23/ Mü’minûn Sûresi
Mekke döneminde nâzil olmuştur. 118 âyettir. Adını, baş tarafında mü’minlerin konu edilmesinden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/341)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
23/1-11 FİRDEVS’E VÂRİS OLACAK MÜMİNLER
1-6.. Mü’minler gerçekten kurtuluşa erdi. 2. Kurtuluşa eren müminler, namazlarında huşû içinde (kalbivebedeniyletamteslimiyethâlinde)dirler. [bk. 4/43] 3. Onlar, boş söz (veiş)lerden yüz çevirirler. [bk. 25/72] 4. Onlar, zekât (görevin)i yerine getirirler. 5. Onlar, nâmuslarını korurlar. 6. Sâdece eşleri veya ellerinin sâhip oldukları (kendicâriyeleri) ile (münâsebet) kurarlar. Çünkü onlar (bundandolayı) kınanmazlar. [bk. 4/24]
7. Kim bu (helâlola)ndan ötesini (zinâyı) isterse, işte onlar haddi aşanlardır.
8, 9. Kurtuluşa eren müminler ki verdikleri sözlere ve sözleşmelerine riâyet ederler. 9. Onlar ki namazların(ıvaktindevegereğincekılmay)a devam ederler.
10, 11. İşte onlar, vâris olanların ta kendileridir. Onlar Firdevs cennetlerine vâris olacaklardır ki bu mîrasçılar, orada ebedî kalacaklardır. [bk. 70/22-35]
1-11. (1).’Müminler gerçekten felâh bulmuşlardır.’ Felâh, isteneni elde etmek ve korkulanlardan da kurtulmak demektir. Nesefi der ki: Sözlükte îman, tasdik etmek demektir. Mümin de sözlük anlamına göre tasdik eden kimse demektir. Şeriatta ise, kalbi ile lisânı arasında uygunluk olmak şartı ile kelime-i şehâdeti söyleyen herkes mümindir. Mânâ şudur: İşte bu niteliklere sâhip olan müminler, istediklerini elde etmiş ve korkup kaçtıklarından kurtulmuş kimselerdir. (S. HAVVÂ, 9/389)
(2).’Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.’ Kalplerinde korku vardır, uzuvlarına ise sükûn hâkimdir. (S. HAVVÂ, 9/389)
Doğrusu huşû, aslı kalpte, ortaya çıkışı bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi, Hakkın emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edep ve tâzimden başka bir şeye yönelmeyecek şekilde kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Dış görünüşle ilgili yönü de, vücut organlarında bu duygunun belirlenmesiyle bir sâkinlik ve sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin önüne, secde yerine bakıp, (Mekke-i Muazzama’da ise Beytullah’a bakmak gerekir. İ. H. BURSEVİ, 13/171), sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. (ELMALILI, 5/508)
‘Huşû içindedirler’, korku içerisindedirler, hareketsizdirler (İbn Abbas’tan), gözünü tutmak, alçak gönüllü görünmek (Mücâhid’den), başı öne eğmek (Müslim b. Yesâr ve Katâde), sağa sola bakmayı terk etmek (Ali (kv), sağ eli sol elin üstüne koymak (Dahhâk’tan), makâmın azametini idrak etmek, söylenen sözleri ihlâsla söylemek, tam yakîn ve bütün dikkatini toplamak (Ebû ‘d Derda’dan). (S. HAVVÂ, 9/392)
Huşûun kapsamına giren âdâbın bir kısmı şöylece sıralanır: Elbiseyi katlamaktan, gerinmekten, esnemekten, gözlerini yummaktan, ağzını kapatmaktan, elbiselerini yerlere kadar sarkıtmaktan, parmaklarını çıtlatmaktan, birbirine geçirmekten, çakılları evirip çevirmekten uzak durmak(tır) (S. HAVVÂ, 9/393)
Bahâüddin Nakşbend (ks)’a ‘Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?’ diye sordular. O da cevâben şöyle dedi: ‘Dört şeyle: Helâl lokma, abdest sırasında gafletten uzak durmak, ilk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek, namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak. (Hâni, El Hadâikul Verdiye’den, Ö. ÇELİK, 3/451)
‘Lağv’ kelimesi, sözlükte ‘boş ve anlamsız sözve davranış’ demektir. Kelime âyette, Allâh’ın kullarında görmek istemediği her türlü boş ve yanlış tutum ve davranışları ifâde eder. Dolayısıyla İslâm inancı ve ahlâkı ile bağdaşmayan her türlü bâtıl, asılsız, yanlış, kötü, zararlı, dünyâ ve âhirette faydası olmayan sözler ve işler bu kavrama dâhildir. Furkan sûresinde Rahmân’ın kulları olarak övülen müminlerin nitelikleri arasında ‘faydasız ve boş bir şeyle karşılaştıkları zaman’ iltifat etmemek de zikredilmiştir: ‘Onlar yalana ve günaha şâhitlik etmeyen, faydasız ve boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.’ (Furkan 25/72; İ. KARAGÖZ 5/7)
(3).’Onlar faydasız ve boş şeylerden yüz çevirirler.’ Boş sözlerden, boş hareketlerden, boş ilgi ve düşüncelerden kaçınırlar. Çünkü müminin kalbini boş şeylerden, oyun ve eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyan uğraşları vardır. Allâh’ı anmak, O’nun ululuğunu tasavvur etmek, O’nun iç ve dış âlemde yer alan âyetlerini kavramaya çalışmak gibi uğraşları vardır. (..) Sonra, müminin kalbinin inancın yükümlülükleri gibi uğraşları da var. Kalbi arındırmak, rûhu ve vicdânı temizlemek gibi uğraşları vardır. Hayat tarzında yerine getirmesi gereken sorumlulukları, îmânın öngördüğü yüce hayat düzeyini koruma çabaları vardır. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, toplumsal hayâtı bozulmaktan ve sapıklıktan korumak gibi yükümlülükleri vardır. İnancını korumak, zafere uaştırmak ve her zaman üstün tutmak için cihad etmek, düşmanların komplolarına karşı gece gündü uyanık bulunmak gibi görevleri vardır. Bunlar hiçbir zaman bitmeyen, sonu gelmeyen sorumluluklardır. (S. KUTUB, 7/392)
Hadis: ‘Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin Müslüman olduğunu gösterir. (kişinin Müslümanlığının güzelliğidir) (Tirmizi Zühd 11, İbn Mâce Fiten 12’den, Ö. ÇELİK, 3/452)
Hadis: Allâh’a ve âhirete îman eden kişi ya faydalı söz (hayırlı söz) söylesin veya sussun. (Buhâri Edeb 31, Müslim Îman 74, 75’den, Ö. ÇELİK, 3/452)
(4).‘Onlar zekâtlarını verirler.’ İbn Kesir’den: Çoğunluk, burada sözü geçen zekâttan maksadın, malların zekâtı olduğu kanâatindedir. Hâlbuki bu âyet-i kerîme Mekke’de inmiş bir âyettir. Zekât ise Medîne’de hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Açıkça anlaşıldığına göre Medîne’de farz kılınan zekât, özel nisap ve miktarları olan zekâttır. Yoksa zâhir olan şudur ki, zekâtın aslı Mekke’de de farz idi. Nitekim Yüce Allah, el En’am sûresinde şöyle buyurmaktadır: ‘Hasadı gününde onun hakkını veriniz.’ (el En’am, 6/141. Burada sözü geçen zekâttan Allâh’ın: ‘Onu arıtıp temizleyen felâh bulmuş, kötülüklerle örten de ziyan etmiştir.’ (eş Şems, 91/9-10) buyruğu ile ‘Zekâtını vermeyen o müşriklerin vay hâline!’ (Fussilet, 41/6-7) buyruğu bu mânâdadır. (S. HAVVÂ, 9/399, 400)
İslâmi bir kavram olarak zekât, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay, hem de bizzat arındırma eylemini ifâde eder. Dolayısıyla zekât, hem kalbin hem de malın temizliğini ilgilendirir. Bu vesîleyle kalp, cimrilikten temizlenir, bencillikten kurtulur ve şeytanın fakirlik korkusunda verdiği vesveseleri yenecek bir kuvvet kazanır. Allah huzûrunda elde edeceği karşılık ve mükâfâta elindeki maldan daha çok güvenir. Zekât aynı zamanda mal için de temizliktir; malın geri kalanının temiz ve helâl olmasını sağlar. (Ö. ÇELİK, 3/453)
(5, 6).‘..ve onlar ki, iffetlerini korurlar.’ Kadın olsun, erkek olsun her Müslümanın, cinsel ihtiyâcını karşılamada kendi eşiyle yetinmesi kesin olarak emredilmiş, zinâ şiddetle yasaklanmış ve zinâ edenlere dünyâ ve âhirette yaptırımlar bildirilmiştir. ‘Kim bunun ötesine geçmek isterse (zinâ ederse) işte onlar, haddi aşanlardır.’ (Müminûn 23/7) anlamındaki âyette bildirildiği şekilde haddi aşarak zinâ edenlerin, affa mazhar olmazlarsa âhirette cezâları cehennemdir. (Furkan 25/68, 69; İ. KARAGÖZ 5/8)
’Sâdece eşleri veya sağ ellerinin sâhip olduğu (câriyeleri) hâriç. (Bunlarlailişkilerdendolayı ) kınanmış değillerdir.’ Onlar bütün hâllerinde mahrem yerlerini korurlar. Ancak evlenmeleri veya câriye edinmeleri hâli bundan müstesnâdır. (S. HAVVÂ, 9/390)
Kur’ân’da ve diğer temel İslâmi kaynaklarda kadın olsun erkek olsun her Müslümanın cinsel ihtiyâcını karşılamada kendi eşiyle yetinmesi kesin bir hüküm olarak konulmuş; bu hükümlerle çelişen her türlü uygulama gayr-i meşrû kabul edilmiş, aykırı davranışlar için ağır yaptırımlar getirilmiştir. Bundan başka İslâm’ın geçmişten devraldığı, – öyleanlaşılıyorkiKur’ân ve sünnetin bütününden çıkan insanlık anlayışıyla, insan onur ve haysiyetiyle bağdaşır görmediği için zaman içinde ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler getirdiği – kölelik uygulamasının bir sonucu olarak, fakat belirli kurallara uymak kaydıyla câriyelerden yararlanma da meşrû kılınmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/11)
Sağ ellerinden sâhip olduklarından maksat, câriyelerdir. Özellikle bunun zikredilmesi ise erkek köle ile ilişki kurulamayacağının icmâ ile sâbit olmasındandır. Âyet-i kerîme bu bakımdan erkeklere hastır. Çünkü icmâ ile kadınların erkek köleleriyle birlikte olmaları câiz değildir. (S. HAVVÂ, 9/396)
Ancak İslâm’ın hedefine uygun olarak günümüzde kölelik kurumu ortadan kalktığı için bu konuyla ilgili hükümlerin uygulanmasına da fiilen ihtiyaç kalmamıştır. (KUR’AN YOLU, 4/11)
(7).‘Kim bunu aşmak isterse (yâni kim şehevi arzularını zevcelerinin ve câriyelerinin dışında kalan kimselerden karşılamayı isterse) işte onlar aşırı gidenlerdir.’ Onlar mahrem yerlerini haramdan korurlar, Allâh’ın yasakladığı şeyler olan zinâ ve lûtîlik gibi işlere bulaşmazlar. Allâh’ın kendilerine helâl kıldığı zevcelerinden ya da câriyelerinden başkasına yaklaşmazlar. Allâh’ın kendisine helâl kıldığı şeyi yapan kimse, kınanmaz ve onun için günah yoktur. Kim bu sınırların dışına çıkmak isterse işte o, haddi aşan bir kimsedir. (S. HAVVÂ, 9/390)
‘Bunu aşmak istemek’ ifâdesinin kapsamına zinâ, hayvanlarla ilişki ve lûtîlik de girer ki, bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Kişinin eliyle istimnâ etmesi konusunda ise görüş ayrılığı vardır. İmamların cumhûru haram olduğunu kabul ederler. Onlara göre ‘bunu aşmak’ ifâdesinin kapsamına dâhildir. İmam Ahmed b. Hanbel’in bunu câiz gördüğü söylenmiştir. Çünkü meni, bedendeki bir fazlalıktır. İhtiyaç hâlinde onu dışarı çıkarmak câiz olur, kan aldırmak ve hacamatta olduğu gibi. İbn Hümam ise şöyle der: Aslında haramdır, ancak şehveti ona gâlip gelir ve bunun sonucunda şehvetini teskin maksadıyla yaptığı takdirde, cezâ görmeyeceği umulur. (S. HAVVÂ, 9/396)
İbn Muhakkın ve diğerlerine göre istimnâ yapan kimseye tâzir cezâsı vâciptir. Evet, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel’e göre, bir kimse fitneye düşeceğinden korkarsa istimnâ mubah olur. Yine zevcesinin veya câriyesinin eliyle istimnâ mubahtır. Fakat Kâdı Hüseyin bunun azil manasında olduğu için mekruh olduğunu söylemiştir. (İ. H. BURSEVİ, 13/176)
(8).’Onlar emânetlerine ve sözleşmelerine de riâyet ederler.’ Emânet yalnız mala has değildir. Bütün şer’i teklifler, Allâh’a âit haklar ve kullara âit haklar, vekâletler, velâyetler, memuriyetler de emânetlerdendir. Ahid de, gerek Allâh’a ve peygambere ve gerekse insanlara karşı olan anlaşmaları ve taahhütleri içine almaktadır. (ELMALILI, 5/509)
Hadis: Münâfıkın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vâdettiği zaman sözünde durmaz, kendisine emânet verildiği zaman hâinlik eder.’ (S. HAVVÂ, 9/401)
(9).’Namazlarını gereğince muhâfaza ederler.’ (9. Âyette yer alan) namazı muhâfaza şuanlamagelir: Onlar namazlarını dikkatli bir şekilde edâ eder, aksatmaksızın kılar, namazı kılma konusunda ihmalkâr davranmazlar. Namazı nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, âdâbıyla eksiksiz kılarlar. (Ö. ÇELİK, 3/456)
Hadis: Nebi (s)’den rivâyet edilen sahih bir hadiste Efendimiz, Bilâl (r)’a şöyle buyurdu: ‘Hangi amel ile cennete benden önce girdin? Orada nereye ayağımı bassam senin ayak hışırtını önümde işittim.’ Bilâl (r) şöyle cevap verdi: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Abdestimi bozar bozmaz hemen abdest alırım. Abdest aldığımda da mutlaka iki rekât namaz kılarım.’ Bunun üzerine Efendimiz (s): ‘İşte bu ikisiyle (cennete benden önce varmışsın)’ buyurdu. (Buhâri, Müslim’den İ. H. BURSEVİ, 13/180)
(10).‘Firdevs cennetine vâris olanlardır. Onlar, orada temelli kalırlar.’ İslâmi kaynaklarda Firdevs kelimesi cennetin tamâmı veya bir bölümü için kullanılmaktadır. Cennetin ortası ya da en yüksek yeri olduğuna dâir değişik rivâyetler vardır. (KUR’AN YOLU, 4/12)
Hadis: ‘Cennet yüz derecedir. Cennetin her derecesigök ile yer arası kadardır. Cennetlerin en âlâsı ve en ortası Firdevs cannetidir. Arş da Firdevs cennetinin üzerindedir. Cennet ırmakları, Firdevs cennetinden fışkırır. Allah’tan cennet istediğiniz zaman Firdevs cennetini isteyin.’ (İbni Mâce Zühd 39; Buhâri Tevhid 22; Tirmizi Cennet 4; İ. KARAGÖZ 5/11)
Cennette ölüm yoktur. Çünkü dünyanın fâni olmasına karşılık âhiret bâkîdir. Cennette ölüm olmayacağı âyet ve hadislerde açıkça bildirilmektedir. ‘Cennette müttakiler ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.’ (Duhan 44/56) Bu âyet-i kerîmede cennette ölüm olmadığı açık seçik bildirilmektedir. Hadîs-i şeriflerde ‘ölüm’ denen olgunun âhirette yok edileceği, cennet ve cehennemde hayâtın sonsuz olacağı bildirilmektedir. (Müslim Cennet 22; Tirmizi Sıfatü’l Cennet 19; İ. KARAGÖZ 5/11, 12)
23/12-16 İNSANIN YARATILIŞ SAFHÂLARI
12. Andolsun ki (biz, ilk) insan (Âdem)’i çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.
13. Sonra onu(nneslini, ondaki) bir nutfe (yânispermaileyumurtayıaşılamış) olarak sağlam (veemin) bir yer (olanrahim)e yerleştirdik.
14. Sonra (rahimdeo) nutfeyi (zigotu) bir “alaka” yaptık; derken, o “alaka”yı da bir “mudga”ya, “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük, o kemiklere de et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir varlık yaptık. (Varlıkları) yaratıp şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir! [bk. 3/6; 22/5]
15. Sonra siz bunun ardından şüphesiz öleceksiniz.
16. Sonra siz kıyâmet gününde mutlaka diriltileceksiniz.
12-16. (12).‘Andolsun ki Biz insanı (yâniÂdem’i) süzülmüş bir çamurdan yarattık.’ Nesefi şöyle demektedir: Âdem’in kendisinden yaratıldığı toprağa ‘sülâle’ ‘süzülmüş’ denilmesinin sebebi, onun her türlü topraktan süzülmüş olmasıdır, denilmiştir. (S. HAVVÂ, 9/407)
Hadis: Allah, Âdem’i bütün arzdan aldığı bir kabzadan yarattı. O bakımdan Âdemoğulları da yeryüzü gibi geldiler. Kimisi kırmızı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi bunlar arasında. Kimisi iyi, kimisi kötü ve kimisi de bunlar arasındadır.’ (Ebû Dâvud, Tirmizi’den S. HAVVÂ, 9/413)
(13).’Sonra da onu bir nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik.’ Rahim için kullanılan ‘kararunmekinün’tâbiri, ‘oldukça sağlam ve güvenli bir yer’ mânâsında olup, rahmin, hiçbir dış ve iç etkiye mâruz kalmadan döllenmiş yumurtayı koruyup yetiştirebilecek özellikte sağlam ve güvenli bir yer olduğunu ifâde etmektedir. Bugün insan anatomisiyle ilgilenen bilim dalı da rahmin, dıştan gelebilecek tehlikelere mâruz kalmaktan korunması kolay olan bir boşluğa yerleştirildiğini, sağlam yapılı kaslarla bu boşluğa tutturulmakta, gebelik süresince normal hacminin 3 000 katı fazla büyümeye imkân vermekte olduğunu ve annenin aldığı vücûda zararlı maddelerin pek çoğundan cenini koruyabildiğini söylemektedir. (Arsan’dan, Ö. ÇELİK, 3/458)
(14).‘Sonra nutfeyi bir alâka hâline getirdik. Rahime iliştirip, aşılama yaptırarak tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk hâline değiştirdik. (ELMALILI, 5/514)
‘O alâkayı bir çiğnem et yaptık.’ Bir çiğnemlik eti andıran ete dönüştürdük. ‘Bir çiğnemlik eti kemikler hâlinde yarattık.’ Çağımız ilim adamlarının açıkladıklarına göre bu aşamada ilk oluşan hücreler, kemik hücreleridir. (S. HAVVÂ, 9/408)
‘Kemiklere de et giydirdik ve sonra onu başka bir yaratık yaptık.’ İbn Kesir der ki: Yâni ona ruh üfledik. Böylece harekete başladı ve bir başka hilkate dönüştü. Gözü, kulağı, idrâki, hareketi ve çırpınışı oldu. Nesefi de der ki: Yâni onu birinci yaratılıştan farklı bir başka yaratık hâline getirdik. Önceden cansız iken, konuşan, işiten, gören bir canlı hâline getirdik. (S. HAVVÂ, 9/408)
Hadis: ‘Her birinizin yaratılışı anne rahminde birinci kırk gün içinde nutfe olarak derlenip toparlanır. Sonra ikinci kırk günde alâka olur. Sonra da bir o kadar zaman içinde mudga hâline gelir. Daha sonra ona bir melek gönderilir ve ona ruh üfler. (Buhâri Bed’ül Halk 6; Müslim Kader 1’den, Ö. ÇELİK, 3/459)
‘Yaratanların (takdir edenlerin) en güzeli olan Allâh’ın şânı ne yücedir.’ Tefsirlerde Arapların ‘hâlk’ kavramını ‘bir şey yapma, üretme’ (sun’) anlamında insanlara nisbet ederek kullandıkları (..) bildirilmektedir. Bununla birlikte söz konusu kavram, Müslümanlar arasında zamanla sâdece Allah için kullanılmış, O’ndan başkasına nisbet edilmesi kulluk edebine aykırı görülmüştür. (KUR’AN YOLU, 4/15)
(15).‘Sonra (ey insanlar!) Şüphesiz ki siz, bundan sonra kesinlikle öleceksiniz.’ Her canlı bir gün ölümü tadacaktır. (Âl-i İmran 3/185) Doğan insanlardan kimi bebeklik, kimi yetişkinlik döneminde ölür. Her insanın dünyâda ne kadar yaşayacağı yüce Allah tarafından takdir edilmiş (56/60) ve süresi belirlenmiştir. Hiçbir kimse bu süreden önce ölmez, sonraya da kalmaz. (3/145) Ölüm yok olmak değil, beden ile ruhun ayrılmasıdır. Beden, aslı olan toprağa döner. Ruh, Berzah âleminde yaşamaya devam eder. (İ. KARAGÖZ 5/14, 15)
23/17-22 ÜSTÜNÜZDE YEDİ YOL YARATTIK
17. (Ey insanlar!) Andolsun ki üstünüzde yedi yol (veyeditabakagök) yarattık. Biz yaratma (işin)den gâfil değiliz. [bk. 2/29; 17/44; 65/12; 71/15]
18. Gökten suyu bir ölçü dâhilinde indirdik de onu yerde (faydasıiçin) biz durdurduk. Şüphesiz biz onu gidermeye de kâdiriz.
19. İşte bu su ile size hurma bahçeleri, üzüm bağları meydana getirdik. Bu bahçelerde sizin için birçok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz. [bk. 16/11; 36/34-35]
20. Yine su ile Tûr-ı Sînâ’da yetişen bir (zeytin) ağac(ıyarattık) ki (meyvesi) yiyenler için hem yağ hem de katık (olarakzeytin) verir.
21. (Ey insanlar!) Evcil hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Karınlarının içindekinden size (süt) içiririz. Onlarda sizin için (daha) nice faydalar vardır, hem de onların etlerinden yersiniz. [bk. 16/66] 22. Hem onların hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız. [bk. 16/7; 40/79-81; 43/12-14]
17-22. (17).‘Andolsun ki Biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık.’ Nesefi der ki: Âyet-i Kerîmede sözü geçen ‘tarâik: yollar’, tarikat kelimesinin çoğuludur. Bundan maksat göklerdir. Çünkü gökler meleklerin yolları ve gidip geldikleri yerlerdir. Mücâhid ‘yedi yol’u ‘bunlar yedi gökdür, diye açıklamıştır. (S. HAVVÂ, 9/408)
(Müfessirlerin çoğu âyetteki “yedi yol”u yedi kat gök veya göğün katmanları olarak yorumlamışlardır. ELMALILI da bunu, insanları kuşatan yedi idrak yolu olarak anlıyor ki bunlar, beş duyu ile akıl ve vahiy yollarıdır.) (H. T. FEYİZLİ)
‘Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz.’ Yaratıcı olan Allah, her bakımdan mükemmel olduğundan, tüm yaratılışın da belirli bir plân ve amaç çerçevesinde mükemmel bir biçimde meydana getirildiği anlamı çıkar. Bu bağlamda, bizzat yaratılışın kendisi, bir acemi işi olmadığına delildir. Kâinattaki tüm sistemin bütün fiziki yasaları öylesine bir örgü içindedir ki, yaratıcısının Hakîm ve Alîm Allah olduğuna tanıklık etmektedir. (MEVDÛDİ, 3/371)
‘Biz yarattık’ ve ‘Biz yarattıklarımızdan gâfil değiliz’ cümlelerinde Allâh’ın kendisi için ‘biz’ demesi, Allâh’ın çokluğu anlamına gelmez. Bu, Arap dili ve anlatım tarzının özelliğidir ve çoğul, saygı çoğuludur. (İ. KARAGÖZ 5/16)
(18).‘Gökten belli bir miktar ile su indirdik ve onu yerde durdurduk.’ İbn Kesir der ki: Yâni yağmur buluttan indikten sonra onun yeryüzünde kalmasını sağladık. Yeryüzünün de onu kabul etmesini sağladık. Yeryüzü o suyu içer ve orada bulunan tâne ve çekirdekler de o su ile gıdâlanır. (S. HAVVÂ, 9/409)
Suyun yeryüzünde göl, ırmak, deniz, yeraltı suları, nem, çiy, kar vb. şekillerde tutulması canlıların yaşaması için önemlidir. Yer kabuğu su tutmasa veya bir anda yeraltı suları çekilse bunu Allah’tan başka hangi güç geri getirebilir? (bk. Mülk, 67/30, H. DÖNDÜREN, 2/558)
‘Biz yağmuru yerde tuttuk’ Yağan yağmırın bir kısmı toprak ve bitkiler tarafından kullanılır. Toprak suya doyduktan sonra, artan bir kısmı toprağın üstünde, göllerde, bir kısmını yer altında, toprağın katmanları arasında tutulur. İnsanlar, yerin üstü ve altındaki sulardan faydalanır. Bu, yüce Allâh’ın hikmeti ve kullarının ihtiyâcını bilmesi sebebiyledir.(İ. KARAGÖZ 5/18)
‘Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor da onu yerdeki bir takım kaynaklara akıtıp depoluyor. Sonra onunla rengârenk, çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. (Zümer, 39/21)
Yazın buharlaşıp kışın donan ve rüzgârlarla oradan oraya taşınıp, otların, ağaçların bitmesi vs. için yeryüzüne inerek, ırmaklar, kaynaklar ve kuyularla dağılan ve yeniden denizlerde, göllerde biriken de aynı su’dur. Ne bu büyük su kaynağı bir damla eksilmekte, ne de yaratılışından bu yana bir damla artmasına gerek kalmaktadır. (..) dünyâda hâla bol miktarda oksijen ve hidrojen bulunduğu hâlde neden daha fazla su üretilememektedir. Kim başlangıçta okyanuslar oluşsun diye bunları belli oranda birleştirmiştir? Ve fazladan bir damlanın daha oluşmaması için birleştirmeyi artık durdurmuştur? Sonra, su buharlaştığı zaman su buharlarından gaz hâlinde bile oksijenle hidrojenin bir arada kalmasını sağlayan kimdir? (MEVDÛDİ, 3/371)
Zaman zaman – belirli sebeplere ve hikmetlere bağlı olarak – bölgelere ve tabiat şartlarına göre yağmurun ihtiyaçtan az veya çok yağması yüzünden bâzı sıkıntılar, âfetler yaşanmakla berâber dünyânın geneli dikkate alındığında bu durumlar istisnâi olup, yağmur olayının canlılar için yararını esas alan yasalara göre cereyan ettiği, bu hususta bir düzenin hâkim olduğu görülmektedir. Râzi, buradaki ölçünün yağmur suyunun insan, hayvan ve bitkilerin yararlanmasına en uygun kıvamda ve saflıkta olduğuna delâlet ettiğini belirtirken (XXIII,88) ELMALILI da suyun terkibindeki ölçülülüğe; buharlaşma, yoğunlaşma gibi fiziksel olaylardaki yasalara ve bütün bunların tesâdüfen olmayıp, ilâhi hikmet ve inâyetin sonucu olduğuna dikkat çeker. (V, 3441/519, KUR’AN YOLU, 4/17)
Bulutlardan yağmur indirmesi, suların bir kısmını yerde tutması, su ile hurma, üzüm, zeytin ve benzeri ürünleri yetiştirmesi, Allâh’ın varlığına, birliğine ve gücüne, su ve toprak ürünlerinin insanlar için birer nîmet olduğunadelâlet eder. Aynı toprakta, aynı su, hava, ısı ve ışıkla yetiştiği hâlde, her bir bitki ve ürünün meyve ve sebzelerinin tatlarının değişik olması, yüce Allâh’ın kudretinin göstergeleridir. (İ. KARAGÖZ 5/19)
(20).‘Yiyenlere yağ ve katık veren bir ağaç ta varettik.’ Burada insanın beslenmesi ve sağlığı açısından pek önemli bir rızık olan zeytine husûsi bir yer verilir. Zîrâ o, hem meyvesi hem de yağı itibâriyle son derece faydalı bir ağaçtır. Bu önemine binâen Cenâb-ı Hak, onun adına yemin eder. (bk. Tîn, 95/1) Hadis: Rasûl-i Ekrem (s) ‘Zeytinyağını yiyiniz. Onunla saçınızı yağlayınız. Çünkü o, mübârek bir ağaçtan çıkar.’ (Tirmizi, Darimi) buyurur. (Ö. ÇELİK, 3/461)
‘Sizin için hayvanlarda da şüphesiz bir ibret vardır.’ O ağaçta ve bahçelerde hep birer ibret olduğu gibi, hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan en’âm yâni koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de bir ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar, o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar. ‘Size onların karınlarındakinden içiririz.’ Kan ile gübre arasından bembeyaz ve tertemiz süt çıkar, içilir; bir kör tabiatla bu nasıl seçilir. ‘Sizin için onlarda birçok faydalar da vardır.’ Ki, bakıp gözetmek şartıyla faydalanırsınız. ‘ve onlardan yersiniz.’ Meyvelerinden ve mahsullerinden faydalandığınız gibi, kendilerinden de faydalanır ve etlerinden yersiniz. (ELMALILI, 5/521)
23/23-30 NUH ALEYHİSSELÂM’IN MÜCÂDELESİ
23. Andolsun ki Nûh’u, kavmine (peygamber olarak) gönderdik de (onlara): “Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin, sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ şirk, inkâr ve isyandan sakınmaz mısınız?” dedi.
24. Kavminden ileri gelen inkârcılar da dedi ki: “Bu (Nuh) sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Size üstün gelmek istiyor. Eğer Allah (peygambergöndermek) isteseydi elbette melekleri indirirdi. Nitekim biz atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik.” [bk. 6/9; 17/90-95; 25/7]
25. “O kendisinde delilik bulunan birinden başkası değildir. Bu yüzden onu bir zamana kadar gözetleyin.”
26. (Nuh🙂 “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.” dedi.
27. Biz ona vahyettik ki: “Bizim nezaretimizde ve vahyimizle gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de tandır kaynadığı (yeryüzündesularınkaynayıpfışkırdığı) zaman ona, (hayvanların) her birinden (erkekvedişi) birer çift ile âile hâlkını koy. Yalnız onlardan aleyhine söz geçmiş (kendilericezâyıhaketmiş) kimseler hâriçtir. O zulmedenler hakkında (onlarıkurtarmakiçin) sakın bana yalvarma! Çünkü onlar boğul(mayıhaket)mişlerdir!” [bk. 11/40; 26/119; 54/11-14]
28. Artık sen ve berâberindekiler gemiye binince: “Bizi o zâlimler (kâfirler) güruhundan kurtaran Allâh’a hamdolsun.” de.
29. (Ey Nuh!) Yine de ki: “Rabbim! Beni mübârek bir yere indir. Sen (yere) indirenlerin en hayırlısısın.”
30. Doğrusu bu (Nuhkıssası)nda nice ibretler vardır. Biz (insanları) elbette imtihan etmekteyiz.
23-30. (23).‘Andolsun ki Nuh’u, kavmine gönderdik de (onlara): “Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin, sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ emrine uygun yaşamaz/azâbından sakınmaz mısınız?” dedi.’ Bu âyetlerden Nuh Kavminin çok tanrılı bir inanca sâhip olduğu anlaşılmaktadır. Nûh’un uyarısına rağmen kavminin ileri gelenleri, onun tevhîde çağıran tebliğleri üzerinde samîmi olarak düşünecekleri yerde, dâvetinin altında kötü niyet aramaya kalkışmışlar, liderlik peşinde olduğu, akli dengesinin yerinde olmadığı gibi haksız iddiâlar ileri sürerek onu insanların gözünde küçük düşürmeye çalışmışlardır. (KUR’AN YOLU, 4/20)
(24).‘Bunun üzerine kavminden kâfir olan ileri gelenler (efendiler ve eşraf kabul edilenler, avâma) dediler ki: Bu sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor.’ Yer, içer. İleri sürdüğü peygamberlik dâvâsıyla size karşı üstünlük sâhibi olmak, başınıza geçmek istiyor. O sizin gibi bir insan olduğu hâlde, peygamberlik iddiâsıyla sizden daha üstün ve daha yüksek bir makâma çıkmaya çalışıyor.(S. HAVVÂ, 9/423)
Halklarını ıslâha çalışan herkese karşı yükseltilen en eski itirazlardan biri de hep bu suçlama olagelmiştir. Karşı çıkanlar her zaman düzelticileri ülkede hâkimiyet sağlamak için dini istismar etmekle suçlaya gelmişlerdir. Mûsâ, Hârun ve Îsâ peygamber (as) gibi, Hz. Muhammed (s) aynı suçla suçlanmıştı. (Bkz. Yûnus78) O kadar ki, peygamberin amacının hükümdarlık olduğunu sanan Mekkeliler O’na mesajını yaymaktan vazgeçmesi hâlinde başlarına hükümdar yapmayı teklif etmişlerdir. (MEVDÛDİ, 3/373)
‘Şâyet Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. Nesefi der ki: Hayret edilecek durum şudur: Onlar taşın ilâhlığını kabul ederlerken, insanların peygamberliğini kabul etmek istemediler. (S. HAVVÂ, 9/423)
(26).‘Nuh da: Rabbim, beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et! Dedi.’ Onların îman edeceklerinden ümidini kesince Allâh’ın onlardan intikam alması için duâ etti. Mânâsı şudur: Rabbim; beni yalanladıkları için Sen de onları helâk et! Çünkü onların helâk edilmeleri, ona bir yardımdır. Yâni; beni yalanladıkları için, kedere ve üzüntüye gark oldum. Artık ona karşı bana vereceğin yardımınla beni teselli et, demektir. (S. HAVVÂ, 9/424)
(27).‘Her cinsten birer çifti ve âile hâlkını alıp gemiye bindir.’ İbn Kesir der ki: ‘Bitki, hayvan, meyve ve buna benzer diğer yaratıklardan erkek ve dişi olmak üzere gemiye bindir.’ Âile hâlkından kasıt ise, îman eden erkek ve kadınlardan çocuklarını ve seninle birlikte olan diğerlerini gemiye al, demektir. (S. HAVVÂ, 9/424)
‘Aleyhine (Allah tarafından helâk edilmeleri şeklinde) önceden hüküm verilmiş olanlar müstesna.’ Bunlar âile hâlkından olup, ona îman etmeyen kimselerdir. Oğlu ve hanımı gibi. (S. HAVVÂ, 9/424)
(29).’..ve de ki: Rabbim, beni mübârek (birindirişle) bir yere indir. ‘Ve Sen indirenlerin en hayırlısısın.’ Onlar bu duâyı yapmışlar, Cenâb-ı Hak da duâlarına icâbetle: ‘Ey Nuh! Sana ve seninle berâber bulunanların neslinden gelecek mümin ümmetlere vereceğimiz selâmet ve bereketlerle gemiden in’ buyurmuştur. (Hud 11/48, Ö. ÇELİK, 3/465)
Bu (duâ) aynı zamanda her müminin bir yere yerleşirken, yolculuk yaparken tekrar etmesinde fayda bulunan anlamlı bir duâ örneğidir. (KUR’AN YOLU, 4/21)
(30).‘Şüphesiz ki bunda (müminlerin kurtarılıp, kâfirlerin helâk edilmesinde) âyetler vardır.’ Peygamberlerin Allah tarafından getirdiklerine, haberlerin doğruluğuna dâir birçok ibretler, öğütler ve apaçık delâletler vardır. Allâh’ın dilediği herşeyi yaptığına, her şeye kâdir olduğuna ve her şeyi bildiğine dâir kesin deliller vardır. (S. HAVVÂ, 9/425)
‘… imtihan edenler’ (Buradaki) çoğul, saygı çoğuludur. (..) İnsanlar, durumları ve bilgileri ölçülmek için imtihan edilirler. Bu mânâda Allâh’ın kullarını imtihan etmeye ihtiyâcı yoktur. Yüce Allah herşeyi vukuundan önce bilir. O’nun ilmi herşeyi kuşatmıştır. Allâh’ın ilmi için zaman ve mekân söz konusu değildir. Zaman ve mekânı da yaratan yüce Allah’tır. Allah gizli ve âşikâr herşeyi bilir. O’nun ilmi dışında hiçbir şey yoktur. (..) Allâh’ın imtihânı, tecrübe ile bilmesi değil, sabredenler ile etmeyenleri ortaya çıkarmasıdır. Allâh’ın tecrübe ile bilmeye ihtiyâcı yoktur. Allah nimetle de musîbetle de sınayabilir. (İ. KARAGÖZ 5/26)
Nuh peygamberin kıssasının sonunda, kendinden pek çok dersler çıkarılabilecek bu kıssadaki âyetlere özel dikkat çekilmektedir. Sözgelimi, halkı tevhîde çağıran peygamber doğrudayken, şirk ve küf(ü)r’de ısrar edenler, yanlıştaydılar ve helâk edildiler. Hz. Nuh peygamberle hâlkı arasında geçen çatışmanın aynısı Mekke’de cereyan ediyordu. Bu bakımdan düşmanları karşısında nihâi zafer Nuh peygamber gibi Hz. Peygambere âit olacaktır. (MEVDÛDİ, 3/375)
23/31-44 ÎMAN ETMEYEN KAVMİN CANI CEHENNEME!
31. Sonra onların (Nuh kavminin helâkinin) ardından diğer bir nesil (olanÂdkavmini) var ettik.
32. Onların içinde de kendilerinden bir peygamber (olanHûd’u) gönderdik. “Allâh’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun azâbından sakınmaz mısınız?” (dedi).
33. Kendilerine dünyâ hayâtında refah verdiğimiz hâlde, kâfir olan ve âhirete kavuşmayı yalanlayan kavminden ileri gelenler (şöyle) dediler: “Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. (Baksanıza) sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor.”
34. “Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz kesinlikle ziyâna uğrayan (âciz) kimselersiniz demektir.”
35. “Siz öldüğünüz, toprak ve kemikler hâline geldiğiniz zaman, gerçekten sizin (kabirlerden) çıkarılmış olacağınızı (diriltileceğinizi) mi size vaadediyor (vesizibununlamıkorkutuyor)?”
36. “O tehdit edildiğiniz (öldüktensonradirilmeningerçekolması) ne kadar, hem de ne kadar uzak!
37. “Bu dünyâ hayâtımızdan başkası yoktur. (Kimimiz) ölürüz (kimimizde) yaşarız, biz öldükten sonra diriltilecek de değiliz.”
38. (Peygamber olduğunu iddiâ eden) o (adam) Allâh’a karşı yalan uyduran bir adamdır. Biz ona inanan (kimse)ler de değiliz.”
39. (Peygamber🙂 “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.” dedi.
40. (Allah🙂 “Onlar çok geçmeden elbette pişman olacaklar.” buyurdu.
41. Derken, onları o korkunç çığlık yakalayıverdi. Böylece onları sel sularının taşıdığı çer çöp hâline getirdik. Artık defolup gitsin böylesi zâlim kavim!
42. Sonra, onların ardından başka başka nesiller var ettik.
43. Hiçbir topluluk ecelini ne öne alabilir, ne de (onu) erteleyebilir.
44. Biz (ümmetlere) peyderpey peygamberlerimizi gönderdik. Hangi ümmete peygamber geldiyse onu yalanladılar, biz de onları birbiri ardınca (helâkedip) gönderdik ve onları (ibretlik) hikâyeler yaptık. Artık îman etmeyen kavim (Allâh’ın rahmetinden) uzak olsun.
31-44. (31).‘Bunların (Nuhkavminin) ardından başka bir nesil yarattık.’ Bu başka nesilden maksadın, Âd kavmi olduğu söylenmiştir. (..) Semud kavminin kastedildiği de söylenmiştir. Nesefi, bunların Hz. Hûd’un kavmi Âd olduğu görüşünü tercih ederek: Hz. Hûd’un: ‘Nuh kavminden sonra sizleri hâlîfeler kılmış olduğunu hatırlayınız.’ (el Araf, 7/69) şeklindeki sözleri, Araf, Hud ve Şuarâ sûrelerinde de Hud kıssasının Nuh kıssasından sonra gelmesi, bunun delilleri arasındadır, demektedir. (S. HAVVÂ, 9/425)
(Bununla birlikte) burada sözü edilen peygamberin dâvet ettiği tevhid ilkesi esâsen Kur’ân’da adı geçen peygamberlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ortak dâvâdır. Hz. Muhammed de dâhil olmak üzere bütün peygamberlere karşı mücâdele verenler, bu kıssadakiler gibi genellikle eşraftan hâli vakti yerinde, çıkarlarına uygun düştüğü için mevcut sistem ve telâkkiden memnun olan kesimlerdi. Bunlar genellikle hak peygamberin getirdiği sistemi kendi toplumsal ve ekonomik statüleri için tehlikeli; özellikle herkes gibi bu baskıcı zümresinin de yapıp ettiklerinden dolayı sorumlu tutulacaklarını bildiren, böylece toplumda mutlak bir hak ve adâlet bilincinin uyanmasını hedefleyen âhiret inancıyla ilgili tebliğleri reddetmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/23)
(33).‘Onun kavminden kâfir olan, âhirete kavuşmayı (âhirettekihesâbı, sevâbı, ikâbı / cezâyı ve diğer durumlarla karşılaşmayı) yalanlayan ve dünyâ hayâtında (çok çocuk ve mal vermek sûretiyle) kendilerine refah verdiğimiz bir grup dedi ki: Bu (peygamber) sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Sizin yediklerinizden yiyor ve içtiklerinizden içiyor.’ Rasullere karşı çıkan tüm insanların şu üç ortak özelliğe sâhip olduklarını belirtmeliyiz: (1) Hepsi de kavimlerinin şerleri, reisleri idiler, (2) Âhiret hayâtına inanmıyorlardı, (3) Zengin ve dünyâ hayatında başarılı olanlardı. (MEVDÛDİ, 3/377)
Nuh kavminin yalnız küfürlerini(n) zikri ile yetinilmişti, bunların hakkında ise, küfürleriyle berâber âhirete gitmeyi yalanlama ve dünyâ hayatında nîmet ile şımarıklık özellikleri de bilhassa belirtilmiştir. Bu özellikler asrımız kâfirlerinin de en belirgin özelliklerini ortaya koyduğu gibi, söyledikleri sözler de tamâmıyla şimdiki kâfirlerin dillerine doladıkları sözlerdir. (ELMALILI, 5/528)
(35).‘Öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz zaman, tekrar diri çıkartılacaksınız, (sorguya çekilmek, hesabınız görülmek, sevap ve cezâ verilmek üzere diriltileceksiniz) diye sizi tehdit mi ediyor? 36. Hâlbuki tehdit edildiğiniz şey (azap veya öldükten sonra dirilmek) ne kadar, hem de ne kadar (alabildiğine) uzak (tır) (S. HAVVÂ, 9/426)
(41).‘Onları müthiş bir çığlık hak ile yakaladı.’ Nesefi der ki: ‘Cabrâil’in onlara karşı haykırması ile onları helâk etti, darmadağın etti. ‘Hak ile yakalaması’ ise; Allah’tan gelen bir adâlet gereği bu azâbın onlara isâbet etmesi demektir. Yâni onlar, kâfir olmaları ve azgınlıkları sebebiyle Allah’tan böyle bir azâbı hak etmişlerdi. (S. HAVVÂ, 9/426)
‘ve onları süprüntü hâline getirdik.’ Âyette geçen ‘Gusa’ sel sularının önünde biriken kırık dökük otlar, hiçbir işe yaramayan, bir değeri olmayan, aralarında bir ilgi de bulunmayan çerçöp yığını demektir. Bunlarda, Yüce Allâh’ın kendilerini onurlandırdığı özelliklerden soyutlandıkları, dünyâ hayâtındaki varlıkların hikmetinden habersiz oldukları, yüceler âlemi ile ilgilerini kestikleri için içlerinde saygı duyulacak bir unsur kalmamıştır, sel sularının önündeki çerçöp yığınına dönüşmüşler, bir değer, bir özen gösterilmeden bir kenara atılmışlardır. (S. KUTUB, 7/410)
(42).‘Sonra onların ardından başka nesiller var ettik.’ İbn Abbas’a göre, kastedilen İsrâiloğullarıdır. Sâlih, Lût, Şuayb (as) ve diğer kimi peygamberlerin nesilleri olduğu da söylenmiştir. (Beyzavi’den, H. DÖNDÜREN, 2/559)
(43).‘Hiçbir topluluk kendi süresini öne getiremeyeceği gibi ( kendisi için yazılıp tâyin edilmiş, helâk olması için belirlenmiş ve takdir edilmiş süreyi) geri de bırakamaz.’ Yâni azap, edilecekleri vaktin sonrasına kalmazlar. Bilâkis Allâh’ın Kitâb-ı Mahfûz’unda kendileri için takdir edilmiş olan esaslara göre azap edilirler. (S. HAVVÂ, 9/426)
İlgili Âyet: ‘Her ümmet için bir süre vardır. Süreleri gelince, ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler.’ (Araf, 7/34) (H. DÖNDÜREN, 2/559)
(44).‘Biz (topluluklara) peyderpey peygamberlerimizi gönderdik.’ Allâh’a îman etmemek, O’nu yok sayarak yaşamak veya peygamberinin getirdiklerini yalanlamak ve onlardan yüz çevirmek, mülkünde ve hâkimiyetinde yaşadığımız yüce Allâh’a bir başkaldırıdır. Bunun cezâsı da, verdiği mühlet bitince, çeşitli dönemlerde insanların başına gelmiştir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/344)
23/45-50 KUDRETİMİZE BİR ALÂMET KILDIK
45, 46. Sonra Mûsâ’yı (vekardeşi) Hârûn’u, mûcizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun ve ileri gelen yandaşlarına gönderdik. Ama onlar büyüklük tasladılar (îmanetmeyikibirlerineyediremediler). Zaten kibirlenen bir toplum idiler.
47. “Kavimleri (olanİsrâiloğulları) bize kölelik ederlerken, şimdi bizim gibi iki insana mı îman edeceğiz?” dediler.
48. (Firavun ve ileri gelenleri) Mûsâ ve Hârûn’u yalanladılar ve helâk edilenler güruhuna dâhil oldular.
49. Andolsun ki biz Mûsâ’ya, (kavmi) doğru yolu bulsun diye Tevrat’ı verdik.
50. Meryem’in oğlunu ve annesini de (kudretimizeişâreteden) birer ibret vesîlesi yaptık ve onları oturmaya uygun, akar suyu olan bir tepede barındırdık.
45-50. (45).‘Sonra Mûsâ’yı ve kardeşi Hârun’u mûcizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik.’ Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’un berâberindeki ‘âyetler’den maksat; asâ, beyaz el, çekirge, bit, kurbağa, kan, denizin yarılması, kıtlık içinde geçen yıllar ve ürünlerin noksanlaşması gibi mûcizelerdir. ‘Apaçık bir delilden kasıt ise, onların en büyük mûcizeleri olan ‘asâ’ mûcizesidir. Çünkü buna asânınyilânadönüşmesi, sihirbazların büyülerini yutuvermesi, denizin yarılması, taşa vurulmak sûretiyle gözelerin fışkırması, onun Hz. Mûsâ’ya bekçi olması, ışık olması, meyvelî ağaca dönüşmesi gibi pek çok mûcize de taalluk etmektedir. İşte bu üstünlükleri sebebiyle asâ mûcizesi diğerlerinden ayrı olarak özellikle belirtilmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/469)
(47).“Kavimleri (olanİsrâiloğulları) bize kölelik ederlerken, şimdi bizim gibi iki insana mı îman edeceğiz?” dediler.’ Firavun ile kavminin ileri gelenleri Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a inanmadılar. Bunun sebebi: (a) Oldukça kendini beğenmiş, kibirli ve zâlim bir topluluktular. (b) Dünyevi imkânlar bakımından ileri seviyede idiler. Sayı ve kuvvet bakımından güçlü idiler. (c) İsrâiloğulları uzun yıllardır onların emrinde köle olarak çalıştıkları için onları aşağı görüyorlardı. Köleleri durumunda olan bir toplumun içinden çıkan iki kişinin kendilerine bir şey öğretmeye ve akıl vermeye kalkışmaları onların çok ağırına gitmişti. Bunu gururlarına yedirememişlerdi. Bu sebeple: ‘Yâni biz şimdi kalkıp, kendimiz gibi sıradan iki insana mı inanacağız; hem de kavimleri başı yerde, elleri göğsünde bize hizmet eden kölelerimizken?’ (Mü’minûn, 23/47) demişlerdi. İnkâr ve yalanlama yolunu tutmaları sebebiyle de netice Kızıl Deniz’in azgın dalgaları arasında helâk edilmişlerdi. (bk. Araf 7/103-136; Yûnus 10/75-92; Tâhâ 20/9-80, Ö. ÇELİK, 3/470) )
(49).‘Andolsun ki, Mûsâ’ya hidâyet bulurlar diye kitap verdik.’ 49. Âyette ifâde edildiği üzere Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ın verilmesiyle doğru yolu öğrenip onu izlemeleri umulan kimseler, İsrâiloğulları’dır. Çünkü Tevrat, Kızıl Denizi geçtikten sonra verilmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/470)
(50).‘Biz Meryem’in oğlunu da annesini de bir mûcize kıldık.’ Hz. Îsâ ve annesi Hz. Meryem ikisi birlikte ‘bir âyet’ olarak takdim edilirler. Âyetten kasıt ‘mûcize’ olup, Hz. Meryem’in oğlu Îsâ’yı babasız olarak mûcizevi bir şekilde dünyâya getirmesidir. (bk. Âl-i İmran 3/45-49; Meryem 19/16-35; Enbiyâ 21/91; Ö. ÇELİK, 3/470)
Hz. MeryemveÎsâ’nın Allâh’ın varlığına, yaratıcı gücüne delil ve bir mucize olması, Hz. Meryem’in evlenmediği ve (..) cinsel ilişki kurmadığı hâlde hâmile kalması ve ve Hz. Îsâ’yı babasız olarak dünyâya getirmesidir. Bu, Allâh’ın kudretinin büyüklüğünü gösteren en önemli mucizedir. Allâh’ın her şeye gücü yeter. Anasız ve babasız olarak Hz. Âdem’i yaratan yüce Allâh’a babasız olarak bir insanı var etmesi daha kolaydır. (19/21; 21/91; İ. KARAGÖZ 5/35)
‘Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli yüksek (tümsekçe ve oturmaya elverişli, düz ve yaygın yâhut meyvesi veya suyu bol) bir yere yerleştirdik.’ Nesefi der ki: ‘Burasıya Beyt-i Makdis, Dımaşk, Remle veya Mısır’dır. İbn Kesir der ki: ‘Bu konuda doğruya en yakın olan görüş el Avfi’nin İbn Abbas’dan ‘Her ikisini de sulak, oturmaya elverişli bir yere yerleştirdik’ buyruğu ile ilgili olarak söylediğini naklettiği şu sözdür: Sulaktan kasıt, akan su demektir. Bu da şânı Yüce Allâh’ın ‘Rabbin, senin altında bir ırmak akıttı.’ (Meryem 19/24) buyruğunda sözü geçen akan sudur. (S. HAVVÂ, 9/428)
23/51-61 GÜZEL İŞLER YAPIN
51. Ey Rasûller! Temiz / helâl şeylerden yiyin, sâlih ameller işleyin. Çünkü ben yaptıklarınızı hakkıyla bilenim.
52. Şüphesiz bu sizin dîniniz, tek hak dindir. Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde emir ve yasaklarıma uygun yaşayıp azâbımdan sakının.
53. Ancak onlar (saparakdin) işlerinde, gruplar hâlinde aralarında parçalandılar. Her grup ellerinde bulunanla (kendilerinepayçıkararak) övünüp sevinmektedir. [krş. 21/92-93]
54. (Ey Rasûlüm!) Sen onları, bir vakte kadar cehâlet ve sapıklıkları içinde bırak. [bk. 15/3; 86/17]
55, 56. Kendilerine mal ve evlât verirken, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır! Onlar (işin) farkına varamıyorlar. [bk. 9/55]
57, 58, 59. Buna karşı, Rablerinin (sevgisinikaybetme) korkusundan titreyenler, Rablerinin âyetlerine (gerçekanlamda) inananlar, Rablerine (hiçbir) ortak koşmayanlar,
60, 61. Kalpleri, Rablerine döneceklerinden titreyerek, vereceklerini (esirgemeden) verenler/yapmaları gerekeni yapanlar var ya, işte onlar, hayırlı işlerde koşuşurlar ve bu uğurda yarış ederler.
51-61. (51).‘Ey peygamberler, temiz (yânihelâl) şeylerden yiyin. Sâlih amel işleyin.’ Tayyibat’tan maksat, şeriatın yenilmesini ve kullanılmasını helâl kıldığı, temiz, hoş ve sağlığa uygun yiyeceklerdir. Cenâb-ı Hak, bunlardan yararlanmayı peygamberler için de mubah saymıştır. (Ö. ÇELİK, 3/471)
Bir şeyin Tayyib olabilmesi için gıdâ değeri olup faydalı olması, habis yâni bedene ve akla zararlı olmaması gerekir. Âyet ve sahih hadislerde haram veya mekruh olduğu bildirilenler dışında kalan yiyecek ve içeceklerin tayyip veya habis, dolayısıyla helâl veya haram olduğu, akl-ı selim sâhibi insanların ortak aklı ile bilinir. (..) Sâlih amel, müminin iyi bir niyetle, samimi olarak, ahlâsla Allâh’a ve Peygamberine itaat olan, İslâm’a ve aklı selîme uygun olarak yapılan her türlü amel ve ibâdetlerdir. Sâlih amelin Allah katında makbul olabilmesi için, bu ameli işleyen kimsenin mümin olması, ihlâs ile ve ibâdet niyeti ile yapılması gerekir.
Hadis: Sahihte: ‘Koyun çobanlığı yapmamış hiçbir peygamber yoktur’ diye buyuran Hz. Peygambere ashâb-ı kiram: ‘Sen de mi Ey Allâh’ın Rasûlü?’ diye sorunca ‘Evet, ben de. Mekke hâlkına birkaç kırat karşılığında onlara koyun otlatırdım’ diye buyurduğu rivâyet edilmiştir. (S. HAVVÂ, 9/429)
Hadis: EbûHüreyre’den: Rasûlullah buyurdu ki: Ey insanlar! Şüphesiz Allah temizdir, Ancak temiz olanı kabul eder. Allah müminlere, peygamberlerine emrettiği şeyleri emretmiştir.’ buyurmuş sonra yukarıdaki âyeti ve aynı mesajı veren Bakara 2/172 âyeti okumuştur. Sonra da şu örneği vermiştir: Uzun yolculuğa çıkan ve üstü başı toz içinde kalan bir kimse, ellerini gök yüzüne açarak, ‘Ey Rabbim! dese, yediği haram, içtiği haram giydiği haram ve haramla beslenmiş! Onun duâsı nasıl kabul olunur?’ (Müslim Zekât 63, 65; Tirmizi Tefsiru sûre 2/36; Nesâi Zekât 48’den, H. DÖNDÜREN, 2/559)
(52).’Şüphesiz bu, tek bir ümmet olarak sizin ümmetinizdir.’ Ey peygamber ve rasuller topluluğu, sizin dininiz bir, şeriatınız birdir. Gösterdiğiniz yol tektir. (S. HAVVÂ, 9/428)
(53).‘Ama insanlar, emirleri konusunda aralarında bölük bölük ayrıldılar.’ Ümmetler gruplara ayrıldılar. Yâni bir ve tek olan dinlerini birçok din hâline getirdiler. (S. HAVVÂ, 9/428)
İslâm, Hz. Nuh’tan Hz. Îsâ’ya tüm peygamberlerin (as) bağlı olduğu tek ve aynı dînin adıdır, çünkü hepsi de aynı Tevhid ve Âhiret doktrinlerini getirmişler ve tebliğ etmişlerdir. Öte yandan, tüm diğer dinlerin çeşitli biçimlerde tahrife uğramış olmaları ‘tek ve değişmez dinden sapmaların sonucudur. Bubakımdan, bozulmuş dinlere uyanlar yanlışta, onları ilk ve son gerçek ve değişmez dine çağıran Hz. Peygamber (sa) ise doğru yoldadır. (MEVDÛDİ, 3/381)
(54).‘Sen onları, bir vakte kadar cehâlet ve sapıklıkları içinde bırak.’ Araplar, ataları olan Hz. İsmâil’in tevhid inancını terk etmişler, türlü türlü putperestlik çeşitleri türetmişlerdir. Âyette, ‘Şimdi sen onları bir süre için gafletleri içinde kendi hâllerine bırak!’ buyurularak, putperestliğin sonunun yaklaştığı haber verilmektedir. Nitekim bu sûrenin inmesinden bir süre sonra gerçekleşen hicret ile Müslümanlar bağımsızlıklarını elde etmişler ve bu olay putperestler için sonun başlangıcı olmuştur. (KUR’AN YOLU, 4/29)
(55).‘Sanıyorlar mı ki onlara mal ve çocuklar verirken yalnızca iyilikleri için çırpınıyoruz! Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar.’ Refah ve zenginliği, hakla bâtılın ölçüsü kabul etmek, mutlak anlamda yanlıştır. Bu düşünce terk edilmedikçe sağlam inanç, sâlih amel ve güzel ahlâk sâhibi olmak mümkün değildir. (MEVDÛDİ, 3/382)
Mekke’de müşrikler sosyal ve ekonomik bakımdan müslümanlardan daha güçlüydüler; bunu doğru yolda olduklarının bir kanıtı sayıyor ve hep böyle gideceğini zannediyorlardı. Hâlbuki bu imkânlar onlar için bir istidraç idi, yâni gerçeği görüp ona teslim olma niyetinde olmayanların günahlarını daha da arttıran bir belâ, bir musîbet idi; fakat müşrikler ne bu gerçeğin ne de sonlarının gelmekte olduğunun farkına varabiliyorlardı. Nitekim kısa denebilecek bir zaman içinde önce Medîne’de, ardından da Mekke’de ve diğer belli başlı merkezlerde İslâm’ın hâkim olmasıyla birlikte eski düzenin itibarlı müşrikleri mallarının ve evlâtlarının kendi acı âkıbetlerini, tükenişlerini önleyemediğini görmüşlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/29)
Hadis: Şüphesiz ki Allah, aranızda rızıkları paylaştırdığı gibi, ahlâkınızı da öyle paylaştırmıştır. Allah, dünyâyı sevdiğine de verir, sevmediğine de. Ancak dini sâdece sevdiği kimselere verir. Allah kime dini verirse, onu sevdi demektir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 9/430, hadisin devamı var.)
Müminin Altı Özelliği:
(57-59).(1).‘Muhakkak ki Rablerinden korkarak titreyenler’ İbn Kesir der ki: Yâni bu gibi kimseler, ihsan, îman ve sâlih amellerine rağmen, Rablerinden korkarlar, O’ndan titrerler. O’nun kendilerine azap edeceğinden çekinirler. Nitekim Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Mümin, hem ihsan hem de korkuya bir arada sâhip olurken, münâfık hem kötülük yapmakta, hem de kendisini güvenlik içinde hissetmektedir. (S. HAVVÂ, 9/436)
(2).‘Rablerinin âyetlerine inananlar’ Yâni O’nun kevni ve şer’i âyetlerine inanırlar. İndirdiği kitaplar da, bu inandıkları âyetler cümlesindendir. Onun kitaplarıarasındafarkgözetmediklerigibi, her hangi bir kitabında yer alan mânâlar arasında da ayırım gözetmezler. Kitap ehli gibi işlerini kendi aralarında bölük pörçük etmezler. (S. HAVVÂ, 9/436)
‘Şüphesiz Rablerinin âyetlerine îman eden kimseler..’ ‘Rablerinin âyetleri’ ile maksat, Kur’an âyetleridir. Kur’an’da 6236 âyet vardır. Her bir âyet, îman konusudur. Âyetlere îman ile maksat, Kur’ân’a îman etmektir. Kur’ân’a îman etmek ise, Kur’ân’ın Allah sözü ve verdiği bilgilerin doğru olduğuna, emir ve yasaklarına riâyet edilmesi gerektiğine, Kur’ân’ın evrensel yâni bütün toplumlar ve zamanlar için geçerli olduğuna îman etmek demektir. (İ. KARAGÖZ 5/41)
(60, 61).(3).‘Rablerine eş koşmayanlar’ (4).’Ve verdiklerini Rablerine dönecekler diye kalpleri ürpererek verenler.’ Verdikleri zekât ve sadakalarını kusurları sebebiyle, kabul edilmez, korkusuyla verenler. (S. HAVVÂ, 9/436)
60’ıncı âyette ‘vermek’ten söz edilmekle birlikte verilen şeyler belirtilmemiştir. Bu durumda Allâh’a saygı ve hayır işleme düşüncesiyle insanlara yapılan her türlü iyilikler bu âyetin kapsamına girmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/30)
Bu (60’ncı) âyet şu anlamları içermektedir: ‘Onlar Rablerine kulluk ederler, O’na itaat için ellerinden geleni yaparlar ve sâlih amellerde bulunurlar, yine de her an kalpleri korku doludur ve dindarlıklarıyla aslâ gurur duymazlar, kendilerini beğenmeye kalkışmazlar. Tüm sâlih amellerine rağmen, kalpleri hep huşû içindedir, Rablerine hesap verecekleri korkusuyla titrerler ve Rablerinin mahkemesinde ‘Bera(a)t’ edip etmeyeceklerinden emin değillerdir. (MEVDÛDİ, 3/384, 385)
Hadis: Hz. Âişe (r) der ki: Rasûlullah (s)’e ‘Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar’ (Müminûn 23/60) âyeti hakkında ‘Acaba bunlar içki içip, hırsızlık yapan kimseler midir?’ diye sordum. Efendimiz (s) şöyle buyurdu: ‘Hayır, ey Sıddık’ın kızı! Bunlar oruç tutan, namaz kılan ve sadaka veren, bununla birlikte kendilerinden kabul olunmayacak diye korkan ve hayırlarda ellerini çabuk tutan kimselerdir.’ (Tirmizi Tefsir 23/4’den, Ö. ÇELİK, 3/473)
(5).Yüce Allâh’ın huzûruna mahcup olarak varmaktan kalpleri ürperenler ve O’nun azâbından korkanlar, O’na kulluk ederler, O’nun yolunda infak ederler (76/8-12), sâlih (sevaplı) işlerde bulunurlar, dindarlıklarıyla övünmez, kendilerini beğenmezler. Bu âyetin böylece somut bir uygulayıcısı olan Hz. Ömer vefat etmeden önce, “Rabbimin azâbından değil, O’na mahcup varmaktan korkuyorum.” demiştir. Hasan-ı Basrî hazretleri de güzel bir ifâdeyle, “Mü’min Allâh’a itaat eder ama yine de korkar; münâfık ise hem Allâh’a ve emirlerine baş kaldırır hem de O’ndan korkmaz.” demiştir.) [bk. MEVDÛDİ, III, 385] (H. T. FEYİZLİ, 1/345)
(6).‘İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!’ Allah Rasûlü (s) biz ümmetini vakit geçirmeden ve fırsatı kaçırmadan hayırlı amellere koşmaya teşvik etmektedir:
Hadis: ‘Yedi şey gelmeden önce hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz; ibâdet ve itaati unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, herşeyi bozup perişan eden hastalık, saçma – sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm, gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccal ve kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz? Kıyâmet ise belâsı en müthiş ve en acı olandır.’ (Tirmizi Zühd 3; No 2306’ dan, Ö. ÇELİK, 3/473, 474)
23/62-67 BOŞUNA SIZLANMAYIN BUGÜN!
62. (Biz) hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını sorumlu tutmayız. Katımızda, gerçeği söyleyen bir kitap vardır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.
63. Fakat o müşriklerin kalpleri bu hususta cehâlet ve gaflet içindedir. Onların bundan (buşirkveküfürden) başka birtakım (kötü) işleri daha vardır ki hep onlar için çalışırlar.
64. En nihâyet kâfirlerin varlıklı ve şımarık olanlarını azap ile (kıskıvrak) yakaladığımız zaman, hemen feryat ederler.
65. (Ey müşrikler!) Bugün artık feryat ed(ipsızlan)mayın. Çünkü siz, bizim tarafımızdan yardıma mazhar olunmayacaksınız.
66, 67. (Ey müşrikler!) Size âyetlerimiz okunuyordu da, ona (Kur’ân’a) karşı büyüklük taslayarak gerisin geriye dönüyor, geceleyin de (Kâbe’ninetrafındatoplanarak) saçma sapan konuşuyordunuz.
62-67. (62).‘Biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemeyiz.’ Kur’ân ve sünnetin yapılmasını istediği ve kaçınılmasını talep ettiği hususların hepsi insanın gücü dâhilinde olan şeylerdir. Cenâb-ı Hak, insanı tâkatinin üstünde olan şeylerle sorumlu tutmasa da, gücünün yettiği amelleri yapmasını istemektedir. (Ö. ÇELİK, 3/474)
’Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.’ Kur’ân’a göre herkesin tek tek ‘amel defteri’ tutulmaktadır. Bu deftere kişinin söylediği her söz, yaptığı her iş, içinden geçirdiği her düşünce ve kalbinde beslediği her niyet kaydedilir. (Ayrıca Bkz. Kehf, 49, MEVDÛDİ, 3/385)
‘Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.’ Yâni, hiç kimse, ne yapmadığı bir şeyden dolayı suçlanıp cezâlandırılacak, ne de yaptığı güzel bir amelin karşılığından mahrum bırakılacaktır. (MEVDÛDİ, 3/385)
(64).‘Nihâyet onların varlıklı ve şımarık olanlarını azapla yakaladığımız zaman, hemen feryat ederler.’ ‘Cezâ’ diye çevirdiğimiz 64. Âyetteki azap kelimesiyle Bedir’de müşriklerin Müslümanlar karşısında uğrayacakları ağır yenilgiye veya âhiret azâbına işâret edildiği belirtilmektedir. Burada asıl anlatılmak istenen husus, İslâm’a ve Müslümanlara karşı kör bir mücâdeleye girişen ve onlara her türlü haksızlığı revâ gören Mekke’nin zengin ve şımarık putperestlerini dünyâda ve âhirette Allâh’ın mutlaka cezâlandıracağı, son pişmanlıklarının kendilerine fayda vermeyeceğidir. Kur’ân’ın bu açıklaması aynı zamanda, bâtıl inanç ve erdemsiz davranışların er-geç kaçınılmaz toplumsal yıkımlar doğuracağı, bunun ilâhi bir yasa olduğu şeklinde dolaylı bir uyarı anlamı da taşımaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/33, 34)
(66, 67).‘Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.’ Kur’ân, kendi hâlinde yaşayan gayr-i Müslimleri de dine dâvet etmekle birlikte onlarla eleştiri anlamında yaygın olarak ilgilenmemiştir. Kur’ân’ın yer yer ağır bir üslûpla yoğun bir şekilde eleştirdiği kesim, îman etmedikleri gibi akıl almaz taşkınlıktaki kin ve düşmanlık duygularıyla maddi ve mânevi bütün imkânlarını İslâmiyet, Hz. Peygamber ve diğer müminler aleyhine kullanan, onlar üzerinde psikolojik, sosyal ve iktisâdi yönlerden baskı kuran inkârcılardır. Burada belirtildiğine göre, genellikle içine düştükleri büyüklük kuruntusu ve azgınlıkları, onların sağlıklı düşünmelerini ve insanca davranmalarını engellerdi. (KUR’AN YOLU, 4/34)
‘Ona karşı büyüklük taslıyor,’ yâni Beytullah bahânesiyle hakkı kabul etmiyor, büyüklük taslıyorsunuz. Âdetâ Harem Ehli olmanız sebebiyle sizler herhangi bir mükellefiyete muhâtap olmayacak kadar kendinizi büyük zannediyorsunuz veya Kur’ân’a karşı büyüklük taslıyorsunuz, demektir. (S. HAVVÂ, 9/440)
‘Gece ağzınıza geleni söylüyordunuz.’ Geceleyin Kur’ân-ı Kerîm’i sohbetlerinizde dilinize doluyor, onu tenkit ediyorsunuz. Geceleyin, sohbet için Beytullah’ın etrâfında toplanırlardı ve genellikle konuşmalarının konusunu Kur’ân-ı Kerîm, ona şiir ve sihir adlarını vermek gibi şeyler oluşturuyordu. (S. HAVVÂ, 9/440)
Âyette, Allah Teâlâ’ya itaat dışında geceyi sohbetle geçirmek yerilmektedir. Peygamberimiz (s), yatsı namazını gecenin ilk üçte birine kadar geciktirir, yatsıyı kılmadan uyumayı ve yatsıdan sonra sohbeti hoş görmezdi. Kurtubi der ki: Yatsıdan sonra sohbetin mekruhluğu üzerinde ittifak vardır. (İ. H. BURSEVİ, 13/240)
23/68-77 KUR’ÂN’I HİÇ DÜŞÜNMEDİLER Mİ?
68. (Peki) müşrikler hâlâ o Kur’ân’ı düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, evvelki atalarına gelmeyen (birkitapveyaazapgörmeyeceklerinedâirgüvencegibi) bir şey mi geldi?
69. Yoksa (müşrikler) peygamberlerini (doğruluğuvegüzelahlâkıilehâlâ) tanımadılar da, bu yüzden mi onu inkâr etmektedirler?
70. Yoksa: “Onda bir delilik var.” mı diyorlar? Hayır! O, onlara hakkı getirdi. (Nevarki) onların çoğu, haktan hoşlanmayanlardır.
71. (Ey Peygamberim!) Eğer hak olan Allah, müşriklerin bâtıl arzularına uysa (onlaragöreolsa) idi gökler, yer ve onların içinde bulunan kimseler(indüzeni) mutlaka bozulup (helâke) giderdi. Hayır! Biz onlara (Kur’ânile) şan ve şereflerini getirdik. Onlar ise o şan ve şerefleri (olanKur’ân’)dan yüz çevirmektedirler!
72. (EyRasûlüm!) Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun (dasankionuniçinkabuletmiyorlar)? Rabbinin vereceği karşılık, (çok) daha değerlidir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. [bk. 6/90; 34/47; 36/21; 38/86; 42/23]
73. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz sen insanları elbette doğru bir yol (olanİslâm’)a çağırıyorsun.
74. Ama âhirete inanmayanlar gerçekten (ısrarlabudoğru) yoldan sapmakta (küfrü, şirki, tâğûtîvecâhilîhayatıistemekte)dirler.
75. Şâyet biz müşriklere acıyıp da kendilerindeki sıkıntıyı giderseydik, yine şaşkın bir hâlde dolaşıp (yaratıcıyıhiçesayan) azgınlıklarında/isyanlarında ısrar ederlerdi.
76. Andolsun ki biz müşrikleri (evvelceçeşitli) azaplar ile yakalamıştık. Yine de (onlar, uslanıp) Rablerine boyun eğmediler ve yalvarıp yakarmadılar.
77. Nihâyet, azâbı çetin bir kapı açtığımız zaman birdenbire onlar, (budurumkarşısında) ümitsiz (veşaşkın) kalıverirler.
68-77.(68).’Onlar bu sözü (Kur’ân’ı) hiç düşünmediler mi?’ Âyetteki ‘.. düşünmüyorlar mı?’ soru cümlesi ‘düşünsünler’ anlamındadır. Düşünseler, Kur’an’dan yüz çevirmezler, îman ederler, çünkü okuma yazma bilmeyen bir insanın Kur’an gibi muhteşem bir kitabı uyduramayacağını anlarlar. (İ. KARAGÖZ 5/47)
Yâni kâfirler yüz çevirme, kibirlenme ve hezeyanlar savurma gibi yaptıklarını yaptılar da Kur’ân’ı düşünmediler mi ki, nazmının îcâzı, anlamının doğruluğu ve gaybdan verdiği haberler sâyesinde onun Rablerinden hak olduğunu bilsinler ve onun hakkında yaptıkları çirkinlikleri bir tarafa bıraksınlar. (İ. H. BURSEVİ, 13/243)
Onlar Kur’ân’ın anlattığı her şeyi anlamasına anlıyorlar da işlerine gelmediği için anlatilânlara uymak istemiyorlar ve dolayısıyla onun mesajını reddedip karşı çıkıyorlar. (MEVDÛDİ, 3/386)
‘veya önceki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi kendilerine.?’ Yâni, ‘Kur’ân hiç duymadıkları bir şey mi sunuyor, hiç de öyle değil, Allah Arabistana ve komşu ülkelere gelen ve çok iyi tanıdıkları peygamberler, özellikle puta tapmayıp bir ilâha (Allâh’a) ibâdet eden ve kendilerinin de peygamber olarak kabul ettikleri İbrâhim, İsmâil, Hûd, Sâlih ve Şuayb kanalıyla mesajını gönderip durmuştur. (MEVDÛDİ, 3/386)
(69).‘Yoksa peygamberlerini (Muhammed (s)’i doğruluk, güvenilirlik, yeterli akıl, sahih nesep ve güzel ahlâk sâhibi olarak) tanımadılar da, onun için mi onu inkâr ediyorlar?’ Onlar, bütün bu nitelikleriyle birlikte tanıdılar ve kıskançlıkları dolayısıyla onu inkâr ettiler. (S. HAVVÂ, 9/440)
(70).‘Veya onun deli olduğunu mu söylüyorlar?’ Onlar, Rasûlullah (s)’in cinlerle bağlantı kurduğunu, dolayısıyla cinlendiğini, delirdiğini iddiâ ediyor, getirdiklerinin de deli saçması olduğunu söylüyorlardı. Hâlbuki onda deliliğin hiçbir işâreti yoktu. Getirdiği Kur’ân gerçeğin ta kendisiydi. Doğrusu onlar, sâdece kıskançlıklarından, haddi aştıklarından ve geçmişlerini taklit ettiklerinden dolayı haktan hoşlanmıyor ve onu reddediyorlar. (Ö. ÇELİK, 3/477)
‘Hayır, onlara hakkı getirmiştir.’ Onun getirdiği bu hak, arzu ve hevâlarına ise uymamaktadır. Onun bu getirdiği, tevhid ve İslâm’dır. Onu reddedemediler, onu kendilerinden uzaklaştıramadılar. Bu bakımdan Peygamber (s)’i deli diye nitelendirdiler. Onun getirdiklerini de deliliğe nisbet ettiler. ‘Ama çoğu haktan hoşlanmamaktadırlar.’ Onların büyük çoğunluğu hakkı bilmekle birlikte ondan hoşlanmadıkları için ona îman etmemektedirler. Azınlık olan bir kısmı ise, hakkı kerih görmüyordu. Aksine bunlar, bu hakka îmânı kavimlerinin kendilerini azarlamalarından çekindikleri için, büyüklüklerine yediremedikleri için, haklarında dinlerinden dönüp, atalarının yolunu terk ettiler demesinler diye îman etmiyorlardı. Ebû Tâlib, bu gibilere örnektir. (S. HAVVÂ, 9/441)
(71).’Şâyet Hak, müşriklerin arzularına uysaydı; gökler, yer ve onlarda bulunanlarmuhakkak ki bozulup giderdi.’ Yüce Allah, varlıkları yaratmış ve bu varlıklar için bir çalışma kânunu koymuştur. Bütün varlıklar, aslâ değişmeyen (33/62) bu kânuna göre hareket ederler. Eğer bu kânunda bir değişme olsaydı veya varlıklar bu kânuna uymasalardı veya birden çok ilâh olsaydı yerin ve göklerin düzeni bozulurdu: ‘Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, gökler de yer de mutlaka fesâda uğrardı.’ (21/22) Kâinâtın düzeni, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan yüce Allah sâyesinde bozulma olmadan devam etmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/49)
İbn Kesir der ki: Maksat şudur: Eğer Allah, onların nefislerinde bulunan hevâlarına karşılık vererek, buna uygun emirlerini teşri’ edecek olsa gökler, yer ve onlardakiler fesat bulurdu. Çünkü onların hevâları bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır. (S. HAVVÂ, 9/441)
Hak kavramı, 70. âyette olduğu gibi burada da peygamberin getirdiği bilgileri, hükümleri, buyruk ve yasakları veya bütünüyle evrensel gerçekliği, varlıktaki düzen ve dengeyi ifâde etmektedir. (..) Âyete göre bu yasalar objektiftir; mutlaktır; insanların keyfi arzularına göre değişmez; en küçük bir sapma göstermeden ilâhi irâde nasıl belirlediyse öylece işler; aksi hâlde ne göklerin ve yerin ne de onlarda bulunan canlı ve cansız varlıkların düzeni kalırdı; bu durumda insan eylemleri de yasasız, düzensiz bir anarşi hâlini alırdı. Cenâb-ı Hakk’ın bu temel kânûnu dolayısıyladır ki, bir inkârcı işini gerektiği şekilde yaparsa Allah onu başarıya ulaştırır, bir mümin işini iyi yapmazsa onu da başarıdan mahrum eder. Aksi hâlde âlemde düzenden, hak ve adâletten söz edilemezdi. (KUR’AN YOLU, 4/35)
‘Hayır! Biz onlara (Kur’ânile) şan ve şereflerini getirdik. Onlar ise o şan ve şerefleri (olanKur’ân’)dan yüz çevirmektedirler!’ Kur’ân’ı rehber edinen ve onun yolunu takip eden pek çok millet, cihânın en büyük ümmetlerinden olma şerefine ulaşmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/345)
(72).‘(Rasûlüm!) Yoksa sen onlardan bir karşılık mı istiyorsun? Rabbinin karşılığı daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Rasûlullah’a hitap eden âyetin anlatmak istediği şudur: Sen onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuduğunda dönüp gidiyorlar! Böyle bir durum yok; çünkü görevini yapmanın karşılığı olarak Allah seni daha iyisi ile ödüllendirecektir. Senin tek amacın, onları ‘dosdoğru bir yol’ olan İslâm’a çağırmaktır. (KUR’AN YOLU, 4/36)
Allâh’a dâvet makamı ücreti gerektirir. Çünkü Allâh’a dâvet eden hiçbir nebi yoktur ki, ‘Benim ücretim ancak Allâh’a âittir.’ (Yûnus, 10/72) dememiş olsun. Böylece dâvetin karşılığında bir ücret olduğunu belirtmiştir. Ancak bu ücreti, mahlûkattan değil de Allah’tan almayı tercih etmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 13/249)
(75).‘Eğer müşriklere acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında direnirlerdi.’ Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurur: ‘Benim ve sizin durumunuz, bir ateş yakıp da, bu ateşe cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın hâline benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise tıpkı o cırcır böcekleri ve pervaneler gibi benim elimden kurtulup, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.’ (Buhâri, Ö. ÇELİK, 3/479)
Vâsıti der ki: İlmin azgınlığı onunla övünmektir. Malın azgınlığı, cimriliktir. Amel ve ibâdetin azgınlığı, riyâ ve işitsinler ve duysunlar diye yapmaktır. Nefsin azgınlığı, şehvetlerine uymaktır. (İ. H. BURSEVİ, 13/252)
75’nci âyette Yüce Allah daha önce müşriklere verdiği birtakım belâ ve sıkıntıların onları yollarından çeviremediğini ifâde etmiş, ardından 76. Âyette Bedir savaşı gibi birtakım belâlarla imtihan edilmelerine rağmen yine kendisine boyun eğmediklerini dile getirmiştir. 77. Âyette dünyâda uyanmaları mümkün olmayan bu inatçı inkârcıların ancak âhirette kendilerine şiddetli bir azap kapısının açılmasıyla uyanacaklarını, Fakat ondan sonra da bu uyanışın onlara aslâ fayda sağlamayacağını belirtmiştir. (M. DEMİRCİ, 2/370)
(77).‘En nihâyet üzerlerine, azâbı çok şiddetli bir kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada şaşkın ve ümitsiz kalmışlardır!’ 76. Âyete göre Allah Teâlâ’nın onları bu tür acılarla sıkıştırması da akıllarını başlarına almalarını sağlamamıştır. Fakat birgün gelip de Allah onların üzerlerine çok şiddetli bir azap kapısı açtığı zaman’ akılları başlarına gelecek, ama iş işten geçtiği için tam bir şaşkınlık ve ümitsizlik içinec düşeceklerdir. (KUR’AN YOLU, 4/36, 37)
23/78-83 NE DE AZ ŞÜKREDİYORSUNUZ?!
78. Sizin için kulakları, gözleri ve (düşünmeyisağlayan) gönülleri yaratan O’dur. (Hâlbukisiz) ne kadar az şükrediyorsunuz! (Şükredin)
79. Sizi yeryüzünde yaratıp türeten O’dur ve ancak O’n(unhuzurun)a toplanacaksınız.
80. Yaşatan da öldüren de O’dur. Gecenin, gündüzün değişmesi O’nun (eseri)dir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Kullanın)
81. Hayır! Fakat müşrikler (deyine) öncekilerin dediği gibisini dediler:
82. (Müşrikler) “Öldüğümüz ve toprak ve kemik hâline geldiğimiz zaman, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?” dediler. [krş. 36/77-79; 79/11-14]
83. “Andolsun ki biz ve daha önce de atalarımız bununla tehdit edildik. Bu, öncekilerin masallarından başkası değildir.” (dediler)
78-83.(78).’O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne de az şükrediyorsunuz!’ İnsanın, Allâh’ın varlığına inanmaya delil olarak, uzaklara gitmesine gerek yok. Kendi vücûduna bakması ve de onun çalışmasıyla berâber diğer inceliklerini düşünmesi yeter de artar bile. Bu incelikleri toprağın, güneşin ve diğer tabiat olaylarının yapması mümkün değildir. Onun için Allah (cc.), verilen bu nîmetlerle şükretmemizi istiyor. Gözün şükrü, iyi şeyleri görüp, (haram kılınan şeylere bakmaktan korunması, (İ. H. BURSEVİ, 13/257) Müslümanları ve de bütün dünyâ Müslümanlarını basın yayın yolu ile gözetlemek… Kulağın şükrü, iyi sözleri duyup, kötü şeylerden uzak tutmak…(Yasaklanan şeyleri dinlemekten korumak, İ. H. BURSEVİ, 13/257) Allâh’ın kelâmını dinletmek veya dinimizle ilgili konuşmaları almaktır. Kalbin şükrü de, iyi şeyler düşünüp, (kötü ahlâkın kirlerinden arıtmak, İ. H. BURSEVİ, 13//258) kötü düşünce ve tefekkürden uzak durmaktır. (Mahmut TOPTAŞ, Kur’ân-ı Kerîm Şifa Tefsiri ’nden, Kur’ân Tahlili, Dr. Necla Yasdîman, 6/538)
(79).‘Ve O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir.’ Size kulak, göz ve kalp bahşettikten sonra, sizi yeryüzüne hâlîfe yapan, bu hâlîfelik için zorunlu olan yetenek ve enerjiyi veren O’dur. ‘Ve O’nun huzûrunda toplanacaksınız.’ Bu hâlîfelik, görevini yerine getirirken yaptığınız iyilik ve kötülükler, yapıcılık ve bozgunculuklar, hidâyet ve sapıklıklar husûsunda sizi sorgulayacaktır. Çünkü siz boşuna yaratılmamışsınız, başıboş bırakılmamışsınız. Tamâmen bir hikmet, bir plân ve bir kader doğrultusunda yaratılıp yeryüzüne hâlîfe kılınmışsınız. (S. KUTUB, 7/423)
(80).‘Yaşatan da, öldüren de O’dur. Geceyle gündüzün değişip durması da O’nun emriyledir.’ Maksat, birinin ötekinin arkasından gelmesi yâhut da aydınlık veya karanlık itibârıyla birbirlerinden farklı olması veya uzunluk kısalık itibârıyla değişik olmalarıdır. Bu değişip durmalarını sağlayan sâdece O’dur. O’ndan başka onları bu şekilde evirip çevirmeye kâdir hiç kimse yoktur. (S. HAVVÂ, 9/449)
(81, 82).’Buna rağmen onlar öncekilerin dedikleri gibi dediler.’ ’Dediler ki: Sâhi biz ölüp de bir toprak ve kemik yığını hâline gelmişken, mutlakâ yeniden diriltileceğiz, öyle mi?’ Âyete göre ikinci hayâtı inkâr etmek, sâdece müşrik Araplara özgü olmayıp, eski bir inkâr geleneğidir. Müşriklerin bu inkârlarını kanıtlamak için ileri sürdükleri iddiâ da, günümüz materyalistlerine kadar her dönemdeki inkârcıların ileri sürdükleri mâlûm argümandır: ‘Çürüyüp toprağa karışmış beden nasıl tekrar canlanabilir? Bu eski bir masaldır!’ (KUR’AN YOLU, 4/40)
‘mutlakâ yeniden diriltileceğiz öyle mi’ Bu söz, istifham-ı inkâridir. (inkâr yoluyla sorulan bir sorudur) Yâni toprak olduğumuzda haş(i)r ve diriltme nasıl olacak? (Ya da nasıl olmaz) Bunu imkânsız gördüler. (İ. H. BURSEVİ, 13/259)
Yaratan ve öldüren Allah’dır. Ölümden sonra dirilişin zor bir tarafı da yoktur. Her an hayat unsuru yol almakta, Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir yerden ortaya çıkmaktadır. (S. KUTUB, 7/424)
(83).‘And olsun ki biz ve daha önce de atalarımız bununla tehdit edilmişti. Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ Ölümden sonra diriliş Yüce Allâh’ın plânı ve hikmeti uyarınca belirlediği zamanda gerçekleşecektir. Bu süre, insanlar arasında herhangi bir kuşağın isteğine ya da gerçekleri göremeyen, gâfil bir toplumun alaya almasına cevap vermek için ne öne alınır, ne de geciktirilir. (S. KUTUB, 7/424)
Bizi ve atalarımızı haşir ve neşir vaadinde bulunarak korkuttular. Hâlbuki bu vaad doğru çıkmadı. ‘Bu geçmiştekilerin masallarından’ hakikati olmadan yazdıkları yalanlarından ‘başka bir şey değildir!’ (İ. H. BURSEVİ, 13/260)
23/84-90 SİZ HİÇ DÜŞÜNÜP TAŞINMAZ MISINIZ?
84. (Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyinbana) o yeryüzü ve içinde (bulunan)lar kimindir?”
85. “Allâh’ındır.” diyecekler. (Ey Peygamberim!) “O hâlde (O’naitaati) düşünmüyor musunuz?” (Düşünün) de.
86. (Ey Peygamberim!) (Yinesor🙂 “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” de.
87. “(Hepsi) Allâh’ındır.” diyecekler. “O hâlde (O’na) karşı gelmekten sakınıp da emrine uymaz mısınız?” (Uyun) de.
88. (Ey Peygamberim!) “Biliyorsanız (söyleyin), her şeyin mülkü (veyönetimi) elinde olan ve O (sürekli) koruyan, kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir?” diye sor. [bk. 15/92-93; 21/23]
89. (Yine🙂 “Allâh’ındır.” diyecekler. (Ey Peygamberim!) “O hâlde nasıl büyülen(ipdeyüzçevir)iyorsunuz?” de.
90. Doğrusu biz müşriklere gerçeği getirdik. Onlar ise kesinlikle yalancıdırlar.
84-90. (84).‘(Rasûlüm! Müşriklere) de ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyinbana) o yeryüzü ve içinde (bulunan)lar kimindir?” “Allâh’ındır.” diyecekler.’ Müşriklerde Allah inancının varlığı anlaşılmaktadır. Onlar (..) Allâh’ın varlığına inanıyorlardı. Fakat bununla birlikte putperest idiler. Kendilerini aracısız olarak Allâh’a yalvarabilmekten âciz görüyorlar, bu yüzden Allah’tan başka birtakım putlara tapıyorlar, duâlarının kabûlü ve Allâh’a yaklaşabilmeleri için onların aracı olduklarını sanıyorlardı. (bk. Yûnus 10/18; Zümer 39/3) İşte İslâm, hangi düşünce ve yaklaşımla olursa olsun, hiçbir sûrette Allah’tan başkasına tapmayı, Allah ile kul arasına yardımcı ve aracı tutmayı kabul etmez. Kulluk sâdece Allâh’a âittir. O’ndan başkasına yalvarmak ve taparcasına saygı göstermek şirktir. (Ö. ÇELİK, 3/482)
‘De ki: Yer ve onda bulunanlar kimindir? Biliyorsanız söyleyin.’ Onu, onun içindekileri, canlıları, bitkileri, meyveleri ve diğer yaratıkları hâlkedip, onlara mutlak sâhip ve egemen olan kimdir? Bir bildiğiniz varsa söyleyin. ’Allâh’ındır, diyecekler.’ (S. HAVVÂ, 9/450)
‘Yedi göğün Rabbi ve yüce Arş’ın Rabbi kimdir? de.’’ Yüce âlemi, semâvâtı / gökleri ve Arş’ı yaratan kimdir? ‘Allah’tır diyecekler.’ Allâh’ın mâlikiyetini kabul edecek olurlarsa, O’nun Rabliğini de kabul etmiş olacaklardır. (S. HAVVÂ, 9/450)
Hadis: ‘Yedi gök ile yedi arz ve onların arasındakiler, Kürsi’ye oranla düzlük bir arâzide bırakılmış küçük bir hâlka gibidirler. Kürsi veiçerisindebulunanlar, Arş’a nispetle düzlüğebırakılmışo hâlka gibidir. (S. HAVVÂ, 9/454)
Hadis: Dahhâk, İbni Abbas’dan rivâyetle dedi ki: Ona Arş adının verilmesi, yüksekliği sebebiyledir. A’meş, Ka’b el Ahbâr’dan rivâyetle dedi ki: ‘Gökler ile yer, Arş’a göre gök ile yer arasına asılmış bir kandil gibidir. (S. HAVVÂ, 9/454)
Şu hâlde kimdir yedi göğün ve yüce Arş’ın Rabbi? ‘Sana, ‘Bunlar Allah’’ındır’ diyecekler.’ Yine de onlar Arş’ın sâhibinden korkmazlar, yedi göğün Rabb’inden sakınmazlar. Yere atılmış kendi kendine ayakta duramayan basit, değersiz putları O’na ortak koşarlar: ‘De ki; ‘Siz hiç O’ndan korkmaz mısınız? (S. KUTUB, 7/425)
(88).’Onlara de ki: ‘Eğer biliyorsanız, söyleyiniz; tüm varlıkların egemenliği elinde olan, herşeyi koruyup gözeten, fakat koruyanı ve işine karışanı olmayan kimdir?’ Bu da egemenlik, otorite ve yetki ile ilgili bir sorudur. Hükümranlık yetkisine sâhip, herşeyden üstün ve egemen olana ilişkin bir sorudur. Kimdir gücüyle dilediğini koruyan, kimseye ihtiyâcı olmayan, kimsenin onu korumasına imkân bulunmayan, kullarından birine bir kötülük dilediğinde o kulu kurtaracak hiçbir güç bulunmayan kimdir? ‘Sana, bu yetki Allâh’a âittir, diyecekler.’ Peki, niye Allâh’a kulluk yapmaktan kaçınıyorlar? Ne oldu akıllarına ki, sapıtıyorlar, büyülenmiş gibi çarpık düşüncelere kapılıyorlar. ‘De ki: ‘O hâlde nasıl oluyor da yanıltılıyorsunuz?’ Dikkar edin! Bu ancak büyülenmiş kimselerin başına gelen bir inanç karmaşası ve çarpıklığıdır. (S. KUTUB, 7/425, 426)
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi müşrikler de Allâh’ı kabul ediyorlardı. Fakat Mekkeliler buna rağmen önemli bir işe başlamadan veya şehir devletine âit bir tören ve merasimden önce ya da bir yolculuktan dönünce en büyük put olan Hübel’i ziyâret ederek bağlılık ifâdesi olan saygılarını gösterirlerdi. Aynı zamanda yukarıda 82-83. âyetlerde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber’in peygamberliğine, onun tebliğ ettiği Kur’ân’a inanmıyor, bunları ciddiye almıyor, âhireti de inkâr ediyorlardı. [bk. Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, Beyan Yayınları, 1995, I, 110]) (H. T. FEYİZLİ, 1/346)
’Hayır, Biz onlara’ ibâdet, takvâ, düşünce, inanç, ibâdet, duygu ve her konuda, ‘hakkı getirdik.’ Ama onlar doğrusu yalancıdırlar.’ Allâh’a îman ettikleri ve âhireti inkâr ettikleri dâvâsında ve İslâm’a aykırı olan her türlü tavırlarında onlar yalancıdırlar. (S. HAVVÂ, 9/451)
90’ncı âyette geçen ‘el Hak’ kelimesi, sözlükte doğru ve gerçek anlamına gelir. Hak ile maksat Kur’an’dır. Yüce Allah, Kur’an ile insanlara îman, ibâdet, sosyal hayat ve ahlâk konularında doğru ve gerçeği bildirip insanlara rehberlik etmiştir. (2/185; İ. KARAGÖZ 5/59)
23/91-92 ALLAH EVLÂT EDİNMEMİŞTİR
91, 92. Allah, aslâ çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. (Olsaydı) o takdirde her ilâh kendi yarattığını (alıp) götürür ve onlar birbirlerine üstün gelmeye çalışırdı. Allah onların yakıştırdıklarından (venoksanlıklardan) uzaktır. [bk. 21/22] 92. Görünmeyeni ve görüneni bilen (Allah), onların ortak koştuklarından yücedir.
91-92. (91).‘Allah çocuk edinmemiştir.’ Hıristiyanların ve meleklerin Allâh’ın kızları olduğunu kabul edenlerin dediği gibi, ‘Allah evlât edinmemiştir;’ Çünkü Allah, hiçbir kimse ile hemcins ve benzer değildir ki; kendi cinsi ve benzerinden eşi olsun da onunla çocuk meydana getirsin. (İ. H. BURSEVİ, 13/267)
Müşrik Araplar melekleri Allâh’ın kızları sayar, putlarının tanrısal güçlere sâhip olduklarını ileri sürerlerdi. Âyette, Arapların bu bâtıl telâkkilerinin yanında, Hz. Îsâ’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu ileri sürerek ona ilâhi nitelik ve işlevler yükleyen Hıristiyanların da kastedildiği düşünülebilir. (Râzi’den, KUR’AN YOLU, 4/41)
‘Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder.’ Evrenin yaratılışında ve yönetiminde görülen ince hesap ve dengeler herşeyin tek Allah tarafından yaratıldığını gösterir. Birden çok ilâh anlayışı berâberinde güç çatışması doğurur ve biri diğerine üstün gelince de âciz kalanın ilâhlığından söz edilemezdi. Ancak böyle bir çelişki ve mücâdele evrenin hassas dengesini bozardı. (H. DÖNDÜREN, 2/560)
(92).‘Allah gizliyi de açığı da bilendir.’ Gayb / gizli bize nispetledir, Allah Teâlâ’ya nispetle değildir. O, gizliyi de âşikâr olanı da aynı şekilde bilir. (İ. H. BURSEVİ, 13/269) O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.’ Râgıp der ki: İnsanın dindekişirkiiki türlüdür: (1) Büyük Şirk: Bu, Allâh’ın ortağı olduğunu ileri sürmektir ki, en büyük küfürdür. (2) Küçük Şirk: Bu ise riyâ ve nifak gibi bâzı işlerde Allah ile berâber başkasını da gözetmektir. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmuştur: Bu ümmette şirk, karıncanın kaya üzerindeki kıpırdayışından daha gizlidir.’ (Terğib, 1,40 dan İ. H. BURSEVİ, 13/269)
23/93-101 ŞEYTANLARIN KIŞKIRTMALARINDAN SANA SIĞINIRIM
93, 94. De ki: “Ey Rabbim! Eğer onların tehdit edildikleri şeyi bana mutlakâ göstereceksen, Rabbim beni o zâlimler gürûhu içerisinde bırakma!”
95. (Rasûlüm!) Biz, onları tehdit ettiğimiz (azâb)ı sana göstermeye elbette kâdiriz.
96. (Ey Peygamberim! Fakatyinedesen,) kötülüğü en güzel olan şeyle sav. Biz onların uydurup yakıştıracakları şeyleri en iyi bileniz.
97, 98. (Ey Peygamberim!) Ve de ki: “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden (telkinlerinden) sana sığınırım. Ey Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım.”
99, 100. Nihâyet o (müşrikola)nlardan birine ölüm geldiği zaman diyecek ki: “Rabbim! (Dünyâya) beni geri döndürünüz, tâ ki ben, terk ed(ipgeldiğimo) yerde artık iyi/sevaplı iş yapayım.” Hayır! Bu onun söylediği (boş) lâftan ibarettir. Artık (kıyâmette) tekrar dirilecekleri güne kadar önlerinde bir engel vardır (rûhendebedenendebaşkabirşekildedünyâyageridönemezler). [bk. 6/27; 7/53; 14/44; 32/12; 42/44; 63/10-11]
101. Sûr’a üfürüldüğü zaman aralarında (bağlandıkları) soylar artık yoktur ve (birbirlerininhâllerinide) soruşturamazlar. [krş. 80/34-37]
93-101. (93).‘De ki: “Ey Rabbim! Eğer onların tehdit edildikleri şeyi bana mutlakâ göstereceksen, Rabbim beni o zâlimler gürûhu içerisinde bırakma!” Bu hitap biçimi herkesin Allâh’ın cezâsından korkması gerektiği uyarısında bulunmak için seçilmiştir. Kimse cezânın gelmesini istememeli, buna rağmen gelirse işlediği kötülükte ısrar etmemelidir. Allâh’ın cezâsı, kendisinden yalnızca günahkârların değil, dindar insanların bile korkması gereken bir şeydir. Çünkü Allâh’ın gazabı geldiğinde yalnızca günahkârları kapsamakla kalmaz, dindarları da içine alabilir. Bu bakımdan şerli ve kötü bir toplumda yaşamak zorunda olanlar, her zaman duâ ile Allâh’a sığınmalıdırlar. (MEVDÛDİ, 3/393)
Hadis: Rasûlullah (s) şöyle duâ ederdi: ‘Allâh’ım! Bir toplumu fitneye düşürmek istediğinde, bu belâya uğramadan benim canımı al!’ (Tirmizi Tefsir 38/4, Ahmed b. Hanbel’den, Ö. ÇELİK, 3/483)
Kuşkusuz Rasûl-i Ekrem, böyle bir felâket sırasında, Allâh’ın bir peygamberi felâketi hak etmiş olanlar arasında bulundurmayacağını biliyordu. Şu hâlde buradaki dileği, bu hususta bir kuşkusu olduğu anlamına gelmeyip, bu bilgisine rağmen Allâh’ın dilediğini yapmaya muktedir olduğunu ikrar etme ve O’na kulluğunu arzetme amacı taşımaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/42)
(95).‘(Rasûlüm!) Biz, onları tehdit ettiğimiz (azâb)ı sana göstermeye elbette kâdiriz.’ Nitekim Bedir savaşından sonra, büyük fetihte onlara yönelttiği tehdîdin bir kısmını peygamberine göstermiştir. Ne var ki, Mekke döneminde inen bu sûrenin inişi sırasında uygulanan dâvet metodu; kötülüğü iyilikle savmak, Allâh’ın buyruğu gelene kadar sabretmek ve işi Allâh’a bırakmak şeklindeydi. (S. KUTUB, 7/428)
(96).‘(Fakatyinedesen,) kötülüğü en güzel olan şeyle sav. Biz onların uydurup yakıştıracakları şeyleri en iyi bileniz.’ Nesefi der ki: ‘Burada âyet-i kerîmede ‘ahsen’ kelimesinin önce, ‘seyyie’ kelimesinin sonra getirilmesi, bunun tam aksinin yapılmasından daha beliğ bir ifâdedir. Çünkü bu bir üstünlük ifâde eder. Şöyle denilmiş gibidir: Sen iyilik yapmak sûretiyle kötülüğü def et! Mânâ şudur: Onların kötülüklerini affet ve iyilikle karşılık ver. (S. HAVVÂ, 9/452)
Bu âyet, insanların günlük hayattaki ilişkileri ile ilgili genel bir düzenlemeye gitmekte, kalıcı ve sürekli bir ahlâk kuralı koymakta; kötülüğün bir başka kötülükle değil, kötülüğün iyilikle savılmasını öğütlemektedir. Ancak bu, bir zorunluluk değil, tavsiyedir, zorunlu olan hakkını alırken haksızlığa sapmamak, kötülüğe karşılık verirken, adâlet sınırını aşmamaktır. (bilgi için bk. en Nahl, 16/125-128, KUR’AN YOLU, 4/42)
(98).‘Ve de ki: “Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım.” Rabbine tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla, şeytanın dürtülerinden Allâh’a sığınması emredilmiştir. Hiçbir şekilde şeytanın yanına yaklaşmaması için de sığınması veya Kur’ân okurken ya da rûhunu teslim ederken, şeytanın yanına yaklaşmasından, Allâh’a sığınmasını emretmektedir. (S. HAVVÂ, 9/453)
‘.. şeytanların gizli kışkırtmaları’ Bu ifâde öfke, gayr-i meşru cinsel istek, yeme içme vb. ihtiyaçları haram yollardan karşılama gibi her türlü günah işleme eğilimlerini içermektedir. Hz. Peygamberin bu tür eğilimlere kapılması düşünülemez. Bu sebeple söz konusu buyruk, onun şahsında bütün ümmetine yöneltilmiş bir emirdir. (KUR’AN YOLU, 4/42)
Hadis: Rasûlullah (s) namaza başlarken üç defa ‘Lâ ilâhe illâllah, üç defa ‘Allâhü Ekber’ ve ardından, ‘Allâh’ım! Şeytanların vesvese ve kışkırtmasından, tahrik etmesinden, tükürmesinden ve üfürmesinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım’ derdi. (Ebû Dâvud Salât 121; İbn-i Mâce İkâme 2’den, Ö. ÇELİK, 3/484)
‘Allâh’a sığınmak’ şeytanın kötülük ve günah telkinlerine, hîle ve tuzaklarına karşı Allah’tan yardım istemektir. Müminlerin zihinlerine bir kötülük geldiği veya öfkelendikleri zaman eûzü ve besmele çekerek Allâh’a sığınmaları gerekir. (7/200) Şeytanların dürtülerinden ve kötülük telkinlerinden kurtulmak için her hayırlı işin öncesinde eûzü ve besmele çekmek gerekir. Yüce Allah, Kur’an okunacağı zaman bile eûzü ve besmele çekilmesini emretmektedir. (7/204, 96/1; İ. KARAGÖZ 5/65)
(99, 100).’Nihâyet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında der ki: ‘Rabbim, beni geri gönder.’ Hadis: Ebû Hüreyre’den rivâyetle dedi ki: Kâfir kabre yerleştirildiği zaman ateşteki yerini görür ve şöyle der: ‘Rabbim, beni geri gönder, tevbe edeyim ve sâlih amel işleyeyim. Ona şöyle denilir: Sana yaşadığın kadar bir ömür verildi’. Daha sonra kabri ona daraltılır, kemikleri birbirine geçer. Oldukça yorgun bir kişiye benzer. Uyur ve uykusunda korkar. Yeryüzünün haşereleri, yılan ve akrepleri ona hücum eder. (Muhammed b. Ebî Hâtim’den, S. HAVVÂ, 9/457)
‘Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında bir engel vardır.’ Ebû Sahr der ki: Berzah, kabirlerdir. Onlar dünyâda da olmazlar, âhirette de olmazlar. Kıyâmet günü öldükten sonra diriltilecekleri güne kadar orada kalırlar. Şânı Yüce Allâh’ın: !Arkalarında bir engel (berzah) vardır’ buyruğu, bu gibi zâlimlere ölüm döşeğinde bulundukları sırada berzah azâbı ile tehdit ifâdelerini taşır. Nitekim Yüce Allah: ‘Arkalarında cehennem vardır.’(el Câsiye, 45/10) diye buyurmuştur. Yine Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Onun arkasından katı bir azap vardır.’ (İbrâhim, 14/17, S. HAVVÂ, 9/457)
Âyetteki “berzah”, engel demek olup ölümle başlayan, yeniden dirilmeye kadar süren zamanı ifâde eder. Berzah âleminde insanlar bir tür hayat sâhibidir. İnsan kabirde rûhen hisseder, sıkıntı çeker, sevinir ve üzülür. Ya mutlu bir hayat sürer yâhut da Firavun’da olduğu gibi kıyâmete kadar her gün sabah akşam ateşe arz edilir (40/46). İnkârcılara, âsî mü’minlere kabir azâbı vardır. Bu hususta Rasûlullah (s), “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur. (H. T. FEYİZLİ, 1/347)
Bilindiği gibi âhiret hayâtı gibi kabir (berzah) hayâtı da mutlak gayb çerçevesinde düşünülecek konulardandır. Gaybî konular ise, akıl ve duyuların ürettiği bilgilerle değil, kitap ve sahih sünnetin ortaya koyduğu âyet ve hadislerle bilinebilir. Bu yüzden kabir hayâtının varlığı ve ne olduğu hakkında yalnızca sahih belgelerden hareketle bâzı noktalara işâret edilebilir. Çünkü salt akılla veya keşif yoluyla ulaşılan bir bilgi türüyle gaybı çözmek mümkün değildir. Burada şunu da ifâde edelim ki, kabir hayâtının varlığına ve mahiyetinin ne olduğuna açıkça delâlet eden bâzı Kur’ânî naslar da bulunmaktadır. Sözgelimi Firavun ve taraftarlarının kabir hayâtı boyunca sabah akşam ateşe arzedildiğini, kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba uğrayacaklarını bildiren âyetiyle (Mümin 40/46), münâfıkların iki defâ azap gördükten sonra ardından çok büyük bir azâba mâruz bırakılacağını beyan eden âyetinde (Tevbe 9/101) bu husus net bir şekilde beyan edilmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/375)
(101).‘Sûra üflendiği zaman, o gün aralarında soy akrabalığı kalmaz.’ Bu ikinci üflemedir. Sûra ikinci defâ üflendiğinde yeniden dirilme ve kabirden çıkma meydana gelir. Sûr, kendisine üflenen boynuz gibi bir şeydir. Allah onu, ruhların cesetlerine dönmesine sebep kılmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 13/280)
‘Birbirlerine bir şey de soramazlar.’ Dünyâda oldukları gibi akrabâlık ilişkilerine riâyet olmak üzere birbirlerine bir şey soramayacaklardır. Çünkü herkes, kendi hâliyle uğraşacağından başkasına soru sormak fırsatını elde edemeyecektir. Bu buyruk ile ‘Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar.’ (es Sâffât, 37/27) buyruğunun birlikte açıklanması şöyledir: Kıyâmetin değişik durumları vardır. Kimi hâllerde korkuları oldukça şiddetli bir dereceye ulaşacak, birbirlerine soru soramayacaklardır. Kimi yerlerde de ayrılacaklar ve birbirlerine soru soracaklardır. (S. HAVVÂ, 9/459)
23/102-107 AZGINLIĞIMIZ BİZİ ALTETTİ
102. Artık kimlerin tartıları ağır gelirse, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
103. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, kendilerine yazık edenlerden olup cehennemde ebedî kalacaklardır. [krş. 101/6-11]
104. (Cehennemde) ateş yüzlerine çarpıp kavurur da orada dişleri sırıtır hâlde kalırlar. [bk. 14/50; 21/39]
105. (Allah şöyle buyurur: Ey kâfirler!) “Âyetlerim size okunurdu da siz onları yalan sayardınız değil mi?”
106. (Kâfirler) Derler ki: “Ey Rabbimiz! Bedbahtlığımız bizi yendi, biz de yoldan sapan bir toplum olduk.”
107. “Ey Rabbimiz! Bizi buradan (ateşten) çıkar. Eğer (birdahaKur’ân’danayrılıpsapıklığa) dönersek, işte o zaman kesinlikle zâlimleriz (demek)tir.”
102-107. (102).‘Kimlerin de tartıları hafif gelirse’ yâni kimin sahih inancı ve sâlih amelleri yoksa onların Allah katında bir ağırlığı ve kıymeti yoktur. Bunlar kâfirlerdir. Çünkü Allah Teâlâ: ‘Biz onlar için kıyâmet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız.’ (el Kehf, 18/105) buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 13/285)
Hadis: Peygamber (s) ‘Orada dişleri sırıtıp kalır’ buyruğu ile ilgili olarak şöyle dedi: Ateş onu yakar. Bu bakımdan üst dudağı büzülür ve kafasının ortasına kadar ulaşır. Alt dudağı da göbeğine ulaşıncaya kadar gevşeyip durur.’ (Tirmizi Cehennem 5’den, S. HAVVÂ, 9/464)
İnsanların ölüm sonrasındaki durumları deneysel ve akli bilgi imkânlarının tamâmen dışında olduğu için kabir hayâtı, berzah, sûrun üflenmesi, yeniden dirilme amel terâzisi gibi konu ve kavramların mahiyetinin kavranması, bunların hakikat anlamında mı, mecâzi ve sembolik anlamda mı kullanıldığının bilinmesi mümkün değildir. Mümine düşen, bunlara şeksiz şüphesiz inanıp, gerektiği şekilde âhiret hazırlığı yapmaktır. (KUR’AN YOLU, 4/46)
(106).‘Derler ki: Rabbimiz, bedbahtlığımız bize üstün gelmişti.’ Burada bedbahtlık zikredilerek ona sebep olan dünyevi zevklere ve nefsâni arzulara düşkünlük kastedilmiştir. Demek ki kâfirlerin Allâh’ın âyetlerini yalanlamaları, samimi araştırmalara, akla ve mantığa uygun fikirlere değil, tamâmen çıkar hesaplarına dayanmaktaydı. Bu gerçeği orada itiraf etmek mecbûriyetinde kalacaklar, bu büyük yanlışın telâfisi için tekrar dünyâya dönme arzularını yineleyeceklerdir. (bk. Fâtır 35/36-37, Ö. ÇELİK, 3/488)
23/108-118 YERYÜZÜNDE KAÇ YIL KALDINIZ?
108, 109, 110, 111. (Allah) buyurur ki: “Kesin sesinizi! Artık bana karşı konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre: ‘Ey Rabbimiz! Îman ettik, bizi bağışla ve bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’ dediklerinde onları alaya alırdınız. Öyle ki bu (iş), beni yâdetmeyi bile size unutturdu (daişiniz, inandığınıyaşamakisteyenlerleuğraşmakoldu) ve siz onlara gülüp durdunuz. Bugün ben, o (mü’min)lere sabrettiklerinin karşılığını verdim. Şüphesiz ki onlar, kurtulup murâda erenlerin ta kendileridir.”
112. (Allahcehennemliklereyinesorar🙂 “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?”
113. (Kâfirler🙂 “Bir gün yâhut günün bir kısmı kadar kaldık, tam olarak sayan (melek)lere sor.” derler. [krş. 20/103; 30/55; 79/46]
114. (BununüzerineAllah) buyurur: “(Burayanisbetleelbette) ancak pek az kaldınız. Keşke (önceden) bilseydiniz (dünyâyatapmaz, isyankâryaşamazdınız).”
115. (Ey insanlar!) “Sizi boş yere yarattığımızı ve bize hakikaten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” (Zannetmeyin, boş yere yaratılmadınız ve kıyâmet kopunca bize döneceksiniz.) [krş. 75/36]
116. Gerçek hükümran olan Allah pek yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. (O,) yüce Arş’ın Rabbidir.
117. Kim Allah ile berâber, kendisi hakkında hiçbir delil bulunmayan başka bir ilâha taparsa, işte onun (görülecek) hesâbı, ancak Rabbinin yanındadır. İnkârcılar elbette umduklarına kavuşup kurtulamazlar. [krş. 17/39; 50/26]
118. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ey Rabbim! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”
108-118. (108).‘Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!’ Allah Teâlâ kahır yoluyla ‘Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada!’ Cehennemde hor ve aşağılanmış bir hâlde sinin ve susun. Çünkü orası dilek ve istek yeri değildir. (İ. H. BURSEVİ, 13/287)
Azâbınızı kaldırmak konusunda bana bir şey söylemeyin. Çünkü azap ne kaldırılır, ne de hafifletilir. Nesefi der ki: Denildiğine göre bu, cehennemliklerin söyleyeceği son sözdür. Bundan sonra ise göğüslerinin hırıltısından ve azâbın şiddetinden dolayı çıkacak feryatlarından başka hiçbir sözleri olmayacaktır. (S. HAVVÂ, 9/460, 461)
‘Siz ise onları alaya alıyordunuz. Nihâyet bunlar size Zikrimi unutturuyordu ve onlara hep gülüyordunuz.’ Onlarla uğraştığınız için, Beni hatırlamayı unuttunuz ve benim zikrimi terk ettiniz. Yâni sizin onlarla uğraşmanız, Benim size karşı yapacağım uygulamayı unutmanıza sebep teşkil etti. Siz ne zikrimi hatırladınız, ne de zikrime uydunuz. ‘Ve onlara hep gülüyordunuz.’ Yaptıklarından, ibâdetlerinden dolayı ve şahıs olarak kendileriyle alay ediyordunuz. (S. HAVVÂ, 9/461)
(113).‘Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor’ derler.’ Dünyâ hayâtında kaldıkları süreyi, cehennemde ebedi kalacaklarına kıyâsen çok kısa buldular. Çünkü onlar cehennemde, azap içerisinde olacaklardır. Bu şekilde belâlar ile mihnete düşen bir kimse, mihnetinin uzun süre devam ettiğini kabul eder; daha önce geçirmiş olduğu rahat günlerinin de çok kısa olduğunu sanır. ‘Sayanlara sor!’ Yâni bu işin târihini kaydedenlere veya kulların ömür veya amellerini sayıp duran meleklere sor! demektir. (S. HAVVÂ, 9/461)
Âhirette allah ile kulları aasında geçeceği bildirilen bu diyalog, zamânın göreceliğine işâret eden temsîlî bir anlatımdır. Dünyâdaki zaman kavramı, dünyanın şartlarına bağlı bir algılama, zihnimizin oluşturduğu bir tasavvurdur. Burada, bu fâni âlem bitip de ebedi âleme geçince zaman tasavvurunun da değişeceği anlatılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/46)
(115).‘Sizi sâdece boş yere yarattığımızı ve sizin huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?’ Âyetten anlaşıldığına göre insan boş yere yaratılmamış, kendisine birtakım sorumluluklar yüklenmiştir. Bu sorumluluklardan kaçan kimsenin bir gün Allâh’ın huzûruna çıkıp hesap vereceğinde şüphe yoktur. Çünkü böyle bir hesâbın görülmemesi mutlak adâlet anlayışı ile çelişir. Zîrâ dünyâ hayâtında herkes hakkını tam olarak alamamakta, ya da başkasına âit bir takım hakları yemektedir. Bunların yerlerini bulacağı bir hesaplaşmanın olmaması akılla da çelişir. (H. DÖNDÜREN, 2/561)
Bir insanın yaratılış gâyesi olan ibâdet / Allâh’a kulluk görevini yapabilmesi için, şartlarına uygun îman etmeleri, Allah ve Peygamberinin emir ve yasaklarına uyması ve haramlarından sakınması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/75)
Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere insan başıboş/sorumsuz içgüdüsüyle hareket eden bir varlık olarak değil, düşünce, akıl ve irâde sâhibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Varlığını, gâye ve sorumluluğunu bildiği ölçüde nitelik bakımından diğer canlılardan ayrılmaya başlar. Böylece hayvansal müştereklikten yükselerek, nitelikçe “insanlaşan” insan kendini ve Yaradan’ını tanıdığı gibi, O’nun gözetim ve denetimi altında olduğunu ve tekrar O’na döneceğini de bilir. Başıboş yaratılmamış insanın, elbette hak ve özgürlükleri vardır. İnsanın hak ve özgürlükleri İslâm’a göre, yalnız diğerinin sınırında değil, aynı zamanda Allâh’ın ve Peygamber’in koyduğu yasak sınırında biter. Allâh’a gerçekten inanan kimse, hem O’na saygı duyarak hem de cezâ vermesinden korkarak, O’nun sınırını çiğnemez. Artık böyle bir insan, hem Yaradan Rabb’ine hem de yaratılanlara karşı görevlerini aksatmadan tam olarak yerine getirmeye çalışır. Böylece hem kendine hem başkasına zarar vermez. [bk. 7/179] (H. T. FEYİZLİ, 1/348)
(118).‘Rasûlüm! De ki: ‘Rabbim! Günahlarımızı bağışla, bize merhamet et. Merhamet edenlerin en hayırlısı sensin.’ Bu duâ mühimdir; çünkü insan hatâ ve günah işlemekten beri değildir. Günahlarla cennete girmek imkânsız iken, günahları bağışlayacak olan da sâdece Allah Teâlâ’dır (bk. Âl-i İmran,3/135). Bu sebeple sürekli istiğfar hâlinde bulunup, O’ndan bizi bağışlamasını istememiz tavsiye edilmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/490)