu harfleri tanıyor ve bu harfler aracılığı ile istedikleri sözü kolaylıkla söyleyebiliyorlar. Ancak bu harfler aracılığı ile bu kitabın benzerini meydana getiremezler. Çünkü bu kitap, Allah yapısıdır, insan yapısı değil. (S. KUTUB, 8/137, 138)
(2).‘İnsanlar (dünyâda) imtihan edilmeden “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?’ Mânâsı şudur: Şânı Yüce Allâh’ın sâhip oldukları îmâna göre mümin kullarını sınaması kaçınılmazdır. Nitekim Sahih Hadiste şöyle buyurulmuştur: ‘İnsanlar arasında en ağır belâ ve sıkıntılara mâruz kalanlar peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da onlara yakın olanlardır. Kişi dinine göre belâlara mâruz bırakılır. Şâyet metânet ve kararlılık varsa belâları da artırılır. (S. HAVVÂ, 11/70)
Âyette sözü edilen ‘Allâh’ın imtihânı’ tecrübe ile bilmesi değil, imtihan muâmelesi yapması, doğru söyleyenler ile yalan söyleyenleri, ortaya çıkarmasıdır. (..) Îman etmek, sâlih ameller işlemek ve haramlardan sakınmak imtihan edilmeye engel değildir. Yüce Allah Bakara sûresinin 155’nci âyetinde ‘Sizi biraz korku ve açlık ile mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmek sûretiyla mutlaka imtihan ederiz’ buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 5/491)
Bu âyet, Mekke’de Müslüman oldukları için Kureyş müşrikleri tarafından ezâ ve cefâ gören bir grup mümin hakkında nâzil olmuştur. Bu ezâdan dolayı onların içi daralıyor ve sabırsızlanıyorlardı. Allah Teâlâ bu âyetlerle onları teselli etmek istemiştir. (İ. H. BURSEVİ, 14/539)
İbnü‘l Münzir de İbn Cüreyc’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Umeyr ve başkalarının şöyle dediklerini dinledim: Ebû Cehil, Ammâr b. Yâsir ve annesine işkence yapıyordu. Ammâr’a oldukça sıcak bir yaz gününde demir bir zırh giydirdi, annesini de mızraktan geçirdi. İşte: ‘Yoksa insanlar.. ‘ (2’nci âyet) âyet-i Kerîmesi bunun hakkında indi. (S. HAVVÂ, 11/72)
Kul için ilk derece, onun müslüman olmasıdır. Çünkü bunun altında küfür dereceleri bulunur. Bir kimse İslâm’a girmekle güzel bir başlangıç yapmıştır; artık pay almaya başlar. Bir kısmı gayret eder, îmânı kalbine işler ve hareketlerine yansır. Allâh’a kulluk görevlerini tam olarak yerine getirir, infak ve cihad ederek cennette yüksek dereceler kazanır. Bir kısmı da küfre girmez, ama görevlerini yerine getirmeyerek, nefsine düşkün olarak günahkârlar ve âsîler derecesine düşer. [bk. Râzî, XVII, 586] (H. T. FEYİZLİ, 1/395)
(3).‘Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de (sıkıntılarla) imtihan ettik. Allah elbette (îmanyönüyle) doğru olanları da bilir, yalancıları da bilir.’ Yâni dînine kim sâdık, kim yalancı ayırd edecek. (İbni Atâ) diyor: Kim selâmet ve refah zamanlarında şükür, belâ zamanlarında sabır ederse o, sâdıklardandır. Kim iyi günlerde şımarır, belâ zamanlarında şikâyet ederse, o yalancılardandır. (Medârik’ten, H. B. ÇANTAY, 2/705.)
Hadis: Sizden öncekiler yakalanıp getirilirler; başlarına testere konur ve ikiye bölünürlerdi. Bu, onları dinlerinden döndüremezdi. Demir taraklarla kemikleri, etleri ve damarları taranır (parçalanır) ve yine bu dinlerinden döndüremezdi. (Buhâri, Ebû Dâvud, Nesâi, Müsned’den İ. H. BURSEVİ, 14/542)
‘Allah elbette doğruları bilir ve elbette yalancıları da bilir.’ İbni Kesir der ki. Şânı Yüce Allah, olanı da bilir, olmayanı da, olacağı vakit ne şekilde olacağını da bilir. Bu konuda ehl-i sünnet ve’l cemaat arasında icmâ vardır. İbn Abbas ve başkaları Yüce Allâh’ın ‘Bilelim diye..’ buyruğu ve benzerleri hakkında ‘görelim diye’ açıklamasını yapar. (S. HAVVÂ, 11/70)
(4).‘Yoksa kötülükleri yapanlar bizi geçip savuşacak (yakalanmayacak)larını mı sandılar? Ne kötü / fenâ hükmediyorlar!’ Amel, kalp ve organlarla yapılan fiiller itibâriyle genel olduğu için ‘Seyyiât’ küfür ve isyan ile tefsir edilmiştir. Bununla birlikte bu baştaki karşıtı olduğundan burada özellikle müminlere karşı yapılan kötülükler söz konusudur. Yâni küfür, dinsizlik taassubu veya bir dünyâ menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle müminlere düşmanlık, zulüm ve eziyyet eden kimseler ki, her türlü kötülüğü işlemekten kaçınmazlar, bunlar sandılar mı ‘ki bizi savuşup geçecekler’ çâresiz bırakıp kurtulacaklar? ‘Ne kötü hükmediyorlar.’ Ne kadar yanlış hüküm, ne kadar çirkin hükümet? İmkânı yok, Allah’tan kurtulamazlar. (ELMALILI, 6/211, 212)
Âlûsi der ki: Bu konuda gelen rivâyetlerin zâhiri bu âyet-i Kerîmenin kâfirler hakkında indiğinigöstermektedir. İbn Abbas (r)‘dan dedi ki: Şânı Yüce Allah, kötülük yapanlar ile Velîd b. Muğire, Ebû Cehil, el Esved, Şeybe, Utbe, Utbe b. Ebi Muayt, Hanzala b. Ebû Vâil ve buna benzer Kureyş’in elebaşlarını kasdetmektedir. El Bahr’da belirtildiğine göre âyet-i kerîme; -her ne kadar belli bir sebep için nâzil olmuşsa da- kâfir olsun, Müslüman olsun bütün kötülük işleyenleri kapsamaktadır. (S. HAVVÂ, 11/71)
(5).‘Kim Allâh’a kavuşmayı arzuluyorsa, (Allâh’ın cemâline ermeyi veya vaad ettiği sevâba erişmeyi isterse) bilsin ki (bununiçin) Allâh’ın belirlediği vakit elbette gelecektir. (gelince o vaad, gerçekleşecektir. Bundan dolayı, o gelinceye kadar sabredip, o kavuşmaya lâyık imtihanları geçirmek, güzellikleri kazanmak için çalışsın, çabalasın. (ELMALILI, 6/212)
‘Allâh’ın belirlediği vakit kesinlikle gelecektir’ cümlesi, insanlar mutlaka bir gün ölecek, kıyâmet bir gün kopacak, Allâh’ın vaadi gerçekleşecek, müminler cennete ve kâfirler cehenneme gidecek, demektir. (İ. KARAGÖZ 5/494)
(Fakat) Bir gün Rableriyle karşılaşacaklarını ve amellerine göre cezâ ve mükâfat göreceklerini bilip bunu bekleyenler, ölümün çok uzak olduğunu düşünüp aldanmamalıdırlar. Tam tersine ölümün çok yakın ve deneme için verilen sürenin sona ermek üzere olduğunu düşünmelidirler. Bu nedenle, âhirete inananlar âhirette saâdete ermelerini sağlayacak ne varsa yapmalıdırlar. (MEVDÛDİ, 4/202)
(6).‘Kim cihad eder / çaba gösterirse, ancak kendi (faydası) için cihad etmiş / çaba göstermiş olur.’ Allâh’a itaat etmek üzere nefsine karşı direnir, vesveselerini savmak sûretiyle şeytana karşı cihad eder, Allâh’ın kelimesini yükseltmek için de kâfirlere karşı savaşırsa, ‘ancak kendisi için cihad etmiş olur.’ (S. HAVVÂ, 11/79)
‘Çünkü Allah, elbette âlemlerden müstağnîdir.’ Aksine cihad, sâdece Allâh’ın kullarına rahmetinin bir gereğidir ve bu rahmetin gereği o kullarına emir(ler) verir, yasaklar koyar. (S. HAVVÂ, 11/79)
Cihad, cihadedeninnefsinivekalbinionarır, düzeltir, kötülüklerden arındırır. Düşüncesini yüceltir, ufkunu genişletir. İçindeki can ve mal cimriliğini törpüler, bu kötü duyguları aşmayı sağlar. Onu her türlü maddi çıkarı aşacak düzeye getirir. Ruhsal ve bedensel yapısındaki meziyetlerin, yeteneklerin en iyilerini uyarır, ortaya çıkarır. (S. KUTUB, 8/142)
Mümin, her an kendisini doğru yolda karşılayacağı kayıplarla korkutan ve bâtıl yolların zevk ve çıkarları ile kandıran şeytanla savaşmak zorundadır. Mümin, kendisini arzularının esîri yapmak isteyen kendi nefsi ile savaşmak zorundadır. Bu cephe evden başlayıp, dalga dalga çevreye yayılır. Mümin, inançları, düşünceleri, ahlâk, örf ve âdetleri, kültür ve ekonomileri İslâm’a ters düşen insan gruplarıyla savaşmak durumundadır. O, Allâh’a itaatten bağımsız hükümler uygulayan ve iyiyi değil, kötüyü yüceltip geliştirmeye çalışan kişi ve kurumlarla da savaşmalıdır. Bu savaş, bir veya iki günlük değil, ömür boyu gece ve gündüz her an sürecek bir savaştır. Ve bu, savaş alanında yapılacak bir çarpışma değil, hayâtın her cephesinde yapılacak olan bir savaştır. (MEVDÛDİ, 4/203)
29/7-9 DÖNÜŞÜNÜZ ANCAK BANADIR
7. Îman edip de sâlih (sevaplı) işler yapanların günahlarını elbette örteceğiz ve kesinlikle onlara yaptıklarının daha güzeliyle ödüllendireceğiz. [bk. 4/40; 16/96]
8. Biz insana anne ve babasına güzel davranmasını (veiyilikyapmasını) emrettik. Bununla berâber eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara (buhususta) itaat etme! (krş. 31/15) Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim. [krş. 17/23-24; 31/15]
9. Îman edip de sâlih (sevaplı) işler yapanları ise, elbette onları iyiler içine koyacağız.
7-9. (7).‘Îman edip de sâlih işler yapanların günahlarını elbette örteceğiz ve mutlaka onlara yaptıklarının daha güzeliyle karşılık vereceğiz.’ O bütün varlıklara muhtaç olmamakla, onlara iyilik ve lütuflarda bulunmakla birlikte, îman edip sâlih amel işleyenlerin mükâfâtını en güzel şekilde verir. Çünkü yaptıkları kötülükleri örter ve yaptıklarının en iyisiyle onlara ecir verir. Hasenâtın azını onlardan kabul eder ve bunlara sevap verir. Bire karşı on ve yediyüz kat kadar fazlasıyla mükâfat ihsan eder. Günahı ise ya misliyle cezâlandırır yâhut affeder ve bağışlar. ( S. HAVVÂ, 11/79)
Sâlih işler ‘de Allah ve Rasûlünün gösterdiği yol uyarınca yapılan işlerdir. Kalbin ve zihnin yaptığı sâlih iş, insanın düşüncesinin, fikirlerinin ve niyetlerinin doğru ve temiz olmasıdır. Dilin yaptığı sâlih iş, insanın kötü şeyleri konuşmaktan çekinmesi, söylediklerinin doğru, âdil ve gerçek olmasıdır. Diğer organların, el ve ayakların yaptığı sâlih işise, tüm hayatın Allâh’a ibâdet ve O’nun hükümlerine ve emirlerine itaatla geçirmesidir. (MEVDÛDİ, 4/203)
‘..mükâfatlandıracağız / ödüllendireceğiz’: Sözü edilenmükâfatlandırma, hem uhrevi hem dünyevi olabilir. Çünkü âyetteki ‘sâlih ameller’ ifâdesi, kulun Rabbi ile kendisi arasındaki ibâdetlerle birlikte her türlü hayırlı, verimli gayretleri; gerek ferdin gerekse toplumun maddi ve mânevi gelişmesine, kalkınmasına katkıda bulunan faydalı işleri ve buna engel olacak olumsuz hareketlerin engellenmesini de içine alır. (Ö. ÇELİK, 3/724)
(8).‘Biz insana anne ve babasına güzel davranmasını (veiyilikyapmasını) emrettik.’ Çünkü anne ve baba insanın varlığının sebebidir. Anne ve babanın kişiye iyilikleri oldukça büyüktür. Baba gerekli harcamaları yapmakla, anne de şefkat ve merhamet ile iyiliklerde bulunmuştur. Âyet-i Kerîmede geçen ‘tavsiye’, emir mânâsını ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 11/81)
‘Bununla berâber eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme!’ Çünküyaratanaisyânıgerektirecekhususlardahiçbiryaratılmışaitaatyoktur. (S. HAVVÂ, 11/81)
Kuşkusuz Allah adına kurulan bağ, en öncelikli bağdır. Hiçbir zaman kopmayan sağlam kulp, Allâh’a bağlılıktır. Eğer anne ve baba müşrik iseler, onlara iyilikte bulunulur, bakımları, geçimleri üstlenilir. Ama onlara itaat edilmez, dedikleri yapılmaz. (S. KUTUB, 8/143)
Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Sa’d ibn Ebi Vakkas hakkında nâzil olmuştur. Sa’d hâdiseyi şöyle anlatıyor: ‘Annem Ümmü Sa’d: ‘-Allah, ana babaya itaati emretmiyor mu? Madem öyle, sen girmiş olduğun Muhammed’in dînini inkâr edip, eski dîine dönmedikçe yemek yemeyeceğim, bir şey içmeyeceğim, ta ki öleyim de sana ‘anasının kâtili desinler’ dedi. Yemekten içmekten kesildi. Sonunda ağzını zorla sopayla açıp ağzinâ bir şeyler akıtmaya başladılar. Hz. Sa’d bu duruma çok üzülmüştü. Gelip olanları peygamberimiz (s)’e anlattı. Bunun üzerine bu âyet indi. (Tirmizi Tefsir 29/1’den, Ö. ÇELİK, 3/725)
Anne babaya gereken, sert, haşin ve kötü muâmelede bulunarak çocuğu isyâna sevk etmemek; bilakis çocuklarının ana – babasına itaat eden bir evlât olmasına yardımcı olmaktır. Çocuğun da hayatta iken, onlara infak etmesi, meşrû işlerde onların emirlerini yerine getirmesi, onlarla iyi ve güzel geçinmesi onlara yapacağı iyilikler (birr) cümlesindendir. Vefatlarından sonra da, onlar için sadaka vermesi, Cuma günleri kabirlerini ziyâret etmesi, namazlarının peşinde onlar için duâ etmesi, ahid ve vasiyetlerini yerine getirmesi ve benzeri hususlar iyi ve güzel amellerdendir. (İ. H. BURSEVİ, 14/554)
‘Dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yaptıklarınızı (vekarşılığını) haber vereceğim.’ Nesefi şöyle demektedir: Burada dönüşün söz konusu edilmesi, şirk husûsunda anne ve babaya uymak hâlinde, bir tehdit ve bir sakındırmadır; dinde sebat ve istikâmet üzere kalmak için de bir teşviktir.’ Buna göre; anne babaya şefkat, merhamet ve iyilik yapmak emrinin verilmesi ile berâber, şâyet anne ve baba müşrik olmaları hâlinde, evlâtlarından dinlerine uyarak kendilerine tâbi olmayı isteyecek olurlarsa, bu konuda sakın onlara uymayakalkışma, onlara itaat etme, denilmektedir. (S. HAVVÂ, 11/82)
(9).‘Îman edip de sâlih işler yapanları ise, elbette onları iyiler içine koyacağız.’ Salâh, müminlerin en belirgin sıfatlarındandır. Aynı zamanda bu, peygamberlerin temenni ettikleri bir konudur. Hz. Süleyman: ‘Ve beni rahmetinle sâlih kullarının arasına koy.’ (en Neml, 27/19) diye duâ etmişti. Hz. Yûsuf da şöyle duâ etmişti: ‘Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihlere kat!’ (Yûsuf, 12/121) Yâni sâlihlerin girdiği yere beni de girdir ki, bu da cennettir. (S. HAVVÂ, 11/84)
29/10-13 ALLAH KALPDEKİNİ EN İYİ BİLEN DEĞİL MİDİR?
10. Kimi insanlar da var ki: “Allâh’a inandık.” der, fakat Allah uğrunda eziyet gördüğü zaman, insanların eziyetini, Allâh’ın azâbı gibi sayar. Andolsun ki (mü’minlere) Rabbinden bir yardım gelirse (münâfıklar): “Biz de gerçekten sizinle berâberdik.” derler. (Hâlbuki) Allah, âlemlerin sînelerinde olan (îmanvenifâk)ı en iyi bilen değil midir? [bk. 22/11]
11. Allah, elbette îman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.
12. İnkâr edenler, îman edenlere: “Bizim yolumuza uyun, (dediğimiziyapın, eğeryanlışsa) günahlarınızı biz yüklenelim.” derler. Oysa kendileri, onların günahlarından hiçbir şey yüklenip taşıyacak değillerdir. Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.
13. Ve hiç kuşkusuz kâfirler, hem kendi (günah) yüklerini, hem de kendi yükleriyle berâber (saptırdıklarıkimselerdenveyaüzerlerindekalanbaşkalarınınhaklarındandolayı) daha nice yükleri yüklenecekler ve uydurdukları şeylerden elbette hesâba çekileceklerdir.
10-13. (10).‘Kimi insanlar da var ki: “Allâh’a inandık.” der, fakat Allah uğrunda eziyet gördüğü zaman, insanların eziyetini, Allâh’ın azâbı gibi sayar.’ Dünyâ hayâtında bir sıkıntı ve fitne ile karşılaşacak olurlarsa, bunun Yüce Allâh’ın kendilerine verdiği bir belâ ve musîbet olduğuna inanır ve bundan dolayı da İslâm’dan dönerler. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/85)
‘Andolsun ki (mü’minlere) Rabbinden bir yardım gelirse (münâfıklar): “Biz de hakikaten sizinle berâberdik.” derler.’ Yâni onlar, biz sizinle berâberiz, dinde size uyanlardanız. Dolayısıyla bizi de ganîmete ortak edin, derler. (İ. H. BURSEVİ, 14/560)
‘(Hâlbuki) Allah, âlemlerin sînelerinde olan (îmanvenifâk)ı en iyi bilen değil midir?’ Yâni O bütün âlemlerin özlerinde bulunanı bizzat kendilerinin bilmesinden daha iyi bilendir. İşte O’nun bildiklerinin arasında bu gibi kimselerin kalplerinde gizlediklerinin münâfıklık, müminlerin de kalplerinde bulunanın ihlâs olduğu gerçeği de vardır. (S. HAVVÂ, 11/85)
(11).‘Allah, elbette îman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.’ Yâni Yüce Allah insanları sıkıntılarla, bolluklarla imtihan eder. Bundan maksat ise, darlık ve sıkıntı zamanlarında Allâh’a itaat eden kimseler ile yalnız hoşnut olacağı şeylerle karşı karşıya kaldığı zaman Allâh’a itaat edenleri ayırdetmek için böyle yapar. (S. HAVVÂ, 11/85, 86)
(12).‘Küfre sapanlar / inkâr edenler, îman edenlere: “Bizim yolumuza uyun, (dediğimiziyapın, eğeryanlışsa) günahlarınızı biz yüklenelim.” derler. Oysa kendileri, onların günahlarından hiçbir şey yüklenip taşıyacak değillerdir. Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar.’ Yâni onların günahlarını yüklenecekleri şeklindeki iddiâlarının gerçekle hiçbir alâkası yoktur. Çünkü hiçbir kimse, hiçbir kimsenin günahını yüklenemeyecektir. (S. HAVVÂ, 11/88)
İslâm dîninde, suçların şahsiliği temel bir ilkedir. Her insan işlediği suçun cezâsını sâdece kendisi çeker. Hiçbir kimse, en yakını bile olsa (eğer suça ortaklığı veya teşviki yoksa) hiç kimsenin işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulmaz ve cezalandırılmaz. Bu husus, dünyâda da âhirette de böyledir. (6/164, 35/18, 39/7, 53/38). Bu âyetlerde açıkça herkesin işlediği günahın vebâlinin sâdece kendine âit olduğunu, başka birinin günahından sorumlu olmadığını, başkasının işlediği günahı yüklenmeyeceğini, âhirette günahkâr insanın, günahının bir kısmını yüklenivermesi için yakınlarına çağrıda bulunacağını, ancak kabul görmeyeceğini beyan etmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/506)
İniş sebebi: Âyet-i Kerîme bir grup kimsenin Mücâhid’den yaptığı rivâyete göre Kureyş kâfirleri hakkında inmiştir. Onlar aralarından îman edenlere: Biz de dirilmeyeceğiz, sizler de. O bakımdan bize uyunuz. Eğer bundan dolayı sizin üzerinize bir günah (varsa), biz onu üstümüze alırız, demişlerdi. İbn Ebi Şeybe ve İbnü‘l Münzir’in rivâyetine göre, İbnü‘l Hanefiyye şöyle demiştir: Ebû Cehil ve Kureyş’in ileri gelen kâfirleri, Peygamber (s)’in huzûruna gelip, İslâm’a giren kimselerin karşısına çıkar ve şöyle derdi: ‘-Bu içkiyi haram ediyor, zinâyı haram ediyor. Arapların bütün yaptıklarını haram ediyor. Siz bu dinden vaz geçiniz, günahlarınızı biz yükleniriz. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. (S. HAVVÂ, 11/89, 90)
(13).‘Ve hiç kuşkusuz onlar, hem kendi (günah) yüklerini, hem de kendi yükleriyle berâber daha nice yükleri yüklenecekler ve uydurdukları şeylerden elbette hesâba çekileceklerdir.’ Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Ancak, saptıran, hem kendisini hem de sapanı saptırmasının günahını yüklenir. Sapan da özrü kabul edilmeksizin, sapmasının ve işlediğinin günahını yüklenir. [bk. 16/25; 33/66-68; 38/59-61; 38/18; 70/10-11] (H. T. FEYİZLİ, 1/396)
Hadis: Kişi kıyâmet günü dağlargibi iyiliklerle gelir. Fakatşuna zulmetmiş, berikinin malını almış, ötekinin nâmûsuna el atmıştır. O bakımdan, bu onun iyiliklerinden, beriki onun iyiliklerinden alır. Nihâyet hiçbir iyiliği kalmayınca, bu sefer haksızlık ettiği kimselerin günahlarından alınır, onun üstüne bırakılır.’ (S. HAVVÂ, 11/89)
Hadis: İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevâbı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevâbından da kendisine verilir. Fakat onların sevâbından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz. (Müslim İlim 15, Ö. ÇELİK, 3/727)
Âyet ve hadisler bize gösteriyor ki, insanları günaha teşvik etmek, onların günah işlemelerine sebep olmak dînen yasak ve günahtır. Aynı şekilde bir insanın îman etmesine veya dînî bir görevi yapmasına herhangi bir şekilde engel olmak da dînen yasak ve günahtır. Mümin insan aslâ bir başkasının îman etmesine ve dînî görevlerini yapmasına engel olamaz. Böyle bir davranışı ancak zâlim, kâfir ve münâfıkların yapabileceğini Kur’an bize haber vermektedir. (7/45, 14/2-3, 4/167, 17/88, 47/1, 34, 31/6; İ. KARAGÖZ 5/508)
29/14-23 SİZ ALLÂH’I ÂCİZ BIRAKAMAZSINIZ
14. Andolsun ki biz, Nûh’u kavmine (peygamber) gönderdik de içlerinde bin seneden elli yıl eksik (950yıl) kaldı. Nihâyet onlar (yolagelmeyip) zulme devam ederlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.
15. Biz onu da, gemide bulunanları da kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık. [bk. 36/41-44; 54/15; 69/11-12]
16. İbrâhim’i de (peygamber olarak gönderdik). Hani o, kavmine demişti ki: “Allâh’a kulluk edin. O’nun emrine uygun yaşayın / karşı gelmekten sakının; eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”
17. (Ey müşrikler!) “Siz ancak, Allâh’ı bırakıp birtakım putlara / heykellere tapıyorsunuz. Bunun için de birtakım yalan (vebahâneler) uyduruyorsunuz. Şüphesiz Allah’tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. O hâlde rızkı Allah katında arayın, (ibâdetveitaatleancak) O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”
18. (Ey Peygamberim! Müşriklere de ki:) “Eğer (beni) yalanlarsanız, (bilesinizki) sizden önceki ümmetler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Peygamberin üzerine düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.”
19. (Ey Peygamberim!) Allah, varlıkları yaratmaya nasıl başlıyor, görmediler mi? (Görsünler, bilsinler) Sonra onu (ard arda yaratmaya devam ediyor, Mahşerdedeaynendiriltip) iâde edecektir. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır. [bk. 30/17]
20. (Ey Peygamberim! İnsanlara) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, (Allâh’ın) yaratmaya nasıl başladığına bakın. Sonra, Allah (tıpkıbunungibi, kıyâmette) son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.”
21. (Allah) dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder. (Hepiniz) ancak O’na döndürüleceksiniz.
22. (Ey insanlar!) Siz ne yerde ne gökte (Allâh’ı) âciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.
23. Allâh’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı (veaynendiriliphesâbıngörüleceğini) inkâr edenlere gelince; işte onlar, benim rahmetimden ümit kesmişlerdir. Üstelik onlar için acıklı bir azap vardır.
14-23. (14).‘Andolsun ki biz, Nûh’u kavmine (peygamber) gönderdik de içlerinde bin seneden elli yıl eksik (950yıl) kaldı. Nihâyet onlar (yolagelmeyip) zulme devam ederlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.’ Bu olay, peygamberimiz ve müminler için bir teselli, inanmayıp onlara düşman olanlar için de ciddi bir uyarıdır. Bir yandan Rasûlullah (s)’e 950 sene gibi uzun bir süre tebliğe devam eden Hz. Nûh’un hâlini düşünerek tebliğini canla başla devam etmesi ve ümitsizliğe düşmemesi öğütlenip, sonunda Nûh’u kurtardığı gibi onu da kurtaracağı müjdelenmekte, diğer yandan da kâfirler helâk ile tehdit edilmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/728)
Eğer Hz. Nûh’un uzun ömrüne bir açıklama getirmek istersek, şunları söyleyebiliriz: İnsanların sayısı o gün için az ve sınırlıydı. Bu yüzden, Yüce Allâh’ın yeryüzünün imârı ve hayâtın sürmesi için zorunlu olan sayı çokluğunun yerine az sayıdaki insanlara uzun ömürler vermesi normaldir. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzü îmar edilince, artık insanların uzun süre yaşamalarına gerek kalmamıştır. Birçok canlının yaşam sürelerinde bu husus göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü canlılar arasında sayı ve nesil azaldıkça, ömür uzuyor. Nitekim akbabalarda ve kaplumbağa gibi bâzı sürüngenlerde durum bundan ibârettir. Bunlardan bâzılarının ömrü, yüzyıllar bulur. Öte yandan milyonlarca üreyen sinekler, iki haftadan fazla yaşayamazlar. (S. KUTUB, 8/148)
(15).‘Biz onu da, gemide bulunanları da kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık.’ Şu anlama da gelebilir: ‘Bu korkunç cezâyı veya bu büyük olayı sonraki nesiller için bir uyarı işâreti yaptık.’ Fakat olayın burada ve Kamer sûresinde anlatılışından asıl ibret unsurunun, asırlarca dağın tepesinde kalan ve insanlara gemiyi dağın tepesine kadar çıkartacak denli büyük bir Tûfân’ın gerçekleştiğini sürekli hatırlatan, geminin kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Kamer sûresi (54. Sûre) 13-15 âyetlerde şöyle buyurulmaktadır: ‘Nûh’u tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir şeye (gemi) bindirdik. İnkâr edilmiş olan Nûh’a mükâfat olarak verdiğimiz gemi gözetimimiz altında yüzüyordu. And olsun ki Biz, gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Öğüt alan yok mudur?’ (Kamer, 54/13-15, MEVDÛDİ, 4/211)
(16).‘ .. Allâh’a ibâdet edin’ demek, ilâh olarak sâdece O’nu kabul edin ve O’na itaat edin, demektir. Allâh’a ibâdet, insanın yaratılış gâyesidir. (51/56). Bir insanın Allâh’a ibâdet edebilmesi için, şartlarına uygun îman etmesi, Allah ve peygamberinin emir ve yasaklarına uyması gerekir. (..) ‘Allâh’a karşı gelmekten sakının’, takvâ sâhibi olun, demektir. Bir insanın takvâ sâhibi olabilmesi için şartlarına uygun îman etmesi, Allâh’ın emirlerine uyması, yasaklarından sakınması, Allâh’a ve peygamberine itaat edip isyan etmemesi gerekir. Îman takvânın olmazsa olmaz şartıdır. Emir ve yasaklarda tâvizleri olan insanlar, günah işlemiş ve takvâ derecelerini düşürmüş olurlar. (İ. KARAGÖZ 5/512)
(17).“Siz ancak, Allâh’ı bırakıp birtakım putlara / heykellere tapıyorsunuz. Bunun için de birtakım yalan (vebahâneler) uyduruyorsunuz.’ Yâni, siz putlar değil, yalanlardüzüpuyduruyorsunuz. Bu putların kendileri birer yalan. Sonra, onların tanrı – tanrıçalar olduğunu veya Allâh’ın cisimlendirilmesi, O’nun oğlu, gözdeleri veya O’nun katında şefaatçı olduğuna veya meslek ihsan ettiğine olan inancınız, tamâmen kendi zan ve arzularınızdan uydurduğunuz yalanlardır. Gerçek şu ki, onlar cansız, güçsüz ve beceriksiz puttan başka bir şey değildir. (MEVDÛDİ, 4/212, 213)
(18).“Eğer (beni) yalanlarsanız, (bilesinizki) sizden önceki ümmetler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Peygamberin üzerine düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir.” Yâni siz beni yalanlayacak olursanız bu yalanlamanızın bana zararı olmayacaktır. Çünkü benden önceki peygamberleri de de kendi kavimleri yalanlamış, onlara bir zarar verememişlerdir. Aksine kendilerine zararlı olmuşlardır. Çünkü yalanlamaları sebebiyle azap gelip onları yakalamıştır. Rasûlün kendisi ise, apaçık tebliğde bulunduğundan dolayı o, görevini yerine getirmiştir ve onun tebliği sayesinde herhangi bir tereddüt ve şüpheye yer kalmamıştır. (S. HAVVÂ, 11/100)
(19).‘Allah, varlıkları yaratmaya nasıl başlıyor, görmediler mi? Sonra onu (ArdardayaratmayadevamediyorveMahşerdeaynendiriltip) iâde edecektir. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.’ Hiç kuşkusuz onlar, Yüce Allâh’ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını kesinlikle görüyorlardı. Bu işlemi yeşeren bir bitkide, yumurtada, ceninde ve daha önce olmayıp, sonradan ortaya çıkan herşeyde gözlemliyorlardı. Bunlardan hiç birini insanlar fert – fert ya da topluca yaratmaya güç yetiremedikleri gibi yarattıklarını da iddiâ edemezler. Bir kere tek başına hayat sırrı bile bir mûcizedir. (S. KUTUB, 8/152)
Buradan itibâren 23. Âyetin sonuna kadar olan bölüm, Hz. İbrâhim (as) kıssası arasına sokulan ve Mekkeli müşriklere hitap eden bir parantez hükmündedir. Kâfirleri uyarmak için anlatılan kıssanın arasına bu bölümün sokulmasının anlamı şudur: Onlar iki tür sapıklık içindedir. (1) Şirk ve puta tapıcılık, (2) Âhireti inkâr etmeleri. Bunlardan birincisi yukarıda anlatıldığı şekilde Hz. İbrâhim (as) tarafından reddedilmişti. İkincisi ise şimdi, Allah tarafından buradaki bir iki cümle ile reddedilmektedir. (MEVDÛDİ, 4/213)
(20).‘De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, (Allâh’ın) yaratmaya nasıl başladığına bakın. Sonra, Allah (tıpkıbunungibi, kıyâmette) son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah herşeye kâdirdir.” (….) göreceğimiz üzere fosil bilimini öğrenmeye ve buna dâir müze ve teşhir galerilerini gerçekleştirmeye bir emir vardır. (S. HAVVÂ, 11/103)
İşte bu iki ayrı yaratılışın olduğunun delilidir. Ve her bir yaratılışın yeni bir başlangıcının, bir var edişin, yoktan varlığa çıkartışın bulunduğunu göstermektedir. Ancak âhiretteki yaratılış, onun bir benzerinin yaratılışından sonra olacaktır, birincisi ise böyle olmamıştır. Kıyas gereği şöyle denilir: Allah yaratışı nasıl başlattı ise bundan sonra da âhiretin yaratılışını öylece başlatacaktır. Çünkü onlar ile yaratılışın tekrar edilmesi hakkında tartışılmaktadır. İlk yaratmanın Allah tarafından yapıldığı onlara kabul ettirildikten sonra, yaratılışı tekrar etmenin yoktan yaratmak gibi olduğu onlara karşı delil olarak gösterilmiştir. Baştan beri yaratmak O’nu âciz bırakmadığına göre, yaratılışı tekrarlamanın da O’nu âciz bırakmaması gerekir. (Nesefi’denS. HAVVÂ, 11/103)
Yeryüzünde hayâtın ilk ortaya çıkışına, ilk yaratma eyleminin nasıl başladığına tanıklık eden olayları ve manzaraları gözlemlemek mümkündür. Nitekim günümüzde hayâtın gelişim sürecini; nasıl ortaya çıktığını, nasıl yayıldığını, nasıl geliştiğini – hayâtın sırrına ilişkin doyurucu bir sonuca ulaşmamış olsalar bile, hayâtın ne olduğunu, yeryüzünde hangi kaynaktan geldiğini, yeryüzündeki ilk canlı varlığın nasıl meydana geldiğini öğrenmek için çeşitli kazı faaliyetlerini yürüten arkeologların çalışmaları bu amaca yöneliktir. Yeryüzünde hayâtın ilk kez ortaya çıkışını, arkeolojik kazılar yoluyla araştırmak, bunu öğrendikten sonra bu eylemi âhiretteki dirilişe bir kanıt olarak algılamak Yüce Allâh’ın bu âyette ifâdesini bulan bir direktifidir. (S. KUTUB, 8/153)
(21).‘(Allah) dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder. (Hepiniz) ancak O’na döndürüleceksiniz.’ Hadis: Şâyet Yüce Allah, göktekilere ve yeryüzündekilere azap edecek olursa, onlara herhangi bir şekilde zulmetmeksizin onlara azap eder. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/106)
Allah kullarından dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır: ‘Merhamet ve mağfiret’ yüce Allâh’ın özelliklerinden ikisidir. Yüce Allah, ne dünyâda ne âhirette kullarına zerre kadar zulmetmez. Suçsuz yere hiçbir kimseyi cezalandırmaz. (4/40, 77, 124, 17/71). Suç ve günah işleyen kullarını tevbe ederlerse affeder, kul hakları dışında mümin kullarının inkâr olmayan günahlarını dilerse tevbesiz de affedebilir. Âhirette müşrikleri, kâfirleri ve münâfıkları affetmez. (4/48, 116, 9/80, 47/34) onlara merhamet nazarı ile bakmaz, onlarla konuşmaz. (2/174, İ. KARAGÖZ 5/517)
(22).‘Siz ne yerde ne gökte (Allâh’ı) âciz bırakacak değilsiniz.’ ‘Âciz olmaması’ ve ‘kimsenin O’nu âciz bırakamaması’ Allâh’ın selbi sıfatlarındandır. Yüce Allâh’ın herşeye gücü yeter. O hiçbir zaman âciz olmaz. Dilediğini, dilediği zaman yapar. Hiçbir güç, hiçbir varlık, ne yerde, ne gökte, Allâh’ın yapmak istediğine engel olamaz. Yeryüzünde yaşayan insanlar da, cinler de, göklerde yaşayan melekler de ya da başka varlıklar da Allâh’ı âciz bırakamaz. (İ. KARAGÖZ 5/517)
Yâni, ‘Nereye kaçarsanız kaçın Allâh’ın yakalamasından kurtulamazsınız. Yerin derinliklerine de saklansanız, göğün yükseklerine de tırmansanız her hâlükârda yakalanıp Rabbinizin huzûruna götürüleceksiniz.’ Aynı şey insanlara ve cinlere bir meydan okuma olarak Rahman sûresinde de ifâde edilmiştir: ‘Ey cin ve insan toplulukları! Eğer göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin!! Ama geçemezsiniz, çünkü o büyük bir güç (sultan) ister. ‘ (MEVDÛDİ, 4/215)
(..) Buyruğunda büyük bir Kur’âni mûcize dile getirilmektedir. Âyette göğün söz konusu edilmesi, insanın göğe yükseleceğinin bilinmesinin bir tecellisidir. O bakımdan şânı Yüce Allah insana, sen benim arzımda da göklerimde de beni acze düşüremezsin, diye hitap etmektedir. (..) Bu sûrede ‘gökte’ kelimesinin zikredilmesi, bu Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizelerinden birisidir. Bu Kur’ân-ı Kerîm’in bilgisiyle herşeyi kuşatan Allah tarafından indirildiğini göstermektedir. (S. HAVVÂ, 11/108)
‘Sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.’ Nerede, Allah’tan başka dost ve destekçiler? İnsanlardan yâhut melekler ve cinlerden koruyucu dostlar ve destekçiler nerede? Bunların tümü Yüce Allâh’ın yarattığı kullardır. Kendilerine bile herhangi bir fayda veya zarar dokunduramazlar. Nerde, kaldı ki başkalarına koruyucu ve destekçi olabilsinler. (S. KUTUB, 8/154)
(23).‘Allâh’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı (veaynendiriliphesâbıngörüleceğini) inkâr edenlere gelince; işte onlar, benim rahmetimden ümit kesmişlerdir. Üstelik onlar için acıklı bir azap vardır.’ Yâni onlar, kıyâmet gününde Allâh’ın rahmetinden ümitlerini keserler. Burada mâzi kalıbın kullanılması, bu işin kesinlikle gerçekleşeceğini gösterir. Yâhut da dünyâda iken, öldükten sonra dirilmeyi ve cezâyı inkâr ederek Allâh’ın rahmetinden ümit keserler, demektir. (İ. H. BURSEVİ, 14/583)
Bil ki, Allâh’ın kulları hakkındaki rahmetinin genişliği, azâbından daha etkilidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın rahmet sıfatı gazabından daha çok zikredilmiştir. Hadîs-i şerifte ‘Rahmetim gazabımı geçmiştir’ buyrulmuştur. (Buhâri’den, İ. H. BURSEVİ, 14/583)
(O hâlde) mümine gereken, Allâh’ın rahmetinden ümit kesmemek ve azâbından da emin olmamaktır. Çünkü ümitsizlik de emin olmamak da küfürdür. Bilâkis o, hem ümit etmeli ve hem de Allâh’ın azâbından korkmalıdır. (İ. H. BURSEVİ, 14/584)
29/24-30 ÎMAN EDEN BİR KAVİM İÇİN İBRETLER VARDIR
24. Kavminin (İbrâhîm’e) cevâbı: “Onu öldürün veya onu yakın!” demelerinden başka bir şey olmadı. (Kavmionuateşeatınca) Allah da onu ateşten koru(yupkurtar)dı. Şüphesiz bunda îman eden bir toplum için ibretler vardır. [bk. 37/97-98]
25. (İbrâhimkavmine) dedi ki: “Siz dünyâ hayâtında, aranızda sevgi (vedostluk) olsun diye Allâh’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. (Putlarınveputlaştırdıklarınızınetrafındabirleşipsevgivedostlukkurdunuz.)” (Oysa) sonra, kıyâmet gününde (küfürle) birbirinizden uzaklaşacak (putlarasaygıvetapınmadaönderlikedenlerveonlaratâbiolanlar) birbirinize lânet edeceksiniz. Artık sizin barınağınız ateştir. Sizin için yardımcılar da yoktur. [krş. 7/138; 71/23]
26. Bunun üzerine ona (İbrâhîm’e, önceyeğeni) Lût îman etti ve (İbrâhim) dedi ki: “Ben, Rabbim(inemrettiğiyer)e hicret edeceğim. Şüphesiz O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.” [bk. 21/71]
27. Biz ona (İsmâil’densonra) İshâk’ı da, (torunu) Yâkûb’u da bağışladık. Peygamberliği ve kitapları da onun nesline verdik. Dünyâda ona mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir. [bk. 19/49; 21/72]
28. Lût’a da (peygamberlikverdik), o kavmine dedi ki: “Gerçekten siz, sizden önce geçen milletlerden hiçbirinin yapmadığı bir hayâsızlığı (çirkinişi) yapıyorsunuz.”
29. “Siz yine (kadınlarıbırakıp) erkeklere gidecek, yolu kesecek ve toplântılarınızda meşrû davranmayacak (edepsizlikyolunagidecek) misiniz?” Kavminin ona cevâbı: “(Tehdîdinde) doğru söyleyenlerden isen, Allâh’ın azâbını bize getir.” demelerinden başkası olmadı.
30. (Lût🙂 “Ey Rabbim! (Seninemrineuymayıp) bozgunculuk yapan kavme karşı bana yardım et.” dedi.
24-30. (24).‘Kavminin (İbrâhîm’e) cevâbı: “Onu öldürün veya onu yakın!” demelerinden başka bir şey olmadı. (Kavmionuateşeatınca) Allah da onu ateşten koru(yupkurtar)dı. Şüphesiz bunda îman eden bir toplum için ibretler vardır.’ ‘Onuöldürünyâhut yakın’ sözleri, bütün kalabalığın Hz. İbrâhîm’in (as) öldürülmesi fikrini paylaştığını göstermektedir. Fakat onlar, öldürmenin metodu hakkında aynı fikirde değillerdi. Bâzıları öldürülmesi, bâzıları da diri diri yakılması görüşündeydiler. (MEVDÛDİ, 4/215)
Âyette, İbrâhim (as)’ın kavminin sefih ve alçaklığına delil vardır; zîrâ onlar, kendilerine delil getiren kimseye, öldürmekle veya yakmakla karşılık vermişlerdir. İşte, öteden beri delil ve belgeye mağlûp olanların âdeti böyledir. (İ. H. BURSEVİ, 14/586)
‘Allah da onu ateşten kurtardı.’ (Fakat ) Enbiyâ sûresinde Allâh’ın şöyle emrettiği belirtilmektedir: ‘Ey ateş! İbrâhîm’e serinlik ve esenlik ol.’ (Enbiyâ, 21/69) Eğer o ateşe atılmamış olsaydı, ateşe serinlik ve esenlik olması için verilen emir anlamsız olurdu. Bu, eşyânın bütün özelliklerinin Allâh’ın emrine bağlı olduğunu ve O’nun dilediği zaman dilediği herhangi bir şeyin özelliğini değiştirebileceğini ispatlar. Normal olarak her ateş yakıcıdır ve her yanıcı şey yanar. Fakat ateşin bu özelliği, kendisinde değildir. Bilâkis Allah tarafından ona verilmiştir. Ve bu özellik, hiçbir şekilde Allâh’ı bağlamaz. Ateşin sâhibi O’dur. O, her an dilediğinde ateşe yakıcılık özelliğinden vaz geçmesini emredebilir. O her an bir ateş ocağını gül bahçesine çevirebilir. (MEVDÛDİ, 4/216)
Ateşe ysnma özelliği veren yüce Allah’tır. Allah dilerse ondan yakıcılık özelliğini kaldırabilir. Allâh’ın herşeye gücü yeter. Samîmi müminlere zor zamanlarında Allah her zaman yardım eder. Onlara dâimâ bir çıkış yolu var eder. (İ. KARAGÖZ 5/520)
‘Şüphesiz bunda (..) âyetler vardır.’ Allah, dostu İbrâhîm’i (as) bile sınama ve deneylerden geçirmişti. Hz. İbrâhim (as) Allâh’ın kendisi için hazırladığı sınavlardan başarıyla geçince Allâh’ın yardımı geldi hem de öyle mûcizevi bir şekildeki, ateş onun için serinlik ve esenlik oldu. (MEVDÛDİ, 4/216)
(25).‘(İbrâhimkavmine) dedi ki: “Siz dünyâ hayatında, aranızda sevgi (vedostluk) olsun diye Allâh’ı bırakıp birtakım heykel putlar edindiniz.” (Oysa) sonra, kıyâmet gününde (küfürle) birbirinizden uzaklaşacak, birbirinize lânet edeceksiniz.’ O gün liderler, kendilerini izleyenler, tanımazlıktan gelecekler. Dostlar birbirlerini inkâr edecekler. Her grup arkadaşını kendisini saptırmakla, yoldan çıkarmakla suçlayacaktır. Her azgın kendisini azdıran arkadaşına lânet okuyacaktır. Üstelik bu küfürleşme ve lânetleşmeler hiçbir işe yaramayacak, hiç kimsenin azap görmesine engel olamayacaktır. (S. KUTUB, 8/156)
Küfür, şirk ve sapıklık üzerine binâ edilen tüm ilişkiler kesilecek ve tüm sevgiler düşmanlık ve nefrete dönüşecektir. Baba ve oğul, karı ve koca, hoca ve öğrencisi hepsi birbirini lânetleyecek ve şöyle diyecektir: ‘İşte bu günahkâr insan beni saptırdı. Ona iki katı fazla cezâ verilmeli. Bu noktaya Kur’ân’ın birçok yerinde değinilmiştir: Meselâ Zuhruf sûresinde şöyle buyurulmaktadır: ‘O gün Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar birbirine düşman olurlar.’ (43/67) A’raf sûresinde: ‘Her ümmet ateşe girdiğinde kendi yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler, öncekiler için: ‘Rabbimiz, bizi saptıranlar işte bunlardır, onlara ateş azâbını kat kat artır’ derler. (7/38) Ahzab sûresinde de: ‘Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânete uğrat’ derler’ buyurulmaktadır. 33/67-68, MEVDÛDİ, 4/216)
‘Artık sizin barınağınız ateştir. Sizin için yardımcılar da yoktur.’ Yâni, hepinizin, putların ve putlara tapanların, peşine düşen ve peşine düşülenlerin varacakları en son yer ateştir, orada ebedi kalacaklardır. Artık sizi bu ateşten kurtaracak hiçbir yardımcınız da yoktur. Rabbim ise beni, sizin attığınız ateşten kurtarmıştı. (İ. H. BURSEVİ, 14/588)
(26).‘Bunun üzerine ona (İbrâhîm’e, önceyeğeni) Lût îman etti’ Kur’ân burada ‘fe âmene lehü lût /Lût ona îman etti’ ifâdesini kullanmıştır ve bunlar Hz. Lût’un (as) daha önceden Allâh’a inanmadığı veya O’na başka ilâhları ortak koştuğu anlamına gelmez. Bunlar sâdece onun, bu olaylardan sonra Hz. İbrâhîm’in (as) peygamberliğini tasdik ettiği ve ona itaati seçtiği anlamına gelir. (MEVDÛDİ, 4/218)
‘ve (İbrâhim) dedi ki: “Ben, Rabbim(inemrettiğiyer)e hicret edeceğim. Şüphesiz O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Nesefi’nin belirttiği gibi Hz. İbrâhim Kûfe’nin Sevad bölgesi olan Kusa’dan Harran’a (bugünkü Şanlıurfa) doğru göç etmiştir. Daha sonra oradan Şam bölgesinin düzlüğü kabul edilen Filistin’e göç etmiştir. İşte bundan dolayı ilim adamları şöyle demiştir: Her bir peygamberin bir hicreti, Hz. İbrâhîm’in de iki hicreti olmuştur. Bu hicreti sırasında Hz. Lût ve Hz. Sâra da onunla birlikte idi. Hz. İbrâhim de onunla evlenmişti. Buna göre; ‘Rabbime hicret edeceğim’ ifâdesinin mânâsı; yâni Rabbimin bana emrettiği yere hicret edeceğim demektir. (S. HAVVÂ, 11/109, 110)
(27).‘Biz ona (İsmâil’densonra) İshâk’ı da, (torunu) Yâkûb’u da bağışladık.’ İshak onun oğlu, Yâkub da oğlunun oğludur. Hz. İsmâil’den söz edilmemesinin sebebi bilinen bir husus olmasından dolayıdır. ‘Peygamberliği ve kitapları da onun nesline verdik.’ Bunlardan kasıt ise Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan’dır. İbn Kesir der ki: İşte bu, oldukça büyük ve üstün bir armağandır ve bu armağan ona şânı Yüce Allâh’ın onu insanlara imam kılmasından ayrı olarak verilmiştir. Yüce Allah, onun soyundan gelecekler arasında peygamberliği ve kitabı mîras olarak bıraktı. Hz. İbrâhim’den sonra gelen bütün peygamberlerin hepsi istisnâsız olarak onun soyundan gelmişlerdir. İsrâiloğulları’nın bütün peygamberleri Hz. İbrâhîm’in oğlu, Hz. İshâk’ın oğlu Hz. Yâkub’un soyundandır ve onların son peygamberi ise Hz. Meryem’in oğlu Hz. Îsâ’dır. Hz. Îsâ; aralarında Arabi, Kureyşi, Hâşimi, mutlak olarak bütün Resullerin sonuncusu, dünyâda ve âhirette Âdem soyundan gelenlerin efendisi şânı Yüce Allâh’ın Arapların soyundan seçtiği Hz. İbrâhîm’in oğlu Hz. İsmâîl’in soyundan seçtiği peygamberi müjdeledi. İşte bu, Muhammed (sa) dır. (S. HAVVÂ, 11/110)
‘Dünyâda ona mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir.’ Hz. İbrâhîm’e dünyâda verilen lütuflardan bâzıları şunlardır: Ateşten kurtulması, sâlih ameller işlemeye muvaffak kılınması, her zaman hürmetle yad edilmesi, bütün din mensuplarının onu mânevi önder ve rehber görmeleri, peygamberliğin zürriyeti arasında devam etmesi ve duâsı kabul edilerek neslinden Hz. Muhammed (s) gibi bir peygamberin gelmesi. (İbn Atıyye’den, Ö. ÇELİK, 3/732)
(28).‘Lût’a da (peygamberlikverdik), o kavmine dedi ki: “Gerçekten siz, sizden önce geçen milletlerden hiçbirinin yapmadığı bir hayâsızlığı (çirkinişi) yapıyorsunuz.” Daha sonra, İbrâhim kıssasının ardından Lût peygamberin kıssası yer alıyor. Kıssa, Hz. Lût’un, Hz. İbrâhim’le birlikte Rabbine hicret edip Ürdün vâdisinde konaklamalarından sonra Hz. Lût’un yalnız başına ölü denizin ya da kendisinden sonraki adıyla Lût Gölü’nün kıyısına yerleşmiş kabilelerden birinin arasına katılıp yaşamını sürdürmesinden sonraki gelişmeleri içeriyor. Hz. Lût’un aralarına katıldığı kabîle Sodom kentinde yaşıyordu. Hz. Lût da uzun süre aralarında kalmaktan dolayı onlardan biri olmuştu. (S. KUTUB, 8/157)
Daha sonra bu toplumda tuhaf anormallikler baş gösterdi. Kur’ân-ı Kerîm böyle bir olayın insanlık târihinde ilk kez meydana geldiğini belirtmektedir. Bu anormallik, Yüce Allâh’ın erkekler için yarattığı kadınlar yerine erkeklere karşı duyulan sapık cinsel eğilimdi. Oysa Yüce Allah, her iki cinsi, aralarında bütün canlı türlerinde geçerli olan normal fıtri eğilime uygun olacak nesil yoluyla hayâtın devâmını garantileyen üretici doğal birleşmeler gerçekleştirsinler diye yaratmıştır. Çünkü Yüce Allah, bütün canlıları dişi ve erkek olmak üzere çift çift yaratmıştır. Dolayısıyla Lût kavminden önce böyle bir anormallik, aynı cinse karşı duyulan böyle bir sapık eşcinsel eğilim görülmüş değildi. (S. KUTUB, 8/157)
(29).“Siz yine (kadınlarıbırakıp) erkeklere gidecek, yolu kesecek ve toplantılarınızda meşrû davranmayacak (edepsizlikyolunagidecek) misiniz?” Kavminin ona cevâbı: “(Tehdidinde) doğru söyleyenlerden isen, Allâh’ın azâbını bize getir.” demelerinden başkası olmadı.’ Öte yandan bu iğrenç eylemi kendi aralarında düzenledikleri toplantılarda gerçekleştiriyorlardı. Açıktan açığa, hep berâber, birbirlerinden utanmadan toplu hâlde işliyorlardı. Bu ise kötülük bakımından daha ileri bir derecedir. Fıtratın büsbütün bozulmasıdır, dejenere olmasıdır. Artık düzelmesi mümkün olmayacak şekilde insanın rezâletle, iğrençlikle övünç duymasıdır. (S. KUTUB, 8/158, 159)
‘..yol kesecek ve meclislerimizde edepsizlikler yapacak mısınız?’ Abdullah b. Abbas’a göre ‘..yol kesecek..’ sözü, lût kavminin homoseksüellik denilen o iğrenç fiili gerçekleştirmek maksadıyla yolcuların yollarını kesmeleri anlamına gelmektedir. (Mâverdi, İbnü ‘l Cevzi, Şevkâni’den M. DEMİRCİ, 2/510)
Hadis: İmam Ahmed ve hasen olduğunu belirterek Tirmizi, sahih olduğunu belirterek Hâkim, Taberâni ve Beyhaki ile başkaları Hz. Ali’nin kız kardeşi, Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler.: Ben Rasûlullah (s)‘e Yüce Allâh’ın: ‘ve toplantılarınızda fenâ şeyler yapıyorsunuz ha!’ buyruğu hakkında sordum da şöyle buyurdu: ‘Onlar yolda oturur, yolda geçip gidenlere taş atar, onlarla alay ederlerdi.
Mücâhid, el Kâsım b. Muhmmed, Katâde ve İbn Zeyd’den gelen rivâyete göre bu fenâlık, birbirlerinin gözü önünde toplântı yerlerinde erkeklerin erkeklere yaklaşmsı şeklinde ortaya çıkıyordu. Yine Mücâhid’den gelen rivâyete göre bu fenâlık, güvercinlerle oynamak, parmak uçlarını kınalamak, ıslık çalmak, taş atmak ve bütün işlerinde hayâsızlık etmek şeklinde idi. İbn Abbas’dan gelen rivâyete göre ise, meclislerinde yüksek sesle yellenir ve birbirlerini tokatlarlardı. (S. HAVVÂ, 11/116)
(30).‘(Lût🙂 “Ey Rabbim! (Seninemrineuymayıp) bozgunculuk yapan kavme karşı bana yardım et.” dedi.’ Lût (as)’ın duâsı üzerine Allah, genç delikanlılar sûretinde melekler göndermiş, sapıklar onları da tâcize kalkışınca, sonunda helâk olmuşlardı. (bk. A’raf 7/80-84; Hûd 11/70, 74, 77-83; Hicr 15/59-77; Şuarâ 26/160-175; Neml 27/54-66, H. DÖNDÜREN, 2/628)
29/31-35 YOLDAN ÇIKMALARINA KARŞILIK FECİ BİR AZAP
31. Elçilerimiz (melekler), İbrâhîm’e (oğluolacağınadâir) müjdeyi getirince dediler ki: “Biz şu memleketin (Sodom’un) hâlkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın hâlkı zâlim kimselerdir.”
32. (İbrâhim) dedi ki: “Ama içlerinde Lût vardır.” (Onlar🙂 “Biz orada kim olduğunu daha iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette (Rabbimizinemriyle) kurtaracağız. Yalnız karısı geride (azapta) kalanlardan olacaktır.” dediler.
33. (Melek) Elçilerimiz Lût’a gelince, (Lût) onlar hakkında (tecâvüzeuğrayacaklarıkorkusundandolayı) üzüldü ve onlar yüzünden (içi) pek daraldı. Dediler ki: “(Bizdenyana) korkma ve üzülme. Doğrusu biz, geride (azapta) kalacaklardan olan karın hâriç, (Rabbimizinemriyle) seni ve âileni kurtaracağız.”
34. “Şüphesiz bu şehir (hâlkının) üzerine, yoldan çıkmış olmaları yüzünden, gökten bir azap indireceğiz.”
35. Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir toplum için ondan (ohelâkettiğimizülkedenibretalınacak) apaçık bir işâret bırakmışızdır. [bk. 37/137-138]
31-35. (31).‘Elçilerimiz (melekler), İbrâhîm’e (oğluolacağınadâir) müjdeyi getirince dediler ki: “Biz şu memleketin (Sodom’un) hâlkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın hâlkı zâlim kimselerdir.” ‘Şu memleket’ ; Hz. Lût’un (as) kavminin yaşadığı beldedir. O dönemde Hz. İbrâhim (as) Filistin’in şimdiki ‘el Hâlîl’ denilen ‘Hebron’ şehrinde ikâmet ediyordu. Bu şehrin birkaç mil güney doğusunda, ‘Ölü Deniz’in şimdi deniz suları altında kalan ve bir zamanlar Hz. Lût‘un (as) kavminin yaşadığı bölümü yer almaktadır. Bu bölge, alçak bir bölgeydi ve yüksek bir şehir olan Hebron‘dan görülebiliyordu. İşte bu nedenle melekler oraya işâret ederek: ‘Biz şu memleket hâlkını helâk edeceğiz’ demişlerdi. (MEVDÛDİ, 4/219)
(32).‘(İbrâhim) dedi ki: “Ama içlerinde Lût vardır.” (Onlar🙂 “Biz orada kim olduğunu daha iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette (Rabbimizinemriyle) kurtaracağız. Yalnız karısı geride (azapta) kalanlardan olacaktır.” dediler.’ Bu kıssanın Hûd sûresinde anlatılan ilk bölümüne göre, Hz. İbrâhim (as) ilk önce melekleri insan şeklinde görünce korkmuştu, çünkü meleklerin insan şeklinde gelmesi hep çok tehlikeli bir görevin habercisi olurdu. Melekler ona müjde getirince korkusu geçti ve onların Hz. Lût‘un (as) hâlkına gönderilmiş olduğunu anladı. Sonra da Hz. Lût‘un (as) hâlkı için merhamet istemeye başladı (Hûd, 11/74-75) Fakat bu ricâsı kabul edilmedi ve ona şöyle dendi: ‘Ey İbrâhim bundan vaz geç, zîrâ Rabbinin emri gelmiştir. Onlara mutlaka geri çevrilmez azap gelecektir.’ (Hûd, 11/76) (MEVDÛDİ, 4/220, 221)
Fakat kadın, bütün ömrünü berâber geçirdiği hâlde ona inanmamış ve gönlü hep kendi kavmi ile berâber olmuştu. Akrabâlık ve kardeşlik gibi şeylerin Allah katında bir önemi olmadığı ve herkes kendi îman ve ahlâkına göre değerlendirildiği için, bir peygamberin karısı olmak bile ona hiçbir (ayrıcalık) kazandırmamış ve o da îman ve ahlâk yönünden bağlı kaldığı hâlkı ile birlikte helâk olmuştur. (MEVDÛDİ, 4/221)
(33).‘Elçilerimiz Lût’a gelince, (Lût) onlar hakkında endişeye kapıldı ve onlar yüzünden (içi) pek daraldı.’ Melekler insan sûretinde geldikleri için, başlangıçta Lût (as) onların melek olduğunu anlamamış ve sapıkların onlara sarkıntılık etmesinden korkmuştu. Bunun üzerine melekler durumu açıklamıştır. (H. DÖNDÜREN, 2/628)
Bundan sonra neler olduğu bu sûrede anlatılmamıştır. Fakat Hûd, Hicr ve Kamer sûrelerinde anlatıldığına göre şehrin insanları Hz. Lût’un (as) kapısına dayanmışlar ve konukların kötü amaçları için kendilerine teslim edilmesi konusunda diretmişlerdir. (MEVDÛDİ, 4/221)
‘Dediler ki: “(Bizdenyana) korkma ve üzülme. Doğrusu biz, geride (azapta) kalacaklardan olan karın hâriç, (Rabbimizinemriyle) seni ve âileni kurtaracağız.” İşte bunu söylediklerinde melekler Hz. Lût‘a kimliklerini açıkladılar ve insan olmadıklarını, bilâkis bu hâlka azap getiren melekler olduklarını söylediler. Hûd sûresindeki ifâdeye göre, hâlk Hz. Lût’un (as) kapısına yığıldığında ve Hz. Lût (as) misâfirlerini onlardan kurtaramayacağını hissettiğinde şöyle dedi: ‘Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yâhut da güçlü bir yardımcı olsaydı.’ (Hûd, 11/80, MEVDÛDİ, 4/221)
(34).“Şüphesiz ki bu şehir (hâlkının) üzerine, yoldan çıkmış olmaları yüzünden, gökten bir azap indireceğiz.” Bu yıkılma sahnesi, yağmurlar ve çamura bulaşmış taşlarla gerçekleşmişti. Öyle anlaşılıyor ki, bu kenti altüst edip yutan felâket, volkanik bir patlamaydı. Bu patlamayla birlikte fışkıran lâvlar üzerlerine yağmıştı. Bu yıkılışın izleri hâlâ gözler önündedir. Yüzyıllardan beri aklını kullanıp düşünecek kimselere Allâh’ın gücünün belgelerinden söz etmektedir. (S. KUTUB, 8/160, 161)
(35).‘Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir toplum için ondan (ohelâkettiğimizülkedenibretalınacak) apaçık bir işâret bırakmışızdır.’ Lût kavminden geriye kalan açık nişâneler, Ölü deniz kıyısında bulunan Sodom ve Gomore harâbeleridir. Buradan geçerek Mısır ve Filistin’e gidip gelen Hicaz kâfileleri bu harâbeleri görürlerdi. (bk. Sâffât 37/137-138, Ö. ÇELİK, 3/734)
‘Apaçık bir işâret’: Lût gölü denilen Ölü denizdir. Kur’ân’ın birçok yerinde Mekkeli müşriklere şöyle hitap edilmektedir: ‘Sapıklıkları yüzünden helâk edilen günahkâr kavimlerin işâretleri, gece gündüz Sûriye’ye giderken görebileceğiniz şekilde yolunuz üstünde durmaktadır.’ (Hicr 15/76, Sâffât 37/137) Bugün hemen hemen kesin bir şekilde, Ölü denizin güney ucunun Hz. Lût’un (as) kavminin başkenti olan Sodom’un yer aldığı bölgenin şiddetli bir zelzele ile yerin dibine batması sonucu oluştuğu kabul edilmektedir. (MEVDÛDİ, 4/221)
29/36-44 ALLAH’TAN BAŞKA DOST EDİNENLERİN DURUMU
36. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik): “Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin. Âhiret günü(nünmükâfâtı)na umut bağlayın. Yeryüzünde (Allâh’ınhükümlerinekarşı) bozgunculuk yaparak kargaşa çıkarmayın.” dedi.
37. Ama onu yalanladılar (Allâh’tangelenemirlereitibaretmediler). Derken kendilerini şiddetli bir sarsıntı yakaladı da yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.
38. Âd ve Semûd’u da (yokettik). Bu, onların (harapolmuş) evlerinden siz (Mekkeliler’)e belli olmaktadır. Şeytan kendilerine (kötü) işlerini süslü gösterip onları doğru yoldan çevirdi. Hâlbuki onlar ileriyi görebilirlerdi.
39. Kârûn’u, Firavun’u ve (veziri) Hâmân’ı da (yokettik). Andolsun ki Mûsâ’nın onlara açık deliller getirmesine rağmen onlar (îmanetmeyip) yeryüzünde büyüklük tasladılar. Hâlbuki (azâbımızdan) geçip savuşacak değillerdi.
40. İşte her birini günahı sebebiyle yakaladık. Onların bir kısmının üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir çığlık aldı (batırıpyoketti,) kimini yere batırdık, kimini de (suda) boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. [bk. 25/38]
41. Allah’tan başka (sığınacak, bağlanacak) dostlar edinenlerin durumu, tıpkı kendisine (ağdan) bir ev edinen örümceğe benzer. Hâlbuki evlerin en zayıfı, elbet örümcek ağıdır, keşke bilselerdi!
42. Şüphesiz Allah, müşriklerin kendisinden başka neye yalvarıp taptıklarını bilir. O mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
43. İşte biz, bu örnekleri insanlar için (ibretalsınlardiye) getiriyoruz. Ancak onları, âlimlerden başkası anlamaz.
44. Allah gökleri ve yeri, hakkınca (tamyerliyerince) yarattı. Hiç şüphesiz bunda inananlar için (Allâh’ınvarlığınavekudretine) elbette bir işâret vardır. [bk. 53/31]
36-44. (36).‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik): “Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin. Âhiret günü(nünmükâfatı)na umut bağlayın. Yeryüzünde (Allâh’ınhükümlerinekarşı) bozgunculuk yaparak kargaşa çıkarmayın.” dedi.’ Gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin sunduğu inanç sisteminin temel ilkesi tek ve ortaksız Allâh’a kulluktur. Âhiret gününü akıldan çıkarmamak ise, insanların eksik tartmak ve ölçmek, haram kazanç elde etmek, ticâret amacı ile yolda gelip geçenlerin mallarına el koymak, insanlara eşyâ satarken onları aldatmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmak ve Allâh’ın kullarının haklarını çiğnemek gibi dünyâ hayâtından bekledikleri duyguların değişmesi için bir garantidir. (S. KUTUB, 8/161)
(37).‘Ama onu yalanladılar. Derken kendilerini şiddetli bir sarsıntı yakaladı da yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.’ (Çünkü) Onun kavmi ölçü ve tartıları eksik yapıyor, insanların yollarını kesiyordu. Allah ve Rasûlünü inkâr edip kâfir olmakla berâber, onlar bu işleri de yapıyorlardı. Aziz ve Celil olan Allah da büyük bir sarsıntı ile onları helâk etti. Bu sarsıntı ülkelerini oldukça şiddetli bir şekilde sarstı. Ayrıca yüreklerini ağızlarına getirecek şiddetli bir sayha da gelmişti. Diğer taraftan ruhlarını yerlerinden çıkartan gölge günü azâbı ile helâk etti ki, o büyük bir günün azâbı idi. (S. HAVVÂ, 11/117)
(38).‘Âd ve Semûd’u da (yokettik). Bu, onların (harapolmuş) evlerinden siz (Mekkeliler’)e belli olmaktadır. Şeytan kendilerine (kötü) işlerini süslü gösterip onları doğru yoldan çevirdi. Hâlbuki onlar ileriyi görebilirlerdi.’ Âyet-i kerîmede toplumların, Allâh (cc.) ile ilgilerini kesip yaratılış gayelerinin dışına çıkarak, O’na isyan hâlinde yaşadıkları takdirde, bir gün onlara ilâhî bir âfetin gelmesinin kaçınılmaz olduğu vurgulanmaktadır.) [bk. 8/53; 13/11] (H. T. FEYİZLİ, 1/399)
Arapların hemen hepsi bu iki kavmin yaşadıkları topraklarıbilirdi. Bugün Ahkaf, Yemen ve Hadramût olarak bilinen güney Arabistan’ın tümü eskiden Âd kavminin topraklarıydı ve bütün Araplar bunu bilirdi. Hicazın kuzeyinde Rabiğ’den Akabe’ye, Medîne ve Hayber’den, Teyma ve Tebük’e kadar uzanan topraklarda bugün bile Semud kavminden geri kalan harâbelere rastlanmaktadır. (MEVDÛDİ, 4/223)
(39).‘Kârûn’u, Firavun’u ve (veziri) Hâmân’ı da (yokettik’ Kârun, Hz. Mûsâ’nınkavmi İsrâiloğulları’na mensup biriydi. Sâhip bulunduğu servetle ve bilgiyle onlara karşı büyüklük taslamış, azgınlaşmıştı. Kendisine iyilikte bulunmasını, dengeli hareket etmesini, alçak gönüllü olmasını, azgınlaşıp bozgunculuk yapmamasını öğütleyenlerin öğütlerini dinlememişti. Firavun ise, acımasız bir zorbaydı. Kötülüklerin en iğrencini, suçların en çirkinini işliyordu. İnsanları aşağılıyor, onları sınıflara bölüyordu. İsrâiloğulları‘nın erkeklerini zorbalıkla, zulümle öldürüyor, kadınlarını erkeksiz bırakmak sûretiyle korkunç bir soykırım uyguluyordu. Hâmân ise, onun izleyeceği stratejileri belirleyen, bilgi ve becerisiyle zulüm ve diktatörlükte ona yardımcı olan vezîri idi. (S. KUTUB, 8/162, 163)
‘Andolsun ki Mûsâ’nın onlara açık deliller getirmesine rağmen onlar (îmanetmeyip) yeryüzünde büyüklük tasladılar. Hâlbuki (azâbımızdan) geçip savuşacak değillerdi.’ Yâni ‘Onlar Allâh’ın yakalamasından kaçıp kurtulabilecek değillerdi; Allâh’ın plân ve düzenlerini bozmaya güçleri de yetmezdi.’ (MEVDÛDİ, 4/224)
Ayrıca bunda, Kureyş kâfirlerine de bir uyarı ve hatırlatma vardır ki, neseplerinin üstünlüğü onları Allâh’ın azâbından kurtarmaz. (İ. H. BURSEVİ, 14/607)
Cenâb-ı Hak, putperest müşrikleri uyarırken ve müminlere gelecek günlerin mutlaka aydınlık olacağını dolaylı şekilde haber verirken, Mûsâ (as) kıssasına çok kısa bir anlatımla değinmekte ve üç ayrı tip insanı tarihi misâl olarak vermektedir: (1) Altın ve mücevherâtı, lüks ve konforu tek amaç seçip, aklını, zekâsını ve diğer yeteneklerini sâdece bunun için kullanan Kârun. (2) Dede ve babalarından mîras kalan hükümdarlık ve saltanatı hem zulüm aracı olarak kullanan hem de bu gücü sâyesinde kendini ilâhlaştıran Firavun. (3) Zâlimden yana olup onun her görüş ve emrini doğru kabul edip uygulayan ve o yüzden bütün kutsal değerlerden kopan, benliğini kaybedip Firavuna kul olan Hâmân.
Târihte ilâhi hışma uğrayıp yıkılan ve yok edilen milletlerin hayâtı incelendiğinde bu üç tip insanın her zaman ülkenin batmasında nazım rol oynadıkları görülür. Mekke müşriklerini Rasûlullah (s) Efendimiz’in aleyhine kışkırtan ve hakkı bütünüyle red ve inkâr eden ve ettirenlerin de bu üç tip insan olduğu kesindir. Günümüzde de İslâm ülkelerini felâkete sürükleyenler bunlardır. (Celâl YILDIRIM’dan YASDIMAN, 7/445)
(40).‘İşte her birini günahı sebebiyle yakaladık. Onların bir kısmının üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir çığlık aldı (batırıpyoketti,) kimini yere batırdık, kimini de (suda) boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.’ Âd kavmi, önünde taşları savurarak etrâfı kırıp döken, çarptığı insanı öldüren korkunç bir kasırgaya tutuldu. Semud kavmi ise, insanın ödünü koparıp cansız bırakan bir gök gürültüsü ile yok edildi. Kârun ve sarayı ise yerin dibine geçirildi. Firavun ve Hâmân da denizde boğuldular. Her biri zulmederken suçüstü yakalanıp cezâlandırıldı. (S. KUTUB, 8/163)
Helâk edilen bu kavimler, fâsık (7/101), bozguncu (11/116), inatçı, zorba (14/15), azgın (51/53), müşrik (40/84), kâfir (40/6, 85), suçlu (10/13) ve günahkâr (40/21) idi. Refah içinde şımarmışlar (28/58), kötülüklere dalmışlar (30/10) ve îman etmemekte ısrar etmişlerdi. (7/101; İ. KARAGÖZ 5/530).
(41).‘Allah’tan başka (sığınacak, bağlanacak) dostlar edinenlerin durumu,’ Yâni Allah’tan başkalarını, ihtiyaçlarına karşı yardım eder, menfaatleri dokunur, işlerini görür, tehlikeden kurtarır diye velî, sâhip, koruyucu edinerek mâbud sayanların örnek olacak hâlleri. (ELMALILI, 6/221) ‘tıpkı kendisine (ağdan) bir ev edinen örümceğe benzer. Hâlbuki evlerin en zayıfı, elbet örümcek ağıdır, keşke bilselerdi!’ Putları velîler edinen, onlara tapan, onlardan fayda ve şefaat uman ve onlara itimad eden ve güvenen kimsenin hâli, bir ev edinen örümceğin hâline benzetilmiştir. Nitekim örümceğin evi, kendisinden ne bir zararı veya faydayı, ne bir hayrı veya şerri ve ne de yağmuru veya ezâyı def eder, savar. En hafif rüzgârla bile bozulur. İşte putlar da böyledir; tapanlara ne bir fayda, ne bir zarar ve ne de bir hayır veya şer verir. (İ. H. BURSEVİ, 14/611)
İşte o örümcek kafalı müşriklerin de dayanakları, tutamakları böyle çürüktür. Bütün tutundukları fânidir, yok olucudur. ‘Eğer bilselerdi.’ Râzi der ki: Burada ‘âlihe’ yâni ilâhlar denilmeyip, ‘evliyâ’ yâni ‘velîler’ denilmesi, yalnız açık şirki değil, gizli şirki dahi yok edip kaldırmaya işâret içindir. Çünkü başkasına gösteriş ederek riyâ ile Allâh’a ibâdet edenler de Allah’tan başkasını velî edinmiş olur. Onun örneği de örümcek örneğine benzer. (ELMALILI, 6/221)
Tek güç, Allâh’ın gücüdür. Biricik dostluk, Allâh’ın dostluğudur. O’nun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sâhip olsun kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler. (S. KUTUB, 8/165)
Birçok baskı ve işkenceden geçen, aldatma ve baştan çıkarmalarla karşı karşıya kalan dâvâ adamları; çeşitli güçlerle yeryüzüne geldiklerinde bu büyük gerçeğin üzerinde durmalı ve onu hiçbir zaman akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu güçlerin bir kısmı onları dövmek, ezmek isteyecektir. Kimi aldatmaya, satın almaya çalışacaktır. Ama bu güçlerin tümü de Allâh’a göre örümcek ağı konumundadır. İnanç sistemi açısından da öyle(dir). Fakat dâvâ adamının benimsediği inanç sisteminin doğru olması, varlık âlemindeki güçlerin gerçek mâhiyetini bilmesi, sağlıklı ölçüp değerlendirmesi şarttır. (S. KUTUB, 8/165)
(42)’nci âyetin anlamı şöyledir: Kâfirlere bir tehdit olarak de ki: ‘Allah, onların kendisini bırakıp da’ put, yıldız, melek, cin vs. gibi ‘hangi şeye yalvardıklarını şüphesiz bilir.’ Bu, O’na gizli değildir. Küfürlerinden dolayı onları cezâlandıracaktır. (İ. H. BURSEVİ, 14/613)
(43).‘İşte biz, bu örnekleri insanlar için (ibretalsınlardiye) getiriyoruz. Ancak onları, âlimlerden başkası anlamaz.’ Kureyş’in beyinsizleri, câhilleri ‘Muhammed (s)’in Rabbi sinekle, örümcekle örnekler veriyor’ derler, gülerlerdi. (Medârik) (Meâlen ‘Biz onları insanlar için…’ buyuruluyor. Çünkü hayvandan farkı olmayan o câhillerin hakıykatte insanlıkla hiçbir alâkaları yoktu. Nitekim bundan sonraki cümle-i celilede de buna işâret buyurulmuştur. (H. B. ÇANTAY, 2/711)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Amr b. Âs (r) dedi ki: Ben Rasûlullah (s)’den bin tâne örneği akledip kavradım. İşte bu Amr b. el Âs (r) için büyük bir menkıbedir. Çünkü Yüce Allah: ‘İşte misâller! Biz onları insanlara anlatıyoruz, ancak bilenler akleder’ diye buyurmaktadır. (..) Burada şunu hatırlatalım ki, Amr b. el-Âs’ın (r) belirttiği bizim için oldukça anlamlı bir derstir. Çünkü Rasûlullah (s)’ın mânâları zihinlere daha iyi yerleştirmek ve anlaşılır kılmak, onların kalplerde daha iyi yer edinmesini sağlamak maksadıyla çok büyük ölçüde misâller verdiğinin delilidir. Bu da Allâh’ın yoluna dâvet edenlerin bilmesi gereken bir derstir. (S. HAVVÂ, 11/124)
(44).‘Allah gökleri ve yeri, hakkınca (tamyerliyerince) yarattı.’ Boşuna değil, geişigüzel de değil, bir hak sebebi ve hikmeti iledir. Göğü de öyle, yeri de, yukarısı da, aşağısı da, âlimi de, câhili de hepsinin hakkı da, yaratıcının hakkı önünde baş eğmek, boyun bükmektir. (ELMALILI, 6/222)
‘Hiç şüphesiz bunda inananlar için (Allâh’ınvarlığınavekudretine) elbette bir işâret vardır.’ İlmin kıymetini, hakkın önemini, Hak’tan gayrısının / başkasının hiçliğini ve bundan dolayı Allâh’ın başkasından dost edinmenin çürüklüğünü ve bunun sonucunda müminlerin başarılı olacaklarını ispat eden bir âyet. (ELMALILI, 6/222)
‘.. hak ile’ Bir amaca yönelik demektir. Yüce Allâh’ın yarattığı her varlığın bir görevi ve bir yaratılış gâyesi vardır. Yüce Allah, hiçbir varlığı amaçsız, gâyesiz ve boş yere yaratmamıştır. Şu âyetler, bu husûsu açıkça ifâde etmektesir: ‘Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.’ (39/27, bk. 67/2, 23/115, 75/36; İ. KARAGÖZ 5/532, 533)
29/45-51 ZİKİR İBÂDETLERİN EN BÜYÜĞÜDÜR
45. (Rasûlüm!) Kur’an’dan sana vahyedileni oku (anla, hükümlerine uy, uygula, anlat) ve namazı da dosdoğru / gereğine uygun olarak kıl. Çünkü namaz hayâsızlıktan/utanmazlıktan ve kötü sayılan şey(ler)den alıkoyar. Allâh’ın zikri (namaz) elbette ibâdetlerin en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.
46. (Ey müminler!) İçlerinden zulmedenler hâriç, Ehl-i Kitap ile ancak en güzel olan (usul)le mücâdele edin ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir (veaynıdır) ve biz ancak O’na teslim olanlarız.” [bk. 3/64]
47. (Rasûlüm!) İşte böylece sana, Kur’ân’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz(denbirkısmı) ona inanırlar. Şu (Araplar’danvediğerleri)nden de ona inanacak (nice) kimseler vardır. Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.
48. (Rasûlüm!) Sen bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun, onu elinle de yazmıyordun. Şâyet böyle olmasaydı (ozaman, buKur’ân’ıbaşkayerdenokudunveyayazdındiye) bâtıla uyanlar, elbet şüphelenir(ler)di. [bk. 7/157-158]
49. Hayır! O (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi de zâlimlerden başkası inkâr etmez.
50. (Müşrikler şöyle dediler) “Ona, Rabbinden birtakım mûcizeler indirilmeli değil miydi?” dediler. (Onlara🙂 “Âyetler (mûcizeler) ancak Allâh’ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” de.
51. (Rasûlüm!) Kendilerine okunan (bu) Kur’ân’ı, sana bizim indirmemiz onlara yetmiyor mu? Hiç şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (büyük) bir rahmet ve bir öğüt / bir hatırlatma vardır.
45-51. (45).‘(Rasûlüm!) Kitap’dan sana vahyedileni oku ve namazı da dosdoğru / gereğine uygun olarak kıl. Çünkü namaz hayâsızlıktan / utanmazlıktan ve kötü sayılan şey(ler)den alıkoyar.’ Yâni namaz, iki şeyi kapsamına alır: Hayâsızlıkları ve kötülükleri (münkerleri) terk etmeyi içerir. Yâni namaza devam etmek, insanı bunları terk etmek zorunda bırakır. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/129)
‘ütlü / uy, tâbi ol’ Kur’ân’ı okumak, öğrenmek ve anlamaktan maksat, hükümlerini uygulamak, emir ve yasaklarına uymak, öğüt almaktır. ‘Andolsun öğüt alsınlar diye biz bu Kur’an’da insanlar için her misalden (örnekler) verdik.’ (39/27). ‘Andolsun biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?’ (54/17). Anlamındaki âyetler bunun delilidir. (İ. KARAGÖZ 5/534)
Yüce Allah Kur’an’da namazı üşenerek kılmayı (4/142) ve terk etmeyi (9/54) münafık ve kâfirlerin niteliği olarak zikretmiştir. (74/44). (..) Beş vakit namazını kılanlar, Allâh’a kulluk etmiş ve O’nun rızâsını kazanmış, kılmayanlar Allah ve Peygambere isyan etmiş, büyük günah işlemiş olurlar. Namazın farz oluşunu inkâr etmek veya namazı hafife almak veya küçümsemek, insanı dinden çıkarır. (İ. KARAGÖZ 5/535)
‘.. her türlü haram ve kötülük’ diye çevirdiğimiz ‘münker’ kelimesi, yalan, iftira, dedikodu gibi söylenmesi haram olan ve içki içmek, kumar oynamak, hırsızlık etmek, cana kıymak ve zulmetmek gibi yapılması dînen haram olan, dînin ve aklın hoş görmediği bütün söz, eylem ve davranışlardır. (..) ‘Fahşâ’ ve ‘münker’ olarak nitelenen söz, eylem ve davranışlar haram olduğu gibi (6/151), bunları teşvik etmek, toplumda fuhuşun işlenmesini ve yayılmasını istemek haramdır. (9/67). Âyette namazın bütün bu davranışlardan insanı alıkoyduğu bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/536)
Günde beş vakit namazını kılan mânevi kirlerden temizlendiği gibi, dış çevre ile devamlı temas hâlinde olan organlar günde beş defa yıkandığı için, kirlerden ve bulaşıcı mikroplardan temizlenmiş olur. Vücûdu, elbise ve namaz kılınacak yeri temizlemek namazın şartı olduğu için namaz kişiyi temiz olmaya mecbur eder. Her namazı vaktinde kılacağı için, hayâtını düzen ve tertibe koyar. (İ. KARAGÖZ 5/537)
Hadis: Peygamber (s)’e Yüce Allâh’ın ‘Çünkü namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.’ buyruğu hakkında soru soruldu, o da şöyle buyurdu: ‘Her kulun kıldığı namaz, kendisini hayâsızlık ve kötülükten alıkoymazsa onun namazı yoktur.’ (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/149)
Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Her kimin kıldığı namaz, kendisini kötülük ve hayâsızlıktan alıkoymazsa, o namaz ile o kişinin sâdece Allah’tan uzaklığı artar.’ (İbn Abbas’tan, İbn Kesir, S. HAVVÂ, 11/149)
‘Allâh’ın zikri (namaz) elbette ibâdetlerin en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.’ (Zîrâ) Tâhâ sûresinde ‘Beni anmak için namaz kıl’ (Tâhâ 20/14) buyurulduğu üzere namazın hikmeti, gâyesi Allâh’ın zikridir. Yâni Allâh’ı anmak ve bu sâyede ‘Öyle ise beni (taatveibâdetle) anın ki, ben de sizi anayım.’ (Bakara 2/152) âyetince Allah Teâlâ’nın anmasına örnektir. Bu sûretle namaz bir miracdır. Bunu bilenler, ‘Her hâlde Rablerine kavuşmayı uman kimseler’ (Bakara 2/46) âyetine göre kendilerini her an Rablerinin huzûrunda mülâkat (kavuşma) hâlinde buluyorlar gibi zevk içinde bir niyet ve ihlâsla kılarlar. (ELMALILI, 6/223)
Hadis-i Kudsi: ‘Allah Teâlâ buyurur: Ben kulumun beni zannı üzereyim, beni zikrettiği zaman onunla berâberim. Beni nefsinde zikrederse, ben de onu nefsimde zikrederim. Beni bir toplulukta zikrederse: ben de onu, beni zikrettiği topluluktan daha büyük bir toplulukta zikrederim.’ (Buhâri, Müslim, Tirmizi, İbn Mâce’den, İ. H. BURSEVİ, 14/623)
Bu âyet-i Kerîme, bulunduğu yerde cihad eden müminin azığının Kur’ân okumak, namaz kılmak ve zikir olduğunu ifâde etmektedir. Yine müminin hayattaki azığının Kur’ân okumak, namaz ve zikir olduğunu ortaya koymaktadır. Bu üç husus, müminin sıkıntı ve mihnetlerindeki azığıdır, aynı zamanda. İşte bundan dolayı eğitimcilerin Müslümanı ta baştan beri Kur’ân okumaya, namaz kılmaya ve zikre alıştırmaları görevidir. Kur’ân okumadan bir günleri geçmemelidir. Hem farz ve nâfileleriyle namazdan payını almaksızın bir gün dahi geçmemelidir. Müslümanın istiğfar, Hz. Peygambere salât-ü selâm ve buna benzer Hz. Peygamberden rivâyet edilmiş virdleri / zikirleri / ödevleri okumadıkça bir günleri dahi geçmemelidir. (S. HAVVÂ, 11/151, 152)
(46).‘İçlerinden zulmedenler hâriç, Ehl-i Kitap ile ancak en güzel olan (usul)le mücâdele edin’ Yâni sevap elde etmek için en güzel yol hangisi ise, onlarla böylece mücâdele edin. Bu yol ise, kabalık ve sertliğe karşı yumuşaklık, gazaba karşı hiddetini yenmektir. (S. HAVVÂ, 11/131)
(Bu metod şöyledir): Karşıdaki insanın hatâsını veya sapıklığını tartışmanın temeli yapmayın, bilâkis, karşınızdaki ile aranızda var olan ortak doğruları mücâdeleye başlangıç noktası yapın. Yâni tartışma, ihtilâflı noktalardan değil, ortak ve üzerinde anlaşmaya varılmış noktalardan başlanmalıdır. (MEVDÛDİ, 4/231)
‘İçlerinden zulmedenler müstesnâ’ Düşmanlık ve inatta ileri giderek öğüdü kabul etmeyip, kendilerine karşı yumuşak davranmanın fayda vermediği kimselere karşı ise kabalık ve sertlik kullanınız. Âyet-i Kerîmede din husûsunda kâfirlerle tartışmanın câiz olduğuna ve aynı şekilde delil getirebilmemize imkân sağlayacak bilgiyi öğrenmemize de delâlet vardır. (S. HAVVÂ, 11/131, 132)
‘..ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir (veaynıdır) ve biz ancak O’na teslim olanlarız.” Bu buyrukta bizlere en güzel yolla tartışmamız esnâsında söylememiz gereken sözler de öğretilmektedir. Biz onlara Yüce Allâh’ın indirmiş olduğu vahye îman ettiğimizi, bu arada Tevrat, İncil ve Zebûr’a da îman ettiğimizi ilân edeceğiz. Aynı şekilde bizim de, onların da Rabbi olan Allâh’a îman ettiğimizi, bununla birlikte sâdece Allâh’a teslim olduğumuzu ilân etmemizi istemektedir. (S. HAVVÂ, 11/132)
Âyet–iKerîmedenanlaşılan kabalık gösterme izni, Kitap ehlinden olan bu zâlimlere karşı zulümlerine karşı savaşmak noktasına ulaşmamaktadır. Çünkü sûrenin Mekke’de inmiş olması, bu âyetin de Mekki olmasını ortaya koymaktadır ve meşhur olan görüşe Mekke’de savaş meşrû kılınmamıştır. (S. HAVVÂ, 11/134)
Prensip olarak Müslüman, kimseye zulmetmez ve kötülük etmez. Kendisine bir kötülük yapılırsa, karşılık vermez ve affedici olur. Affetmez de karşılık vermek isterse ancak misli ile karşılık verebilir. Yapılan kötülüğe misliyle karşılık vermek, İslâm’ın temel ilkesi ve adâletin gereğidir. Saldırı karşısında nefsi müdâfaa meşrudur. Ancak işlenen suçun cezasının suça denk olması gerekir. Bu husus Şâra sûresinin 40’ncı âyetinde ‘Kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülük, ona denk bir cezadır’ cümlesiyle ifâde edilmiştir. (22/60). Müslümanlarla savaşmayanlara iyi davranılması, adâletten sapılmaması (60/7-9) ve ‘Sizin dîniniz size, bizim dînimiz bizedir’ denilmesi gerekir. (16/125; İ. KARAGÖZ 5/538, 539)
(47).‘(Rasûlüm!) İşte böylece sana, Kur’ân’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz(denbirkısmı) ona inanırlar. Şu (Araplar’danvediğerleri)nden de ona inanacak (nice) kimseler vardır.’ Yâni daha önceki kitapları kabul edip, (onlardaki Allâh’ın birliği inancını teyit eden, KUR’AN YOLU, 4/276) onları hakkıyla okuyan kimseler, bu Kur’ân’a da îman ederler. Böyle bir ifâde Abdullah b. Selâm, Selmân-ı Fârisi ve benzerlerinin durumuna uygun düşmektedir. (S. HAVVÂ, 11/135)
(48).‘(Rasûlüm!) Sen bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun, onu elinle de yazmıyordun.’ Yâni sen bundan önce hiç bir kitap okumadığın gibi, yazmayı bilen birisi de değildin. ‘Şâyet böyle olmasaydı (ozaman, buKur’ân’ıbaşkayerdenokudunveyayazdındiye) bâtıla uyanlar (hevâvehevesinegöredüşünenveyaşayanlar), elbet şüphelenir(ler)di.’ Yâni bu hususlardan birisi olsaydı, okumuş veya yazmış olsaydı, kitap ehlinden olup bâtılın peşinden koşanlar, şüpheye düşerler ve derlerdi ki: Bizim kitaplarımızda niteliğini bulduğumuz kimse ümmîdir. Okuma ve yazma bilmez. Yâhut kâfirler şüpheye düşer ve şöyle derlerdi: Belki de o, başkasından öğrendi veya kendi eliyle onu yazdı. (S. HAVVÂ, 11/135)
Bu âyet, Hz. Muhammed’in, peygamberlikten önce kitap okuyup yazmadığı konusunda açık bir delildir. Bu yüzden ona ‘ümmî’ denilmiştir. Buna göre Hz. Muhasmmed’in dîni nitelikli konularda bütün bilgi kaynağı ‘vahiy’den ibârettir. Eğer daha önceden okuyup – yazan ve araştıran bir kişi olsaydı, müşriklerin Kur’ân’ı kendisinin yazıp, Allâh’a dayandırdığı iddialarına cevap vermek güç olabilirdi. (H. DÖNDÜREN, 2/650)
(49).‘Hayır! O (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde apaçık âyetlerdir.’ Yâni bu Kur’ân-ı Kerîm hakka delâlet / delil olma husûsunda apaçık âyetlerdir; emriyle, nehyiyle, haberiyle o böyledir. (..) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünmek için (zikir için) kolaylaştırdık. Onu düşünen var mı?’ (el Kamer, 54/17, İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 11/155)
‘.. apaçık âyetler’ ile maksat, Kur’ân’ın emir, yasakve hükümleri, açık seçik ve anlaşılabilir, öğrenilebilir ve uygulanabilir nitelikte olmasıdır. ‘Andolsun biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık.’ (54/17). Âyeti de bu anlamı ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 5/542)
‘.. ilim verilenler’ ile maksat, müminlerdir. Çünkü Kur’an ile müminlere pek çok bilgi verilmiştir. Dolayısıyla Kur’an, Hz. Peygamberin başka bir insandan okuyup yazarak derlediği, kendisinin ürettiği bir eser değil, müşriklerin iddiâ ettiği gibi, şiir veya bir sihir de değil, tamâmen Allah sözüdür. (İ. KARAGÖZ 5/542)
Zemahşeri (III, 193) bu âyette ‘Kurân’ın iki özelliğine vurgu yapıldığı kanaatindedir: (1) Kur’ân’ın apaçık mûcize olan âyetlerden oluşması, (2) Âyette ‘sudûr: kalpler’ kelimesiyle ifâde edilen hâfızalarda ezberlenip korunması. Kur’ân bu iki özelliği ile öteki kutsal kitaplardan ayrılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/278)
‘.. ilim verilen kimselerin kalplerinde olan Kur’an’ ifâdesinde, Kur’ân’ı ezberlemeye de teşvik vardır. Her Müslümanın Fâtiha ile birliktebir kısım sûre ve âyetleri hatâsız olarak ezberlemesi farzdır. Çünkü Cuma ve beş vakit namazda bunları okuması gerekir. Kur’ân’ın tamâmını ezberlemek ise sünnet-i kifâyedir. (İ. KARAGÖZ 5/543)
‘Âyetlerimizi de zâlimlerden başkası inkâr etmez.’ Bir önceki âyette, Allâh’ın âyetlerini inkâr edenlere ‘kâfirler’ denmiştir. Bu âyette, onların bir de, kendilerine zulmetmelerinden dolayı, kâfir olmakla kalmayıp aynı zamanda zâlim de oldukları bildirilmektedir. Zâlim olunca da hem kendilerine hem de başkalarına zulmettiklerine işâret vardır. (Aydın s. 102, 103’ten H. T. FEYİZLİ, 1/401)
(50).“Ona, Rabbinden birtakım mûcizeler indirilmeli değil miydi?” dediler. (Onlara🙂 “Mûcizeler ancak Allâh’ın katındadır.’ Takdir ve plânı uyarınca gerek duyulduğu zaman mûcizeleri O gösterir. Ben bu konuda Allâh’a herhangi birşey öneremem. Böyle bir şey benim yetkim dışındadır. Benim Rabb’ime karşı takınmam gererken edep de buna elvermez. /S. KUTUB, 8/172)
‘Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” de.’ Benim görevim uyarmaktır, sakındırmaktır. Gerçekleri ortaya koyup açıklamaktır. Ben ancak üstlendiğim görevi yerine getiririm. Bundan sonrası Allâh’a âittir. Gelişmeleri dilediği gibi plânlar. (S. KUTUB, 8/172)
‘Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım’ cümlesi; ben sâdece gerçekleri, âyetleri ve içerdiği hükümleri tebliğ eder, açıklar ve sizi uyarırım. Benim görevim bundan ibârettir, îman edip etmemek sizin irâdenize bağlıdır, anlamına gelir. (İ. KARAGÖZ 5/546)
(51).‘(Rasûlüm!) Kendilerine okunan (bu) Kur’ân’ı, sana bizim indirmemiz onlara yetmiyor mu?’ 51’nci âyette (ise) çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir : ‘Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?’ Şu hâlde Peygamber efendimizin en büyük mûcizesi Kur’ân’dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissi mûcizeler değil, benzerini aslâ ortaya koyamayacakları, hayâtın her ânında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedi mûcizedir. (Zemahşeri, III, 193) Öteki mûcizeler duyulara hitap eder, gelip geçicidir; Kur’ân ise okunan mûcizedir, akla hitap eder. (İbn Âşur) insanlığın dünyâ huzûru ve âhiret kurtuluşu için muhtaç olduğu doğru inanç ve düzgün yaşayışın ilkelerini verir. (KUR’AN YOLU, 4/278)
Hadis: Âyet, öncesi ve sonrası dikkate alınınca, müşriklerle ilgili ise de, kimi sahabilerin önceki kutsal kitaplardan derlenen kimi kıssaları Hz. Muhammed’in yanında okumaları üzerine indiği de nakledilmiştir. Yahûdilerden yazılı bir kutsal kitap metni getiren sahâbilere Nebi (s) şöyle buyurmuştur: ‘Bir kavmin kendi peygamberine geleni bırakıp da başkasının başkalarına getirdiğine rağbet etmesi sapıklık olarak yeterlidir.’ (Dârimi Mukaddime 42, Âlûsi’den H. DÖNDÜREN, 2/650)
Hadis: İbn Kesir, İmam Ahmed, Buhâri ve Müslim tarafından rivâyet edilen şu hadisi nakletmektedir: Rasûlullah (sa) buyurdu ki: Kendisine mûcizelerden insanların îman etmelerini sağlayacak kadarı verilmemiş hiçbir peygamber yoktur. Bana verilen ise Yüce Allâh’ın bana vahyettiği bir vahiydir. İşte bu bakımdan Kıyâmet gününe kadar o peygamberlerin arasında kendisine uyanları en çok kişi ben olacağım ümit ederim. (S. HAVVÂ, 11/156)
‘Hiç şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette (büyük) bir rahmet ve (kulluğunuyerinegetirmede) bir öğüt / bir hatırlatma vardır.’ Kur’ân’ın rahmet olması, kulların dünyâ ve âhirette ilâhi rahmete erişmelerini sağlayacak doğru yolu göstermesidir. Müminler onun emirlerine uyarak Allâh’ın sınırsız rahmet ve sayısız lütuflarına erişirler. Öğüt olması ise, Kur’ân üslûbunun karakteristik bir özelliğidir. O başından sonuna kadar akıl sâhiplerine öğütler verir, onlara apaçık deliller ve belgeler sunar; gerekli her hususta etkili ve tatmin edici dersler verir. (Ö. ÇELİK, 3/744)
29/52-63 NASIL HAKTAN ÇEVRİLİP DÖNDÜRÜLÜYORLAR?
52. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanları bilir. (Gerçekortadaiken) bâtıla inanıp Allâh’a karşı kâfir olanlar ise, ziyâna uğrayanların ta kendileridir.”
53. (Rasûlüm! Müşrikler) Senden azâbı hemen (getirmeni) istiyorlar. Eğer belirtilen bir vakit olmasaydı, o azap onlara çoktan gelmişti bile. (Fakat) hiç farkında olmadıkları bir sırada elbette o kendilerine gelecektir.
54, 55. (Ey Peygamberim! Müşrikler) senden azâbı çabukça (getirmeni) istiyorlar; hâlbuki cehennem o kâfirleri zâten kuşatmıştır. O gün azap, onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından bürüyecek ve (Allah, onlara): “İşlemiş olduğunuz (günahlarıncezâsın)ı tadın!” diyecek. [bk. 7/41; 21/39; 39/16]
56. Ey îman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O hâlde yalnız bana kulluk edin. [krş. 4/97; 39/10]
57. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.
58, 59. Îman edip de sâlih (sevaplı) işler yapanlar var ya, elbette onları cennette, içinde ebedî kalacakları ve alt tarafından (su, süt, şarapvebaldan) ırmaklar akan yüksek köşklere yerleştireceğiz. İşte ne güzeldir (böylesâlih) amel işleyenlerin mükâfâtı! Onlar, (sıkıntılara) sabreden ve yalnız Rablerine dayanıp güvenenlerdir.
60. Nice canlı (varlık) vardır ki rızkını (kendisi) taşıyamaz. Onlara da, size de Allah rızık verir. O, hakkıyla işitendir, bilendir.
61. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneşi ve ayı (yararlanmanıziçin) kim buyruğu altına aldı?” diye sorarsan; mutlaka: “Allah” derler. O hâlde nasıl (da hakdan) çevriliyorlar. [krş. 31/25; 39/38; 43/9, 87]
62. Allah, kullarından dilediğine rızkı yayar (bolverir, dilediğine) kısar. Muhakkak ki Allah herşeyi bilendir.
63. (Ey Peygamberim!) Eğer onlara: “Gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra yeri kim diriltti?” diye sorsan, mutlaka “Allah.” derler. (Sende🙂 “Bütün övgü Allâh’ındır.” de. Fakat onların çoğu düşünmezler. [krş. 6/99; 7/57; 16/11; 27/60]
52-63. (52).‘(Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter.’ Yâni benim peygamberlik iddiâmı onaylayacak şahit olarak Allah yeter. Allâh’ın şâhitliği ise O’nun bu Kur’ân-ı Kerîm’i üzerime indirmesidir. (S. HAVVÂ, 11/137)
‘O, göklerde ve yerde olanları bilir. (Gerçekortadaiken) bâtıla inanıp Allâh’a karşı kâfir olanlar ise, ziyâna uğrayanların ta kendileridir.” Âyet-i kerîmede “bâtıla inanıp Allâh’a karşı kâfir olanlar” ifâdesi büyük bir uyarıdır. Allâh’ı bırakıp tâğûtlara, putlara ve bunlara âit olan şeylere inanmak ve onlara bağlanmak, böylece bâtıla inanıp vahyi kabul etmemek küfürdür/kâfirliktir (İbni Kesîr (Sâbûnî), III, 41; Mehmed Vehbi, XI, 4226). [krş. 2/256] (H. T. FEYİZLİ, 1/401)
Kıyâmet gününde bunlar zararlı olacaklardır. Yaptıklarının da karşılığını görecekler ve hakkı yalanlayıp bâtıla uymaları karşılığında onları cezâlandıracaktır. Çünkü onlar, Allâh’ın peygamberlerini yalanladılar. Hâlbuki o peygamberlerin doğruluğunun delilleri de ortadadır. Onları yalanlarken tağutlara ve putlara herhangi bir delil olmaksızın inandılar. Allah bu yaptıklarının cezâsını, karşılığını onlara verecektir. O hikmeti sonsuz, Hakîm; herşeyi bilen Alîm’dir. (S. HAVVÂ, 11/137)
Herhangi bir îman esâsını inkâr eden, Allâh’ı inkâr etmiş olur. Kâfirlerin dünyâda yaptıkları iyi amellerin sevâbı olmaz, âhirette ziyâna uğrarlar. ‘.. ziyâna uğramaları’, zarar etmeleri, putlara tapmalarının boşa gitmesi, karşılığını alamamaları ve cehenneme gitmeleridir. (İ. KARAGÖZ 5/548)
(53).‘(Rasûlüm!, Müşrikler) Senden azâbı hemen (getirmeni) istiyorlar. Eğer belirtilen bir vakit olmasaydı, o azap onlara çoktan gelmişti bile. (Fakat) hiç farkında olmadıkları bir sırada elbette o kendilerine gelecektir.’ Yâni şânı Yüce Allâh’ın belirlediği ve Levh-i Mahfûzda azaplar için tespit ettiği bir süre bulunmasaydı böyle olurdu. Hikmet, onların azaplarının belirlenmiş olan bu süreye ertelenmesini gerektirmeseydi, azap çabucak gelip onlara çatardı. (S. HAVVÂ, 11/139)
Ehl-i sünnet âlimlerine göre iki çeşit ecel vardır. Bunlardan biri ecel-i müsemmâ, diğeri de ecel-i kazâ adını almaktadır. Herhangi bir dış müdâhâle olmadan hayâtın tabii bir şekilde sona ermesi ecel-i müsemmâ, bir kazâ ya da öldürme neticesi son bulması da ecel-i kazâ adını almaktadır. (..) Yüce Allâh’ın ecel-i müsemmâ ile kasdettiği her canlı için takdir edilen yaşama süresidir. Bilindiği gibi bu sürenin sonuna gelindiğinde ölüm olayı gerçekleşmekte ve kabre giren kişi ya cennet nîmetleriyle ya da cehennem azâbıyla karşılaşmaktadır. Kabirdeki azap da inkârcıların ve günahkârların mâruz kalacakları bir cezâ demektir. Bunu bâzı Kur’an âyetleri açıkça dile getirmektedir. Sözgelimi Firavun ve taraftarlarının kabir hayâtı boyunca sabah akşam areşe arzedildiklerini, kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba uğrayacaklarını bildiren âyetiyle (Mümin 40/46), münâfıkların iki defa azap gördükten sonra ardından büyük bir azâba atılacaklarını beyan eden âyetinde (Tevbe 9/101) bu husus açık ve net bir şekilde ifâde edilmektedir. O hâlde inkârcıların Allah Rasûlünden aceleyle istedikleri azap, ölümün ardından gelen kabir hayâtıyla birlikte başlamakta ve ahrette ebedi olarak devam etmektedir. Buna göre söz konusu âyette sözü edilen ecel-i müsemmâ her insanın dünyâda yaşamış olduğu hayâtın sonu demektir. (M. DEMİRCİ, 2/515)
Ne var ki, Yüce Allah onlardan önceki milletlerden Allâh’ın âyetlerini yalanlayanlarda olduğu gibi onları kökten yok etmemişti. Yine somut mûcizenin gösterilmesinden sonra yalanlayanların kökten yok edilmelerine ilişkin yasanın uygulanması zorunlu hâle gelmesin diye onların bu isteklerine maddi bir mûcizeyle karşılık verilmişti. Çünkü onlardan birçoğunun daha sonra Müslüman olmaları, İslâm askerlerinin en iyilerinden olmaları takdir edilmişti. Onların soyundan gelen birçok kuşak uzun süre İslâm bayrağını taşımıştı. Hiç kuşkusuz bütün bunlar Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir plân uyarınca gerçekleşmişti. (S. KUTUB, 8/174)
(54).‘(Müşrikler) senden azâbı çabukça (getirmeni) istiyorlar; hâlbuki cehennem o kâfirleri zaten kuşatmıştır.’ Azap kaçınılmaz olarak başlarına geleceği hâlde, onlar yine çabuk gelmesini istiyorlar. ‘O gün azap, onları hem üstlerinden, hem ayaklarının altından bürüyecek ve (Allah, onlara): “İşlemiş olduğunuz (günahlarıncezâsın)ı tadin!” diyecek.’ Ateş onları kaplayacak, örtecek ve bütün yönlerinden onları kuşatacaktır. Bu ise bedeni azâbın en ileri derecesidir. ‘Ve’ şânı Yüce Allah, tehdit etmek ve azarlamak üzere maddi ve mânevi azâbı birlikte tatmaları için ‘yaptıklarınızın karşılığını tadın, diyecektir.’ (S. HAVVÂ, 11/139)
Âfet ve musîbetler, insanlar farkına varmadan ansızın gelir. Onun için sürekli Allâh’a duâ edip, âfet ve musibetlerden O’na sığınmak, inkâr, isyan ve zulümden sakınmak gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/551)
(56).‘Ey îman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O hâlde yalnız bana kulluk edin.’ (Çünkü) – müfessirlerinde ittifakla belirttikleri gibi – ‘Benim arzım geniştir’ İfâdesi, ‘Mekke’de inancınızı açığa vurmanıza imkân vermeyen bir baskı altında bulunuyorsanız, dîninizi rahatlıkla yaşamanıza elverişli başka bir yere göç edebilirsiniz’ anlamınagelir.Nitekimgirişkısmındada kaydedildiği gibi, bu sûrenin inmesinden kısa bir süre sonra Medîne’ye hicret olayı gerçekleşmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/281)
Hicretin Şartları: Yukarıdaki âyetin anlamı; Eğer bir beldede Allâh’a ibâdet etmek ve İslâm’ı yaşamak imkânsız hâle gelmişse, daha güvenli olan başka beldeye göçün, demektir. Âyetin, Mekke’de işkenceye uğrayan kimi zayıf Müslümanlar hakkında indiği nakledilmiştir. Buna göre bir beldede mal, can, ırz güvencesi kalmaz, inanç ve ibâdet özgürlüğü bulunmaz, insanlar dinini yaşamakta büyük sıkıntı ve baskılarla karşılaşır, dış görünüş ve tecrübelere göre bunu ortadan kaldırma gücünü de bulamazlarsa, dahagüvenlibölgeveya ülkeye göç etmeleri gerekir. Bu gerçekleşinceye kadar da ‘takıyye’ yoluna başvurmaları câiz olur. Bk. Al-i İmran, 3/28. (H. DÖNDÜREN, 2/650)
Burada üstü kapalı bir şekilde hicret îmâ edilmektedir: ‘Eğer Mekke’de Allâh’a ibâdet etmenin zorlaştığını hissediyorsanız, orayı terk edip, Allâh’a ibâdet eden kullar olarak yaşayabileceğiniz başka bir yere gidebilirsiniz, çünkü Allâh’ın arzı geniştir. Yurdunuza, ulusunuza değil, Allâh’a ibâdet etmelisiniz.’ Bu, gerçek olanın, ulus, vatan ve ülke değil, Allâh’a ibâdet olduğunu göstermektedir. Eğer belirli bir dönemde vatan, millet sevgisi ile Allâh’a ibâdet çatışırsa, işte bu bir imtihan başlangıcıdır. Böyle bir durumda gerçek mümin vatan, millet, ülke sevgisini bir kenara bırakıp, Allâh’a ibâdeti seçecektir. (MEVDÛDİ, 4/237)
Hadis: Peygamberimiz (s) ‘Allah bir ameli ancak ihlâs ile ve kendi rızâsı için yapıldığı zaman kabul eder.’ (Nesâi Cihad 24) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 5/553)
(57).‘Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.’ Hicret etmek gerektiğinde gittiğiniz yerde nasıl geçineceğiniz, ne yiyip ne içeceğiniz hakkında kaygılanmayın. Çünkü sonuçta her canlı gibi siz de Allâh’ın takdir ettiği kadar yaşayıp sonunda öleceksiniz. Fâni olan bu hayâtın geçim kaygısı öldükten sonra Allâh’ın huzûruna vardığınızda ebedi kurtuluşunuzu sağlayacak olan kulluk vecibelerinizi ikinci plâna atmanıza yol açmasın. (KUR’AN YOLU, 4/282)
Nerede olursanız ölüm size yetişecektir. O bakımdan Allâh’a itaatten ayrılmayınız. Allah size neyi emrettiyse onu yerine getiriniz. Bu sizin için daha hayırlıdır. Ölüm kaçınılmaz bir şeydir. Ondan sonra ise dönüş Allâh’adır. Kim Allâh’a itaat etmiş ise en faziletli bir şekilde ona karşılığını verecek, ecrini eksiksiz bir şekilde tastamam ödeyecektir. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 11/141)
Hadis: ‘Lezzetleri ortadan kaldıran ölümü sıkça hatırlayınız.’ (Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce ‘den, İ. H. BURSEVİ, 14/651)
(58, 59).‘Îman edip de sâlih (sevaplı) işler yapanlar var ya, elbette onları cennette, içinde ebedî kalacakları ve alt tarafından ırmaklar akan yüksek köşklere yerleştireceğiz. İşte ne güzeldir (böylesâlih) amel işleyenlerin mükâfâtı! Onlar, (sıkıntılara) sabreden ve yalnız Rablerine dayanıp güvenenlerdir.’ Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor. Ebû Mâlik el Eş’ari’nin rivâyetine göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Cennette öyle köşkler vardır ki, içeriden dışarısı, dışarıdan da içerisi görülür. Şânı Yüce Allah, bu köşkleri güzel söz söyleyen, namaz ve oruca devam eden, insanlar uyurken geceleyin ibâdet eden kimseler için hazırlamıştır.’ (İbn Kesir ‘den, S. HAVVÂ, 11/157, 158)
‘Onlar ki sabrederler.’ Onlar zorluklar, zararlar, işkence ve belâlar karşısında bile îmanlarında sebat ederler. Onlar, îman etmelerinin sonuçlarına katlanırlar ve geri dönmezler. Onlar, îmandan dönerlerse elde edecekleri fayda (dünyevi menfaat) ve çıkarlarının farkındadırlar. Fakat bunlara aldanmazlar. (MEVDÛDİ, 4/237)
‘Onlar Rablerine tevekkül ederler.’ Onlar servetlerine, ticâretlerine ve kabilelerine değil, Rablerine güvenip dayanırlar. Onlar sâdece Rablerine tevekkül ettikleri için, dünyevi imkânlarına bakmaksızın îmanları uğrunda her güçle savaşmaya, her tehlikeye göğüs germeye ve îmanları gerektirirse yurtlarını bile terk etmeye hazırdırlar. Onlar Rablerinin, îmanlarının, işledikleri sâlih amellerinin mükâfâtını boşa çıkarmayacağından emindirler ve O’nun bu dünyâda da kendisine inananlara ve sâlih kullara yardım edeceğine, âhirette ise onlara en güzel mükâfatları bahşedeceğine inanırlar. (MEVDÛDİ, 4/237)
(60).‘Nice canlı (varlık) vardır ki rızkını (kendisi) taşıyamaz. Onlara da, size de Allah rızık verir.’ Hicret emrolununca, kimileri geçim imkânlarımızın olmadığı bir beldeye nasıl gideriz? Demişlerdi. Âyet bunun üzerine inmiştir. Nitekim herşeyini Mekke’de bırakıp göç eden müminler, Medîne’nin yerlisi Ensar kucak açmış, onlarla mallarını paylaşmış, bu destek onlar işlerini kurup gelir sâhibi oluncaya ve gazvelerden ganîmet gelirleri elde edinceye kadar sürmüştür. (H. DÖNDÜREN, 2/650)
Hadis: ‘İyi ve temiz olandan başka bir şey yememeye gücü yeten kimse, bunu yapsın. Sâdece iyi ve temiz olan şeyleri yesin.’ (Buhâri Ahkâm 9; İ. KARAGÖZ 5/559)
Hadis: Eğer siz Allâh’a gereği gibi güvenip dayansaydınız, Allah, kuşları doyurduğu gibi, sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş çıkaran çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.’ (Tirmizi Zühd 33, İbn Mâce Zühd 14’den, Ö. ÇELİK, 3/746)
Hadis: İmam Ahmed dedi ki… Ebû Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sa) şöyle buyurdu: ‘Yolculuk yapınız, kâr elde edersiniz. Oruç tutunuz, sağlık bulursunuz. Gazâya çıkınız, ganîmet alırsınız.‘ (..) Bir lafzında da şöyle denilmektedir: ‘Gayretli, payı bol ve bolluk içerisinde olan kimselerle yolculuğa çıkınız.’ (S. HAVVÂ, 11/158)
(61).‘Andolsun ki eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneşi ve ayı (yararlanmanıziçin) kim buyruğu altına aldı?” diye sorarsan; mutlaka: “Allah” derler. O hâlde nasıl (dahakdan) çevriliyorlar.’ Bu âyet-i kerîme, – müminleri hicret etmek zorunda bırakıncaya kadar baskı altında tutan kâfirlere karşı delili ortaya koymakla birlikte – rızık ve Allâh’a tevekkül meselesinde Müslümanlar için bir derstir. Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı musahhar kılan Yüce Allah, kendi yolunda hicret eden siz muhâcirleri rızıklandırmaktan acze düşmez. O bakımdan siz, O’na tevekkül ediniz. (S. HAVVÂ, 11/143, 144)
‘Güneşi ve Ay’ı kim buyruğu altın aldı?’ ‘sahhara’âyette ‘boyun eğdirdi’ anlamındadır. Boyun eğdirmekten maksat, Güneş ve Ay’ın Allâh’ın belirlediği sisteme göre çalışmasıdır. Yüce Allah, Güneş ve Ay’ı yaratıp onlar için bir çalışma sistemi belirlemiş ve bu sisteme göre çalışmaktadır. ‘Güneş ve Ay bir hesâba bağlanmıştır.’ (55/5; İ. KARAGÖZ 5/561)
Mekkeli müşrikler, Allâh’ın varlığını kabul ediyorlar (46/87), ancak birliğini kabul etmiyorlar (38/5), şefaatçi olur ve kendilerini Allâh’a yaklaştırır inancıyla (39/3, 43), putlara ilâh diye tapıyorlardı53/19, 23). Yüce Allah ‘Nasıl haktan döndürülüyorlar’ diye müşrikleri kınamaktadır. Haktan çevrilmeleri ile maksat, putları Allâh’a ortak koşmalarıdır. (İ. KARAGÖZ 5/561)
(62).‘Allah, kullarından dilediğine rızkı yayar (bolverir, dilediğine) kısar.’ Dilediğinin rızkını geniş tutar, dilediğininkini de daraltır. ‘Muhakkak ki Allah herşeyi bilendir.’ O kulları neyin düzelteceğini ve neyin de ifsad edeceğini bilir. Rızkı yaymak veya kısmak, Yüce Allâh’ın elinde olduğuna göre, kullarının da O’na tevekkül etmesi ve emirlerine itaat etmeleri gerekir. (S. HAVVÂ, 11/144)
Bütün canlılara rızık ve nîmet veren Allah’tır. Allah dilediğine rıkı çok verir, dilediğine az verir. Bu, O’nun irâde ve gücü ile gerçekleşir. Allah, kime çok, kime az rızık vereceğini çok iyi bilir. Allah, temiz hava, su, toprak, Güneş’in ısı ve ışığı, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar gibi pek çok nimeti insanların emeğı olmadan var etmiştir. İnsan, rızık elde etmek için çalışır ama, Allâh’ın lütfu olmadan sâdece çalışması yetmez. İnsan sâdece kendi çalışması ile varlıklı olamaz. Allah insana, akıl, çalışma azmi ve irâde vermeseydi, hava, su, yağmur, toprak ve Güneş’i var etmeseydi, insan ne yapabilirdi ki? İnsan azıcık düşündüğü zaman, bütün nîmetleri verenin Allah olduğunu bilir, zenginliğin de Allâh’ın lütfu ile olduğunu idrak eder. (İ. KARAGÖZ 5/562)
(63).‘Eğer onlara: “Gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra yeri kim diriltti?” diye sorsan, mutlaka “Allah.” derler. (Sende🙂 “Bütün hamd Allâh’ındır.” de. Fakat onların çoğu düşünmezler.’ 61, 62 ve 63. âyetlerde görüldüğü üzere müşrikler, Allâh’ın yaratıcılığını kabul ederler. Fakat hâkimiyetini, emir ve hükümlerini kabûle ve onlara uymaya gelince onlardan yüz çevirip putlara gider; dilek ve şikâyetlerini bunlara bildirirlerdi. [bk. 4/60, H. T. FEYİZLİ, 1/402)
29/64-66 KEŞKE BİLMİŞ OLSALARDI!
64. Bu dünyâ hayâtı, bir eğlence ve oyundur. (Geçicidir.) Âhiret yurdu (oradakihayat) ise, elbette (asılyaşanacak) ebedî hayat odur; keşke bunu bilselerdi.
65, 66. İşte (müşrikler) gemiye bindikleri (vebirtehlikesardığı) zaman, artık dîni yalnız Allâh’a has kılarak (vedindesamimikimselergibi) O’na yalvarırlar. Fakat (Allah), onları karaya çıkarıp kurtarınca, bir de görürsün ki onlar, kendilerine verdiklerimizle hem faydalanmak hem de nankörlük yapmak sûretiyle (yineAllâh’a) ortak koşarlar (eskiküfürhâllerinedönerler). Ama yakında (bununsonucunu) bilecekler. [bk. 17/67; 30/33-34; 31/32]
64-66. (64).‘Bu dünyâ hayâtı, bir eğlence ve oyundur. (Geçicidir.) Âhiret yurdu (oradakihayat) ise, elbette (asılyaşanacak) ebedî hayat odur; keşke bunu bilselerdi.’ Bu âyette, dünyâ hayâtını horlama ve aşağılamaya bir işâret vardır. Nasıl horlanmasın ki, onun Allah katında sivrisineğin kanadinın ağırlığı kadar değeri yoktur. (İ. H. BURSEVİ, 14/658)
Dünyâ bir uyku âlemidir. Ölümle insan o âlemden ayrılınca uyanır, aklı başına gelir. Dolayısıyla dünyâda mal, mülk, makam ve mevki sâhibi olmak rüyâda bunlara sâhip olmak gibidir. Nasıl ki insan uyanığında rüyâda gördüğünden hiçbir şey elinde kalmazsa, dünyâ da böyledir. Öldüğü zaman dünyâdaki imkânlarından hiçbir şey elinde kalmayacaktır. Fakat îman, sâlih amel ve güzel ahlâk gibi ahrette fayda verecek bir sermâyeye yatırım yaptı ise, bunun faydasını görecektir. (Ö. ÇELİK, 3/748)
‘Asıl hayat âhiret yurdundakidir.’ Yâni sonu gelmeyen, gerçekten devamlı ve sürekli olan, sonsuzluğa kadar devam edip giden hayat, âhiretteki hayattır. (S. HAVVÂ, 11/144)
(Dolayısıyla) Gerçek hayat; üzüntü ve meşakkatlerin, hastalık ve illetlerin kirletmediği, ölümün ve elden kaçırma endişesinin arız olmadığı bir hayattır. Bu, cennet ehlinin ve Allâh’a yakın kulların hayâtıdır. Şâyet onun değerini, kemâlini ve gerçek eşsizliğini anlamış olsalardı; dünyâda iken onu kazanmağa daha hırslı ve daha istekli olurlardı. Bu sebeple onu kaçıran, âhirette ona yetişemez. Nitekim cehennem ehlinin vasıflarından biri de – bilindiği gibi – orada ne ölürler ve ne de yaşarlar. Yâni onlar orada istirahat edecek gerçek bir hayatla yaşamazlar; ölmek isterler, onu da bulamazlar. (İ. H. BURSEVİ, 14/661, 662)
(65, 66).‘İşte (insanlar) gemiye bindikleri (vebirtehlikesardığı) zaman, artık dîni yalnız Allâh’a has kılarak (vedindesamimikimselergibi) O’na yalvarırlar.’ Yâni dinlerini Allâh’a hâlis kılıp tahsis eden, Allah’tan başkasını anmayan, O’nunla birlikte başka bir ilâha aslâ yalvarmayan müminlerin kılığına bürünürler. Onlara benzerler. (S. HAVVÂ, 11/145)
Fakat (Allâh), onları karaya çıkarıp kurtarınca (ve güvenliğe kavuştuklarını zannettiklerinde, S. HAVVÂ) bir de görürsün ki onlar, kendilerine verdiklerimizle hem faydalanmak hem de nankörlük yapmak sûretiyle (yineAllâh’a) ortak koşarlar (eskiküfürhâllerinedönerler). Yeme, içme ve cinsel duyguları tatminden başka bir şey bilmeyen; doğruluk, adâlet, erdemlilik gibi hiçbir ahlâki endişe taşımayan hayvanlar gibi dünyânın zevk ve nîmetleriyle oyalanarak yaşayıp giderler. Fakat ne büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını ‘yakında anlayacaklar!’ (M. KISA, 1/426)
‘Müşrikler kendilerine verdiğimiz nîmetlere nankörlük etsinler… bakalım.’ Dünyâda mümin veya kâfir herkes, Allâh’ın nîmetlerinden yararlanır. Allah, herkese çalıştığının karşılığını verir. (53/39). İnkâr ve isyan ettiler diye Allah, dünyâ nîmetlerinden kimseyi mahrum etmez. Bu, Allâh’ın kâfirlerden memnun olduğu anlamına gelmez. ‘Kim geçici dünyâ nîmetlerini isterse, dünyâda dilediğimiz kimseye, dilediğimiz kadar nîmet veririz. Sonra ona cehennemi mekân yaparız. O, cehenneme kınanmış ve Allâh’ın r’hmetinden kovulmuş olarak girer.’ (17/18; İ. KARAGÖZ 5/567)
29/67-69 ALLÂH İYİ DAVRANANLARLA BERÂBERDİR
67. (Müşrikler) Görmüyorlar mı ki çevrelerindeki insanlar kapıl(ıpöldürülürveyaesiredil)irken, biz Harem’i (Mekke’yinasıl) emniyetli (biryer) yaptık? Hâlâ bâtıla inanıyorlar da Allâh’ın nîmetlerine (karşı) nankörlük mü ediyorlar? [bk. 14/35; 106/1-4]
68. Allâh’a yalan isnad eden veya kendisine hak (PeygamberveKitap) gelince onu yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Kâfirler için barınılacak yer (zâten) cehennem değil midir?
69. Bizim uğrumuzda cihad edenlere (gelince); biz onları elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah iyilik (veiyiiş) yapanlarla berâberdir.
67-69. (67).‘(Müşrikler) Görmüyorlar mı ki çevrelerindeki insanlar kapıl(ıpöldürülürveyaesiredil)irken, biz Harem’i (Mekke’yinasıl) emniyetli (biryer) yaptık? Hâlâ bâtıla (yâni put ve şeytana, İ. H. BURSEVİ) inanıyorlar da Allâh’ın nîmetlerine (karşı) nankörlük mü ediyorlar?’ İslâm hâkimiyetinden önce Arap yarımadasında can ve mal güvenliği yoktu; insanlar öldürülür veya yurtlarından yuvalarından koparılıp sürülür, malları yağmalanırdı. Buna karşılık içinde kutsal Kâbe’nin bulunması sebebiyle Mekke şehri bir güvenlik merkezi olarak kabul edilir. Kureyş sûresinde de bildirildiği gibi Mekkeliler çevredeki Arap topluluklarından saygı görür, bu sâyede daha güvenli bir hayat yaşarlardı. (KUR’AN YOLU, 4/286)
(68).‘Allâh’a yalan isnad eden veya kendisine hak (PeygamberveKitap) gelince onu yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir?’ 68. Âyette ise, onların uydurma tanrılar ihdas ederek bunları Allâh’a ortak koşmaları, Allâh’ın gönderdiği hakikati yâni Peygamberi ve vahyi inkâr etmeleri zulüm olarak değerlendirilmiştir. Adâletin zıddı olan zulüm teriminin asıl anlamı, ‘birine hak ettiği şeyi vermemek, onun hakkı olan şeyi başkasına vermek’ demektir. Buna göre tanrılık yalnızca Allâh’a âit olduğu hâlde, O’ndan başkasına tanrılık isnat ederek Allâh’a gösterilmesi gereken saygıyı ona göstermek bir zulümdür, haksızlıktır. Nitekim Lokman sûresinde (31/13) ‘O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır (zulümdür)’ buyurulmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/286)
‘Kâfirler için barınılacak yer (zâten) cehennem değil midir?’ Kâfirlerin varacağı durak cehennem değil midir? Bu, onların ikâmet yerlerinin cehennem olacağının ifâdesidir. (..) Yâni kâfirler, Allâh Teâlâ’ya iftirâ ettikleri ve açıkça hakkı yalanlayıp tekzib ettikleri için, cehennemde ikâmet etmeyi ve ebedi kalmayı hak etmişlerdir. (İ. H. BURSEVİ, 14/670)
(69).‘Bizim uğrumuzda cihad edenlere (gelince); biz onları elbette yollarımıza eriştiririz.’ AnkEbût sûresi Mekke’de inmiştir. Mekke’de farz olan cihad ise nefis cihâdı ve dil ile kâfirlere karşı cihaddır. Daha sonra Medîne’de el ile cihad farz kılındı. Dikkat edilecek olursa, Ankebût sûresinde iki defa geçmiş olan ‘cihad’ sözü, cihad türlerinden herhangi birisi ile kayıtlandırılmış değildir. Bu ise cihad kelimesinin kapsamına giren herşeyin bunun kapsamına girdiğine işâret etmektedir. Şu kadar var ki, âyet-i kerîmede öncelikle kastedilen şey, nefse karşı mücâhede olarak anlaşılmaktadır. Şüphe yok ki, el ile cihad, nefse karşı cihâdın bir türüdür. Çünkü nefsi Allah yolunda ölüme râzı etmek, mücâhedenin en büyük türlerinden birisidir. (S. HAVVÂ, 11/161)
Cihâdın mânâsı, sâdece silâh alıp düşmanla vuruşmak değildir. Günün şartların, milletlerin tekâmül ve tutumuna; ilim ve tekniğin kaydettiği gelişmeye göre, fikirle, kalemle, sözle, kitapla, yaym organlarıyla; tahsilli, kültürlü kadrolar yetiştirmekle ve gerektiğinde modern silâhlarla cihad yapılır ve böylece asıl amaca hizmet edilmiş olunur. (Celal YILDIRIM’dan, N.YASDIMAN, 7/486)
Hadis: ‘Kâfirlerle ellerinizle ve dillerinizle cihad ediniz.’ (Ebû Dâvud Cihad 18, Nesâi Cihad 48’ den İ. H. BURSEVİ, 14/673)
‘Şüphesiz ki Allâh iyilik (veiyiiş) yapanlarla berâberdir.’ Yânidünyâda nusret, yardım ve koruma ile âhirette de mağfiret, ecir ve sevap ile iyilik yapanların yanındadır. (İ. H. BURSEVİ, 14/676)
Şüphesiz ki Allah, Muhsinlerle berâberdir; onlar, Allâh’ı görür gibi O’na ibâdet ve kulluk eden kimselerdir. (İ. H. BURSEVİ, 14/676)
‘.. yollarımıza eriştiririz.’ ‘Yollarımıza’ ile maksat, Allâh’a ulaşan, rızasına, mânevi kurtuluşa, cennete götüren yollar ve amellerdir. Kelimenin çoğul olması, insanı Allâh’ın rızâsına ulaştıran birden çok yol bulunduğunu ifâde eder. Zengin, malını Allah yolunda harcayarak, fakir beden gücü ile, âlim ilmi ile Allah yolunda cihad eder, yüce Allah da onu başarılı kılar. Hak din İslâm tektir, ancak Allâh’ın rızasına ve cennetine götüren yolve ameller birden fazladır. (İ. KARAGÖZ 5/571)