Medîne döneminde nâzil olmuştur. 286 âyettir. Yalnız 281. âyeti Mekke’de, Vedâ Haccı’nda inmiştir. Adını 67-71. âyetlerinde zikredilen ve İsrâiloğulları’nın, bir cinâyetin fâilini bulmak için kesmeleri emredilen “bakara” (inek) olayından almaktadır. (H. T. FEYİZLİ 1/1)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
2/1-5 KUR’ÂN VE MÜTTAKİLER
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Bu, (öylebir) kitaptır ki onda (veonunİlâhîkelâmolduğunda) hiç şüphe yoktur. O, muttakîlere (Allâh’ınemirlerineuygunyaşamak / aykırıdavranmaktansakınanlara) doğru yolu gösterendir.
3. O (takvâsâhibi) kimseler ki, gayba (Allâh’a, meleklere, âhirete, vahye, Allâh’ıntakdîrine) inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (gerekenyerlereAllahiçin) harcarlar.
4. (Ey Peygamberim!) Müttakiler, (Hakkatından) sana indirilen (Kur’ân–ıKerîm’)e ve senden evvel indirilenler(inasılların)a îman edip âhirete de kesinlikle inanırlar.
5. İşte (bu özelliklere sâhip) müttakiler, hem Rableri tarafından (gösterilen) dosdoğru yol üzere olan hem de kurtuluşa erenlerdir.
1-5.(1). ‘Elif Lâm Mîm’ Hurûf-u mukattaadandır / kesik harflerdendir. Müteşâbih âyetlerdendir. Allah ve Rasûlü, bunun anlamını açıklamamıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/24)
(2).‘Kitab’ Çeşitli âyetlerde Kur’ân ve Kitab-ı Mukaddes için kullanılmıştır. Temelde vahye dayalı kaynak anlamındadır.
Kitap: Evrende cereyan edecek her şeyin kayıt edildiği kader – kazâ kitabı. (4/103) ve amel defteri anlamında kullanılmıştır. (10/61, 45/29)
Kur’an genelde bütün insanların (2/185) özelde Allah’tan korkan ve Muhsin olan müminlerin rehberi, yol gösrericisidir. Bu âyette Allah’tan sakınan müminlerin rehberi olduğu bildirilmektedir. Kur’an îman, ibâdet, ahlâk, evlenme, boşanma, mîras, yargı, yönetim, ticâret, yeme, içme, konuşma, temizlik, sosyal ilişkiler, kısaca fert ve toplum hayâtının her alanında rehberlik yapar. (İ. KARAGÖZ, 1/36)
‘Müttakîler’ Allâh’ın emirlerine uyarak, nehiyden kaçınarak Allah’tan korkanlardır. İbn-i Abbas’a göre, müttakîler, Allâh’a itaat ile azâbından kurtulanlar, ortak koşmaktan korkanlar ve Allâh’a itaat amelleri işleyenlerdir. (M. A. SÂBÛNİ, 1/26).
Hidâyetin iki temel mânâsı vardır: Birincisi delâlet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm dâvetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır.(Şûrâ, 42/52). İkincisi, Tevfik, yâni dosdoğru yola eriştirip, hedefe ulaştırmaktır. Bu mânâda hidâyet, yalnızca Yüce Allâh’a mahsustur. (Kasas, 28/56)
(3).‘Onlar ki gayba îman ederler, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler’ Takvâ sâhipleri îman etmek, namaz kılmak ve sadaka vermekle nitelendirilmektedir. Îman, bütün özellik ve hayırların esâsıdır. Namaz ve sadaka ise bedeni ve mâli ibâdetlerin ölçüsüdür.
Îman, tasdik etmekten ibârettir. Gayb ise, kişilerin kendilerinin görmedikleri ve Peygamber (a.s.)’ın getirdiği şeydir. Öldükten sonra dirilmek, hesap vermek, yaratmak vb. hususların hepsi gayb kapsamına girer. Namazın dosdoğru kılınması, hem şeklen hem mânen gereği gibi edâ edilmesi demektir. Namazı dosdoğru kılarlar buyruğu, farzlarının dosdoğru yerine getirilmesi, rükû, secde, tilâvetinin, huşûunun tam yapıldığını, namaz esnâsında sâdece namazla ilgilenişi, vakitlerinde kılınışı, güzelce abdest almayı, namaz esnâsında şehâdet getirip, peygambere salât-ü selâm getirmeyi kapsamına aldığı gibi, namazın farzı da nâfilesi de bu buyruğun kapsamına girer. (S. HAVVÂ, 1/75,76)
Müttakilerin Sıfatları:
(a) ‘Gayba inanırlar’ Gayb: Gözle görülmeyen, akıl, duyu, beşeri bilgi vâsıtaları ile bilinemeyen varlıklar, ilişkiler ve oluşlardır. (KUR’ÂN YOLU, 1/71) Gayba örnekler: Allah, vahiy, kader, yaratılış, ruh, kıyâmet zamânı, kabirde olacaklar, yeniden dirilme, toplanma, sırat, mîzan, cennet, cehennem…. Hep gayb âlemine dâhildir. (KUR’ÂN YOLU, 1/71)
(b) ‘namazı dosdoğru kılarlar’ Namazın rükünleri, şartları, huşûu ve âdâbına riâyet ederek edâ ederler. İbn-i Abbas’a göre ikâme (namazın) rukû, secdeler, okumalar ve huşûu tamamlamak. (M. A. SÂBÛNİ, 1/26).
(c) ‘ve rızıklandırdıklarımızdan infak ederler’ İnfak, (..) hak yolda yapılan nâfile bir harcama demektir. (..) Söz konusu kelimeye burada zekât anlamını vermek doğru değildir. Çünkü zekât, Medîne döneminde indirilen (Tevbe 9/60) âyetiyle farz kılınmıştır. (ELMALILI’ya atıf var) Söz konusu âyet de Tevbe sûresindedir. Bu sûre de hicretin IX. Senesinde yâni Bakara sûresinden yaklaşık 6-7 yıl sonra inzâl edilmiştir. O halde (..)(bu) âyette bulunan infak sözcüğü nisâbı belli olan zekâtı değil; kişinin hem âile bireyleri, komşuları hem de akrabâ ve ihtiyaç sâhipleri için yaptığı tüm harcamaları içine almaktadır. (M. DEMİRCİ, 1/40)
(d) ‘Sana indirilene îman ederler’
(e) ‘Senden önce indirilenlere de îman ederler’, Senden önce gelen bütün peygemberlere ve onların getirdiklerine îman ederler, aralarında ayırım yapmazlar.
(f) ‘Âhirete inanırlar’ Âhiret din dilindeİsrâfîl adlı meleğin birinci defâ Sûr denilen bir âlete üflemesiyle (bu ifâdeler dünyadakilerle kıyaslanamaz (M. SELMAN), kıyâmetin kopması ve Allâh’ın diledikleri dışında bütün canlıların ölmesi, ikinci defâ Sûr’a üflemesiyle insanların dirilip kabirlerinden kalkması (39/68), mahşer yerinde toplanması, dünyâ hayâtında yaptıklarından hesaba çekilmesi, mükâfat yeri cennet ve azap yeri cehennemden oluşan ‘sonsuz hayat’ anlamına gelir. Âhiret gününe îman, altı îman esâsından biridir. (..) âhiret vhayâtına îman etmeyen mümin olamaz. (2/177, 4/136, 11/15-16, 30/16, 41/6-7).
(g) ‘İşte onlar Rablerinden hidâyet üzeredirler’ ve onlar kurtuluşa erenlerdir. (M. A. SÂBÛNİ, 1/26)
‘Kendilerine verdiklerimizden harcayanlar’ nitelemesi iki önemli konuya ışık tutmaktadır: (1) Allah Teâlâ’nın bütün verdikleri harcanmayacak, yeteri ve gereği kadarı harcanacak, geri kalanı yine iyi maksatlarla tasarruf edilecektir; (2) Harcama Allah rızâsına uygun olacaktır. Bu da kişinin kendisi, âilesi, yakınları ve diğer ihtiyaç sâhipleri için yapacağı harcamaları vakıf, tesis, hayrat vb. yatırımları kapsamaktadır. (KUR’ÂN YOLU, 1/72)
Hadis: ‘Kul, sakıncalı olana düşmemek için sakıncasız olandan da çekinmedikçe takvâ sâhibi olamaz.’ (Tirmizi Kıyâme 19; İbn Mâce Zühd 24; KUR’ÂN YOLU, 1/70)
Hadis: ‘Kul, vicdânını rahatsız eden şeyi terk etmedikçe takvâ derecesini elde edemez.’ (Buhâri Îman 1; KUR’ÂN YOLU, 1/70, 71)
Âhiret: ‘Birinciden sonra gelen’ mânâsındadır. Birinci hayat dünyâ olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. ‘Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur’ (Ankebût, 29/64) âyetinde âhiret, ebedi kalınacak diyârın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. (Ö. ÇELİK, 1/64)
2/6-7 KÂFİRLER
6-7. (Ey Peygamberim! küfre sapanlara gelince, şüphesiz ki onları (başlarınagelecekilekorkutup) uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; (üzülme, bilesinkionlar) inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de (ilâhîhakikatlerekarşı) perde inmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır. [krş. 7/179; bk. 2/161-162]
6-7. (6).‘Şüphesiz ki kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir.’ ‘küfre sapanlar’ Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler, Hz. Muhammed (a.s.)ın risâletini yalanlayanlar. (M. A. SÂBÛNİ, 1/27)
Küfür; îmansızlık demektir. Yâni Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zarûri olan şeylerin hepsini veya herhangi birisini kabul veya tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allâh’ın varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı Kerim ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur. (Ö. ÇELİK, 1/66)
Bir insanın kâfir olması için îman esaslarının tamâmını inkâr etmesi şart değildir. Kur’an âyetlerinden birini, bir helâli veya bir haramı, bir emir veya bir yasağı veya dînî bir hükmü inkâr etse / kabul etmese veya beğenmeyip küçümsese, hafife alsa veya alay etse kâfir olur. Allâh’ın varlığını, birliğini, peygamberlerini, meleklerini, âhiret hayâtını, kutsal kitapları, Hz. Muhammed (s)’in Allah’tan alıp bildirdiğive bize tevâtüren ulaşan haberlerin, ‘âyetlerin, dînî hükümlerin, helâl ve haramların tamâmını veya herhangi birini doğrulamayan veya beğenmeyen veya küçümseyen veya bunlardan şüphe eden veya kalbi ile inanmayan veya îman ve ibâdetinde Allâh’a ortak koşan kimseye kâfir denir. (4/136-137). Müşrik yâni ilâh diye başka varlıkları Allâh’a ortak koşsn, münafık yâni kalbi ile îman etmediği hâlde dili ile îman ettiğini söyleyen kimse (9/68)kâfirdir. Kâfirin yaptığı iyi amellerin Allah katında hiçbir değeri yoktur. (5/5; İ. KARAGÖZ, 1/49-50)
‘Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.’ Allâh’ın koyduğu yasalar gereğince, bilerek ve isteyerek inkârı tercih ettikleri için, doğuştan sâhip oldukları ‘hakîkati keşfetme yetenekleri’ zamanla körelmiş ve işlevini göremez hâle gelmiştir. (M. KISA, 1/19)
Kalbin mühürlenmesi: Kişi ilk defa günah işleyince kalbinde siyah bir nokta oluşur. Tevbe ederse kalp yine parlar. Tevbe etmez ve günahı yinelerse, kalpteki kara lekeler de artar ve sonunda bütün kalbi kaplar (Hadis; İbn Mâce Zühd 29; Tirmizi Tefsir 83-1; H. DÖNDÜREN, 1/25)
Kalp: Bedenin orta bölgesinde bulunan çam kozalağı şeklindeki et parçası maddi kalptir. Bir de mânevi varlığımızın özü ve insâni hakikatin merkezi olması yönüyle de nûrâni ve rabbâni lâtifeye kalp ismi verilmiştir. (Ö. ÇELİK, 1/68)
2/8-16 MÜNÂFIKLAR
8-9. İnsanların bir kısmı da (münâfıkdırlar; onlarkalpten) inanmadıkları hâlde (dilden) “Allâh’a ve âhiret gününe inandık.” derler Allâh’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. [bk. 2/165, 204, 207]
10. Onların kalplerinde (bâtılısevme, maddeperestlik, dünyevîlik, şüphe, münâfıklıkveküfürgibimânevîölümegötüren) bir tür hastalık vardır. Allah da onların (bu) hastalığını artırmıştır. (İnanıyoruzdiye) yalan söylediklerinden dolayı onlar için dayanılmaz bir azap vardır. [bk. 4/142-143]
11. (Kendilerine🙂 “Yeryüzünde sakın bozgunculuk yapmayın)!” denildiği zaman: “Bizler sâdece düzeltenleriz.” derler.
12. (Ey müminler!) İyi bilin ki asıl bozguncu münafıklardır. Fakat (bunun) farkında değildirler.
13. Yine onlara: “(Gerçekmü’min) insanların îman ettiği gibi (samîmiolarak) îman edin.” denildiği zaman: “Biz ille de, o aklı ermez kimselerin inandığı gibi mi îman edelim? (Bizimkibizeyeter.)” derler. İyi bilin ki, asıl aklı ermez olanlar kendileridir. Fakat (bunu) bilmezler.
14. Ama (münâfıklar) mü’minlere rastlayınca: “Biz de (sizingibi) îman ettik.” derler. Fakat kendi şeytanlarıyla (dostlarıyla) başbaşa kaldıklarında: “Şüphe yok ki biz (fikirveideolojide) sizinle berâberiz, biz sâdece onlarla alay etmekteyiz.” derler. [krş. 2/76; 57/12-14]
15. Allah da onların alaylarına mukâbele eder (hakettiklerikarşılığıverir) ve onlara azgınlıkları / isyanları için de (birmüddet) süre tanır; onlar da şaşkınca bocalayıp dururlar. [krş. 15/95]
16. İşte onlar, hidâyete karşılık, sapıklığı satın alan kimselerdir ki onların (bu) alışverişi, kendilerine kâr sağlamadığı gibi doğru yolu da bulamadılar. [krş. 17/7]
8-16. (8,9).20’nci âyete kadar münâfıklar hakkında inmiştir. Abdullah bin Ubey Medîne krallığına aday idi. Hz. Peygamberin Medîne’ye hicretinde Evs ve Hazreç kabîleleri İslâm’a girdi.
Münâfıkların burada zikredilen birinci özelliği, kalben îman etmedikleri halde dilleriyle Allâh’a ve âhiret gününe îman ettiklerini söylemeleridir. Mü’min olmak için sâdece söz yeterli değildir. Önce kalp onaylamalı, dil ikrarda bulunmalı, ameller de bunu desteklemelidir. Îman etmediği halde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye sevk eden iki temel sâikten söz edilebilir: Birincisi, İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek için kendini gizlemesi; İkincisi, korkaklık ve menfaatperestlik gibi zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip, nereyi güvenli ve menfaatli görürse kendini oraya nisbet etmesidir. (Ö. ÇELİK, 1/70)
(10).‘kalplerinde hastalık vardır’ Buradaki hastalık şüphe ve nifaktır. Çünkü şüphe, iki şey arasında tercih yapamayıp tereddüt etmektir. Münâfık da tereddüt eder.(..) Şüphe ve nifak kalbin hastalıklarındandır. (S. HAVVÂ, 1/78)
Kanın pompalandığı kalpten başka, vicdâni duyguların merkezini oluşturan bir kalp daha vardır. Sözünü ettiğimiz bu vicdâni duygular: sevgi, kin, nefret, hoşgörü, korku ve güvenlik gibi duygulardır. İşte bu ikinci tür kalp, (..) îmânın mekânıdır, aynı şekilde küfür ve nifâkın yeridir. (..) Dînî ıstılahtaki bu kalp, hastalanır, sağlık bulur, ölür, kör ve sağır olur. Bu bakımdan Yüce Allah, kâfirlerden söz eden buyruklarda, ‘Allah onların kalplerini mühürlemiştir’ diye buyurmuş, münâfıklardan ‘kalplerinde hastalık vardır’ diye söz etmiş, aynı şekilde onlar, ‘sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler’ diye nitelendirilmiştir. (S. HAVVÂ, 1/88, 89)
(11).‘Biz ıslah edicileriz, derler’ Münâfıklar bozguncu oldukları hâlde yalan söyleyerek böyle demişlerdir. Âyette Medîne’de bozgunculuk yaptıkları, bu sebeple kendilerinin uyarıldığı, ancak suçlarını itiraf etmeyip yalan söyleyerek ıslah edici olduklarını söyledikleri anlaşılmaktadır. Bozgunculuk yapmak haram ve büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ, 1/58, 59)
Hadis: Mümin günah işlediği zaman, onun kalbine siyah nokta konur. (Tevbe edip) vazgeçerse, kalbi cilâlanır. Günahı artarsa, bu siyah nokta da gittikçe artar ve sonunda, bütün kalbini kaplar. (Tirmizi’den, S. HAVVÂ, 1/90)
Hadis: Münâfıkın belirtileri üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez, ona emânet verildiği zaman da hâinlik eder. (Buhâri, Ebû Hüreyre’den, S. HAVVÂ, 1/95).
Hadis: Dört özellik var ki, bunlar kimde olursa katıksız münâfık olur: Ona bir emânet verildiği zaman hâinlik eder, konuştuğu zaman yalan söyler, antlaştığı zaman andını bozar, düşmanlık ettiği zaman da ahlâksızlık eder. (Buhâri ‘den, S. HAVVÂ, 1/ 95-96)
(13).‘Onlara ‘insanların îman ettiği gibi siz de îman edin’ denilince; ‘O aklı ermezlerin îman ettiği gibi biz de mi inanacağız’ derler.’ (Bu âyet-i kerîmedeki îman teklifi münâfıklaradır. Allâhu Teâlâ onların samîmi olarak îman etmelerini istemektedir. Onlar ise kalplerindeki sahte îmânı Allâh’ın bildiğini düşünmeyerek kendilerini elit, seçkin tabakadan görerek, bu zırha bürünüyor, samîmi müslümanları küçük görüyorlardı. Ayrıca kâfirler de îman etmemek için aynı bahâneyi ileri sürüyorlardı. Çünkü o samîmi mü’min (sahâbî)ler bir cihadda veya bir infakta varlıklarını derhal ortaya koyuyorlardı. Onlar ise, hem Allah ve Rasûlü’nün buyruklarına, iş ve menfaatlerine uygun olduğu kadarıyla ve göstermelik itaat ediyorlar hem de İslâm’ı içlerine sindiremedikleri için, dîne ve o müminlere karşı düşmanlıklarını çeşitli engellemelerle gösteriyorlardı. İşte yüce Allah, emirlere intibak ve uyma kâbiliyetine sâhip olmadıkları için sefihlik ve budalalık sıfatlarını onlara iâde etti.) [bk. 26/111] (H. T. FEYİZLİ, 1/ 2)
(14).‘Şeytanlarıyla başbaşa kalınca: ‘Biz sizinle berâberiz, onlarla sâdece alay etmekteyiz’ derler.’ Münâfıkların söyledikleri sözler ve takındıkları tavırlar aracılığı ile durumlarına yüce Allah bir açıklık getirmektedir. Burada münâfıkların müminlerle karşılaştıkları zaman ‘îman ettik’ dediklerini, onlara karşı kendilerini mümin göstererek onlarla birlikte, onlara bağlı olduklarını açığa vurduklarını ve bununla müminleri aldatmak istediklerini, iki yüzlülük yaptıklarını, bunu yapmacık olarak ve gelebilecek tehlikelerden korunmak maksadıyla ortaya koyduklarını bildirmektedir. (S. HAVVÂ, 1/80)
Şeytan ismi, özelde Allâh’a isyan ederek O’nun lânetine uğramış İblis’e verilen bir isimdir. Ayrıca kibirli, âsi, zarar verici, hak yoldan saptıran insan ve cinler için de kullanılmıştır. (En’âm 6/112) Bu (âyette) ‘şeytanlar’dan maksat, özellikle münâfıkların reisleri ve küfrün elebaşlarıdır. (Ö. ÇELİK, 1/75)
Şeytanın cin türünden yardımcıları olduğu gibi, insanlar arasından edindiği işbirlikçileri de vardır. 14. âyet, ‘şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında…’ diyerek bu saptırıcı etkiye işâret etmekte ve insanları, kimlerle berâber olduklarına, kimlerin etkisi altında kaldıklarına dikkat etmeleri konusunda uyarmaktadır. (KUR’ÂN YOLU, 1/82)
(15).‘Allah da onlarla alay eder ve azgınlıklarında şaşkın bir halde dolaştırır’ İşte bu, müminleri rahatlatıcı, münâfıkları da tehdit edici bir ifâdedir. Şu demektir: Yüce Allah onların alay edişlerinin cezâsını verecektir ve aldatmaya kalkmalarından dolayı da onları cezâlandıracaktır. (S. HAVVÂ, 1/80, 81)
2/17-20 MÜNÂFIKLARIN DURUMU
17. Münâfıkların durumu (karanlıkbirsahrâda) bir ateş tutuştur(upaydınlan)mak isteyen kimse gibidir ki o (ateşyanıpda) çevresini aydınlatınca (faydalanmadılar), Allah da onların ışığını giderip kendilerini (yine) karanlıklar içinde, görmez (veşaşkın) olarak bıraktı.
18. Münâfıklar sağır, dilsiz ve kördürler. Artık onlar (bulunduklarısapıklıktanîmâna) dönemezler.
19. Yâhut (münâfıklarındurumu), yoğun karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) içinde gökten boşalan şiddetli bir yağmur(atutulmuşkimsenindurumu) gibidir. Onlar, yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri (ilimvekudretiyle) çepeçevre kuşatmıştır.
20. O şimşek, neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onlara aydınlık verince ışığında (biraz) yürürler, karanlık tekrar basınca da dikilip kalırlar. Allah dileseydi elbette onların işitmelerini ve görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
17-20. (17).‘Onların durumu bir ateş tutuşturmak isteyen kimse gibidir ki, o çevresini aydınlatınca Allah da onların ışığını giderip kendilerini karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı.’ Buradaki benzetme, gâyet sağlıklı bir benzetmedir. Çünkü onlar îmanları sâyesinde önce bir nur elde etmişken, daha sonra nifakları sebebiyle de bu nûru söndürmüşler ve büyük bir şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir. Çünkü dindeki şaşkınlıktan daha büyük bir şaşkınlık olamaz. (Râzi’den S. HAVVÂ, 1/82)
Buna göre anlam şöyle oluyor: ‘Allah onların ışığını giderdi.’ Yâni yüce Allah kendilerine fayda verecek ışıklarını, eşyâyı hakiki şekilleriyle görmelerini sağlayan İslâm ışığını gidermiştir.. ‘Onları karanlıklar içerisinde bırakıverdi.’ Bu içinde bulundukları şüphe, küfür ve nifaktır. (S. HAVVÂ, 1/82)
(18).‘Onlar sağır, dilsiz ve kördürler.’ Burada mecâzi mânâ vardır: Onlar, Allah’tan gelen gerçeklere karşı sağırdırlar, ona aslâ kulak vermezler ve kabul etmezler. Onlar bu hakikatleri ifâde etmek bakımından dilsizdirler. Onlar, hakikate karşı kördürler. Kendilerini hidâyete götürecek ve ibret almalarını sağlayacak bakıştan ve basiretten mahrumdurlar. Çünkü, gönüllerinde îmânın tam zıddı olan nifak yer etmiştir. (Ö. ÇELİK, 1/78)
(19).‘şiddetli bir yağmura tutulmuş gibidir.’ Buradaki örnekte, İslâm dîni sağanak yağmura benzetilmiştir. Çünkü kalpler onunla hayat bulur. Yeryüzünün hayat bulması da yağmur iledir. Münâfıkların bu çeşidinin kalplerinde bulunan şüphe ve tereddütler, karanlıklara benzetilmiş, ister içyüzlerini açıklamak, ister âhirette azap vermek, isterse de müminlerin onlara karşı zafer kazanacaklarını bildirmek üzere Allâh’ın dîninde mevcut olan tehditler de gök gürültüsüne; kalplerdeki fıtratın kalıntıları şimşeğe, bunlara isâbet eden korku ve musîbetler de yıldırıma benzetilmiştir. (S. HAVVÂ, 1/83)
(20).‘Az kalsın şimşek gözlerini alıverecek. Parlayınca ışığında yürürler. Sönüp de karanlık çökünce de dikilip kalıverirler.’ Yağmur toprağa can verir ve gökten iner. İslâm ise kalplere can verir ve o da göklerden inmiştir. Geceleyin yağan yağmurla birlikte karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekler de olur. İşte bu münâfıklar için İslâm, kalplerindeki gece karanlıkları sebebiyle bir karanlık, gök gürültüsü ve şimşek durumundadır. Kâfir ve münâfıkların sâhip oldukları şüpheler, kendilerini kuşatan karanlıklar, tehditler ise kulaklarını sağır edip korkutan gürültüler durumundadır. (S. HAVVÂ, 1/84)
8 – 20’nci âyetler Peygamberimizin sağlığında Medîne ve civârında yaşayan münâfıklar hakkında inmiştir. Bu âyetlerde münâfıkların on niteliği bildirilmiştir: (1) Îman etmedikleri hâlde, îman ettik derler, iki yüzlülük yaparlar. (2) Hîle yaparak müminleri aldatmaya çalışırlar. (3) Yalan söylerler. (4) Toplunda bozgunculuk yaparlar. (5) Akıllarını kullanmazlar. (6) Peygamber, müminlervedînideğerlerle alay ederler. (7) Azgınlık yaparlar. (8) Şaşkındırlar, gerçekleri bilmez ve görmezler. (9) Sapıklığı ve inkârı doğru yola ve îmâna tercih ederler. (10) Gerçeklere karşı sağır, kör ve dilsizdirler. (İ. KARAGÖZ, 1/65)
2/21-25 İBÂDET VE KULLUK
21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibâdetveitâatle) kulluk ediniz ki takvâya erenlerden (emirlerineuygunyaşayıpyasaklarındankaçınarakkorunanlardan) olasınız. [krş. 2/168]
22. O (Rab) ki yeryüzünü sizin (yaşamanızveistirâhatiniz) için bir döşek, göğü de (kubbegibi) bir tavan (binâ) yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. (Ey insanlar!) Siz de artık bunu bildiğiniz hâlde, Allâh’a hiçbir şeyi denk tutmayın.
23. Eğer kulumuz (Muhammed’)e indirdiğimiz (Kur’ân–ıKerîm’)den şüphe ediyorsanız, (haydi!) siz de (aynınitelikte) onun benzeri bir sûre getirin; eğer (“bubeşersözüdür” diyeiddiânızda) samîmi iseniz, Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.
24. (Ey kâfirler!) Eğer bunu (Kur’an sûrelerinin benzeri bir sûre) yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. [krş. 66/6]
25. (Rasûlüm!) Îman eden, bir de sâlih amellerde bulunanlara, kendileri için alt tarafından ırmaklar akan cennetler (hazırlandığın)ı müjdele! Onlara orada ne zaman rızık olarak bir meyve verilse: “Bu, daha önceden (dünyâda) rızıklandırıldığımız şeydir.” diyecekler. Onlara (tatlarıbambaşkagüzellikteolmaklaberâberdünyâdakilerin) benzerleri verildiği için (böylederler). Onlar için orada tertemiz eşler de vardır ve onlar, orada sürekli kalacaklardır.
21-25. (21).‘Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki…’ Kulluk, hayâtın tüm aşamalarını; itikâdi, ahlâki, hukûki, ekonomik ve siyâsi her türlü ilişkileri kuşatan bir kavramdır. Ancak, dîne uygun tutum ve davranışlar ’Allâh’a kulluk’ kapsamına girerken, aykırı tutum ve davranışlar, tâğûta, nefse, hevâ ve hevese kulluk’ kapsamına girmektedir. (Ö. ÇELİK, 1/82)
‘O hâlde Allâh’a eşler koşmayınız.’ Çünkü bu eş koştuğunuz şeyler ne yaratır, ne de rızık verir. Şânı yüce Allah ise yaratan ve rızık verendir. (Allâh’a) Eşler koşmak şirkin kendisidir. İbn-i Abbas’tan: Şirk karıncanın gece karanlığında siyah bir kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir. (S. HAVVÂ, 1/104,113)
Şirk: Kur’ân’da Allâh’a şirk koşmanın bağışlanmayacağı (4/48,11/6) derin bir sapıklığa düşmüş olduğu (4/116) kendine cennetin haram kılındığı (5/72) şirk koşanın büyük günah işlemiş sayılacağı (4/48) şirkin büyük bir zulüm olduğu (31/13), Allâh’ın mülkünde hiçbir ortağın bulunmadığı (6/163; 17/111) belirtilir. (H.DÖNDÜREN, 1/26)
Hadis: Buhâri ve Müslim’deki rivâyete göre İbn Mes’ud şöyle demiştir: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, dedim. ‘Allah katında en büyük günah hangisidir?’ Peygamber (s): ‘O seni yaratmış olduğu hâlde Allâh’a eş koşmandır’ buyurdu. (S. HAVVÂ, 1/112)
(23).‘Siz de aynı nitelikte benzeri bir sûre getirin’ o zamandan aynı değerde bir sûre getirin de görelim. Kur’ân’ın başka iki yerinde de bu meydan okuma var (10/38, 11/13, 17/88) H. DÖNDÜREN, 1/47.)
‘ki aslâ yapamayacaksınız’ Bu ifâde açık bir mûcizedir. Çünkü, ileride meydana gelecek ve sâdece Allâh’ın bildiği bir olayı haber vermektedir. Bu gerçeği sâdece Allah Teâlâ bilmekte iken, daha sonraki gelişmeler bu bilgiye uygun olarak meydana gelmiştir. Kur’ân’a benzer bir kitap, Kur’ân’ınkine benzer bir sûre getirilememiştir. (Ö. ÇELİK, 1/86)
(..) Kur’ân îcâzını ortaya koyan üç özelliğinden söz etmek mümkündür: (1) Söz sanatı: Seçilen kelimeler ve dizilişi, grameri, uygulanan edebi sanatlar, kelimelere – dilin olanakları sonuna kadar kullanılarak – yüklenen mânâlar. (2) Üslûp ve şekil özelliği: Kur’ân-ı Kerim’den önce Araplar’da sözlü edebiyâtın iki şekli vardı: Şiir ve nesir. Nesir de hitâbet ile kâhinlerin kâfiyeli sözlerinden ibâretti. Kur’ân-ı Kerim şiir olmadığı gibi Araplar’ın bildiği nesirden de farklıdır. O, öğüt ve tâlimattan ibâret bulunan iki amacını gerçekleştirmek üzere şeklin ve üslûbun en uygununu seçmiş, yerine göre uygun geçişler yaparak; örnekler, kıssalar ve târihi olaylardan yararlanarak vermek istediğini en güzel ve etkili bir şekilde vermiştir. (3) İçerik Özelliği: Kur’ân-ı Kerim’in içeriği îman (inanmak), inanılacak esaslar, ibâdet ve çeşitleri, hükümler ve tâlimat, ahlâk bilgisi ve eğitimi, yaratılış ve oluş, gayb âlemi ve buradaki varlıklar, kısmen peygamberler ve kavimler târihi, insan ve kâinâtın yapısı, gelecekle ilgili bâzı haber ve bilgilerden oluşmaktadır. Hz. Peygamberin çevresi ve yetişme şartları bellidir. O’nun ve çevresindekilerin bu bilgilere sâhip olmadıkları, bu bilgilerin bir bölümüne o dönemde yaşayan başkalarının da sâhip bulunmadıkları bilinmektedir. Peygamberliğinden önce okuma yazma bilmeyen (ümmi) bir zâtın ağzından çıkan, hepsinin de doğru olduğu ya o anda yâhut zamânı gelince anlaşılan ve bundan sonra da anlaşılacak olan, yakın çevredeki dinlerin ve bu dinlere âit kitapların yanlışlarını düzelten, tahrifleri açıklığa kavuşturan bu içerik olağan üstüdür, mûcizedir. (KUR’ÂN YOLU, 1/88, 89)
(24).‘Fakat yapamazsanız –ki yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının ki, o kâfirler için hazırlanmıştır.’ Kur’ân’ın bir âyetine bile inanmayan veya değer vermeyen elbet kâfir olur. Münâfıklar da aynı gruptandırlar. Çünkü onlar, hem dilleriyle müslüman olduklarını söylerler, hem de her fırsatta Kur’ân’ın hükümlerine ve İslâm’ca yaşantıya karşı çıkarlar. [bk. 4/140] (H. T. FEYİZLİ, 1/3)
Nesefi’ye göre (..) âyette sözü edilen taşlardan maksat, kendilerine ibâdet edilen taş heykellerdir. Çünkü insanlar onları dünyâda kendilerine yaklaştırarak tapınmışlar, böylece Allâh’a ortak koşmuşlardır. Allah Teâlâ da bunları cehennemde kâfirlere yaklaştırarak o kızgın taşlarla onları yakacaktır. Nitekim ‘Şüphe yok ki, siz ve Allah’tan başka taptığınız tanrılar cehennem yakıtısınız.’ (Enbiyâ 21/98) âyeti de bu anlayışı desteklemektedir. (M. DEMİRCİ, 1/48)
‘İman eden, sâlih ameller işleyenlere altından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine olduğunu müjdele.’ Gayba, Muhammed’e indirilenlere, ondan önce indirilenlere ve âhirete îman edenlere; namaz kılmak, Allahj için harcamak gibi sâlih amel işleyenlere müjdele. Şer’i ıstılahta sâlih ameller, kitap ve sünnetten bir delil ile dosdoğru yapılan ameldir. ‘Cennetlerin kendilerine olduğunu müjdele’ Sözlükte cennet, sık ağaçları bulunan bahçe demektir. Âyet-i kerîmede hem çoğul, hem de nekre yâni belirsiz olarak zikredilmiş olması, amel edenlerin amellerine göre değişik pek çok mertebeleri bulunan birçok cennetleri kapsamış olmasındandır. Amellerin mükâfâtının verileceği yurt olan cennet, önceden beri yaratılmış ve hâlen mevcuttur. (S. HAVVÂ, 1/105).
Ehl-i sünnet ve’l cemaat, îmânın ‘onaylama’ olduğu görüşündedir. İslâm’ın hükümleri gereğince ‘amel etme’yi de kemâlin bir belirtisi olarak kabul ederler. Bu bakımdan onlar tasdik eden bir kimsenin amelindeki sakatlık dolayısıyla küfrüne hükmetmezler, bu konuda onların delillerinden birisi de: “ îman edip sâlih amel işleyenlere müjde ver ki“ buyruğudur. Arap dilinde atıf, farklılığı gerektirmektedir. O hâlde sâlih amel îmandan başka bir şeydir ki, ona atıf yapılmıştır. (S. HAVVÂ, 1/122)
(25).‘Onlara ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilirse; ‘Bu önceleri rızıklandığımız şeydi’ derler.’ Gerek cennet gerekse içinde bulunulan şeyler öz ve yapı olarak dünyâda bilinen nesnelerden farklıdır. Ancak insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, hayâl bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, bildikleri nesnelerin isimlerini kullanmaktır. Allah Teâlâ da cenneti ve nimetlerini bildiğimiz isim ve kelimelerle, kavram ve tasavvurlarla ifâde etmiştir. Arada bir benzerlik vardır, ancak aslâ biri diğerinin aynı ve misli değildir. İbn Abbas, ‘Cennette olan şeylerin dünyâda yalnızca isimleri vardır.’ (Beyhaki’den Âlûsi) diyerek bu gerçeği anlatmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 1/91)
‘Onlar için orada temiz eşler de vardır.’ Kötü ahlâktan, dünyâ kadınlarına özgü olan ay hâli, küçük büyük abdestsizlik ve diğer kirlilik ve pisliklerden tertemiz olacaklardır. (S. HAVVÂ, 1/105-106).
Korkutmak ve müjdelemek, Kur’ân üslûbunun iki esas çerçevesini oluşturur. Zîrâ, kulları en son olarak iki sonuç beklemektedir: Cennet ve Cehennem. Kur’ân, insanları hem cehennemden sakındırmakta, hem de cennete girmeye teşvik etmektedir. (Ö. ÇELİK, 1/87).
2/26-27 FÂSIKLAR
26. Muhakkak ki Allah, (gerçeğiaçıklamakiçin) bir sivrisineği ve hattâ (yaratılışta) onun daha da ötesinde (zayıfvebasit) olanı, misâl getirmekten çekinmez. Artık îman edenler, onun, Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilirler. Küfre sapanlar ise (zihinlerdeşüpheuyandırmakiçin): “Allah bu örnekle ne demek istedi?” derler. O, bununla bir çoğunun saptığını, bir çoğunun da doğru yola geldiğini gösterir ve bununla ancak, fâsık olanları sapıklıkta bırakır. [krş. 22/73]
27. Kâfirler öyle kimselerdir ki (“îmanettim, müslümanoldum” dediklerihâlde) Allâh’a vermiş oldukları (teslimiyetveitaat) sözü(nü) bozarlar, hem de Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği (akrabâvemüslümanlar, dinileahlâkvediniledünyâişleriarasındaki) ilişkileri / bağları keserler ve yeryüzünde (Allâh’ınemrineaykırıhareketveuygulamalarlatoplumda) bozgunculuk yaparlar. İşte (dünyâveâhirette) ziyâna uğrayanlar onlardır. [krş. 5/1; 13/21, 25]
26-27. (26).Allah bir sivrisineği de ve bunun üzerinde olan bir şeyi de örnek vermeyi ayıp görmez. İnananlar bunun Rablerinden gelen bir gerçekolduğunu bilirler. İnkâr edenler ise, küçücük bir sineğin bedenine yerleştirilmiş olağanüstü, taklit edilemez ilâhi yapıyı görüp de Yaradan’ın sonsuz ilim, hikmet ve kudreti karşısında âcizliklerini idrâk ederek, secdeye kapanacakları yerde ‘Allah bu örnekle ne demek istemiş acaba?’ (derler; M. KISA 1/22)
‘Allah bu misâlle ne demek istedi.’ AllahTeâlâ, sineğimisâlverip (Hacc, 22/23), putlaraibâdetetmeyi de örümcek ağına tutunmaya benzetince (Ankebût, 29/41) Yahûdiler güldüler ve ‘sineğin ve örümceğin ne değeri var ki, Kur’ân onları misâl getiriyor.. Böyle Allah kelâmı olmaz!’ dediler. Bu hâdise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Ö. ÇELİK, 1/89, Vâhidi’den)
‘.. (Allah) bununla ancak fâsık olanları sapıklıkta bırakır.’ Îman sâhipleri, bu hikmet dolu âyetleri düşünüp ibret alarak doğru yolu bulurlar. Önyargılı ve kötü niyetli insanlar ise sırf itiraz edebilmek için bu mîsâllere takılıp kalır(lar). Küçük ve önemsiz gördükleri bu örneklerde nice dersler ve ibretler olduğunu kavrayamazlar. (M. KISA, 1/22, 23)
Fâsık: Kur’ân’da bu kavram hem kâfir, müşrik ve münâfıklar için, hem de yalan ve zinâ gibi günah işleyen müminler için kullanılmıştır. Bu itibarla her fâsık kâfir değildir; ancak her kâfir fâsıktır. Bu âyette fâsıklar, kâfirler anlamındadır. Dolayısıyla Yüce Allah, itâat edenlere hidâyet eder, itâat etmeyenleri, inkârda ısrar edenleri dalâlette bırakır. (İ. KARAGÖZ, 1/81)
Bu âyet-i kerîmede sözü edilen fâsıkların küfürlerinde ve dinden çıktıklarında şüphe yoktur. Çünkü burada, üç özellikten söz edilmiştir: Allâh’a verdiği sözden dönüp inancını bozmak, ilâhi emrin aksini yapmak, yasakları işlemek sûretiyle de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak. Bu üç özellik birleşince de küfür gerçekleşir. (Ö. ÇELİK, 1/91)
(27).‘Allâh’ın birleştirilmesini emrettiği bağları keserler…’ Akrabâ, komşu, yoksul, yetim ve yardıma muhtaç kimselere gereken ilgi ve yakınlığı göstermek gibi tüm bağları,, ilişkileri kesmeğe çalışırlar. Ayrıca insan ile vahiy arasındaki ilgiyi, bağı ve bütünlüğü keserek insanı, köksüz, temelsiz, başıbozuk bir varlık hâline getirmeğe çalışırlar ‘ve yeryüzünde (fitne) bozgunculuk çıkarırlar.’ (M. KISA, 1/23)
Bu bağlar kesildiği zaman, insanlar Allâh’a karşılık dünyâlık rabler edinirler. Din yalnız âhirete yönelik zannedilmeye başlanır. Ahlâk kötü ve çıkarcı hâle dönüşür. Böylece toplum bozulur. (H. T. FEYİZLİ, 1/4)
2/28-29 NASIL İNKÂR EDİYORSUNUZ ?
28. (Ey kâfirler!) Allâh’a karşı nasıl olur da küfre saparsınız? Hâlbuki sizler, ölü (yok) hâlde idiniz de O sizi (annenizinkarnındacanverip) diriltti; sonra (ecellerinizgelince) yine sizleri öldürecek, sonra (haşirgünü) tekrar O sizi diriltecek, sonra da (hesâbınızgörülmeküzere) ancak O’(nunhuzûru)na döndürüleceksiniz. [krş. 22/66]
29. (Ey insanlar!) O (Allah) ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin (faydalanıpibretalmanız) için yarattı; sonra (irâdesiyle) göğe yönelip onları yedi (kat) gök olarak (birsistemüzere) düzenledi. O her şeyi hakkıyla bilendir. [krş. 41/12; 65/12; 67/3; 71/15]
28-29. (28).‘Hâlbuki sizler ölü halde idiniz de O sizi diriltti; sonra yine sizleri öldürecek, sonra O tekrar sizi diriltecek…’ Bu âyette insanın yaratılmazdan önceki durumuna ‘ölü’ denilmesi, kimilerinin iddiâ ettiği gibi tenâsüh / reenkarnasyon (ölenin rûhunun yeni bir bedene geçmesi) ile bir ilgisi yoktur. Âyette, insan hayâtının üç aşamasına yer verilmiştir. Yoktan yaratılma, ölüm ve âhirette yeniden dirilme. Diğer yandan tenâsüh düşüncesi, herkesin kendi amelinden sorumlu olması ve dolayısıyla adâlet ilkesi ile de çelişir. (H. DÖNDÜREN, 1/27)
(29).‘O (Allah) kiyeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı’ Yüce Allah yeri, yerin üstünde ve içinde bulunan her şeyi insan için, insanların faydalanması için yaratmış, yerdeki şeylerin hepsini insanlara boyun eğdirmiş (67/15) ve câzip kılmıştır. (3/14). ‘Sizin için yarattı’ cümlesi, bu anlamı ifâde eder. Dolayısıyla yeryüzündeki her şeyden faydalanmak mubahtır. Âyet, eşyâda asıl olan ‘ibâha’ yâni mubah ve helâl olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ, 1/86)
‘Sonra göğe yönelip onları yedi gök olarak düzenledi.’ Plân ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök şeklinde düzenleyen O’dur. Yedi gök kozmik sistemlerin çokluğuna işâret eder. Sümme: Sonra burada olaylar arasında öncelik ve sonralık belirten zamanda sıralama anlamına gelmez, eş zamanlı ya da paralel ifâdeleri bağlamak için ‘ve’ anlamında kullanılır.
Düzenlenmekle anlatılmak istenen, yaratılışlarının mûtedil, dosdoğru, istikâmet üzere, kusursuz olması demektir. Onlarda herhangi bir eğriliğin, düzensizliğin, gediğin olmaması, yaratılmalarının eksiksiz olması demektir. ( S. HAVVÂ, 1/111)
Bizim içinde bulunduğumuz güneş sisteminin bir kısmını teşkil eden yıldız kümemizin ömrü tabiat âlimlerince on milyar yıl olarak öngörülmektedir. Güneşin ve yeryüzünün ömrü ise dört buçuk milyar yıl olduğu kabul ediliyor. O hâlde arzın yaşı, yıldız kümelerinden çok daha azdır. Buna göre semâ, arzdan daha öncedir. Bâzı araştırmacılar şaşkınlık içine düşmüşlerdir, çünkü Kur’an arzın, genel anlamı ile semâdan sonra yaratıldığını ortaya koymaktadır. ( S. HAVVÂ, 1/119-120)
Semâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de birden çok anlamda kullanılmaktadır. Kimi zaman yüksekte olan şeyler için kullanılır. O zaman bu kelimenin kapsamına atmosfer, yıldızlar, gökler, yıldız kümeleri girmektedir. Kimi zaman da bu kelime zikredilirken meleklerin kaldıkları, müminlerin ruhlarının yükseldiği, Rasûlullâh’ın mîrâca çıktığı, üst tarafı cennet olan, tavanı Rahmân’ın arşı olan semâ kastedilir. (S. HAVVÂ, 1/120)
2/30-33 HZ. ÂDEM’İN YARATILIŞI
30. (EyRasûlüm!) Hani Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde (hükümlerimiyerinegetirecek) bir halîfe (yetkiveyöneticiliğeelverişliinsan) yaratacağım.” demişti. (Meleklerde: “YâRab!) Biz seni övgü ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” dediler. (Allah): “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi.
31. (Allah, yarattığı) Âdem’e (eşyâyaâit) bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi! Görüşünüzde doğru iseniz, onların isimlerini bana haber verin.” dedi.
32. (Meleklerde: “YâRabbi!) Seni (bütünnoksansıfatlardan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Herşeyi hakkıyla bilen, ‘hüküm ve hikmet sâhibi’ mutlak sensin sen.” demişlerdi.
33. (BununüzerineAllah🙂 “Ey Âdem! Eşyânın isimlerini onlara haber ver.” dedi. (Âdemdeonların) isimlerini onlara bildirince (Allah): “Ben size, göklerin ve yerin gaybını (sırlarını / hikmetini) bilirim, (ayrıca) açıkladığınız ve gizlediğiniz herşeyi de bilirim, dememiş miydim?” dedi.
30-33. (30).‘Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım’ demişti.’ Halîfe: Hilâfet başkasına vekil olmak, onu temsil etmek demektir. Bu terim İslâm toplumunu yönetecek devlet başkanı anlamında da kullanılmıştır. İslâm fakihleri bu âyetlere dayanarak, bir halîfenin işbaşına getirilmesinin vâcip olduğunu söylemişlerdir. (..) Âyette geçen halîfeden kasıt Hz. Âdem ve onun soyundan gelenlerdir. Hz. Âdem‘in cinlerin değil, insanların halîfesi olduğu görüşü ağır basmaktadır. Yine de bu konuda kesin âyet ya da hadis bulunmamaktadır. (S. HAVVÂ, 1/126,127)
Halîfe, Allâh’ın irâdesini yeryüzünde temsil eden, O’nun adına hareket eden, emir ve yasaklarını uygulayan kimse demektir. (Sâd, 38/26; Nûr, 24/55) (Ö. ÇELİK, 1/96-97)
‘Seni övgü ile tesbih ve seni takdis eder dururken yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın, demişlerdi.’ Allah bu soruya cevap olarak ‘Sizin bilmediklerinizi ben bilirim’ buyurmuştur. Ben onların arasından peygamberler ve rasuller göndereceğim. Onlardan sıddikler, şehitler, sâlihler, ağabeyler, zâhidler, mukarrebler, âlimler, âmiller… bulunacaktır. (S. HAVVÂ, 1/127)
Melekler, insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir soru sormuş olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri meleklerin levh-i mahfûzu görüp okuyabildiklerini söylemişlerdir. (Ö. ÇELİK, 1/98, Fahreddin Râzi’den)
(31).‘(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti..’ İsimler: Istılahlar, eşya ile ilgili tüm bilgiler (MEVDÛDİ, 1/55). Hayvanların içgüdüsünden daha ileri bir bilgilenmeye işâret (H. DÖNDÜREN, 1/27).
Âdem’in yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olarak seçilmesinin en mühim şartı, sâhip olduğu pek çok yetenekle berâber onun ilmî yönüdür. Kendine lütfedilen duyu organları, kalp, akıl ve anlama kâbiliyetiyle bilmediğini öğrenebilmekte ve varlığın hakikatini keşfedebilmektedir. Bu özellik, yaratıklar içinde sâdece insana âittir. (Ö. ÇELİK, 1/99)
(32).‘(Melekler) Seni tenzih ederiz Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur.’ Bu âyet, meleklerin önceki sorularıyla Allâh’a itiraz maksadı taşımadıklarını, aksine bilmediklerini öğrenmeye çalıştıklarını gösterir. Zîrâ onlar, kendi âlemlerine ve kâbiliyetlerine uygun olmayan ilimlere sâhip olmadıklarını, kâbiliyetlerine uygun olan ilmi ise, zâten Allâh’ın kendilerine öğreteceğini söylemektedirler. (Ö. ÇELİK, 1/100)
2/34-39 İBLİS SECDE ETMEDİ
34. Hani biz meleklere: “Âdem’e secde edin.” demiştik de İblis dışında, hepsi hemen secde ettiler. O ise direndi (secdeetmedi), büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
35. Yine dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin (Havvâ) cennette kalın, dilediğiniz yerde oradakilerden (nîmetlerinden) bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa (kendisine) yazık edenlerden olursunuz.”
36. Derken, şeytan (onları “cennetteebedîkalırsınız.” aldatmacasıylaoağaçtakindenyedirdive) ikisinin ayağını kaydırıp içinde bulundukları yerden (cennetten) çıkar(mayısağla)dı. Biz de: “Haydi! (şeytanauymakla) birbirinizin düşmanı olarak (hepinizyeryüzüne) inin. Sizin için bir vakte (ömrünüzünsonuna) kadar yeryüzünde faydalanacaksınız” dedik. [krş. 7/11-24; 20/116-123]
37. Bunun üzerine Âdem, Rabbinden aldığı birtakım kelimeleri belledi (öğrendiveonlarlaO’natevbeetti, yalvardı). O da onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeyi çokça kabul edendir, çok acıyandır. [bk. 7/23; 25/77; 66/8]
38. Biz (onlara): “Hepiniz (Âdem, zevcesiveşeytan) oradan (cennetten) inin. Eğer benden size (veneslinize) bir hidâyet (Peygamberlik / Kitap) gelir de, kim hidayetime / rehberime uyarsa, artık onlara hiçbir endişe yoktur ve onlar bir üzüntü de duymayacaklardır.” dedik.
39. O küfre sapanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar var ya, işte onlar cehennemlik olanlardır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. [krş. 7/24-35; 20/123]
34-39. (34).‘Meleklere Âdem’e secde edin, dediğimizde’ Secde: Allâh’ın huzûrunda, ibâdet niyetiyle alnı yere koymaktır. Secde, sâdece Allâh’a tezellül ve ibâdet mânâsında kullanılır. İki türlü secde vardır: Seçimlik secde, sâdece insanınyapacağıbirsecdedir, onunlasevapkazanır. İkincisi Zorunlu secdedirki, insanlar, hayvanlar, bitkilerin, cansız varlıkların,ay, güneşveyıldızlarınmecbûrenyaptıklarısecdedir. Yâni durumlarına göre, Allâh’ın emrine itaat etmeleridir, görevlerini aksatmadan yapmalarıdır. (Ra’d 13/15) (Ö. ÇELİK, 1/101)
‘Sâdece İblis kaçınıp büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.’ İblis, âyet ile cinlerdendir. Aynı zamanda Hasan ve Katâde’nin görüşüdür. Çünkü İblis ateşten, melekler ise nurdan yaratılmışlardır ve ayrıca İblis, Allâh’ın emrine karşı gelmiş ve büyüklük taslamıştır. Melekler ise emrolundukları konularda Allâh’a isyan etmez, emrolundukları şeyi yapar, kibirlenerek ibâdetten kaçınmazlar. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah: ‘Şimdi siz (kibir ve gurûra kapılmak sûretiyle) beni bırakıp onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz?’ (el Kehf 18/50) diye buyurmaktadır. Hâlbuki meleklerin zürriyeti olmaz. (S. HAVVÂ, 1/129)
‘Dayattı, kibirlendi.’ İblis, Hz. Âdem’e verilen üstün değeri kıskanmış aslının ateş, Âdem’in aslının ise çamur diyerek büyüklenmiş, secdeden kaçınmıştır. Günahların başlangıcı kibirdir. (S. HAVVÂ, 1/129)
Hadis: Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde, ‘Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan bir kimse, cennete girmeyecektir’ buyurmuştur. (Müslim’den, S. HAVVÂ, 1/134)
Selâmlamak için yapılan secde yâni ayaklara kapanma, önceleri câizdi. Fakat Peygamberimiz (s) Selmân-ı Fârisi (r) kendisine secde etmek isteyince: ‘Hiçbir kulun Allah Teâlâ dışında birine secde etmesi câiz değildir. Şâyet bir kişinin diğerine secde etmesini emretseydim, hanımın kocasına secde etmesini emrederdim.’ (Ebû Dâvud, Tirmizi) buyurarak bunu yasaklamıştır. Dînimizde baş eğerek selâmlama da mekruh sayılmıştır. (Ö. ÇELİK, 1/102)
(35).‘Ey Âdem, eşinle berâber cennete yerleşin.’ Âdem ile eşinin yerleştiği cennet, pek çok müfessirin ortak kanâatine göre, öldükten sonra müminlerin varacağı ebediyet yurdudur. Âhiretteki cennettir. Allah Teâlâ o ikisini yerde yaratmış, ruh üflemiş, sonra da cennete yerleştirmiştir. Bunlar oraya devamlı kalmak için değil, misâfir olarak girmişlerdir. Bu sebeple, bâzı yasakların konması, şeytanın oraya girebilmesi, vesvese verebilmesi gibi özel durumlar söz konusu olmuştur. (Ö. ÇELİK, 1/104)
(36).‘Nihâyet şeytan onları kaydırdı’ Yasaklanan ağaca yaklaşmalarını sağlayarak onlara hatâ işletti. Hz. Âdem hakkında zelle kelimesinin kullanılmış olması, peygamberler hakkında zelle adının kullanılabileceğinin delîlidir. Bâzı müfessirlere göre Hz. Âdem’in bu yaptığı peygamberlikten önce idi, Hz. Âdem’in ismet sıfatına aykırı bir durum yoktur. (S. HAVVÂ, 1/130)
‘Yalnız şu ağaca yaklaşmayın’ İbn Cerir der ki: ‘Âdem ve onun zevcesi cennet ağaçları arasında belirli bir ağacın meyvesini yemekten yasaklanmışlardı. Onlar bu meyveden yemişlerdir. Bunun hangi ağaç olduğuna dâir bir bilgimiz yoktur. (S. HAVVÂ, 1/130)
‘Dedik ki: İnin.’ Burada hitap kimi müfessirlere göre Âdem’e, Havvâ ve İblis’edir. Kimilerine göre de burada hitap Âdem ve Havvâ’yadır. Çünkü İblis’e daha önceden inmesi emredilmiş bulunuyordu. Maksat ise Âdem, Havvâ ve onların zürriyetidir. (S. HAVVÂ, 1/131)
‘Kiminiz kiminize düşman olarak’ Birinci görüşe göre murad İblis’in insanlara düşmanlığı, ikinci görüşe göre ise insanların birbirlerine karşı haksızlık, düşmanlık ve birbirlerini saptırışlarıdır. (S. HAVVÂ, 1/131)
(37).‘O da onun tevbesini kabul etti.’ Peygamberimiz tevbeyi ‘Günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir.’ (İbn Mâce) olarak tanımlamıştır. Yüce Allah tevbe edenleri sever. (2/222). Günahına tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibi olur.’ (İbn Mâce, Hadis, İ. KARAGÖZ, 1/98)
Kulun tevbesi, şu şartlarda tamam ve kabul olur: Bunlar, işlediği günaha pişman olmak, hâlihazırda günahı terk etmek, ileride aynı günahı tekrar işlememeye karar vermek ve üzerinde hakkı bulunanların haklarını ödeyerek helâlleşmektir. (Ö. ÇELİK, 1/106)
Âdem şu beş şey ile mutlu oldu: suçunu itiraf etmek, pişmanlık duymak, nefsini kötülemek, tevbeye yönelmek, ilâhi rahmetten ümidini kesmemek. İblis, şu beş şey ile mutsuz oldu: günahını kabul etmemek, pişmanlık duymamak, kendini kınamamak, azgınlığını Allâh‘a bağlamak, ilâhi rahmetten ümidini kesmek. (..)
Namaz başlangıcında okunan sübhâneke duâsı, ilk öğretilen duâlardandır. (H. DÖNDÜREN, 1/27)
Bukıssada birçok ibretler vardır: Birincisi, kibirhatânınbaşlangıcıdır. Birdiğeribret, Allâh’ınimtihânıyumuşakveşefkatlidir. Birdiğeribret deşudur: Hissivemânevişehvetler, günahınkapısıdır. Hz. Âdem’in yiyecek arzusu, günah işlemesine sebep olmuştur.
Maurice Bucaille, dünyânın yaratılışı ve ömrünü incelemiş, Tekvin’e göre (1975 yılında) ay senesi hesâbıyla 5736 yıl olduğunu hesaplamıştır. Halbuki güneş sisteminin teşekkülü ile ilgili bilimsel takdir 4.5 milyar yıldır. Bu bulgular, ilmi etüt ve kanaatlere uymamaktadır. Birçok târihi kalıntının onbinlerce yıl öncesine dayandığı bilinmektedir. (S. HAVVÂ, 1/137)
2/40-46 İSRÂİLOĞULLARI
40. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim (kudret helvası, bıldırcın eti, petgamber göndermek gibi) nimeti hatırlayın (şükredin); bana (îmanveitaathusûsunda) verdiğiniz sözü yerine getirin, ki ben de size (cennetleilgili) vaadettiklerimi vereyim. Yalnız benden korkun!
41. Ve yanınızdaki (Tevrat’ınaslı)nı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’ân’)a îman edin, ona inanmayanların ilki siz olmayın; benim âyetlerimi az bir bedele (dünyâlıkkarşılığa) satmayın ve ancak (benimemrimeuygunyaşayın) ve bana karşı gelmekten sakının!
42. Hakkı (gerçeği) bâtıl ile örtüp bile bile hakkı (Muhammed’in peygamber ve Kur’ân’ın Allah sözü olduğunu) gizlemeyin.
43. (Ey müminler! Beş vakit) Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.
44. (Ey Yahûdi bilginleri!) Siz Tevrat’ı okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup da, (diğer) insanlara iyilik yapmalarını (vetakvâyı) mı emrediyorsunuz? (Bununçirkinolduğunu) hiç düşünmüyor musunuz?
45. (Eymüslümanlar!) Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz bu (şekildeyardımistemekAllâh’a) gönülden saygı duyanlara zor ve ağır gelmez. [krş. 2/153, 186]
46. Onlar, mutlaka Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini bilirler (denamazlarınıyüksünmeden, huşûiçindekılarlar).
40-46. (40).‘Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın’ ‘Benî İsrâil’: İsrâil kelimesi, Hz. İbrâhim‘in, İshak‘tan torunu Hz. Yâkub‘un ismi olarak geçmekte, kırk âyette de Yahûdiler Benî İsrâil olarak geçmektedir. (KUR’ÂN YOLU, 1/112)
Burada onların hatırlaması emredilen nimet Yüce Allâh‘ın (İsrâiloğulları’nın) atalarını Firavun‘dan koruması, taştan su çıkarılması, rasullerin gönderilmesi, kitap indirilmesi ve ileride göreceğimiz diğer hususlardır. (S. HAVVÂ, 1/148)
‘bana olan sözünüzü tutun ki’ Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın Yahûdilerden ne tür sözler aldığına dâir açıklamalar yer almaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak, onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (Bakara, 2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlerine inanacaklarına, muhtaçlara Allah rızâsı için borç vereceklerine (Mâide, 5/12), kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (Âl-i İmran, 3/187), dâir söz almıştır. Fakat buradaki ahitten maksat, daha ziyâde, Yahûdilerden, kutsal kitaplarında hakkında önemli bilgiler verilmiş olan Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğini tanıyıp inanmaları ve bu gerçeği insanlara da açıklamaları konusunda alınan sözdür. (Ö. ÇELİK, 1/112)
(41).‘Yanınızdakini (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’ân-ı Kerîm’e) îman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın, âyetlerimi az bir paha ile satmayın ve yalnız Benden sakının.’ Allâh’ın âyetlerini satmaktan maksat, hiç kuşkusuz dünyevi bir yarar elde etmek için Allâh’ın Tevrat’taki hükümlerini insanların talepleri doğrultusunda değiştirmek demektir. Bu da esâsen lafzi bir tahrif anlamına gelmektedir ki, söz konusu tahrîfât son zamanlarda yapılan objektif metin tenkitleri yoluyla da zâten ispatlanmıştır. Bu yasağın esâsen sebebi de – 42. âyette ifâde edildiği gibi – hakkı bâtıla karıştırmamak içindir. Burada Hak olan Kur’ân’dır, bâtıl olan da daha önce hak iken Yahûdi bilginler tarafından tahrif edilerek, yâni hükümleri değiştirilerek orijinalitesi yok edilen Tevrat metnidir. O hâlde söz konusu âyette Yüce Allâh’ın kasdettiği şey bâtılla hak olan (Kur’ân’ın) üzerini örtüp onu gizlememektir. (M. DEMİRCİ, 1/70, 71)
‘Az paha ile âyetlerimi satın almayınız’ Hasis dünyâ menfaatlerine değişmeyiniz. (ELMALILI, 1/285) Az paha: Başkanlık, mal, mevki, dünyâ anlamındadır. ( S. HAVVÂ, 1/149)
(42).‘Hakkı bâtıl ile gizlemeyiniz / örtmeyiniz’ Tevrat’ın aslını, kendi düşüncenizle değiştirmeyiniz. Hz. Muhammed‘in geleceğini bildiren âyetleri gizlemeyin. (ELMALILI, 1/285, H. DÖNDÜREN, 1/28) İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız, ticârette, hukukta haksız işlem yapmayınız. (ELMALILI, 1/285)
(43).‘Namazı kılın, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte rükû edin’ Cemaatle namazın hükmü konusunda müctehidler farklı görüştedirler: Hadislerden hareketle Hanbelî müctehidler cemaatle namaz kılmanın erkekler için farz-ı ayn; Şâfii müctehidler farz-ı kifâye; Hanefî ve Mâlikî müctehidler ise sünnet-i müekkede olduğu ictihâdında bulunmuşlardır. (İ. KARAGÖZ, 1/106)
(44).‘Siz Tevrat’ı okuyup durduğunuz hâlde insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?’ Ey Kitap ehli! Bütün hayırların ifâdesi olan ‘birr: iyiliği’ insanlara emredip durduğunuz hâlde kendinizi unutuvermeniz size yakışır mı? Nasıl olur da insanlara emrettiğiniz konuları siz yerine getirmiyorsunuz? Hâlbuki Kitabınızı da okuyup durmakta ve Allâh’ın emirlerini yerine getirmemek konusunda bu Kitapta neler olduğunu da bilmektesiniz. Yapmış olduğunuz bu işin çirkinliğini farketmiyor musunuz? Tâ ki sizin bu farkedişiniz sizi bu kötülüğü işlemekten alıkoysun. (S. HAVVÂ, 1/150)
(45).‘Sabır ve namazla yardım isteyin.’ Allâh’a olan ihtiyaçlarınız, belâ ve musîbetleriniz, Allâh’ın bütün emirlerini yerine getirebilmeniz, ahidleri yerine getirmek, hakkı açıklamak, iyiliği emredip ona bağlanmak gibi geçen bütün bu emirleri yerine getirebilmeniz için sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyiniz. Bütün bunları kolaylıkla yerine getirebilmeniz için de sabrı ve namazı birlikte yaparak yardım isteyiniz. (S. HAVVÂ, 1/152)
İbni Kesir şöyle der: Zâhire göre bu âyet (45. âyet) her ne kadar İsrâiloğulları’nı uyarmak konusunda bir hitap ise de, sâdece onlar kasdedilmemektedir, başkaları hakkında da geneldir. Bununla ilgili şunları da ekleyebiliriz: Kur’ân-ı Kerim’de müminlere yönelik olmayan bir tek âyet yoktur. Yüce Allah, bize İsrâiloğulları’nın başından geçen herhangi bir olayı anlattığı zaman gerekli ibreti almamız, sakınmamız, müjde almamız, öğüt almamız, amel etmemiz, beklememiz yâhut öğrenmemiz içindir. (S. HAVVÂ, 1/152, 153)
Sabır: Sabır üçtür: itaatleresabır, günahlarakarşısabır, belâvemusîbetlerekarşısabır. (S. HAVVÂ, 1/153)
2/47-59 İSRAİLOĞULLARINA VERİLEN NÎMETLER
47. Ey İsrâiloğulları! Size bağışladığım (bunca) nimetimi ve bir de (vaktiyletevhidinancındaolmanızdolayısıyla) insanlar arasından sizi üstün kıldığımı hatırlayın.
48. Artık öyle bir günden korkun, ki (ogündeazaptankurtulmakiçin) hiçbir kimse, bir başkası yerine bir şey ödeyemez. (Allâh’ınizniolmadıkça) hiç kimseden şefaat kabul olunmaz; hiç kimseden fidye alınmaz ve kâfirlere yardım da edilmez. [bk. 2/123]
49. (Eyİsrâiloğulları! Yinehatırlayınki) vaktiyle, (doğan) erkek çocuklarınızı boğazlayıp kızlarınızı hayatta bırakarak, size işkencenin en şiddetlisini revâ gören Firavun (ve) soyundan sizi kurtarmıştık. Bu, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihandı. [krş. 7/141]
50. Hani, sizin için (Kızıl)denizi yarıp sizi (geçirerek, işkencelihayattan) kurtarmış, Firavun (ve) adamlarını da sizin gözlerinizin önünde boğmuştuk. [krş. 10/90-92; 43/55-56]
51. Hani Mûsâ’ya kırk gece (Tûr’davahyetmekiçin) söz vermiştik. Sonra onun arkasından siz kendinize yazık ederek buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.
52. Sonra (budefaiçtentevbeedince), biz de belki şükredersiniz diye, sizi affetmiştik.
53. (Yinehatırlayınki, biz) Mûsâ’ya (sapıklıktankurtulup) doğru yolu bulasınız diye Tevrat’ı ve (içinde) Furkân’ı (hakilebâtılıayıranhükümleri) vermiştik.
54. Hani Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize yazık ettiniz. Hemen Yaradanınıza tevbe edin, (değilse) nefislerinizi öldürün. İşte böyle yapmanız, (herikihâldede) Yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır.” demişti. Böylece (Allahda) tevbelerinizi kabul etsin. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
55. Yine vaktiyle siz: “Ey Mûsâ! Biz, Allâh’ı açıkça görmedikçe sana aslâ inanmayacağız.” demiştiniz. O sırada sizi yıldırım(ındehşeti) çarpıvermişti ve siz de (serilipkımıldayamayacakbirhâlde) bakakalmıştınız. [bk. 7/155]
56. Sonra, şükredesiniz diye, ölüm (hâl)inizin ardından sizi yine diriltmiştik.
57. Ve (TîhçölündeSînâ’da) bulutları üzerinize gölge yaptık, size kudret helvasıyla bıldırcın (kuşu) da indirdik. “Size verdiğimiz bu güzel helâl rızıklardan yiyin.” (dedik). Ama onlar (nankörlükedipitâatetmemekle), bize değil fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
58. Hani (oTîhçölündençıktıktansonra): “Şu şehre (Beyt-i Makdis’e) girin, orada istediğiniz yerden dilediğinizi bol bol yiyin, (şükür) secde(si) ederek kapıdan girin ve: ‘(YâRabbi!) Hıtta (affetbizi).’ deyin ki biz de sizin hatâlarınızı bağışlayalım. Zîrâ biz ihsan edenlere (iyilikveitaattebulunanlara) karşılığını artıracağız.” demiştik.
59. Fakat (nefislerine) zulmedenler; sözümüzü kendilerine söylenenden başka şekle çevirdiler. Biz de doğru yoldan sapmaları sebebiyle, zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.
47-59. (47).‘Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.’ Bu âyette geçen nimetlerin” ile başlayan ileriki âyette anılanlardır.: 49. âyet: Firavun âilesinden kurtarma, 50. âyet: denizin yarılması, 51. âyet: Mûsâ ile sözleşme, buzağıya tapma ve bağışlama, 53. âyet: Mûsâ‘ya kitap ve Furkan verilmesi, 55. âyet: Allâh’ı görmek istediler, Bulutların üstü gölgelik oldu.. Menn, selvâ… (S. HAVVÂ, 1/149) (..) Âyette dolaylı olarak onların üstünlüklerinin, tevhid geleneğine sâhip olmalarından kaynaklandığına ve bununla kayıtlı olduğuna da bir işâret vardır. Nitekim onların, tevhid dîninin ilke ve kurallarından sapmaları sebebiyle bu üstünlüklerini kaybettiklerini, Hz. Mûsâ’nın onları ‘fâsık’ olarak nitelediğini, sonuçta türlü şekillerde cezâlandırıldıklarını bildiren âyetler vardır. (örnek olarak bk. Mâide 5/20-26; İsrâ 17/4-7). (KUR’ÂN YOLU, 1/119)
Yahûdi akıl yapısında şu temel özellik vardır: Onlara göre Yahûdiler Allâh’ın seçilmiş topluluğudur. Ne yaparlarsa, ne kötülük işlerlerse ne fesat çıkarırlarsa çıkarsınlar onlar yine seçkindir. (S. HAVVÂ, 1/158)
(48).‘Ve öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseye bir şey ödeyemez, ondan şefaat kabul edilmez, fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.’ Peygamberler, şehidler, sâlih ve Allah dostu kişiler, başkalarına şefaat edebilecekler. ( H. DÖNDÜREN, 1/28)
Bir kısım âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler kıyâmet günü Allâh’ın izniyle günahkâr müminler için şefaatin geçerli olduğunu haber vermektedir. (Bakara 2/255, Tâhâ 20/109) dolayısı ile şefâatin kabul olunmaması, özellikle kâfirler hakkında olup, âyetin hitâbı onlara özgüdür. (Ö. ÇELİK, 1/120)
İsrâiloğulları’na Verilen Nîmetler:
(49).(1).Birinci Nîmet: ‘Hani sizi en kötü işkenceye tâbi tutan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun hânedânından kurtarmıştık.’ Kadınlarınızı sağ bırakıyorlar. (ELMALILI, 1/346) Kız çocuklarını kendi hizmetlerinde kullanıyorlardı. (S. HAVVÂ, 1/160) Firavun‘a kâhinlerin erkek çocuk doğacak, hükümetini mahvedecek, demelerine dayanarak erkek çocuklar öldürülmüş, ama Mûsâ (as) Firavun sarayında büyümüştür. ( ELMALILI, 1/293)
(50).(2) İkinci Nîmet: ‘Hani bir de sizin için denizi yarmış, hepinizi kurtarmıştık. Firavun hânedânını da siz bakıp dururken suda boğmuştuk.’ Taberi; Abdullah b. Abbas, Süddi ve Mücâhid gibi bir kısım sahâbi ve tabiûndan naklettiği birçok habere göre, Kur’ân’ın belirttiği kuru bir yol açma yâni denizin yarılıp insanların geçmesine uygun bir yol hâline getirilmesi ilâhi bir mûcizenin eseridir. (M. DEMİRCİ, 1/74)
(51).(3) Üçüncü Nîmet: ‘Ve hani Mûsâ ile kırk geceyi vaadleşmiştik. Yine siz zâlimler olarak buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.’ (Araf, 7/142-143) Hz. Mûsâ, Tur dağına, seçtiği 70 kişi ile çıkmış, Zilkâde (30 gün), Zilhicce (10 gün) = toplam 40 gün oruç, ibâdet, münâcatla geçirmiştir. Kendisine Tevrat levhaları indirildi. (H. DÖNDÜREN, 1/28) İ.Hakkı BURSEVİ, tasavvuf ehlinin 40 günlük sülûkü bu âyette aldığını söyler. (Cihil:40, Farsça/ çile) (H. DÖNDÜREN, 1/28; ELMALILI, 1/296)
‘Arkasından danaya tutuldunuz.’ Sâmirî‘nin yaptığı buzağıya taptınız. (ELMALILI, 1/296)
İlâhi tecellîler fecir gibi sürekli geceleri tâkip eder. Kara günler de geceden sayılır. Tarîkat erbâbı kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizde kullanılan ve Farsça kırk mânâsına gelen çile tâbirinin de aslı yine budur. Hz. Mûsâ, kırk günlük bu süreyi oruç ve ibâdetle geçirmiş ve kendisine Tevrat levhaları indirilmiştir. (Araf 7/142-145) Ne yazık ki, Hz. Mûsâ Tur’da ilâhi emre uygun olarak çile çıkarırken onlar Sâmirî’nin yaptığı buzağıya tapmaya başlamışlardı. (Tâhâ 20/91; Ö. ÇELİK, 1/123)
(53).(4) Dördüncü Nîmet: ‘Hani Mûsâ’ya hidâyete eresiniz diye Tevrat ve Furkan vermiştik.’ Kitap Tevrat, Furkan ise kendisiyle hak ile bâtılın ayrıldığı şeydir. Burada ya Hz. Mûsâ’ya verilen Âsa ve el mûcizeleri; yâhut helâl ve haramı ayırdeden Şer’i ölçüdür. Çünkü O, hidâyet bulsunlar diye kendilerine kitap indirmişti. (S. HAVVÂ, 1/161)
Furkan: Doğruyu yanlıştan ayıran. Kitab-ı mukaddes ve Kur’an (H. DÖNDÜREN, 1/29) Helâl haramı ayırt eden (S. HAVVÂ, 1/161)
(54).(5). Beşinci Nîmet: ‘Hani Mûsâ kavmine: ‘Ey kavmim! Buzağıyı (tanrı) edinmekle nefsinize zulmetmiş oldunuz, hemen Yaradanınıza tevbe edip, nefislerinizi öldürün. Bu Yaradanınızın katında sizin için daha hayırlıdır’ demişti. Âyete dikkatli bir gözle bakılırsa görülür ki, tevbe etme emri nefsi öldürme emrinden önce anılmıştır. Bu da bize gösteriyor ki, Yüce Allah buzağıya tapan İsrâiloğulları’ndan tevbe etmek sûretiyle nefislerinin bencilliğinden ve olumsuz isteklerinden kurtulmalarını istemiştir. Buna göre ‘nefsi öldürmek’ insanın mânevi olarak nefsinin kabalık ve hoyratlığını yok etmesi anlamına geldiği ileri sürülebilir. (M. DEMİRCİ, 1/76)
Nefislerinizi eğitin/öldürün. (DÖNDÜREN, 1/29) Tevbe edin, kötü duyguları, bencil istekleri yok edin. (KUR’ÂN YOLU, 1/127)
A’raf sûresi 83-98. âyetlerin tefsîrinde daha geniş açıklanacağı üzere, Hz. Mûsâ, kardeşi Hârûn’u yerine vekil bırakıp, Tûr’a Rabbiyle mülâkata gidince, Sâmiri adında biri, kavmin ziynet eşyâlarını ateşte eriterek altın bir buzağı yapmış, bunun hem Mûsâ’nın hem de kavminin ilâhı olduğunu söylemiş ve orada bulunanları buna inandırmıştı. Hz. Hârun, onları bu işten vaz geçirmeye çalışmış ise de başaramamıştı. Hz. Mûsâ, Tur’dan döndüğünde ise artık iş işten geçmiş, insanlar buzağıya tapmaya başlamışlardı. (Ö. ÇELİK, 1/124)
(55).(6) Altıncı Nîmet: ’Bir de hani siz: ‘Ey Mûsâ biz Allâh’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız’ demiştiniz de bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.’ Bu olay, A’raf sûresinin 155-156. âyetlerinde biraz daha genişçe anlatılır. Buna göre Hz. Mûsâ, kavmini temsîlen yetmiş kişiyi seçip Tur dağına götürür. Bunlar orada Allah Teâlâ ile Hz. Mûsâ arasındaki konuşmayı işitince, bununla yetinmez ve bu âyette ifâde buyrulduğu üzere Allâh’ı baş gözleriyle ve açıkça görmedikçe Mûsâ’ya aslâ inanmayacaklarını söylerler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem olur. Bu âsi adamları da yıldırım çarpar ve bayılıp düşerler. Ölecek hâle gelirler. Hz. Mûsâ’nın Allâh’a yalvarmasıyla bu âfet başlarından kalkar ve tekrar ayılıp kendilerine gelirler. İşte burada bu büyük ilâhi lûtfa dikkat çekilmektedir. (Ö. ÇELİK, 1/126)
(57).(7) Yedinci Nîmet: ’Ve üstünüze bulutları gölge yaptık. Kudret helvası ve bıldırcın indirdik.’ İsrâiloğulları, Mısır’dan göç edip Sînâ çölüne geldiklerinde çok zor durumda idiler. Allah Teâlâ onları güneşin kavurucu sıcaklarından korumak üzere bulutlar gönderdi. Onların yiyecek bir şeyleri de yoktu. Allah onlara hem gökten kudret helvası indirdi, hem de etlerini yemeleri için bıldırcın kuşları gönderdi. Bu şekilde karınlarını doyurup, açlıktan kurtuldular. (Bu nimetlere karşılık) şükredecek yerde nankörlüğe ve haksızlığa yöneldiler. Bunun üzerine nimetler kesilmiş ve zarûret içinde kalmışlardır. (Ö. ÇELİK, 1/126-127)
(58).(8).Sekizinci Nîmet: ’Hani; ‘Şu Beyt-i Makdis’e girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından secde ederek girin, ‘Affet’ deyin, Kusurlarınızı örtelim. ‘İyilik edenlere daha da artıracağız’ demiştik.’ Şehirden maksat, Beyt’ül Makdis ya da oraya yakın bir yer olan Eriha’dır. İsrâiloğulları Tih sahrasında kırk sene kaldıktan sonra buraya girmekle emrolunmuşlardır. Zîrâ târihi bilgilere göre onlar, Hz. Mûsâ hayatta iken Beyt’ül Makdis’e girememişlerdir. Kapı, ya o şehrin kapısı veya kendisine doğru namaz kıldıkları kubbenin kapısıdır. Bu kapıdan secde ederek, yâni ‘boyun bükerek, tevâzu ile başlarını eğerek’ girmeleri ve girerken de ‘Hıtta’ yâni, ‘Ya Rabbi! Bizi affet, günahlarımızı bağışla!’ demeleri istenmiştir. Bu emir karşısında onlar iki gruba ayrılmıştır: Muhsinler ve zâlimler. (Ö. ÇELİK, 1/127, 128)
Hıtta: Affet, tevbe ederek girin. (MEVDÛDİ, 1/68) Genel af ilân edin, yerlileri öldürmeyin. (MEVDÛDİ) Dileğimiz bağışlanmaktır. Günahlarımızın yükünü üzerimizden kaldır. (H. DÖNDÜREN, 1/29)
Ricz: Korkunç azap. Mûsâ (as) kavmi, ilâhi emirleri alay konusu yaptığı için azap ile cezâlandırıldı. (H. DÖNDÜREN, 1/29)
2/60-61 ONİKİ PINAR
60. Hani vaktiyle Mûsâ, (çöldesusuzkalan) kavmi için su aramıştı. Biz de: “Âsânı taşa vur.” demiştik. Hemen (âsâyıtaşavururvurmaz) oradan on iki pınar fışkırdı. Herkes (kendi) su içeceği kaynağı bildi ve (onlara): “Allâh’ın rızkından yiyin, için, yeryüzünde bozgunculuk yaparak kargaşa çıkarmayın.” (dedik.)
61. Hani siz (yine): “Ey Mûsâ! (Bizartık) bir tek (kudrethelvasıylabıldırcınetinden) yemeye aslâ tahammül edemeyeceğiz; Rabbine bizim için duâ et de, bize yerin bitirdiği; sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğandan çıkarsın.” demiştiniz. (Hz. Mûsâda🙂 “Daha iyi olanla, daha aşağı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyleyse) bir şehre inin, şüphesiz (orada) sizin için istediğiniz (sebzeler) vardır.” dedi. Onlar (busabırsızlıklarındandolayı) yine yoksulluğa, aşağılığa mâruz kaldılar, Allâh’ın gazabına da uğradılar. Bu (musîbetlerinsebebi), hem Allâh’ın âyet (mûcizeveaçıkbelge)lerini inkâr etmeleri ve (peygamberleriöldürme) hakları olmadığı hâlde peygamberleri haksızlık yaparak öldürmelerinden hem de (Allâh’a) isyan edip aşırı gitmelerindendir. [krş. 3/21]
60-61. (60).(9). Dokuzuncu Nîmet: ‘Hani bir vakit Mûsâ kavmi için su istemiş ‘Âsânı taşa vur’ demiştik de taştan oniki çeşme fışkırmış, her zümre su alacağı yeri öğrenmişti.’ Oniki soydan oluşan İsrâiloğulları, Tih sahrasında susuz kaldılar. Susuzluktan neredeyse helâk olacaklardı. A’raf sûresinin 160. âyetinde beyan buyrulduğu üzere gelip Hz. Mûsâ’dan su istediler. Hz. Mûsâ, onlar için su aramaya koyuldu, tabii bir imkân bulamayınca, ellerini kaldırıp su göndermesi için Rabbine duâ etti. ‘Âsânı taşa vur’ emrine uyarak âsâsını taşa vurdu ve oradan Allâh’ın izniyle on iki pınar fışkırdı. Cenâb-ı Hak, her kabîle için ayrı bir pınar akıtmış ve âyetin ifâdesine göre her birine hangi pınarın kendisine âit olduğunu bildirmişti. (Ö. ÇELİK, 1/129)
‘Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.’ Söz konusu bu âyet, Yahûdilerin yeni bir karakterini bize tanıtmaktadır. Bu ise verilenlerden başka şeylere göz diken; elindeki üstün ve değerli olana rağmen yasaklanmış ve aşağılık şeye göz diken karakter olduğunu açıklamaktadır. (S. HAVVÂ, 1/167)
(61).(10). Onuncu Nîmet: ‘Hani siz: ‘Ey Mûsâ biz bir çeşit yemeğe elbette dayanamayız. Rabbine duâ et de bizim için yerde yetişen sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan bitirsin’ demiştiniz. (Mûsâ da) ‘Siz hayırlı olanı aşağılık olan şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise şehre inin istediğiniz şeyler orada vardır’ demişti.’ (..) Yüce Allah âyet-i kerîmede şunları söylüyor: Hoş, temiz, âfiyetle yenen, faydalı ve kolaylıkla hazmedilen Menn ve Selva’yı üzerinize indirmek ile size olan nimetimi, buna karşılık sizin bu rızkımızdan usanmanızı, bunların yerine daha aşağılık olan sebze ve benzeri şeyleri istemenizi hatırlayınız. Hz. Mûsâ’nın size cevâbı da şu olmuştu: ‘Sizin bu istedikleriniz öyle bulunmayacak şeyler değildir, aksine pek çoktur. Girdiğiniz her şehirde bunları bulursunuz. O bakımdan bu değersiz ve her şehirde bolca bulunan şeyler için Allâh’a yalvarmama değmez. (S. HAVVÂ, 1/167, 168)
İsrâiloğulları Mısır’da uzun yıllar Firavun’un zulmü altında köleler gibi çalışmışlar, ikinci sınıf insan muâmelesi görmüşler, üstelik putperest bir toplumun kültürüyle iyice bozulup şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. Durumları ve ruh halleri bu şekilde olan İsrâiloğulları, Tih sahrasında Allâh’ın kendilerine karşılıksız ikram ettiği nimetlere nankörlük etmeye başlamışlar, Hz. Mûsâ’ya ‘Rabbine duâ et’ (Bakara 2/61) şeklinde îmansızlık kokan son derece edepsiz bir üslûpla hitap ederek, ondan eskiden olduğu gibi bir kısım baklagiller ve sebzeler istemişlerdi. (Ö. ÇELİK, 1/130)
‘ve nihâyet Allah’tan bir gazaba uğradılar’ Hak ettiler de devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha sûresinde sözü geçen ‘kendilerine gazap edilenler’den oldular. ‘Bu baskı, bu gazap’ yâni bu kötü sonuç işte şunun için idi ki: ‘onlar Allâh’ın bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.’ Hz. Şa’yâ, Hz. Zekeriyâ ve Hz. Yahyâ gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine bundan dolayı idi ki; ‘onlar isyânı alışkanlık hâline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı.’ Hâlbuki, küçük günahlarda ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her türlü kötülüğü yaptırır. (ELMALILI, 1/310)
2/62-66 AŞAĞILIK MAYMUNLAR
62. Şüphesiz îman edenlerle, yahûdiler, hıristiyanlar ve sâbiîlerden Allâh’a ve âhiret gününe inanıp da sâlih amel işleyenler var ya, artık onların mükâfâtı Rableri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. [krş. 4/162; 5/69]
63. Hani (eyyahûdiler! VaktiyleTevratileameledeceğinizedâir) sizden kesin söz almıştık, (sonrabuahdibozduğunuziçinyenidensözveresinizdiyetehditolarak) Tûr’u üzerinize yükseltip kaldırmıştık da: “Size verdiğimiz (hükümler)e kuvvetle sarılın ve içindekileri dâimâ hatırlayın ki sakınanlardan olabilesiniz.” (demiştik). [krş. 52/1]
64. Bunun ardından (sözverdiktensonra), yine döndünüz. Eğer Allâh’ın üzerinizde büyük lütfu ve merhameti olmasaydı, en büyük zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65. Cumartesi günü içinizden (ibâdetetmekyerinebalıkavlayarak) haddi aşanları elbette bilmektesiniz. İşte onlara: “Aşağılık birer maymun olun.” dedik. [krş. 5/60; 7/163, 166]
66. İşte biz bunu (bucezâyı) hem o zamandakilere, hem sonradan geleceklere ibret; Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık.
62-66. (62).‘Şüphesiz ki müminler, Yahûdiler, Hristiyanlar ve sâbiîlerden her kim Allâh’a ve âhiret gününe îman edip sâlih amelde bulunursa elbette onların Rableri katında mükâfatları vardır. Hem onlara bir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değildirler.’ (..) Şu anda yahûdinin de, Hıristiyanın da sâbiînin de, mecûsînin veya herhangi bir inanç sâhibinin Muhammed (s)’e îman etmedikçe kurtuluşu mümkün değildir. Kendisine dâvetin ulaşmadığı kimselerden olması müstesnâ. İmam Müslim’in rivâyet ettiği hadiste Peygamberimiz (s) şöyle buyurmaktadır: ‘Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Yahûdi olsun, Hıristiyan olsun, bu ümmetten herhangi bir kimse benim peygamberliğimi işitip, sonra da, kendisiyle gönderildiğim şeye îman etmezse mutlaka cehennemliklerdendir.’ (S. HAVVÂ, 1/169)
Hadis: Hz. Peygamber Selman’ı çağırıp şöyle buyurdu: ‘Bu âyet senin arkadaşların (kendileriyle arkadaşlık yaptığı Hıristiyan) arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce Îsâ’nın dîni ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Fakat bugün, kim beni işitir de bana îman etmezse o da helâk olmuştur.’ (Taberi’den, Ö. ÇELİK, 1/121)
Hadis: ‘Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemin ederim ki, ister Yahûdi, ister Hıristiyan olsun bu ümmetten her kim beni işitir, sonra da bana gönderilene inanmadan ölürse mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.’ (Müslim Îman 240, Ö. ÇELİK, 1/133)
Allâh’a ortak koşan ve küfre düşen ehl-i kitap cehennemliktir. 5/17, 72, 73, 4/116, 155-158,171, 9/30, 31, 98/6, 7, 3/84-86.
Sâbiîler’in kimlikleri konusunda ise müfessirlerin iki görüşü bulunmaktadır: Birinci görüşe göre onlar belirli bir topluluk olup, şu anda Irak’ta onların kalıntıları yıldızlara ve meleklere ibâdet etmektedir. İkinci görüşe göre, bâtılı bırakıp Allâh’a yönelen fakat sahih dînin hangisi olduğunu bilmeyen kimse(ler)dir. (S. HAVVÂ, 1/169)
(63).‘Hani sizden sapasağlam söz almıştık. Tûr’u da üstünüze kaldırmıştık. Size verdiğimize sımsıkı sarılın, onda olanları hatırlayın ki, sakınmış olasınız.’ (Aşağıda gelecek olan) 83’ncü âyet her ne kadar tertip bakımımndan Mushaf’ta daha sonra yer almış olsa da, zâhiri mânâsından onun, bu âyeti tefsir ettiği anlaşılmaktadır. Zâten en doğru tefsir de bilindiği gibi Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîridir. O hâlde cevâbını bizzat Kur’ân’ın kendisi ortaya koymuşken, mîsâkın anlamını başka yerlerde aramaya gerek yoktur. Buna göre burada ele almış olduğumuz âyette yer alan mîsâk, ‘Vaktiyle biz, İsrâiloğulları’ndan: Yalnızca Allâh’a kulluk edeceksiniz, ana – babaya, yakın akrabâya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve ‘İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz.’ (Bakara 2/83) âyetiyle net bir şekilde tanımlanmış demektir. (M. DEMİRCİ, 1/88, 89)
‘Size verdiğimiz (hükümler)e kuvvetle sarılın’ Size verdiğimize (Tevrat’a) sımsıkı sarılın (S. HAVVÂ, 1/172)
‘Tûr’u üzerinize yükseltip kaldırmıştık’ Dağın eteğinde Allah ile İsrâiloğulları arasında ahid yaparken, dağ âdetâ tepesine çökecek gibi görünmüştür. ( MEVDÛDİ, 1/73)
Cenâbı Hak İsrâiloğulları’ndan Hz. Mûsâ’ya itaat etmek ve ona verilen Tevrat’ın emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmak husûsunda söz almıştır. Bu sözü ciddiye almaları için de, bir tehdit unsuru olarak Tur dağını üzerlerine doğru kaldırmıştır. Dağ âdetâ onların üzerine çökecekmiş gibi bir hâl almış ve korkunç bir manzara oluşmuştur. (Ö. ÇELİK, 1/134)
(65).‘Andolsun ki içinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz.’ Bu haddi aşanlar bugün Akabe diye bilinen Eyle halkıdır. Cumartesi günü haddi aşmak ise bugünde kendileri için belirlenmiş sınırı aşmak demektir. Çünkü onlar bugünde yalnız ibâdetle meşgul olmak, bugünegereken saygıyı göstermekle emrolunmuş, fakat onlar bunu bırakıp avlanmakla uğraşmışlardı. (S. HAVVÂ, 1/173)
‘İşte biz onlara ‘Aşağılık maymunlar olunuz’ dedik.’ Yahûdiler cumartesi günü bütün işlerini terk edip, sâdece Allâh’a ibâdet etmekle emrolumuşlardı. Fakat cumartesi yasağını çiğneyip, o günde sâhillerine bol miktarda akın eden balıkları tutmuşlar ve bu sebeple ilâhi azâba uğramışlardı. Allah Teâlâ onlara ‘Aşağılık maymunlar olun’ (Bakara 2/65) buyurmuştu. Müfessirlerimizin çoğuna göre, âyetin ifâde buyurduğu zâhiri mânâya nazaran, onlar şekil değişikliğine uğrayarak tam anlamıyla maymuna çevrilmişlerdir. Mücâhid ve onun izinden giden diğer tefsircilere göre ise, bu hüküm temsîlî olup, onlar akıl, mantık, huy ve ahlâk bakımından maymunlar gibi olmuşlardır. (Ö. ÇELİK, 1/135)
Onların vücut yapıları ile gerçek maymuna dönüşmüş olmaları şart değildir. Ruhları ve düşünceleri ile zâten maymuna dönüşmüşlerdi. Duyguların ve düşüncelerin izleri yüzlere yansır. Mimikler de çehreyi etkileyen, orada derin izler bırakan belirtilerdir. (S. KUTUB, 1/113)
Bu fıkrada Yahûdilerin huy ve ahlâkının iki yönü açıklanmaktadır: Birincisi kendilerine indirilmiş olan vahiyden yüz çevirmeleri, ikincisi dıştan gereğini yerine getiriyor görünüp içten muhâlefet ederek emir ve yasaklardan kurtulmak için hîlelere baş vurmak. (S. HAVVÂ, 1/173)
2/67-71 RABBİNE DUÂ ET
67. (Ey İsrâiloğulları!) Mûsâ, kavmine: “Allah, size mutlaka bir sığır kesmenizi emrediyor.” demişti. Onlar: “Bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. (Mûsâda🙂 “Câhillerden olmaktan Allâh’a sığınırım.” dedi.
68. (Onlar: “EyMûsâ!) Rabbine bizim için yalvar (O’nasor) da onun ne biçim (birsığır) olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Mûsâda: “Allah) buyuruyor ki; o ne çok yaşlı ne de körpe, bunun arasında bir sığırdır. Artık emredildiğiniz şeyi yapın.” demişti.
69. Onlar (tekrar): “Rabbine bizim için yalvar da onun renginin ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. (Mûsâ🙂 “O (Rabbim), rengi bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir.” buyuruyor, dedi.
70. Yine: “Bizim için Rabbine duâ et de, onun (mâhiyetinin) nasıl olduğunu bize açıklasın çünkü bizce, sığırlar birbirine benziyor. Eğer Allah dilerse biz (emredileniyapmakta) elbette doğruya erişmiş oluruz.” dediler.
71. (Mûsâşöylededi): “(Rabbim) buyuruyor ki: O, henüz toprağı ‘sürmek ve ekin sulamak’ için boyunduruk altına girmemiş, hiç alacası olmayan, serbest dolaşan, kusursuz bir sığırdır.” (İsrâiloğulları🙂 “Şimdi (Rabbinden) gerçeği getirdin.” deyip hemen o ineği (bulup) boğazladılar. (Emrederhalitaatetmelerigerekirken, istekleriniçoğaltmalarısebebiyle) neredeyse (cayıpbunu) yapmayacaklardı.
67-71. Bir adam, kendisi öldürdüğü hâlde, Hz. Mûsâ’ya gelerek, öldürülmüş birini gördüğünü söyleyip kâtilinin bulunmasını istemişti. Hz. Mûsâ da Allâh’ın emri üzerine bir inek kesileceğini, onun bir uzvu ile öldürülen kişiye vurulacağını, onun da dirilip kâtili bildireceğini söylemişti. Fakat onlar kesme emrini yerine getirmeyip ineğin özelliği hakkında gereksiz sorular sormaya başladılar. (..) (H. T. FEYİZLİ, 1/9) Nihâyet nitelikleri belirlenen sığırı bulup keserler ve parçasıyla öldürülen şahsa vururlar. Ölü dirilir, kâtili haber verir, İşte 67 – 74. Âyetler, bu olayı anlatmaktadır. (İ. KARAGÖZ, 1/128)
(67).‘Mûsâ kavmine: ‘Allah size mutlaka bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar: ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’ Dediler.’ İsrâiloğulları Mısır’dan çıkıp denizi geçtikten sonra, kendilerine âit putlara tapan bir kavme rastladıklarında ‘Ey Mûsâ! Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!’ demişlerdi. (Araf 7/138) Sonra Hz. Mûsâ’nın Tur dağında bulunduğu sırada Sâmirî’nin yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başlamışlardı. (Araf 7/152, Tâhâ 20/85-96) Zîrâ, ‘inkâr etmeleri yüzünden kalplerindeki buzağı sevgisi iliklerine işlemişti.’ (Bakara 2/93) Bu bakımdan onlar henüz ineği mukaddes bir hayvan görüyor ve onun kesilmesinin mümkün olabileceğini düşünemiyorlardı. Aynı gerekçe ile Hz. Mûsâ’nın bir inek kesme teklîfine karşı’Sen bizimle alay mı ediyorsun?’ (Bakara 2/67) demişlerdi. (Ö. ÇELİK, 1/137)
(68).‘Dediler ki, ‘Rabbine duâ et, bize açıkça niteliğini bildirsin. Çünkü bizce inekler birbirine benziyor.’ Onlar her hangi bir ineği kesmekle emrolundular. Fakat işi yokuşa sürmek isteyince, Allah onların yükümlülüklerini artırdı. Bize düşen ince eleyip sık dokumamak, emir ve yasaklarda elimizi çabuk tutmak, gereğinden çok sormaksızın yerine getirmektir. (S. HAVVÂ, 1/177, 178)
Çok Soru Sormak: 5/101: Hz. Peygamber, din konusunda çok soru sormanın doğru olmadığını buyurmuştur. (KUR’ÂN YOLU, 1/143)
2/72-74 TAŞLARDAN ÖYLESİ VAR Kİ
72. (Eyİsrâiloğulları!) Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun (kâtili) hakkında atışmış (suçubirbirinizeatmış)tınız. Allah ise gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.
73. (İştebununiçin) biz: “(Kesilensığırın) bir parçasıyla ona (oöldürülenadama) vurun.” demiştik, (onlardavurunca, ölüdirilipkâtilinisöylemişti). İşte Allah, tıpkı bunun gibi ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size kudretinin delillerini gösteriyor.
74. Sonra, ölünün dirilmesinin ardından (ibretalıpsamîmiinanmanızgerekirken) kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, belki de ondan daha katı (oldu). Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden nehirler fışkırır; öylesi de vardır ki çatlar da ondan su çıkar; yine öylesi vardır ki, Allah korkusundan (dağdanyuvarlanıp) aşağı iner. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
72-74. (72).‘Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de sonra o konuda birbirinizle çekişmeye başlamıştınız.’ Rivâyete göre Hz. Mûsâ zamanında (..)bir Yahûdiyi (..) öldürüp (cesedini) bir tarafa attılar. Kâtilin bulunamaması üzerine Hz. Mûsâ’dan çözüm bulması istendi. O da Allah’tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve bunun bir parçasıyla ölünün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin yapılması üzerine ölü dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. Böylece hem adâlet yerini bulmuş oldu, hem de Allâh’ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmiş oldu. (Ö. ÇELİK, 1/138-139)
(73).‘Sığırın bir parçasını ölüye vurun.’ (..) Bunun üzerine bu parça ile ölüye vurulunca ölü canlandı ve kendisini öldürenin kim olduğunu bildirdi. ‘İşte Allah ölüleri böyle diriltir.’ Bu ölüyü dirilttiği gibi kıyâmet günü de ölüleri böylece diriltecektir. ‘ve sizlere âyetlerini gösterir ki, aklınızı başınıza alasınız.’ O’nun her şeye kâdir olduğuna dâir delilleri sizlere, aklınızın ereceği hükümle bilesiniz diye göstermektedir. Söz konusu bu delil şudur: Bir tek canı, öldükten sonra diriltmeye kâdir olan, hepsini de diriltmeye kâdirdir. (S. HAVVÂ, 1/176)
Bakara kıssasını İsrâiloğulları’na gösterilen bir ‘ba’s ba’de ‘l mevt’ (ölümden sonra dirilme) misâli olarak düşünülmesi gerekir. ( ELMALILI, 1/324)
(74).‘Sonra bunun arkasından kalpleriniz yine katılaştı.’ (..) Kalpleri ‘katılaşmak’ ile nitelendirilmesi artık onların hiçbir öğüdü kabul edemeyecek ve hiçbir şeyden ibret alamayacak hâle geldiğini açıklamak içindir. (S. HAVVÂ, 1/176)
Allâh’ın kudretini ve ölüleri dirilteceğini gösteren bir mûcize olarak ölünün diriltilmesi İsrâiloğulları’nın îmanlarını pekiştirmeli ve kalplerini ince bir hâle getirmeliydi. Fakat böyle olmadı. Tam aksine kalpleri taş gibi katılaştı hattâ daha katı hâle geldi. (Ö. ÇELİK, 1/139)
Hadis: Allah Rasûlü (s) kalp katılığına karşı bizleri uyararak şöyle buyurur: Allâh’ı anmanın dışında çok konuşmayın Çünkü Allâh’ı anmanın dışında sözün çokluğu kalp katılığına sebep olur. İnsanların Allah’tan en uzak olanı ise, kalbi katı olandır. (Tirmizi’den) Bu sebeple göz yaşarmaması, kalp katılığı, bitmek bilmeyen arzular, dünyâya karşı aşırı tamah bedbahtlık alâmeti olarak kabul edilmiştir. (Tirmizi Zühd 62; Ö. ÇELİK, 1/140)
2/75-82 İNANACAKLARINI MI UMUYORSUNUZ ?
75. (Eymü’minler! Yinedeyahûdilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Hâlbuki onlardan bâzıları vardı ki Allâh’ın kelâmı (olantahrifedilmemişTevrat’ı)nı dinlerlerdi de, onu anladıktan sonra, bile bile bozup değiştirirlerdi.
76. (Oikiyüzlüyahûdiler) îman edenlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de îman ettik (senTevrat’tamüjdelenenpeygambersin).” derlerdi. Birbirleriyle tenhâda (başbaşa) kaldıkları zaman ise (yahûdilerinilerigelenleribunlara): “Allâh’ın size açıkladıklarını (yâniTevrat’tabildirdiğiHz. Muhammed’eâitözellikleri), Rabbiniz katında si(zinaleyhini)ze delil getirsinler diye mi onlara söyleyip duruyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu?” derler. [krş. 2/14]
77. (Yahûdiler) bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilmektedir?
78. Yahûdilerden bir kısmının da okuyup yazması yoktur. Tevrat’ı bilmezler. Bildikleri, ancak bir sürü hayâlî uydurmalardır ve onlar ancak zan (vetahmin)de bulunuyorlar.
79. Kitab’ı elleri ile yazıp, sonra da az bir değere (dünyâlıkmenfaate) satabilmek için: “Bu Allah katındandır.” Diyenlere yazıklar olsun! Ellerinin (uydurup) yazdığı şeylerden dolayı yazıklar olsun onlara! Kazandıklarından dolayı yazıklar olsun onlara!
80. (Oyahûdiler🙂 “Ateş, bize sayılı günler dışında aslâ dokunmayacak.” dediler. (Ey Peygamberim!) De ki: “Allah’tan bir söz mü aldınız? (Böyleise) Allah verdiği sözden aslâ dönmez. Yoksa Allah hakkında, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
81. Hayır (işböyledeğil!) Kim (büyük) bir kötülük işler de (şirkolanbu) günahı kendini çepeçevre kuşatırsa, işte onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalacaklardır.
82. İman edip sâlih amel işleyen kimseler ise cennet ehlidirler; işte onlar orada ebedî kalacaklardır.
75-82. (75).‘Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Onlardan öyle bir zümre vardı ki, Allâh’ın kelâmını dinlerlerdi de akılları onu kavradıktan sonra, bile bile bunu değiştirirlerdi.’ Olmadık şekilde onu yorumlarlardı. Ve bunu yüce mânâlarına uygun olarak anladıktan sonra yaparlardı. Bununla birlikte onlar bildikleri hâlde Allâh’ın kelâmına muhâlefet ediyorlar, bu yaptıkları tahrif ve yorumlarda yanlış yaptıklarını bile bile bunu yapıyorlardı. (S. HAVVÂ, 1/184)
Medîne’de Müslüman olan bâzı kimseler, Yahûdilerin hemen İslâm’a girebileceklerini düşünüyorlardı. Âyet-i kerîme, bu düşüncenin yerinde olmadığını ifâde buyurmaktadır. Kendi kitaplarını bile tahrif edecek kadar ileri giden Yahûdilerin, dinlerini terk ederek İslâm’a girmeleri gerçekten zor bir durumdur. (Ö. ÇELİK, 1/140)
(76).‘İnsanlarla karşılaştıkları zaman: ‘Biz’ de ‘inanıyoruz,’ çünkü Hz. Muhammed’in taşıdığı niteliklere sâhip bir Peygamberin geleceği, bize önceden Tevrat’ta zâten müjdelenmişti’ ‘derler. Fakat birbirleriyle başbaşa kalınca,’ liderleri, bu sözü söyleyenleri kınayarak: ‘Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? ‘Allâh’ın size bildirdiği’ bilgileri, meselâ Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen Tevrat âyetlerini, Müslümanlarla ‘Rabbinizin huzûrunda’ yapacağınız tartışmalarda ‘size karşı delil olarak kullansınlar’ da böylece halkın desteğini kazansınlar ‘diye mi onlara anlatıyorsunuz?’ Ne diye ellerine koz veriyorsunuz? Böyle yapmakla sâhip olduğunuz makâmın, servetin elinizden gideceğini ve insanların gözündeki itibârınızın ayaklar altına düşeceğini ‘hiç düşünmüyorsunuz?’ derler.’ M. KISA, 1/29)
Muhammed‘in arkadaşlarına, Allâh’ın size Tevrat‘ta açıklamış olduğu Muhammed‘in niteliklerini haber vermeyiniz ki, bunun Rabbinizin kitabında indirmiş olduğunu delil getirip sizi susturmasınlar. (S. HAVVÂ, 1/184)
Yahûdi Karakteri: (Samîmi olmayan insanlar) Bu âyet, herhangi bir zorlama olmamakla birlikte, içinde gizlediklerinin tam aksini açığa vurmanın, diğer insanlara söylediği şeyin, kendi aralarında tersini söylemenin Yahûdi karakteri olduğuna delâlet etmektedir. Aynı şekilde, bu tür konumlarının asıl sebebinin Allâh’ı gereği gibi tanımamak olduğuna da delildir. (S. HAVVÂ, 1/185)
(78).‘Onlardan bir kısmı ümmîdirler, Tevrat’ı anlamazlar. Onlar sâdece birtakım bâtıl şeyleri zanneder dururlar.’ Yahûdilerden kimisi doğru dürüst okuyup yazamamaktadır. Bu bakımdan onlar Tevrat’ı okuyup onun anlamlarını inceleyemiyorlar. Bu sebeple onlar, hiçbir amel işlemeksizin Allâh’ın kendilerini sevdiği, kendilerini bağışlayacağı ve ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine acıyacağı kuruntusuna kapılırlar; fakat onlar bunu yaparken sâdece zannediyorlar, herhangi bir kesin bilgiden yoksundurlar. (S. HAVVÂ, 1/185)
(79).‘Tevrat’ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir paha ile satabilmek için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun!’ Allâh’a iftirâ ederler ki onunla beş on para kazanmak için böyle yaparlar. Haddi zâtında geçici olduğundan dolayı az demek olan bir dünyâ yararı gibi hasis bir fayda uğruna yalan söyler, gerçeği tahrif eder, değiştirirler. Bu sûretle eski kitapları büyük değişikliklere uğratmışlardır. (ELMALILI, 1/328)
Az paha: Dünyâ, servet, liderlik, makam, mevki de dünyâlıktır. (S. HAVVÂ, 1/186)
Yahûdi bilginlerinin, diğer Yahûdiler için söz konusu olmayan bir takım menfaatleri vardı. Peygamberimiz (s)’in kitaplarında beyan edilen gerçek özelliklerini açıkladıkları takdirde bu menfaatlerinin elden gideceğinden korkmuş ve onu değiştirmişlerdir. (Ö. ÇELİK, 1/142)
Burada Yahûdi âlimlerinin neler yaptıkları anlatılmak isteniyor. Onlar sâdece, ilâhi kitapları kendi arzu ve isteklerine uydurmak için değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda orijinal metine kendi yorumlarını, ulusaltârihlerini, bâtıl inançlarını, kendi uydurdukları teorileri, felsefe ve kânunları da eklemişlerdir. Daha sonra da bütün bunları (ki hepsi Kitab-ı Mukaddes’te yar almaktadır) Allah’tan diye ortaya koymuşlardır. Herhangi bir şekilde ilâhi kitaba dâhil olan her târîhi hikâye, her yorum, her insan uydurması inanç ve her insan yapısı kânun ‘Allâh’ın kelâmı’ olmuştu. (MEVDÛDİ, 1/79)
(80).‘Sayılı günlerden başka bize aslâ ateş dokunmayacak’ dediler. De ki: ‘Siz Allah katından bir söz mü aldınız?’ Yahûdilerin Allâh’ın kitabını tahrif etme ve değiştirme cüretini göstermeleri, türlü hîle, desîse, kıskançlık, aldatmak, peygamberlere karşı gelmek ve bunlara benzer diğer nitelik ve konumlarının tümünün sebebi işte bu yanlış inanışlarıdır. Güyâ onlar, ateşte sayılı birkaç gün kalacaklarmış. (S. HAVVÂ, 1/186)
(81).‘Hayır, kötülük yapıp da günahı kendisini kuşatan kimseler, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar ateşte temelli kalıcıdırlar. Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada temelli kalıcıdırlar.’ Kim bir kötülük işler ve bu kötülük kendisini kuşatırsa o kıyâmet gününe hiçbir iyiliği bulunmaksızın gelmiş olacaktır. Hattâ bütün amelleri seyyiat yâni kötülük olacaktır. İşte bunlar cehennemliklerdir. Buradaki ‘günah’dan kasıt, İbn Abbas, Mücâhid ve başkalarından gelen rivâyete göre şirktir. Allâh’a ve Rasûlüne îman edip Şerîata uygun amel işleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir. (S. HAVVÂ, 1/188)
Günah, küfür olmasa da küfre götüren yollardır. (S. HAVVÂ, 1/189)
Hadis: ‘Küçümsenen günahlardan çokça sakınınız, çünkü bunlar, kişiyi helâk edene kadar bir araya gelip toplanırlar.’ (Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 1/189)
‘..îman edenler ve sâlih ameller işeyenler… cennet halkıdır.’ Cennetin Hadîd sûresinin 21. Âyetinde müminler için, Âl-i İmran sûresinin 133’ncü âyetinde müttakîler için hazırlandığı bildirilmektedir. Dolayısıyla cennetlik olabilmek için ‘mümin’ olmak olmazsa olmaz şarttır. Hadîs: Peygamberimiz (s) ‘Cennete ancak Müslüman kişi girer’ (Buhârî Fazâilü’s Sahâbe 178) ve ‘Cennete ancak mümin kişi girer’ (Buhârî Megâzi 36) buyurmuştur. Cennete giren müminler, orada ebedî olarak kalırlar. (4/123, İ. KARAGÖZ, 1/138)
2/83-86 DÜNYÂ HAYÂTINI SATIN ALANLAR
83. Hani (vaktiyle) İsrâiloğulları’ndan: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel davranıp iyilik edin; hem de insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.’’ diye (emretmiş), sağlam söz almıştık. (Busözden) sonra, sizin pek azınız hâriç, döndünüz. Sizler hâlâ yüz çevirenlersiniz.
84. Yine bir zamanlar: “Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” diye siz (yahûdiler)den kesin söz almıştık, sonra siz de kabul etmiştiniz ve siz hâlâ bunun tanıklarısınız.
85. Sonra siz, öyle kimselersiniz ki (busözünüzerağmen) yine kendinizi (birbirinizi) öldürüyor, içinizden bir grubu yurtlarından çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta (birleşip) yardımlaşıyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram kılındığı hâlde (hemaranızdasavaşıyorhemde) size esir düşerlerse, karşılıklı fidye alışverişi yapıp onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden bunu yapanların cezâsı, dünyâ hayâtında aşağılık (verezilolmak)tan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
86. İşte onlar (yahûdiler), âhirete karşılık dünyâ hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden, onların azâbı hafifletilmez, onlara aslâ yardım da edilmez.
83-86. (83).‘Hani vaktiyle İsrâiloğulları’ndan…. sağlam söz almıştık.’ İsrâiloğulları’nın yaptığı işler ve davranışlar hakkındaki bu bilgiler, Kur’ân’ın geldiği dönemde yaşayan yahûdilerin Tevrat’ı değiştirip gerçekleri gizlemelerinden dolayı verilmiştir. Çünkü Peygamberimiz gönderildiği zaman Arabistan’da özellikle Medîne ve civârında oldukça kalabalık bir yahûdi topluluğu yaşamaktaydı. Son peygamber olan Hz. Muhammed gönderilmeden önce bir peygamber geleceğini etrâfa yayan yahûdiler, peygamberimiz gelince ağız değiştirdiler. Zîrâ onlar gelecek peygamberi yahûdilerden bekliyorlardı (2/146). Hâlbuki onlar kendilerinden gelen üç peygamberi de öldürmüşlerdi (2/87). Araplar’dan gelince onu kıskandılar. “Bu İsrâil değil İsmâil oğullarındandır.” diye inanmadılar. Kur’ân’da yahûdiler hakkında daha çok bilgi verilmesinin sebebi budur. Peygamberimiz ahitlerini bozmaları ve çeşitli hâinlikleri yüzünden onlarla savaşmak ve onları yurtlarından sürmek zorunda kalmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/11)
(84).‘Yine bir zamanlar: “Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” diye siz (yahûdiler)den kesin söz almıştık,’ Bu âyetin verdiği mesajlarşunlardır: (1) Cana ve mala tecâvüz haramdır. (2) Zulüm ve günahta yardımlaşmak haramdır. (3) Allâh’ın kitabının bir kısmına îman edip, bir kısmına îman etmemek küfürdür. (İ. KARAGÖZ, 1/142)
(85).‘Sonra sizler birbirinizi öldüren, aranızdan birtakımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak size haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan sizlersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına îman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?’ Buna somut bir örnek olarak, Medîne yakınında yaşayan farklı Yahûdi kabîleleri arasındaki garip ilişkileri gösterebiliriz. Hz. Peygamber’in (s) hicretinden önce Arap kabîleleri olan Evs ve Hazreç kabîleleri ile anlaşma yapmışlardı. Bir Arap kabîlesi savaşa girdiğinde, iki kabîlenin Yahûdi müttefikleri de birbirleriyle savaşıyordu. Bu şekilde Kutsal Kitap’ta yazılı olan emre bile karşı çıkılmış ve Yahûdiler Yahûdilerle savaşmış oluyorlardı. Fakat bir Yahûdi kabîlesi, diğer Yahûdi kabîlesinden savaş esiri alırsa onları fidye alarak serbestbırakıyordu. (…) Bir taraftan esirleri fidye ile kurtarmaya izin veren Kitab’ın bir bölümünü kabul ediyor, diğer taraftan îmanda kardeş olanlara karşı savaş açmayı yasaklayan bölümünü reddediyorlardı. (MEVDÛDİ, 1/81)
‘…Sizden böyle yapanların’ Kitabın bir kısmına îman ederek bir kısmını inkâr edenlerin ’cezâsı ancak dünyâ hayâtında rüsvaylıktır.’ Allâh’ın şeriatına ve emirlerine muhâlefet ettiğiniz için horluk, alçaklık ve zillettir. (S. HAVVÂ, 1/196)
Medîne’deki Yahûdi kabîleleri, ihânetleri sebebiyle kimi sürülerek, kimi de katledilerek dünyâdaki rezilliği tatmışlardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, insanların yaptığı her şeyi görüp bilmektedir. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz. Yüce Allah bize kâfirleri ve Yahûdileri musallat kıldı, İşte bu Allâh’ın kitabının bir kısmını unutmanın (ihmâlin) cezâsıdır. (S. HAVVÂ, 1/197)
Âyet-i kerîmedeki, “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz?” ifâdesi bütün insanlara yönelik genel bir ifâde olup her zaman dikkat edilmesi gereken bir konudur. Çünkü Allâh’ın hükümlerinden bir kısmını beğenmeyip kaldırmak, yasaklamak, yasakladıkları şeyleri de serbest bırakmak; Allâh’a karşı gelmek, dinden çıkmak ve kendi arzu ve heveslerini ilâhlaştırmak demektir. Cezâsı da çok şiddetlidir. Kur’ân’ın içerdiği hükümler kısaca şunlardır: (1) Îman. (2) İbâdet. (3) Ahlâk. (4) Sosyal ve hukûkî ilişkiler. (5) Cezâlar. İslâm dîni, yalnız ibâdetlerle değil, Kur’ân’ın içerdiği bu konularla bütünlüğünü sağlar.) [bk. 2/159-161; 3/19; 25/43; 41/26] (H. T. FEYİZLİ, 1/12)
(86).‘İşte onlar âhireti verip dünyâ hayâtını satın alan kimselerdir.’ Allah kitabının bir kısmını uygulamanın sebebi, dünyâyı âhiretten çok sevmektir. Müslümanın kalbine âhiretin dünyâdan üstün olduğunu yerleştirmek, âhiret sevgisi yerleştirmektir. Kitap ve sünnetle amel etmektir. (S. HAVVÂ, 1/198)
2/87-88 KALPLERİMİZ PERDELİDİR DİYENLER
87. Andolsun ki (biz) Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik. Ondan sonra da (aynıtevhidesâsında) peygamberlerle onu izlettik. Meryemoğlu Îsâ’ya açık mûcizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs (Cibrîl) ile destekledik. Fakat her ne zaman bir peygamber, size nefsinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürdünüz.
88. (Yahûdiler) “Kalplerimiz (başkabilgilere) perdeli / kapalıdır.” dediler. Hayır; küfür (veisyanları) yüzünden Allah onları lânetlemiştir. Bunun için, onların ancak çok azı inanır.
87-88. (87).‘Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’ya da mûcizeler verdik.’ Ölüleri diriltmek, anadan doğma körü, alacalıyı şifâya kavuşturmak, birtakım gizlilikleri haber vermek gibi apaçık ‘mûcizeler verdik’ demektir. (S. HAVVÂ, 1/202)
‘Size her ne zaman gönüllerinizin hoşlanmadığı (bir şeyi) getirirse kibirlenmek isteyeceksiniz de kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz, öyle mi?’ Bu âyet-i kerîme, İsrâiloğulları’nı peygamberlere karşı büyüklük taslamak, itirazetmek, inat etmek ve haddi aşmakla, diğer taraftan yalnızca hevâlarına uymakla nitelendirmektedir. Yüce Allah Hz. Mûsâ’ya Kitabı verdi, onu tahrif ettiler, değiştirdiler, emirlerine itiraz edip olmadık şekilde yorumladılar. Ondan sonra Yüce Allah Hz. Mûsâ’nın şeriatıyla hükmedecek rasuller gönderdi. Bu peygamberlere yalanlamadan öldürmeye kadar (Zekeriyâ ve Yahyâ gibi) en kötü şekilde karşılık verdiler. Nihâyet Yüce Allah, İsrâiloğulları peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. Îsâ’yı gönderdi. Bâzı konularda Tevrat’a aykırı hükümler getirdi. Allah ona pekçok mûcizeler verdiği gibi, Hz. Cebrâil ile de destekledi. Buna karşılık İsrâiloğulları en şiddetli bir şekilde onu yalanladılar, karşı koydular, inat ettiler. (S. HAVVÂ, 1/203)
‘ve onu Rûhu’l Kudüs ile destekledik.’ Rûhu’l Kudüs: Kelime olarak olağanüstü temizlik, nüzhet, bereket rûhu ve mukaddes ruh mânâlarına gelip, Cebrâil (a.s.)’ın bir ismidir. (Nahl 16/102, Şuarâ 26/193, Meryem 19/17) Bu da gösteriyor ki, Rûh’ul Kudüs, Hz. Îsâ’nın şahsiyetinden bir parça değil, sâdece onun destekleyicisidir. Hıristiyanların Rûh’ul Kudüs’ü, Îsâ (a.s.)ın öz şahsiyetinin bir parçası gibi tasavvur etmeleri, bâtıl bir inançtır. (Ö. ÇELİK, 1/149)
(88).‘Dediler ki: ‘Bizim kalplerimiz perdelidir.’ Medîne Yahûdileri, Hz. Peygamberin dâvetine karşı ‘kalplerimiz perdelidir’ yâni ‘Senin söylediklerinden bir şey anlamıyoruz, söylediklerin aklımıza yatmıyor’ veya ‘Kendi dînimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştıracak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz’ diyerek olumsuz karşılık veriyorlardı. (KUR’ÂN YOLU, 1/155)
2/89-96 LÂNETİN HÜKMÜ
89. (Yahûdiler,) daha önce kâfirlere (müşrikAraplar’a) karşı zafer kazanmak üzere yardım isteyip dururlarken, onlara Allah katından, yanlarında olan (Tevrat’ınaslın)ı doğrulayan bir kitap ve (geleceğiniTevrat’tan) bildikleri (peygamber) gelince (“buİsmâiloğulları’ndan” diye) onu inkâr ettiler. Artık, Allâh’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.
90. Allâh’ın, kullarından dilediğine lütfuyla (kitapvepeygamberlik) ihsan etmesini kıskanarak, Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân’ı) inkâr etmeye karşılık kendilerini (benliklerini, nefislerini) satmaları ne kötü bir şeydir! (Bundandolayı) gazap üstüne gazaba çarptırıldılar. Kâfirler ve inkârcılar için utanç verici (vealçaltıcı) bir azap vardır.
91. Onlara: “Allâh’ın indirdiğine (Kur’ân’a) îman edin.” denildiği zaman: “Biz (yalnız) bize indirilen (Tevrat’)a inanırız.” derler ve ondan başkasını da inkâr ederler. Hâlbuki o (Kur’ân), berâberlerinde olan (Tevrat’ınaslın)ı tasdik eden bir gerçektir. (Rasûlüm!) De ki: “Eğer (gerçekten) inanıyor idiyseniz, niçin daha önce Allâh’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?” [bk. 2/87; 4/136]
92. Andolsun ki Mûsâ size açık ve mûcizeler getirdi. Sonra onun ardından (oTûr’a / Sînâdağınagittiktensonra) siz, kendinize yazık ederek, buzağıyı (tanrı) edindiniz.
93. Vaktiyle Tûr (dağın)ı (bulutgibi) tepenize dikmiş ve sizden kesin söz almıştık: “Size verdiğimiz (Tevrat’)a kuvvetle yapışın (ahkâmınasarılın) ve dinley(ipitaated)in.” (demiştik. Onlarda🙂 “Dinledik ve karşı geldik.” dediler. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine işledi. (Rasûlüm!) De ki: “Eğer inanan kimseler iseniz (bilinizki) (buzağıyatapmayıhoşgörmeklebozulmuşolan) bu inancınızın size emrettiği şey ne kötüdür!” [krş. 7/171; ayrıcabk. 4/154]
94. (Rasûlüm! Yahûdilere) de ki: “Eğer âhiret yurdu (cennet, sizindediğinizgibi) Allah katında diğer insanlara değil de sâdece size mahsus ise ve (buiddiânızın) doğru olduğunu düşünüyor iseniz, haydi ölümü temenni edin (kicenneteçabucakkavuşasınız)!” [krş. 62/6]
95. Oysa onlar, (dahaönce) kendilerinin işledikleri (günahlar) yüzünden aslâ bunu dilemeyecekler. Allah zâlimleri hakkıyla bilendir.
96. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki onları (yahûdileri, budünyâ) hayâtına karşı, insanların en düşkünü olarak bulursun, hattâ müşriklerden bile (düşkündürler). Onların her biri bin yıl yaşatılmayı ister. Oysa uzun ömürlü olmaları onları azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yapmakta oldukları şeyleri eksiksiz görendir.
89-96. (89).‘(Yahûdiler) daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak üzere yardım isteyip dururken, onlara Allah katından yanlarında olan (Tevrat’ın aslın)ı doğrulayan bir kitap ve (geleceğini) bildikleri (peygamber) gelince onu inkâr ettiler.’ Yahûdiler aslında, âhir zaman Nebisinin geleceğinden söz ediyor, bunu insanlara haber veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlûp edecekleri zamanı bekliyorlardı. Hattâ onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için duâ ediyorlardı. (Ö. ÇELİK, 1/151)
(90).‘…Allâh’ın kullarından dilediğine lütfundan indirmesine hased ederek Allâh’ın indirdiğini inkâr ettiler.’ Onu doğrulayıp onaylayacakları yerde Hz. Muhammed‘e indirileni inkâr etmekle, nefislerini çok kötü bir bedelle sattılar. Bunu kıskançlık ve Kureyş‘ten Hz. Muhammed’e vahiy indirilmesi nedeniyle yaptılar. (S. HAVVÂ,1/205)
Kendi ırklarından peygamber gelmesini istiyorlardı. (MEVDÛDİ, 1/83)
‘Böylece onlar gazap üstüne gazaba uğradılar.’ Birincisi, (a) Tevrat’ın hükümlerini uygulamadıkları için, diğeri (b) Hz. Îsâ ve İncil’i inkâr ettikleri için, bir başkası da (c) Hz. Muhammed’i ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri için. Bu bakımdan Rasûlullah (s) Fâtiha sûresinde yer alan ‘gazaba uğrayanlar’ı Yahûdiler diye açıklamıştır. (S. HAVVÂ, 1/205)
Yahûdileri bu alçaklığa iten sebep, içlerinde kaynayan haset duygusu olmuştur. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan değil, İsmâil (a.s.)ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve taşkınlığa saptılar. (Ö. ÇELİK, 1/252)
(91).‘Biz sâdece bize indirilene inanırız, derler’ ‘Ondan başkasını inkâr ederler.’ Tevrat ve İncil’den indirilene îman etmemiz yeterlidir derler, sonra gelen son dîni inkâr ederler. (H. DÖNDÜREN, 1/31)
(92).‘Andolsun ki Mûsâ size mûcizelerle geldi sonra ardından buzağıyı rab edindiniz.’ ‘Apaçık mucizelerle maksat Hz. Mûsâ’ya verilen dokuz mûcizedir. (17/101, 27/12) Bu mucizeler şunlardır: (1) Hz. Mûsâ’nın âsâsının büyük bir yılana dönüşmesi (20/17-23) (2) Elini koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olması. (7/108, 20/22-23) (4-7) Allâh’ınİsrâiloğullarına çekirge, ekin böceği, kurbağa ve kan göndermesi. (7/133) (8). Taştan su fışkırması. (2/50, 60, 74) (9). Allâh’ın Tur Dağı’nı, İsrâiloğullarının tepelerine bir bulut gibi kaldırması. (2/63).
(93).‘Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın.’ Size verdiğimiz Tevrat’a sımsıkı sarılın ve dinleyin.
‘Duyduk ama itaat etmiyoruz, dediler.’ Yahûdiler, Allâh’ı ve peygamberlerini sevmeleri gerekirken, dünyâlığı ve putları sevdiler, böylece,’duyduk ama itaat etmiyoruz.’ (Bakara 2/93) diyecek kadar dipsiz bir alçaklığa düştüler. (Ö. ÇELİK, 1/155)
‘İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi.’ Onlar îman ettikleri iddiâsındadırlar. İman ise itaati gerektirir, halbuki onlar isyan etmektedirler. Tevrat’a îman ettiklerini iddiâ ettikleri hâlde Tevrat’ta buzağıya ibâdetten söz edilmiyor. Peki buzağıya ibâdeti ve buzağıyı sevmeyi emreden bu îman, ne biçim bir îmandır!? (S. HAVVÂ, 1/208)
(94).‘De ki: ‘Eğer Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise ve bu iddiâda samîmi iseniz, haydi ölümü isteyiniz.’ Yahûdiler ve Hıristiyanlar, dünyâda ‘Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilleriyiz’ (Mâide 5/18) diye kendilerini diğer insanlardan üstün görmektedirler. Aynı şekilde âhirette de ayrıcalıklı olacaklarına inananarak şöyle demektedirler: ‘Sayılı birkaç günden başka bize ateş dokunmayacak.’ (Bakara2/80) ‘Yahûdi ve Hıristiyanlardan başkası aslâ cennete giremeyecek’ (Bakara 2/111) Cenâb-ı Hak ise, ‘Bu onların boş kuruntularıdır.’ (Bakara 2/111) buyurarak işin gerçek yüzünü haber vermektedir. (Ö. ÇELİK, 1/156)
(95).‘Daha önce işledikleri günahlar yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemeyecekler.’ Ellerinin yaptığı, âhirete takdim ettiği şeyler, cürümler, cinâyetler, zulümlerdir. Yâni bunlar zâten sâbıkalı kimselerdir. O kirli ellerin ne yaptığını vicdanlar bilir, dünyâ cennetinden vaz geçemezler, ölümü isteyemezler. (ELMALILI, 1/352)
(96).‘İnsanlardan ve hattâ şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri bin yıl ömür verilmesini ister.’ Aynı âyette ‘dünyâya aşırı bağlılık’ konusunda Yahûdilerle müşrik Araplar arasında bir paralellik kurulması ilgi çekicidir. (bkz. Bakara 2/205) Gerçekten Yahûdiler gibi Câhiliye Arapları da putperestliğe özgü dînî faaliyetleriyle âhiretle ilgili bir amaç gözetmeyip sağlık, âfiyet, servet kazanmak, savaşlarda zaferler elde etmek, erkek evlât sâhibi olmak gibi dünyevi amaçlar güderlerdi. Bu da onların âhirete inanmamalarının bir sonucuydu. Kur’ân–ı Kerim’de müşriklerin diriliş, haşir, cennet ve cehennem gibi âhirethallerine inandıklarına dâirhiçbir bilgi bulunmamaktadır. Aksine birçok âyette onların âhireti inkâr ettikleri bildirilmektedir. (örnek bk. En’âm 6/29; Nahl 16/38; İsrâ 17/49) Onlar yeniden dirilmeyi ‘eskilerin masalları’ sayarlardı. (Neml 27/67-68). (KUR’ÂN YOLU, 1/160)
Âyet-i Kerîme, gerçek müminin âhireti de ölümü de dünyâdan daha çok sevdiğinin delîlidir. Rasûlullah bize, bir musîbet dolayısı ile ölümü temenni etmeme edebini öğretmiştir. Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur: Allâh’ım hayat benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Ölüm benim için hayırlı olduğu takdirde de canımı al. Hayâtı benim için hayırlarda bir artış sebebi kıl, ölümü de benim için bütün şerlerden kurtuluş sebebi kıl.! (S. HAVVÂ, 1/211)
2/97-101 KUR’ÂN, HİDÂYET REHBERİ
97. (Rasûlüm!) De ki: “Kim Cebrâil’e düşman ise (bilsinki) hem senden evvelki (kitap)ları aslen tasdik edici, hem de mü’minler için yol gösterici ve müjdeci olarak onu (Kur’ân’ı) Allâh’ın izniyle senin kalbine o (Cebrâil) indirmiştir.”
98. (Ey Peygamberim! De kiJ Kim Allâh’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman ol(upkâfirol)ursa, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
99. Andolsun ki biz sana apaçık (herşeyibildiren) âyetler indirdik; onları fâsık (yoldançıkmışolan)lar inkâr eder.
100. (Ey Peygamberim! Yahûdiler) her ne zaman sağlam bir antlaşma yapmışlarsa, yine içlerinden bir kısmı, onu boz(upat)madılar mı? Zâten onların çoğu inanmazlar.
101. Allah tarafından onlara, yanlarında olan (Tevrat’ınaslın)ı tasdik eden bir elçi gelince, o kitap verilenlerden bir kısmı, Allâh’ın kitabı (Tevrat)ı (Muhammed’in hak peygamber olduğunu) sanki bilmiyormuş gibi (Tevrat’a) sırt çevirmişlerdir.
97-101. (97).’De ki: ‘Kim Cebrâil’e düşmansa bilsin ki evvelki kitapları doğrulayan müminler için bir hidâyet ve müjde olan Kur’ân’ı senin kalbine Allâh’ın izniyle indiren odur.’ Yahûdiler Cebrâil’in kendi düşmanları, Mikâil’in dostları olduğunu iddiâ ederler. Böylelikle Cenâb-ı Hakk, birine düşman olanın diğerine de düşman olacağını belirtmektedir. Cebrâil, peygamberlerle daha çok birlikte olmaktadır. Mikâil, bitkilerle ve yağışlarla ilgilenmektedir. Hz. İsrâfil, kıyâmet günü öldükten sonra dirilmek için Sûr’a üfürmekle görevlidir. (S. HAVVÂ, 1/212)
De ki, kim Cebrâil’e düşmansa..’ Allâh’ın herhangi bir elçisine düşmanlık eden, bütün Rasullere düşmanlık etmiş demektir. Herhangi bir Rasûlü inkâr eden bir kimse, bütün rasulleri inkâr etmiştir. Allâh’a, meleklere, rasullere düşmanlık eden bir kimse, kâfir olur. (S. HAVVÂ, 1/213)
Bu âyette Kur’ân’ın Peygamber efendimizin ‘kalbine’ indirildiği ifâde edilerek vahyin etkisine ve kuvvetine dikkat çekilmektedir. Vahiy, kalbin üzerine yâni şuur ve şuuraltının bütün bölümlerine inerek oraya sağlam bir şekilde yerleşir. Vahiy, diğer bütün his ve idrakleri devre dışı bırakarak kalbe yerleşince onunla amel etmek ve onu diğer insanlara ulaştırmak bir zarûret hâline gelir. (Şuarâ 26/193-194; Ö. ÇELİK, 1/159)
(98).’Kim Allâh’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman olursa, şüphesiz ki Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.’ Âyetteki ifâdeden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, îman etmeyen insanların şahsına değil, küfürlerine düşmandır. Küfrü bıraktıklarında onlara derhâl dost oluverir. (Zemahşeri’den, Ö. ÇELİK, 1/160)
(100).‘Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir güruh onu bozup atmadı mı?’ Rasûlullah (s)’in nübüvvetini inkâr eden bütün Yahûdiler, bu âyetin hükmüne dâhildir. Zâten onların çoğu îman etmezler. (Âl-i İmran 3/110) İsrâiloğulları, gerek daha önceki hayatlarında, gerekse Rasûlullah (s) zamânında (Enfâl 8/55-56, Mâide 5/13) verdikleri sözleri devamlı bozmuş, bu zulmü ve hâinliği âdet hâline getirmişlerdi. (Ö. ÇELİK, 1/161)
(101).‘Ne zaman ki onlara Allah tarafından yanlarındakini onaylayan bir peygamber geldiyse’ Yâni Muhammed (s) onlara indirilmiş olan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelince: ‘Kendilerine kitap verilenlerden bir grup, sanki bilmiyorlarmış gibi Allâh’ın kitabı (Tevrat’ı) arkalarına atıverdi.’ Onların bir kısmı ellerinde bulunan kitabı bir kenara bırakıverdi. Söz konusu bu kitap Muhammed’in (s) geleceği müjdesini de içinde taşıyan Tevrat’tır. (S. HAVVÂ, 1/218)
Bu âyet-i kerîmede ‘Kendilerine kitap verilenler’den kasıt yahûdilerdir. ‘Kitabın arkaya atılması’ da onların bu kitabı terk edişlerine ve ondan yüz çevirişlerine misâldir. Ona ihtiyaç duyulmadığı ve ona çok az bakıldığı için arka tarafa atılan şeylere benzetilmiştir. Burada ‘bir güruh’ kelimesinin bu âyet-i kerîme ile bundan öncekinde tekrarlandığı görülmektedir. Bundan önceki âyette ahidlerin bozulması sadedinde, burada da Rasûlullâh’a (s) îman etmemeleri ve Tevrat’ı terk etmeleri konusunda zikredilmiştir. (S. HAVVÂ, 1/218)
2/102-103 SİHİR İLMİ, HÂRUT VE MÂRUT
102. (Yahûdiler, kitaplarındanyüzçeviripsihirlemeşgulolduklarıiçin,) Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytan(larınveşeytanruhluinsan)ların: “Bunu sihirle elde etti.” şeklindeki (uydurma) sözlerine uydular. Hâlbuki Süleyman (birpeygamberolarakmûcizegösterdi; onlarıniddiâettiğigibi, sihiryaparak) küfretmedi. Fakat o şeytanlar, insanlara Bâbil’deki (insan suretine bürünen) Hârût ve Mârût isimli iki meleğe indirilen (ilhamlabildirilen) şeyi (yâni) sihri (büyüyü) öğreterek kâfir oldular. Halbuki onlar, (oikimelek, mûcizeilesihrinfarkınıbildiriyorve): “Biz ancak bir sınav için (gönderilmiş)izdir; sakın (sihiryapıpda) kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye (birşey) öğretmiyorlardı. Buna rağmen (yahûdiler) kadınla kocasının arasını ayıran şeyleri bunlardan öğreniyorlardı. Ama onlar, Allâh’ın izni olmaksızın onunla hiçbir kimseye zarar verecek değillerdi. Yine de onlar, (oyahûdiler) kendilerine fayda sağlayacak olanı değil, zarar verici şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alan (vesatan) için, âhirette (cennetten) bir nasip olmadığını biliyorlardı. (Onlarınsihiryapmayıbenimsemekle) kendilerini sattıkları şey ne kötü! Keşke bilselerdi.
103. Eğer onlar (Yahûdiler Kur’ân’avePeygamber’e) îman edip de (günahlardan) sakınsalardı, Allah katında kazanacakları sevap daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
102-103. (102).‘Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında şeytanların:’Bunu sihirle elde etti.’ şeklindeki sözlerine uydular…’ (Eski kavimlerin çoğu sihre çok inandıklarından Hz. Süleyman’a verilen mûcizeler için “sihir yapıyor” diyorlardı. Âyet-i kerîmede iki konu göze çarpmaktadır: (1) Şeytanlara uyanların Hz. Süleyman’a sihir isnad etmeleri. (2) Sınav için gönderilen Hârût ve Mârût’un insanlara bir şey öğretirken, “Sihir yaparak kâfir olma.” diye uyarmaları. Bir şeyin kötü ve zararlı yönlerini söyleyerek onun hakkında bilgi vermenin bir sakıncası olmayıp onun zararını önlemede etkilidir. Cumhûrun ve müfessirlerin görüşü budur. (..) (H. T. FEYİZLİ, 1/15)
Sihir: Râgıp el İsfehâni’nin açıklamalarından hareketle sihir terimini ‘el çabukluğu, göz boyama ve yaldızlı sözler söyleme yoluyla gerçekleştirilen hîle ve aldatma işi, şeytanla yakınlık kurup ondan yardım alma ve nesnelerin şeklini değiştirme iddiâsı’ diye tanımlamak mümkündür. (DİA İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 37/170)
Kur’ân-ı Kerim’de çoğunlukla büyü anlamına gelen sihir kelimesi, türevleriyle birlikte 62 defa geçmektedir. Bu kavram ilk kez Müddessir sûresinde ‘insanları etkileyen söz’ anlamında kullanılmıştır: ‘Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: ‘Bu (Kur’ân) dedi. olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir.’ (Müddessir 74/21-25). ‘Bir mûcize görecek olsalar yüz çevirirler ve ‘süregelen bir büyüdür’ derler.’ (Kamer54/2). İslâm dîni, büyü yapmayı kesin olarak yasaklamış ve bunu büyük günahlar arasında saymıştır. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/68, 69)
Hadis: ‘Kim bir kâhin veya sihirbaza gider ve onu, söylediği şeylerde onaylarsa, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur.’ (İbn Mâce’den H. DÖNDÜREN, 1/32)
Sihirden korunmak için Muavvizeteyn ve Âyete’l Kürsî okunur. ( H DÖNDÜREN, 1/32, 33, S. HAVVÂ, 1/273)
Sihir öğrenip yapan kimse kâfir olur. Ebû Hanife, İmam Mâlik ve İmam Ahmed’in görüşleri. İmam Ebû Hanife’nin arkadaşlarından ‘Ondan korunmak ya da sakınmak maksadıyla sihir öğrenen bir kimse kâfir olmaz; (..) diyen olmuştur. S. HAVVÂ, 1/272)
Büyüden ve büyücülerden Allâh’a sığınmak gerekir. Çünkü Allah, izin vermedikçe büyü ve büyücüler dâhil kimse insana zarar veremez. Büyüden korunmak için İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini sabah ve akşam namazından sonra ve yatıp uyumadan önce (Ebû Dâvud) üçer defa, öğle, ikindi ve yatsı namazlarından sonra birer defa okumak gerekir. Akşam ve sabaha erişince İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini üçer defa oku. Bu sûreler her şeye karşı sana yeter.(Tirmizi) Suffe ehlinden sahâbî Ukbe b. Âmir ®’Hz. Peygamber (s) bana her namazın arkasından Felâk ve Nâs sûrelerini okumamı emretti’ demiştir (Tirmizi, İ. KARAGÖZ, 1/156-157)
‘Halbuki Süleyman aslâ kâfir olmadı, Sâdece şeytanlar kâfir oldular.’ Bu âyet-i kerîmede Hz. Süleyman’ın küfür ve sihirden uzak olduğu bildirilmekte, sihir yaptıkları ve başkalarına da öğrettikleri için şeytanların kâfir olduğu hükmü verilmektedir. (S. HAVVÂ, 1/219)
İşte ‘bu şeytanlar’ hem insanlara’ büyü ve ‘büyücülüğü’ öğretiyorlar ‘hem de’ büyücülükle birlikte Allah tarafından ‘Bâbil’deki Hârut ve Mârut adındaki iki melek aracılığıyla’ insanlara ‘indirilen’ vahyi ‘öğretiyorlardı.’ Böylece büyücülüklerine dînî bir görüntü vererek kutsallaştırıyorlar, itirazları engellemek, saygınlık ve dokunulmazlık kazandırmak için, işin vahye dayandığını iddiâ ediyorlardı. Değilse Allah tarafından Hârut ve Mârut aracılığıyla insanlara, büyü ve büyücülükle ilgili hiçbir şey indirilmemişti. Öyle ya Allah, hem büyücülüğü haram kılsın, hem de Bâbil’deki insanlara dînini ulaştırsın diye seçtiği peygamberlere vahiy melekleri aracılığı ile büyü öğretsin, bu olacak şey değildi. (M. KISA, 1/32, 33)
‘Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı.’ Nesefi şöyle diyor: Burada insanı sapıklığa götüren felsefeyi öğrenmekten sakınmak gerektiği gibi, sihrin de öğrenilmesinden sakınılması gerektiğine delil bulunmaktadır. Felsefeye karşı kendisini koruyamayan kimsenin felsefe kitaplarını okuması haramdır. (S. HAVVÂ, 1/220)
2/104-113 NESİH MESELESİ
104. Ey îman edenler! (Peygamber’e) “Râ’inâ” (bizigözet/güt) demeyin; (bizebakanlamında) “Unzurnâ” deyin ve onu dinleyin. Küfre sapanlar için çok acıklı bir azap vardır. [bk. 4/46]
105. Ehl-i Kitap’dan kâfirler ve müşrikler, Rabbinizden size herhangi bir hayır / vahiy indirilmesini istemezler. Allah da rahmetini (peygamberliğini) dilediği kimseye tahsis eder. Allah lütuf sâhibidir.
106. (Ey Peygamberim!) Biz, herhangi bir âyetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak ondan daha hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Allâh’ın herşeye kâdir olduğunu bilmez misin?
107. (Yine) bilmez misin (elbettebilirsin) ki göklerin ve yerin mülkiyet ve egemenliği yalnız Allâh’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî (dostvekoruyucu) ve bir yardımcı yoktur.
108. Yoksa (eymüminler), vaktiyle Mûsâ(’yısorguyaçektikleri) gibi, (sizde) peygamberinizi (çok soru sormakla) sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim îmânı küfre değişirse, muhakkak (o) dosdoğru yoldan sapmış olur.
109. (Ey müminler!) Ehl-i Kitap’dan bir çoğu, (Kur’ân’ıngelmesiyle) gerçek kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan dolayı, îmânınızdan sonra sizi küfre döndürmeyi arzu ederler. (Eymüslümanlar! Savaş, cizyevebenzerişeylerde) Allâh’ın emri gelinceye kadar (şimdilikonları) affedin ve hoşgörün. Şüphesiz Allah, herşeye kâdirdir. [bk. 3/99-100]
110. (Ey müminler!) Namazı dosdoğru kılın; zekâtı verin; hayır (işler)den kendiniz için önden ne (yapıp) gönderirseniz, Allah katında onu bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görendir.
111. “Yahûdi veya hıristiyan olan(lardanherbiri, biz)den başkası aslâ cennete girmeyecektir.” dediler. Bu onların kuruntularıdır. (Rasûlüm!) De ki: “Eğer doğru söyleyen kimselerseniz delîlinizi getirin!”
112. Hayır, öyle değil; kim muhsin olarak (işinigüzelyaparak) özünü Allâh’a teslim edip (O’naîmanveitaateder)se onun karşılığı Rabbi katındadır, onlara korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.
113. Yahûdiler: “Hıristiyanlar doğru yolda değildir.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahûdiler doğru yolda değildir.” dediler. Halbuki hepsi de (kendilerineindirilen) Kitab’ı (Tevrat’ı ve İncîl’i) okumaktadırlar. Böylece (okuma) bilmeyenler de onların sözlerinin aynısını tekrar ettiler. Artık Allah, kıyâmet gününde (kitaplarınındışınaçıkarak) ayrılığa düştükleri şey hakkında aralarında hükmünü verecektir.
104-113. (104).‘Ey îman edenler! ‘Râina’ demeyin, ‘Bizi de gözet’ deyin ve dinleyin.’ Yahûdiler, râinâ sözcüğünü İbrâni dilinde “sövmek” “hakâret etmek” amacıyla kullanıyorlardı. (H. DÖNDÜREN, 1/33)
Alınacak Ders: Müslüman, kâfirlerin kullanmış oldukları sözlere (ve kavramlara) aldanmaktan ve bu konuda onları taklit etmekten sakınmalıdır. (S. HAVVÂ, 1/227)
Cenâb-ı Hak müminlere ‘râinâ’ demeyi yasaklamış ve daha nezih bir üslûpla ‘ünzurnâ’: Bize bak, bize ilgi göster bize tebliğde bulunurken mühlet ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!’ demelerini emretmiştir. (Ö. ÇELİK, 1/168)
Rasûlullah (s) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür işâreti ve karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü müminler, Peygamber Efendimiz’e ve onun sünnetine karşı son derece saygılı davranmalıdırlar. (Ö. ÇELİK, 1/168)
(105).‘Ehl-i Kitap’tan kâfir olanlar da müşrikler de Rabbınızdan size hiçbir hayır indirilmesini istemezler.’ Müslüman ehl-i kitap ile ilişkilerinde son derece dikkatli ve uyanık olmalıdır. Özellikle onlara itaat ve onları izlemek konularında böyle olmalıdır. Bu ümmet hayrı, lütfu terk edip, basit bir hayrı istemeyen düşmanlarının peşinden nasıl gidebilir? (S. HAVVÂ, 1/229)
(106).‘Biz bir âyeti hükmünü kaldırır veya unutturursak ondan daha hayırlısını yâhut da dengini getiririz.’ Neshin Çeşitleri: (a) Kur’ân’ın Kur’ân’la neshi: 2/180, 4/11. (b) Kur’ân’ın sünnetle neshi: 2/180 (c) Sünnetin Kur’ân’la neshi: 2/144 (kıble değişikliği) (d) Sünnetin sünnetle neshi: Kabir ziyâretinin sonradan serbest olması. (H. DÖNDÜREN)
Geçmiş şeriatlarda hüküm kaldırma gereçekleşmiştir: Hz. Âdem’in öz kızları ile öz oğullarının evlenmesi helâl kılınmış, sonra haram kılınmıştır. Hz. Nûh’un gemiden çıkmasından sonra, bütün hayvanların eti helâl kılınmış, sonra bâzısı haram kılınmıştır. İsrâiloğulları’nın iki kız kardeşi nikâhlamaları helâl iken, sonradan haram kılınmıştır. (S. HAVVÂ, 1/232)
(108).‘Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi siz de peygamberinizden istekte bulunmak mı istiyorsunuz? Kim îmanı küfür ile değiştirse dosdoğru yoldan sapıtmış olur.’ Bakara kıssasında olduğu gibi, peygamberimizi uzun uzadıya sınamaya girişmezsiniz, bunu kâfirler yapar. (ELMALILI, 1/383) ( Mûsâ kavmi Allâh’ı açıktan görmek istedi, yokuşa sürdü, türlü yiyecekler istediler (S. HAVVÂ, 1/234) İslâm ümmeti çok soru sormazdı. Kur’ân’da “yes’elûneke” ile başlayan 12 soru var. (içki, kumar, haram aylar, yetimler ..)
Yahûdiler Hz. Mûsâ’ya eziyet ermişler (Ahzab 33/69), ondan olur-olmaz şeyler istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu sorguya çekmişler (Bakara 2/67-72), hattâ kendilerine bir ilâh yapmasını (A’raf 7/138) ve Allâh’ı açıkça göstermesini (Nisâ 4/153) talep etmişlerdi. Bu tür sorular, samîmiyetten ve gerçeği öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilâkis inkâr ve isyandan kaynaklanan sorulardır. (Ö. ÇELİK, 1/174-175)
(Bu âyet) Hz. Peygamber’e yönelik soru ve taleplere müslümanlar açısından bir sınır getirmektedir. Yâni âyetin muhâtapları müslümanlardır. Bu da bâzen Hz. Peygamber’in canını sıkan hususlarla ilgili olduğu gibi, bâzen de herhangi bir konuda vahyin müslümanlara yeni sorumluluklar yüklemesini istemediğinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber sahâbîlerini toplayıp onlara: ‘Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı, haccediniz’ dedi. Bir adam: ‘Her sene mi?’ (hac yapmamız gerekir) ey Allâh’ın Rasûlü? diye sordu. Allâh’ın elçisi cevap vermedi. Adam sorusunu üç defa tekrarlayınca Hz. Peygamber: ‘Evet desem, her sene farz olur, o zaman da siz bunu yapamazsınız’ dedi. Bu rivâyet bize gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s)’e sorulan bâzı sorular, yeni sorumluluklara zemin hazırlıyordu. Bu yüzden Rasûlullah kendisine çok soru sorulmasından hoşlanmıyordu. (bkz. Mâide 5/101; M. DEMİRCİ, 1/109)
(109)‘Kitap ehlinin çoğu, kendilerine hak apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi îmânınızdan sonra küfre döndürmeyi arzu ederler.’ Hasetle ilgili hadisler: “Bir kulun kalbinde îmanla haset bir arada bulunmaz.” “Ateşin odunu yemesi gibi, haset de iyilikleri yer” “ Dedikoduların peşine düşmeyin, kusur araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin, Ey Allâh’ın kulları kardeş olun. (KUR’ÂN. YOLU, 1/183)
Haset kelimesi ise, kıskanmak, çekememek, başkasındaki bir nimetin yok olmasını istemektir. (4/54, 113/5) Haset, tedâvîsi zor olan kalbî bir hastalık olup, dînimizce haram kılınmıştır. İslâm ile şereflenip Medîne’de Peygamberimizin önderliğinde güçlenince Yahûdilerin çoğu, kıskançlıkları yüzünden Müslümanları, İslâm’dan kopararaktekrar inkârcılığa dönmelerini arzu ettiler. Yüce Allah bunu kınamaktadır. Müslüman bir kimsenin kâfir olmasını istemek ve kâfir olmasına sebep olmak küfürdür. Bundan sakınmak gerekir. (İ. KARAGÖZ, 1/164, 165)
Kitap Ehline Takınılması Gereken Tutum: Onların câhillik, düşmanlık ve eziyetlerine karşı, affedin, görmezlikten gelin. (42/40, 3/159, 24/22. KUR’AN YOLU) (Buâyetin kıtal âyetiyle hükmünün kaldırıldığını söyleyenler var. Hükmü kaldırılmış değil yürürlükte olduğunu söyleyenler de var. (S. HAVVÂ, 1/238)
Ehl-i kitap, İslâm toprakları üzerinde oldukları sürece, konumları birtakım isteklerden öteye geçmiyorsa, onları affedip geçeceğiz.. Onlar silâh taşıyıp bize karşı kullanmayı kararlaştırırlarsa durum farklılık arz eder. (S. HAVVÂ, 1/240)
Hasedin Sebepleri: Düşmanlık ve kin gütme, üstünlük duygusu, kibir, böbürlenme, makam-mevki tutkusu, rûhun kirlenmesi. (KUR’ÂN YOLU, 1/184)
Âyette ‘Allâh’ın emri gelinceye kadar’ ifâdesi, ‘Allah hükmünü verinceye kadar’ anlamına gelir. Bu hüküm ise, onlarla savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kureyza ile Benî Nadîr’in ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yâhut kıyâmet günü büyük bir azâba dûçar olmalarıdır. (Ö. ÇELİK, 1/177)
(112).‘Hayır, kim ihsan edici olarak yüzünü tastamam Allâh’a teslim ederse onlara Rabları katında mükâfat vardır, onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.’ Âyet-i kerîmede Allâh’a kul olarak teslim olma “muhsin olma” şartına bağlanmıştır ki bu da, yaptığını Allah rızâsı için tam yapmak ve Rasûlullâh’a tâbi olmaktır (7/158). Bir amelin kabul olması için iki şart gerekir: Bu şartların ilki, o işin Allah rızâsı için yâni ihlâsla yapılması, ikincisi, İslâm’a uygun olmasıdır. Bunun içindir ki haham, râhip ve benzerleri, kendilerini Allâh’a adadıklarını söyleseler bile amelleri makbul değildir. (H. T. FEYİZLİ, 1/16)
“..kim Allâh’a yüzünü teslim ederse..” Âyetteki “belâ” buyruğu, kendilerinden başka kimsenin cennete girmeyeceği iddiâsını reddetmektedir. Amelin hâlis kılınması: Hiçbir şeyi ortak koşmamak. (S. HAVVÂ, 1/242)
Hadis: Peygamber Efendimiz, İhsan, Allâh’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni elbette görüyor.’ (Buhâri Îman 37, Müslim Îman 57; Ö. ÇELİK,1/179)
‘…ödülleri Rabbi katındadır..’ ‘Rabbi katında..’ olması ile maksat, Allâh’ın onları âhirette cennete koymasıdır. Kur’ân’ın beyanına göre, cennet mümin ve müttakîler için hazırlanmıştır. (3/133, 57/21) Dolayısıyla cennet, sâdece îman edip sâlih amel işleyen mümin ve müttakîler girebilecektir. (2/82). Hz. Muhammed’i veya herhangi bir peygamberi, Allâh’ın varlığını veya birliğini veya Kur’ân-ı Kerîm’i veya bir âyeti veya bir helâl – haramı, bir emir veya bir yasağı inkâr eden kimseler kâfir olur. Kâfirlerin âhirette gideceği yer ise içlerinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. (5/5, 10; 7/36, 4/18; İ. KARAGÖZ 1/168)
(113).‘Yahûdiler: ‘Hıristiyanlar doğru yolda değildir’ dedi. Hıristiyanlar da: ‘Yahûdiler doğru yolda değildir’ dedi.’ Bu âyette üç grupdan söz ediliyor: (a) Yahûdiler, (b) Hıristiyanlar, (c) Bilmeyenler (S. HAVVÂ, 1/245) Başta müşrik Araplar olmak üzere, doğru bilgi ve inanca sâhip olmayan her topluluk. ( Taberi’den KUR’ÂN YOLU, 1/191)
2/114-119 EN BÜYÜK ZULÜM
114. Allâh’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını (vehükümlerininyaşanırhâlegelmesiniisteyeni) engelleyen ve o mescidlerin harap olmasına uğraşandan daha zâlim kim vardır? Onların oralara (istediklerigibideğil) ancak korka korka girmeleri gerekir. Onlara dünyâda rezillik, âhirette de büyük azap vardır.
115. Doğu da, batı da, (heryer) yalnız Allâh’ındır. (Ancaknamazkılmakiçinkıbleyiaraştırdıktansonra) hangi tarafa yönelirseniz Allâh’ın yüzü (râzıolduğukıble) oradadır. Şüphesiz Allah, (rahmetivelütfu çok) geniş olandır ve O herşeyi bilir. [bk. 2/142-150]
116. (Yahûdi, hıristiyanvemüşrikler🙂 “Allah çocuk edindi.” dediler (vekâfiroldular. Hâşâ!) O, bundan uzak ve yücedir. Doğrusu göklerde ve yerde olanlar(ınhepsi) O’nundur, (İnsanlar ve cinlerin dışındakilerin) hepsi O’na boyun eğmiştir.
117. (O) göklerin ve yerin örneksiz yaratanıdır. O, bir işin olmasını isterse ona sâdece “ol” der, o da hemen oluverir.
118. (Ehl–iKitapvemüşriklerdenbirtakım) bilgi yoksunları: “Allah (seninpeygamberliğinhakkında) bizimle konuşmalı, ya da bize bir mûcize gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler (Yahûdi ve Hıristiyanlar) da, tıpkı müşriklerin söyledikleri gibi söylemişlerdi. (Nasılda) kalpleri birbirine benzeşti. Biz kesin inanan kimseler için âyetleri apaçık gösterdik.
119. (EyMuhammed!) Doğrusu biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak (Kur’ân) ile gönderdik; cehennemliklerden sen sorumlu değilsin (Senin görevin sâdece tebliğdir).
114-119. (114).‘Allâh’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan, onların harap olmasına çalışan kimselerden daha zâlim kim vardır?’ Mescidlerin tahrîbi Fahreddin-i Râzî’ye göre iki türlüdür. Birincisi, binâsını yıkma yönündendir. İkincisi de âhiret hayâtını yok sayan zâlim ve münâfıklarca gerek kapatmak, gerekse çeşitli plânlarla insanları câmilerden uzaklaştırmakla olur (bk. 7/45). (..) (H. T. FEYİZLİ, 1/17).
‘..Allâh’ın adının anılmasına engel olmak..’ iki şekilde olur: (a) Hakîki anlamda engel olmak: Bu, hıristiyanların Beyt-i Makdis’de, müşriklerin Mescid-i Haram’da yaptıkları gibi, câmilerde ibâdet edilmesine engel olmak, Mekke’de müşriklerin Mescid-i Haram’da el çırpıp ıslık çalarak ve çıplak olarak duâ ve tavaf etmeleri (8/14) veya geçmişte bâzı câmilerin samanlık ve depo olarak kullanılmaları gibi câmileri amacı dışında kullanmak veya işverenlerin mâzeretsiz olarak – kişisel ve ideolojik sebeplerle – işçilerin Cuma namazı kılmaları için câmiye gitmelerine izin vermemeleri şeklinde olur. (..) (b) Mecâzi anlamda engelolmak: Bu, kişilerin dinlerini öğrenmelerine ve dindar olarak yetişmelerine herhangi bir şekilde engel olmak, genç nesilleri d+inî duygularından mahrum bırakmak ve böylece câmilerin cemaatsiz kalmalarına sebep olmak şeklinde olur. (İ. KARAGÖZ, 1/171)
Allâh’ın mescidlerine engel olanlar arasına yahûdiler, hıristiyanlar, müşrikler ve diğerleri yâni müslüman olmayanların hepsi dâhildir. (S. HAVVÂ, 1/247)
Mescidlerde Allâh’ın adının anılmasını engelleyenler zâlimdir. Müslümanlar hak üzere olduklarından, mescidde olsun, tapınakta olsun, Allâh’ın adının anılması konusunda engel olmazlar. (S. HAVVÂ, 1/247) Her kâfir, müşrik ve münafık zâlimdir. (2/254, 13/13, 24/50) Ancak her zâlim, kâfir değildir. İlâhî emirleri terk eden ve ilâhî yasakları işleyen yâni günahkâr müminler de zâlimdir. (49/11; İ. KARAGÖZ 1/170)
Hakîki anlamda tahrip, (..)bir kimseninherhangi bir câmiyi yıkması, yakması, tahrip etmesi, mâbedlikten çıkarması şeklinde olur. Herhangi bir câmi, yapılış amacının dışında herhangi bir iş için kullanılamayacağı gibi, (..) satılamaz, yıkılıp yerine başka bir bina yapılamaz. Bir câmi ancak, daha güzelini, iyisini ve büyüğünü yapmak için yıkılabilir. Medîne’de mescid-i dırarda olduğu gibi (9/107) bir câmi Müslümanlar arasında fitne ve fesat, ikilik ve nifak çıkarmak, cemaati bölmek, birlik ve berâberliği bozmakamacıyla yapıldı ise yıkılabilir. Çünkü böyle bir mescid takvâ üzere (9/108) kurulmamıştır. Mecâzi anlamda tahrip, (..) câmileri ezansız, imamsız ve cemaatsiz bırakmak şeklinde olur. (..) Hakîki ve mecâzi anlamda câmilerde Allâh’ın zikrine engel olmak ve câmilerin harap olmasına çalışmak zulüm ve büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ, 1/171)
(115).‘Doğu da Allâh’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü / kıblesi oradadır. ’ Eğer siz mescide girmekten alıkonulacak olursanız, yeryüzü sizin için mescid kılınmıştır. Yeryüzünün dilediğiniz parçasında namaz kılınız, yüzünüzü kıbleye çeviriniz. (S. HAVVÂ, 1/248)
2/115’nci âyetin, 2/144’ncü âyetle hükmünün kaldırıldığını savunanlar olmuşsa da, bu iki âyet arasında uyumsuzluk yoktur. 115. âyet, her yerde ve her yöne yönelerek Allâh’a ibâdet ve duâ edilebileceğini, yâni konunun özüne işâret edilmekte, 144. âyet ise, namazla ilgili özel uygulamayı (Yüzünü Mescid–i Harâma çevir…’) belirlemektedir. (KUR’ÂN YOLU, 1/194)
Âyet aynı zamanda kıblenin hangi tarafta olduğu bilinmemesi, bilinse bile yolculuk, hastalık, savaş gibi özel durumlar sebebiyle o yöne dönmenin zor, tehlikeli veya imkânsız olması hâlinde bir ruhsat tanımaktadır. Normal durumlarda Kâbe’ye yönelerek namaz kılmak farz, zarûri durumlarda ise istenilen yere yönelmek ruhsattır. (Ö. ÇELİK, 1/183)
(116).‘Allah çocuk edindi, dediler’: Yahûdiler: “Üzeyir (Allâh’ın oğlu)”, hıristiyanlar: “Îsâ Allâh’ın oğlu”, müşrik Araplar da: “Melekler, Allâh’ın kızlarıdır.” dediler.) [bk. 5/17, 72; 9/30; 16/57] (H. T. FEYİZLİ, 1/17)
(..) Allâh’a oğul isnad etme düşüncesi, esâsen baba ile oğul arasında bir (..) benzerliğin olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu benzerlik ilişkisinde soyun bir başka varlıkta devâmı söz konusudur. Bu da hiç kuşkusuz kendisine babalık isnad edilen Yüce varlığın eksikliğini ve noksanlığını ifâde etmektedir. Zîrâ O, bu düşüncenin bir sonucu olarak sâhip olduğu soy varlığını kendisinden sonra gelen bir başka varlığa intikal ettirmiş demektir. Hâlbuki Kur’ân’a göre, Allah Teâlâ her türlü noksanlık ve eksiklikten münezzehtir. Bu bakımdan hiçbir şey O’na benzemez (Şûrâ 42/11) ve hiçbir şey O’nunla denk tutulamaz. (İhlâs 112/4) O hâlde O yüce varlığın çocuk sâhibi olduğunu ileri sürerek O’na eksiklik isnad etmek, şirk ve küfürden başka bir şey değildir. (M. DEMİRCİ, 1/114, 115)
‘Doğrusu göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) O’nundur, hepsi (insan ve cinler dışında) O’na boyun eğmiştir.’ İnsan ve cinlerin dışında bütün varlıklar Allâh’a boyun eğer, secde eder, itâat eder. (13/15, 22/18) ve O’nu tesbîh ederler (17/44). Dünyâda îman ve ibâdet özgürlüğü verildiği için sâdece insan ve cinlerden itaatsiz olanlar vardır (22/18). Âhirette bütün varlıklar, O’na boyun eğeceklerdir. (İ. KARAGÖZ, 1/173)
(117).‘Göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyin olmasını isteyince ona sâdece ‘ol’ der, o da oluverir.’ (…) Evrenin yaratılışı konusunda Kur’ân’ın şu iki âyeti oldukça dikkat çekicidir: ‘(Allah) sonra duman hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek yaratma kânûnuna boyun eğin’ dedi. Her ikisi de: ‘İsteyerek boyun eğdik’ dediler.’ (Fussilet41/11) ‘Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idi, onları Biz ayırdık.’ (Enbiyâ 21/30). Görüldüğü gibi ilk âyette ‘duhan’ ifâdesi geçmektedir. Bu sözcük ‘duman’ anlamındadır. Evrenin ilk oluşum devresinde, Kur’ân’ın kendisinden bahsetmiş olduğu ’duman’ ile çağdaş bilimin ortaya atmış olduğu, evreni başlangıçta teşkil eden ‘nebüloz: bulutsu madde’ aynı şeydir. (BUCAİLLE, Maurice) Diğer âyette de Kâinâtın yaratılışının başlangıçta bir parçalanma ile başladığı beyan edilmiştir. Bu ifâdede iki kavram dikkat çekmektedir: Bunlardan biri ‘ratk’ diğeri ise ‘fetk’dir. Ratk ‘bitişik’ demektir, fetk ise ‘bitişik olanı ayırmak’ anlamındadır. (R. İSFEHÂNİ) Müfessirler yukarıda zikrettiğimiz Enbiyâ 21/30 âyette yer alan ana kütledeki ilk bölünmenin rüzgârla gerçekleşmiş olabileceği görüşündedirler. (Taberi, Râzi) Burada üzerinde durulması gereken diğer bir nokta da, bu bölünmenin yavaş bir bölünme mi, yoksa patlama sonucu meydana gelen ‘âni bir bölünme mi’ olduğudur. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu konuda her ne kadar net bir bilgiye sâhip değilsek de söz konusu âyette yer alan ‘fetk’ kavramını ‘birbirine kaynaşmış nesnelerin ayrılması’ ve ana kütleden kopan dev parçaların korkunç mesâfelerdeki uzaklıklara gitmesi tarzında anlayarak bölünmenin bir patlamanın sonucu olduğunu söylemek daha isâbetli görünmektedir. Zîrâ ilim adamlarının büyük çoğunluğu zâten kâinâtın yaratılışı konusunda ‘Big Bang’ yâni ‘büyük patlama’ adını verdikleri bir başlangıç modeli üzerinde durmaktadırlar. (ÖZEMRE, Ahmet Yüksel’den, M. DEMİRCİ, 1/116, 117)
(118).‘Bunların kalpleri birbirine ne kadar benziyor! Kalpleri birbirine benziyor. Bundan öncekilerin kalpleri körlükte, şüphe ve inkârda birbirine benzemiştir. (S. HAVVÂ, 1/252)
Bu âyette sözü edilen bilmeyenler’den maksat, ilâhi kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i Kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’ân’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (Ö. ÇELİK, 1/184)
(119).‘… cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.’ Peygamberin görevi sâdece Kur’ân’ı tebliğ edip açıklamaktır, (13/40, 16/44) insanları îmâna zorlamak değildir. (50/45, 88/21-22). Bu itibarla îman ve itâat etmeyenlerden peygamber sorumlu olmaz ve sorgulanmaz. (İ. KARAGÖZ, 1/176)
2/120-123 DOĞRU YOL ANCAK ALLÂH’IN YOLUDUR
120. (Ey peygamberim!) Sen, onların dinlerine uyuncaya kadar yahûdi ve hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmayacaktır. Onlara de ki: “Allâh’ın hidâyeti (olanİslâm) doğru yolun ta kendisidir.” Sana gelen bunca ilimden (Kur’ân’dan) sonra eğer onların arzu ve heveslerine uyarsan, artık senin için Allah’tan yana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. [krş. 3/100, 118, 120, 149]
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimselerden onu (Kur’ân’ı) hakkıyla okuyanlar var ya, işte onlar, ona (Kur’ân’a) gerçekten îman edenlerdir. Kim de onu inkâr ederse, işte (dünyâveâhiretteenbüyük) zarara uğrayanlar onlardır. [krş. 29/47]
122. Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nîmetimi ve sizi (vaktiyle) âlemlere üstün tuttuğumu hatırlayın. [krş. 2/47]
123. Öyle bir günden sakınıp korkun ki (ogün) hiç kimse, kimseden yana bir şey ödeyemez. (Azaptankurtulmasıkarşılığında) kimseden fidye kabul olunmaz, kâfir kimseye şefaat da fayda vermez ve onlara yardım da edilmez.
120-123. (120).‘Sen onların dînine uymadıkça, Yahûdiler ve Hıristiyanlar senden râzı olmayacaklardır.’ Din kelimesi tekil olarak kullanılmıştır. Bununla küfrün tek millet olduğu işâret edilmiştir. (S. HAVVÂ, 1/254)
Yahûdiler ve Hıristiyanlar bu ümmet İslâm’ı bırakıp, kendi dinlerine girmediği sürece aslâ râzı olmazlar. Bu son derece beliğ dersin unutulması, birçok musîbetin ana sebebini oluşturmuştur. Pek çok müslüman evlâdı, birtakım değerleri fedâ etmek ve yaltaklanmalarla kâfirleri râzı etmeye gayret etmiştir. Fakat zarar ve kahırdan başka ellerine bir şey geçmemiştir. (S. HAVVÂ, 1/254)
(121).‘O’nu Hakkıyla tilâvet ederler’ Helâli helâl, haramı haram bilmek, Allâh’ın indirdiği gibi okumak, sözlerin yerlerini değiştirmemek, yorumlamamak. (Hz. Ömer’den, S. HAVVÂ, 1/255)
Müminler, Allâh’ın kitabını dikkatle, tâne tâne ve devamlı okurlar. Onu değiştirmekten, karıştırmaktan koruyarak, hevâ ve heveslerden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde; bilmediklerini ve anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz bir kalp ve temiz bir ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştan kara, bir eğlence gibi okumazlar. (ELMALILI, 1/400, 401)
(122).‘… ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.’ Benî İsrâil’in üstün kılınmalarının nedeni, onların Hz. İbrâhim’in soyundan gelmeleri ve tevhid inancına sâhip olmalarıydı. Ancak onlar, tevhid dîninin ilke ve kurallarından sapmışlar, bu nedenle üstünlüklerini kaybetmişlerdir. Hz. Mûsâ kavmini fâsık olarak nitelemiştir. Bu kavim türlü şekillerde cezâlandırılmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 1/202) Bu konu ile ilgili âyetler: 5/20-26, 77-82, 17/4-7
(123).‘…o gün kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden bedel kabul olunmaz, (kâfire) şefaat fayda vermez ve onlara yardım da edilmez.’ Bu iki âyette onlara (İsrâiloğulları’na) bir bakıma şöyle denilmektedir: Allah sizlere Peygamberler atası olan İbrâhîm’in (as) soyundan gelmeniz dâhil olmak üzere, zaman zaman dünyânın en üstün milleti olmanızı sağlayan pek çok lütuflarda bulunmuştur. Fakat sınav için ve şartlı olarak mazhar olduğunuz bu lütuflar, size boş bir şefaat ümidi verip gevşekliğe kapılmanıza yol açmamalı, aksine sizin için bir sorumluluk sebebi olmalıdır. Zîrâ âhiret gününde hiç kimseye soyuna göre işlemyapılıp ayrıcalık tanınmayacak, şefaatedilmeyecektir. (KUR’ÂN YOLU, 1/203)
Âhirette peygamberlerin, şehitler, sâlihler ve Allah dostlarının şefaat etmesi mümkündür. Bu şefaat oldukça sınırlı olacaktır. Şefaat ile ilgili âyetler: 2/255, 4 /85, 10/3, 20/109, 21/28, 34/23, 19/87, 53/26, 78/38
2/124-126 EMİN BELDE
124. (Ey Peygamberim!) Hani Rabbin, İbrâhîm’i birtakım kelimelerle (emirlerle) sınamış, o da onları hakkıyla yerine getirmişti. (Allahdaona🙂 “Ben, seni insanlara önder yapacağım.” buyurdu. İbrâhim de: “Soyumdan da (önderleryapyâRabbi!)” dedi. O da: “Benim ahdim, (nübüvvetsözüm, onlarıniçinden) zâlim olanlara erişmez (onlarıiçermez).” buyurdu.
125. (Ey Peygamberim!) Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara sevap kazanma(larıvebirleşipbütünleşmeleriiçintoplantı) ve güven yeri yaptık. (Ey müminler!) Siz de İbrâhîm’in makâmından bir namaz yeri edinin (oradanamazkılın). İbrâhim ve İsmâîl’e de: “İbâdet kastıyla Kâbe’yi tavaf edenler, i‘tikâfa çekilenler, rükû ve secde edenler için Evim (Kâbe’y)’i tertemiz yapın.” diye emretmiştik.
126. (Ey Peygamberim!) Hani (ovakit) İbrâhim demişti ki: “Yâ Rabbi! Burasını güvenli bir şehir yap, halkından Allâh’a ve âhiret gününe îman edenleri, (çeşitli) ürünlerle rızıklandır.” (Cenâb–ıHak) buyurdu ki: “Kâfir olanı dahi (yaşadığısürece) biraz faydalandırır, sonra onu (nankörlüğüsebebiyle) cehennem azâbına uğratırım. Varacağı yer de ne kötüdür!”
124-126. (124).“Hani İbrâhim’i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etmişti” Kelimeler: Birtakım emirler ve yasaklar anlamındadır yâni şer’i buyruklardır. (S. HAVVÂ, 1/294-320)
İbn-i Abbas, bu kelimelerin İbrâhim (a.s.)ın şeriatında farz, bizde ise sünnet olan on özellik olduğunu söyler. Bunların beş tânesi başla ilgilidir: Bunlar; ağzı su ile çalkalamak, burnu iyice yıkamak, saçları ortadan ayırmak, bıyıkları kısaltmak ve misvak kullanmaktır. Beş tânesi ise bedenle ilgilidir: Bunlar da; sünnet olmak, etek ve koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek, büyük ve küçük abdestten sonra suyla istincâ yapmak yâni necâsetten temizlenmektir. (Ö. ÇELİK, 1/189)
“İbrâhim onları eksiksiz yerine getirince, ben seni insanlara önder yapacağım buyurmuştu” Hz. İbrâhim verilen emirleri eksiksiz yerine getirince Allah ona ben seni insanlara önder (İmam) yapacağım buyurdu. “ Vaadim zâlimleri kapsamaz” Üstünlüğün biyolojik sebeplere, kan bağına değil dînî ve ahlâki liyâkate bağlı olduğunu bildirdi. (KUR’ÂN YOLU, 1/207 )
Bu âyet, zâlimin imâmete ehil olmadığına ve önceden âdil olup, sonradan zulüm yaparsa düşürülmesinin vâcip olduğuna delildir. (ELMALILI, 1/406)
(125).“Hani beyti (Kâbe) insanlar için bir toplantı yeri ve güvenilir bir mahal yapmıştık” Toplantı Yeri: Hacılar ve umre yapanların dönüp geldikleri yer (S. HAVVÂ, 1/296) İbn-i Abbas: Ondan bir türlü doyamazlar âilelerinin yanına döndükten sonra tekrar gelirler. (S. HAVVÂ, 1/296 )
“emin / güvenilir bir mahâl”: buraya giren kimse emniyet içinde olur. Câhiliye döneminde kişi kardeşi ya da babasının kâtili ile karşılaşsa bile aslâ ona saldırmazdı. Cinâyet işlemiş bir kimse hareme sığınacak olursa oradan çıkıncaya kadar ona yaptırım uygulanmaz. Her tür ilişki kesilerek dışarı çıkmak zorunda bırakılır. (Ebu Hanife, S. HAVVÂ, 1/297 )
“Evim Kâbe’y)i …temizleyin”: putperestliği çağrıştıran her türü tutum ve davranıştan, insanları inciten söz ve hareketlerden, hattâ hayvanlar ve bitkilere zarar veren, her türlü ahlâk dışı tutum ve davranışlardan arındırınız. (KUR’ÂN YOLU, 1/209, 210)
İbrâhim ve İsmâil’e beytimi şirkten, şüpheden tertemiz ediniz, tavaf edecekler, itikâfa girecekler, rükû ve secdeler edip namaz kılacakları için bir sığınak olmak üzere Allah için onu (Kâbe) inşa ediniz. (S. HAVVÂ, 1/298 )
(126).“Kâfirleri kısa bir zaman için geçindiririm” Aslında Hz. İbrâhim, Allâh’ın ‘Zâlimler benim ahdime ulaşamazlar’ ilâhi ifâdesine dayanarak ‘rızık’ meselesini de imâmet gibi bir nimet sayarak, onu yalnızca inananlara özgü kılarak duâ etmişti. Cenâb-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın hem mümin hem de kâfire âit genel bir dünyâ nimeti olduğunu, bunun hem din hem dünyâda üstünlük demek olan imâmlığa benzemediğini, onun buna karşılaştırılmasının yanlış olduğunu hatırlatarak duâyı tamamlamış oldu. (ELMALILI, 1/408)
Allah, Rahmân sıfatıyla dünyâda hem mü’mine hem de kâfire merhamet eder, nimet verir ki bu da sınavın bir parçasıdır. Verdiği servet ve iktidar, eğer kulluğa vesîle olmuşsa, o verdiği lütfundan olup kişiye dünyâ ve âhiret saâdetini kazandırır. Küfre ve azgınlığa sebep olmuşsa, o da ebedî hayatını mahveder. [bk. 3/197-199; 9/85; 14/37; 46/20; 47/12-16] (H. T. FEYİZLİ, 1/18)
2/127-132 HZ. İBRÂHİM VE KÂBE’NİN İNŞÂSI
127. Hani İbrâhim Beyt(ullâh)’ın temellerini İsmâil ile berâber yükseltirken (şöyleduâetmişti🙂 “Ey Rabbimiz! Bizden (yaptığımızı) kabul buyur. Şüphesiz sen işiten ve bilensin.”
128. “Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlardan kıl; soyumuzdan da sana boyun eğen (müslüman) bir ümmet meydana getir; bize ibâdet yer (veusul)lerini göster, (kusurlarımızıaffedip) tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edensin.”
129. “Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden, senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretecek ve onları (şirktenvekötülükten) arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen, azîz ve hakîm (hükümvehikmetsâhibi)sin.”
130. Kendini bilmeyen (ahmak)lardan başka, kim İbrâhîm’in dîninden yüz çevirir? Hakikat biz, onu dünyâda (peygamberlikiçin) seçtik. O, âhirette de şüphesiz iyilerdendir.
131. Rabbi ona: “Müslüman ol!” buyurduğunda o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi. [krş. 2/112]
132. İbrâhim de bunu oğullarına tavsiye etti. (Torunu) Yâkub da (öyleyaptıve): “Ey oğullarım! Şüphe yok ki Allah size dîn(iİslâm’)ı seçti; bundan böyle sizler, ancak müslümanlar olarak can verin.” dedi.
127-132. (128).“Soyumuzdan sana teslim olan bir ümmet yetiştir” Bu duâ ile Hz. Muhammed’in risâleti amaçlanmaktadır. (KUR’N YOLU, 1/212) Burada Allah’tan istenen peygamberin son peygamber Muhammed Mustafa (s) Efendimiz olduğu apaçık bellidir. Çünkü İsmâil zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde: ‘Ben atam İbrâhîm’in duâsı, Îsâ’nın müjdesi, annemin rüyâsıyım., buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel) (Bakınız: 61/6 ve 7/147. âyetler) Bu nedenle müslümanlar, sükran ifâdesi olarak namazlarında ‘salli, bârik’ duâlarını okurlar. (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud) (ELMALILI, 1/409, 410)
Kur’ân ve sünnette yer yüzünde ilk inşâ edilen mâbedin Kâbe olduğu bildirilmektedir. (3/96)
(129).“Onlara kitabı ve hikmeti öğretecek” : Onlara kitabın lâfızlarını kavratacak, hakikatlarına ve sırlarına vâkıf olmalarını sağlayacak bir rasul gönder. (S. HAVVÂ, 1/303, Âlûsi’den)
Hikmet: İlimde, amelde isâbet etmek (ELMALILI, 1/496) İster dünyevi, ister uhrevi olsun her şeyi yerli yerine koymak. (S. HAVVÂ, 1/303)
“Onları temizleyecek bir elçi gönder” Onların temizlenmesi, inançların, amellerin, fikirlerin, alışkanlıkların, âdetlerin, kültürün, siyâsetin, kısacası hayâtın her yönünün temizlenmesi demektir. (MEVDÛDİ, 1/101)
130’ncu âyetin iniş sebebi: Abdullah bin Selâm yeğenlerine Tevrat’tan Hz. Muhammed’in geleceğine dâir metni okumuş, onlardan biri îman etmiş, diğeri îman etmemişti. (ELMALILI, 1/410)
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde Hz. Muhammed’in getirdiği din ile Hz. İbrâhîm’in ve diğer peygamberlerin getirdiği dinlerin aynı ilâhi hakikatleri içerdiği belirtiliyor. İbrâhim ile Yâkub’un (a.s) oğullarına vasiyet ettikleri din de genel anlamda İslâm’dan başkası değildi. (KUR’ÂN YOLU, 1/215)
Eslim: teslim ol, İslâm ol, müslüman ol, demektir. Hz. İbrâhim kendine uyanları müslüman olarak isimlendirmektedir. (22/78) (H. DÖNDÜREN, 1/35)
(131).‘Rabbi ona ‘teslim ol / Müslüman ol’ buyurmuş, o da ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti’ Hz. İbrâhim gerçekten seçkin ve şerefli bir kuldur. Bu yüceliği, bütün varlığıyla Allâh’a teslîmiyetle elde etmiştir. Rabbi ondan kendi emrine îman, ihlâs ve en samîmi duygularla teslim olmasını istemiş, o da hiçbir tereddüt göstermeksizin kayıtsız şartsız teslîmiyetini arz etmiştir. Canı, malı ve çocukları ile sınanmış ve hepsini başarıyla tamamlamıştır. Büyük bir ihlâsla Allâh’a kulluğa devam etmiştir. (En’âm 6/79; Ö. ÇELİK, 1/198)
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yâkub’un İshak‘ın oğlu olduğuna işâret edilir (11/71), ayrıca Yûsuf sûresinde (12/4) oğlunun kuyuya atılması nedeniyle üzüntüden gözlerini kaybettiği, engin sabrı, kıtlık üzere oğullarını Mısır’a göndermesi, Yûsuf’a kavuştuktan sonra gözlerinin açıldığı belirtilir. Kur’ân’da Yâkub’un sâlih kullardan olduğu (21/72), Allâh’ın kendisine vahiy indirdiği (2/136, 3/84) Allâh’ın güçlü. basîretli kulları arasında yer aldığı (38/45) bildirilir. (KUR’ÂN YOLU, 1/215)
(132).‘…sizler ancak Müslümanlar olarak can verin.’ Müslüman olarak ölebilmek için îman edip Müslüman olarak yaşamak, îmânı korumak, farz görevleri yapmak ve haramlardan sakınmak gerekir. Müslüman olarak ölen kimse dünyâ sınavını kazanmış, âhirette cenneti hak etmiş olur. (İ. KARAGÖZ, 1/189)
2/133-137 ALLAH SANA YETER
133. (Eyyahûdiler!) Yoksa Yâkub’a ölüm geldiği zaman siz orada mı bulunuyor idiniz? O zaman (Yâkub,) oğullarına: “Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Senin ilâhın; babaların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan bir tek İlâh (Allâh)’a ibâdet ederiz. Ve biz, yalnız O’na teslim olanlarız.” demişlerdi.
134. İşte onlar (İbrâhimveYâkuboğullarıböyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.
135. Bir de (yahûdiler, müslümanlara): “Yahûdi olun.” (Hıristiyanlarise🙂 “Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.” dediler. (Onlara) de ki: “Hayır, biz (küfürveşirktenuzakkalıp) ‘bir tek Allâh’a yönelen’ İbrâhîm’in (Hanîf) dînine uyarız. O, (Allâh’a) ortak koşanlardan değildi.” [bk. 57/28-29]
136. (Eymü’minler!) Onlara deyin ki: “Biz Allâh’a ve bize indirilen (Kur’ân–ıKerîm’)e, İbrâhîm’e, İsmâîl’e, İshâk’a, Yâkub’a ve torunlarına indirilene; Mûsâ ve Îsâ’ya verilenlere, diğer peygamberlere Rableri tarafından verilen (kitapvesayfa)lara îman ettik. Biz onların hiçbiri arasında (inançyönünden) aslâ ayırım yapmayız. Biz ancak O’na teslim olan (müslüman)larız.”
137. (Ey müminler!) Eğer o (yahûdivehıristiya)nlar da sizin îman ettiğiniz gibi (bütünesaslara) îman ederlerse, muhakkak doğru yolu bulmuş olurlar. (Yok) eğer yüz çevirirlerse, mutlaka onlar (sizekarşı) ayrılıkçılık (vedüşmanlık) içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, hakkıyla işitendir, bilendir.
133-137. (134).‘İşte onlar (İbrâhimveYâkuboğullarıböyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.’ Bununla 141. âyet-i kerîme aynı meâldedir. Bu âyetlerden önce geçtiği üzere yahûdi ve hıristiyanlar Hz. İbrâhîm’e (oğul ve torunlarına da) yahûdi ve hıristiyan ismi vererek onlardan bir pâye elde etmekte idiler. Buna karşılık yüce Allah: “Onlar gelip geçmiştir…” buyurmakla, “Siz artık kendinize bakın, onlardan size pâye verilmez, zamânın değişmesiyle hükümler de değişmiştir. Ancak esasta bir olarak gelen Tevhid dîni İslâm’da kazanç elde edin” diye aynı cevap ve uyarıyı yapmaktadır. Diğer taraftan Hz. İbrâhîm’in yahûdi, hıristiyan ve müşrik olmadığı da âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir. [bk. 3/67; 16/20] (H. T. FEYİZLİ, 1/19)
’Siz onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.’ Bu âyet-i kerîmede sorumluluğun kişiselliği’ne dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve çaba peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyle âyet, ‘üstün ırk’, ‘imtiyazlı ümmet’ gibi dayanaksız iddiâları reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hatâ yüzünden bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan kaldırmaktadır. (Ö. ÇELİK, 1/199)
‘..bir tek Allâh’a yönelen İbrâhîm’in (Hanif) dînine uyarız.’ Haniflik: Kur’ân’da hanif kelimesi İslâm‘la eş anlamlı olarak kullanılır (3/67) İslâm öncesi dönemde, Hz. İbrâhîm’in tebliğ ettiği dîne uyanlara verilen addır. Arapça “hnf” kökünden gelip, “meyletmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Hz. İbrâhîm’in kavmi, putperestliği bırakıp Allâh’ın dînine, İslâm’a döndüğü için, ona ve kendisine uyanlara olanlara hanif denilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/36)
Câhiliye Araplarında Hz. İbrâhim’den kalma bir uygulama olan çocukları sünnet ettirme ve Kâbe’yi tavaf etme hanif sayılmanın ölçüsü idi. Ayrıca hanifler, şirkten arınmış ve tevhid inancına sahip olmuşlardır. (H. DÖNDÜREN, 1/36)
Bu âyet-i kerîmede ve 120. âyette geçtiği üzere müslümanlar, yahûdi ve Hıristiyanların bütün yaşayış şekillerine uysa ve uyum sağlasa bile, yine de dinlerine girmedikçe, onlar tarafından beğenilmeyecek ve kendilerinden sayılmayacaklardır. Bu âyetler tüm müslümanlarabiruyarıdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/20)
(136).‘Biz o peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız.’ Onlar arasında ayrım yapmayız. Biz onların hepsine îman ederiz. Yahûdi ve Hristiyanların yaptığı gibi yapmayız, (S. HAVVÂ, 1/312) peygamberlik konusunda hepsine îman ederiz, bir kısmını tanıyıp bir kısmını inkâr etmeyiz. (ELMALILI, 1/425)
Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerden bir bölümünü diğerlerine üstün kıldığı ifâde edilse de (2/253, 17/55) bu üstünlük peygamberler arasında ortak olmayan durumlarla (bir kısmının nebi bir kısmının rasul olması gibi) ilgilidir. Müslümanlar geçmiş bütün peygamberlerin Allâh’ın seçkin kulları olduklarına, elçilik görevlerini yerine getirdiklerine, haramlara aslâ bulaşmadıklarına, örnek bir hayat yaşadıklarına inanırlar. (2/285, 6/83-90, 19/58) (KUR’ÂN YOLU, 1/220)
(137).‘Onlara karşı Allah sana kâfi gelecektir.’ Onlara karşı Allah sana yetecektir yâni Allah onlara karşı sana yardım edecek ve sana zafer ihsan edecektir. (S. HAVVÂ, 1/312 )
Bu, yüce Allâh’ın Rasûlune zafer vereceğinin bir teminâtıdır. Onların bir kısmının öldürülmesi, bir kısmının sürülmesi ile rasûlüne vermiş olduğu vaadini yerine getirmiştir. (‘seyekfîke’ deki) “sin” harfi gelecek zaman harfidir. ‘Sin’ harfinin anlamı, bu bir süre sonraya kalsa da, mutlaka gerçekleşecektir. (S. HAVVÂ, 1/312)
2/138-141 ALLÂH’IN RENGİYLE BOYANMAK
138. (Ey müminler! Yahûdi ve Hıristiyanlara deyin ki:“Biz) Allâh’ın (İslâm) boyasıyla (boyanmışızdır). Boyası Allâh’ınkinden daha güzel olan kim olabilir ki? Biz ancak O’na kulluk edenleriz.”
139. (Ey Peygamberim! Yahûdi ve Hıristiyanlara) de ki: “Allah, hem bizim Rabbimiz, hem sizin Rabbiniz olduğu hâlde siz, O’nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Biz O’na tam bir samîmiyetle bağlıyız.”
140. “(Ey Yahûdiler ve Hıristiyanlar!) Yoksa siz; İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve onun torunlarının yahûdi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” (Ey Peygamberim! Onlara) De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından (bilinenvebildirilen) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
141. İşte onlar (böyle) bir ümmetti, gelip geçti. (Onların) kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. [krş. 2/134]
138-141. (138).‘Allâh’ın boyası (ile boyandık). Boyası Allah’tan güzel olan kimdir?’ Allah Boyası: İslâm, İslâm boyası haniflik, dîn-i kayyım, temiz fıtrat, sünnetullah (Allah kânûnu) Allâh’ın arındırıp temizlemesi, vb. anlamlara gelir. (KUR’ÂN YOLU, 1/221)
Allah bizim kalplerimizi îman ile temizlemiş ve buna boya adını vermiştir. Hıristiyanlar, yeni doğan kendi çocuklarını “vaftiz suyu” adını verdikleri sarı bir suya batırırlar ve “bu onların bir temizlenmesidir, hıristiyanlıkları da böylece gerçekleşmiş olur” derler. (S. HAVVÂ, Kâdi Beydâvi’den, 1/314)
(139).‘Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?’ Ehl-i kitap onun hidâyeti dilediği kimseyi seçmesi, Hz. Muhammed’i Araplardan seçmesine itiraz ediyorlardı. Peygamberin yine kendi kavimlerinden çıkması gerektiğini savunuyorlardı. (S. HAVVÂ, 1/315, KUR’ÂN YOLU, 1/222)
Ehl-i kitap, ‘Allâh’ın hak dîni Yahûdilik ve Hıristiyanlıktır, cennete ancak bunlar girecektir, geliniz, Yahûdi ve hıristiyan olunuz” diyerek ‘münâzara ve tartışma mı yapıyorsunuz?’ (ELMALILI, 1/427)
‘Bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz de sizindir.’ Diğer din sâhiplerinin kendi inançlarına göre yaptıkları dîni amellerine karışmayız. Din ve vicdan özgürlüğüne uyarız. (ELMALILI, 1/427)
‘biz O’na ihlâs ile bağlıyız.’ Amellerimizde ancak O’na ihlâs ile hareket ederiz. İhlâs ve samîmiyetimizi sunacak başka bir ilâh veya birtakım aracılar tanımayız. O’nun rızâsına uygun olmayan (her) konuda hatır gönül dinlemeyiz. (ELMALILI, 1/427)
(140).‘Yoksa siz: ‘İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkup ve torunları Yahûdi veya Hıristiyan idiler’ mi?’ diyorsunuz.’ ‘Yahûdi’ kelimesi Hz. Yâkub’un oğullarından Yahuda’nın ismine nisbetle türetilen ve başlangıçta Yahûdi soyuna mensup olanları ifâde eden bir kabîle ismidir. Ancak Hz. Mûsâ’dan en az yediyüz yıl sonra İsrâil soyuna aynı zamanda Yahûdi, bunların dînî inançlarına da Yahûdilik denilmiştir. Hıristiyan kelimesi, ise ilk defa Hz. Îsâ’dan sonra Antakya’daki Îsâ (a.s.)’a inananlar için ve sâdece onlarla sınırlı olarak kullanılmıştır. Bu sebeple âyette anılan peygamberlere ne dînî ne de ırki anlamda Yahûdi veya Hıristiyan demek mümkün değildir. (KUR’ÂN YOLU, 1/223-224)
(141).‘Onlar bir topluluktu, gelip geçti. Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size âittir ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.’ Allah, amellerinize karşılık sizi cezâlandıracaktır. Babalarınızın size faydası olmayacaktır. Kıyâmet günü onların amelleri size sorulmayacak, kendi amelleriniz size sorulacaktır. (S. HAVVÂ, 1/318)
Bu âyet, 134. Âyet ile aynı olup her insanın iyi veya kötü, hayır veya şer kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu; kimsenin annesi, babası ve çocukları bile olsa, başkalarının yaptıklarından dolayı sorumlu olmadığını, suç ve cezâde bireyselliğin esas olduğunu beyan etmektedir. (2/141, 6/164; İ. KARAGÖZ 1/197)
2/142-147 YÜZÜ MESCİD-İ HARÂM’A ÇEVİRMEK
142. (Medîne’dekiyahûdivemünâfık) birtakım beyinsiz insanlar: “(Müslümanları) üzerinde bulundukları, (eski) kıblelerin(iBeyt–iMukaddes’)ten (Kâbe’ye) çeviren nedir?” diyecekler. (Rasûlüm!) De ki: “Doğu da Allâh’ındır, batı da. O (kullarınıniyiniyetveamellerinegöre) dilediğini doğru yola iletir.” [krş. 2/115]
143. (Eymüslümanlar!) Böylece sizi dengeli (seçkinveadâletli) bir ümmet kıldık ki insanlara karşı (adâletinörneğivegerçeğin) şâhitler(i) olasınız ve Peygamber de sizin lehinizde şâhit olsun. (Rasûlüm! Bizvaktiylearzulayıpdaşuanda) yöneldiğin kıble (olanKâbe’)yi ancak (sen) Peygamber(im’)e uyanları, topukları üzerinde geri dönen (münâfıkvemürted)lerden ayıralım (daonlarbilinsinler) diye kıble yaptık. Gerçi bu (çevrilme) elbette Allâh’ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına ağır gelmektedir. Allah sizin îmânınızı (Mescid–iAksâ’yayönelerekkıldığınıznamazlarınızı) aslâ zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. [bk. 4/41; 22/78]
144. (Rasûlüm! KıbleninKâbe’yeçevrilmesikonusundavahyingelmesiiçin) yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni elbette hoşlanacağın bir kıbleye çeviriyoruz. Artık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram (Kâbe) tarafına çevir. (Eymü’minler,) nerede olursanız olun (namazda) yüzlerinizi o yöne çevirin. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu pekâlâ bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.
145. (Rasûlüm!) Andolsun ki sen, kitap verilen (yahûdivehıristiyan)lara her türlü mûcize (vedelîli) getirsen bile senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun ki eğer sana gelen ilim (vahiy)den sonra onların arzu ve heveslerine uyarsan, mutlaka sen de zâlim (hakkıçiğneyipkendisineyazıkeden) kimselerden olursun.
146. Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahûdîler, Muhammed’inözelliklerini, kitaplarındagördükleriiçin) O’nu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken onlardan bir grup, bildikleri hâlde gerçeği gizlerler. [bk. 2/76; 6/20]
147. “Hak ve gerçek” olan (Kur’an) Rabbinden (gelen)dir. Bu hususta aslâ şüpheye düşenlerden olma!
142-147. (142).‘İnsanlardan bir kısım beyinsizler diyecekler ki: ‘Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?’ Sefih: Hem câhil hem ahmak hem de kaba ve saldırgan anlamına gelir. Tefsirlerde câhil, ahmak, kıt akıllılar şeklinde açıklanmıştır. Bu kelime Bakara 13. âyetinde münâfıklar için kullanılmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 1/227)
Abdullah b. Abbas, Berâ b. Âzib, Mücâhid ve Sa’d b. Cübeyr’e göre söz konusu kelime ile Hz. Peygamber’in Medîne’de yaklaşık 17 ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıktan sonra kıble âyetinin (Bakara 2/143) inmesiyle Betullâh’a dönmesinden hoşlanmayan Yahûdiler kastedilmiştir. (Taberi, Râzi, Nesefi) Çünkü söz konusu soruyu onlar sormuşlardı. (M. DEMİRCİ, 1/123: S. HAVVÂ, 1/333)
“Doğu da Allâh’ındır, Batı da” Doğu da, batı da yeryüzünün tümü Allâh’ındır. Egemenlik, tasarrufve emir tümüyle yalnız O’ nundur. Yapılacak tek şey ise, O’nun bütün emirlerini yerine getirmektir. (S. HAVVÂ, 1/334)
(143).‘Böylece sizi vasat / dengeli bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şâhidler olasınız.’ Biz sizi vasat, (orta) merkez ve her tarafı denk, mûtedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık. (ELMALILI, 1/432)
Vasat ümmet, aşırılıklardan uzak, doğruluk, dürüstlük ve adâlet çizgisinde kalan toplum / KUR’ÂN YOLU, 1/229) (..) Âyet dolaylı olarak müslümanlara, din ve dünyâ işleri konusunda başkalarını örnek alıp taklit etmek yerine, başkalarına örnek olmaları; dünyâ milletleri karşısında pasif ve alıcı değil, aktif vevericiolanbir konuma yükselmeleri; maddi ve mânevi alandaki bu konumlarıyla özenilen ve izlenen bir toplum düzeyine ulaşmaları sorumluluğu da getirmektedir. (KUR’ÂN YOLU, 1/230)
‘..peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırd etmek için kıble yaptık.’ Ey Muhammed, şunu hüküm olarak koyduk: Önce Beyt’ül Makdis’e döndürdük, sonra da Kâbe’ye döndürdük. Ökçesi üzerinde gerisin geriye dönecek (yâni dinden çıkacak) kimseler belli olsun diye. (S. HAVVÂ, 1/337, irtidad edecekleri seçip ayırmak için(dir, ELMALILI, 1/434).
Yahûdi ve münâfıkların olumsuz konuşmaları nedeniyle bir kısım müslümanlar, kıble değiştirilmeden önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılan ve bu hâl üzere ölen müminler hakkında endişeye kapıldılar. Âyetin ‘Allah sizin îmânınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zâyi etmeyecektir.’ (Bakara 2/143) kısmı, onların bu endişe ve üzüntülerini gidermek üzere gelmiştir. (Buhâri, Ö. ÇELİK, 1/206)
‘Allah elbette îmânınızı zâyi edecek değildir’ Yâni nesih edilmiş bir kıbleye doğru kılmış olduğunuz namazlarınız boşa çıkacak değildir. (S. HAVVÂ, 1/338, ELMALILI) Ve senin üzerinde bulunduğun kıbleyi.. Allâh’ın hükümleri arasınd yürürlükten kaldıran ve yürürlükten kaldırılan hükümler bulunduğunun apaçık delilidir. (S. HAVVÂ, 1/345)
(144).‘Seni râzı olduğun kıbleye çevireceğiz.’ Yüce Allah Peygamberinin isteğine icâbet etmiş, Namazlarda Mescid-i Harâm’a dönülmesini emretmiştir. Kıblenin değişmesi ileilgili vahiy, Bedir savaşından iki ay önce Recep ayında Benî Seleme Mescidi’nde öğle namazının üçüncü rekâtında gelmiş ve Peygamberimiz (s)cemaatle birlikte namaz içinde Mescid-i Haram yönüne dönmüştür. Bu mescid bu sebeple Mescid-i Kıbleteyn / iki kıbleli mescid denilmiştir. (İ. KARAGÖZ, 1/203)
‘Bundan böyle namazda yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir.’ Yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Kâbe’nin kendisine isâbet etmek gerekmez, o tarafa doğru yönelmek yeterlidir. Âyette bizzat Kâbe zikredilmemiştir. (Hanefilerin görüşü, S. HAVVÂ, 1/348)
Bizzat Kâbe denilmeyip, Mescid-i Haram tarafına buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise, Kâbe’nin kendi değil, etrâfındaki harem-i şeriftir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik esas tutulduğu için ona ‘haram’ veya ‘harem’ denilmiştir. (ELMALILI, 1/435)
Namazda Kâbe’yi gören kimse bizzat Kâbe’ye yönelir. Bu yönelme üzerinde icmâ vardır. Kâbe’ye yönelmeyi terk edenin namazı olmaz ve iâdesi gerekir. Mescid-i Haram’da oturan kimse yüzünü Kâbe’ye doğru dönmelidir. Kâbe’ye sevap kazanacağına inanarak bakmalıdır. (..) Çünkü Kâbe’ye bakmanın ibâdet olduğu rivâyet edilmiştir.(S. HAVVÂ, 1/353)
(145).‘…Andolsun ki eğer sana gelen ilim (vahiy)den sonra onların arzu ve heveslerine uyarsan, mutlaka sen de zâlim (hakkıçiğneyipkendisineyazıkeden) kimselerden olursun.’ (Yüce Allâh’ın Kur’ân geldikten sonra ona uymayıp da, kendinin veya Ehl-i Kitâb’ın arzu ve heveslerine, çıkarcı isteklerine uymanın zâlimlik olduğu hakkında Rasûlü’ne yaptığı buuyarıbütüninananlaradır. (H. T. FEYİZLİ, 1/21)
Âyette müminlerin yahûdi ve hıristiyanların arzu ve isteklerine uymaları şiddetle yasaklanmaktadır. Yahûdivehıristiyanlarınarzuveisteklerineuyanlarkendilerinezulmetmişolurlar. Zulüm, ilâhi irâdeye aykırıinanç, söz ve davranışlardır. (İ. KARAGÖZ, 1/205)
(146).‘Buna rağmen içlerinden bir güruh, gerçeği bile bile gizlerler.’ Yine de içlerinden bir kesim, bile bile gerçeği gizliyorlar. Tevrat’ta ve İncil’de son bir peygamberin geleceği ve onun nitelikleri bildirilmişti. Bu yüzden Yahûdi ve Hıristiyanlarda, câhiliye döneminde bir peygamberin geleceği inancı kesin bir inanç idi (ilgili âyetler: 6/20, 2/76, 3/81, 26/196, 61/6, 7/157) onlar bu peygamberin kendilerinden çıkmasını bekliyorlardı, bu olmayınca gerçeğin karşısına geçtiler. (H. DÖNDÜREN, 1/37)
(147).‘Rasûlüm! Bu konuda gerçek sana Rabbinden gelmiştir. O hâlde sakın şüphe edenlerden olma.’ Müslümanlar, Yahûdi ve Hıristiyanların telkinlerine kapılmamaları için uyarılıyor. (145. âyette de bu uyarı vardır.) Bu uyarılar, müslümanların yabancı kültürlerin etkisi altında kalmadan, kendi öz değerlerini korumaları gerektiğini, ancak bu sâyede ayakta kalabileceklerini vurgulamaktadır. (KUR’ÂN YOLU, 1/233-234)
Âyette geçen ‘hak’ ile maksat, Mescid-i Harâm’ın kıble olmasıdır. Kâbe’nin kıble olması haktır. Namazlarda Mekke’deki Mescid-i Harâm’a dönülmesi, Allâh’ın kesin emridir, bundan kesinlikle şüphe edilmemesi gerekir. Şüphe ile îman biraraya gelmez. Îmânın geçerli olabilmesi için şeksiz, şüphesiz (ve) kesin olarak îman edilmesi gerekir. Hitap, Peygamberimizin şahsında bütün müminleredir. (İ. KARAGÖZ, 1/206)
2/148-152 SİZ BENİ ANIN Kİ, BEN DE SİZİ ANAYIM
148. Herkesin (vehertoplumun) yöneldiği bir yön (birkıblevebiristikâmet) vardır. Öyle ise (eymü’minler!) Hayır (iyi, güzel, itaat) işlerinde yarış edin! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi (mahşerdehesapiçin) bir araya getirir. Şüphesiz Allah herşeye kâdirdir.
149. (Rasûlüm!) Her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Bu (emir), Rabbinden (gelen) mutlak bir haktır (kesin bir emirdir). Allah yaptıklarınızdan aslâ habersiz değildir.
150. (Yine) her nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. (Eymü’minler!) Siz de nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki (diğer) insanların aleyhinize (siziküçükdüşürecek) bir delîli olmasın. Ancak onlardan (uluortakonuşarak) zulmedenler hâriçtir (Bunlaryinedeedepsizliğinisürdürebilirler). Artık siz onlardan korkmayın, benden korkun (veotarafadönün) ki size olan nîmetimi tamamlayayım, böylece doğru yolu bulabilesiniz.
151. (Ey müminler!) Nitekim (sizenîmetimitamamladığımgibi) içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (şirkten, maddîvemânevîkirlerdenvekötülüklerdentemizleyen), size Kitab’ı ve hikmeti (veO’nunhükümlerininuygulamasını) öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik. [bk. 3/164; 62/2]
152. (Ey müminler!) O hâlde beni (ibâdetveitaatle) hatırlayın ki ben de sizi (sevapvemağfiretle) anayım; bana şükredin, bana nankörlük yapmayın.
148–152. (148).“Öyleyse siz hayırlı işlerde birbirinizle yarışın” Namazın ilk vaktinde kılınması için acele edilmesi, daha faziletlidir. (Şâfii) Hanefilere göre sabah namazı gün ışımasının yaklaşmasına kadar geciktirilebilir. (S. HAVVÂ, 1/354)
‘Hayırlara koşun’ emri, Allâh’a itâat olan bütün sâlih amelleri kapsar. Sâlih amellerin başında namazları ilk vaktinde kılmak gelir. Bu cümlede aynı zamanda müminlerin şerde, kötülükte ve günahta değil hayırda, iyilikte ve itâatte yarışmaları gerektiğine bir işâret vardır. (5/3, İ. KARAGÖZ, 1/207, 208)
Bu âyette (149.) üçüncü kez Mescid-i Harâm’ın kıble edinilmesinden söz edilmektedir. İbn-i Abbas’a göre İslâm’da ilk yürürlükten kaldırıcı emir budur. (Bu nedenle vurgulama yapılmıştır.) Bir başka görüşe göre üç ayrı durum vardır: Birinci emir, Kâbe’yi görebilene, ikinci emir Mekke’de olup da Kâbe’yi göremeyen kimselere, üçüncüsü ise dünyânın başka taraflarında bulunan kimseleredir. (S. HAVVÂ, 1/355)
(150).“İnsanların sizin aleyhinize bir delîli olmasın”: Yahûdiler, Muhammed kıblemiz Kudüs’e yöneliyor. Atası İbrâhîm’in kıblesini bırakıp Yahûdilerin kıblesine dönüyor dediler. (H. T. FEYİZLİ, 1/22) Kıble’nin Kâbe olarak emredilmesi ile ehl-i kitap ve müşriklerin aleyhlerinde kullanacakları bahâneleri kalmaması içindir. (ELMALILI, 1/443)
“Ancak onlardan zulmedenler hâriçtir”: Bunlar yine de edepsizliklerini sürdürebilirler. (H. T. FEYİZLİ) Burada sözü edilen zâlimler: Kur’ân’ın indiği sırada var olan Yahûdiler ve Kureyşlilerdir. Müslüman zâlimce söylenen sözlere, zâlimlerin delil diye sundukları fikirlere aldırmamalıdır. (S. HAVVÂ, 1/357)
“Artık onlardan korkmayın”: Zâlimlerin size yöneltecekleri eleştirilerden çekinmeyin. “Ben de size olan nîmetimi tamamlayayım” Burada ‘nîmetin tamamlanması’ndan kasıt, Kâbe’ye dönme hükmünün indirilmesidir ki, Şeriat bütün yönleriyle tamam olsun ve bu ümmet, ibâdetleri ve hukûkuyla (şer’i hükümleriyle) başkalarından ayrı ve farklı olsun. (S. HAVVÂ, 1/357)
‘..benden korkun’ Allah korkusu, insanın karanlıktan, açlıktan, yırtıcı hayvanlardan ve düşmandan korkması gibi bir korku değildir. İnsan, isyan sebebiyle Allâh’ın rahmet, mağfiret, rızâ, sevgi, dostluk ve nîmetlerinden mahrum kalmaktan, ilâhi huzurda hesap vermekten, dünyâ ve âhiret azâbına uğramaktan korkar. (İ. KARAGÖZ, 1/210)
(151).‘Nitekim içinizde sizden bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitap, hikmet öğretiyor.’ “Sizi tezkiye eden”: Düşük ahlâktan, nefislerin pisliklerinden, câhili eylemlerden kurtarıp tertemiz ediyor. (S. HAVVÂ, 1/358)
‘sizi temizliyor’ ve sizi her türlü şirk ve günahtan insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddi ve mânevi çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek hakkın temiz, pak, adâletli bir tanığı durumuna getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir hayâta yöneltiyor. (ELMALILI, 1/444)
“Kitabı ve Hikmeti öğretiyor” Bu âyette Allah Rasûlü (s)’in bâzı görevleri açıklanıyor. Rasûlullâh’a mîrasçı olabilmek için, ilim ve amel gerekir. Kur’ân okumak, tefsir, fıkıh sünnet halkaları kurmak, eğitim çalışmaları yapmakla Allah Rasûlü’ne mîrasçı olunur. (S. HAVVÂ, 1/361)
‘…size bilmediklerinizi öğretiyor’ Müminlerin bilmedikleri ile maksat, Allâh’ın birliği ve sıfatları, îman, ibâdet, sosyâl hayat ve ahlâk esasları, dînî hükümler, helâl ve haramlardır. (İ. KARAGÖZ, 1/211)
(152).‘Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Bir de bana şükredin, nankörlük etmeyin.’ Allâh’ı anmak üç çeşittir: (a) Dil ile anmak: Allâh’a hamd etmek, tesbîh, temcid etmek, kitabını okumak, duâ etmek. (b) Kalp ile anmak: Allâh’ın varlık delillerini düşünmek, ilâh^’i isimleri düşünmek, Allâh’ın emir, yasak, vaad ve tehditlerini düşünmek, bütün yaratılmışları ve yaratılış sırlarını tefekkür etmek.(…) (c) Bedenle anmak: Bedenin bütün organlarının görevlerini yapması, nehy olunan amellerden uzak bulunmasıdır. (ELMALILI, 1/445, 446)
Dil ile zikir; her hayırlı işin öncesinde (..) besmele çekmek, geleceğe dönük söz ve işlerinde inşâallah demek, Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, duâ etmek, günah ve hatâlara tevbe ve istiğfar etmek, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illâllah, Sübhânellah, Elhamdü lillâh cümlelerini okumak ile yapılır. (İ. KARAGÖZ, 1/211, 212)
Allâh’ı anmak (zikir) hem kalple, hem dille hem de eylemle olur. Kalple zikir, insanın her türlü tutum ve davranışında Allâh’ı hatırlamasıyla; dille zikir, Allâh’ın isimlerini ve sıfatlarını, tesbih ve duâ cümlelerini dilde tekrar etmekle: eylemle zikir ise, Allâh’ın irâdesine uygun yaşamakla olur. Özellikle tasavvufta zikrin üç çeşidine de önem verilmiş, özellikle dille zikir için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Ancak insanın işini gücünü yaparken, normal hayâtını yaşarken kalple zikir hâlinde olması yâni Allâh’ı düşünüp O’nun hoşnutluğunu gözetmesi, yine amelleriyle zikir hâlinde olması, yâni Allâh’ın buyruk ve yasaklarına titizlikle uyması en önemli, değerli ve yararlı zikirdir. (KUR’ÂN YOLU, 1/237, 238)
Şükür görevi, hem dille hem de eylemlerle yerine getirilir. Yaygın tanıma göre her nîmetin şükrü, insanlara ikram ve ihsanda bulunmaktır. Şükür Allâh’ın hoşnut olacağı şekilde kazanıp – harcamak ile olur. (KUR’ÂN YOLU, 1/238)
İnsanlardan bir kısmı sâhip olduğu dünyâlıklarla sevinmekte, övünmekte, diğer bir kısmı da maddî/teknolojik ürünleri bulanları veya kendisinde güç görüp kahramanlaştırdığı kişileri övmekte ve onları şükranla anmakta iken; buna karşılık kendisini yaratan ve sayısız nîmetler lûtfeden Allâh’ın yüceliğini ve O’na şükrünü, kulluk borcunu unutmaktadırlar ki bu da tam anlamıyla nankörlüktür. Allâh’a kulluk ve itaatle şükrü yerine getirmek, nîmeti artırır, basîreti açar, berekete neden olur. Emirlerine karşı çıkmak ve itaatsizlik ise, küfür ve nankörlük olup azâbı artırır. [bk. 14/7] (H. T. FEYİZLİ, 1/22)
2/153-157 SABIR VE NAMAZ
153. Ey îman edenler! Sabır ve namaz / duâ ile (Allah’tan) yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle berâberdir. [krş. 2/45-46]
154. Allah yolunda öldürülen kimseler hakkında “ölüler” demeyin. Hayır, aksine onlar diridir, fakat siz (bunu) anlayamazsınız. [krş. 3/169]
155-156. (Eymü’minler!) Andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. (EyRasûlüm!) Sabredenlere (lûtufveihsânımı) müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman ancak: “Biz şüphesiz Allâh’a âidiz ve (sonunda) yine O’na döneceğiz.” derler.
157. İşte Rablerinin bağışlaması ve rahmeti, o (teslîmiyettebuluna)nların üzerinedir; işte doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.
153-157. (153).‘Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin.’ Sabrın çeşitleri: (a) Haramları ve günahları terk etmekte direnç göstermek, (b) İtâat ve Allâh’a yaklaştırıcı işleri yapmakta sebat etmek, (c) Musîbet ve belâlara karşı sabır (S. HAVVÂ, 1/369)
Âyet-i kerîmede geçen sabır ve namaz, karşılaşılacak güçlüklerin çözülmesi için Allâhu Teâlâ’nın yardımını sağlayacak bir vesîledir. Sabır; cesâret, zorluklara göğüs germek, direnmek anlamında da ahlâkî bir disiplindir. Namaz; gönlünde Allah sevgisi olan, O’na saygı duyan ve O’nun huzûruna çıkacağına inanan kimsenin îman ve itâatinin bir göstergesi, dînin direği ve kulu Allâh’a yaklaştıran bir ibâdettir. (H. T. FEYİZLİ, 1/22)
Hadîs: Ne şaşılacak şeydir müminin işi! Gerçerkten onun her işi hayırdır. Bu hâl, müminden başka hiçbir kimse için böyle değildir. Eğer ona sevinç verici birşeyisâbet ederse şükreder; bu kendisi için hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isâbet ederse sabreder; bu da kendisi için hayır olur.’ (Müslim Zühd 13’den İ. KARAGÖZ, 1/212)
(154).‘Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.’ Sabır gösterip, duâ (ederek ve) namaz kılarak benden yardım isteyiniz, bu konuda düşmanlarıma karşı mal ve canlarınızla savaşmanız gerekir. Bunu yaparken can kayıplarınız olursa kendinizi kayıpta zannetmeyin. Ölenleriniz benim nezdimde diridirler (KUR’ÂN YOLU, 1/240)
‘Allah yolu’ ifâdesi, savaşın amacını bildirmektedir. Bununla maksat, Allâh’ın rızâsını kazanmak, Allâh’ın dînini yüceltmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanması önündeki engelleri kaldırmak, inanma ve ibâdet etme özgürlüğünü temin etmek ve zulmü önleyip adâleti sağlamaktır. (2/244, 4/75, 84) Bu amaçla Allah yolunda savaşırken ölen müminlere ‘şehid’ denir. (..) Şehid, Allâh’ın dînini savunmak ve korumak, saldırıya uğrayan vatanlarını can, nâmus, mal ve mülklerini korumak için öldürülen akıllı ve ergen Müslümanlara verilen bir mânevi mertebedir. Şehitlik, Allah tarafından müminlere ihsan buyurulan en yüksek mânevî bir rütbedir. Buna ancak Allah yolunda ölenler kavuşabilir. (İ. KARAGÖZ, 1/213)
(..) Ancak şehitlerin hayatları, mâhiyet ve boyut bakımından dünyâdakilerden farklıdır. Şehitlerin ruhları yeşil kuşlar gibidir, cennetlerde dolaşır ve meyvelerinden yerler. Şu sahih hadîs bunun delilidir: ‘Şehitlerin ruhları yeşil kuşlar şeklindedir, cennetlerin meyvelerinden yerler.’ (İ. KARAGÖZ, 1/214)
Müfessirlerin çoğu bu âyeti rûhun ölümsüzlüğü ile açıklamışlardır. Ölüm olayı rûhun bedenden ayrılmasıdır. Ölümden sonra iyilerin ruhları, âhiretteki güzel makamları görerek mutlu olurlar, kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek elem duyarlar.(KUR’ÂN YOLU, 1/241)
(155).‘Andolsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiklikle sınayacağız.’ Âhirette, “onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler’ sırrına ermek için düşmanların saldırı korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş nedeniyle mal can eksikliği, kazanç eksikliğine uğrayacaksınız. (ELMALILI, 1/452)
Bu mutlak ifâde içinde bu âyet, İslâm dîninde farz kılınacak olan bâzı hükümlere ve sorumluluklara bile işâret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık ramazan orucuna, mal eksikliği zekât, can eksikliği cihâda, şehitliğe ve hastalığa, ürün eksikliği mal eksikliği kazanç kaybına işârettir. (ELMALILI, 1/452)
Hadîs: ‘Kendisine bir musibet dokunun herhangi bir Müslüman Allâh’ın kendisine emir buyurduğu ‘Biz Allâh’ın kuluyuz, sonunda Allâh’ın huzuruna döneceğiz.’ Ve ‘Allâh’ım. Musîbetimde bana sevap ihsan eyle ve benim için ondan daha hayırlısını bedel kıl’ derse, Allah kendisine muhakkak ondan daha hayırlısını verir.’ (Müslim Cenâiz 2; İbn Mâce Cenâiz 2’den İ. KARAGÖZ, 1/216)
(156).‘Onlar başlarına bir musîbet geldiği zaman ‘Biz Allâh’a âidiz ve sonunda O’na döneceğiz’ derler.’ Musîbet geldiğinde ‘innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ demek: biz Allâh’ınız, sonunda ona döneceğiz, Allâh’a teslimiyet ile sabrederiz, bunu hem dil hem de kalp ile söyleriz. ‘İnnâ lillâh’ can ve mal ile Allâh’a teslim, Allâh’ın mülkü olan her şeyde dilediği gibi tasarruf hakkı olduğunu, acı tatlı onun tasarrufuna itiraz câiz olmayacağını kabul, ilâhi tasarrufa kazâ ve kadere râzı olma vardır. Bu makam pek büyük bir makamdır, nefs-i râdiye tâbir olunur. (ELMALILI, 1/453).
İlâhî takdire râzı olmak, kurtuluşa, selâmete ve huzura ermenin en sağlıklı yoludur. İlâhî takdire râzı olup musibetlere sabretmek, musibetlerden kurtulmak için çâre bulmaya, tedbir almaya, tedâvi olmaya ve varsa haklarını aramaya engel değildir. Sabretmek, Allâh’a isyan etmemektir. Hz. Yûsuf, babadan ayrılığa, harama düşmemek için hapse girmeye râzı olup sabretti. Mısır’a Bakan oldu. Sabreden zafere erer. (İ. KARAGÖZ, 1/217)
2/158-163 İLÂHİ NİŞANLAR
158. Şüphesiz “Safâ” ile “Merve” Allâh’ın (emrettiğihaccın) nişânelerinden (sembollerinden)dır. Kim Beyt’i (Kâbe’yi) hacceder veya umre yaparsa, bu iki (tepeolanSafâveMerve’)yi tavaf etmesinde (gidipgelmesinde) bir sakınca yoktur. Kim gönülden bir hayır (hasenat, salih amel, itaat) yaparsa, (bilsinki) Allah, muhakkak karşılığını verir ve (kiminneyaptığını) bilir.
159. Şüphesiz, indirdiğimiz delilleri (emirleri) ve doğru yolu gösteren (âyetler)i insanlara Tecrat’ta açıkça bildirdikten sonra (gerçeği) gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ede(bile)nler lânet eder. [krş. 2/174]
160. Ancak tevbe ed(ipdön)enler, (hâllerini) düzeltenler ve (Allâh’ınindirdiğigerçeklerieğipbükmedendosdoğru) açıklayanlar başka(dır). İşte, ben onların tevbesini kabul ederim. Zîrâ ben, tevbeleri kabul buyuran, çok merhamet edenim.
161. Şüphesiz ki inkâr edenler ve kâfir olarak ölenler (varya), işte Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir.
162. (Onlar) bu lânet (vecehennem) içerisinde ebedi olarak kalacaklardır. Artık onların azapları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz.
163. (Ey İnsanlar!) Sizin İlâhınız bir İlâh’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmân’dır, Rahîm’dir.
158-163. (158).“Safâ ve Merve Allâh’ın nişanlarındandır” şükür emrinden sonra sabır emri gelmektedir. Sabırsız rütbe alma olmaz. Bâzen acelecilik, dayanıksızlık ve sabırsızlık küfre kadar götürebilir. Sınandığı şeyde Allâh’ın hükmüne râzı olmak ve teslîmiyet, sabırdan daha üstündür. (S. HAVVÂ, 1/373)
Hâcer vâlidemizin sabrı, Allâh’a güvenmesi, Safâ ve Merve tepelerinde gidip gelmeleri (sa’y) çöl ortasından zemzem kuyusundan su çıkması son derece anlamlıdır (KUR’ÂN YOLU, 1/243) Allah insanları sınavlardan geçirir. Hâcer’in gösterdiği inanç, ümit, sabır, tevekkül, kararlılık gösterenler Allâh’ın ikramlarına erişirler. (KUR’ÂN YOLU, 1/243)
Câhiliye döneminde bu tepelerde meşhur birer put vardı. Mekke’nin fethinden sonra bunların kırılmasına rağmen müslümanların bu tepeler arasında sa’y yapma konusunda tereddüt etmemeleri için bu âyet indi. (H. T. FEYİZLİ, 1/23).
(159).‘İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Kitap’ta insanlara açıkça beyan ettikten sonra gizleyenlere; muhakkak ki onlara Allah lânet eder ve lânet edici olanlar da lânet eder.’ Allâh’ın apaçık âyetlerini, hidâyetini, Allâh’ın kitabında (Tevrat, İncil, Zebur, Kur’ân) açıklananları gizleyenlere Allah (lânet ettiği gibi), lânet ediciler de (melekler, ins-ü cin, müminler, yeryüzünde hayvanat, haşerat) lânet ederler. (S. HAVVÂ, 1/382, 384)
Peygamberimiz (s)’in nübüvveti, gönderileceği yer ve bir kısım sıfatları hem Tevrat’ta hem de İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Yahûdi ve Hıristiyan din adamları bunları okuyup durmakta ve pekiyi bilmekte idiler. (bk. A’raf 7/157) Fakat onlar, bu gerçekleri insanlardan gizliyorlar ve insanları ona uymaktan uzaklaşturmaya çalışıyorlardı. Rivâyete göre ensardan bir grup, Yahûdi âlimlerinden bâzılarına Peygamberimizin Tevrat’taki özelliklerini ve hükümlerle ilgili bâzı âyetleri sormuşlardı. Yahûdiler bunu gizlediler ve söylemekten çekindiler. Bu olay üzerine âyet-i kerîme indi. (Taberi’den Ö. ÇELİK, 1/219, 220)
Âlim bir bilgiyi gizlemeyi kastederse âsi olur. Ancak soru sorulacak olursa (bu âyet gereği) tebliğ etmesi vâciptir. Şu kadar var ki, müslüman oluncaya kadar kâfire Kur’an ve şeriat ilmini öğretmek câiz olmaz. Aynı şekilde bid’atçı bir kimseye hak ehline karşı tartışsın diye tartışma ve delil getirme bilgilerini öğretmek de câiz değildir. (S. HAVVÂ, 1/383)
Hadis: Bildiği bir ilimden sorulup da onu gizleyen kimseye, Allah kıyâmet günü ateşten bir gem vurur.’ (Ebû Dâvud İlim 9 ve Tirmizi İlim 3’den Ö. ÇELİK, 1/220)
“Kâfirlere Lânet“ Kâfirler kıyâmet günü Allâh’ın her ümmet girdikçe kendisi gibi olanla lânet etti (7/38) buyruğunda belirtildiği gibi birbirlerine lânet edecekler. Kâfirlere lânet etmenin câiz olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. (S. HAVVÂ, 1/385)
‘İlâhınız bir tek ilâhdır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.’ Kendisinde üstün güç ve hükümranlık görülen ve yörüngesine girilip tanrılaştırılan ve tapınılan birçok varlık olmuştur. Yüce Allah burada hükmü ve mutlak hâkimiyeti altına girilen ilâhın bir tek kendisi olduğunu bildirmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/23)
Gerçek anlamda Allâh’a îman ediyor olabilmek için sâdece Allâh’ın varlığını kabul etmek yetmez, bütün putları reddetmek (2/256), Allâh’ın tek ilâh olduğunu ve O’ndan başka hiçbir ilâhın bulunmadığını da kabul etmek gerekir. Âyet buna vurgu yapmakta hem müşriklerin çok tanrılı inancı, hem yahûdi ve hıristiyanların hahamlarını ve râhiplerini rab kabul etmeleri, Hz. Îsâ ve Hz. Uzeyr’in Allâh’ın oğlu olduğu inançları (5/17, 72, 74; 9/30) reddedilmektedir. (İ. KARAGÖZ, 1/224)
2/164-167 TEVHİD ÇAĞRISI
164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde (süzülüp) giden gemilerde, Allâh’ın gökden indirip onunla, öldükten (kuruduktan) sonra toprağı canlandırdığı suda, orada (yeryüzünde) yaydığı her türlü canlıda (veonlarıyaymasında), rüzgârları (dilediğigibi) estirişinde, gök ile yer arasında emre hazır bekleyen bulutta, elbette düşünen bir kavim için, (Allâh’ınvarlığına, birliğine, kudretine, nîmetlerine) nice deliller vardır.
165. Öyle insanlar vardır ki Allah’tan başkasını (putları, arzuvehevâlarını, yücelttikleri, sevipbağlandıklarışahısları, bâzıvarlıkveeşyâyı, gizliveyaaçıktansevip) O’na (Allâh’a) denk hâle getirirler; tıpkı Allâh’ı sever gibi onları severler, (böyleceşirkedüşerler, Allahyerineonlarabağlanırlar). (Gerçek) inanmışların Allah sevgisi (emirlerineitaatvebağlılığı) ise daha kuvvetli (veiçtendir). (O’nadenkhiçbirsevgibeslemezler. Allâh’aeşkoşupdakendilerine) zulmedenler, azâbı gördükleri zaman, (anlayacaklarıgibi) bütün kuvvet (vekudret)in Allah’da bulunduğunu ve Allâh’ın azâbının, gerçekten çetin olduğunu keşke (önceden) bilselerdi. [krş. 6/136; 12/106; 14/30; 31/21; 33/66-68; 34/31; 40/73-75; 45/23]
166. Nitekim (dîneaykırıolanişlerde) kendilerine uyulan (opeşindengidilengünahkâr) kimseler, o gün azâbı gördükleri vakit (kendilerine) uyanlardan hızla uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. [krş. 2/70; 9/31]
167. (Kâfir liderlere) uyanlar da: “Ah, keşke biz (dünyâya) bir kere daha dönseydik de (bugünonların) bizden uzaklaştıkları gibi biz de (onlardan) uzak dursaydık.” derler. İşte Allah onlara bütün yaptıklarını pişmanlıklar içinde gösterecektir. Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir. [bk. 7/36-39; 16/27; 28/62-66; 33/66-68; 34/22; 37/22-35; 38/55-61; 41/9]
164-167. (164).‘Şüphesiz ki göklerin’ yıldız kümeleri ‘ve yerin’ dağları, denizleri, çölleri, vâdileriyle ‘yaratılışında gece ile gündüzün değişmesinde’ uzayıp kısalmasında birbiri ardı sıra izlemesinde ‘insanların yararına olan şeylerle denizde yüzen gemilerde’ ticâret, hac ve cihad için ‘Allâh’ın gökten indirip onunla yeryüzünü’ kuru toprağı ‘ölümünden sonra dirilttiği suda’ su ile tekrar hayat vermesinde ‘her türlü canlıyı’ üretip ‘yaymasında’ şekil, renk, fayda, küçüklük ve büyüklükler farklı ‘rüzgârların’ bir taraftan diğer tarafa bir hâlden diğer hâle çevirmesinde ‘değiştirilmesinde gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutlarda elbette düşünen bir kavim için âyetler’ mûcizeler, maddi mânevi nimetler, dînî dünyevi nimetler ‘vardır.’ (S. HAVVÂ, 1/390)
“sizin ilâhınız tek bir ilâhtır“ âyeti inince Mekke müşrikleri “bir tek ilâh nasıl yeterli olabilir?” demeleri üzerine bu âyet inmiştir. Bununla evrenin, yeryüzünün ve denizlerin yaratılışına ve kimi tabiat olaylarına dikkat çekilerek, insanlar akıllarını kullanmaya çağrılmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/60)
(165).‘İnsanlardan kimi de Allah’tan başkasını’ nesneler, kimseler, mal, mülk, para, pul, mevki, başkanlar, önderler ‘ona emsal’ eş, ortak ‘edinir. Allâh’ı sever gibi onları severler’ emirler ve yasaklarına, arzularına itaat ederler de Allâh’a isyan ederler) ‘îman edenlerin Allah sevgisi ise en sağlamdır’ mü’minler Allah’tan yüz çevirmezler. Allâh’a karşı başkalarını denk tutarak, nefislerine ‘zulmedenler azâbı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allâh’a âit olduğunu ve Allâh’ın pek çetin bir azâbı bulunduğunu’ gözleriyle görür gibi ‘bir bilselerdi.’ (S. HAVVÂ, 1/393, 394)
Bir toplum bir insana hayran oldu mu onu yüceltip onu kutsallaştırır ve (neredeyse onu) tanrı düzeyine çıkarır. Bâzen de eşyâyı kutsallaştırır. Artık bunlar eleştirilemez. Çünkü onlar artık putlaşmış olup, yapılan her mühim iş ve hareket de ona karşı tapınma edâsıyla bağlılıklarını sunarlar. Bir kimse birini veya bir şeyi (put, lider, önder, para, pul, mal, mülk, makam, mevki, (KUR’ÂN YOLU, 1/252) Allah için değil de onları Allah yerine veya Allah gibi severse (Allah gibi sevgi gösterirse) şirke düşmüş ve kendine zulmetmiş olur. (H. T. FEYİZLİ, 1/24)
Hadis: Hz. Peygambere “en büyük günah hangisidir” diye sorulunca “seni yarattığı hâlde Allâh’a eş koşmandır” cevâbını vermiştir (Buhâri Tefsiru sûre 2-3; Müslim Îman 141; Ebû Dâvud Talâk 50; Tirmizi Tefsiru sûre 25/1,2’den, H. DÖNDÜREN, 1/60)
(166).‘..O zaman uyulanlar uyanlardan uzaklaşmış’ yâni kendilerine uyulan ileri gelenler, liderler uyanlardan uzaklaşmış; ‘ve azâbı görmüş olacaklar. Aralarındaki bütün bağlar da kopmuştur.’ Aynı din, aynı mezhep, aynı istikâmet gibi aralarındaki birleştirici sebeplerle, soy ve sevgi bağlarının tümü kopmuş olacaktır. (S. HAVVÂ, 1/394)
(167).‘Uyanlar dediler ki bizim için (dünyâya) bir dönüş olsaydı da (şimdi) bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık.’ O zaman uyanlar şöyle diyeceklerdir: Keşke dünyâya bir daha dönebilsek de bu gibi kimselerden onlara ibâdet etmekten, onlara uyup itaat etmekten; onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşabilseydik.. ‘Böylece onların bütün yaptıklarını Allah kendilerine pişmanlıklar), sondereceacıvefaydasızpişmanlıklar) hâlinde gösterecektir ve onlar ateşten çıkacak değildirler.’ Dünyâda yaptıkları ameller, onlar için pişmanlıklar hâlinde görülecektir. (S. HAVVÂ, 1/394)
‘ve onlar ateşten çıkacak değildirler’ Bu âyet grubundan tevhîdin başlangıcının Allâh’ın birliğine inanmak olduğu anlaşılmaktadır. Allâh’a boyun eğmeyen, teslim olmayan, Yüce Allâh’ın ibâdet ve itaatte hakkını kabul etmeyen bir kimse Allâh’ı birleyen olamaz, bunu bilip kabul ettiği takdirde kelime-i şehâdeti bozacak herhangi bir söz söylemeyen ve yapmayan, günah işlemiş olsa bile Allâh’ı birleyendir. Şu kadar var ki fâsık (günahkâr) bir Allâh’ı birleyendir. Böyle bir kimse cehennemde ebediyyen kalmayacaktır. Âyetin belirttiği gibi kâfirlerin cehennemden çıkmaları söz konusu değildir. Cennete girmeleri ise hiçbir şekilde söz konusu olmayacaktır. (A’raf 7/40; S. HAVVÂ, 1/397)
2/168-176 HELÂL VE TEMİZ YİYECEKLER
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz şeylerden yiyin. Şeytan (vebenzerlerin)in adımlarını izlemeyin. Çünkü o(nlar) sizin için apaçık bir düşmandır. [krş. 2/208; 17/27]
169. Şeytan size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
170. Müşriklere: “Allâh’ın indirdiği Kur’ân’a uyun.” denildiği zaman onlar: “Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız.” dediler. Peki, ataları bir şey (inİslâm’auyupuymadığın)ı düşünemeyen ve doğru yolu bulamayan (sapıkyolunyolcusu) kimseler olsalar da mı (onlarauyacaklar)?!
171. (Ey Peygamberim! Seninle) inkâr edenlerin durumu, bağırış ve çağırıştan başka duymayan (hayvanlar)a ‘seslenip bağıran (çoban)’ın durumu gibidir. Kâfirler sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple onlar, gerçekleri anlamazlar.
172. Ey îman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helâl olanlarından yiyin; eğer sâdece O’na kulluk ediyorsanız, Allâh’a şükredin. (O’nakarşıdiliniz, bedeninizvemalınızla, kullukborcunuzolanşükrüyerinegetirin.)
173. (Allah) size sâdece ölmüş (murdarhayvan)ı, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Fakat kim de mecbur kalırsa, istekli olmayarak ve sınırı aşmadan (sırfölmeyecek kadar) yerse ona hiçbir günah yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [krş. 5/3]
174. Allâh’ın indirdiği Tevrat’tan bir kısmını gizleyip de onu (eldeedeceğidünyâlık) birkaç paraya satanlar var ya… İşte onlar (Yahûdi bilginleri), karınlarına ateşten başka bir şey doldurmayacaklar. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap vardır.
175. Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfireti bırakıp azâbı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!
176. Bunun sebebi şudur: Çünkü: Allah, Kitab’ı hak olarak indirmiştir. (Bunarağmen, keyfîyorumlarsonucu) o Kitap’ta (vehükümlerinikabulde) ihtilâfa düşenler elbet (haktan) uzak bir ayrılık (birazap) içindedirler.
168-176. (168).‘Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın.’ ‘halâlen tayyiben’: helâli hoş, tertemiz olarak yiyiniz. Yediğiniz şeyler pis, şunun bunun hakkı geçmiş, tab’an ve şer’an yasaklanmış ve şüpheli şeyler olmasın, helâlinden kazanınız, pis şüpheli şeylerden sakınınız. (ELMALILI, 1/480)
Genel kural olarak eşyâda asıl olan mübahlık ve helâlliktir. Bu nedenle, bir davranışın helâl olduğu yönünde bir açıklama gereksizdir; yasaklayıcı ve kısıtlayıcı bir hükmün bulunmaması yeterlidir. (KUR’ÂN YOLU, 1/254)
Birşeyin helâl olması için delil aranmaz. Yasaklayıcı veya kısıtlayıcı bir hükmün bulunmaması yeterlidir. Bir şeyin ‘tayyib’ olması için gıdâ değeri olup faydalı olması, ‘habis’ yâni bedene ve akla zararlı olmaması gerekir. Âyet ve sahih hadislerde haram veya mekruh olduğu bildirilenler dışında kalan yiyecek ve içeceklerin Tayyib veya habis, dolayısıyla helâl veya haram olduğu akl-ı selim sâhibi insanların ortak aklı ile bilinir. (İ. KARAGÖZ, 1/229)
Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi İslâm’a aykırı emir, sevgi, şehvet, nefs-i emmârenin istekleri, hayâsızlık ve haram mal edinme gibi herşey (24/21) şeytanın adımlarıdır. Kim İslâm’dan başka din ve hayat tarzı ararsa sonu zarardır (3/85). Çünkü bu, şeytan ve dostların yoludur. (6/21, 38/83) Zîrâ yüce Allah ”Şeytana tapmayın” (36/61) buyurmaktadır (H. T. FEYİZLİ, 1/24)
“Şeytanın adımlarına uymayın” Şeytanın kışkırtmalarından kurtulmak için güçlü îman dînî-dünyevi bilgi ve takvâ sâhibi olunmalıdır. Şeytan, insanları yoldan çıkarmaya yemin etmiştir. Ancak ihlâslı kullarını yoldan çıkaramayacaktır. Şeytan, insan içine kötülük işleme arzusu koyabilir. Ancak, bir mümin kötülük yapmayı içinden geçirir ama yapmazsa, bir hasene kazanır. (KUR’ÂN YOLU, 1/255)
Sehl b. Abdullah dedi ki: Kurtuluş üç şeydedir: helâl yemek, farzları yerine getirmek ve peygambere uymak; Ebû Abdullah es Sâci (ki bu Said b. Yezid’dir- şöyle demektedir: İlim beş özellik ile kemâl bulur: Allâh’ı bilmek, hakkı bilmek, Allah için katışıksız amel işlemek, sünnet üzere amel etmek ve helâl yemek; bunlardan biri noksan olursa amel Allah katına yükseltilmez; Sehl şunları söylemektedir: malın helâl olabilmesi için şu altı özellikten uzak kalmaya bağlıdır: fâiz, haram, haksızlık, hıyânet, mekruh ve şüphe. (S. HAVVÂ, 1/415, 416)
Hadis: ‘Kovulmuş şeytanın kötülük dürtüsü, fısıldaması ve telkininden, herşeyi bilen ve her sözü duyan Allâh’a sığınırım’ (Tirmizi Salât 179’dan İ. KARAGÖZ, 1/230)
(170).‘Onlara ‘Allâh’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar; ‘Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler.’ Yüce Allâh’ın gönderdiği son din İslâm‘a ve onun kitabına uymayan bütün sistem, örf, âdet ve gelenekler bâtıl olup, Allah katında makbul değildir ve sonu hüsrandır. (H. T. FEYİZLİ, 1/25)
Bu âyet gösteriyor ki, kısaca veya genişçe bir hak (doğru) delîle dayanmayan katıksız taklit din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup taklit etmek aklen bâtıl olduğu gibi, şüpheli olan hususta da delilsiz taklit din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan konularda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allâh’a iftirâ olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. (ELMALILI, 1/483)
(171).‘O kâfirlerin hâli, sâdece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıran (hayvanlar)ın (çobanlarının) hâline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördür, akıl da etmezler.’ Bu âyetlerde kâfirler, müşrik ve münâfıklar hayvanlara şu açıdan benzetilmektedir: Kâfir (müşrik, münâfık) îmâna dâvet edildiği zaman bu çağrıyı işitir ama kulak vermez, üzerinde durmaz. Hayvanlar da aynı şekilde kendilerine seslenenin sesini duyarlar ama anlamazlar. (S. HAVVÂ, 1/414)
Bu son iki âyette insanların körü körüne eskiye bağlı kalmalarının doğru olmadığı, yeni fikirlere kulak verip önyargısız bir şekilde akıl ve vahiy ölçülerine vurarak değerlendirmek gerektiği bildirilmektedir. (KUR’ÂN YOLU, 1/256)
(172).‘Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin.’ Kısmet ettiğimiz rızıkların maddeten mânen temizlerinden yiyiniz. Rızkın temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek, meşru sûrette kazanılan helâllerden insanca yiyiniz. (…) Bir insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Yemeyip açlığından ölürse intihar etmiş olur. İbâdete kuvvet elde etmek için yemek, menduptur. Tam doyacak kadar yemek mubah, ondan fazlası haramdır. (ELMALILI, 1/485)
Rızıklardan yararlanmaya izin veren 172. âyetin ardından, Arapların helâl-haram anlayışları zımnen yürürlükten kaldırılmakta, yiyecek olarak nelerin yasaklandığı belirtilmektedir:
(173).(1) Kendiliğinden ölmüş ya da usûlüne uygun kesilmeden öldürülmüş hayvan eti haramdır. Ayrıca hayvanı kesenin Allah adına kestiğini bilecek düzeyde aklî melekeye sâhip, müslüman veya ehli kitaptan olması (Mâide 5/5) gerekir. (KUR’ÂN YOLU, 1/258)
Gerek gizli, gerek açık Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların yenmesi haramdır. meselâ fülan türbede Allah için kurban kesmek câiz ve yenmesi helâl olur ise de filân türbe için ve onun adına kesilen kurbanın eti yenmez, haramdır. (ELMALILI, 1/486).
(2) Hayvanın vücûdundan akıp ayrılan kan haramdır. En’âm 6/145 deki ‘.. yâhut akıtılmış kan’ ifâdesinden, kanın mutlak haram olmadığı, sâdece hayvanın bedeninden ayrılan kan haramdır. Hadîs-i şerifler kandan ‘ciğer ve dalak’ı istisnâ etmiştir. Fıkıh âlimleri de boğazlama sonrası damarlarda kalan kanları bu hükmün dışında tutmuşlardır. (S. HAVVÂ, 1/415)
(3) Domuz eti haramdır. Yahûdilikte domuz eti haram, Hıristiyanlıkda ise serbesttir. (KUR’ÂN YOLU, 1/258) domuz eti ile bütün kısımlarıyla domuzu kastetmektedir. Yağ ve benzeri şeylerde et ile berâber yorumlanır. (S. HAVVÂ, 1/415 )
(4) Allah’tan başkası adına kesilen hayvan eti haramdır. Yâni hayvan boğazlanırken Allah’tan başkasının, put veya başka ilâhların ya da ululanan başka şey ve kişilerin isimlerini anmaktır. (S. HAVVÂ, 1/415).
Hanefilere göre sâdece kasıtlı olarak Allâh’ı anmadan kesilen hayvanın eti haramdır. (KUR’ÂN YOLU, 1/259)
“ kim yemek zorunda kalırsa” Kim yemediği takdirde öleceği kesin olursa, gereken zarûret miktârından fazlasını geçmediği hâlde ona günah yoktur. Fıkıh ilminde zarûretler haram olan şeyleri mubah kılar ve zarûretler kendi mikdârınca takdir olunur; genel kuralı bu âyetlerden alınmadır. (ELMALILI, 1/486).
Haramı mubah kılan zarûret hâli: Iztırar (zarûret) ya bir zâlimin zorlaması veya açlıktan ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalınması hâllerinde söz konusudur. (S. HAVVÂ, 1/424)
Kısaca mal, can veya ırza karşı yapılan saldırı ya da açlık ve susuzluk yüzünden ölüm tehlikesi içinde bulunan kişi muztar sayılır ve meşru savunma hakkı doğar. Bu savunma sırasında normal zamanda meşru olmayan eylemler meşru hâle gelir. Bu zarûretler sakıncaları olan şeyleri mubah kılar. (Mecelle Madde:21) zarûretler kendi mikdarlarınca takdir olunur (Mecelle Madde: 22) buna göre zarûret hâli ortadan kalktığı anda, daha önce meşru olan yiyecek ve fiiller aslına döner ve meşru olmaktan çıkar. (H. DÖNDÜREN, 1/61)
(174).‘Allâh’ın indirdiği kitaptan birşey gizleyip de onu az bir pahaya satanlar; işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey yemezler.’ Yahûdi hahamları âhir zaman peygamberinin özelliklerini ve geleceğini haber veren âyetleri bile bile gizliyorlardı. (Bakara 2/146; H. T. FEYİZLİ, 1/25)
Din adına çıkmış bâzı kimseler, ilâhî vahyin doğruluğunu kabul etmekle berâber, zâlimlerle elele vererek ilâhî vahyi onların arzuları doğrultusunda yorumlayarak müminlerle tartışmaya girişirler. Böylece bunu dünyevî bir kazanca / ranta ve şöhrete dönüştürürler. Cezâları ise âyette belirtilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/25)
Allâh’ın bildirdiği hakikatleri gizlemek, onları çıkar aracı olarak kullanmak Allâh’ın indirdiklerini hedeflerinden saptırmak ağır bir günahtır. Bu günah karşılığı elde edilen yarar, işlenen suçun ağırlığına oranla önemsiz kalacağından az bir karşılık ifâdesi kullanılmıştır. Bu kutsal değerleri kullanarak çıkar sağlayanları yiyip içtikleri şeyler gerçekte cehennem ateşidir. (KUR’ÂN YOLU, 1/261)
Âyetin günümüz insanına yönelik mesajı şudur: Kim Allâh’ın Kitâbını çıkarları doğrultusunda yorumlayarak gerçekleri insanlardan saklarsa büyük günah işlemiş, âyette anılan yahûdi bilginlerinin konumuna düşmüşolur. (İ. KARAGÖZ, 1/240)
Kitapta var olan mûcizeleri yaymak kânun koyucu Allâh’ın maksatlarından bir tânesidir. Allâh’ın hükmünü gizlemek haram olduğu gibi mûcizeleri ve kesin delilleri de gizlemek haramdır. Allâh’ın hükümlerini gizleyenler kapsamına girmemek için, mutlaka ilim, fıkıh, Kur’ân tilâveti, tefsîri yayan halkaların yaygınlık kazandırılması gerekir. (S. HAVVÂ, 1/432)
‘..kitap hakkında aykırı görüşlere sapanlar derin bir ayrılıkçılık içine düşmüş..’ Allâh’ın Kitabı’ndaki yüce gerçekleri tespit etmek üzereyapılan bilimsel çalışmalar sırasında iyi niyete dayalı görüş ayrılıklarının ve ictihad farklarının doğması kaçınılmazdır ve doğaldır. Bu sebeple, burada Allâh’ın âyetlerinin içerdiği gerçekleri keşfetme yolunda yapılan iyi niyetli çalışmalar sırasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları değil, çıkarcılık, taassup, inatçılık, itibar ve şöhret arayışları gibi ahlâkaaykırısebeplerleâyetler üzerinde gerçeğe aykırı yorumlar yapıp, onları kasıtlı olarak gerçek anlam ve amacından saptırmaya yönelik davranışlar eleştirilmekte, bunu yapanların derin bir ayrılıkçılık içine düştükleri bildirilmektedir. (KUR’AN YOLU, 1/262)
Burada Kitap, Allâh’ın indirdiği her kitap olabilir, ama indirmenin tenzil ile ifâdesine bakılırsa özellikle Kur’ân-ı Kerim’dir. (F. BEŞER 1/64)
2/177-182 İYİLİK VE GÜZELLİK
177. (Eyibâdetedenler!) İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Fakat iyi ve erdemli (muttakî) kişi; Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a (Kur’ân’a) ve peygamberlere inanıp malı(nı), sevgisine rağmen (Allahrızâsıiçin) akrabâya, yetimlere, yoksullara ve yolda / sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara (kurtulmalarıiçinihlâsla) veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın şiddetlendiği anda sabredendir. İşte (inanç, iş, işlemveözünde – sözünde) doğru olanlar onlardır. Ve takvâya erenler de onlardır.
178. Ey îman edenler! (Kasten) öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (hâkiminhükmüilekısasolunur. Erkek, kadınıöldürmüşseyineaynıdır). Fakat (öldürülenin) kardeşi (velîsiveyamîrasçılarındanbiri) tarafından o (kâtil) şahıs lehine bir şey affedilir (bağışlanır)sa (kısasdüşer), o zaman örfe uymak (yânidîneveaklauygundiyetborcunu) ona (öldürüleninvelîsine) güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve merhamettir. Kim bundan sonra (kısasisterveyadiyetaldıktansonrayinedekâtileveyaakrabâsına) saldırıda bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır.
179. Ey akıl sâhipleri! Kısasta sizin için hayat vardır; olur ki sizler, (busâyedekeyfinizegöreyaralamavecinâyetten) korunursunuz.
180. (Ey müminler!) Sizden birine ölüm (hâli) geldiği zaman eğer bir hayır (birmal) bırakıyorsa, anaya, babaya ve akrabâlara (üçtebirini) adâlete uygun bir şekilde vasiyet etmesi size farz kılındı. Bu, ‘Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar’ üzerinde bir haktır (farzdır).
181. (Ey müminler!) Artık kim, onu (ölününvasiyetini) işittikten (veyayazılmasından) sonra değiştirirse, bunun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, (herşeyi) işitendir, bilendir.
182. (Ey müminler!) Kim de, vasiyet edenin bir hatâ etmesi (haksızlığameyletmesi)nden veya bir günah işlemesinden korkar da (tarafların) arasını düzeltirse ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.
177-182. (177).‘Yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz,’ Allah katında bir iyilik, bir ‘erdemlilik değildir.’ Kişiye cennet kazandırmaz. Namazda yüzünüzü Kâbe’ye veya başka bir yöne çevirmeniz yâhut buna benzer ibâdetleri yerine getirmeniz, sizi iyiliklere, güzelliklere ulaştırmadığı takdirde ne erdemli olmanızı sağlar, ne de size Allah katında değer kazandırır. (1) Cenneti hakeden ‘asıl iyi kişi odur ki; Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere’ tüm kalbiyle ‘inanır.’
(2) Yüreğinde dünyâ malına karşı ‘sevgi duymasına karşın,’ sırf Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için, ‘malını’n bir kısmını ‘yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve’ gerek âzâd ederek, (…) ‘köleler’ in özgürleştirilmesi ‘uğrunda’ seve seve ‘harcar.’
(3,4) ‘Namazını dosdoğru kılar, zekâtını verir.’
(5) ‘Bir de söz verdiği zaman sözünde duranlar; (6) hele o sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında’ zorluklara karşı kahramanca göğüs gererek ‘sabreden’ fedakâr mümin’ler var ya…
‘İşte doğru sözlü,’ îmânına sadâkatle bağlı ‘olanlar onlardır,’ kötülüklerden titizlikle sakınıp ‘korunan’ gerçek erdem sâhibi takvâlı kul’lar da yine onlardır.’ (M. KISA, 1/45)
Birr/ Erdemlilik: Kur’ân’ın en kapsamlı kavramlarından biridir. Kur’ân’da îman ve ibâdetten başlamak üzere her tür iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık anlamlarında kullanılır. Mâide5/2’de ’İyilik (birr) ve takvâ üzerine yardımlaşın, kötülük (ism) ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın’ buyurulmakta. (KUR’ÂN YOLU, 1/263-4)
Birr, Allâh’a yaklaştıran her tür iyilik, hayır ve itaattir. (KUR’ÂN YOLU, 1/ 263, Râzi‘den)
Bu âyette cennete ulaştıracak ameller, altı grupta toplanır: İman sâhibi olmak, malını sayılan yerlere vermek, namaz kılıp zekât vermek, verdiği sözü yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanlarında sabretmek. (S. HAVVÂ, 1/434)
(178).‘Ey îman edenler! Öldürülen kimseler hakkında kısas,’ yâni suçsuz bir müslümanı kasıtlı olarak öldüren kişinin, işlediği suça denk bir cezâ olarak İslâm devleti tarafından öldürülmesi, mutlaka yerine getirmeniz gereken bir yasa olarak ‘size farz kılınmıştır. Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın.’ Yâni, cinâyeti kim işlemişse, cezâsını çekecek de yalnızca o olmalıdır, başkası değil. Kâtil hür bir insan ise sâdece o hür, eğer bir köle ise sâdece o köle, eğer bir kadın ise yine sâdece o kadın cezâlandırılmalıdır. Kâtilin cezâlandırılmasını yeterli görmeyip, onun akrabâlarından, kabîlesinden, âilesinden intikam almaya kalkışılmamalıdır. Ve bu suç sâbit olduğunda, suçlu kadın da olsa, köle de olsa, efendi de olsa, mutlaka cezâlandırılmalıdır. (M. KISA, 1/45)
‘Ancak’ kâtil öldürdüğü kişinin ‘kardeşi’ veya bir başka yakın akrabâsı ‘tarafından herhangi bir şekilde affedilirse’ kısas cezâsı uygulanmaz. Bu durumda, İslâm’a dayalı geleneklere ve ‘örfe uyarak’ kan bedelinin belirlenmesi ve kâtilin, kendisini bağışlayan bu insanları bir nebze olsun teselli etmek üzere tazminat parasını bulup ‘onlara güzelce ödemesi gerekir.’ (M. KISA, 1/45)
(179).Yüce Allâh’ın; “Kısasta hayat vardır.” ifâdesi, insanlığın hayat hakkını korumak içindir. Kısas, bir ödeşmedir ki öldürme, kesme ve yaralama gibi suçlara karşı, suçluya (birebir) aynısı olan cezânın/âdil olan karşılığının mahkemece verilmesi, ya da mîrasçılarının fidyeye râzı olmaları şekliyle olur. Şahsî suçlarda devletin suçluyu affetme yâhut diyete râzı etme veya diyeti reddetme yetkisi yoktur. Bundan dolayı artık öc ve kan dâvâları da önlenmiş olacaktır. Nitekim, İslâm öncesi, eski Türklerde de töreye göre kısas yapıldığından kan dâvâları yoktu. Çünkü cezâ suça denkti. Cezâ, suça denk olunca caydırıcı oluyordu. Bu sebeple, ölmeyi göze alamayan yaralama ve öldürmeyi de göze alamıyor; hem de Allah’tan korkuyordu. Çağdaş hukuk sistemleri bunu sağlayamamıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/1/26)
Kısas: Bir suç işleyenin aynı türden bir cezâ ile cezâlandırılmasıdır. Kısas hükümlerinin önceki semâvi dinlerde de bulunduğunu Kur’ân bildirir. (Mâide 5/45 )
Kasten öldürme ve yaralamalarda kısasın gerektiği konusunda görüş birliği vardır. Ancak kastın belirlenmesinde öldürme şekli ve öldürme âleti dikkate alınarak farklı yorumlar yapılmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/62)
İslâm’da kısas cezâsı şahsın şikâyetine bağlı bir cezâ sayılmış olup, kamu cezâsı niteliğinde sayılmamıştır. Kendisine karşı yaralayıcı fiil işlenen kimse veya ölüm durumunda ölenin velîsi affederse kısas düşer. (H. DÖNDÜREN, 1/62) Kur ‘anda ölüm dışında kalan yaralayıcı fiillere de kısas hükmü getirilmiştir. Göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. (Mâide, 5/45) Yaralama ve sakat bırakmalarda kısas veya tazminat isteme hakkı mağdûra âittir. Ölüm durumunda ise bu hak ve yetki öldürülenin mîrasçılarına, kimsesi yoksa İslâm Devletine geçer. (H. DÖNDÜREN, 1/62)
Kasten öldürme fiilinden dolayı kısasın gerekmesi için şu dört şart bulunmalıdır: Suçlu akıllı, ergin olmalıdır, kasten işlemeli, öldürenin serbest irâdesi, öldürülenin ölenin fer’i (çocuk, torun) olmaması gerekir. (H. DÖNDÜREN, 1/62-3)
Kısas cezâsı, haksız ve kasıtlı olarak öldürme ve yaralama suçlarına özgüdür. Bu suçun cezâsının diyet olarak verilmesi, öldürülenin yakınlarının veya mağdûrun rızâsına bağlıdır. Kasıt bulunmadan, kazâ sonucu birini öldürme veya yaralama durumunda ise kısas cezâsı söz konusu olmayıp, tek karşılık olarak diyet ve kefâret vardır. Nisâ, 4/92. âyet. (KUR’ÂN YOLU, 1/269)
Diyet: Öldürülen kimsenin mîrasçılarına, bedel olarak verilen mal veya paraya denir. Yanlışlıkla öldürmelerde yalnız diyet gerekir. (H. DÖNDÜREN, 1/62)
Peygamberimiz (s) zamânında yükümlünün durumu dikkate alınarak diyet aşağıdaki mal veya nakit paralardan birisi seçilerek uygulanmıştır: (a) Yüz deve, (b) Bin dinar (altın) (1 dinar yaklaşık 4 gram altın), (c) on (bin) veya onbir bin dirhem gümüş (bir dirhem 2.8 gram) (d) İkiyüz sığır, (e) İkibin koyun, (f) İkiyüz takım elbise. (H. DÖNDÜREN, 1/62)
Öldürmede üç çeşit hak vardır: (a) Allah hakkı, (b). Öldürülenin hakkı, (c) Öldürülenin akrabâlarının hakkı. Diyet ya da öldürme sâdece öldürülenin akrabâlarının hakkının bir karşılığıdır. Geriye ise Allah hakkı ve öldürülenin hakkı kalır. Kim bundan samîmi tevbe ederse, Allâh’ın onu bağışlaması umulabilir, öldürüleni râzı ederek cennete koyması umulabilir. (S. HAVVÂ, 1/444)
Kısas hükmünü uygulamanın müslümanlar üzerine farz olduğunu görüyoruz. Kısas hükmünü ancak bir devlet ve hükümet uygulayabildiği için, İslâm’a îman eden İslâm ile hükmeden İslâmi yönetimi gerçekleştirmek müslümanlar üzerine farzdır. (S. HAVVÂ, 1/445)
“Kısasta sizin için hayat vardır” Takvâ ancak devlet otoritesi hüküm ve bu hükmün cezâsının uygulanması ile gerçekleşir. (S. HAVVÂ, 1/445)
Kısasın Hukûkî Dayanağı: İslâm cezâ hukûkunda kısasla ilgili hukûkî mevzûâtın kaynağını Kur‘an ve sünnet oluşturmaktadır. Kur’ân ve sünnette haksız yere adam öldürme büyük günah sayılarak yasaklanmıştır. Ahlâki ve âhiret sorumluluğu yanında (4/93, 5/32, 6/151, 17/33) maddî dünyevi cezâ olmak üzere bu tür kasıtlı fiillerin karşılığının kısas olduğu (2/178, 2/179), adam öldürmede, öldürülenin velîsine kısas isteme yetkisi verildiği (17/33), öldürülenin velîsinin kâtili affetme hâlinde (2/178) veya hatâen adam öldürmelerde (4/92) diyet ödeneceği ifâde edilmiştir.
Kur’ân’da kısas formundan başka ikab ve cezâ kavramları kullanılarak kötülüğün karşılığının ona denk bir kötülük olduğu (10/27, 42/40) ve cezânın suç ile orantılı olması gerektiği de (16/126) vurgulanmıştır. (TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 25/489)
(180).‘Size, sizden birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakın akrabâya örfe uygun şekilde vasiyette bulunmak, takvâ sâhipleri üzerinde bir hak olarak yazıldı.’ (a). Bu 180. âyet ana, baba ve akrabaya vasiyette bulunma emrini içeriyor. Mîras ile ilgili âyetin nüzûlünden önce bu vâcip idi. Mîras hukûku ile ilgili âyet indikten sonra bu âyet yürürlükten kaldırılmıştır. (S. HAVVÂ, 1/449) mîras âyeti ile vasiyet farz olmaktan çıkıp, teşvik ve tavsiye (mendup) edilmiş bir davranış hâline geldi. (KUR’ÂN YOLU, 1/274)
(b). (diğer görüş) Bu 180. âyet mîras âyeti dışında kalan (dîni farklı anne baba, köle, akraba, (..) dede yetimi vb.) mîrastan pay alamayan akrabânın vasiyet yoluyla terekeden pay almasını hedeflemiştir. Kime ne kadar vasiyet edileceği örfe, âdete ve hakkâniyet kurallarına bırakılmıştır.
Dede yetimi: (..) Bu âyet, mîras âyetinin dışında kalan yâni bir sebeple (dîni farklı olan ana ve baba, köle olan akraba vb.) mîrastan pay alamayan akrabânın vasiyet yoluyla terekeden pay almasını hedeflemiştir. Kime ne kadar vasiyet edileceği ise örfe, âdete ve hakkâniyet kurallarına bırakılmıştır. ’Yakının aynı gruptaki daha uzak akrabâyı mîrastan mahrum etmesi’ (hacb) kuralı gereği vâris olamayan torunlar (dede yetimi) meselesi, çağımızda bâzı İslâm ülkelerinde, bu ictihaddan yararlanmak sûretiyle çözülmüş, yetim torunlar mîrastan paya kavuşturulmuştur. (KUR’ÂN YOLU, 1/274)
(c) Mîrastan pay alan akrabâya vasiyet yoluyla mal bırakılması geçerli değildir. Hanefilere göre mîrasçılar râzı olursa vasiyet geçerlidir.
(d) (hadîsi esas alan müctehitlere göre) Üçte biri geçen vasiyet hükümsüzdür. Vârisler râzı olursa hanefilere göre vasiyet geçerlidir.
(e) Bir kimsenin üzerinde bir hak, bir borç varsa ölümünden sonra terekeden ödenmesini vasiyet etmesi farzdır. Aksi takdirde vasiyet menduptur. (KUR’ÂN YOLU, 1/275)
Âile halkına Allah’tan korkmalarını, İslâm üzere davam etmelerini, akrabâyı ziyâret etmelerini, cenâzesinde hiçbir sakıncalı işler işlememelerini tavsiye etmesi gerekir. Eğer bir mal bırakacak olursa, mîrasçı olmayan akrabâ ve yakınlarına, fakirlere ve çeşitli hayır yollarına harcanmasını vasiyette bulunmak müstehaptır. (S. HAVVÂ, 1/453).
Sağlığındabirinsan, Kur’an ve sünnetin ilkelerine uygun olarak bir vasiyette bulunursa, bu vasiyetine hiç değiştirilmeden yerine getirilmesi farzdır. Çünkü vasiyet ile mal, vasiyet edenin mülkü olmaktan çıkar, ölümünden sonra yerine getirilmek üzere vasiyet edilenin mülküne geçer. (Vasiyet edilene bırakılmış bir emânettir. M. SELMAN) Bunu değiştirmek, hem vasiyet edene ihânet hem de vasiyet edilenin hakkına tecâvüz olur. Dolayısıyla vasiyeti değiştiren kimse büyük günah işlemiş, kendisine ve vasiyet edilene zulmetmiş olur. (İ. KARAGÖZ 1/250)
Vasiyet, malın üçte birini geçmeyecektir. Bu âyetteki vasiyet, Nisâ sûresindeki 7-12 ve 176. mîras âyetleriyle yeni bir hükme bağlanmıştır. Peygamber Efendimiz (s) de, “Vârise/mîrasçıya, diğerlerinin rızâları dışında artık vasiyet yoktur.” buyurmuştur. (H. T. FEYİZLİ, 1/26).
2/183-187 RAMAZAN VE ORUÇ
183. Ey îman edenler! Sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç tutmak farz kılındı. Tâ ki (haramlardan ve kötülüklerden) sakınasınız.
184. (Farzkılınanoruç) sayılı günlerdir. Sizden kim, (ogünlerde) hasta veya seferde ise o, (tutamadığı) günler sayısınca başka günlerde (oruçtutar. İhtiyarlığındanveyatedâvisimümkünolmayanbirhastalıktandolayı) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, (hergünekarşılık) bir yoksulu (sabahakşam) doyuracak bir fidye vermesi (gerekli)dir. Kim de gönülden gelerek (dahafazla) bir ihsanda bulunursa, bu, onun için daha hayırlıdır. Bununla berâber (zordaolsa, işinönemini) bilirseniz, oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.
185. (Osayılıgünler) Ramazan ayıdır ki Kur’ân; insanlara hidâyet (doğruyol) rehberi, doğru yolun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak onda indirildi. (Ey müminler!) Sizden kim (mâzeretiolmaksızın) bu aya erişirse orucunu tutsun, kim de hasta veya seferde (olupdayer) ise, tutmadığı günler sayısınca başka günlerde (orucunukazâetsin). Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Bu da, o sayıyı (kazâederek) tamamlamanız ve size yol göstermesine karşılık Allâh’ın yüceliğini tanımanız içindir. Olur ki (düşünürde) şükredersiniz.
186. (Rasûlüm!) Kullarım sana beni soracak olurlarsa (bilsinlerki) ben, şüphesiz onlara çok yakınım. Bana duâ edenin duâsına icâbet eder (kabuleder)im. O hâlde onlar da benim dâvetimi kabul ed(ipbanaitaatet)sinler ve bana îman(dasebat) etsinler. Tâ ki bu sâyede doğru yola (kurtuluşa) ulaşmış olsunlar. [bk. 25/77]
187. Oruç (günlerinin) gecesinde eşlerinizle cinsî ilişki kurmanız size helâl kılındı. (Haramdankorunmakvesükûnetekavuşmakiçin) onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise (durumunda)sınız. Allah (onlarayaklaşmamakla) nefislerinizin arzularına karşı zâfiyet göstereceğinizi bildi de tevbelerinizi kabul edip sizi bağışladı. Artık bundan böyle, (oruçgecelerindede) onlara yaklaşın ve Allâh’ın sizin için yazdığı (takdirettiği) şey (nesl)i isteyin. Beyaz iplik siyah iplikten (fecrinaydınlığı, geceninkaranlığından) seçilinceye (tanyeriağarıncaya) kadar yiyin için; sonra da orucu akşam oluncaya (iftarvaktine) kadar tamamlayın. Fakat mescidlerde i‘tikâfa çekilmiş iken kadınlarınıza yaklaşmayın. Bu (hükümler) Allâh’ın sınırlarıdır; sakın sınırlara yaklaşmayın! Allah, sakınıp korunsunlar diye âyetlerini insanlara böyle açıklar.
183-187. (183).“Oruç farz kılındı” : Oruç, yemekten, içmekten, cinsî ilişkiden ve diğer oruç bozan şeylerden, fecirden güneş batışına kadar uzak durmaktır. (..) “Ta ki takvâ sâhibi olasınız” Oruç, her şeyden çok, nefsi firenler, her şeyden çok kötülüğe düşmekten alıkoyar. Oruç, nefisleri arındırmakta, temizlemektedir. (S. HAVVÂ, 1/459)
(184).‘(Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim hasta veya seferde ise o, (tutamadığı) günler sayısınca başka günlerde (oruç tutar) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere bir yoksulu (sabah akşam) doyuracak bir fidye vermesi (gerekli)dir.’ “Sayılı günler”den maksat, 185. âyette gelecek olan ramazan ayıdır. (KUR’ÂN YOLU, 1/278)
Âyette üç mâzeretten söz edilmektedir: (a) Hastalık, (b) Yolculuk, (c) Oruca zor dayanır olmak. (KUR’ÂN YOLU, 1/278) (a) Hastalık: Oruç tuttuğu hâlde hastalığın artması, iyileşmenin gecikmesi korkusu/zannı ile oruç açanlar, oruç tutmadığı günler sayısınca (oruç tutar). (S. HAVVÂ, 1/460) (b) Yolculuk: Seferde olanlar, ikâmet ettiği yere döndüğünde tutmadığı günler sayısınca kazâ ederler. (KUR’ÂN YOLU, 1/278) Meşru yolculuğun sınırı, bulunduğu yerden 81 km. uzaktaki bir yere yolculuk yapmakla olur. Şu şartla ki, yola çıktığı birinci gün oruç açabilmesi için tan yerinden/ fecirden önce yolculuğa başlamış olmalıdır. (S. HAVVÂ, 1/460) (c) Orucu tutmakta zorlananlar: Başlangıçta müminler oruca alışıncaya kadar (oruç tutabilecek olanların da) isterlerse fidye vererek bu ibâdeti yerine getirmelerine izin verilmiştir. Sonra bu izin kaldırılmış, gücü yetenlerin oruç tutmaları zorunlu tutulmuştur.
Bünye yâhut içinde bulunduğu durum itibariyle orucu zor tutan, oruç tutmakta zorlanan devam ettiği takdirde hasta olmaktan korkan kimseler oruç tutmak yerine her gün için bir fidye verebileceklerdir. (KUR’ÂN YOLU, 1/279). Yaşlılık nedeniyle zayıf düşmüş kimseler emzikli ve hâmile kadınlar orucu tutmakta zorlananlara örnek verebiliriz. (KUR’ÂN YOLU, 1/279)
Fidye, bir fakiri iki öğün doyurmak veya bir fakire iki öğün doyacağı miktarda yardım yapmaktır. Fidye, temel gıdâların orta kalitede olanından bir günlük ihtiyaç karşılığı olarak verilir. Bu miktar, fidyenin alt sınırıdır. Daha fazlasını vermek, daha hayırlıdır. (5/89, İ. KARAGÖZ 1/253)
İslâm’ın Tedric Prensipleri: (a) Başlangıçta peygamber (s) müminlere ayda 3 gün oruç tutmalarını tavsiye etti. Bu oruç zorunlu değildi. (b) Hicretin 2. yılında ramazanda oruç tutmakla ilgili bu emir (183. âyet) indi. Bu âyette oruç tutmaya gücü yettiği hâlde oruç tutmayanlara fidye vermeye izin verildi. (c) Ertesi yıl (184. âyet) fidye izini sağlıklı kişi için olmaktan çıktı, sâdece hasta ve yolcular için geçerli olmaya devam etti. (MEVDÛDİ, 1/125) Hz. Peygamber aşûre gününde oruç tutmuştur. (S. HAVVÂ, 1/471)
Hadis: Ey Gençler! Evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan engeller ve ırzı korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruca devam etsin. Çünkü oruç tutmak, insanın şehvetini kırar.’ (Buhâri Savm 20, Müslim Nikâh 1, 3; Ö. ÇELİK, 1/244)
(185).“Kur’ân o ayda indirilmiştir” Kur’ân Ramazan ayında indirilmeye başlanmıştır ki, bu da kadir gecesidir. (S. HAVVÂ, 1/462)
“Sizden her kim ay’ı görürse oruç tutsun” Bu âyet-i kerîme, hastalıksız ve yerleşik olduğu hâlde orucunu açıp, fidye ödeyebileceği şeklindeki mubahlık hükmünü yürürlükten kaldırmaktadır. Artık oruç kesinlik kazanmış olduğundan dolayı, kazâ etmek şartı ile hasta ve yolcunun oruç açabileceği ruhsatını da tekrar belirtmiştir. (S. HAVVÂ, 1/463)
‘Müminlerden her kim, mübârek aya şâhit olursa, bunda oruç tutsun. Günümüzde hesap edilerek Ramazan ayının başlangıcı ve sona ermesi takvimlerde bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 1/255)
Hesaplama üzere ay ne 29 ne de 30’dur. İki hilâl arası 29 ile 30 arası dâimâ kesirlidir. Ortalama 29,5 gün eder. Hâlbuki orucun sâbit (tesbit) olması gün ölçüsüne bağlıdır. Hesap ilmi ölçü alındığında hilâlin ortaya çıkması değil, kavuşmanın gerçekleşmesine itibar edilir. (ELMALILI, 1/537)
Tekbîr: Allâh ‘ın ululuğunu gönülden benimseyip, dile getirmeye tekbir denir. Allâhü Ekber cümlesi ile ifâde edilir. (..) Namaza başlarken, rükû ve secdeye giderken, kurban keserken, tekbir getiren müminler, bununla ibâdetin ancak Allâh’a yapılacağını dile getirmektedirler. (KUR’ÂN YOLU, 1/283)
“Size hidâyet etmiş olduğundan dolayı Allâh’ı tekbir ile yüceltmeniz içindir” buyruğuna, Ramazan bayramında tekbir getirmenin meşru olduğuna delil göstermişlerdir. Hanefiler, namazgâha giderken kendisi işitecek kadar gizlice tekbir getireceği görüşündedir. (S. HAVVÂ, 1/464)
(186).‘Bana duâ edenin duâsına karşılık veririm” Duâ, küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya gerçekleşen istek ve yakarış anlamındadır. Duânın gerçeği, kulun Rabbinden istimdad (imdad, meded) inâyet, yardım dilekçesidir. (ELMALILI, 2/7)
Allâhü Teâlâ kullarına ilmiyle, rahmetiyle, lûtuf ve ihsânıyla çok yakındır; yeter ki kullar emirlerine itaatten uzaklaşmasın, îman ve ameline gösteriş, münâfıklık ve şirk karıştırmasın, ihlâslı olsunlar. O’nun koyduğu sınırları da (..) korusunlar. [krş. 3/200] İşte kim Allâh’a bağlanır, O’nun kendileri için koyduğu dînî ilkeleri korur ve duâ ile O’na sığınırsa, O da onu yüceltir ve yalnız bırakmaz. [2/153] Böylece Yaradan’ın yaratılana olan sözünü yerine getirme vaadi gerçeklik kazanır. (H. T. FEYİZLİ, 1/27).
Hadis: Oruçlunun orucunu açtığı zaman, reddolunmayacak bir duâsı vardır. (Ebû Dâvud’den S. HAVVÂ, 1/464)
Hadis: ‘Üç kişinin duâları geri çevrilmez: Adâletli devlet başkanı, orucunu açtığı zaman oruçlu ve mazlûmun duâsı.’ (Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel’den S. HAVVÂ, 1/465)
‘..ben çok yakınımdır’ Allâh’ın kula yakınlığı: Bu yakınlık, mekân itibâriyle değil, ilim ve kuşatma itibâriyledir. O yarattığı kullarının her hâlini en iyi şekilde bilmektedir. Burada en mühim husus, kulun bu gerçeğin farkında olması, bu yakınlığı bilinç hâlinde yaşaması ve rûhunun derinliklerinde bunu hissetmesidir. Kulun bu yakınlığı hissetmesinin önündeki en büyük engel, dünyâ sevgisi, yeme, içme ve diğer dünyevi uğraşlardır. Şartlarına riâyetle tutulan oruçlar, gönülden taşan duâlar ve ihlâsla yapılan diğer ibâdetler, bu çeşit engellerin aşılmasına ve ilâhi yakınlığın hissedilmesine vesîle olacaktır. (Ö. ÇELİK, 1/247)
Hadis: Duâ eden bir kimse mutlaka şu üç durumdan biriyle karşılaşır: Ya istediği hemen verilir, ya lehine olacak şekilde ertelenir ya da günahlarına kefâret olur.’ (Muvatta, Ö. ÇELİK, 1/248; S. HAVVÂ bu hadis için Ahmed b. Hanbel’e atıf yapmıştır.)
Hadis: ‘Ey insanlar! Duâda bağırıp çağırarak kendinizi yormayın. Çünkü sizler sağır ve uzaktaki birine değil, her an sizinle olan, her şeyi duyan Allâh’a duâ ediyorsunuz. (Buhârî Cihad 131’den İ. KARAGÖZ, 1/256)
(187).“Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz zaman onlara yaklaşmayın” Allah, Ramazan geceleri kadınlara yaklaşmanın helâl olduğunu açıkladıktan sonra, bunun itikâftakiler için mubah olmadığını beyan etmektedir. Aynı zamanda bu buyrukta itikâfın ancak mescidde yapılabileceğine delil vardır. Oybirliği olan konu, itikâfta bulunan kimselerin kadınlara yaklaşmasının haram olduğudur. Kişi, abdest bozmak, yemek yemek için (itikâf yerinden çıkarak) eve gidebilir. Hanımını öpemez, kucaklayamaz. Hasta ziyâretine gidemez. (S. HAVVÂ, 1/469, 470)
Ramazanın son on gününde itikâfa girmek sünnet-i kifâyedir. Bir yerleşim merkezinde bulunanMüslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. (,..) Ramazan dışında yapılan itikâflar müstehaptır. Bir saatten bir güne (kadar) itikâf yapılabileceği yönünde müctehid imamların görüşleri vardır. İtikâf yapan kimse Peygamberin (s) sünnetine uymuş, belirli bir süre dünyâ uğraş ve düşüncesinden kurtuşmuş, kendisini ibâdete vermiş ve çok sevap kazanmış olur. (İ. KARAGÖZ 1/261)
2/188-195 CİHAD
188. (Ey müminler!) Bir de mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile, (haksızyere) haram yollardan yemek için o malları hâkimlere (önderveidarecilererüşvetolarak) aktarmayın. [krş. 4/29]
189. (Rasûlüm!) Sana hilâl hâlindeki (yenidoğan) ayları sorarlar. De ki: “Onlar, insanlar ve (özellikle) hac için vakit ölçüleridir. (İhramlıikencâhiliyedönemindeolduğugibi) evlere arkalarından girmeniz iyi ve erdemli olmak değildir. Fakat iyi ve erdemli kişi ‘Allâh’ın emirlerine uygun davranandır.’ Evlere kapılarından girin ve Allâh’ın emirlerine uygun yaşayın / aykırı davranmaktan sakının ki kurtulasınız.”
190. (Ey müminler!) Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. (Fakatsavaşmayanihtiyar, kadınveçocuklarıöldürerek) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.
191. (Ey müminler!) Onları (sizeharpaçankâfirleri) yakaladığınız yerde / savaş alanında öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. (İslâm’ıbeğenmeyipşirkveküfrühâkimkılmak,insanları Allah yolundan alıkoymak gibi) fitne ise adam öldürmekten daha beterdir. Mescid-i Haram’da sizinle savaşmadıkça siz de orada kendileriyle savaşmayın. (Fakatsize) savaş açarlarsa, siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezâsı böyledir. [krş. 48/24]
192. Şâyet onlar (savaştan) vazgeçerlerse (siz de onlarla savaşmaktan vaz geçin). Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
193. (İslâm’aengel) bir fitne kalmayıncaya, din (sahtetanrılarınemridoğrultusundadeğil; kısıtlamasızolarak) yalnız Allâh’ın (buyruğudoğrultusunda) oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (dînevedînîyaşantıyaengelolmaktan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. [bk. 8/39]
194. (Savaş yapılmayan) Haram ay, haram aya bedeldir; hürmetler (dokunulmazlıklar) da karşılıklıdır. O halde kim size (buayda) saldırırsa, onun size saldırdığı kadar (ölçüdeveşekilde), siz de onlara saldırın. Allâh’ın emirlerine uygun yaşayın / O’na karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah, takvâlı olan (emirlerineuyan ve yasaklarından kaçınan)larla berâberdir.
195. Allah yolunda (mallarınızı) harcayın, kendi ellerinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın; iyilik edin. Şüphesiz ki Allah, iyilik edenleri sever.
188-195. (188).‘Mallarınızı aranızda haksızlıkla (bâtılla) yemeyin” Kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, zor kullanım, çapulculuk, emânete hıyânet gibi haksız yollarla mallarınızı yemeyin, demektir. Âyette geçen ‘haram yollardan’ ifâdesinden maksat ise, yalancı şâhitlik, yalan yere yemin ve rüşvettir. (H. T. FEYİZLİ, 1/28)
Bâzı müfessirler, ‘mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin’ âyeti ile kastedilenin eğlencelerle, çalgıcılıkla, şarkıcılıkla, içkicilikle ve boş durmakla yemeyin, demektir, demişlerdir. (S. HAVVÂ, 1/484)
Bâtıl: Yok yere, haksız, (..) sebepsiz, itibar edilecek meşru sebep olmaksızın demektir. (ELMALILI, 2/21)
‘Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin’ cümlesi, meşru olmayan kazanç yollarına ve servetin harcanamayacağı yerlereişâretetmektedir. (1) Meşru olmayan kazanç; kumar, hırsızlık, gasp, rüşvet, alkollü içecekler ve uyuşturucu ticâreti, fâiz, yalan, yalancı şâhitlik, hîle, aldatma, fuhuş ve benzeri her türlüdin, hukuk ve ahlâk dışı yollardan elde edilen servettir. Yılbaşı çekilişleri, piyango, spor – toto, spor loto, iddea, at yarışları ve altılı ganyan gibi tamamen şansa bağlı çekilişler ile elde edilen gelirler de gayri meşru (dîne aykırı) kazançlardır. (2) Meşru olmayan harcama ise, serveti içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru ve haram yerlere harcamak ve malı – mülkü israf etmektir. (İ. KARAGÖZ 1/262)
Hadis: ‘Rüşvet alan da veren de cehennemdedir.’ (Taberâni’den, İ. KARAGÖZ, 1/263)
Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek temin edilen menfaat de haramdır. (İ. KARAGÖZ 1/263)
(189).“Sana yeni doğan aylardan soruyorlar” Bu âyette kameri aylara vurgu yapılmaktadır. Birçok dînî görevlerin yerine getirilmesinde (oruç, hac gibi) kameri takvim esas alınmaktadır. (S. HAVVÂ, 1/486)
“De ki, hilâller insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir” Ayın ölçü edinilmesinde birtakım dînî ve dünyevi yararlar vardır: Dînî Yararlar: (1) Oruç başlangıç ve bitimi, (2) Hacc, (3) Kadınların (eşi ölen ya da ayrılan) iddeti, (4) Nezir ve mendup oruçlar (ELMALILI, 2/25), Dünyevî Yararlar: (1) Borçlanmalar, (2) Kiralar, (3) Diğer vâdeli işlemler, (4) Hâmilelik ve süt emme süreleri (ELMALILI, 2/25).
“Evlere arka tarafından girmeniz birr (erdemlilik) değildir” Câhiliye döneminde Araplar, ihramlı iken evlerine girmezler, mutlaka girmeleri gerekirse, evin arkasından (kapıdan değil) girerlerdi. Bu anlamsız bir şekilcilikti. (KUR’ÂN YOLU, 1/291) Erdemli davranış, anlamsız gelenekleri devam ettirmek değildir. “Evlere kapılarından gelin”: İşe tersinden başlamayın, iyilik ve hayır böyle aksilikle değildir. İşlere doğru yol ile lâyık yönüyle girişin, aksilik etmeyin, soru sorarken hâlinizi bilin, lüzumsuz şeylerile uğraşmayın, peygambere hilâlin değişime uğramasını sormayın. (ELMALILI, 2/26)
Söz konusu âyet ise, târîhi ya da yöresel anlamı itibâriyle bu câhiliye geleneğini ortadan kaldırmakta, evrensel anlamı itibâriyle de kişinin sözveeylemlerinde yerli yerinde hareket etmesi gerektiğine işâret etmektedir. Demek ki bugün, bizim bu âyetten çıkaracağımız mesaja göre doğruzamandadoğruyerdebulunmak, ilkeli davranmak ve daha da önemlisi münâsebetsizce hareket etmemek, insan için vaz geçilmez derecede önemlidir. Bunun tersi ise, kapıyı bırakıp pencereden girmek gibidir. (M. DEMİRCİ, 1/141)
(190).“Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın” Hicretten önce, müşriklerle savaş yasaklanmış, barışçı yöntemlerin izlenmesi emredilmişti. Hicretten sonra ise müslümanlar devlet kurup bağımsızlıklarına kavuşunca, öncelikle savunma amaçlı savaş emredildi. (KUR’ÂN YOLU, 1/293, 294)
Bu âyet, Medîne’de düşmanla (savunma amaçlı) savaş konusunda inen ilk âyettir. İlk savaş izni bildiren âyet Hacc 22/39. âyeti olduğu nakledilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/66)
‘Allah yolunda savaşın’ ifâdesi ‘Allâh’ın adını yüceltmek ve O’nun dînini güçlendirmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanması için cihad etmek anlamına gelir. ‘Savaş’ ancak saldırı olduğu zaman barışın korunması, baskının ve zulmün önlenmesi, can ve mal güvenliğinin sağlanması, vatanın korunması amacına yönelik olarak ‘meşru’ olur. Yapılan kötü işlemlere karşılık verilecekse, ancak misliyle karşılık verilmesini, fakat sabredip karşılık verilmemesinin de daha hayırlı olduğunu (16/126), hattâ kötülüğün iyilikle savılmasını(41/34)tavsiye eden İslâm dîni canlara, mallara, nesillereve ekolojik dengeye zarar veren savaşı değil, barışı esas almıştır. (..) Bir saldırı veya zulüm veya dîne ve Müslümanlara baskı olur da savaş çıkarsa, gücü yeten herkesin savaşa katılması namaz kılmak gibi farz, savaştan kaçmak da büyük günah olur. (İ. KARAGÖZ 1/267)
“Haddi aşmayın”: Haksız saldırı yapmayın, başlanmış savaşta aşırı gitmeyin, gereksiz kan dökmeyin, çevreye zarar vermeyin. (KUR’ÂN YOLU, 1/254) Gerek öldürmede, gerek diğer konularda Allâh’ın emirlerini ve belirlediğisınırlarıtecâvüzetmeyin, harpetmeyenleri, kadınları, çocukları, kilise adamları, öldürdüklerinizinkulaklarını, burunlarını kesmeyin, yapıları tahrip etmeyin, sığır, koyun, ağaçları kesmeyin, yakmayın, baskınlar yapmayın. (ELMALILI, 2/34)
Hadis: Rasûlullah (s) düşman üzerine bir birlik gönderdiği zaman şöyle buyururdu: ‘Bismillâh diyerek çıkın, Allâh’ı inkâr edenlerle Allah yolunda savaşın, hîle yaparak ahdinizi bozmayın, ganimet malında hâinlik etmeyin; el, burun, ayak ve kulak keserek, göz çıkartarak işkence yapmayın; çocukları ve ibâdethâne görevlilerini öldürmeyin.’ (Ahmed b. Hanbel, İ. KARAGÖZ 1/267)
(191).“Onları yakaladığınız yerde öldürün” Harem bölgesinde savaş yasak olmakla birlikte, düşman saldırırsa buna ölümcül cevap verilmesi hüküm altına alınmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/66)
Onlar sizinle savaş etme arzularını sürekli canlı tutmaktadırlar. Sizin de onlarla savaşma arzunuz sürekli diri ve canlı olsun. Onlar sizi öz yurdunuzdan çıkarttıkları gibi siz de onları (işgal edilmiş topraklarınızdan) çıkarın. (S. HAVVÂ, 1/494)
Fitne: Küfrü yaymağa çalışmak, dinden dönmek, Allâh’ın yasaklarını çiğnemek, genel huzûru bozmak, bir kimseyi vatanından çıkarmak. (H. DÖNDÜREN, 1/66, ELMALILI, 2/35)
“Onlar sizinle orada savaşmadıkça, siz de Mescid-i Haram’da onlarla savaşmayın” Mescid-i Haram yanında, Mekke içinde evvelâ onlar sizi öldürmeye başlamadıkça siz de onları öldürmeyiniz. Lâkin onlar saldırır da birinizi öldürürse siz de onları öldürünüz. (ELMALILI, 2/34, 35).
Bundan anlaşılır ki, Kâbe haremi ve Mekke-i Mükerreme içinde saldırı sûretiyle öldürmek câiz değildir. İlk görev yalnız çıkarmaktır. Fakat orada öldüren öldürülür. Hattâ Mekke içinde bir öldürme yapan kimse Kâbe haremine sığınırsa orada yine öldürmek câiz değildir. Çıkarılır da kısas yapılır. (ELMALILI, 2/35, 36)
“fitne kalmayıp din de yalnız Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” Bu âyette fitneden kastedilen, müslümanı dinden döndürme tehlikesi ve bu yöndeki baskı ve tertiplerdir. Ya da düşman tarafından gelebilecek toplu saldırı riskidir. Bu âyetteki savaş emri küfrü, şirki ortadan kaldırmak ya da herkesi müslüman yapmak değildir. Çünkü îman, ikna ve gönül işidir. (bakınız 18/29, 49/14. KUR’ÂN YOLU, 1/300)
İnsanın insana hükmettiği Allah yoluna tâbi olmanın imkânsız olduğu toplumda fitne hüküm sürüyor demektir. İslâm’ın savaşmaktan amacı, fitneyi ortadan kaldırmak insanların Allâh’a kul olmalarını sağlamaktır. (MEVDÛDİ, 1/134 )
Din hep Allah için olsun. Yalnız Allâh’a itaat edilsin. Hak din İslâm’dan başka bir din bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. İnsanlar lâ ilâhe illâllah diyene kadar savaş edileceğine göre, bu sözü söyleyenler canlarını kurtarırılar. Hattâ cizye vermekle canlarını kurtarırlar. Ancak Mekke müşriklerine izin verilmemiştir. Hattâ Mekke’de gayr-i müslimin ikâmetine izin verilmemiştir. Binâenaleyh, küfürden vazgeçip İslâm’ı kabul ederse artık zâlimlerden başkasına savaş yoktur. (ELMALILI, 2/37)
190, 191 ve 192. Âyetlerin bize verdiği mesaj şudur: Dünyânın herhangi bir yerinde kâfirler Müslümanlara savaş açarsa, savaşmak farzdır. Barış teklif edilir, savaşa son verirlerse Müslümanların da barışı kabul edipsavaşa son vermeleri gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/270)
(194).‘Haram ayı haram aya karşılıktır. Hürmetler eşit şekilde karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi saldırın.’ Haram ay, sözü savaş yapmanın yasak ve haram olduğu, diğer bir deyişle barış dönemi olan ayları ifâde eder. Bunlar kameri takvime göre 1, 7, 11, 12. aylardır: Muharrem, Recep, Zilkâde, Zilhicce. (KUR’ÂN YOLU, 1/301)
Zilkâde ayında savaş haram olduğu hâlde, müşrikler Hudeybiye’de bu ayın haramlığını çiğnediler. Hicretin 6. yılının bu ayında Hz. peygamber ve ashâbına umre yaptırmadılar. Hz. Peygamber ise umrenin bir sonraki sene yapılması için anlaşma yaptı. Cenâbı Hak ertesi yıl bu ayda umre yapmayı nasip etti; bunun için bu âyetle (194.) bu aylarda saldırılara karşı savaşa bile izin verildi. (H. T. FEYİZLİ, 1/29)
Âyette geçen hurumât, korunması ve saygı gösterilmesi gerekli olan ve el uzatılması aslâ câiz olmayan bütün konulardır. İster can, ister mal, ister nâmus olsun mutlaka korunması gereken ve çiğnendiği takdirde aynıyla karşılık verilen, yâni kısas gereken her şey, hurumât kapsamındadır. (Ö. ÇELİK, 1/259)
(195).“Allah yolunda harcama yapın ve ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” Allah yolunda harcama (..) yapın, mal temin edip harp gereksinimlerine harcamak üzere vergi, katkı verin, yalnız mal kazanmak sevdâsına düşmeyin de, kendi kendinizi tehlikeye bırakmayın. Sâde para kazanmak ve istirahat etme sevdâsı insanları esirliğe düşürür. Bu tehlikenin önüne geçmek ancak Allah yolunda savaşmakla mümkün olacağını unutmayınız. Bu âyetin sonrası ve iniş nedeni Allah yolunda savaştan ve uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu uyarmak içindir. (ELMALILI, 2/39) ‘infak edin’ emri, bağlayıcıdır, dolayısıyla emrin yerine getirilmesi farzdır. (İ. KARAGÖZ 1/273)
Emeviler döneminde Abdurrahman İbn Velîd komutasında bir İslâm ordusu cihad için İstanbul’a gelmişti. Bir sahâbinin Rumlar üzerine açıktan saldırması üzerine, bunu gören İslâm topluluğu, ‘Bu, kendi kendini tehlikeye atmaktır’ deyince, içlerinde bulunan Ebu Eyyûb el Ensâri (r), yukarıdaki âyetin Ensar topluluğu için indiğini bildirerek şöyle dedi: ‘Medîne’de İslâm ve müslümanlar güçlenip üstün duruma gelince biz dedik ki: ‘Yâ Rasûlallah! Biz artık mallarımızın başına dönüp, onları ıslah ile uğraşsak,’ bunun üzerine yukarıdaki âyet indi ve cihâdı bırakıp mallarımızın başına dönmemiz bir tehlike olarak bildirildi. Bu anlayışla cihad eden Hz. Eyyûb, bu seferde şehid olmuş ve İstanbul’a defnedilmiştir. (Tirmizi, Ebû Dâvud’dan H. DÖNDÜREN, 1/67)
2/196-203 HAC VE UMRE
196. (Ey müminler!) Haccı da, umreyi de Allah (rızâsı) için yapın. Eğer (birengellehacveumreden) alıkonulursanız, o zaman kolayınıza gelen bir kurban (gönderin). Kurban yerine (Minâ’ya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Aranızda hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulun(updatıraşolan) varsa ona fidye gerekir ki o (fidye) de ya (üçgün) oruç tutmak, ya sadaka (olarak altıfakirefitre) vermek ya da bir kurban kesmektir. Güven (vesağlık) içinde olduğunuz vakit hac zamânına kadar, umre ile faydalanmak isteyen kimseye (hacc–ıtemettüyapana), kolayına gelen kurbanı kesmesi; kurban bulamayana da hac günlerinde (ihramlıolarak) üç gün, (memleketinize) döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir; bunlar tam on (gün)dür. Bu, âilesi Mescid-i Haram (civârın)da oturmayanlar içindir. Allâh’ın emirlerine uygun yaşayın / aykırı davranışlardan sakının (hachükümlerindedikkatliolun) ve bilin ki Allâh’ın cezâsı çok şiddetlidir.
197. Hac, bilinen aylar(da)dır. Kim o aylarda (niyetleihrâmagirip) haccı yerine getirmeye azmederse, (bilinki) hacda (eşiyle) cinsî ilişki kurmak, günah sayılan davranışlarda bulunmak ve kavga etmek / tartışma yapmak yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de (yoliçin) kendinize azık edinin. (Bilinki) azığın en hayırlısı takvâdır (günahasebepolanhareketlerdensakınmaktır). Ey akıl sâhipleri! Yalnız benim emirlerime uygun yaşayıp karşı gelmekten sakınarak azâbımdan korunun.
198. (Hacmevsiminde, ticâretyaparak) Rabbinizden bir lûtuf (birrızık) aramanızda size bir vebâl yoktur. Arafat’(takivakfe)den (Müzdelife’ye) akın ettiğiniz zaman, Meş’ar-i Haram’ın yanında (Müzdelife’de) Allâh’ı (duâvetelbiyeile) anın. Ve sizi doğru yola hidâyet ettiği gibi (sizde), aynı şekilde O’nu (birleyerek ve ululayarak) öylece anın. (Biliyorsunuzki) siz, bundan önce (câhiliyedöneminde) cidden yanlış yolda olanlardan idiniz.
199. (Arafat vakfesinden) Sonra, insanların (sellergibi) aktığı (döndüğü) yerden, (Arafat’tan Müzdelife’ye) siz de akın edin, Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
200. Hac ibâdetlerinizi bitirdiğinizde, vaktiyle (orada) atalarınızı (sevgiveövgüile) andığınız gibi, artık bundan böyle daha kuvvetli bir şekilde Allâh’ı anın. İnsanlardan kimi: “Ey Rabbimiz! Bize (nîmetlerini) dünyâda ver!” der. Artık (böylediyen) o kimseye âhirette hiçbir nasip yoktur.
201. Onların kimi de: “Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da güzellik, âhirette de güzellik ver ve bizi cehennem azâbından (ateşinden) koru.” der.
202. İşte onlara, kazandıklarından (hemdünyâdahemdeâhirette) büyük nasipleri vardır. Allah hesâbı çok çabuk görendir.
203. (Teşrikgünleridiyebilinen) sayılı günlerde (telbiye, tekbirgetirmeksûretiyle) Allâh’ı anın. Kim iki günde (bayramın ikinci üçüncü günlerinde Minâ’danMekke’yedönmekiçin) acele ederse, ona sakınca yoktur. Kim de acele etmeyip geri kalırsa (Batramın dördüncü günü Mina’da kalırsa), günahlardan korunması hâlinde ona da vebâl yoktur. Allâh’a ‘saygılı olup emrine uygun yaşayın’ ve bilin ki siz şüphesiz O’nun huzûrunda toplanacaksınız.
196-203. (196).‘Allah için haccı da umreyi de tamamlayın.’ Eksiksiz olarak şartlarıyla, farzlarıyla, savsaklamadan ve hiçbir şeyi eksik bırakmadan tam anlamıyla ve Allah için bunları yerine getiriniz. (S. HAVVÂ, 1/508, 509)
‘Fakat alıkonursanız kurbandan kolayınıza geleni gönderin.’ Nesefi şöyle diyor: ‘Herhangi bir kimseyi korku, hastalık, âcizlik gibi bir durum alıkoyduğu takdirde ‘uhsira fülan/ filân şahıs engellendi’ denilir. Düşman onu yolunda ilerlemekten alıkoyduğu takdirde de ‘husira’ denilir.’ Hanefi mezhebine göre ihsar, ister düşman, ister hastalık, isterse de başka engelleyici bir şey olsun, her türlü engelle sâbit olur. (S. HAVVÂ, 1/509)
Kişi ihrâma girdikten sonra ihsar ile hac veya umresini yerine getirmekten engellenecek olursa, yapacağı nedir? Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Kurbandan kolayınıza geleni gönderin.’ Deve, inek, koyun veya keçi olabilir. Buna göre âyetin genel anlamı şöyle olur: Sizler hac veya umre için ihrâma girmiş olduğunuz hâlde, Beytullâh’a gitmekten engellenecek olursanız, ihramdan çıkmak istediğiniz takdirde, kolayınıza gelen koyun, inek veya bir deveyi hediye olarak gönderiniz. (S. HAVVÂ, 1/510)
‘Kurban yerine varıncaya kadar da başlarınızı tıraş etmeyin.’ Bundan önceki âyetten ihramdan çıkmanın, saçları tıraş etmekle gerçekleşeceğini öğreniyoruz. Bu, ihram sürecinde saçların tıraş edilemeyeceği anlamına gelir. Şâyet saçların tıraş edilmesi zorunluluğu ortaya çıkarsa, yapılacak olan nedir? İşte yüce Allah bunu da şöylece açıklamaktadır: (S. HAVVÂ, 1/510)
‘İçinizden her kim hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa ona oruçtan, sadakadan veya kurbandan bir fidye vâcip olur.’ Kendisini tıraş olma zorunda bırakan herhangi bir hastalığa yakalanan, başında bit gibi rahatsızlık verici bir haşerat bulunan, tıraş olmak gereksinimi doğuran yarası olan bir kimsenin tıraş olması hâlinde bir fidye gerekir. Söz konusu bu fidye, ya üç gün oruç, ya altı fakiri doyurmaktır. (S. HAVVÂ, 1/511)
‘Emin olduğunuz vakitte kim hac zamânına kadar umre ile faydalanmak isterse , kolayına gelen bir kurban keser.’ Kıran haccı Hanefilere göre daha fazîletlidir, çünkü daha zordur. Hanbelilere göre ise Temettü haccı daha fazîletlidir. Çünkü Rasûlullah (s) onu teşvik etmiştir. (S. HAVVÂ, 1/512)
Bu âyetten temettü veya kıran haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerektiğini anlıyoruz. Eğer kurban kesmek imkânını bulamayacak olursa ne yapacaktır? Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: (S. HAVVÂ, 1/513)
‘Kim de bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit de yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar.’ İbn Abbas şöyle diyor: ‘Şâyet kurban kesmek imkânını bulamazsa Arefe gününden önce, hac günlerinde üç gün oruç tutması gerekiyor. Arefe günü bu orucun üçüncü günü olursa, orucu tamamlanmış olur. Yedi gününü de âilesinin yanına döndükten sonra tutar.’ (S. HAVVÂ, 1/513, 514)
‘Bu, âilesi Mescid-i Haram’da oturmayanlar içindir.’ Yâni bu şekildeki temettü izni Harem mikatlarının dışında kalan Mescid-i Haram civârında oturmayanlar içindir. Mikatlar içinde yaşayanlar ise kıran veya temettü haccı yapmaları helâl değildir. Hanefi mezhebinin görüşü budur. (S. HAVVÂ, 1/514)
Bu âyet, Hudeybiye antlaşmasından sonraki yılda yapılan Kazâ Umresi yılında inmiştir. Haccın farz olduğunu kesin olarak ifâde etmeyip, başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanmasının vâcip olduğunu bildirir.
Asıl farz hac ‘Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyâret edip haccetmek farzdır.’ (Âl-i İmran 3/97) âyetiyle sâbittir. Hz. Peygamber hicri 7. yılda kazâ umresi yapmış, hicri 8. yılda Ramazanın son on gününde Mekke fethedilmiş, Allah Rasûlü yine bir umre yapmıştı. H.9. yılda Hz. Ebubekir, Hacc emiri atanmış, müşriklerin çıplak hac yapması yasaklanmış (İslâm devlet düzeni kurmuş), H. 10. yılda Rasûlullah vedâ haccı yapmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/68)
Üç çeşit hac vardır: (a) İfrad haccı: Hac aylarında tek ihramla hac yapmaktır. (b) Temettü haccı: Hac aylarında ihrama girmek ve umre yaparak ihramdan çıkıp, arefe gününden önce yeni bir ihramla haccı tamamlamaktır. (c) Kıran haccı: Tek ihramla önce umre, sonra da haccı yerine getirmektir. Temettü ve kıran haccı yapana ‘hedy kurbanı’ kesmesi vâcip olur. (H. DÖNDÜREN, 1/68)
Umre: Sözlükte ‘ziyâret etmek’ anlamına gelen umre, dînî bir kavram olarak özel bir şekilde Kâbe’nin ziyâret edilmesini ifâde etmektedir. Arafe, nahr ve teşrik günleri dışında senenin her zamânında yapılabilen bu ibâdetin ömürde bir defa yapılması sünnet-i müekkededir. (..) Umrenin tek rüknü Kâbeyi tavaf etmektir. Sa’y ve tıraş olmak ise umrenin vâciplerindendir. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/580)
İslâm, birtakım rükünler üzerine yükselen bir yapı: Kelime-i şehâdet, namaz, zekât, oruç ve hacc… Bakara sûresi, üç rükünden söz ederek başlıyor: Gayba îman, namaz ve Allah yolunda harcamak. Takvâya ulaşmak için bunları saydıktan sonra, takvâya derinlik kazandırmak üzere oruçtan söz ediyor. İnsan rûhunun zeminini bir âyet yaymakta, bir başka âyet tohum atmakta, öbür âyet o zemini, toprağı sulamaktadır. Nefsimizin toprağı elverişli ise, orada ekin biter, ürün alınır. Şüphe yok ki, hac da takvâ yollarından bir yoldur. Oruçla insan, en güçlü arzularına karşı durabilmekte, hac ile Allâh’a teslim olmaya, onu ululamaya alışmaktadır. Böylece takvâ hem kişi plânında hem de toplum plânında hem de devlet plânında gerçekleşmiş oluyor. (S. HAVVÂ, 1/508)
(197).‘Hac bilinen aylardır.’ Haccın süresi insanlarca bilinen ve bu konuda herhangi bir karışıklık bulunmayan aylardadır. Söz konusu süre ise Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce’nin ilk on günüdür. Haccın bu süre ile sınırlanmasının anlamı şudur: Hacca dâir herhangi bir eylem, ancak bu zamanlarda sahih olur. Hattâ İmam Şafii’ye göre ihram dahi bunlardan önce olmaz. Ancak Hanefilere göre bu süreden önce ihrâma girilebilirse de mekruhtur. (S. HAVVÂ, 1/514, 515)
“Her kim o aylarda kendisine haccı farzederse”: Bu buyrukta haccın ilk rüknü olan ihrâma işâret edilmektedir. Bundan sonra Arafat’ta vakfe gelir. Bu da haccın ikinci rüknüdür. Bundan sonra Arafat‘tan Müzdelife‘ye dönüş söz konusudur. (S. HAVVÂ, 1/517)
‘Artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur.’ Hac veya umre için ihrâma giren bir kimse için kadına yaklaşmaktan cinsel ilişki veonu çağrıştıran ellerin birbirine değmesi, öpüşmek ve benzeri hususlarla, kadınların önünde bu gibi şeylerden söz etmekten kaçınmak ‘refes’in kapsamına girer. Çirkin konuşmalar da bunun kapsamına girer. Böyle bir kimse aynı şekilde fısktan, günah işlemekten de kaçınsın. Burada ‘fısk’ genel olarak bütün günahlardır. (..) Hac sürecinde kadına yaklaşmaktan, kötü söz söylemekten uzak kalındığı gibi, kavgadan da uzak kalınır. Buradaki ‘kavga’danmurat,yolarkadaşlarıyla, hizmetçilerle, şoförlerle tatışmaktır. (S. HAVVÂ, 1/515)
Hadis: ‘Her kim bu Beyt’i hacceder ve kadına yaklaşmaz, günah işlemez ise, annesinden doğduğu gün gibi (günahsız) döner.’ (Buhâri, Müslim’den S. HAVVÂ, 1/515)
“Bir de azık edininiz” “Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır”: Azık edininiz, başkalarından yemekten ve insanları rahatsız edip, onlara yük olmaktan sakınınız. Âhirette de haramlardan sakınarak azıklarınızı hazırlayınız. Çünkü, âhiretin en hayırlı azığı ondan korkmaktır. (S. HAVVE, 1/516)
‘Ey akıl sâhipleri, bana karşı gelmekten sakının.’ Âyetteki emir vücup ifâde eder. Yâni emre uyulması farzdır. Bu emri yerine getirebilmek için şartlarına uygun îman edip, Allâh’ın emirlerine uymakve yasaklarından sakınmak gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/280)
(198).“Rabbınızın lûtf-u keremini aramanızda bir günah yoktur” Buradaki lûtuf ve ihsan ise yararlanma, ticâret ve ücretli işler yaparak sağlanacak kazançtır. İbni Abbas dedi ki, Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz câhiliye döneminde kurulan panayırlardır. İslâm gelince, hac mevsiminde ticâret yapmayı günah zannetmeye başladılar. Bunun üzerine bu âyet indi. (S. HAVVÂ, 1/516)
(199).“Arafat’tan döndüğünüz zaman Meş’ar-ı Haram’da Allâh’ı anın.” Bu buyruk, Arafat’ta vakfe yapmanın farz oluşuna delildir. Arafat’tan dönüş Müzdelife‘ye olur.
Arafede vakfe zamânı: Arafe günü öğle vakti başlar, kurban bayramının birinci günü sâdık fecrin doğuşuna kadar sürer.
“Meş‘ari‘l Harâm‘ın yanında Allâh‘ı zikredin” Telbiye, tekbir, tehlil, senâ ve duâlarla veya akşam ve yatsı namazını birlikte Müzdelife‘deki Kuzah tepesinin yanında kılmakla Allâh’ı zikrediniz. En hayırlı vakfe yeri Kuzah tepesine yakın olan yerdeki vakfedir. Arafat ‘tan dönüş, güneşin batışından sonra olur. Müzdelife‘deki vâcip vakfe ise Hanefi âlimlerine göre fecirden sonradır. Müzdelife’den Mina’ya gidiş ise, güneşin doğuşundan önce olmalıdır. (S. HAVVÂ, 1/519) Müzdelife‘den Mina‘ya döndükten sonra hacılar, Akabe cemresine taş atarlar. Taşlarını attıktan sonra kurbanlarını keser, tıraş olurlar. Arkasından ifâda tavafını yaparlar. İhram nedeniyle haram olan kadınlar da helâl olur. Geride onların yapacakları Mina’da gecelemek, cemrelerini taşlamak, vedâ tavafını yapmaktır. (S. HAVVÂ, 1/524)
‘Allah’tan bağışlanma isteyiniz.’ Âyetin bu cümlesinde ‘istiğfar’ emredilmektedir. İstiğfar, Allah’tan af ve mağfiret dilemesi demektir. Peygamberler dışında her insanın günahı olabilir. (Tirmizi). Günahları bağışlayan sâdece Yüce Allah’tır. Bu itibarla Allah’tan bağış istenilmesi gerekir. Hadis: Peygamberimiz (s): ‘Şüphesiz ben, günde yüz defa Allah’tan bağışlanma diliyorum.’ (Müslim) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 1/283)
Bayram günlerinde Mina’da kalmak Hanefi müçtehitlere göre sünnet, diğer mezheplerin müctehidlerine göre vaciptir.
Mina’da üç cemre vardır. Küçük cemre, orta cemre, büyük cemre (Cemre-i Akabe). Bu cemrelere hacda ‘Bismillâhi Allâhü Ekber’ diyerek küçük taşlar atmak vaciptir. (İ. KARAGÖZ 1/288)
(201).“Ey Rabbimiz, bize dünyâda bir hasene (iyilik) ver, ahrette de bir hasene ver ve bizi ateş azâbından koru”: Hasene: iyilik, âfiyet, geniş ev, güzel eş, bol rızık, faydalı ilim, sâlih amel, iyi huylu binek… âhiretteki hasene: cennete girmek, arasatta en büyük korkudan emin olmak, hesâbın kolaylaştırılması.. (S. HAVVÂ, 1/526)
‘İnsanlardan kimi: ‘Ey Rabbimiz bize (vereceğini) dünyâda ver’ der.’ Bu insanlar, dünyevî arzularının iyiliğine, kötülüğüne bakmaksızın sâdece bol dünyâlık nimetler için duâ ederler. Çünkü gönüllerinde âhiretin yeri yoktur, bunun için orada nasipleri de yoktur. (H. T. FEYİZLİ, 1/30)
(203).“Sayılı Günlerde Allâh’ı zikredin.”: Teşrik günleri olup, (Teşrik, yüksek sesle tekbir almaktır. (ELMALILI, 2/62) kurban bayramının ilk günü (arefe günü dâhil) ve ondan sonraki üç gün (bayramın 2.3.4.) den ibârettir. Bugünler Mina‘da şeytan taşlama günleridir. (ELMALILI, 2/62; H. DÖNDÜREN, 1/69, 70)
Teşrik Tekbirleri: İmam Ebû Hanîfe’ye göre vacip olan teşrik tekbirleri, kurban bayramından önceki arefe günü sabah namazından başlayıp, bayramın dördüncü günü ikindi namazı sonrasına kadar 23 vakitte farz namazların ardından getirilir. (Ebû Dâvud). Bu tekbirlere ‘Teşrik Tekbirleri’ denir ki, bu tekbirleri getirmek vaciptir. İmam Şâfii’ye göre teşrik tekbirleri sünnettir. Teşrik tekbirleri; ‘Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ İlâhe illâllâhü vallâhü ekber, Allâhü Ekber ve lillâhi’l hamd’ sözlerinden ibârettir. (İ. KARAGÖZ 1/287, 288)
Hadis: ‘Arefe günü, kurban bayramının birinci günü ve teşrik günleri bizlerin, müslümanların bayramıdır ve bugünler yemek, içmek günleridir.’ (Ahmed b. Hanbel’den S. HAVVÂ, 1/528)
Bu hadîs-i şerif, teşrik günlerinin kurban bayramının birinci gününden sonraki günler olduğuna delâlet etmektedir. Diğer taraftan ‘iki günde acele etmek’ten söz edilmesi de bu günlerin üç gün olduğuna delildir. Bugünlerde ‘Allâh’ı zikretmek’ ise, cemrelere taş atmak, taş atarken zikirde bulunmak, ondan sonra da duâ etmektir. (S. HAVVÂ, 1/528)
‘Her kim iki günde acele ederse ona günah yoktur.’ Bu üç gün de acele ederek, üçüncü günde de cemreleri taşlamak üzere kalmayıp, cemrelere taş atmamak sûretiyle Allâh’ı zikretmeyerek sâdece bu üç günün iki gününde cemrelere taş atmakla yetinirse, bu acelesi dolayısıyla ona günah yoktur. (S. HAVVÂ, 1/528)
‘Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur.’ Üçüncü gün cemreleri de taşlamak üzere kalan bir kimse, bu geciktirmesi dolayısıyla günah işlemez. Mümin bir kimse, acele etmekle sonraya kalmak arasında serbesttir. (S. HAVVÂ, 1/528)
(Dikişli) elbiseleri çıkarmak, dünyâdan soyutlanmak demektir. Arafat’ta vakfe yapmak, günahsız olarak Beytullâh’a doğru yürümek için hazırlıktır. Akabe cemresinin taşlanması, diğer cemrelerin taşlanması şeytana karşı yapılması gereken sürekli mücâdelenin işâretidir. Hac, bütünüyle teslîmiyet üzere bir eğitimdir. (S. HAVVÂ, 1/530)
2/204-210 SULH VE SELÂM
204. (Ey Peygamberim!) İnsanlardan öyleleri vardır ki (onun) dünyâ hayâtına dâir (aldatanyaldızlı) sözü, senin hoşuna gider ve (hattâbunlar), sözlerinin özlerine uyduğu konusunda da Allâh’ı şâhit tutar. Hâlbuki gerçekte o, (İslâm’ınvemüslümanların) en azılı düşmanıdır. [krş. 63/4]
205. (Ey Peygamberim!) O, (sözünü beğendiğin münâfık) iş başına geçince, yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı (ekonomiyi, kültürü) ve nesli bozmaya çalışır. Allah ise fesâdı/bozgunculuğu sevmez.
206. (Ey Peygamberim!) O münafık)a: “Allâh’ın emirlerine karşı gelmekten sakın.” denildiği zaman, gurûru kendisini (dahafazla) günaha sürükler; artık böylesinin hakkından cehennem gelir. (Orası) ne kötü bir yataktır!
207. (Ey Peygamberim!) Kimi insanlar da, Allâh’ın rızâsını kazanmak için canını verir; Allah da kullarına çok şefkatlidir.
208. Ey îman edenler! Hepiniz (İslâmile, toplumsalveevrensel) barışa / güvenliğe (tamanlamıylaİslâm’a) girin, şeytanın (vebenzerlerinin) izinden gitmeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. [krş. 2/168]
209. (Ey îman edenler!) Size bunca açık deliller (Kur’an âyetleri) geldikten sonra, (İslâm’ınhakyolundan) kayarsanız, bilin ki Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
210. Onlar (Kur’ân’a/İslâm’akarşıolupşeytanauyanlar), ille de bulut gölgeleri içinde kendilerine Allâh’ın (azâbının) ve (azapiçin) meleklerin gelmesini ve (helâkolupgitmeleriile) işin bitirilmesini mi bekliyorlar? (Bütün) işler ancak Allâh’a döndürülür. [bk. 25/25]
204-210. (204).‘Kalbinde olana da Allâh’ı şâhit tutar.’ Yemin eder ve ‘Kalbimdeki İslâm’a Allah ve Rasul sevgisine Allah şâhittir’ der. Yâni o insanlara müslüman olduğunu açığa vurmakla birlikte kalbinde bulunan küfür ve nifak dolayısıyla da Allâh’a karşıdır. (S. HAVVÂ, 1/533)
(205).‘O (münâfık) iş başına gelince de yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya çalışır.’ Onun sözü eğridir, yalandır, işleri de kötüdür. Sözü yalan, inancı bozuk, eylemleri de çirkindir. ‘O iş başına gelince de..’ Yâni herhangi bir yönetim yetkisine sâhip olunca da yeryüzünde fesat çıkartan kötü yöneticilerin yaptığı gibi, ekini ve nesli kökünden kurutur. (S. HAVVÂ, 1/533)
‘İş başına gelince / hâkimiyeti ele aldığında’ Aynı bölümü ‘hâkimiyeti ele alma’ anlamında yorumladığımızda söz konusu âyetler ikiyüzlü ve aldatıcı siyâsetçilere karşı uyarı anlamı da taşımaktadır. Gerçekten kendilerini barışçı, insancıl, haksever gibi yaldızlı niteliklerle takdim eden bâzı münâfıkların iş başına geldiklerinde ilk iş olarak insanların ‘ürünlerini’ yâni gelir kaynaklarını kurutmaya, nesillerini bozmaya kalkıştıkları görülmektedir. Hucurât sûresinde de bildirildiği üzere (bk. 49/12) müslümanların genellikle insanlar hakkında hüsn-ü zan beslemeleri esas olmakla birlikte konumuz olan âyetler hüsn-ü zannın olur olmaz her söylediğine aldanıp kapılma, heryüzegülene ahmakça aldanma anlamına gelmediğini göstermekte ve böylece önemli bir uyarı değeri taşımaktadır. (KUR’ÂN YOLU, 1/322)
(206).‘Ona ‘Allah’tan kork’ denilince, gurur ve kibri kendisini günaha sürükler.’ Abdullah b. Mesud (r) der ki: Allah katında büyük günahlardan biri de kişinin, kendisine ‘Allah’tan kork’ denilince, bunu gurûruna yediremeyip ‘Sen kendine karış! Bana bunu emredecek sen mi kaldın?’ demesidir. (Heysemi’den Ö. ÇELİK, 1/272)
Bu âyette münâfıkların iki özelliği daha bildirilmektedir: (1) Söz ve nasihat dinlemezler, Allah’tan korkmazlar. (2) Gurur ve kibirlidirler. Gurur ve kibirleri, onları günaha sürükler. (İ. KARAGÖZ 1/291)
Bu üç âyet-i kerîme (204, 205, 206); birtakım (münâfık) insan tiplerini ortaya koymaktadır ki onlar çok güzel ve yaldızlı konuşmalar yaparlar “Ben kişisel çıkarlarım için değil; doğruluğu, iyiliği getirmek ve insanları kurtarmak için çalışmaktayım.” gibi sözler söylerler. İdeolojilerini putlaştırmaya çalışırlar. Fakat iş başına geldikleri zaman, ekini (ekonomik gücü) ve nesli çeşitli usullerle mahvederler, mânevî değerlerinden kopmuş kişiliksiz, maddeci ve çıkarcı nesiller üretirler. Böylece büyük fesatlara ve bozulmalara sebep olurlar. Takvâya, Allâh’ın emir ve rızâsına uygun yaşamaya çağıranları da küçük görüp büyüklenirler. Onların hakkından ancak cehennm gelecektir. İslâm’ın nûrunu söndürmeye ve gereği gibi müslümanca yaşamak isteyenleri de sindirmeye çalışan bu İslâm düşmanı, münâfıklar hakkında inen bu üç âyette, düşünenler için alınacak büyük dersler vardır. (bk. 2/165-167; H. T. FEYİZLİ, 1/31)
Yöneticilik mevkiine seçilecek kişilerde, mesleki yeterlilik yanında: dünyâ tutkularından uzak olma, gurur, kibirden korunma, zulüm, baskı, riyâkârlık, ikiyüzlülük, düşmanlık, bozgunculuk, yıkıcılıktan uzak olma, kişisel menfaatleri terk etme, gibi özelliklere bakmamız gerekir. (KUR’ÂN YOLU, 1/323)
(207).‘İnsanlardan öylesi de vardır ki, kendisini Allâh’ın rızâsına satar.’ İniş Sebebi: Suheyb er-Rûmi (r) Mekke‘den Medîne‘ye hicret edecekti, müşrikler engel oldular. Ve “Ancak malını burada bırakırsan hicret edebilirsin.”dediler. O da malını terk edip dîni için hicret etti. Böylece o ve benzerleri bu âyet-i kerîme ile ilâhi övgüye mazhar oldular. (H. T. FEYİZLİ, 1/31)
(208).“Ey îman edenler! Tamâmiyle silme girin, şeytanın adımlarına uymayın” Eyîmanedenler! Hepiniz, İslâm’a tam olarak girin. Onun gereklerini eksiksiz yerine getirin. Müslümanlığın gereği olarak dostluk ve barışa yönelin, Allâh‘a itaat edin. İçi başka dışı başka olmayın, ikiyüzlülük yapmayın, birbirinize düşmanca duygular beslemeyin. (KUR’ÂN YOLU, 1/324, 325) (..) Düşmanınız olan şeytana, şeytanlaşan insanlara uymayın ve kötülüğün peşinde koşmayın. (İ. KARAGÖZ 1/294)
(210).“Buluttan gölgeler içinde Allâh’ın (emrinin) ve meleklerin gelmesini ve işlerinin bitirilmesini mi bekliyorlar”: Allah insanı sınamak için dünyâya göndermiştir. O rasulleri aracılığı ile Hakkı / İslâm’ı vahyetmiş ve inanma – inanmama özgürlüğü vermiştir. Allah insanları uyarıyor. Allâh’ın melekleri ile birlikte tüm azametiyle önünüze çıkacağı günü beklemeyin. O gün azap, mühürle onaylanmış olacak. O zaman îman etmenin bir anlamı kalmayacaktır. (MEVDÛDİ, 1/143)
‘Bütün işler sâdece Allâh’a döndürülür.’ Bu cümle ile sonunda herşeyin Allâh’ın irâdesi yönünde olup biteceği, kâfirlerin dünyâda cezalandırılmasalar bile, birgün ölecekleri, kıyâmet kopunca diriltilecekleri, mahşer yerinde hesap verecekleri ve cehennemde cezâlarını çekecekleri gerçeği kasdedilmektedir. Âhirette yüce Allah insanları hesâba çekecek, haklı ile haksızı, mazlum ile zâlimi, mümin ile kâfiri ayırt edecek, mazlumun hakkını zâlimden alacak, müminleri cennete koyacak, kâfirleri cehenneme atacaktır. (İ. KARAGÖZ 1/296)
2/211-216 DÜNYÂ HAYÂTI
211. (Rasûlüm!) İsrâiloğulları’na bir sor; onlara (geçmişte) nice açık mûcizeler verdik. Kim, Allâh’ın nîmetini, o (nîmet) kendisine geldikten sonra (küfresaparak) değiştirirse, şüphesiz Allâh’ın cezâsı pek şiddetlidir.
212. Dünyâ hayâtı, küfre sapanlara süslü gösterildi. Bu yüzden onlar mü’minlerle alay ederler. Hâlbuki takvâ sâhipleri (Allâh’ınemrineuygunyaşayan/aykırıdavranmaktansakınanomü’minler), kıyâmet gününde onlardan üstündürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.
213. İnsanlar (îmanlı) tek bir ümmetti. Sonra (birkısmıküfresaparakayrılığadüşünce) Allah, (rahmetini) müjdeleyici ve (azâbından) sakındırıcı olarak peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, insanlar arasında hükmetmek için onların berâberinde gerçeği gösteren kitap(lar) da indirdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, açık deliller geldikten sonra, aralarındaki ihtiras (hasetvezulüm)den dolayı o (sonKitap ve son peygamber hakkı)nda ayrılığa düştüler. Allah da (ona) îman edenleri, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle ulaştırdı. Allah, dilediğini (iyiniyetinegöre) doğru yola iletir.
214. (Eymü’minler!) Yoksa siz, sizden önce geçip giden (mümin)lerin, başlarına gelen (sıkıntı)lar, sizin de başınıza gelmeden (hemen) cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki hattâ Peygamber ve onunla birlikte olan o mü’minler: “Allâh’ın (vaadettiği) yardımı ne zaman?” diyecek (durumagelmiş)lerdi. İyi bilin ki Allâh’ın yardımı çok yakındır. [krş. 3/142 29/2-3]
215. (Rasûlüm!) Sana (Allahyolunda, kimlere) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İnfak edeceğiniz mal; ana baba, akrabâlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Siz hayırdan ne yaparsanız, şüphesiz, Allah onu hakkıyla bilir (vemükâfâtıverir.)”
216. (Eymü’minler!) Size hoş gelmese de, (gerektiğindezulümvesaldırıyıönlemekiçinmeşruölçüleriçinde) savaşmak artık size farz kılındı. Olur ki (bâzen) hoşunuza gitmeyen birşey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden birşey de sizin için şer olur. (Hayırlıveşerliolanı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
211-216. (211).‘Sor İsrâiloğulları’na; onlara ne kadar çok ve açık âyetler verdik diye’ “Açık âyetler”: El ve âsâ mûcizesi, denizin yarılması, taşa vurulup ondan su fışkırması, aşırı sıcaklarda bulutların gölge yapması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi mûcizeleri, mutlak fâilin varlığına delil olan harikulâde hallerdir. Bu nîmetlere karşılık İsrâiloğulları nankörlükle karşılık verdiler. (S. HAVVÂ, 2/15)
“Kim kendisine geldikten sonra Allâh’ın nîmetini değiştirirse, şüphesiz Allâh’ın cezâsı pek şiddetlidir.’ İslâmi olanbir kânûnu bırakıp, yerine İslâmi olmayan bir kânunla değiştirmek, İslâmi anayasayı, Allah nizâmını beşer düzeni ile değiştirmeye kalkışmak Allâh’ın nîmetini değiştirmenin kapsamına girer. Bizim ümmetimiz bunları yapmış bulunuyor. Bundan sonra Allâh’ın bize indireceği cezâyı nasıl garip karşılayabiliriz? Allâh’ım rahmetini niyaz ederiz. (S. HAVVÂ, 2/16)
(212).‘Küfredenlere dünyâ hayâtı pek süslendi. Ve îman edenlerle alay ediyorlar. Hâlbuki takvâya erenler Kıyâmet gününde onların üstündedirler.’ Çünkü takvâ sâhipleri yüksek cennetlerde, kâfirler ise uçurumlarla dolu ateşte olacaklardır. (S. HAVVÂ, 2/17)
Buâyette iki insan tipi yer almaktadır. Birincisi, dünyâ hayâtının zevk, menfaat, şan, şöhret, makam ve mevkiinin çekiciliğine kapılan, kibirli (S. HAVVÂ, 2/16) olup müminlerle alay eden kâfirler,ikincisi de kıyâmet günü üstün tutulacak, hesapsız lütuflar kazanacak takvâ sâhibi müminlerdir. (KUR’ÂN YOLU, 1/328)
“Allah dilediğine hesapsız rızık verir” Dünyâ hayâtında herhangi bir kimseye genişlik verdiği takdirde, bu bolluk müminin şükrünü ortaya çıkartmak, kâfirin de küfrünü ortaya çıkartmak için bir sınavdır. Dünyâ hayâtında herhangi bir kimseye darlık verecek olursa, kâfir ise belki döner, mümin ise sabretsin, diyedir. Dünyâda genişlik vermek için mutlaka kerim ve üstün olmak gerekmediğini bilmeleri içindir. (S. HAVVÂ, 2/17)
(Mekkeli müşrikler) müminlerle alay ediyorlar’ İlk Müslüman olanlar, genellikle köle ve fakir kimselerdi. Âyette alay edenler, kınanmaktadır. Müminlerle alay eden herkes bu âyetin kapsamındadır. Çünkü alay etmek, ahlâk dışı bir davranış ve büyük günahdır. (49/11) Bir mümin ile sâdece îmânı nedeniyle alay edilirse, İslâm ile alay edilmiş olur. İslâmi bir değer ile alay etmek, insanı inkâra götürür. (İ. KARAGÖZ 1/298)
(213).‘İnsanlar bir tek ümmetti” İnsanlar temelde temiz bir fıtrat üzere yaratılmışlardır. Zamanla basit hayat şartlarından sonra, sayıları çoğaldıkça, aralarında çatışma eğilimleri, sürtüşmeler arttı. Kişisel çıkarlar, hak ve adâlet ölçülerinin üstünde tutulmaya başladı. Nihâyet geniş çaplı çözülmeler, çekişmeler ortaya çıktı. Bunun üzerine Allah, peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi. (KUR’ÂN YOLU, 1/332)
Hz. Âdem’denHz. Muhammed’e kadar gönderilen peygamberlere indirilen kitapların tamâmı vahye dayanır; Allah sözüdür, sonraki kitaplar önceki kitapları tasdik eder (2/10, 5/46) ve onun temel esaslarını korur (5/48) sosyal hayatla ilgili esaslarda bâzı değişiklikler olsa bile îman, ibâdet ve ahlâk esaslarında bir değişiklik olmamıştır. Bütün Peygamberler İslâmı tebliğ etmişlerdir. Çünkü Allah katında yegâne hak din İslâmdır. (3/19, İ. KARAGÖZ 1/302)
“.. aralarındaki ihtirastan dolayı anlaşmazlığa düştüler.” İnsanların anlaşmazlığa düşüş sebebinin kıskançlık, dünyâ tutkuları nedeniyle zulme sapmaları ve insaflı olmayışlarıdır. (S. HAVVÂ, 2/18)
(214).“Onlara öyle yoksulluk, sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğramışlardı ki, nihâyet peygamber ve berâberindeki müminler ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyordu.” Bu âyet ashâbın Hendek (bir rivâyete göre Uhud, H. DÖNDÜREN) savaşında karşılaştıkları çetin sıkıntılar üzerine inmiştir. Âyet-i kerîmede Hz. Peygamber ve ashâbına / ümmetine bir mesaj vardır ki, o da, samimi niyetle çıkılan İslâm dâvâsı yolunda gelecek zorluklara dayanmak, sabretmek, âcizlik göstermeyip, mücâdeleye devam etmektir. Ancak böylece cenneti kazanmak, Allâh‘ın yardımına kavuşmak mümkün olur. (H. T. FEYİZLİ, 2/32)
(215).‘Sana ‘ne harcayalım?’ diye soruyorlar. De ki: Hayırdan infak edeceğiniz; ana – babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların yolcuların (hakkı)dır.’ Bu âyet, Uhud‘da şehit düşen Amr b. Cemuh‘un ‘Mallarımızı nerelere harcayalım” sorusu üzerine inmiştir. Çoğunluğa göre burada kast edilen farz zekât olmayıp, nâfile sadakadır. Bununla birlikte zengin olan oğlun, muhtaç durumda bulunan ana babasına infak etmesi vâciptir. Bu nafaka kapsamına yeme, içme, giysi ve barınma ihtiyaçları yanında fıtır sadakasını karşılama da girer. Üvey anne de bu kapsamdadır. Ancak hac ve savaşa katılma gibi mâli ibâdetler için oğlun yardım etme zorunluluğu yoktur. (H. DÖNDÜREN, 1/70, Kurtubi’den)
(216).“Hoşunuza gitmez ama savaş üzerinize (farz) yazıldı” Barışı tesis ve Hakkı birleyecek olan o savaş, yâni Allah yolunda muhârebe üzerinize yazıldı, icmâlen bir farîza oldu ki, gereğinde bâzen farz-ı ayın, ve bâzen farz-ı kifâye olur. (ELMALILI, 2/83)
Hadis: İslâm sekiz paydır. Teslim (İslâm) olmak bir pay, namaz bir pay, zekât bir pay, hac bir pay, oruç bir pay, iyiliği emretmek bir pay, kötülükten engellemek bir pay, cihad bir paydır. Bunlardan hiçbir payı olmayan ziyandadır. (S. HAVVÂ, 2/24)
Genel Kural: Kâfirlerle savaşmak farz olduğuna göre, bunun için yapılması gereken her türlü hazırlık da farzdır. (…) Savaşacak askeri yetiştirmek, bunun için gerekli sanâyi, plânlama, organizasyon vb. hepsi de farz olur. (S. HAVVÂ, 2/26)
2/217-218 HARAM AYLARI
217. (EyRasûlüm!) Sana, haram olan ayı ve o ayda savaşmanın hükmünü sorarlar. De ki: “Evet onda savaşmak büyük (birgünah)tır.” Fakat (insanları) Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’ı ziyâreti yasaklamak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah nazarında daha büyük (birgünah)tır. (Şirkiyayarak, toplumdaanarşiçıkararak, dinvevicdanhürriyetinebaskıvezulümyaparak) fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük (günah)tır. (Ey müminler! Kâfirler) güçleri yetse, sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. Sizden kim, dîninden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları (iyiameller) dünyâda da âhirette de boşa gider. Onlar, ateş ehli olup orada ebedî olarak kalacaklardır. [bk. 2/194; 9/36]
218. (AllahveRasûlü’ne) gerçekten inananlar, hicret ederek, Allah yolunda cihad edenler (varya)! İşte onlar, Allâh’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.
217-218. (217).‘Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar.’ De ki; ‘O ayda savaşmak büyük (bir günah)dır.’ Nesefi şöyle diyor: ‘Çoğu görüşlere göre bu âyet, ‘Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz.’ (Tevbe 9/5) buyruğu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Yürürlükten kaldırma ister söz konusu olsun, isterse olmasın âyet-i kerîmeden anlaşılan şudur: Müslümanlar için her zaman cihad etmek helâldir. (S. HAVVÂ, 2/27).
Hz. Peygamber Bedir savaşından iki ay önce, Abdullah İbn Cahş komutasındaki sekiz kişilik bir askeri birliği Kureyş’i gözetlemek için Mekke ile Taif arasındaki ‘Batn-ı Nahle’ye gönderdi. Burada Kureyş’in ticâret kervanı ile karşılaştılar ve saldırarak, bir kişiyi öldürdüler; ikisini de esir alarak kervanla birlikte Allâh’ın Rasûlü’ne getirdiler. Kervana yapılan bu saldırı Cemâziye‘lâhir ayının son günü akşamı üzeri olmuştu. Ertesi gün Recep ayı başlayacaktı. Bu ay, haram aylardan olduğu için Kureyş, müslümanların savaş yapılmayan haram ayları tanımadığı dedikodusunu yaydılar. İşte yukarıdaki âyet bu olay üzerine indi ve Kureyş’in yol açtığı fitnelerin ve Mescid-i Haram ziyâretini engellemenin daha büyük bir günah ve suç olduğu bildirildi. (H. DÖNDÜREN, 1/71)
‘Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak ve O’nu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’a gitmelerine engel olmak, onun ehlini oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük (günah)dır.’ Bu âyet-i kerîmeden savaşın farz kılınış hikmeti ile kâfirlerle savaşmanın farz oluşunun sebebi anlaşılmış bulunuyor. Çünkü onlar Allah yolundan alıkoyar ve Allâh’ı inkâr ederler. Diğer taraftan müslümanları dinlerinden çevirmek için onlara zulüm ederler; müslümanları kâfir yapmak için, İslâm’ı kökünden kazımak için özel bir gayret beslerler. İşte bu nedenden dolayı Allah bize onlarla savaşmayı farz kılmış bulunuyor. (S. HAVVÂ, 2/28)
‘Fitne katilden büyüktür.’ Kâfirlerin müslümanlara, onları dinlerinden çevirmek maksadıyla eziyet ve işkence yapmaları, haram ayında savaşmaktan daha büyük bir günahtır ve daha çirkin bir iştir. (S. HAVVÂ, 2/28)
‘(Kâfirlerin) güçleri yetse sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler.’ Bu buyruk ile, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmektedir ve müslümanları dinlerinden çevirmedikleri sürece bu savaşlarına ara vermeyeceklerini açıklamaktadır. (S. HAVVÂ, 2/28)
‘Sizden her kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptığı ameller dünyâda da âhirette de boşa gitmiştir.’ Ebu Hanife ve İmam Mâlik’e göre dinden dönen kimsenin amelleri boşa gider, daha önceden adak adamış ise yerine getirmesi gerekmez, haccetmiş ise yeniden haccetmesi gerekir. (KUR’ÂN YOLU, 1/342)
Dinden dönenin cezâ olarak öldürüleceği hükmü Kur’ân-ı Kerim’de yoktur. Îdam cezâsı, dinden döndükleri için değil, müslümanlara karşı savaş açma, kânunlara karşı gelme olduğu için verilir. (KUR’ÂN YOLU, 1/343.)
Mürtedin amellerinin dünyâda ve âhirette boşa gideceğini bildiren âyetlerden birindeki kâfir olarak ölme kaydını esas alan (el Bakara 2/217) Şâfii ve Hanbeli’lere göre böyle bir kimsenin ölmeden tevbe etmesi durumunda hac gibi daha önce yerine getirmiş olduğu ibâdetleri geçerliliğini korur. Hanefi ve Mâliki’ler ise bu kaydı taşımayan âyetlere dayanarak (Mâide 5/5; Zümer 39/65) irtidaddan önceki amellerinin bâtıl olduğunu ve tevbe ettikten sonra iâde edilmesi gerektiğini belirtir. (TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, Ridde maddesi 35/90)
Hanefi mezhebine göre, irtidad (mürtedolma, dinden dönme) ile nikâh akdi fesh olur. Tekrar İslâm’a girecek olursa, daha önceki zevcesine yeni bir nikâh akdi yapması gerekir. (S. HAVVÂ, 2/29)
(218).‘Şüphe yok ki îman edenler, hicret edip de Allah yolunda savaşanlar; işte onlar Allâh’ın rahmetini umarlar.’ Hicret, İslâm dâvetinin başlangıcında Medîne’ye yapılmak üzere farz kılınmıştı. Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber (s) “Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır” buyurdu. Mekke fethedildikten sonra Mekke’den hicret söz konusu değildir. Çünkü artık orası Dârü‘l İslâm olmuştur. Hanefi mezhebi âlimleri şöyle demektedir: Dârü’l harpten dârü’l İslâm’a ve Dârü’l Bid’attan Dârü’s sünnete hicret etmek vaciptir. (S. HAVVÂ, 2/30)
2/219 İÇKİ VE KUMAR
219. (Ey Peygamberim!) Sana içki ve kumarın hükmünü sorarlar. De ki: “O ikisinde büyük bir günah, hem de insanlara (bâzıekonomik) faydalar vardır. Ama günahları (vezararları) faydalarından daha büyüktür.” Yine sana ‘Allah yolunda neyi harcayacaklarını’ sorarlar. De ki: “İhtiyâcınızdan artanını (verin).” Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki dünyâ ve âhiret hakkında düşünüp anlayasınız (veonagörehareketedesiniz).
219-219. “De ki onlarda hem büyük bir günah vardır” Yâni içki ve kumarda, düşmanlık, aşağılama, küfür, çirkin ve yalan sözler söylemek içeriyor. Diğer taraftan içki aklı giderir, dengeyi kaybettirir, içki içilmesi dolayısı ile bir çok yanlışlıklar ve suçlar işlenir. (S. HAVVÂ, 2/32)
Kumar, mâkul olmayan bir yolla mülkiyetin başkasına geçişidir. Çünkü mülkiyetin bir zar atmayla yâhut rakamların tutmasıyla ya da benzeri bir yolla mülkiyetin aktarılması mâkul olmayan yollardır. Zîrâ bunlar karşılıksız olmaktadır. (S. HAVVÂ, 2/32)
İslâm fıkıh mezheplerinin tamâmı, sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır, içilemez, vücûda alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir. (KUR’ÂN YOLU, 1/347)
‘İnsanlar için (bâzı) yararlar vardır.’ (..) Ziraat, pazarlama ve ticâret bakımından da iktisâdi bâzı yararlarının bulunması şeklinde içkinin faydalarından söz edilir. (S. HAVVÂ, 2/32)
İçki önce Mekke’de inen Nahl sûresinin 66, 67. Âyetleri ile yerildi. Bu âyet ile büyük günah olduğu bildirildi. Nisâ sûresinin 43. Âyeti ile namaz vakitlerinde yasaklandı. Mâide sûresinin 90. Âyeti ile kesinolarak haram kılındı. (İ. KARAGÖZ 1/314, 315)
‘Sana ne infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: ‘ihtiyaçlarınızdan artanı.’ Yâni malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan fazlasını (Allah yolunda) harcayınız. Piyango, kumar gibi gayr-i meşru araçlarla değil, meşru nedenlere sarılarak mal kazanınız. Ve bu maldan kendinizin, âile ve çocuklarınızın gerekli ihtiyaçlarına yeterli olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve hayır yerlerine harcayınız. Diğer âyetlerde de görüleceği üzere küçük çocuklar, eş, muhtaç olan ana – baba ve bunlarla aynı hükümde olan usül (dedeler, nineler) kişinin âilesinden ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir ve bunların nafakası kişinin kendi nafakasından sayılır. Dolyısıyla hayır yapacağız diye kendinizi ve bakmakla yükümlü olduğunz âilenizi nafakasız bırakmak câiz olmaz. Hayır yerlerine harcama bunların fazlasından yapılır. (ELMALILI, 2/91, 92)
İslâm’da Eğitim Metodu:
Eğer emir ya da yasak îmâna dayalı düşünce ile yâni inanç sistemi ile ilgili ise İslâm o konuda kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyar. Fakat eğer emir ya da yasak bir alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman İslâm işi ağırdanalıyor; konuya yumuşak, tedrîcî ve kolaylık gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik şartlar hazırlıyor. (..) Meselâ İslâm, ‘Tevhid mi yoksa şirk mi?’ sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha baştan emrini yürürlüğe koydu. Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tâvize, hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele, düşüncenin temel ilkesidir, onsuz ne îman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir. (..) Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık ve âdet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedâvi yolu ile bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat mantıklarını uyarmakla işe başladı. Bu amaçla içki ve kumarın günahını, yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları bırakmak, onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisâ sûresinin şu âyeti ile ikinci adım atıldı: ‘Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın.’ (Nisâ 4/43) (..) Bu ikinci adım atıldıktan sonra içki ve kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi: ‘Ey müminler; içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları kuşkusuz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.’ (Mâide 5/90; S. KUTUB, 1/366)
2/220 YETİMLER HAKKINDA
220. (Rasûlüm!) Bir de sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: “Onların (mallarınıkarşılıksızmuhâfazaetmekve) durumlarını düzeltmek (içinyakınilgigöstermek, yüzüstübırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık (onlar) sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlere) kötülük yapanla (iyilikyapıp) hâllerini düzelteni bilir. Allah dileseydi sizi (onlargibi) zor durumda bırakırdı. Şüphesiz Allah mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.”
220-220. ‘Sana yetimleri soruyorlar’ Rivâyet olunduğuna göre Nisâ sûresindeki ‘Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sâdece ateş yiyip doldururlar ve yarın çılgın ateşe girerler.’ (Nisâ 4/10) âyeti inince insanlar yetimlerle birarada olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten sakınır oldular. Bu iş onlara zor göründü ve Rasûlullâha bu durumu arz ettiler, bunun üzerine bu âyet indi. (ELMALILI, 2/92)
‘Cevâben de ki; yetimlerin durumlarını düzeltmek onları ihmal edip bırakıvermekten daha hayırlıdır.’ Şu hâlde düzeltme amacıyla durumlarına karışıp mallarına el sürmek, onların yararlarını, geleceklerini gözeterek işlerine bakıp kendilerini eğitmek ve terbiye etmek ve mallarını artırmak herhâlde bunlardan kaçınmaktan daha iyidir. ‘ve eğer siz onlardan kaçınmaz da onlara karışırsanız,’ onları yanlarınıza alır, onlarla birlikte yaşar, onlarla birlik olur, onları evlendirerek içinize alır, işlerine bakarsanız, ‘onlar sizin dinde kardeşinizdir,’ din kardeşliği ise kan kardeşliğinden aşağı değil, daha güçlüdür. (…) ‘Allah da işleri bozucu olanı ve düzeltici olanı bilir’ ve bunları birbirinden ayırır ve ona göre karşılığını verir. Bunu bilmeli ve düzeltme adı altında işi bozmaya kalkışmamalıdır. ‘Allah dileseydi sizi zorluklara koşar,’ ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokardı; âciz bırakır, yetimlere hiç karışmazdı. Kendi derdinize düşer, onlara ne düzeltme ve ne de bozma, hiçbir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bunun için Allâh’ın verdiği güç ve kuvvete şükür olmak üzere yetimlere ve güçsüzlere bozma ile değil, düzeltme ile davranınız. (ELMALILI, 2/93)
‘Allah dileseydi sizi sıkıntıya sokardı.’ ‘Allah kolaylık diler, zorluk dilemez.’ (2/185) ‘Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez.’ (5/6) ‘Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.’ (2/286) ‘O Allah dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi.’ (22/78). Ve
‘Ey Peygamberim! Biz Kur’ân’ı sana sıkıntı çekesin diye indirmedik.’ (20/1) âyetleri İslâm’ın kolaylık dîni olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 1/317)
2/221-228 MÜŞRİK VE MÜ’MİNE KADINLAR
221. (Eymü’minler!) Müşrik (vekâfir) kadınlarla îman edinceye kadar evlenmeyin. Îmanlı bir câriye (bile), hoşunuza giden müşrik (vekâfir) bir kadından, elbet daha hayırlıdır. Îman edinceye kadar müşrik (vekâfir) erkeklere de (mü’minkadınları) nikâhlamayın. Hoşunuza gitse bile, (Allâh’a) ortak koşan (kâfirveyaputperest) bir adamdan, îmanlı bir köle bile elbet daha hayırlıdır. (Çünkü) onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise sizi kendi izniyle (yardımıyla) cennete ve bağışlanmaya çağırır ve düşünüp gereken dersi alsınlar diye, insanlara âyetlerini (böyle) açıklar.
222. (Rasûlüm!) Sana, bir de kadınların ay hâli hakkında sorarlar. De ki: “O bir rahatsızlıktır. Bu yüzden aybaşı hâlinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara (cinselilişkiiçin) yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman Allâh’ın size emrettiği yerden onlara varın (birleşin). Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.”
223. (Ey müminler!) Kadınlarınız(ınönuzvu) sizin tarlanız (çocuktohumuekmeyeriniz)dir. O hâlde (ilişkinizde) o ekme yerinize (hayızhâlidışında) nasıl isterseniz öyle varın; birbiriniz için ön hazırlıklar yapın. Allâh’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının (dameşruolarakvemeşruyerdentemastabulunun) ve mutlaka O’na kavuşacağınızı da bilin. (Ey Peygamberim!müminleri (cennetle) müjdele!
224. (Ey müminler!) Yemin etmek sûretiyle, Allâh’(ınadın)ı, iyilik yapmanıza, (kötülüklerden) sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel yapmayın (böyleyapmışsanız, kefâretödeyerekyemîninizibozun). Allah her şeyi işitendir, bilendir.
225. (Ey müminler!) Allah sizi, kasıtsız (verastgele) yeminlerinizden dolayı (işlediğinizhatâlarınızdan) sorumlu tutmaz; fakat kalplerinizin kazandığı (kasıtlıyeminler) ile sorumlu tutar. Allah çok bağışlayandır, halîmdir (kullarınınrızkınıgünahısebebiylekesmezvecezâdaaceleetmez). [bk. 5/89]
226. (Câhiliyedeolduğugibikızıpda) kadınlarına yaklaşmamaya yemin eden (koca)lar için, dört ay bekleme süresi vardır. Eğer (busüreiçindeyeminlerinekefâretödeyerekhanımlarına) dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 2/232; 4/34; 65/1-2]
227. Yok, eğer (yemindendönmeyerek) boşanmaya karar vermişlerse (ayrılırlar), Allah şüphesiz işitendir, bilendir.
228. Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı (veyaüçtemizlik) hâli beklerler. Eğer Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allâh’ın (boşanma öncesievliliktenbirçocuk) yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Bu (üçaylık) müddet içinde kocaları gerçekten barışmak isterlerse onları geri almaya yine kendileri hak sâhibidirler. Erkeklerin, kadınlar üzerinde mârûf (meşruolan) hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. Yalnız erkeklerinki onlara göre (âilereisliğivegörevleribakımındanhukûken) bir derece fazladır. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
221-228. (221).‘Îman edinceye kadar müşrik kadınları nikâhlamayın.’ ‘Îman edinceye kadar müşrik erkeklere de (müslüman kızları) nikâhlamayın.’ Yüce Allah, müslümanlara, Yahûdi ve Hıristiyan kadın olması dışında, bütün müşrik kadınları nikâhlamayı haram kılmıştır. Bunlarla, Yüce Allâh’ın “sizden önce kendilerine kitap verilenlerden nâmuslu hür kadınlar”(Mâide, 5/5) buyruğu ile istisnâ edilmektedirler. Ancak, müslüman kadına, müslümandan başkası ile evlenmeyi de haram kılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: Biz kitap ehlinin kadınları ile evleniriz, ancak onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler. (S. HAVVÂ, 2/40)
İslâm’dan dönmüş bir kadının nikâhlanması câiz olmadığı gibi, mürted birisine kız vermek te câiz değildir. Evlenmek ya da kızını evlendirmek isteyen bir kimse, evlenecek adayda dinden çıkma türünden herhangi birisinin olmadığından kesinlikle emin olmalıdır. (S. HAVVÂ, 2/41)
(a).Teğabün sûresinin 2. âyetinde insanlar îman bakımından mümin ve kâfir olmak üzere ikiye ayrılmışlardır.. Buna göre ehli kitap olan Hıristiyanlar ve Yahûdiler de kâfirdirler.. Mümin kadınları kâfirlere geri vermeyin, bunlar onlara helâl değildir. “ (60/10) âyetine göre hiçbir kâfire müslüman kadın verilmez. (…) (d). İlgili âyetler (Nisâ 4/141) kâfirlerin müslümanlar üzerinde hâkim (üst, reis) olmalarına engeldir. İslâm âile hukûkuna göre âilenin yöneticisi erkektir. Erkeğin kâfir olması hâlinde mümin kadın onun emri ve yönetimi altına girecektir. (KUR’ÂN YOLU, 1/351)
(222).“Sana ay hâlinden soruyorlar” Hanefi mezhebi fıkıh kitaplarında, dokuz ve daha büyük yaştaki dişilerin ve 55 yaşına da ulaşmamış (bir) dişinin rahminden çıkan kandır. Bunun en az süresi geceli gündüzlü üç gündür, en fazla süresi geceli gündüzlü on gündür. (S. HAVVÂ, 2/42)
“Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın” Onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Cinsel ilişki kurma noktasına varmayın, onlardan uzak durun, ay hâli kesilip boy abdesti alıncaya (veya teyemmüm edinceye) kadar yaklaşmayın. (S. HAVVÂ, 2/42)
“Uzak durma” ve “yaklaşmama” emirleri cinsel ilişkiye yöneliktir. Cinsel ilişkide bulunmamak şartıyla aybaşı hâlindeki kadın ile kocası arasında başkaca bir sınırlama yoktur. (KUR’ÂN YOLU, 1/353)
“Temizlendikleri vakit Allâh’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın.” Onlarla, Allâh‘ın emrettiği yer olan önden (üreme organından KUR’ÂN YOLU, 1/355) yaklaşın, bunun dışında başka bir yerden yaklaşmayın. Bu buyrukta, arkadan yaklaşmanın haram oluşuna bir delâlet vardır. (S. HAVVÂ, 2/42)
Ay hâlindeki kadın, (a) Farz, vacip veya nâfile namaz kılamazlar, daha sonra kazâ etmezler (Ebû Dâvud). Tilâvet ve şükür secdesi yapamazlar, (b) oruç tutamazlar, tutamadıkları oruçları daha sonra kazâ ederler (Müslim), (c) Kâbeyi tavaf edemez, (d) Kur’ân’a el süremezler, ezberden de olsa ibâdet amacıyla Kur’an okuyamazlar. (Tirmizi) Duâ ve zikir amacıyla Kur’an’dan âyet ve sûreler okuyabilirler, öğrenmek ve öğretmek amacıyla Kur’an okutabilir, okuyabilir ve dinleyebilirler. (Müslim). (e) mescide giremezler, zaruret ve ihtiyaç hâlinde girebilirler. (f) eşiyle birleşemez, (g) kocası tarafından boşanamaz. Ay hâlindeki kadını boşamak haramdır. (İ. KARAGÖZ 1/323; H. DÖNDÜREN, 1/72)
(223).‘Kadınlarınız sizin için bir tarladır.’ Onlar sizin için bir ekin yeridir. Bu bir mecazdır. ‘O hâlde tarlanıza istediğiniz zaman varın.’ Ne zaman isterseniz veya ne şekilde isterseniz onlarla ilişki kurunuz. İlişki kurduğunuz yer bir olduktan sonra, (..) ister oturarak, ister sırt üstü yatarak veya yanüstü yatarak yaklaşabilirsiniz. (S. HAVVÂ, 2/45)
“birbiriniz için ön hazırlıklar yapın” Kadınla cinsel berâberlik sırasında uygun sevgi davranışları ile bedeni ve rûhi ön hazırlık, besmele ile de mânevi hazırlık yapın ve soyunuzun devâmı için de çocuklar yetiştirin. (MEVDÛDİ’den, H. T. FEYİZLİ, 1/34)
‘Kendinize ilerisi için hazırlık yapın” Ölmeden önce âhiret hayâtı için sâlih amellerden oluşan yatırımlar yapın, sizden sonra âilenizi devam ettirecek nesiller yetiştirmeye gayret edin. (KUR’ÂN YOLU, 1/355) Sâde(ce) şehvetinizi söndürmekle meşgul olmayıp, geleceğiniz için sâlih ameller ile hazırlık görünüz. (ELMALILI, 2/100)
Bu fıkrada, ‘Onun için ay hâlinde kadınlardan uzak durun’ ‘Allâh’ın size emrettiği yerden onlara gidin.’ ‘O hâlde tarlanıza dilediğiniz zaman varın.’ buyrukları geçmektedir. Bütün bu buyruklarda oldukça incelikli kinâyeler ve gâyet güzel ve yerinde üstü kapalı ifâdeler yer almaktadır. Çünkü bu gibi şeyler sözkonusu edilince, zorunlu olmadıkça açık ifâdeler kullanmamak gerekir. Müslümana düşen, bunlarla edeplenmek, konuşma ve yazışmalarda bu gibi şeyleri göz önünde tutmaya özellikle çaba harcamaktır. (S. HAVVÂ, 2/47)
(224).“Allâh’ı yeminlerinizde iyilik etmenize (fenâlıktan) sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmeye engel yapmayın” Allâh’a çok yemin etmezseniz, iyi, Allah’tan korkan, ıslah edici olabilirsiniz veya iyilik, takvâ, dargınları barıştırmak için de olsa, Allâh’a çok yemin etmeyiniz. Yâhut yeminleriniz bahânesi ile iyilik etmenize, fenâlıktan korunmanıza, dargınları barıştırmanıza Allâh’ı bir engel, bir set gibi tutmayın(ız). (ELMALILI, 2/103)
Kişi akrabâ ziyâreti, insanların arasını düzeltmek, herhangi birisine iyilik etmek gibi bâzı hayırlı işleri yapmayacağına dâir yemin eder, ondan sonra da ‘Yemînimi bozmaktan Allah’tan korkarım’ diyerek iyiliği terk ederdi. İşte böyle iş yapanlara: ‘Allâh’ı yeminlerinizde…. engel yapmayın’ emri verilmiştir. (S. HAVVÂ, 2/48)
Hadis: ‘Kim bir iş için yemin eder de sonra ondan başkasını yapmakta hayır görürse daha hayırlı gördüğü ne ise onu yapsın, ve yemini için de kefâret ödesin.’ (Buhâri Ahkâm 5, 6; İ. KARAGÖZ 1/326)
‘Yeminleriniz içindeki lağiv kısmı ile Allah sizi sorumlu tutmaz.’ Yemîn–i lağiv: kasıt bulunmayan yemindir. Bu da bir şeye kanaatine göre yemin etmek ve sonra farklı durum olduğu anlaşılmaktır ki bunda yalan kasdı yoktur. (ELMALILI, 2/104) Dil alışkanlığı ile edilen yeminlerdir. (KUR’ÂN YOLU, 1/357) ‘Lağiv yemîni’nde günah yoktur, kefâret te yoktur, tevbe ve istiğfar vardır. (S. HAVVÂ, 2/49)
“Ancak sizi kalplerinizin kazandığı (yalankasdı olan) şeyden dolayı sorumlu tutar” Ve lâkin kalplerinizin kazandığı ve yalan kasdı ile bile bile yalan olarak yapılan yeminlerle sorumlu tutar. Buna yemîn-i gamus denilir ki, kefâreti yoktur, bunun günahından kefâret ile dahi kurtulunmaz. ( ELMALILI, 2/104)
Kur’an’da yalan yere yemin ısrarla yasaklanmış ve Allâh’ın gazabına uğrayanların niteliklerinden sayılmış (58/14, 16, 18) münafıklık alâmeti olarak belirtilmiş (63/2) ve yalan yere yemin edenler kınanmıştır. (68/10 – 14) Yeminlerin hîle ve fesat sebebi yapılmaması istenmiş (16/94)ve bu tür davranışlar yerilmiştir. (7/21). Yalan yere yemin eden kimse, büyük günah işlemiş olur. (3/77 ve Nesâi) Günahına tevbe etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/328)
Üçüncü tür yemin de ‘yemîn-i mün’akide’dir ki, bununla gelecekte bir şey yapmağa veya yapmamağa azmedilir ve bu şekilde şartlı bir akit yapılır, “filân şeyi yaparsam şöyle olsun, şunu vallâhi yapacağım yâhut vallâhi yapmayacağım tarzında yapılan yeminlerdir. (ELMALILI, 2/104)
Bu tür yemin için, durulmadığı takdirde, kefâret söz konusudur. (Mâide sûresinde gelecek)
İslâm’dan önce kutsal kabul edilen şeylere yemin edilirdi. İslâm bunları yasakladı ve yalnızca Allah üzerine “vallâhi, billâhi, tallâhi” şeklinde yemin edilebileceği kuralını getirdi. Allah üzerine yapılan bu yeminin anlamı “Doğru söylediğime, dediğimi yapacağıma… Allâh’ı şâhit kılıyorum” demektir. (KUR’ÂN YOLU, 1/356)
(226).“Kadınlara yaklaşmamaya yemin (îlâ) edenler için dört ay beklemek vardır” Hanefi mezhebine göre, dört ay içerisinde ilişkide bulunurlar ve onu terk etmekte ısrar etmezlerse sorun yok(tur). Dönmez de ilişkiyi dört ay süreyle terk ederlerse o zaman bu yeminleri bâin (kesin) boşama kabul edilir. (S. HAVVÂ, 2/61, KUR’ÂN YOLU, 1/361)
Bâin boşama, (kesin boşama anlamındadır. Bu tür boşamadan sonra yeniden evlenebilmek için şu şartlar gerekir:) Erkeğin boşadığı kadın ile yeniden evlenebilmesi için kadının rızâsı gereken, erkeğin tek taraflı evliliğe dönme hakkı bulunmayan ve iddet sona erince istediği (erkek) kimse ile evlenme imkânı olan kesin boşamadır. (İ. KARAGÖZ 1/330)
(227).“Yok eğer (yemindendönmeyerek) boşanmaya karar vermişlerse (ayrılırlar)’ Hanefiler, ilişkide bulunmamaya devam etmek ve dört ay içerisinde ilişkiye dönmemek sûretiyle boşanmaya karar verirlerse (ayrılırlar) diye açıklamışlardır. (S. HAVVÂ, 2/61)
Bir erkeğin eşiyle bir süre cinsel ilişkide bulunmamak üzere yemin etmesine i’lâ denir.
Yukarıdaki âyet, eşiyle (bir anlamda) ilişki kesmeyi dört ayla sınırladı. Koca bu süre içinde yemîninden dönerek eşiyle barışabilecek ve yemin kefâreti vererek âhiret sorumluluğundan kurtulabilecektir. Yeminden dönmeksizin dört ay geçerse boşanma gerçekleşir. (H. DÖNDÜREN, 1/72)
(228).‘Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç âdet süresi beklerler.’ Buradaki ‘boşanmış kadınlar’dan maksat kocaları ile evlilik ilişkisinde bulunmuş olan kadınlardır. Kendileri ile evlilik ilişkisi yapılmamış olan kadınların hükmü ise Ahzab sûresinde gelecektir. (S. HAVVÂ, 2/64)
İslâm’da evliliği sona erdiren beş tasarruf ve olay vardır: (a) ilke olarak kocanın boşaması, (talâk) (b) Zarar gören tarafın başvurusu ile hâkimin evliliğe son vermesi (tefrik) (c) Kadının ödeyeceği tutar karşılığında boşanma sonucunu elde etmesi (muhâlea) (d) Eşin ölümü (e) Eşlerden birinin İslâm dîninden çıkması, erkeğin eşinin annesi vb. yakını ile cinsel ilişkide bulunması. (KUR’ÂN YOLU, 1/361)
İddet: Evliliğin bitiminden sonra kadının, yeni bir evlilik için bir süre beklemesi gerekir. Buna iddet denir.
İddetten beklemeyecek olanlar, yalnızca cinsel ilişkide bulunmadan boşanan kadınlardır. (Ahzâb, 33/49) Boşanmış hâmile kadınların iddeti, doğumla; aybaşı görmeyen kadınların iddeti ay hesâbı ile olur. (Talâk, 65/4) aybaşı gören kadınların iddeti ise üç aybaşı geçirmektir. (KUR’ÂN YOLU, 1/365)
‘Eğer onlar Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allâh’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz.’ Allâh’ın rahimlerinde yaratmış olduğu çocuğu yâhut da ay hâli kanını gizlemesinler. Gizlemekten maksat; kadın kocasından ayrılmak istiyorsa ve kocasının onun doğumunu beklememesini ve çocuğa olan şefkati dolayısıyla onu terk etmeme ihtimâlini ortadan kaldırmayı düşünerek gebeliğini gizlemesin. Ya da ay hâli olduğunu gizleyerek, ay hâli olduğu hâlde daha erken boşansın diye temizlenmiş olduğunu söyleyerek, Allâh’ın rahimlerinde yarattıklarını gizlemeye kalkışmasınlar. Bütün bu tür işler onlara haramdır. (S. HAVVÂ, 2/65)
‘Eğer barışmak isterlerse kocaları onları geri almaya daha layıktırlar.’ Kocalar karılarına tekrar dönmek sûretiyle kendileriyle hanımları arasını düzeltmek, onlara iyilik yapmak ve onlara zarar vermek istemedikleri takdirde, bu bekleme süresininde yâni iddet süresi içerisinde iddet bekleyen hanımlarına tekrar dönmek konusunda öncelikle hak sâhibidirler. Bu buyruk ric’i boşamanın cinsel ilişkiyi haram kılmadığını gösteriyor. (S. HAVVÂ, 2/65)
Boşama iki kısımdır: (a) Ric’i (Dönüşlü), (b) Bâin (Kesin): İki kısımdır: (b1) Büyük beynûnet ile bâin talâk, (b2) Küçük beynûnet ile bâin talâk.
a.)Ric’î Talâk: Kadın iddeti bitinceye kadar, kocasının hanımı durumundadır. İddet içerisinde, yeni akde gerek kalmaksızın karısına ric’at yapıp dönebilir. Ric’î talâk, cinsel ilişkiyi haram kılmaz. İddet süresi içinde erkek (kadın istemese bile) ona dönme hakkı vardır.
b.)Bâin Talâk: (Kesin Boşanma) Kadının kocasına helâl olabilmesi için, yeni bir akit gerekir. Beynûneti suğrâ: Karısına yaklaşmadan önce boşaması, ric’î talâkla boşayıp iddetin bitmesi, kocanın boşama kastı ile kinâyeli sözler kullanması. Beynûnet-i Kübrâ: Kadının kocasına dönebilmesi için başka biriyle evlenip ayrılması ve iddetinin bitmesi sonrası yeni bir akitle evlenebileceği hâldir. (S. HAVVÂ, 2/66, 67)
Sünnete uygun boşama: Cinsel ilişkide bulunmadan, kadının temizlik hâlinde iken yapılan bir tek boşamadır. (İbn Mâce) Erkek kesin karârını verince, boşamayı kadınınâdet ve temizlik durumunudikkate alarak, temizlik zamânında ve cinsel ilişkide bulunmadan yapar, durumu eşine bildirir ve bekleme süresi başlar. Boşamaya iki kişi şâhitlikeder. (65/2)
Sünnete uygun olmayan boşama: Bu (tür boşama), kadını âdetli ikenveyâtemizlikhâlinde cinsel ilişkide bulunduktan sonra boşamaktır. Bu tür boşama haram ve günah olur, ancak sünnete uygun olmamakla birlikte geçerli olur. (İ. KARAGÖZ 1/331, 332)
‘erkekler için kadınlar üzerinde fazla bir derece vardır.’ Evlenme amacında erkekler kadınlara ortak olmakla birlikte üzerlerinde bulunurlar, onları ve ellerindekini gözetir, korur, onları yönetir ve harcamada bulunurlar. Âilenin yükünü erkekler çekerler. Erkeklerin bu gibi yönlerden yerine getirecekleri fazla yükümlülüğe karşılık üstünlük ve dereceleri de fazladır; fakat bunu kötüye kullanmamalıdırlar. (ELMALILI, 2/107)
2/229-232 BOŞANMA AHKÂMI
229. (Dönülebilecek) boşama iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya (geçinmekimkânsızsatekrarbirleşmeyip) güzellikle salıvermektir. (Ey kocalar!) Onlara verdiklerinizden bir şeyi, (geri) almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadının, artık Allâh’ın (evlilikhakkındaki) sınırlarını koruyamayacaklarından korkmaları (yânibirlikteyaşamaümitlerininkalmamasıdurumu) başka. (Eyhükümvericiler!) Siz de onların, Allâh’ın (evlilikhakkındakoyduğu) sınırlarını ayakta tutamamalarından korkarsanız, o zaman kadının (aynenmihriniveyamihrikadar) fidye vererek boşanmasında (veyaerkeğin, “hulû‘” denilenbirmalyânibirmenfaatkarşılığındakarısınıkesintalâkileboşamasında) ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar, Allâh’ın sınırlarıdır. Sakın o sınırları çiğnemeyin! Kim Allâh’ın sınırlarını çiğnerse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir.
230. Eğer erkek, karısını (temizlikhâllerindebilinçliolarakaçık, kesinsözlerle üçüncüdefa) boşarsa, bundan sonra (artıkevlilikbağıkopmuşolduğundan), kadın başka bir erkekle (şartsızvehîlesiz) evlen(ipkarıkocahayatıyaşayıpdaboşan)madıkça ona helâl olmaz. O (ikincikoca) da bunu boşarsa, Allâh’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde, (eskikarıkocanın) tekrar birbirlerine dönmelerinde bir sakınca yoktur. İşte bunlar, bilip anlayan bir topluluğa Allâh’ın açıkladığı (uyulmasıgereken) sınırlardır.
231. (Eykocalar!) Siz kadınları (ric’îtalâkla) boşadığınız zaman, iddet süresi (olanüçayhâli)ni bitir(meyeyaklaş)ırlarken, ya onları iyilikle yanınızda tutun veya güzellikle bırakın. (Yoksamallarındandolayı) haklarına tecâvüz etmek kastıyla, zarar vererek, onları (yanınızda) tutmayın. Kim bunu yaparsa kendisine yazık etmiş olur. (Ey müminler!) Allâh’ın âyetlerini alay konusu yapmayın. Allâh’ın size olan nîmetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve (ondaki) hikmeti düşünün. “Allâh’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının, azâbından korkun” ve bilin ki Allah her şeyi bilendir.
232. (Ey müminler!) Kadınları (dönüşlü boşamailebirveyaikidefa) boşadığınız zaman, iddet süreleri sona erince (boşanmakesinleşir), artık aralarında örfe uygun (meşru) bir şekilde anlaştıkları takdirde onları (eskiveyayeni) kocalarıyla nikâh(lanıpevlenmek)ten engel olmayın. İşte bununla, sizden Allâh’a ve âhiret gününe inananlara öğüt verilmektedir. Böyle olması, sizin için daha iyi ve daha temizdir. (Bundakifaydayı) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
229-232. (229).‘Boşama iki defadır” (Bu talâk ric’î talâktır. ELMALILI, 2/107) Evlilik hayâtını sona erdiren tasarruflardan biri de tek taraflı irâde ile boşama hakkı erkeğe verilmiştir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak bu hakkın kadına da verilmesi mümkündür.
Erkeğin boşama hakkını kötüye kullanmasını önlemek için şu tedbirler alınmıştır: (a) Boşayanın mehir ödemesi, (b) Allâh’ın boşamayı sevmediğini bildirmesi, (c) Boşama sayısının sınırlandırılması. (KUR’ÂN YOLU, 1/365)
Bu âyette şer’i boşamanın birbirinden ayrı ve hep birlikte toptan vermemek şeklinde olduğu belirtiliyor. Bir temizlik hâlinde iki veya üç boşamayı bir arada vermenin bid’at olduğuna delildir. (S. HAVVÂ, 2/71)
“Onlara verdiğiniz bir şeyi, geri almanız helâl değildir” Ve önceden, nikâh için onlara vermiş olduğunuz mehirlerden, boşama karşılığı bir şey almanız helâl olmaz. Erkekler buna tenezzül etmemeli, kadınları tazyik edip, boşama bahânesi ile verdiklerini geri almağa veya onlardan istifâde etmeğe kalkışmamalıdır, böyle bir şey kesin olarak haramdır. (ELMALILI, 2/107)
“Eğer siz karı kocanın Allâh’ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının (ayrılmakiçin) verdiği fidyede, her ikisine bir günah yoktur” O vakit ey hâkimler (yöneticiler, görüş ehli kimseler, (S. HAVVÂ, 2/72) bu ikisinin Allâh’ın belirlediği şer’i sınırlarda duramayacaklarından korkar, bunu bâzı belirtilerden anlarsanız, o zaman kadının nikâhtan kurtulmak için boşanmaya karşılık mehir vb. den verdiği bedelde ne veren karısı, ne de alan koca, ikisine de günah yoktur. Bu şekilde ayrılıp nikâhtan sıyrılmak câizdir. Bu bir ‘kesin boşama’ olur. (ELMALILI, 2/108)
“Bunlar Allâh’ın sınırlarıdır.” Bunlar ile daha önce sözü geçmiş bulunan nikâh, yemin, boşama, îlâ’ya dâir Allâh’ın sınırlarını belirlemiş olduğu hükümlere işâret edilmektedir. (S. HAVVÂ, 2/73)
Dönülebilir / Ric’î boşama, bir erkeğin kendi karısını dönüşü olan / kesinlik ifâde eden lafızlarla bir veya iki defa boşamasıdır. Her defasında bu şekilde boşadığı eşini, bekleme süresi olan üç ay bitmeden güzel bir söz veya bir hediye ile kendisine döndürebilir; fakat şâhit bulunması sünnete uygundur (65/2). Bu süre geçerse boşanma kesinleşir. (bk. 2/231, 232). Bu âyette kadına da boşanma hakkı verilmiştir.) [bk. 4/128] (H. T. FEYİZLİ, 1/35)
(230).‘Şâyet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz.’ Eğer koca, ilk iki boşamadan sonra üçüncü kez daha karısını boşayacak olursa, bu üçüncü boşamadan sonra ona ancak bir başkası ile evlendikten sonra helâl olur. Bundaki hikmet; kocanın, pişmanlığın fayda vermeyeceği bir ayrılık noktasına kadar işi getirmiş olmasıdır. O bakımdan ona tekrar helâl olabilmesi için ancak bir başkasının dühûlü ile (balcığından tatması ile, M. SELMAN) imkân verilmiştir ki, böyle bir şekildeki boşamaya kimse kalkışmasın. Ayrıca bu ikinci evlilikte ikinci kocanın onunla ilişki kurması da kaçınılmazdır. (S. HAVVÂ, 2/75)
‘Şâyet bu (koca) da onu boşar ve onlar Allâh’ın sınırları içinde kalacaklarına inanırlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de bir sakınca yoktur.’ Şâyet ikinci koca onunla ilişkide bulunduktan sonra boşayacak olursa, her ikisinin de ilk eşlerine dönmelerinde kendilerine günah yoktur. Şu kadar var ki, kadının ikinci kocasından beklemesi gereken iddeti bitmiş olmalıdır ve evlilik hukûkunu yerine getireceklerine dâir kanaatlerinin de bulunması gerekir. (S. HAVVÂ, 2/75)
Hulle: İslâm, üç kere boşanan kadının iddetler gözetilerek meşru şekilde yeni bir evlilik yapıp ayrılmadıkça, eski kocası ile yeniden evlenmesini yasaklamıştır. Üç boşamadan sonra kadına yeniden eski kocasına dönme hakkı veren ara evliliğe hulle denir. Bunun gerçek evlilik (şartsız ve hîlesiz- H. T. FEYİZLİ) olması gerekir. (H. DÖNDÜREN. 1/73)
Geçerli hullenin şartları: (a) Üç kez boşanan kadın, üç temizlik süresi bekleyecek, (b) Başka bir erkekle evlenecek, (c) Bu evlilikte cinsel birleşme olacak (balcığından tadacak) (S. HAVVÂ, 2/75) (d) Bu ikinci evlilik boşanma veya kocanın ölümü ile sona ermiş olacak, (e) Kadın ikinci kocadan olan iddeti tamamlamış olacak. (H. DÖNDÜREN, 1/73)
Hanefilere ve kimi Şâfiilere göre anlaşmalı hulle evliliği tahrîmen mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Diğer mezheplere göre bâtıldır. (H. DÖNDÜREN, 1/73) Hanefi mezhebinde fetvâ aşağıdaki gibidir: Eğer (nikâh) akdinde hulle yapmak şartı koşulmamış ve hulle yapan ikinci koca onunla ilişkide bulunmuşsa ve sonra da boşayacak olursa, boşamadan sonra da iddeti bittiği takdirde yeni bir akit ile ilk kocasına helâl olur. (S. HAVVÂ, 2/76)
Bâin Talâk: Bir kimse karısını bâin (kesin) boşama ifâde eden “Sen bâinsin, seni boşadım, sen benden boşsun, seni terk ettim, bıraktım, çık git” gibi lâfızlarla boşarsa, bu boşama dönüşlü olmaz, bâin / kesin boşama olur. (H. T. FEYİZLİ, 1/35, Bilmen’in Istilâhat’a atıf var.)
(231).“Kadınları boşadığınızda, iddetlerini tamamlayınca, ya onları iyilikle tutun, ya da iyilikle bırakın” Kadınları ric’î boşamayla boşayıp, bekleme sürelerinin sonuna ulaştıklarında, ya da bekleme sürelerini bitirmek üzere olduklarında “artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salıverin” Ya bu geri dönüş ile onlara zarar vermek maksadınız olmaksızın geri dönün ya da bırakın bekleme süreleri bitsin. Ve herhangi bir zarar görmeksizin bâin / kesin boşamayla boşanmış olsunlar. (S. HAVVÂ, 2/76)
“Sırf zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutuvermeyin” Kocaların boşama haklarını kötüye kullanarak, onlara zarar vermek, intikam almak, başkalarına yar etmemek…. için nikâh altında tutmaları bu âyetle yasaklanmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 1/368)
(..) meselâ ayrılmağa mecbur edip ellerinden bir bedel (fidye, S. HAVVÂ) kapmak için onlara zarar verme kasdıyla tutmağa kalkışmayınız. İyice geçinmek amacınız ve ümidiniz yoksa ilk boşamada güzelce salıveriniz ve bir bekleme süresiyle kurtulsunlar. İddetlerinin sonuna doğru, müracaat edip tekrar boşayarak iki veya üç kere iddet beklemeğe mecbur etmeyiniz. (ELMALILI, 2/791) Evlilik birliğinden zarar gören, buna rağmen kocası tarafından boşanmayan kadınların hakemlere veya hâkime başvurarak boşanma hakları vardır. (Nisâ4/35) (KUR’ÂN YOLU, 1/369)
“Allâh’ın âyetlerini oyuncak edinmeyin” Bir de Allâh’ın âyetlerini eğlence gibi tutmayınız, özellikle nikâh ve boşanma hakkında pek ciddi olunuz. Zîrâ Allâh’ın âyetlerini hafife almak küfürdür.
Deniliyor ki, bâzıları nikâh, boşama ve köle âzâd eder, sonra “canım ben şaka yapıyorum” dermiş, bu sebeple bu âyet-i kerîme nâzil olmuş(tur). (ELMALILI) Peygamberimiz, üç şeyin ciddîsi ciddi, şakası da ciddîdir: nikâh, talâk, köle âzâd etmek buyurmuştur. Binâen aleyh, ey müslümanlar bu konuda şaka ve latifeden son derece sakınınız. (ELMALILI, 2/111, S. HAVVÂ, 2/77)
‘Allâh’ın size olan nîmetlerini hatırlayın.’ İslâmı ve İslâmın iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünneti okuyun, anlayın, emir ve yasaklarını, ilke ve hükümlerini uygulayın, anlamındadır. (..) Nîmetler maddî ve mânevî olur. Akıl, sağlık, eş, çocuklar, yiyecek, içecek ve giyecekler maddî nîmetler, îman, İslâm, ahlâk, helâli ve haramı, doğru(yu) ve gerçeği bilmek ise mânevî nimetlerdir. Maddî ve mânevî nimetlerin ilâhî bir lütuf olduğunu bilmek, Allâh’a şükür ve kulluk etmektir. (İ. KARAGÖZ 1/342)
‘Allah’tan korkun’ Emir ve yasaklarına uyarak Allâh’a karşı gelmekten ve haramlardan sakının. (Bu) ilâhî emir, bütün müminler için bağlayıcı bir emir kolup, her mümin(in) takvâ sâhibiolmasını gerektirir. (İ. KARAGÖZ 1/342)
(232).‘Kadınları boşadığınız vakit onlar bekleme sürelerini bitirdiler mi aralarında meşru şekilde anlaştıkları takdirde kocalarıyla tekrar evlenmelerine engel olmayın.’ Bekleme sürelerini bitirdiği vakit (kadının) eski kocalarıyla evlenmelerinde, karşılıklı rızâ bulunduğu takdirde engel olmayın. Ezcümle, bekleme süresi bittikten sonra, ilk kocanın kendiliğinden geri dönüş hakkı kalmaz, lâkin kadının rızâsı ile nikâh tazeleme yapılabilir. Velîlerin buna engel olma hakkı yoktur. Sözgelimi, şâhitsiz ve mehr-i misilden aşağı bir mehire râzı olunursa, o zaman velînin engel olma yetkisi vardır. (ELMALILI, 2/112)
“Aralarında örfe uygun anlaştıkları takdirde kocaları ile tekrar evlenmelerine engel olmayın” Burada, velâyetleri altındaki kadına ilk kocaları ile evlenme izni vermeyen velîlere seslenilmektedir. Kendileri ile evlenmeyi tekrar arzu eden, ilk kocaları ile evlenmek isteyen, velâyetiniz altındaki kadınları bu evlilikten engel olmayın. (S. HAVVÂ, 2/78)
Hanefi mezhebi bilginleri yüce Allâh’ın aralarında örfe uygun anlaştıkları takdirde” buyruğunu mehr-i misil ve denklik diye açıklamışlardır. (S. HAVVÂ, 2/79)
2/233-242 İDDET MÜDDETİNİ BEKLEMEK
233. (Ey müminler!) Anneler, (boşanmadanönceveyasonradoğan) çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba)lar için tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) örf-âdete hakka, ahlâka) uygun (orta) bir şekilde yiyecek ve giyeceği, çocuğun (asıl) babasına âittir. Hiçbir kimse, gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu sebebiyle, ne de çocuğun (asıl) babası, çocuğu sebebiyle (zorakibirteklifle) zarara sokulmamalıdır. (Babanınölümüdurumunda) mîrasçının sorumluluğuna düşen de babasının üzerindekilerin aynıdır. Eğer (anababa) kendi aralarında rızâ ve danışmayla (ikisenedenönce) çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir vebâl yoktur. Çocuklarınızı (sütanneye) emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (ücreti) örfe (hakka ve ahlâka) uygun şekilde ödemeniz şartıyla, yine üzerinize bir vebâl yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah yaptıklarınızı görmektedir. [bk. 65/6-7]
234. (Ey müminler!) İçinizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (süre) beklerler. Bekleme süreleri sona erince, örfe uygun (meşru) bir şekilde kendi başlarına (örfe uygun olarak) yaptıkları şeyden dolayı size günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
235. (Ey müminler!) Böyle (eşlerinin ölüp iddetinibekleyen) kadınlara (nikâhla) evlenmek istediğinizi üstü kapalı ifâde etmenizde veya (buisteği) gönüllerinizde saklamanızda size bir sakınca yoktur. (Çünkü) Allah, onlara sözünü edeceğiniz şeyi bilir. Fakat (onlara) meşru bir söz söylemeniz dışında, sakın gizlice (buluşmaiçin) sözleşmeyin ve zorunlu olan bekleme süresi sona erinceye kadar, nikâh akdetmeye kalkışmayın! İçinizde olanı Allâh’ın bildiğini bilin. O’ndan korkun. Bilin ki Allah, çok bağışlayıcı ve halîmdir (kullarıngünahısebebiylerızkınıkesmezvecezâdamühletverir.)
236. (Ey müminler!) Henüz kendileriyle cinsî temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir takdir etmediğiniz kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur. Onları, zengin olan kudretince; fakir de kendi hâlince örfe uygun birtakım fayda (para, mal, eşyâ ve benzeri) ile faydalandırsın. Bu, iyilik edenlerin şânına yaraşır bir borçtur.
237. (Ey müminler!) Eğer (kadınlara) bir mehir belirlemiş olduğunuz hâlde, kendileriyle temasta bulunmadan onları boşarsanız, bu takdirde, belirlediğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak eşler veya nikâh akdi elinde bulunan (velîleringözütokdavranarak) bağışlaması bunun dışındadır. (Budurumda, kadınmehrindenvazgeçebilirveyaerkekmehrintamâmınıkadındabırakabilir. Amamehrinhepsini) bağışlamanız takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsânı (birbirinizeiyidavranmayı) unutmayın. Allah şüphesiz yaptıklarınızı görür.
238. (Ey müminler!) Namazlara ve orta (ikindi) namaza devam edin; gönülden boyun eğerek (vakitveşartlarınauyarak) tam teslîmiyetle Allâh’ın huzûrun(danamaz)a durun. [bk. 11/114; 17/78-79; 30/17]
239. (Ey müminler!) Eğer (herhangibirtehlikesebebiyle) korkarsanız (namazı) yaya, yâhut binekte (gider) iken kılın. Güvende olduğunuz zaman da, bilmediğiniz şeyleri size öğreten (Allâh’ın) öğrettiği gibi Allâh’ı anın (venamazlarınızıkılın). [bk. 4/101-103]
240. (Ey müminler!) Sizden, geride eşlerini bırakarak vefat eden erkekler, o eşlerine (kendievlerinden) çıkarılmaksızın bir yıl süre ile geçimlerini sağlayacak miktârı (hayattayken) vasiyet etsinler. Şâyet (bunarağmenkendiliklerinden) çıkarlarsa, artık bu durumda, kendileri adına yaptıkları meşru tasarrufları dolayısıyla size bir günah yoktur. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
241. Boşanmış kadınlar için örfe uygun (meşru) şekilde bir metâ (geçiminisağlayacaknafaka) vardır. Bu da, ‘Allâh’ın emrine uygun yaşamak isteyen ve azâbından korkan’ kocalara bir borçtur.
242. İşte Allah, düşünesiniz diye âyetlerini size böyle açıklar.
233-242. (233).“Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirirler” Bu buyruk, emir anlamında haberdir. Anneler, çocuklarını iki tam yıl emzirsinler demektir. (S. HAVVÂ, 2/80) (…) Babanın çocuğunu emzirtmesi görevidir, annenin emzirmek görevi yoktur. Annesinin isteyerek, karşılıksız olarak çocuğunu emzirmesi hâli bunun dışındadır; baba çocuğuna süt anne bulmak zorundadır. (Nesefi’den S. HAVVÂ, 2/80)
‘..vâlidât..’ kelimesiüç boşama ile boşanmış anneler demektir. Çocukların kendi anneleri veyâ sütanneleri tarafından emzirilme süreleri en fazla iki yıldır. (31/14; 46/15) Bilginlerin çoğunluğuna göre süt emme yoluyla mahremiyet de bu süre içinde olur. (4/23; İ. KARAGÖZ 1/346)
“Bunların yiyeceği, giyeceği örfe (,hakka ve ahlâka) uygun şekilde çocuk kendisinden olana âittir” Çocuk kendisinden olandan kasıt, babadır. Baba, onların yiyeceklerini ve giyimlerini israfsız ve kısmaksızın sağlamakla yükümlüdür. Çocuklar babalarınındır ve soyları annelere değil, babalara âittir. O bakımdan anneler kendi çocuklarını emzirecek olurlarsa, onların yiyecek giyeceklerini sağlamak babalara âittir. (S. HAVVÂ, 2/81)
“Ne anne çocuğu yüzünden, ne de baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın” Hiçbir anne, kocasına çocuğu sebebiyle zarar vermeye kalkışmasın. Örneğin, Çocuğa katı davranmak, kocadan âdil olmayan yiyecek, giyecek istemek, çocuğa ilgisiz olmak, çocuk kendisine alıştıktan sonra “süt anne ara” demek, bunun kapsamındadır. (..) Hiçbir baba da çocuğu sebebiyle karısına zarar vermeye kalkışmasın. Ona sağlaması gereken yiyecek-giyimler sağlamamak, çocuğu emzirmek isteyen anneden, çocuğu ayırmak gibi şekillerde olabilir. (S. HAVVÂ, 2/81)
“Mîrasçıya düşen de bunun gibidir” İçlerinde Hanefilerin de bulunduğu birçok müctehide göre, çocuğun babası vefat edince, ona vâris olan kan hısımları, onun nafakasını teminle yükümlüdür. (KUR’ÂN YOLU, 1/372)
(..) (Bu) âyet, boşanmış ama süt emen çocukları olan veya boşandığı zaman hâmile olup daha sonra çocuklarını dünyâya getiren annelere, çocukların mağdur olmamaları için bir sorumluluk yüklemektedir ki, bu da babanın talebi üzerine annelerin çocuklarına iki tam yıl süt emzirmeleri demektir. (M. DEMİRCİ, 1/165)
(234).“İçinizden (baba) ölüp te geriye eş bırakan (erkek)lerin eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler” Câhiliye döneminde kocası ölen kadınlar, mağara gibi bir yere kapanır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, tırnaklarını kesmezdi. (takı takmazdı, MEVDÛDİ, 1/159) Hz. Peygamber bu şekilde yas tutmayı yasakladı. Akrabâ için üç gün, koca için karısına 4 ay 10 gün yas tutmayı meşru kıldı. Yas tutan kadın renkli elbiseler giymez, makyaj yapmaz, güzel koku sürünmez, (KUR’ÂN YOLU, 1/373), görücüye çıkmazlar (ELMALILI, 2/118)
Hadis: ‘Allâh’a ve âhiret gününe îman eden bir kadına, ölen bir kimse için üç günden fazla yas tutması helâl olmaz, ancak ölen kocası için dört ay on gün yas tutması helâl olur. (Müslim Talâk 58’den İ. KARAGÖZ 1/348)
İslâm’da, kadının bekleme süresi şöyle düzenlenmiştir: (a) Boşanan kadının iddeti: Üç hayız ve temizlenme süresidir. (2/228), kadın cinsel birleşme olmaksızın boşanmışsa iddet söz konusu değildir. (33/49) (b) kocası ölen kadın: 4 ay 10 gün iddet bekler. (2/234) (c) Evlilik kocanın ölümü ya da boşanma ile sona erdiğinde kadın gebe ise, iddet doğumla sona erer. (65/4) (d) Ay hâli görmeyen küçüklerle, ay hâlinden kesilen yaşlıların iddet süresi üç aydır. (65/4) (H. DÖNDÜREN, 1/74)
(235).‘(Böyle iddet bekleyen) kadınları nikâhlamak istediğinizi üstü kapalı bildirmenizden veya böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızdan dolayı size bir günah yoktur.’ Gönlünüzden geçirebilirsiniz, ‘ne hoşsun’, ‘ne güzelsin’, ‘beğendim’, ‘iyi kadınsın’, hattâ ‘evlenmek istiyorum’ gibi kinâye yoluyla ifâde edebilirsiniz; ‘seninle evlenmek istiyorum, nikâhına tâlibim’ gibi açıkça söylemeyerek üstü kapalı olarak anlatmak câizdir. (ELMALILI, 2/120)
“Bekleme süresi sona ermedikçe, nikâh bağını bağlamaya da kalkmayınız” Farz olan bekleme süresi sona erinceye kadar nikâh düğümünü sağlamlaştırmayınız. Yâni bekleme süresi çıkmadan nikâh akdi yapmayınız. İddet içinde nikâh haramdır, yapmayınız. (ELMALILI, 2/120)
(236).“Henüz kendileri ile cinsi temasta (veyahalvet-isahîhada) bulunmadığınız (mehirbelirlemediğiniz) kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur.” Bu âyet-i kerîme henüz karısı için bir mehir belirlemeyip onunla cimâda bulunmamış kimsenin hanımını boşamasında kendisine bir günah olmadığını belirtmektedir. Şu kadar var ki, Allah ona şu emri vermiştir: ‘Şu kadar var ki, zengin olan kudretince, darda bulunan da hâlince örfe uygun bir fayda ile onları faydalandırmalıdır.’ Hanefilere göre faydalandırma bir dış elbise, bir iç elbise ve bir başörtüsüdür. Yâni cilbab, onun içindeki elbise ve başörtüsüdür. Hanefilere ve âlimlerin çoğuna göre bu vâciptir. (S. HAVVÂ, 2/89)
‘..bir yararlandırma verin..’ emri ve ‘..bu, Muhsinlerin üzerine bir borçtur.’ Cümlesi, bu görevi yerine getirilmesinin zorunlu olduğunu ifâde eder. Dolayısıyla bir ‘müt’a: yararlandırma’nın verilmesi gerekir. Vermemek, Allâh’a isyan ve kul hakkı üstlenmek olur. (..) Mehir belirlenmeden ve gerdek gerçekleşmeden boşanan kadınlara mehir gerekmez, ancak müt’a verilmesi farzdır. Müt’a boşayan eşin görevi, boşanan kadının hakkıdır. (İ. KARAGÖZ 1/351, 352)
(237).‘Bir mehir belirlediğiniz takdirde temas etmeden önce onları boşarsanız belirlediğiniz mehrin yarısı onlarındır.’ ‘Ancak kendileri’ kadınlar hakkından sizin lehinize ‘vazgeçmiş veya nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlamış olması bunun dışındadır.’ Nikâh düğümü elinde bulunan kocanın kendisidir. O böyle bir durumda mehrin tümünü de ödeyebilir. Buna göre anlam şöyle olur: Dînen vâcip olan, mehrin yarısının ödenmesidir. Ancak karşılıklı olarak cömertlik gösterilip kadının verilenin yarısını almaması veya erkeğin öbür yarısını da verip mehrin tamâmını ödemesi durumu bunun dışındadır. ‘Bağışlamanız ise takvâya daha yakındır.’ Yâni kocanın mehrin tümünü ödeyerek bağışta bulunması onun için hayırlıdır. Kadının da tümünü bağışlaması onun için hayırlıdır. (S. HAVVÂ, 2/89, 90)
Halvet-i Sahîha da buna dâhildir. Yâni cinsel ilişkiye herhangi bir engel olmaksızın uygun zemin ve yeterli zaman içinde gizli veya kapalı bir yerde (yabancı) bir kadınla başbaşa kalmak da (mehir ödeme bağlamında) cinsi temas hükmünde sayılmıştır, mehrin tamâmı kadınındır. Ancak, gerek gerdek, gerek halvet-i sahîhada hastalık vb. ciddi bir engelden dolayı temasta bulunmamışsa o zaman kadın, mehrin yarısını alır. (H.T. FEYİZLİ, 1/37)
Ebû Hanife, Mâlik, İmam Ahmed‘e göre (temas öncesi nikâhlı eş ile) halvet etmek cimâ hükmündedir, isterse arada cimâ gerçekleşmemiş olsun. Bu üç imama göre koca onunla halvette kalırsa isterse cinsel ilişki olmasın, mehrin tümünü hak eder. (S. HAVVÂ, 2/90)
Boşanan kadınların mehir hakkını şu şekilde maddeleştirebiliriz: (a) Evlenen kadın, cinsel birleşmeden sonra boşanırsa, mehrin tamâmını alma hakkına sâhiptir. Mehir tutarı önceden belirlenmemişse emsal mehir gerekir. (Nisâ 4/21) (b) Boşanma cinsel birleşme olmaksızın gerçekleşti ise üç durum ortaya çıkar: (ba) Mehir miktarı konuşulmamışsa: Kocanın sosyal durumuna uygun, emsal mehrin yarısını geçmeyen teselli hediyesi vermek gerekir. (2/236) (bb) Eğer önceden mehir miktârı belirlenmişse kadın bunun yarısına hak kazanır. (2/237) (bc) Cinsel birleşme öncesi kocanın ölümü durumunda âyetler doğrudan yer vermemiştir. Bu konu tartışmalıdır. Tam mehir diyenler var. (H.DÖNDÜREN, 1/74)
(238).‘Namazlara ve Orta namaza devam edin” Orta namazdan kasıt, ikindi namazıdır. Çünkü geceleyin kılınan iki namaz ile gündüzün kılınan iki namazın arasında yer almaktadır. İnsanlar genelde bu vakitte ticâretleri ile veyâhut belirli bir yorgunluk sonrasında dinlenmeye çekilmekle meşgûl olduklarından, bilhassa bu vakit belirtilmiştir. (S. HAVVÂ, 2/93)
“ve Allâh’ın dîvânına tam huşû ile durun.” Önceleri kimi sahâbiler namazda konuşur ve namazkılarken Hz. Peygambere selâm verenler olurdu. Bu âyetle, namaza beden ve ruh disiplini getirildi. (H.DÖNDÜREN, 1/75)
Mü’minler namazlarını hem eksiksiz hem de devamlı kılacaklardır. Bu iki yükümlülüğe ek olarak huşû şartı vardır. Huşû, müminin Rabbinin büyüklüğüne yaraşır saygı, kulluk, itaat duygusu içinde, kendini vererek bütünüyle ona yönelerek namazını kılmasıdır. (KUR’ÂN YOLU, 1/376, 377)
(239).‘Eğer korkarsanız yaya veya binmiş olarak kılın.” Düşmandan veya başkasından korkulur ise, yaya ya da binek üzerinde olarak kıbleye dönmüş veya dönmemiş olarak kılınız. (S. HAVVÂ, 2/93) (Müslim’in rivâyeti) şâyet korku bundan daha ileride ise o takdirde ister binek sırtında, isterse de ayakta îmâ ederek namazını(zı) kıl(ınız). Câbir b. Abdullah şöyle demiştir: Göğüs göğse, kılıçla vuruşulmakta ise, o zaman yüzü hangi tarafa olursa olsun, başı ile îmâda bulunsun. (S. HAVVÂ, 2/95)
(240).‘İçinizden vefat edip de eşlerini geride bırakanlar, bir seneye kadar (eşlerinin evlerinden) çıkarılmayarak geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmiş olmalıdırlar.’ Bu âyetteki bir yıl süreyle kadının geçiminin sağlanmasını vasiyet, daha sonra gelen mîras âyetleri ile yürürlükten kaldırılmış ve bekleme süresi de 4 ay 10 günle sınırlandırılmıştır. (H. DÖNDÜREN, 1/75, S. HAVVÂ, 2/98, 99)
234’ncü âyet, kocası vefat eden kadının bekleme süresini bir yıldan, 4 ay 10 güne indirmiştir. Meşru ve mâkul mâzeret bulunmadıkça kadın, bekleme süresini kocasının hânesinde geçirecektir. Mîras âyeti, ona mîrastan hak verdiği için bekleme süresinde terekeden nafaka hakkı yoktur. Kadının mâlî durumu yeterli olmazsa, nafakası genel kurallara göre ilgili ve borçlu yakınları tarafından karşılanacaktır. (KUR’ÂN YOLU, 1/380)
‘Eğer kadınlar kendileri çıkarlarsa geleneğe uygun olarak yaptıklarından dolayı bir sorumluluk yoktur.” Ancak kadın, kocasının ölümünden 4 ay 10 gün sonra, iddeti biteceği için evlenme hakkına sâhiptir. (Bk. 2/234, H. DÖNDÜREN, 1/75)
(241).“Boşanan kadınlar için örfe uygun olarak geçimlerini sağlamak vardır” Boşanan kadının bekleme süresi nafakası ve diğer parasal hakları bu âyetin kapsamına girer. Günümüzde, boşanan kadın için, mahkeme karârı ile yoksulluk nafakası bağlanmakta ve bunu boşayan koca ödemektedir. (H. DÖNDÜREN, 1/75)
2/243-245 ALLAH YOLUNDA, KARZ-I HASEN
243. (Rasûlüm!) Ölüm korkusuyla binlercesinin yurtlarından çıkıp gittiklerini görmedin mi (bilmiyormusun)? (İşte) Allah onlara “ölün!” dedi. (OnlardaSînâ’daölürhâlegeldilervekısabirmüddet) sonra (ibretiçin) onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sâhibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.
244. (Ey müminler!) Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah (hakkıyla) işiten ve bilendir.
245. Kim var! İsteyene Allah (adın)’a güzel bir borç versin de, O da (verdiğini) ona kat kat fazlasıyla artırsın. Allah (sınav içinrızkıkimine) daraltır, (kimine) de genişletir. (Hesapvermeküzere) ancak O’na döndürüleceksiniz. [bk. 5/12; 57/11, 18; 73/20]
243-245. (243).‘Binlerce oldukları hâlde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara ‘ölün’ dedi, sonra da onları diriltti.’ Yüce Rabbimiz bize oldukça hayret verici bir örnek olayanlatmaktadır. Bu olayda, hiçbir tedbîrin kadere karşı faydalı olamayacağını, Allâh’ın kaderinden yine Allâh’a sığınmaktan başka çâre bulunmadığını ibretli bir şekilde sunmakta ve bu gerçeklere bu âyet delil oluşturmaktadır. Sözü geçen bu kişiler, ölümden kurtulmak ve hayatları daha uzun olsun arzusuyla yola çıkmışlar, bu bakımdan maksatlarının tam aksi işlem ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Aynı anda ölüm alelacele gelip onlara çatmıştır. Arkasından yüce Allah onları ölümlerinden sonra diriltmiş ve bu diriltilmelerinde bir ibret, kıyâmet gününde cismâni dönüşümün gerçekleşeceğine dâir kesin bir delil açıklanmış, hayâtın da ölümün de Allâh’ın elinde olduğu belirtilmiş oluyor. (S. HAVVÂ, 2/105, 106)
“Sonra da onları diriltti.’ Bu buyrukta, müslümanlar cihâda teşvik edilmekte ve ölümün kaçınılmaz bir şey olduğuna göre, daha lâyık olan bu ölümün Allah yolunda olması gerektiği anlaşılmaktadır. (S. HAVVÂ, 2/106)
”Sonra onları diriltti.” Ölmeyelim diye kaçtıkları zaman korktukları başlarına geldi, öldüler, fakat ölüm içine düşüp öldük dedikleri bir anda da akl ve hayâle gelmez bir şekilde tekrar hayat buldular.. Demek ki, ilâhî hükümden kaçılmaz ve hiçbir zaman Allah’tan ümit de kesilmez. (ELMALILI, 2/132)
(244).‘Allah yolunda savaşın.’ Anlaşıldı ki, korkunun ecele faydası yok. Kesinlikle takdir edilmiş olanın da reddine çâre yok. Ecel geldiyse Allah yolunda ölmek, gelmediyse kıymetli zaferler elde edip sevaplar kazanmak var. (ELMALILI, 2/134)
Bu âyette, ölümden sakınmak’ mutlak olduğu için gerek tâun ve vebâ ve gerek(se) savaş olsun ölüm korkusu ile ilâhî hükümden kaçmak isteyenlerin hepsini kapsar. Tâun ve vebâ gibi salgın hastalıklarda herkes bulunduğu yerden kaçmağa kalkmamalı, savaşmak gerektiği zaman da binlerle halk korkup vatanlarından kaçmamalıdırlar. (ELMALILI, 2/133)
(245).“Kimdir o ki, Allâh’a güzel bir borç versin” Burada borç kelimesinin kullanılmasında Allah yolunda yapılan harcamanın aslâ boşa gitmeyeceği ve mutlaka onlara karşılığının verileceğinin belirtilmesi içindir. Bu borcun kapsamına cihad uğruna yapılan harcamalar da girer. (S. HAVVÂ, 2/107)
”Allah kısar da yayar da” Size bol bol vermiş olduğu rızıktan O’nun yolunda harcamakta cimrilik etmeyiniz ki, genişliğinizi darlıkla değiştirmesin. Sonunda ona döndürüleceksiniz, dünyâ hayâtında yaptıklarınızın karşılığı size verilecektir. (S. HAVVÂ, 2/107)
Allah sıkar ve açar, gerek kişilere ve gerek topluluklara bâzen darlık verir, bâzen de genişlik (verir). Darlıkta ümitsiz olmamalı, genişlikte de azıtmamalı, her iki takdirde herkes durumuna göre sevap işlemeğe yönelmeli. Allâh’a, parasal ve bedenen, hiçbir şey bulmazsa Sübhânallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illâllah, Allâhü Ekber demek sûretiyle karz-ı hasen yapılmalıdır ki, sonu genişlik olsun. (ELMALILI, 2/135)
Hadis: ‘Bu (vebâ) hastalıkla sizden önceki ümmetlere azap edilmiştir. Onun herhangi bir yerde bulunduğunu haber alırsanız oraya girmeyiniz. Sizin içinde bulunduğunuz yerde baş gösterirse kurtulmak maksadıyla çıkmayınız. (Ahmed b. Hanbel) Bu buyruk her hâlde dünyâ târihindeki ilk sağlık karantina düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. (S. HAVVÂ, 2/108)
Karz-ı Hasen: Allah rızâsından başka bir karşılık beklenmeden verilen borçtur. (KUR’ÂN YOLU, 1/385)
2/246-254 TÂLÛT VE CÂLÛT
246. (Rasûlüm!) Mûsâ’dan sonra, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, peygamberlerinden birine: “Bize bir hükümdar gönder de (onunönderliğinde) Allah yolunda savaşalım.” demişlerdi. O da: “Ya savaş farz kılınır da savaşmaktan geri durursanız?” deyince, onlar şöyle demişlerdi: “Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan ayrıldığımız hâlde bizler neden Allah yolunda savaşmayalım?” Ama savaş onlara farz kılınınca içlerinden pek azı dışında (savaşmaktan) yüz çevirdiler. Allah o zâlimleri çok iyi bilir.
247. Peygamberleri onlara: “Allah şüphesiz size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. (Onlarda) dediler ki: “Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona mal (servet) yönünden geniş imkân verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olabilir?” (Peygamberdeonlara): “Allah, şüphesiz onu üzerinize (hükümdar) seçmiş ve geniş bir ilim ve sağlam bir vücut vererek onun gücünü artırmıştır.” dedi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah ‘rahmet ve ihsânı bol olan’ ve (herşeyi) bilendir.
248. Peygamberleri onlara (şunuda) söyledi: “Onun hükümdarlığının gerçek belirtisi, size meleklerin taşıdığı Tâbût’un gelmesidir ki içinde Rabbinden bir ferahlık, Mûsâ âilesinin ve Hârun âilesinin geriye bıraktıklarından (asâ, hırka, sarıkveTevrat’tanbâzılevhalargibi) bir kalıntı vardır. Eğer îman edenlerdenseniz sizin için bunda kesin bir alâmet (işâretveibret) vardır.”
249. Tâlût (cihadiçinKudüs’ten) askerler(iy)le ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla sınayacaktır. Kim ondan (kanakana) içerse benden değildir. Eliyle sâdece bir avuç alanlar dışında kim ondan tatmazsa bendendir.” Pek azı dışında onlar (nehrevarınca) ondan (bolbol) içtiler. Nihâyet (Tâlût’un) kendisi ve berâberindeki inananlar (ırmağı) geçince, (içenlergeçemeyip🙂 “Bugün bizim (zâlim) Câlût ve askerlerine karşı gücümüz yok.” dediler. Allâh’a kavuşacaklarını kesin bilen (Tâlût’aitaatedipnehrigeçen)ler ise: “Nice az bir topluluk, Allâh’ın izniyle, çok olan bir topluluğu yenmiştir. Allah sabır (vesebat) edenlerle berâberdir.” dediler. [bk. 3/13]
250. Savaş için, Câlût ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır (vesebat) yağdır ve ayaklarımızı sâbit (bizimetânetli) kıl ve kâfirler toplumuna karşı bize yardım et (zaferihsaneyle).”
251. Derken, (Tâlût ve askerleri) Allâh’ın izniyle o (kâfir)leri bozguna uğrattılar. Dâvud (düşmanhükümdarıolan) Câlût’u öldürdü. Allah da ona (Dâvud’a) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlikveZebûr’u) verdi ve ona (zırhyapmak, kuşlarlakonuşmakvegüzelsesleokumakgibi) dilediği şeylerden öğretti. Eğer Allâh’ın insanları birbiriyle önleyip savması (ortadankaldırması) olmasaydı, yeryüzü kesinlikle fesâda uğrardı; fakat Allah, âlemler üzerine büyük lütuf sâhibidir.
252. (Rasûlüm!) İşte bunlar, (anlatılankıssalar) Allâh’ın âyetleridir ki onları dosdoğru olarak okuyoruz. Elbette sen gönderilen peygamberlerdensin.
253. İşte, peygamberlerin bir kısmını, (verdiğimizözelliklerle) diğerlerine üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle (perdearkasındanvâsıtasız) konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryemoğlu Îsâ’ya açık mûcize (vedelil)ler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi (onlarıirâdelerinebırakmasaydı), onlardan sonraki (ümmet)ler, kendilerine apaçık mûcize (vedelil)ler geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilâfa düştüler; onlardan kimi îman etti, kimi de küfre saptı. Yine Allah dileseydi (onlarıirâdelerinebırakmasaydı) birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini mutlaka yapar.
254. Ey îman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve kayırmanın bulunmadığı bir gün (kıyâmet / hesapgünü) gelmeden evvel, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir.
246-254. (246).‘Hani onlar Peygamberlerine ‘Bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım’ dedi.’ Sînâ yarımadasında yaşayan Amâlikalılar, kralları Câlût’un komutasında İsrâiloğulları’na saldırıp onları yurtlarından çıkarmıştı. Onlar da, peygamberlerinden, kendilerine bir komutan atamasını istemişlerdi. (H. T. FEYİZLİ, 1/39)
‘Onlar, ‘O nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabilir? Hâlbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız ve ona malca bolluk da verilmemiştir’ dediler.’ Yahûdi ileri gelenlerine göre yönetim ancak servet sâhiplerinin elinde olmalı idi. Bu âyette ise yöneticinin ehliyetli, mânevi güce sâhip ve cesâretli olması gerektiği vurgulanmaktadır. (H. T. FEYİZLİ, 1/39)
Allah bu âyette yöneticilerde bulunması gereken nitelikler konusunda mesaj veriyor: Yönetici bir kısım zengin çevrelerin değil, Allâh’ın yönetmeye lâyık gördüğü kimselerin özelliklerinde olmalıdır. Yöneticilerin zengin değil, bilgili ve güçlü olması gerekir. (KUR’ÂN YOLU, 1/387)
(248).‘Peygamberleri onlara dedi ki: ‘Gerçekten onun hükümdarlığının işâreti size Tâbût’un gelmesidir ki, onda Rabbinizden bir ‘sekîne’ ve Mûsâ hânedânıyla Hârun hânedânının terkettiklerinden bir kalıntı vardır.’ Ahid sandığının yanlarında bulunması İsrâiloğulları’na moral veriyor, savaşta cesâret ve zafer ümitleri artıyordu. (KUR’ÂN YOLU, 1/388)
(249).‘Tâlût ordu ile birlikte ayrılıp çıktığı vakit dedi ki: ‘Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Yâni cihâda gerçekten lâyık olanla bu konuda söyledikleri kuru iddiâdan ibâret olanı birbirinden ayırd etmek için sizi deneyecektir. (..) ‘Kim ondan içerse benden değildir.’ ‘Derken onlardan birazı müstesnâ olmak üzere, hepsi de ondan içiverdiler.’ Çok azı dışında ellerini kullanmaksızın doğrudan ağızlarıyla su içtiler. ‘Tâlût ve berâberindeki müminler ırmağı geçtikleri vakit; ‘bizim bugün Câlût ve ordusuna karşı gücümüz yoktur’ dediler.’ Tâlût, nehri sınavda başarı sağlayan diğer müminlerle birlikte aşınca bu sözler söylendi.. (..) Nehri aştıktan sonra dediler ki: ‘Biz Câlût’a ve onun askerlerine karşı güç yetiremeyiz. Câlût’un çokluğu ve gücü kendilerinin ise azlığı ve zayıflıkları sebebiyle düşmanlarına karşı koyamayacak kadar az oldukları hissine kapıldılar. Bu sefer: ‘Mutlaka Allâh’a kavuşacaklarını bilenlerse..’ Şehâdete îman eden kimseler (..) diğer müminlere daha bir sebat vermesi ve kahramanlık duygularını harekete getirmek üzere şöyle ’dediler: ‘Nice az bir topluluk Allâh’ın izniyle sayıca fazla bir topluluğu yenmiştir.’ Zafer Allah’tandır, yoksa sayıca çokluk ve silâh fazlalığı nedeniyle zafer olmaz. Sayıca az toplulukların Allâh’ın yardımı sâyesinde oldukça kalabalık topluluklara karşı zafer kazandıkları durumlar pek çoktur. (S. HAVVÂ, 2/115, 116)
249’ncuâyet-i kerîmede askeri disipline dikkat çekilmektedir. Bir ordunun yenebilme nedenlerinden birisi, her şeyden önce komutanın emirlerine eksiksiz uyulmasıdır. Zafere ulaşmak, sayıya değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve mâneviyâta bağlıdır. Zafer, çoğu kez kemmiyetten çok, keyfiyet sâhibi ordulara lütfedilir. Peygamber Efendimiz’in yaptığı savaşlarda, bu durumun en açık tezâhürleri görülmektedir. (Ö. ÇELİK, 1/318)
(250).‘Câlût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman dediler ki:“Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır” Bu buyruk, savaş sırasında takınılması gereken edebi bize gösteriyor. Allâh’a ihtiyaçlarını arz etmek, zafer ve sebat için O’na duâ etmek.. (S. HAVVÂ, 2/116)
(251).‘Derken Allâh’ın izniyle onları hemen hezîmete uğrattılar “Dâvud da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi, dilediklerinden de ona öğretti.” Allah ona, mülk ile birlikte hikmeti yâni peygamberliği de verdi. Zırh yapmak ve benzeri diğer bilgilerle donattı. Hz. Dâvud’un Câlût’u öldürmesinden sonra, Allâh’ın yapmış olduğu ihsanların zikredilmesinde cihâda güzel ve hayırlı işler başarmanın kişiyi Allah tarafından pek çok hayra lâyık kılacağına işâret etmektedir. (S. HAVVÂ, 2/116)
“Şâyet Allah insanları birbiriyle def edip savmasaydı, yeryüzü muhakkak ki fesâda uğrardı.” Bu âyet bir kural ile sona eriyor: İslâm’ın tümünün ancak savaş ile ayakta durabileceğine, müslümanların izlemesi gereken yolun, komutanlık (liderlik) ve cihad olması gerektiğine delâlet etmektedir. (S. HAVVÂ, 2/117)
(252).‘İşte bunlar (anlatılan kıssalar) Allâh’ın âyetleridir ki onları dosdoğru olarak okuyoruz.’ 252’nci âyette, daha önce gördüğümüz binlerce kişinin, öldürüldükten sonra tekrar diriltilmesine, Tâbût’un gelmesine, mümin topluluğun kâfir çokluğa karşı zafer kazanmasına, Allâh’ın Rasûlüne bu âyetleri hak ile okuduğuna dâir işâret bulunmaktadır. Haktan kasıt, olayların gerçek olmasıdır. Burada şuna da işâret vardır: Kitap ehlinde bulunan bilgiler, hak ile bâtıl karışımıdır. (…) 253. âyette ise (Bakara sûresinde sözü edilen peygamberlerden) Hz. Âdem’den, Hz. Dâvud’a kadar rasuller topluluğu olayları hakkında işâretler bulunmaktadır. Bâzı Rasullerin üstün ve özellikli olduklarını görüyoruz. (S. HAVVÂ, 2/120)
Bu son âyet (253) İslâm’a girme emri ile başlayan birinci kesimin son âyetidir. Âdetâ bu âyet, peygamberlerden sonra müslümanların iki kısma ayrılacaklarına bir işâret taşımaktadır. Bir kısmı, îman üzere kalacak, bir kısmı küfre sapacaktır. Ve savaş, fesat her tarafı kaplamasın diye olacaktır. Bu, Allâh’ın dilemesidir. Mürtedlerle savaşmak, diğer bütün savaşlardan öncelikle ele alınması gerekir. (S. HAVVÂ, 2/121)
(253).‘Bu peygamberlerden …, kimini kimine üstün kıldık.” Peygamberliğin en az şartı olan “ruh ve beden sağlığı, doğruluk, güvenilirlik, zekâ, tebliğ ve günahsızlık (sıdk, emânet, fetânet, ismet, tebliğ) vasıfları bütün peygamberlerde vardır. Bu özellikleri nedeni ile peygamberler, peygamber olmayan insanlardan üstündür. Bizler peygamberlik özellikleri bakımından aralarında bir ayırım yapmayız. Ancak, peygamberler arasında Allah katında bir derecelenme farkı vardır. (KUR’ÂN YOLU, 1/392, 393)
Hadis: ”Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen beş özellik bana verilmiştir. (a) Bir aylık mesâfedeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum. (b) yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı. (c) bana ganîmetler helâl kılındı. (d) her peygamber kendi kavmine gönderilirken, ben bütün insanlara gönderildim. (e) bana şefaat verildi. (Buhâri Salât 56’dan H. DÖNDÜREN, 1/97)
“Size verdiğim rızıklardan harcayın” Bu emir cihad için zekât, fıtır sadakası muhtaçlara geçimlerini sağlama yükümlülüğündekilere harcamak, muhtaçlara infak için genel bir emirdir. (S. HAVVÂ, 2/131)
(254).“Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir gün gelmeden önce (Allah için) harcayın.’ O gün gelecek. O kâfirler alışveriş, fidye ve müdâhale ile hiçbir iş göremeyecekler. Dostları ve şefaatçileri olmayacak. Tapındıkları ve Allah yolunda sarf etmedikleri altınlar, gümüşler ateşten damla olacak, alınlarını, böğürlerini dağlayacak. O gün bütün dostlar düşman kesilecek, şefaat kapıları kapanacak. Bu felâketlerden ancak îman eden muttakiler bunun dışında olacaktır. Müminler o gün gelmeden görevlerini yapmalı, infaklar yapmalı, zekâtlarını vermelidir.
Bu âyetten sonraki âyette “Allâh’ın izniyle şefaatin olabileceği” ifâde edilmiştir. Ehl-i sünnete göre âhirette Allah Rasûlu ümmetine şefaat edecektir. (Bakara 2/48) Hz. Peygamberden başka peygamberler, melekler, şehidler, Kur’an ve müminlerin şefaatlerine izin verileceğine dâir hadisler vardır. (KUR’ÂN YOLU. 1/397)
2/255-257 ÂYET’ÜL KÜRSİ
255. Allah öyle bir ilâh ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy ve Kayyûm’dur. (dâimâdiriveyarattıklarınıgözetipyönetendirveherşeyvarlığınıO’nunla devamettirir). Kendisini ne bir uyuklama (gaflet) ne de bir uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar(ınhepsi) ancak O’nundur. O’nun izni olmadıkça O’nun katında kim şefaat edebilir? Kullarının önündeki ve arkasındaki (geçmişvegeleceklerini, yaptıklarınıveyapacaklarını, dünyâveâhireteâit) şeylerini O bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü (kudreti, mülkvehükümranlığı) gökleri ve yeri kaplamıştır; onları koruyup gözetmek O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür.
256. (Ey insanlar!) Dîn(egirmede / îmanetme)de zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık (îmanileküfür, hakilebâtıl) meydana çıkmıştır. Artık kim, tâğûtu (putları, Allah diye tapılan şeyleri) tanımayıp da Allâh’a îman ederse, işte o, kopması (mümkün) olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (herşeyi) hakkıyla işitendir, bilendir.
257. Allah, îman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları (küfür, şirk, materyalizmilehertürlü “izm”lerin, bâtılyaşantıvezihniyetin) karanlıklarından aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût (Allah’tanuzaklaştıranveemirleriniyapmaktanengelleyenler)dir ki onlar da onları aydınlıktan (nurluyoldan) çıkarır karanlıklara (sokar). Onlar, ateş ehli (cehennemlik)tirler; onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. [bk. 14/1]
255-257. (255).Ayet’el Kürsî Allâh’ın on özelliğinden söz etmektedir: (1) ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. Gerek zâtı, gerek sıfatları ve gerekse isimleri hangi noktadan mülâhaza edilirse edilsin, birdir, hiçbir ortağı yoktur. İlâhlık yalnızca O’na özgüdür, demektir. ‘Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur’ tevhid kelimesi Allâh’ın bir tek ilâh olduğunu, ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır’ (39/12) âyeti yaratıcı olmada tek olduğunu, ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur’ (42/11), ‘Hiçbir kimse O’na denk değildir’ (112/4) âyetleri eşsiz olduğunu ve denginin bulunmadığını ifâde eder. ‘Eğer yerde ve göklerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı kesinlikle yerin de göklerin de düzeni bozulurdu.’ (21/22; İ. KARAGÖZ 1/378)
(2) “Hayy’dır, (3) kayyûmdur” Ölüm söz konusu olmaksızın zâtında diri, yok olmayacak olan ölümsüzdür. Yarattıklarının işlerini yönetir, dâimdir, O kendi zâtı ile kâimdir, başkasına muhtaç değildir. Bütün varlıkların ona ihtiyâcı vardır. O’nun ise hiçbirine ihtiyâcı yoktur. O’nun emri olmaksızın bu varlıklar ayakta duramaz. (S. HAVVÂ, 2/134)
Kayyûm ismi Allâh’a özgüdür, yaratılmışlar için kullanılmaz. Allâh’ın ism-i âzamından yâni en yüce isimlerinden biridir. (İ. KARAGÖZ 1/378, 379)
(4) “O’nu dalgınlık ve uyku almaz” Uyku öncesi baş gösteren uyuklama O’nun hakkında söz konusu değildir. O Zât-ı Zülcelâl’e hiçbir eksiklik ve gaflet ulaşmaz. Ve aslâ yarattıklarından gâfil kalmaz. Her şeyi görendir, hiç bir şey de ondan gizlenemez. (S. HAVVÂ, 2/134) Uyuklama ve uyku bir dinlenme hâlidir. (78/9) İnsanın muhtaç olduğu bir şeydir. Allah ise yorulmaz, dinlenmeye de başka bir şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla uyuklama ve uyuma da Allah hakkında düşünülemez. Hadis: Peygamberimiz ‘Allah uyumaz ve uyumaya da ihtiyâcı yoktur’ buyurmuştur. (Müslim’den İ. KARAGÖZ 1/379)
(5) ‘Göklerde ve yerde olanların hepsi yalnız O’nundur.’ Yeri, gökleri, yerde ve göklerde bulunan küçük büyük bütün varlıkları yaratan Allah’dır. Bu varlıkları Allah, insanların hizmetine tahsis etmiştir. (31/20). İnsanlar bu varlıklardan yararlanırlar, ancak mülkiyeti Allâh’a âittir. (İ. KARAGÖZ 1/379)
(6) “Onun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?” O izin vermeksizin hiç kimse O’nun katında şefaat edemez. Şefaat dünyâda işlenen kimi günahların affedilmesi ve cezâdan muaf tutulması için bir kimsenin âhirette başkası adına Allah’tan af dilemesidir. (S. HAVVÂ, 2/134) Bir önceki âyette anlatıldığı şekilde âhirette kâfirler için şefaat olmayacak, ancak Allâh’ın izin verdiği peygamberler, melekler, şehitler, sâlih müminler, Allâh’ın râzı olduğu müminlere şefaat edeceklerdir. (İ. KARAGÖZ 1/379)
Şefaat: Sözlükte ‘bir başkasını desteklemek üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve aracılık yapmak’ gibi mânâlara gelen şefaat, ıstılâhta, ‘âhirette günahkâr müminlerin affedilmesi’, günahı olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin Allâh’a yalvarmaları, duâ etmeleri ve günahlarının bağışlanmalarını istemeleri demektir. Allâh’ın izni olmadan bir kimsenin şefaat etmesi veya Allâh’ın râzı olmadığı birine şefaatte bulunması mümkün değildir. ‘Hiçbir şefaatçı yoktur ki, O’nun izni olmadan şefaat edebilsin.’ (Yûnus 10/3), ‘Bunlar Allâh’ın rızâsına ermiş olandan başkasına şefaat edemezler.’ (Enbiyâ 21/28). Kâfir ve münâfıklar için şefaat söz konusu değildir. ‘Onlara (kâfirlere) şefaatçıların şefaati fayda vermez.’ (Müddessir 74/48; En’âm 6/51) Hz. Peygamber bir hadislerinde ümmetinin günahkârlarına şefaat edeceğini haber vermiştir. (Tirmizi, İbn Mâce) Hz. Peygamberin bir de genel ve kapsamlı bir şefaatı olacaktır. Mahşerde bütün insanlar heyecan ve ızdırap içinde bulundukları bir sırada bunların hesaplarının bir an önce görülmesi için Hz. Peygamber şefaat dileyecektir. Buna ‘şefaat-i uzmâ’ (büyük şefaat) adı verilir. Hz. Peygamberin bu anlamdaki şefaat yetkisi Kur’ân’da ‘Makâm-ı Mahmûd’ (övülen makam) adıyla anılır. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/536)
(7) “Önlerinde ne var, arkalarında ne varsa O bilir” Allâh’ın ilminin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Küçük büyük, güzlü âşikâr (33/54, 3/29), geçmiş ve gelecek (35/38), olmuş ve olacak (59/22), her şeyi (2/29), en ince detayına kadaren iyi bir şekilde bilir. O’nun ‘alîm’ olmasının gereğidir. Âyetteki ‘önlerinde’ ve ‘arkalarında’ olanı demek, Allâh’ın geçmişte olanları ve gelecekte olacakları, insanların yaptıkları ve yapacaklarını bildiğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 1/379)
(8) “Dilediği kadarından başka O’nun ilminden hiçbirşey kavrayamazlar.“ Hiçbir kimse, Allâh’ın bildiklerinden hiçbirini Allâh’ın irâdesi olmaksızın ve O öğretmeksizin elde edemez. İnsan gayb âleminde ve görünen âlemden her ne bildi ise, ancak Allâh’ın dilemesi ve öğretmesi sonucu bilmiştir. (S. HAVVÂ, 2\135)
(9) “Kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır” Kürsi : İlim (İbn-i Abbas’dan nakil) Arş (Hasan-ı Basri – M. A. SÂBÛNİ, 1/147), kudret, mülk anlamlarına gelir. (S. HAVVÂ, 2/135)
(10) “Onları koruyup gözetmek, O’na ağır gelmez” Gökleri ve yeri korumak, onlarda bulunan herkesi, her şeyi korumak ona zor ve ağır gelmez. Aksine bu O’nun için çok kolaydır. O her şeyi denetleyendir. Hiçbir şey O’ndan gizli değildir. (S. HAVVÂ, 2/135)
Yeri, gökleri, yerde ve göklerde bulunanherşeyi yaratan, yaşatan, yok olmaktan, düzeni bozulmaktan koruyup kollayan yüce Allah’dır. Varlıklara verdiği nizam, bozulmadan devam etmektedir. Gece ve gündüz, aylar, mevsimler, yıllar düzenli olarak birbirini izlemektedir. Yıldızlar, ay, güneş ve gezegenler yörüngelerinden sapmadan, düşmeden, dağılmadan ve birbirine çarpmadan hareket etmektedir. Bitkiler, ağaçlar, meyveler zamânı gelince yeşermekte, ürünlerini vermektedir. Toprağın içindeki çekirdek çatlayıp, bitkiye, sebzeye, meyveyedönüşmektedir. Bütün bunları yapan yüce Allah’dır. Allah bunları yapmaktan âciz olmadığı gibi, bunlar kendisine zor da gelmez. (İ. KARAGÖZ 1/380)
Hadis: Her kim her farz namazın peşinden Âyet’el Kürsî’yi okuyacak olursa ölümün dışında hiçbir şey onu cennete girmekten alıkoymaz. (Nesâi, İbn Hibban’dan S. HAVVÂ, 2/136)
Hadis: Uyumak üzere yatağına çekildiğinde Âyet el Kürsi’yi sonuna kadar okursun. Bu şekilde sürekli olarak Allah tarafından bir koruyucu seni koruyacaktır ve sabahlayıncaya kadar hiçbir şeyden sana yaklaşamayacaktır. (Ebû Hüreyre’den Buhâri ve Nesâi, S. HAVVÂ, 2/137)
Hadis: İsm-i azam bu âyetin içinde bulunduğu kanaati vardır. Hz. Peygamber ism–i âzam’ın Bakara, Âl-i İmran ve Tâhâ sürelerinde bulunabileceğini bildirmiştir. (Müslim Salâtü’l Müsâfirin 258; Ebû Dâvud Vitr 17; H. DÖNDÜREN, 1/97)
(256).“Dinde zorlama yoktur” Hak din olan İslâm’a girmek üzere insanları zorlama söz konusu olamaz. Ne Allâh’ın dînine girmek için ne de bu dinden çıkmak için zorlamak söz konusudur. (S. HAVVÂ, 2/141)
Kendi irâdesi ile islâm dînini kabul eden kimsenin, dînî kuralları da kendi isteği ile uygulaması gerekir. Uygulamadığı takdirde insan hakları, kamu hukuku ve kötülüklerin yayılmasını önlemebağlamında dînî kuralların uygulanması yönünde tedbirler alınabilir. Örneğin fakiri hakkı olan zekât, zenginden alınıp fakire verilebilir. İçki içerek çevresine zarar veren bir kimsenin bu olumsuz davranışıönlenebilir. Ancak namaz, oruç, hac, tevbe ve duâ gibi kişinin Allâh’a karşı görevlerinde zorlama yapılamaz. Örneğin kimseye zorla namaz kıldırılamaz, oruç tutturulamaz, duâ ettirilemez. Zorla yaptırılacak olursa bu makbul bir ibâdet olmaz. Çünkü (bu) ibâdet Allah için yapılmamıştır. İbâdetlerin kabul olması için isteyerek ve ihlâsla yapılması şarttır. (İ. KARAGÖZ 1/382)
İslâm, îman konusunda zorlamayı değil, tebliği, dâveti ve irşâdı esas almış; îman edip etmemeyi herkesin hür irâde ve vicdâna bırakmıştır. Ancak; toplumun fesâdına sebep olan hâllerde yönetim birimlerince bâzı yaptırımlar uygulanır. Âile reisleri de âile fertlerine din bilgilerini öğreterek gereğini yaptırmaya çalışır. (H. T. FEYİZLİ, 1/41)
Dînin özelliği zorlamak değil, bilâkis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dîninin gerçekten hâkim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır. Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu hâlde din, ‘zorlayınız’ demez, zorlama meşru ve mûteber olmaz. Zorlama ile yapılan ibâdette dînin vaat ettiği sevap bulunmaz. Zorlama ile inanç mümkün değil, zorlama ile gösterilen îman gerçek îmân değil, zorlama ile kılınan namaz değil, oruç da böyle, hacc da böyle, cihad da böyle. (ELMALILI, 2/163, 164)
Bir ameli zorla ve gönülsüz olarak yapan insanın bu eylemi, ihlâs bulunmadığı için sevâbı olmadığı gibi, cezâyı da gerektirmez. (İbn Mâce). Hattâ küfre zorlanan bir insan, gönlünü küfre açmadıkça diliyle inkârı gerektiren bir söz söylemesi bile îmânına zarar vermez. (6/100) Zorlama insandaki rızâ ve niyeti yok eder. Rızâ ve niyet olmayınca hiçbir amel ibâdet olmaz. (İ. KARAGÖZ 1/382)
Tâğût: Put ile ifâde edilen tâğût bir şahıs olabileceği gibi Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allâh’a bağlanmayan her çeşit fikir düşünce, âdet ve alışkanlık ta olabilir. (..) Tâğût, tuğyan / azgınlık kökünün anlamdaşıdır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allâh’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allâh’a inanmaktan, O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini Yüce Allâh’ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allâh’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allâh’a inanır ve ilham kaynağı olarak sâdece Allâh’ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir. Âyette bu kurtuluş ‘kopması söz konusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmak’ durumu ile somutlaştırılmıştır. (S. KUTUB, 1/465)
İnsanların zorla din değiştirmeleri hem imkânsız hem de hükümsüzdür. Bu sebeple de yasaklanmıştır. Savaş insanları zorla İslâm’a sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayâta geçirilmesi, güçlü olanların hukûku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sâhiptir. (KUR’ÂN YOLU, 1/406)
“Artık kim tâğûtu inkâr edip, Allâh’a îman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır.” Tâğût: Aşırı isyancı, en büyük isyancı anlamına gelir. Âyetteki anlamı şeytan ve Allah’tan başka tapılan her şey demektir. Tâğût, Allah yolundan engelleyenler diye de tanımlanmıştır. (H.DÖNDÜREN, 1/99; M. A. SÂBÛNİ, 1/147)
Sağlam kulpa yapışabilmek için, ‘tâğûtu inkâr ve Allâh’a îman şart koşulmuştur. Allâh’ın dışındaki bütün ilâhlar, putlar ve mâbutlar reddedilecek, sâdece bir tek Allah kabul edilip îman edilecek ve sâdece O’na ibâdet edilecektir. Hem Allâh’ı hem O’ndan başka ilâhları (..) kabul ve onaylamakla îman edilmiş olmaz, buna ‘şirk’ denir. (İ. KARAGÖZ 1/383)
(257).“Allah îman edenlerin velîsidir.” Îman arzu edenlerin işlerini Allah üzerine alır, onları bağışlar, onlara yardım eder. İçinde bulundukları her türlü karanlıktan onları îmânın rûhuna ve hidâyete çıkarır. Karanlıklar pek çok olduğu için çoğul olarak zikredilmiştir. Küfrün karanlığı, münâfıklığın karanlığı, şehvetin karanlığı, bid’atlerin karanlığı..
“Kâfirlerin velîleri ise tâğûttur.” Küfrü arzu eden, küfür üzere kararlılıkları olan kimselerin işlerini ise şeytan üzerine almıştır. Gerçekten de küfrü kararlaştırmış ve küfrü arzu eden bu kimseler ile birlikte olan ins ve cin şeytanlarının sayısı ne kadar çoktur. (S. HAVVÂ, 2/144)
Yüce Allâh’ın, Rasûlüne indirdiği Kur’ân’la aydınlanma ve aydınlık devri başlamıştır. Kral tanrıların ve insanların diğer insanlara arzuları doğrultusunda hâkimiyeti, baskı ve zulmü kalkmış, sömürü, fâiz, vurgunculuk ve diğer ahlâksızlıklar bitmiş, kadınlar soyunup döküldükçe beğenilmekten ve zevk aracı olmaktan kurtulmuş, iffetli, şahsiyet ve yetki sâhibi olmuşlardır. Böylece hakça yaşama ve adâlet gelmiş, gözü görenler için karanlık gitmiştir. Fakat diğer taraftan şeytanların dostu kâfirler, kâfirlerin dostu da tâğûtlar bir üçgen bağlantısı hâlinde durmakta ve devam etmektedir (4/76). Bunların ortak amacı Kur’ân’ı hayâtın dışına çıkarmak, onunla yakın ilişkiyi kesmek, ona samimiyetle inananları, inancıyla yaşayamaz hâle getirmektir. (H. T. FEYİZLİ, 1/41)
2/258-260 DİRİLTEN VE ÖLDÜREN ALLAH’TIR
258. (Ey Peygamberim!) Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıpazarak), Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışan (Nemrut’)u görmedin mi? (Nemrut İbrâhîm’e Rabbin kimdir? Diye sormuş) İbrâhim: “Benim Rabbim (kudretiyle) hem dirilten, hem öldürendir.” deyince, o: “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demişti. İbrâhim: “Şüphesiz ki Allah, güneşi doğudan getiriyor; haydi sen de batıdan getir!” deyince o kâfir (Nemrut) şaşırıp kalmıştı. Allah (hakkıkabuletmeyen, gücüveyetkiyiyalnızkendindegören) zâlimler toplumunu doğru yola eriştirmez.
259. (Ey Peygamberim!) Yâhut o kimseyi (görmedinmi) ki (binâlarının) duvarları, (çöken) çatılarının üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğradı da, (kendikendisine): “Allah bunu (böyleharapbiryeri), ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah da onu, yüz yıl ölü bıraktıktan sonra diriltti. “Ne kadar (ölüvaziyette) kaldın?” dedi. O da: “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım.” dedi. (Allah🙂 “Hayır yüz yıl kaldın, işte yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Bir de eşeğine bak; (onunkemiklerikalmış. Böyleyapmamız) seni, insanlara ibret belgesi kılmamız içindir. Şimdi o kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et giydiriyoruz.” dedi. O, (merkepdirilipdeeskihâlinialarak) kendisine apaçık belli olunca, şöyle dedi: “Artık biliyorum ki Allah, şüphesiz herşeye kâdirdir.”
260. (Ey Peygamberim!) Vaktiyle İbrâhim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demişti. (Allahda🙂 “Ne o, yoksa inanmadın mı?” dedi. “Evet (inandım), fakat kalbimin iyice yatışması için (görmekistedim).” dedi. (Allah) buyurdu ki: “Öyleyse dört (cins) kuş yakala, onları kendine alıştır (sonraiyicekesipdoğra) ve her dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır; (canlanıp) koşa koşa sana gelirler.” Bil ki Allah, (dilediğiherşeyde) mutlak gâliptir, tam hüküm ve hikmet sâhibidir.
258-260. (258).‘Benim Rabbim dirilten ve öldürendir’ demişti de…’ Hz. İbrâhim Allâh’ın varlığı ve birliğine delil olarak dirilten ve öldüren olduğunu belirtmesi üzerine zorba Nemrut “ben de öldürür ve diriltirim” demişti. Yâni ölüm cezâsına çarptırılmış iki kişiyi getirtir. Birini îdam eder, diğerini bağışlarım, demektir. (S. HAVVÂ, 2/146)
Bu âyet-i kerîme tevhid ilmi hakkında konuşma ve tartışmanın mubah olduğuna delâlet etmektedir. Şâyet mubah olmayan bir iş olsaydı, Hz. İbrâhim de böyle bir tartışmaya girmezdi. Allâh’a îmâna tevhîde dâvet etmekle emrolunmuş bulunuyoruz. (S. HAVVÂ, 2/147)
Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bu tartışma örneği, din ve inanç konusunda insanları iknâ etmek veya inancı savunmak için tartışma yapmanın câiz olduğunu göstermektedir. Kelâm ilmi de bu çeşit tartışmalardan doğmuştur. (KUR’ÂN YOLU, 1/409)
Bu âyette Allâh’ın varlığına delâlet eden iki gerçekten söz edilmektedir. Hayat gerçeği ve kâinat üzerinde egemenlik ve onları emri altına alma gerçeği… (S. HAVVÂ, 2/147/148)
(259).‘Yâhut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimse gibisini (görmedin mi)?. ‘Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?’ dedi.’ Allâh’ın hidâyete yönelen kullarını doğru yola kavuşturması 3 şekilde olmaktadır: (a) aklî deliller getirerek: Hz. İbrâhim Nemrut’la tartışması, (b) gerçeği ve bildirilen olayın nasıl ve neden ibâret olduğunu göstererek, (c) bizzat yaptırarak, yaşatarak sebep ve sonucu deney hâlinde göstererek (KUR’ÂN YOLU, 1/412).
2/261-266 ALLAH YOLUNDA İNFAK
261. Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tâne bulunan bir tek (tohum) tâne(si)nin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah ‘rahmet ve ihsânı bol olan’ ve (herşeyi) bilendir.
262. Allah yolunda mallarını harcayıp da, ardından başa kakıp, gönül kırmayanların (verdiklerinihiçhissettirmeyenlerin) mükâfatları Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
263. Bir tatlı söz ve (birkusûru) bağışlama, peşinden eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah Ganîdir (butürsadakalaraihtiyâcıyoktur), Halîm’dir (cezâlandırmada acele etmez).
264. Ey îman edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş için malını harcayan adam gibi, siz de sadakalarınızı başa kakarak ve (verdiğinizkimseyi) inciterek boşa çıkarmayın. İşte bu şekilde mal harcayan kimsenin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki ona şiddetli bir sağanak (yağmur) isâbet edince onu sert (çıplak) bir kaya hâlinde bırakır. (Bunungibigösterişyapanveverdiğinibaşakakanlarda) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Zîrâ Allah kâfirler topluluğunu doğru yola eriştirmez. [bk. 4/38; 8/47; 39/47; 107/6]
265. Allâh’ın rızâsını istemek ve içlerindeki (îmanlarını) kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını harcayanların durumu da, yüksek bir tepede bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, veya bol yağmur değmese bile, (aynıürünüvermekiçin) çisentinin bile yettiği bir (bol verimli bir) bahçenin durumu gibidir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
266. (Ey müminler!) Sizden biriniz arzu eder mi ki alt tarafından ırmaklar akan ve içinde her çeşit meyvelerden (birmiktar) bulunan hurmalığı ve üzüm bağı olsun da, hem kendisine ihtiyarlık çökmüşken hem de güçsüz (vebakımamuhtaç) çocukları varken, bu sırada ateşli (kavurucu) bir kasırga ortaya çıkıp da bağı kasıp kavursun? (Elbetteistemez.) İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklıyor.
261-266. (261)‘Mallarını Allah yolunda sarf edenlerin durumu yedi başak bitiren ve her başağında yüz tâne bulunan bir tek tânenin durumu gibidir.’ Bu örnek kat kat verilen ödülleri canlandırmak içindir ve bu âdetâ kişinin gözleri önünde canlanan bir temsildir. (S. HAVVÂ, 2/156)
Hadis: Kim Allah yolunda harcarsa 700 kat sevap alır. Kim de kendisinin ve âilesinin ihtiyaçları için harcar, hasta ziyâret eder veya insanlara eziyet veren şeyi kaldırırsa, diğerlerine göre on kat sevap alır. (Tirmizi Fazâilü’l Cihad 4; Nesâi Cihad 45, Ahmed b. Hanbel 1/195’den H. DÖNDÜREN, 1/100)
Kur’ân’da 260. âyetten itibâren 14 âyette infak ve sadaka üzerinde durulmuştur. Bu âyetlerdeki önemli açıklamalar şöyledir: (a) İnfak ve tasadduk insanların beğenisi için değil, Allâh’ın rızâsı için yapılacaktır. (b) İnfâkın arkasından başa kakma ve incitme gibi davranışlar gelmeyecektir. (c) Verilen para veya mal, kötüsü değil, iyisi olacaktır. (d) İnfaktan mâzereti nedeniyle çalışma imkânı bulunmayanlar tercih edilecektir. (e) İnfâkın dünyâ ve âhiret hayâtında büyük faydaları vardır. (KUR’ÂN YOLU, 1/418, 419)
İslâmî anlayışa göre herkes öncelikle emek harcayarak ihtiyâcını karşılamaya çalışacaktır. Bir özür sebebiyle çalışamayan veya geliri ihtiyâcını karşılayamayan kişilere elinde fazlası olanlar yardımda bulunacaktır. Bu yardımın nafaka, tasadduk, zekât, fıtır sadakası, kurban, hediye, sadaka-i câriye, vakıf, devlet bütçesinden maaş gibi çeşitleri vardır. Çalışmak ve infaktan sonra üçüncü temel kural ise gösteriş ve isrâfın yasak olması olmasıdır. (KUR’ÂN YOLU, 1/420)
(262).‘Allah yolunda mallarını harcayıp da ardından başa kakıp gönül kırmayanların mükâfatları Rableri katındadır.’ İslâm öncesinde Araplar ziyâfet verirler çeşitli cömertlik gösterileri yaparlar, elindeki avucundakilerin tümünü harcarlardı. Bununla övünürler, şâirler şiirler söyleyerek överlerdi. Bu cömertlikleri oranında asillik ve şeref pâyesi ile ödüllendirilirler, gururlanırılırlardı. İslâm bir dönüşüm gerçekleştirdi. Cimriliği yendi, üstünlük ve şerefin Allâh’ın emrine uygun yaşamakta ve onun rızâsını kazanmakta olduğunu ilân etti. Âyet ayrıca, gösteriş, başa kakma, kendine hizmet etme durumunda verilen sadakaların boşa gideceğini bildirmektedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/43)
Hadis: ‘Düzenbaz, bozguncu ve hilebaz, cimri ve yaptığı iyiliği başa kakan kimse, affedilmezsecezâsını çekmeden cennete giremeyecektir.’ (Tirmizi Birr 41’den İ. KARAGÖZ 1/393)
Bir ibâdetin Allah katında değer kazanabilmesi için dört şartın birlikte bulunması gerekir: (a) Îman: Îman olmadan hiçbir amelin Allah katında değeri yoktur ve bu amel boşa gider (5/5). (..) Kâfir, müşrik ve minâfıkların iyi amellerinin ve mâli yardımlarının âhirette sevap olarak bir değeri olmaz. Kur’an’da Allâh’a ortak koşan (6/88), âyetleri inkâr eden (3/21, 22), dünyâ nîmetlerini tercih edipâhireti unutan ve inkâr eden (11/15, 16), dîni terk eden, mürted olan, (2/217) kimselerin amellerinin boşa gideceği bildirilmiştir. (..) (b) Niyet: Ameller ancakniyetlere göre değer kazanır. (Buhâri). (c) İhlâs: Bir görevi, bir ibâdeti Allah için yapmak gerekir. (39/11). (..) Minnet, eziyet veya gösteriş ile yapılan bir sadaka üzerinde azıcık toprak bulunan düz kaya üstüne atılmış tohumun şiddetli yağmur ile yok olması zâyi olur. Şiddetli yağmurun kaya üzerindeki toprağı alıp götürdüğü gibi minnet, incitme ve gösteriş de yardımın sevâbını alıp götürür. Âhirette yaptığı yardımın yararını göremez çünkü, sadakaları boşa gitmiştir. (..) (ç) Kur’an ve sünnete uygunluk: Bir ibâdetin kabul olabilmesi için Allah ve Peygamberin bildirdiği şekilde yapılması gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/396, 397)
(264).‘Biriniz ister mi ki, hurmadan ve üzümden bir bahçesi olsun. Altından ırmaklar aksın, içinde çeşit çeşit meyve bulunsun da kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin.’ Herhangibiriniz böyle bir durumla karşılaşmak ister mi? Cevap, ‘Elbetteki kimse istemez’ olacaktır. Bunu istemeyeceğimize göre, o hâlde sâlih amellerimizi riyâkârlıkla, başa kakmakla ve eziyet vermekle boşa çıkarmayalım ki, kıyâmet günü böyle bir pişmanlık ve hasretle karşı karşıya kalmayalım. Çünkü o vakit sevaplara herşeyden çok ihtiyâcımız olacaktır, fakat bu davranışlarımız sebebiyle, sevaplar ortada bulunmayacaktır. (S. HAVVÂ, 2/161)
İşte insanın çok sevdiği malı ve mevkii elinden alınabilir. Bundan dolayı mal, servet ve mevki ile övünüp gururlanılmaz. Nice saltanatlar devletler ve saraylar yıkılmıştır. Bâkî kalacak ve kendisine dayanılıp güvenilecek olan yalnız Allah’tır. (H. T. FEYİZLİ, 1/44)
2/267–274 MALIN İYİSİNİ İNFAK
267. Ey îman edenler! (Helâlolarak) kazandıklarınızın ve sizin için yerden (bitirip) çıkardığımız ürünlerin iyi (vetemiz)lerinden ‘Allah için harcayın’ (zekâtvesadakaverin), kendinizin, gönül rızâsı ile değil, ancak gözünüzü kapatıp alabileceğiniz kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir (hiçbirşeyeihtiyâcıyoktur) ve övülmeye lâyık olandır.
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakirdüşeceğinizidüşündürerekzekâtvesadakavermektencaydırır), çirkin şeyleri emreder. Allah ise (emriniyerinegetirmekiçinharcayan) sizlere, kendisinden bir bağışlanma ve bolluk vaadeder. Allâh’ın lütfu (veihsânı) geniştir ve O, her şeyi hakkıyla bilendir.
269. O, (Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet nasip etmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. (Buâyetveöğütleri) olgun akıl sâhiplerinden başkası düşünemez.
270. (Ey müminler! Allahrızâsıiçin, muhtaçlara) harcadığınız her nafakayı veya adadığınız her adağı Allah mutlaka bilir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.
271. (Ey müminler!) Eğer sadakaları (zekâtvebenzerihayırları) açıktan verirseniz, (başkalarınıteşvikbakımından) ne güzeldir! Eğer onları gizli olarak fakirlere verirseniz, işte bu, (gösterişolmamasıbakımından) sizin için daha hayırlıdır ve (Allah, bununla) sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır.
272. (EyPeygamberim!) Müşrikleri doğru yola eriştirmek senin görevin değildir (seningörevinyalnıztebliğdir). Fakat Allah, (niyetveamellerinegöre) dilediğini hidâyete erdirir. (Ey müminler! Allahyolunda) hayır olarak harcadığınız herşey kendi (iyiliği)niz içindir. Zâten siz (mü’minler), ancak Allâh’ın rızâsını isteyip, kazanmak için harcarsınız / harcamalısınız. (Böylece) hayır olarak sarfettiğiniz her iyi şeyin karşılığı size (fazlasıyla) ödenir. Sizin hakkınız aslâ yenmez.
273. (Sadakalar,) kendilerini Allah yolunda adamış olan ve yeryüzünde dolaşıp kazanamayan fakirler içindir ki, iffetleri (utanıpistememeleri) sebebiyle, gerçek hâllerini bilmeyen, onları zengin zanneder. (Ey Peygamberim!) Sen onları sîmâlarından tanırsın; onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan (birşey) istemezler. (Hakyolunda) hayır adına ne verirseniz, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilir.
274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık (Allahyolunda) harcayanlar var ya, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.’ [krş. âyet 278; 3/180]
267-274. (267).“Ey îman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden (Allahyolunda) harcayın” Kazandıklarınızın en güzelinden, değerlilerinden infakta bulunun. Bu buyrukta ticâret mallarında zekâtın farz olduğuna dâir delil bulunmaktadır. “ve size yerden çıkardıklarımızdan” tânelilerden, meyve ve mâdenlerden de harcayın. (…) Bu âyet-i kerîme Hanefilerin az ya da çok, yerin altında olsun, gizlenmiş olsun ya da olmasın, yerden çıkan her şeyde zekâtın farz olduğuna dâir delillerden birisidir. (S. HAVVÂ, 2/165).
‘Size verildiğinde göz yummadan ve isteyerek alamayacağınız kadar kötü şeyleri sadaka vermeye kalkışmayın’ cümlesi bir uyarı içeriğindedir. Bu cümle, insanın bir yardım yapacağı zaman empati yapması gerektiğini ifâde etmektedir. İnsanın kendisine verildiği zaman beğenmeyeceği, hoşlanmayacağı ve onurunun kırıldığını düşüneceğişeyleri başkasına vermemesigerekir. Müslüman, kendisi için yapılmasını istemediği şeyi, başkasına yapmaz. (Buhâri’den, İ. KARAGÖZ 1/404)
Bu âyet-i kerîme ensar hakkında inmiştir. Ensar, hurmaları toplanma zamânı, tâze hurmaları bahçelerinden çıkartır, Mescid-i Nebevi’de iki direk arasına, ipe asarlardı. Muhâcir fakirler de bundan yerlerdi. Onlardan herhangi birisi âdi hurmayı da alır câiz zannı ile tâze hurmaların arasına katardı. Bunun üzerine bu âyet indi. (S. HAVVÂ, 2/165, 166)
Haramdan infak: Haramdan bir mal kazanan bir kul, ondan infak edecek olursa, kesinlikle bu harcamasında ona bereket verilmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul olunmaz. (Hadis) Hanefi mezhebine göre, herhangi bir kimse Allâh’a yaklaşma niyeti ile haram kazanılmış bir dirhemi sadaka olarak verecek olursa kâfir olur. Fakir de onun bu durumunu bilecek olursa ve yine de ona hayır duâda bulunursa o da kâfir olur. (S. HAVVÂ, 2/167).
(268).İnfak konusunda “şeytan (nefs-i emmâre –) sizi fakirlik ile korkutur” sizlere bu infâkınız sonunda siz fakirliğe düşeceksiniz” der. Aman hayır yapmayın, sonra züğürt düşersini,’ der. (ELMALILI, 2/203).
“Çirkin şeyleri de emreder” Sizi cimriliğe, sadaka vermemeye teşvik eder. “Allah ise size katından bir bağışlama ve bolluk vaat eder” Allâh‘ın vaad ettiği ise günahlarınızın bağışlanması ve örtülmesidir; infak ettiğinizden daha hayırlı ve üstününü dünyâ ve âhirette vermesidir. (S. HAVVÂ, 2/167)
Hadis: Peygamberimiz (s), “Kulların sabahladığı hiç bir gün yoktur ki, iki melek inip biri: ‘Yâ Allah, (hayır yolunda) harcayana halef ver (bedelini, arkasından bunun gibi olan birini ver)’; diğeri de: ‘Yâ Allah, malını (sarfetmeyip) tutana da telef ver.’ diye duâ etmesinler.” buyurmuştur. Hadîs–i kudsîde: “Ey Âdemoğlu, sen infak et (Allah yolunda harca) ki sana da infak edilsin.” buyurulmuştur.) (S. HAVVÂ, 1/44)
(269).“Hikmeti dilediğine verir” Hikmet, kitabı, sünneti bilmek ve onların gereğince amel etmek ve her şeyi yerli yerince koymak anlamlarına gelir. (..) İbn-i Abbas‘a göre hikmet, Kur’ân’ı yürürlükten kaldıran ve kaldırılanıyla, müteşâbihiyle, önce inen ve sonra ineniyle, helâlıyla, haramıyla ve meseleleriyle bilmektir, tanımaktır. (…) Hikmet, Kur’ân’dır. (Yâni Kur’ân’ın tefsîridir.) (İbn-i Abbas), ilimdir, fıkıhtır (Mücâhid), sünnettir (Ebu Mâlik), anlamak (İ. Nehai), akıl, (Zeyd b. Eslem), fıkıh sâhibi olmak (İmam Mâlik), sözünde isâbet etmek (Mücâhid), Allâh’tan korkmak (Ebu’l Âliye). (S. HAVVÂ, 2/168, 169)
Hikmet kavramı Kur’ân’da; öğüt, anlama, bilgi ve aklî deliller, Kur’ân, Kur’ân’ın yorumu, sünnet, peygamberlik anlamlarında kullanılmıştır. Hikmetin özü; anlayış, gerçeği bilme, düşünme yeteneği, sezgi gücü, iş ve sözlerde isâbetli olma, düşünce plânında kalmayıp eyleme dönüşen yararlı ve derin bilgi, ilim ve akıl ile doğruyu bulmadır. Âyet ve hadislerde hikmet sâhipleri övülmüştür: ‘Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sâhipleri anlar.’ (Bakara 2/269) ‘Ancak iki kimseye gıpta edilir: Biri; Allâh’ın servet verdiği ve servetini hak yolda harcayabilme imkânı lütfettiği kimse, diğeri ise Allâh’ın hikmet verdiği ve bu hikmetle hüküm veren ve onu başkalarına öğreten kimse.’ (Buhâri) Peygamberimiz (s) Allah’tan hikmet istemiş (Buhâri) ve ‘Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır’ buyurmuştur. (Tirmizi’den DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/228)
(270).‘İster Allah yolunda isterse şeytan yolunda “ nafakadan ne harcadınız ise” veya itaat ve günah yolunda “ne adadınız ise, şüphesiz ki Allah onları bilir” Bunlar ona gizli kalmaz ve buna göre amellerinizin karşılığını verir. Sadakaları engelleyen, mallarını günah uğruna harcayan, ya da günah için adakta bulunan “zulmedenlerin ise hiçbir yardımcıları yoktur.” (S. HAVVÂ, 2/169)
“Adağın türünden farz bir ibâdet olmadığı sürece Hanefilere göre adağı yerine getirmek vâcip olmaz. Şüphe yok ki, infâkın türünden farz bir ibâdet vardır, o da zekâttır. Vâcip olan fıtır sadakasıdır. Sadaka vermeyi adayan bir kimsenin tasaddukta bulunması ona vâcip olur. (S. HAVVÂ, 2/169)
Adak yapan kimse, ibâdet niyetiyle bir şeyi yapma konusunda Allâh’a söz vermiş olur. Verilen söz ve yapılan sözleşmelerde olduğu gibi (5/1, 14/91, 17/34) adakların da yerine getirilmesi gerekir. (22/29). (İ. KARAGÖZ 1/411)
Hadis: Adakta bulunmayın. Çünkü adak, Allâh’ın takdir buyurmuş olduğu hiçbir kazâya engel olamaz, sâdece cimrinin malını eksiltir.’ (Müslim Nezir 5) Adak konusunda mezhep imamları farklı ictihadlarda bulunmuşlardır. İmam Ebû Hanife’ye göre adak adamak mubah, İmam Şafii’ye göre tenzîhen mekruhtur. (İ. KARAGÖZ 1/411)
(271).“Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları yoksullara gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” Bâzı tefsircilere göre nâfile türünden sadakanın gizli verilmesi, farz türünden sadakanın açık verilmesi daha iyidir. Çünkü farz olan sadakanın gizli verilmesi “yükümlülüğünü yerine getirmiyor” kötü zanna sebep olabilir. Nâfile sadaka ve infaklar açıkça yapılmadığında hem alanın mahcup olması, hem de verenin riyâya düşmesi ihtimâli vardır. (KUR’ÂN YOLU, 1/426)
Açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu bildiren birinci şık, farz olan sadakalar hakkında, gizli vermenin daha hayırlı olduğunu bildiren ikinci şık da nâfile olanlar hakkındadır. Ayrıca bir insanın zekâtının hepsini açıktan vermesi, servetinin tamâmını belli edeceğinden, bâzı zamanlar, hele bâzı kişiler hakkında birtakım insanların haset ve kıskançlıklarını çekebileceğinden, onları tahrik ederek zarara sebep olabilir. O zaman malını gizlemek daha üstün olacağından, zekâtını da gizli vermek daha iyi olur. (ELMALILI, 2/221)
(272).“Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Fakat Allah dilediğini hidâyete erdirir.” İnsanları hidâyete erdirmek senin görevin değildir. (sorumlu değilsin – MEVDÛDİ, 1/187) Sana düşen, sâdece yasakları onlara tebliğ etmekten ibârettir. Hidâyete eriştirmek yâhut onu yaratmak Allâh‘a âittir. (S. HAVVÂ, 2/171)
‘Siz ancak Allah rızâsını kazanmak için harcarsınız’ (..) cümlesi ‘harcayın’ anlamında emirdir. İbâdet ve itaatlerin birinci amacı Allah rızâsını kazanmaktır. Bu itibarla zekât ve sadaka veren, hayır ve hasenat yapan kimse dünyevi bir çıkar elde etmek veya gösteriş yapmak için değil, Allah rızâsı için yapması gerekir. Din dilinde buna ‘ihlâs’ denir. İhlâs ibâdetlerin kabulü için olmazsa olmaz şarttır. (İ. KARAGÖZ 1/419)
Hadis: Peygamber ancak müslüman olan kimselere tasaddukta bulunulmasını emrederdi. Nihâyet “Onları hidâyete erdirmek sana düşmez” âyeti indikten sonra, hangi dinden olursa olsun, bir şeyler dilenen herkese sadaka vermeyi emretti. (..) Sadaka, nâfile olduğu takdirde, müslüman olmayanlara da verilebilir. Fâsık müslümana da sadaka vermek sahihtir. (…) Allah bize bütün mahlûkâta infakta bulunmak için ruhsat vermiş olmakla berâber, yakın akrabâya, daha çok takvâ sâhibine sadaka vermeye de teşvik etmiştir. (S. HAVVÂ, 2/171, 173)
(273).‘(Sadakalar) kendilerini Allah yolunda vakfeden yoksullar içindir.” Burada sözü edilen yoksullar, kendilerini Allah yolunda savaşa adayan mücâhitlerle ilim yolcularıdır. Bunlar seçtikleri hizmet yolunda yürürken kendilerinin ve âile fertlerinin geçimini sağlamak üzere çalışmak ve gelir elde etmek imkânını bulamazlar. Bu yüzden onlara yardım yapılması istenmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/101)
Bu âyette sözü edilen yoksullar, suffe ashâbı (Ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü’nün evinin koruyuculuğunu yapıyorlardı. (S. KUTUB, 1/500) ve Mekke‘den hicret eden muhâcirlerdir. Onların Medîne‘ye yerleşip iş güç sâhibi olmaları için zamâna ve uygun şartlara ihtiyaçları vardı. O dönemde savaş ganîmeti gibi bir gelirleri de yoktu. İnfak ve sadakalar verilmesinde bunların önceliği vardı. (KUR’ÂN YOLU, 1/427, MEVDÛDİ, 1/187)
2/275-279 RİBÂ (FÂİZ)
275. Ribâ (fâiz) yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu (cezâ) onların: “Alım satım da (zâten) fâiz gibidir.” demelerindendir. Hâlbuki Allah, (hîlesizvealdatmasızyapılan) alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâizden) vazgeçerse, geçmişteki (haram olmadan önce aldığı) onundur ve (affedilme) işi Allâh’a âittir. Kim de tekrar (fâize) dönerse, onlar ateş ehlidirler ve hep orada kalacaklardır.
276. Allah fâiz (ilegelen)i mahveder, sadaka(sıverilenmal)ları da artırır. Allah nankör ve günahkârların hiçbirini sevmez.
277. Îman edip sâlih (sevaplı) amel yapanların, namazı dosdoğru kılıp, zekâtı verenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzgün de olmayacaklardır.
278. Ey îman edenler! “Allâh’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının.” (Eğergerçek) mü’minlerseniz, artık kalan fâizi de bırakın (almayın).
279. Eğer (bufâiziterketmeişini) yapmazsanız, Allâh’a ve Rasûlü’ne savaş açtığınızı bilin. Eğer (fâizinhertürlüsünüalıpvermekonusunda) tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz.
275–279. (275).‘Fâiz yiyenler (diriltildiklerinde kabirlerinden) ancak şeytan çarpmasından dolayı ne yapacağını bilemeyen ve ayakta da duramayan kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.’ Yâni fâiz yiyenler kıyâmet günü saralılar gibi dengeleri bozulmuş olarak kalkarlar. O vakit kendileri bu halleriyle tanınacak ve dünyâda iken fâiz yemiş oldukları bilinecektir
‘Bu onların ‘Zâten alışveriş de ancak fâiz gibidir’ demelerinden dolayıdır.’ Onların bu cezâya çarptırılmalarının sebebi, alışveriş de ancak fâiz gibidir, demeleri sebebiyledir. ‘Hâlbuki Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır.’ Bu onların alışveriş ile fâizi aynı şey olarak görmelerinin kabul edilmediğini belirtiyor. (S. HAVVÂ, 2/189)
Fâizin haram olduğukitap, sünnet ve icmâ-ı ümmet ile sabittir. Bütün İslâm bilginleri ve müctehidleri borç fâizi, alışveriş fâizi, fazlalık ve veresiye fâizinin haramlığı konusunda oybirkiği etmişlerdir. Fâizin haramlığını kabul etmeyen kimse dinden çıkar ve kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 1/425)
‘Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâizcilikten) vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine, hakkındaki hüküm de Allâh’a âittir.’ Rabbinden gelen öğütle yasağa uyarak ondan vazgeçen kimse, daha önce almış olduğu fâizlerden dolayı sorumlu tutulmayacaktır.
‘Kim de tekrar (fâize) dönerse, onlar cehennemliklerdir. Orada temelli kalacaklardır.’ Bu buyruk geldikten sonra fâizi helâl görerek tekrar fâize dönen kimseler, işte onlar ebediyen cehennemde kalacak kimselerdir. Zîrâ onlar, fâizi helâl görerek kâfir olmuşlardır. Çünkü Allâh’ın haram kıldığı bir şeyi helâl gören bir kişi kâfirdir. Bu sebepten dolayı da ebediyen cehennemde kalmayı hak eder. (S. HAVVÂ, 2/189)
Âyette geçen ribâ (fâiz) sözlükte artma, çoğalma, şişme gibi anlamlara gelir. Bir fıkıh terimi olarak, para ve misli mal değişiminde, taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalığı ifâde eder. (H. DÖNDÜREN, 1/101)
Câhiliye döneminde bilinen bu âyetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği fâizin (1) Nesie (ertelenen) (ya da Borç Fâizi) ve (2) fadl (artırılan) (ya da Fazlalık Fâizi) olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı. Katâde Nesie (ertelenen) fâiz hakkında ‘Câhiliye ehlinin fâizi; adamın herhangi birine belli bir süre için bir şey satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi’ der. Mücâhidşöyle der: ‘Câhiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam, ‘borcunu ertelersen sana şu, şu.. (ilâve) var’ derdi. O da ertelerdi.’ Ebû Bekir el Cessâs: ‘Bilindiği gibi câhiliye döneminde fâiz, ‘şartlı arttırma’ ile berâber ‘bir süre için borç’ şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırdı, der. (S. KUTUB, 1/510, 511).
(1).Borç Fâizi: Bu fâiz çeşidi, borç verip belirli bir vâde sonunda fazlasıyla alnaktır. Örneğin bir insana 100 lira borç verip belirli bir vâde sonunda fazlası ile örneğin 110 lira almak, borç fâizidir. (..)
(2) Fazlalık Fâizi: Aralarında kalite ve nitelik farkı olsa bile misli bir malın kendi cinsinden bir mal ile değişimi hâlinde bedellerden birinde bulunan fazlalıktır. Bu fâiz peşin alışverişlerde ortaya çıkar. Aynı cins iki mal mübâdele edilirken biri fazla olursa, örneğin 1 000 kg buğday, 1100 kg. buğday ile mübâdele edilirse 100 kg. fazlalık fâizdir. (İ. KARAGÖZ 1/425)Fazlalık, mallararasındaki kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı verilse bile yine fâiz olur. Örneğin işlenmiş bir altın, fazla miktârı işçiliğe karşılık tutularak kendisinden daha ağır bir altınla mübâdeleedilemez, edilirse fâiz olur. Örneğin 24 ayar 10 gr. Altın, 18 ayar 12 gr. altınla (..) değiştirilirse fazlalık fâizi olur. Cinsler değişirse, örneğin altın ile gümüş, buğday ile arpa mübâdele ediliryâni alınıp satılırsa peşin olmak şartıyla fazlalık fâizi olmaz. (İ. KARAGÖZ 1/426)
Hadis: Üsâme bin Zeyd’in Rasûlullâh’tan (s) rivâyet ettiği hadiste peygamberimiz şöyle buyuruyor: ‘Fâiz ancak ‘nesie: erteleme’de vardır (Buhâri ve Müslim)
(2).Fadl: arttırılan fâiz ise kişinin herhangi bir şeyi benzeri bir şey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu da fâize benzemesinden ve fâiz işleminden hatıra gelen uygulamaların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden söz ederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır. (S. KUTUB, 1/511)
(2).Hadis: Ebû Said el Hudri, Rasûlullâh’ın şöyle dediğini rivâyet eder: ‘Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz… Her şey benzeri ile.. Ele el… Kim artırır, arttırmasını isterse fâiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir. (Buhâri, Müslim)
(2).Hadis: Ebû Said el Hudri’nin rivâyet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: Bilâl Rasûlullâh’a burni cinsinden hurma getirdi. Rasûlullâh: ‘Bunu nereden aldın?’ buyurdu. Bilâl: ‘Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa’a karşılık iki sa’ gönderdik, deyince Rasûlullâh: ‘Âh tıpkı fâiz, tıpkı fâiz, yapma bunu! Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat, sonra da iyisini al’ buyurdu. (Buhâri, Müslim)
(1).Birinci tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yâni başka hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamânın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün fâiz işlemlerinde görülen fâiz unsurlarını barındırması nedeniyle fâiz olduğu açıkça görüldüğünden, açıklamayı gerektirmez.
(2).İkinci tür uygulamaya gelince; arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum, iki sa’ kötü hurma verip, bir sa’ iyi hurma alan Bilâl’in olayında açıkça görülmektedir.
Ancak, iki türün benzer olması fâiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Rasûlullah (s) bunu fâiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından, değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmştir. (S. KUTUB, 1/511)
Alışveriş fâizinden kurtulmak için, alım – satımların para ile yapılması gerekir. Çünkü ister peşin alışveriş yâni para peşin ürün peşin olsun, ister selem akdi yâni para peşin ürün veresiye olsun, isterse vâdeli satış yâni mal peşin para veresiye olsun, para ile yapılan alım satımda fâiz olmaz. Yalnız ürünün ve fiyâtın alım satım sırasında belli olması gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/428)
Vâdeli satışlar, para ile yapılırsa, ürünün peşin fiyâtı ile vâdeli fiyâtı farklı olsa bile câizdir. Vâdeli satışta akit sırasında fiyâtın, ürünün ve vadenin belirli olması gerekir. Çrneğin niteliği belirli olan bir mal peşin olursa 100 liraya belirli bir vâde ile olursa 120 liraya satılabilir. (Aksi takdirde) Eğer ürün 100 liraya satılır, daha sonra vâde konur ve ilâve istenirse bu, fâiz olur. (İ. KARAGÖZ 1/429)
Mekke’de ilk olarak Miraçla ilgili hadislerde ribânın kötülendiği görülür. Yine Mekke’de inen bir âyette, ribânın sevap kazandıran bir amel olmadığına ve onda Cenâb-ı Hakk’ın hoşlanmadığına işâret edilir. (Rûm 30/39) Medîne’de konuyla ilgili ilk inen âyetler ise, Yahûdilerin başına gelen sıkıntıların nedenleri arasında kendilerine yasaklandığı halde fâiz yemeleri gösterilir. (Nisâ, 4/160, 161), Uhud savaşı sırasında inen bir âyetle müminlere ilk olarak, katlanmış fâizin yenmesi yasaklanır. (Âl-i İmran, 3/130), Hayber’in fethi sırasında inen yukarıdaki âyetlerde kesin fâiz yasağı getirilir. (H. DÖNDÜREN, 1/101, 102)
Fâiz zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar, yatırımlar ikinci plâna düşer, işsizlik artar, fâizci sermâye sâhipleri yalnız kendi çıkarlarını düşünür, yoksul ve dar gelirlinin zarar görmesine kayıtsız kalır, kalkınmakta olan ülkelerin dış borç fâizi çabuk kalkınmayı engeller, fâiz karşılıklı yardım, sevgi, merhamet ve şefkati yok eder. (KUR’ÂN YOLU, 1/436, 437, H. KARAMAN’dan nakil)
Bir kimse fâizin haramlığını kabul etmezse kâfir olur, kâfir olarak ölürse cehennemde ebedî olarak kalır. Fâizin haram olduğunu kabul ettiği hâlde fâiz alanlar büyük günah işlemiş, Allah ve Peygamberine isyan etmiş olurlar, tevbe etmeleri gerekir. (İ. KARAGÖZ 1/430)
(276).‘Allah fâizi mahveder’ Onun bereketini giderir ve fâizin katıldığı malı yok eder. ‘Sadakaları ise artırır.’ Nitekim fâiz ve tefeciliğin yaygınlaştığı toplumlarda, çıkarcılık ve bencillik duyguları egemen olur. Sürekli sınıf çatışmaları, anarşi ve sosyal bunalımlar yaşanır. Karşılıksız yardım ve iyiliklerin yaygınlaştığı toplumlarda ise kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma duyguları hâkim olur. Refah ve zenginlik toplumun her kesimine yayılır. İşte bu yüzdendir ki, fakirlere verilen sadakalar cennet nîmetlerine vesîle, fâiz kazançları ise cehennem azâbına sebep olacaktır. Çünkü ‘Allah nankörlüğe batmış günahkârların hiçbirini sevmez.’ (M. KISA 1/66)
(277).’Îman edip sâlih işler yapan, namazı dosdoğru kılıp, zekât verenlerin…’ İslâm’ın istediği insan tipi, îmanlı, sâlih amel sâhibi, namazlı, niyazlı, eli açık, zekât yanında infak, ihsan ve başka türlü yardımını esirgemeyen insan modelidir. (KUR’ÂN YOLU, 1/442)
(278).‘Ey îman edenler! (emir ve yasaklarına uyarak) Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer müminlerden iseniz, fâizden kalanı bırakın.’ Ey îman edenler. Allah‘tan korkun, fâizin geri kalan kısımlarını terk edin, istemeyin. Şâyet, haram kılınmazdan önce henüz geriye alınacak fâizler kalmış ise, bunlardan vaz geçilmesi gerekir. (S. HAVVÂ, 2/192)
Görüldüğü gibi, Allâhu Teâlâ fâizi îmanla bağlantılı olduğunu bildirmiştir. Bu durumda inanan bir mü’minin fâize devâmı imkânsızdır; çünkü bu, bir başka yönüyle, Allâh’ın emrini tanımama hastalığıdır. Bu âyetten hareketle İslâm’da rüşvet, karaborsa, rant ve şans oyunları gibi yollarla kazanılan her türlü haksız kazançlar fâiz gibi haram kılınmış, haram yerlere harcamalarla lüks, israf ve maddeperestlik de yasaklanmıştır. Helâl yolla emek karşılığı olan ücretler, kazançlar, zekât, sadaka, sosyal yardım, bağış ve mîras yoluyla elde edilenler de helâl kılınmış, Allah rızâsına dayalı her türlü harcama, yardım ve yatırımlar teşvik edilmiştir. Böylece İslâm, önce Allâh’a îman ve O’na kulluk esâsına, sonra İslâm’ın emrettiği dînî kültüre, ahlâka ve iktisâdî nizâmı uygulamaya dayanır. Netîce olarak İslâm, hem dünyâ ve âhiret saâdeti için helâl yolla çalışmayı (28/77) hem de kişisel ve toplumsal kazanç ve mülkiyet anlayışını esas alır. (H. T. FEYİZLİ, 1/46).
(279).‘Böyle yapmazsanız, Allâh’a ve peygambere karşı bir savaş açmış olduğunuzu bilin.’ Bu âyette, oldukça şiddetli bir tehdit ve korkutma yer almaktadır. Bu tehdit, uyarılara rağmen fâiz alıp vermeye devam eden kimseler içindir. (…) Eğer bir kişi, fâizciliğe devam edecek olursa, onun tevbe etmesini istemek müslümanların yöneticilerinin görevidir. Şâyet, vaz geçmezse, (..) gereken cezası verilir. (S. HAVVÂ, 2/191)
2/280 BORÇLUYA KOLAYLIK
280. Eğer (borçlununeli) darda ise, genişlik vaktine kadar bekleyip ona süre tanıyın. (Elidardaolana, borcu) sadaka (veyazekât) olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.
280-280. Borç ile ilgili âyetler, fâizin alternatifi olarak inmiştir. (S. HAVVÂ, 2/176)
‘Şâyet borçlulardan herhangi bir kimse zor durumda kalmış (darda ise) kolaylığa (eli genişleyinceye) kadar mühlet veriniz.’ Hadis: Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi yüce Allah, cehennem sıcağından korur. (İbn-i Abbas’tan S. HAVVÂ, 2/194)
Hadis: Cabir (r)’ten rivâyete göre, Nebi (s) borcu olan cenâzenin namazını kıldırmazdı. Yine borçlu bir cenâze getirilmiş, ‘siz namazını kılınız’ deyip, çekilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/103)
Zekât’ın verileceği sekiz sınıftan birisinin ‘borçlular’ olduğu düşünülürse, İslâm devletinde dara düşen borçluların borcu üzerinde devlet hazinesinin zekât fonu devrededir. (H. DÖNDÜREN, 1/103)
2/281 ALLÂH’A DÖNÜŞ
281. (Ey müminler!) Öyle bir günden sakının ki (hepiniz) o günde Allâh’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı(nınkarşılığı) tastamam verilecek ve onlar aslâ haksızlığa uğratılmayacaklardır.
281-281. ‘Hem öyle bir günden sakının ki, o gün Allâh’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tamâmı ile ödenecek, onlara haksızlık edilmeyecektir.’ Bu âyet-i kerîme en son inen âyettir. Denildiğine göre, Peygamber (s) bu âyetten sonra dokuz gün yaşamıştır. Bu âyet cumartesi günü nâzil olmuş, kendisi ise (ondan sonraki hafta) pazartesi günü vefat etmiştir. (S. HAVVÂ, 2/194)
2/282-283 BORÇLANMADA USUL
282. Ey îman edenler! Belirli bir vâdeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yaz(ıpsenetyap)ın. Aranızdan, doğruluğu ile tanınmış bir yazıcı da (onu) yazsın. (Âdil) Yazıcı , Allâh’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, dosdoğru yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da onu (ikraredip) yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun, borcundan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), akılca noksan, âciz veya ikrar edip yazdıramayacak durumda ise, velîsi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şâhit tutun; eğer iki erkek olmazsa, râzı ol(upgüven)eceğiniz şâhitlerden bir erkek ve biri yanılırsa diğerine hatırlatması için iki kadın gerekir. Şâhitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. (Borç) büyük olsun, küçük olsun, (herbirini) vâdesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah katında daha adâletli, şâhitlik için en sağlam ve şüpheye düşmemenize de daha yakın olan davranıştır. Ancak aranızda (eldenele) devrettiğiniz ve peşin olarak yaptığınız ticâret (işlerin)de, onu (senedi) yazmamanızda sizin için bir vebâl yoktur, alışveriş ettiğiniz vakit de şâhit tutun. Yazıcı da, şâhit de aslâ mağdur edilmesin. (Veyabuikisikimseyezararvermesin.) Eğer (birzarar) verirseniz, şüphesiz bu, sizin için yoldan çıkmadır / günahkârlıktır. Allâh’ın emrine uygun yaşayın/aykırı davranmaktan sakının; azâbından sakının. Allah size (herşeyi) öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. [bk. 5/106-107]
283. (Ey müminler!) Eğer yolculukta olup da bir yazıcı bulamazsanız (borçludan) alınan rehinler de yeterlidir. Eğer birbirinizden eminseniz, (ozamankendisinegüvenilenborçlu) kimse Rabbi olan Allah’tan korksun da emâneti tastamam ödesin. Bir de şâhitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse gerçekten o kimsenin kalbi günahkâr olur. Allah her ne yaparsanız hakkıyla bilir.
282-283. (282).(a) ‘Ey İman edenler! Belirli bir vâde ile borçlandığınız zaman onu yazın.’ Belirli bir süre ile borçlanma işleminde bulunduğunuz zaman onu yazınız. Bilginlerin çoğunluğunun görüşüne göre, buradaki emir nedb (tavsiye, KUR’ÂN YOLU) içindir. Selem alışverişi (para peşin, mal veresiye) de bunun kapsamı içindedir. Taksitli alışveriş ve veresiye alışveriş de bunun kapsamındadır. Hanefi mezhebi âlimleri, bu âyet-i kerîmeyi selem alışverişinde süre belirlemesinin şart olduğuna delil göstermişlerdir. (S. HAVVÂ, 2/204)
(b) ‘Aranızda bir yazıcı da adâletle yazsın.’ Bu âyet de, yazanın fıkıh (bilgisi) sâhibi, şartları bilen bir kişi olmasına dâir delil vardır. Tâ ki, bu belge şer’i bakımdan da âdil kabul edilsin. (S. HAVVÂ, 2/204)
(c) ‘Yazan Allâh’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.’ Bunu yazabilecek kimselerden hiçbir kimse yazmaktan çekinmesin, değiştirmesin. O yazma işini yapsın ve yüz çevirmesin. (S. HAVVÂ, 2/205) Bunu yazmak farz-ı kîfâyedir, kesinleşince farz-ı ayın olur. Bunun için hükümetin adli yazıcı ataması görevidir. Ve böyle yazıcıların mürâcaat olduğunda yazmaları farz–ı ayındır. Bundan dolayıdır ki, hükümetin ‘belgeler yazıcısı’, başka bir deyimle ‘kâtib-i adl’ denilen ‘noter ataması’ da görevleri arasındadır. Böyle yazıcıların bir müracaat olduğunda yazmaları onlara farz–ı ayındır. (ELMALILI, 2/259)
(d) ‘ve hak, üzerinde bulunan (yâni borçlu olan taraf) yazdırsın.’ Çünkü yazılacak olan senedin içeriği onun ikrârı olacak, şâhitler de onun üzerine şâhitlik edecekler. O hâlde yazıya geçecek ifâde ikrar sâhibi (borçlu)nun ifâdesi şeklinde olmalıdır, senedi (çek vb.ni) borçlu olan taraf (imzalayarak) vermelidir. (ELMALILI, 2/259)
(e) ‘ve imlâ ederken, yazıcıdan ve diğerlerinden değil, Rabbi olan Allah’tan korksun.’ (ELMALILI, 2/259)
f) ‘ondan bir şey eksiltmesin’ ifâdesinde hîle, aldatmaya saparak, olayın hukûki akışını değiştirmesin. (ELMALILI, 2/260)
(g) ‘Şâyet borçlu sefih, küçük veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumdaysa velîsi adâletle yazdırsın.’ İmdi, hak üzerinde bulunan borçlu malını israf ve telef eder, hafif akıllı, yâhut küçük, bunamış bir zayıf, yâhut dilsizlik, tutukluk, cehâlet vb. sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmağa gücü yetmez bir kimse ise velîsi, vasîsi, vekîli hakkâniyet üzere yazdırsın. (ELMALILI, 2/980, 981)
(h) ‘Erkeklerden iki de şâhit yapın’ Bu borçlanma işlemine müslüman iki şâhidin de şâhitlik etmesini isteyin. Ayrıca, hür ve bülûğa ermiş olmak (başka bir anlatımla çocukluktan çıkmış olmak, M. SELMAN), müslüman olmakla birlikte öngörülen iki şarttır. (S. HAVVÂ, 2/205)
Bu âyetten hareket eden fıkıhçılar, gayr-i müslimlerin, müslümanlar arasındaki hukûki ilişkilerde şâhit olamayacakları ve şâhitliklerinin geçersiz olduğu konusunda oybirliği vardır. (KUR’ÂN YOLU, 1/447)
(ı) ‘eğer iki erkek bulunmazsa şâhitlerden râzı olacağınız bir erkek ve iki kadın olabilir.’ Hanefi âlimleri: Kadınlarla birlikte erkeklerin şâhitliği hudud (hadler, cezâlar) ve kısasın dışındaki konularda kabul edilir’ demektedirler. ‘Râzı olunacak’tan amaç ise, âdil oldukları bilinen şâhitlerdir. (S. HAVVÂ, 2/205)
(k) ‘Böylece biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak’ Bir kadın yerine iki kadının şart koşulması, tek kadının akıl ve dürüstlüğünün yeterliliğinden şüphe ve hüküm olmasından değildir. Bu onların özel durumları, konumları, psikolojileri, ev dışındaki hayatla ilgileri(nin azlığı) bakımından unutma veya şaşırma ihtimallerinin daha fazla olmasındandır. (KUR’ÂN YOLU, 1/448)
(l) ‘Şâhitler çağırıldıklarında çekinmesinler’ Bir de şâhitler her ne zaman şâhitliğe çağırılırlarsa kaçınmasınlar. Şâhitlik için gerçekleşen dâvete icâbet farz–ı kifâyedir. Hiç kimse gitmezse günahkâr olur. Giden bulunur da maksat hâsıl olursa diğerleri de günahtan kurtulur. (ELMALILI, 2/262)
(m) ‘Borç büyük olsun, küçük olsun, onu süresi ile berâber yazmaktan üşenmeyin’ Hanefiler şöyle demiştir: Bu buyrukta, elbiselerde selem alışverişinin câiz olduğuna dâir delâlet vardır. Çünkü ölçülen veya tartılan şeyler hakkında küçük veya büyük nitelemesi yapılmaz. (S. HAVVÂ, 2/207)
(n) ‘Bu (durum) Allah yanında adâlete daha uygun, şâhitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır.’ Bu şekilde yazmanız, Allah katında adâlete daha uygundur. Hem şâhidin, hem hâkimin hem de hak sâhibinin tereddüde düşmemesine daha yakındır. Çünkü yazılı belgeye mürâcaat edildiğinde şüphe ortadan kalkar. (S. HAVVÂ, 2/207)
(o) ‘Ancak aranızda peşin alışveriş olursa, onu yazmamanızda size bir günah yoktur.’ Borç işleminde söz konusu olan endişeler, peşin alışverişte söz konusu değildir. (S. HAVVÂ, 2/207)
(p) ‘Alışveriş yaptığınızda şâhit tutun.’ Burada şâhit tutmak emri hem peşin, hem de veresiye içindir. Buradaki emir nedb (tavsiye) içindir. (S. HAVVÂ, 2/207)
Bu cümle, peşin alışverişlerde yazma zorunluluğunun olmadığı bildirilmiştir. Bu cümle, peşin alışverişlerin de zorunluluk olmamakla birlikte yazılabileceğini ifâde etmektedir. Özellikle günümüzde peşin alışverişlerde fiş veya fatura alınması önemli bir konudur. Çünkü alınan ürünün iâde edilmesi durumunda yazı yerine geçen bu belgeler malın nereden (ve hangi târihte) alındığının belgesi olacak ve iâde olanağı sağlayacaktır. (İ. KARAGÖZ 1/440)
(r) ‘Yazana da şâhitlik yapana da zarar verilmesin’ Yazarken ve şâhitlik yaparken tahrîfât, fazlalık, eksiklik yapmaları yasaklanmıştır. Şâhitlerin önemli işlerini aksatarak zarar verilmemelidir. Ya da yazma işi ücretli ise, ücretini vermemek, başka beldeden geliniyor ise yol masrafları (..) ile ilgili zarar vermekten (ya da ek külfetten) bir yasaklamadır. (S. HAVVÂ, 2/207) Şâyet böyle yaparsanız kendinize dokunacak bir kötülük olur. ‘Allah’tan korkun, Allah size (şer’î hükümleri) öğretiyor. Allah her şeyi bilir.’
İster alışveriş ile yapılsın ister ödünç verme ile olsun borçların eksiksiz zamânında alacaklıya ödenmesi gerekir. Kur’an’da, yapılan sözleşmelereuyulması emredilmektedir. (2/177, 5/1, 17/34, 23/8), borç ilişkisinde karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutluğu üzerinde ısrarla durulmaktadır. (4/4, 29). Hadis: Peygamberimiz (s) ‘Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar’ buyurmuştur. (Ebû Dâvud, İ. KARAGÖZ 1/442)
Hadis: ‘Ödeme imkânı olan kimsenin borcunu vermeyip oyalaması, vâdeyi uzatması zulümdür.’ (Buhâri İstikraz 12’den İ. KARAGÖZ 1/443)
(283).‘Eğer yolculukta olur da yazacak kimse bulamazsanız alınan rehineler (yeterlidir)’ Borçlanmalarda genellikle yazı, şâhit ve rehin olmak üzere üç belge söz konusu olur. Rehin, bir malı, bir hak veya alacak karşılığında hakkı alıncaya kadar alıkoymaktır. Borç vâdesinde ödenmezse, rehin kamu kontrolünde satılarak alacak bedelden tahsil edilir.
Rehnin hükümleri: Rehin hakkı sâhibi, alacağı ödeninceye kadar rehni hapsetme ve elinde tutma hakkına sâhiptir: (a) Rehin alacağın istenmesine engel oluşturmaz. (b) Borcun bir bölümü ödenince, rehinin bir bölümünü geri vermek gerekmez. (c) Taraflardan birinin ölümü ile rehin akdi sona ermez, haklar ve yükümlülükler mîrasçılara geçer (d) Rehin mal menkul, gayr-i menkul olabilir. (e) Rehnedilen şeyden sonradan meydana gelen fazlalıklar asıl rehne eklenir. Ağaçların meyvesi, hayvanın süt ve yavrusu gibi. (H. DÖNDÜREN, 1/104/105)
Yolculuk hâlinde, borç ilişkisi kurulduğunda yazacak birini bulamama olasılığı artmaktadır. Kur’ân’ın teklif ettiği çâre, yazma yerine uygun bir nesneyi rehin almaktır. Rehin almanın câiz olması yolculuk hâline özgü değildir. Hz. Peygamberin uygulamasıyla yolculuk dışındaki durumlarda da rehin almanın ve vermenin câiz olduğu anlaşılmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 1/449)
Bâzınız bâzınıza, (borç alıp verenlerin bir kısmı) bu belgelerin hiçbirine lüzum görmezse, emniyet olunan kimse de emânetini iâde etsin, güvenilir olduğunu gereği gibi ispat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç belgeleme (yazı, şâhit, rehin / ipotek)den hiçbirini yapmayıp güvenmek dahi câizdir. O hâlde buna karşılık yukarıdaki ‘fektübû ve eşhidû’ emirleri ve ‘fe rihânun makbûza’ görevi zorunluluk için değil nedb (mendup) içindir. (ELMALILI, 2/ 266)
‘Bir de şâhitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı bilir.’ Şâhitliği gizlemek, kalp yolu ile işlenen bir günahtır. Şâhitliği gizlemek, en büyük günahlardan biridir. Zîrâ kalplerin fiilleri, diğer organların fiillerinden daha büyüktür. (S. HAVVÂ, 2/208)
Özellikle kul hakkının yitirilmesi ihtimâli bulunduğunda, tanık olanların gizlemeler câiz değildir. Sorulmasa bile, kendiliklerinden ilgili makama gelip tanıklık etmeleri gerekli görülmüştür. (KUR’ÂN YOLU, 1/449)
Hadis: ‘Size şâhitlerin en hayırlısını haber vereyim mi? O, kendiliğinden gelip şâhitliği yapan kimsedir veya çağırılıp tanıklık yapması istenmeden önce gelip şâhitliği yapan kimsedir.’ (Ebû Dâvud’dan İ. KARAGÖZ 1/445)
2/284-286 İMAN ESASLARI VE DUÂ
284. Göklerde ve yerde olan her şey sâdece Allâh’ındır. (Eyİnsanlar!) İçinizdeki (yapmayıdüşündüğünüzbirgünaheylemi)ni açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesâba çeker. O, (niyetveamellerinegöre) dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah herşeye kâdirdir.
285. (O) Rasûl, Rabbinden kendisine indirilen (Kur’ân’)a îman etti, mü’minler de (îmanettiler. Onların) her biri Allâh’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman etti. “O’nun peygamberlerinden hiçbiri arasında (îmanbakımından) ayırım yapmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) ancak sanadır.” dediler.
286. Allah kimseye (ibâdetveitaatte) gücünün yettiğinin dışında (üstünde) teklifte bulunmaz (herkesin) kazandığı (iyilik) kendi yararına; yaptığı (kötülükler) de kendi zararınadır. (Ey müminler, şöyle duâ edinJ “Rabbimiz. Unutur veya (kasıtsız) hatâ edersek, bizi (ondan) sorguya çekme. Rabbimiz. Bizden önceki (itaatsizümmet)lere yüklediğin gibi, bize (ağır) yük yükleme. Ey Rabbimiz. Gücümüzün yetmediği şeyleri de bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge. Sen Mevlâmızsın; küfre sapan, seni tanımayanlara karşı bize yardım et (zaferihsaneyle).”
284-286. (284).‘İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.’ Nesefi şöyle demektedir: Vesveseler ve insanın içinden geçirdikleri, kişinin gizledikleri kapsamına girmemektedir. Çünkü bunlardan kurtulmak, insan için mümkün olmamaktadır. Fakat inanıp ta işlemeye karar verdiği şeylerden sorumludur. Hülâsa küfre karar vermek küfürdür.. Ancak, azim ya da karar olmaksızın günah işlemek hatırdan gelip geçivermesi af edilmiştir. Günah işlemeye karar vermekle birlikte bu kararından dolayı pişman olur ve geri dönüp istiğfar edecek olursa, o da bağışlanır. (S. HAVVÂ, 2/209)
Hadis: Allah, ümmetimin içinden geçirdiklerini – söylemedikçe ve yapmadıkça – bağışlamıştır. (Müslim Îman 201, 202; KUR’ÂN YOLU, 1/451)
Hadis: Kulum iyi bir şeyi yapmaya niyetlendiği zaman ona bir sevap yazarım. Onu yaptığı zaman ise, 10 dan 700 e kadar katlayarak sevap yazarım. Kötü bir şey yapmaya niyetlenip de onu yapmadığı zaman günah yazmam, yaptığı takdirde ise bir günah yazarım. (Müslim Îman 204, 207; KUR’ÂN YOLU, 1/451)
(285).‘Müminlerin de hepsi, Allâh’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettiler.’ İman Esasları: Îman, Allâh’ın dînini, yâni Hz. Muhammed’in haber verdiği kesin öğretileri kalben onaylamaktır. Ehl-i sünnet inancına göre amel, îmandan bir parça değildir. Yâni, kesin inanç esaslarını inkâr bulunmadıkça, amel eksikliği kişiyi dinden çıkarmaz. (İlgili âyetler: 2/227, 10/9, 11/23, 29/7, 9) (a) Allâh’a îman: 7/180, 59/24, 4/171. (b) Meleklere îman: 2/30,85, 19/64, 16/102, 2/87, 32/11, 39/68, 2/98, 79/5. (c) Kitaplara îman: 5/44, 6/91, 21/105, 4/163, 17/155, 3/84, 5/46. (d) Peygamberlere îman: 42/13, 33/7, 48/35, 2/253. (e) Âhiret gününe îman: 2/3, 39/68, 30/27, 36/79, 40/57, 79/27. (f) Kazâ ve Kadere îman: 92/5-10, 13/183. (H. DÖNDÜREN, 1/105-107)
(286).‘Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.’ Allah, kimseye tâkatından fazla bir şey yüklemez. Bu, onun yaratıklarına karşı lütufkârlığının, onlara merhametinin, onlara iyiliğinin bir tecellîsidir. Bu sebeple onun teklifi, kudret ve insan tarafından kolaylıkla yapılabilen gücün ve gayretin son noktasını zorlamayan bir çerçeve içerisindedir. (S. HAVVÂ, 2/217)
‘Kazandığı lehine, yüklendiği aleyhinedir.’ Her nefis, hayırdan ne kazanırsa kendi lehine (kendi yararına, (ELMALILI, 2/274), şerden ne yüklenirse kendi aleyhinedir. (kendi zararınadır. (S. HAVVÂ, 2/217)
Âyetin bu kısmı, kazâ, kader, irâde, kudret, kesb konularında yüzyıllardır süren ve mezhep (ekol)lerin oluşmasına temel teşkil eden bir tartışmaya açıklık getirmektedir. Mâtüridi mezhebi, diğer deliller yanında bu âyetten ışık ve güç almaktadır. Bu mezhebe göre, Allah kullarına irâde ve güç vermiştir. Bu irâde ve kudret yaratılmıştır, hem hayır hem de şer için işler ve bu anlamda genel niteliklidir. Külli irâde ve kudretin, hayır ve şerden birine sarf edilmesi cüz’i niteliklidir, yâni cüz’i kudret, cüz’i irâdedir. Buna azim ve kesb de denir. Kesb, fiilin yok iken var olmasının (yaratılmasını) değil, vasfını (hayır veya şer olmasını) etkiler. İşte beşeri sorumluluk ta bu kesbe dayanır. (KUR’ÂN YOLU, 1/455)
Hadis: Yüce Allah, ümmetimden hatânın, unutmanın ve zorlama altında kalarak yaptıklarının günahını kaldırmıştır. (İbni Mâce sahîhi, S. HAVVÂ, 2/218)
Bu son iki âyet (Âmene ‘rrasûlü) peygamberimize miraç gecesinde vâsıtasız olarak vahyolunmuş, özellikle yatmadan önce okunması tavsiye edilmiştir. (Müslim. ELMALILI, 2/282)