Enbiya Suresi

21 /  Enbiyâ Sûresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 112 âyettir. 44. âyet için “Medenî” diyenler vardır. Enbiyâ, “peygamberler” demektir. Peygamberlerden söz ettiği için bu adı almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/321)

Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla

21/1-6  HESÂBA  ÇEKİLECEKLERİ  GÜN  YAKLAŞTI

1. İnsanların hesâb(açekilmezamân)ı yaklaştı. Hâl böyle iken kâfirler, hâlâ gaflet içinde yüz çevirmektedirler.

2-3. Rablerinden Mekke müşriklerine yeni bir öğüt (ve îkaz) gelmeyegörsün, hemen onunla alay ederler. (Hemde) kalplerinden onu oyuna / eğlenceye alarak (dinlerler). Zulmedenler (aralarında) gizlice şöyle fısıldaşırlar. “Bu (Muhammed) de sizin gibi bir insan değil mi ki? Siz artık göre göre (bu) Kur’ân’a mı uyacaksınız?” [bk. 17/47; 41/26]

4. (Peygamber müşriklere🙂 “Rabbim gökte ve yerde olan (her) sözü bilir. O hakkıyla işitendir, bilendir.” dedi.

5. (Mekkeli müşrikler🙂 “Hayır! Bu (âyetler), karmakarışık rüyâlardır. Hayır! Onu o uydurmuştur. Hayır! O bir şâirdir. (Şâyetböyledeğilse,) o hâlde bizden öncekilere (mûcize) gönderildiği gibi, o da bize bir mûcize getirsin.” dediler.

6. (Rasûlüm!) Bunlardan önce helâk ettiğimiz (kavimleriçindeböylediyen) hiçbir şehir / belde (halkı) îman etmemişti. Şimdi bunlar mı îman edecek?

1-6. (1).’İnsanların (kâfirlerin/Nesefi) hesaplarının görülme zamanı (olan kıyâmet) yaklaştı.’ Bu zamânın yaklaşmak ile nitelendirilmesinin sebebi ise, geriye kalan zamânın geçmişe nisbetle az olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/137)

Kâfirlere âit birçok huy ve davranışa müminlerin de müptelâ olması mümkündür. Bu bakımdan Müslüman, her zaman nefsi ve kalbini göz önünde bulundurmalı ve kontrol etmelidir. O hâlde size düşen, hesâba çekilmeden önce nefsinizi hesâba çekmek, uyandırılmadan önce bu uyarıya dikkat edip uyanmak, gafillerden yüz çevirerek bütün mahlûkâtı yaratanın zikriyle meşgul olmaktır. (S. HAVVÂ, 9//140)   

Hadis: Kıyâmetin kopması yaklaşıyor. Bu zamanda ilim azalır, cimrilik ortaya çıkar, fitne zuhur eder ve insan öldürme, katliâm çoğalır.’ (Buhâri Fiten 5, İ. KARAGÖZ 4/549)

Hadis: Efendimiz (sav), bir defâsında şehâdet parmağıyla orta parmağını bir araya getirerek: ‘Benimle kıyâmetin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben, peygamber olarak gönderildim.’ (Müslim Cuma 43).buyurmuştur. Bu açıklamasıyla Allah Rasûlü (s), kendisinden sonra kıyâmete kadar başka peygamber gelmeyeceğini, bu sebeple insanların, başka bir uyarıcı beklemeksizin şimdiden hâllerini düzeltmeleri gerektiğini haber vermiştir. (Ö. ÇELİK, 3/348)       

(2, 3).’Rablerinden kendilerine gelen her yeni âyeti mutlaka eğlenerek dinliyorlar.’ Müşrikler, Hz. Muhammed (s)’in peygamber olduğuna îman etmiyorlardı. Gerekçe olarak Hz. Muhammed (s)’in kendileri gibi bir insan olmasınızikrediyorlardı. Çünkü onlara göre bir insan, peygamber mi olurdu? Melek olmalıydı. (64/6, 7/63, 69). (..) Müşrikler, Allâh’ın âyetlerine büyü diyorlardı. Çünkü okunan âyetler, onları etkiliyordu. Âyetlerin Allah sözü olduğunukabullenemedikleri için onlara göre Kur’an olsa olsa büyü olabilirdi. Çünkü Kur’an insan sözüne benzemiyordu. (İ. KARAGÖZ 4/551, 552)

Mu’tezilenin bu Kur’ân-ı Kerim’in hudusuna (sonradan meydana geldiğine, yaratıldığına) dair kullandıkları delillerden birisi de, Yüce Allah’ın bu buyruğudur. Ancak onların bunu delil göstermeleri yerinde değildir. Çünkü burada sözü geçen ‘muhdes: yeni’ den kasıt, okunmaya başlandığı sırada onların işitmelerinin yeni ve yakın olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/140)

Yâni Kur’ân’ı ezberleyen ve okuyan insanın ağzından çıkan sözlü kelâm ve belleğinde yer alan zihinsel tasavvurlar mahlûk olduğu gibi, onu yazan insanın kullanmış olduğu mürekkep, kâğıt ve yazı da söz konusu kelâmın birer unsuru olarak mahlûktur. Nitekim Kevseri’nin dediğine göre İmam Ebû Hanife de Allâh’a âit sıfatları ezeli, ancak yaratıklara âit olanları mahlûk olarak görmektedir. Tabiatıyla bu sıfatlardan biri olan ‘kelâm’  da Allâh’a âit oluşu itibâriyle ezelidir ve yalnızca O’na mahsus bir sıfattır. Dolayısıyla söz konusu sıfatın bir tecellisi olan mânâlar da Kur’ân’ın mahlûk olmadığını, sâdece onu okuyanların dillerindeki ses, ezberleyenlerin hâfızalarındaki zihni tasavvurlar ve Mushaflardaki yazılar itibariyle mahlûk olduğunu gösterir. (M. DEMİRCİ, 2/307)

‘Kalpleri gaflet içerisindedir.’ Nesefi, Ebu Bek(i)r el Verrâk’ın ‘gaflet içindeki kalb’i açıklarken söylediği sözü aktarmaktadır: Gaflet içindeki kalp, dünyâ hayâtının ziynetiyle, süsüyle uğraşır da, Âhiret’ten ve Âhiret’in dehşetli hâllerinden gaflette olur. (S. HAVVÂ, 9/140)

(4).‘(Peygambermüşriklere🙂 “Rabbim gökte ve yerde olan (her) sözü bilir. O hakkıyla işitendir, bilendir.” dedi.’ Kâfirlerin inatçı tavırları:   Hasan-ı Basri, peygamberden mûcize isteyen kavimlere mûcize gösterildiği takdirde îman etmezlerse, kökleri kesilecek şekilde cezâlandırılacaklarına dâir Allâh’ın hükmü olduğunu söylemiş; soylarından dindar nesiller geleceği, dolayısıyla onların eliyle İslâmiyet  kıyâmete kadar yaşayacağı için Hz. Peygamberin ümmetinden bu hükmün kaldırıldığını, bu sebeple bu ümmet içinden inkârcıların, sırf inkâr ve alay maksatlı mûcize isteklerine cevap verilmediğini ifâde etmiştir. (Razi’den, KUR’AN YOLU, 3/666)

(5).‘(Müşrikler🙂 “Hayır! Bu (âyetler), karmakarışık rüyâlardır. Hayır! Onu o uydurmuştur. Hayır! O bir şâirdir. (Şâyetböyledeğilse,) o hâlde bizden öncekilere (mûcize) gönderildiği gibi, o da bize bir âyet (mûcize) getirsin.” dediler.’ Eğer dediğimiz gibi değilse, bilakis Allah’tan bir elçi ise, ‘bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet’ yâni öncekilere gönderilen beyaz el, asâ, ölülerin diriltilmesi, deve ve benzerleri apaçık bir mûcize ‘getirsin’ de ona inanalım ‘dediler.’ (İ. H. BURSEVİ, 12/409)

(6).‘(Rasûlüm!) Bunlardan önce helâk ettiğimiz (kavimleriçindeböylediyen) hiçbir belde (hâlkı) îman etmemişti. Şimdi bunlar mı îman edecek?’ Kasabalar hâlkı peygamberlerine birtakım mûcizeler teklif ettiler. Bu mûcizelerin gerçekleşmesi hâlinde onlara îman edeceklerine dâir söz verdiler. Mûcizeler geldikten sonra ise sözlerinde durmadılar, muhâlefet ettiler. Bu sebepten Allah da onları helâk etti. İşte şimdi biz bunlara da teklif ettikleri mûcizeleri verecek olursak, aynı şekilde sözlerinde durmazlar. İşte bu buyruk onların ‘Haydi önceki peygamberler gibi o da bize bir mûcize getirsin’ şeklindeki sözlerine bir cevaptır. (S. HAVVÂ, 9/143)

21/7-9  BİLMİYORSANIZ  BİLENLERDEN  SORUN

7. (Ey Peygamberim!) Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (müttakîâlimlere) sorun. [krş. 16/43]

8. Biz peygamberleri yiyip içmeyen bir beden sâhibi yapmadık ve (dünyâda) ebedî kalıcı da değillerdir.

9. Sonra biz, onlara verdiğimiz (yardım) sözü(müzü) yerine getirdik, hem kendilerini hem de dilediğimiz kimseleri kurtardık, (inkârveisyanda) aşırı gidenleri de helâk ettik.

7-9. (7).’Bilmiyorsanız zikir ehline (ilim sâhiplerine) sorun.’ Yâni Yahûdiler, Hristiyanlar ve diğer insan grupları gibi bu konuda bilgisi olan ümmetlere soru sorunuz. Daha önceden gelmiş olan resuller insanlardan mıydı, meleklerden miydi, diye. Eğer sizler, onlara dâir bir şey bilmiyorsanız soru sorunuz, onlar da sizlere önceki peygamberlerin de beşer olduklarını bildireceklerdir. (S. HAVVÂ, 9/144)

Âyet, dolaylı olarak bir konuda bilgi sâhibi olmayanların, o konunun ehlinden, uzmanlarından sorup öğrenerek doğru bilgi edinmeleri gerektiğini belirtmekte, dolayısıyla Kur’ân hakkında bilgisi olmayanların da peşin bir yargıda bulunmayıp, Kur’ân hakkında doğru ve yeterli bilgiye sâhip olanların bu birikim(ler)inden yararlanmaları gerektiğine işâret etmektedir. (KUR’AN YOLU, 3/667)

(8).‘Biz onları yiyip içmeyen bir beden sâhibi yapmadık ve (dünyâda) ebedî kalıcı da değillerdir.’ Müşrikler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edebilmeleri için, onun insanüstü varlıklardan olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Oysa gönderilen peygamberlerin tamâmı insandı. Onlar da diğer insanlar gibi yer, içer, uyur, evlenir, çocuk sâhibi olur, kısaca diğer insanların özelliklerini taşırlardı. (Bu konuda ayrıca bk. En’am, 6/8-9, KUR’AN YOLU, 3/667)

21/10-15  VAY  BAŞIMIZA  GELENLERE! 

10. (Ey insanlar!) Andolsun ki biz, size içinde zikriniz (şan, şeref, ahkâmveöğüdünüz) bulunan bir Kitap indirdik. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

11. Biz (kâfir olan ve halka) zulmeden nice şehri helâk ettik ve onların ardından başka kavimler var ettik. [bk. 17/16-17; 22/45]

12. Onlar azâbımızı hissettikleri zaman, oradan (şehirlerinden) hemen kaçmaya koyulurlardı.

13. (Melekler kâfirlere) “Kaçmayın, içinde şımartıldığınız şeylere ve yurtlarınıza dönün. Çünkü siz sorguya çekileceksiniz.” (dedi).

14. (Kâfirler kurtulamayınca🙂 “Eyvah bize! Gerçekten biz zâlim kimselermişiz.” dediler.

15. Onların işte bu feryatları, biz onları biçilmiş bir ot, sönmüş bir ateş hâline getirinceye kadar devam etti.

10-15. (10).‘Andolsun ki, içinde zikriniz bulunan bir kitap indirdik,’ İbn-i Abbas, âyet-i kerîmede sözü geçen zikri şeref olarak tefsir etmiştir. Başkaları da öğüt ve vaaz olmakla tefsir etmiş, daha başkaları onun din olduğunu belirterek tefsir etmiştir. Buradaki zikir, ister şeref, ister öğüt, isterse de din ile tefsir edilmiş olsun, inkârcıların Kur’ânKerîm’in karışık rüyâlar, yalan veya şiir olduğu şeklindeki iddiâlarına bir cevaptır. (S. HAVVÂ, 9/150)

Kur’ânı Kerim’de dînin emirleri, şeriatın hükümleri, âhirette karşılaşılacak mükâfat ve cezâlar açıkça îzah edilmektedir. Akıllı olanlara düşen vazife, bunlar üzerinde tefekkür edip, doğru yolu bulabilmektir. Kur’ân’ın hayâtı tanzim eden / düzenleyen her türlü kânun, kural ve hükümlerini gerektiği şekilde uygulayabilmektir. Bunu başarabilenlere Kur’ân’ın çok büyük bir izzet ve şeref kazandıracağında şüphe yoktur. (Ö. ÇELİK, 3/351)   

(11).‘Biz zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onların ardından başka kavimler var ettik.’ Bu âyetlerin muhâtabı Mekke müşrikleri olmakla birlikte, yaşayışlarıyla topyekün yok olmayı hak eden her millet için bir tehdit ve uyarı anlamı taşımaktadır. Yüce Allah, geçmişteki insanların haksızlık ve azgınlıkları sebebiyle helâk edildiklerini, böylece tarih sahnesinden silinip gittiklerini anlatmak sûretiyle yeni nesillerin bundan ders almalarını istemektedir. (KUR’AN YOLU, 3/669)  

21/16-20  GÖĞÜ  YERİ  VE  İÇİNDEKİLERİ  EĞLENCE  OLSUN  DİYE  YARATMADIK

16. Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.] [bk. 38/27; 53/31]

17. Eğer bir eğlence edinmek dileseydik, onu elbet kendi tarafımızdan (şânımıziçin) edinirdik. Ne var ki biz böyle (eğlenceveoyunolsundiye) yapmadık. [bk. 30/8; 38/27; 44/38-39]

18. Hayır! (Bizgerçeğisöyler, gerçeğiyaparız,) biz hakkı bâtılın üzerine atarız da o bunun beynini parçalar. Bir de bakarsın ki o (bâtıl) yok olup gitmiştir. (Ey müşrikler! Allah’akarşıyalanolarak) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı vay siz(inhâliniz)e! [bk. 17/81]

19, 20. Göklerde ve yerde olanlar ancak Allâh’ındır. O’nun nezdindeki (melek)ler O’na kulluk etmekten kibirlenmezler ve yorulmazlar. Gece ve gündüz ara vermeden (O’nu) tesbih ederler. [bk. 4/172]

16-20. (16).‘..oyun olsun diye yaratmadık.’ Oyun ve eğlence maksadıyla onları yaratmış değiliz. Onları yaratmamızın sebebi, bunları yaratan müdebbirin / Allâh’ın kudretine delil olsunlar, hikmetimize uygun olarak iyilik ve kötülük yapanlara amellerinin karşılıklarını verelim, diye yarattık. (S. HAVVÂ, 9/152)

Bu âlemin hikmetsiz, gâyesiz, boş ve bâtıl olarak yaratılmış olduğunu ancak inkârcılar düşünür. (Sâd, 38/27). Onlara göre hayat sâdece dünyâ hayâtıdır, âhiret hayâtı diye bir şey yoktur. (Câsiye, 45/24, KUR’AN YOLU, 3/669)

Kâinatta hikmetsiz ve görevi bulunmayan hiçbir varlık yoktur. Çünkü Allah ‘Hakîm’ yâni her işi hikmetli olandır. Yüce Allah, aslâ abes fiil işlemez. Belli bir hikmet ve önemli bir amaç için yapılmayan işler bâtıl işlerdir. Yüce Allâh’ın oyun edinmesi, eğlence için birşeyler yapması hikmete uygun düşmez. Yüce Allah, böyle işlerden münezzehtir. Şu âyetler, bu âyetin anlamını ifâde etmektedir: ‘Biz gökleri ve yeri boş yere yaratmadık.’ (38/27). ‘Biz, gökleri, yeri ve her ikisi arasındakileri sırf önemli bir amaç için ve belli bir süre ile sınırlı olarak yarattık.’ (46/3, bk. 15/85, 67/2; İ. KARAGÖZ 4/562)

(18).‘Biz gerçeği bâtılın tepesine indiririz.’ Hakkı bâtılın üzerine bırakıp musallat kılmamız Bizim sünnetimizin bir parçasıdır. ‘Onun beynini parçalar’ dağıtır, yâni hak bâtılı ortadan kaldırır. ‘O da’ yâni bâtıl da ‘çekişe çekişe can verir.’ Oracıktahelâkolur, yok olur gider. (S. HAVVÂ, 9/153)

Allâh’a îman edenler O’nun sözünün gerçekliğinden, varlık binâsı ve düzeni içinde gerçeğin vazgeçilmezliğinden, Yüce Allâh’ın bâtılın üzerine atıp, onunla bâtılın beynini parçaladığı, gerçeğin zaferinden kuşku duymazlar. Eğer Yüce Allah kimi zaman bâtılı gâlip getirmek sûretiyle onları sınıyorsa, bunun bir fitne olduğunu bilirler, bunun bir imtihan olduğunu kavrarlar, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı Rablerinin onları eğittiğini, fark ederler. Rabb’leri onları hakkın zafer kazandığı bir geleceğe hazırlamaktadır. Onları kaderine perde yapmaktadır. İmtihan dönemini yaşamalarını, bu dönemde eksikliklerini tamamlamalarını, zaaflarını tedâvi etmelerini istemektedir. Onlar ne kadar çabuk eksikliklerini giderirlerse, Yüce Allah da imtihan dönemini o kadar kısa tutacaktır, onlar aracılığı ile dilediğini gerçekleştirecektir. (S. KUTUB, 7/266, 267)      

(19).‘Katında olanlar (melekler) O’na ibâdet etmekten çekinmezler.’  Melekler Allâh’a ibâdet etme husûsunda ne kibirlenirler ne de yorulurlar; bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allâh’ı tesbih ederler; Allâh’a kulluktan kaçınmazlar (Nisâ, 4/172) O’na isyan etmez, kendilerine emredileni yerine getirirler. (Tahrim, 66/6, KUR’AN YOLU, 3/670)

‘Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır.’ ‘Göklerde ve yerde olanlar’ ile maksat, canlı ve cansız bütün varlıklardır. Bütün varlıkları yaratan ve yaşatan yüce Allah’tır. Hâlbuki Allah, evrende ne varsa, her birini bir hikmete bağlı olarak yaratmıştır. Hepsi O’nun mülkü ve kullarıdır. O hiçbir şekilde yarattıklarına muhtaç olmadığı gibi, yarattıkları da O’na ortak değildir. Hepsi irâdeli veya irâdesiz olarak O’na kulluk eder. (bk. 17/44, 24/41, 55/5-9; İ. KARAGÖZ 4/564)

‘.. Allâh’a ibâdet etmekten büyüklenmezler.’ Melekler, Allâh’a isyan etmezler. Kendilerine emredileni yerine getirirler. (66/6). İbâdette kibir, küfürdür. İblis, yüce Allâh’ın Hz. Âdem’e secde etme emrine kibirlendiği için uymamış ve kâfirlerden olmuştur. (38/72-82; İ. KARAGÖZ 4/564)).   

21/21-25  ALLAH’TAN  BAŞKA  İLÂHLAR  BULUNSAYDI

21. Yoksa yeryüzünde müşrikler, (Allah’tanbaşka) ölüleri diriltecek birtakım tanrılar mı edindiler?

22. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, elbette ikisi(ninyönetimvedüzeni) de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların uydurup yakıştırdıkları sıfatlardan yüce (vemünezzeh)tir. [bk. 23/91]

23. Allâh’a yaptığından sorulmaz (O’nusorguyaçekecekyoktur), insanlar ise sorguya çekilirler. [bk. 15/92-93; 23/88]

24. (Müşrikler) Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “(Yaptığınızındoğruluğunuispatlayacak) kesin delillerinizi getirin. İşte benimle berâber olan (müslüman)ların Kitab’ı; üstelik benden öncekilerin Kitab’ı da (ortada).” Fakat onların çoğu hakkı bilmezler, bu sebepten dolayı da yüz çevirirler.

25. (Ey Peygamberim!) Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona: “Şüpheniz olmasın ki benden başka hiçbir ilâh yoktur, o hâlde bana kulluk edin!” diye vahyetmiş olmayalım. [bk. 16/36, 43-45]

21-25. (21).‘Yoksa yeryüzünde müşrikler, (Allah’tanbaşka), ölüleri diriltecek birtakım tanrılar mı edindiler?    Müşrikler, Allah’ın varlığına ve evrenin yaratıcısı olduğuna inandıkları hâlde elleriyle yaptıkları putları O’na ortak koşup onlara tapıyorlar; böylece putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve kendilerini O’nun vereceği cezâdan koruyacağına inanıyorlardı. Ancak öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları için, putların ölüleri dirilteceğini iddiâ etmiyorlar, aksine böyle bir şeyin olamayacağını savunuyorlardı. (bk. Yasin, 36/78, KUR’AN YOLU, 3/672)

(22).‘Eğer onların ikisinde Allah’tan başka ilâh olsaydı ikisi de muhakkak ki, bozulup gitmişti.’ Yer ve gökte birden çok ilâh olsaydı, evrendeki bu düzen bozulurdu. Çünkü her ilâh, gücünü ortaya koyunca diğerinin güç alanına girer, ya ona güç yetirir, bu takdirde o âciz kalır, ya da güç yetiremezse kendi aciz kalır. Aciz kalan ise, ilâh olamaz. Buna göre mâdemki evrende eşsiz düzen var, öyleyse Allah vardır ve birdir. (H. DÖNDÜREN, 2/529) (bk. Müminûn, 23/91, Ö. ÇELİK, 3/357)

(23).‘Allah, yaptığından sorumlu değildir.’  Sorguya çekenin, sorguya çekilenden daha üstün olması gerekir. Allah’tan daha üstün bir varlık tasavvur etmek mümkün olmadığına göre, O’nun birileri tarafından sorguya çekilmesi düşünülemez. Ayrıca, sorumluluk, dürüstlük ve adâletinden şüphe edilen kimseler için geçerlidir. Cenâb-ı Hak ise bu nevi noksanlıklardan pâk ve münezzehtir. (Ö. ÇELİK, 3/357)

O, bütün hâkimlerin hâkimi, bütün sebep ve etkenlerin yaratıcısı ve îcad edicisi olan, istediğini yapan tek ilâhtır. Dilediği şekilde hareket eder, bununla berâber eğlence edinmekten münezzehtir. Hiçbir işi oyuncak değil, her yaptığı hikmetin ta kendisidir. Hikmetin hakikati de kendi bilgisindedir. Bildirirse bildirir, bildirmezse yalnız kendi bilir. Sözün özü: O’na karşı ‘Şu neden şöyle oldu, niçin yaptın? Söyle bakayım’ gibi sorgu ve azarlamaya kalkışmak, kimsenin haddi değildir. ‘Hâlbuki onlar, (yânikullar) sorgulanırlar.’ Allah’ın huzûrunda bütün yaptıklarından sorgulanacak, ona göre sevâbını veya azâbını göreceklerdir. (ELMALILI, 5/445, 446)       

Ehl-i hak, Melik ve Hak olan Allâh’a fiillerinde yarattıklarında meydana getirdiklerine itiraz etmenin küfür olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna ancak kâfir, câhil ve dalâlette olan kimse cüret eder. Nebi (s)’e itiraz etmek de böyledir. Çünkü onun söylediği ancak Hak’tandır, hevâsından değil. (Bk. Necm, 53/3-4) Şu hâlde O’na itiraz etmek, Hakk’a itirazdır ve bu da kişiyi helâke götürür. (İ. H. BURSEVİ, 12/439, 440) 

(25).‘Nitekim senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: “Şüpheniz olmasın ki benden başka hiçbir ilâh yoktur, o hâlde bana kulluk edin!” diye vahyetmiş olmayalım.’ Âlûsi der ki: İbn-i Kayyım’ın Miftâhu‘s Saâde adlı eserinde şöyle denilmektedir: Eğer peygamberler olmamış olsaydı, dünyâda ne faydalı bir ilim ne sâlih bir amel olurdu. Ne yaşayışta bir salâh, ne de bir ülkede düzen bulunurdu. İnsanlar, hayvanlar ve bayağı yırtıcı vahşiler gibi olurlardı. Biri ötekine saldıran köpekleri andırırdı. Şu dünyâdaki her bir hayır, nübüvvetin eseridir. (S. HAVVÂ, 9/168)

21/26-29  MELEKLER  LÜTUF  VE  İHSÂNA  MAZHAR  OLMUŞ  KULLARDIR

26, 27. “(Müşrikler) Rahmân (olanAllah) çocuk edindi.” dediler. O’nun şânı yücedir (vebunlardanuzaktır). Hayır! Onlar(ınevlâtdediklerimelekler) kerîm (şerefli) kullardır. [krş. 16/57] 27. Onlar, Allah’tan önce söz söylemezler ve (ancak) O’nun emriyle hareket ederler.

28. (Allah) onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri (yâniyaptıklarınıveyapacaklarını) bilir. (Melekler) O’nun râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O’nun korkusundan titrerler. [krş. 2/255; 20/109; 53/26; 78/38]

29. Onlardan kim: “O (Allah)’ın yanısıra ben de bir ilâhım.” derse, işte onu cehennemle cezâlandırırız. Zâlimlere işte böyle cezâ veririz.

26-29. (26).“Rahmân (olanAllah) çocuk edindi.” dediler. O’nun şânı yücedir (vebunlardanuzaktır). Hayır! Onlar(ınevlâtdediklerimelekler) kerîm (şerefli) kullardır.’ Hıristîyanlar Hz. Îsâ’nın Allâh’ın oğlu olduğunu iddiâ ederken, bâzı putperestler de meleklerin Allâh’ın kızları olduğunu ileri sürmüşlerdir. (Nahl, 16/57; İsrâ, 17/40; Zuhruf, 43/15-20) Çocuk sâhibi olmak veya evlât edinmek, bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Oysa Allah, bundan münezzehtir. O’nun hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur. (KUR’AN YOLU, 3/673)

‘Hâşâ! Allah bundan münezzehtir, uzak ve yücedir.’ Allâh’ın çocuğu olması için eşi olması gerekir. Allâh’ın eşi, çocuğu, anası ve babasıyoktur. Eşi, çocuğu, anası ve babası olmak yaratılmışlara özgüdür. Eş ve çocuk sâhibi olmak, bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Allah bundan münezzehtir. O’nun hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur. (İ. KARAGÖZ 4/570)  

Melekler Allah’ın kızları değil, husûsi hikmetlere binâen yarattığı seçkin ve şerefli kullarıdır. (..) Melekler âhirette şefaat edecekleri gibi, dünyâda da müminlerin bağışlanması için duâ ve istiğfar etmektedirler. (bk. Mümin, 40/7-9, Ö. ÇELİK, 3/359)   

(29).‘Onlardan kim: “O (Allah)’ın yanısıra ben de bir ilâhım.” derse, işte onu cehennemle cezâlandırırız. Zâlimlere işte böyle cezâ veririz.’ İbn-i Abbas, Katâde, Dahhak ve diğerlerine göre burada kastedilen İblis’tir. Çünkü meleklerin arasında ondan başka ilâhlık iddiâsında bulunan olmamıştır. Ayrıca âyet, bu iddiada bulunan herkesi kapsar. (H. DÖNDÜREN, 2/529)

21/30-33  HER CANLI  SUDAN  YARATILMIŞTIR

30. (Ey Peygamberim!) İnkâr edenler, gökler ve yer (birmaddehâlinde) bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı bilmediler mi? Onlar hâlâ inanmazlar mı?

31. İnsanları (seyrivedönmesisırasında) sarsmasın diye yeryüzünde dağlar yarattık. (Gidecekleri) yeri bulsunlar diye orada geniş yollar var ettik. [bk. 16/15-16; 79/32]

32. Göğü de (düşmektenvebozulmaktan) korunmuş bir tavan yaptık. O (inkârede)nler ise (Allâh’ınvarlığının ve gücünün)  alâmetlerinden yüz çevirmektedirler. [bk. 12/105; 50/6; 51/47; 91/5]

33. Allah geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.

30-33. (30).‘O küfredenler görmezler mi ki, gökler ve yer bitişikken Biz onları ayırdık.’ Buyruğunda yer alan ‘bitişik’  lafzının tefsiri ile ilgili iki görüş vardır:  Birinci görüş, İbn-i Abbas’ın görüşü olup şöyledir: Gökler önceleri bitişik bir şekildeydi, yağmur da yağdırmıyordu. Arz da bitki bitirmez hâlde bitişikti. Allah yeryüzünde yaşayacak mahlûkâtı yaratınca göğü yağmur ile açtı, arzı da bitkilerle ayırdı. İkinci bakış açısını Said b. Cübeyr’in sözleri temsil etmektedir: İbn-i Kesir’in naklettiğine göre şöyledir: ‘Aksine, gök ve yer birbirine bitişik idi. Semâyı yükseltip, arzı ondan ayırınca, şânı Yüce Allâh’ın kitabında kendisinden söz etmiş olduğu ‘onların birbirinden ayrılmaları’  olmuştur. Bu açıklama şekli de, çağımızdaki bilimsel teorilerin en hassas açıklamalarına uygundur. Bu kâinat hakkındaki genel yorumlar şöyledir: Bâzı yıldız kümeleri kâinat merkezinden dehşet verici bir hızla uzaklaşıp gitmektedir. Bu bir zamanlar bu kâinatın bitişik olduğunun delilleri, bir tek kütle olduğunun delilleri arasındadır. (S. HAVVÂ, 9/173)

‘.. ve bütün canlıları sudan yarattık.’ Âyette hayâtın temelinin suya dayandığına işâret edilmek üzere, canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı bildirilmektedir. (..) Bilimin verilerine göre, canlıların bileşiminin yarıdan fazlasını su oluşturmaktadır. Başka bir âyette Allâh-ü Teâlâ’nın her canlıyı sudan yarattığı açık bir şekilde ifâde edildikten sonra, canlıların özelliklerine göre türlerine ayrıldığı belirtilir (bk. en Nûr, 24/45; KUR’AN YOLU, 3/676)

‘.. ve hayatı olan her şeyi sudan yarattık.’  Yâni gerek bitki, gerek hayvan ve gerek insan olsun, canlı olan her şeyin hayâtına suyu sebep kıldık. (ELMALILI, 5/449)

Yüce Allah’ın, “Her canlı şeyi sudan yarattık” buyurması, müfessirlere göre, “Her şeyi sudan canlı kıldık yâhut her canlı şeyi su sebebiyle yarattık.” manasındadır. Canlılarda % 80-90 temel unsur su olmuştur. Mûcize dışında, gözle görülen her canlı -bitkiler dahil- susuz oluşmamış ve susuz yaşayamaz demektir. Yüce Allah, insanı (toprak ve su karışımı) çamurdan yaratmaya başlamış ve kendi bünyesinde geçirdiği aşamalaldan sonra ona ruh vermiştir. İnsandaki rûhî hâller ve şahsiyet, lisân orijini, kendisini kontrol etme ve ileriye yönelik düşünme gibi özellikler, hiçbir varlıkta yoktur. Sonra onun neslini de ondaki nutfe (meni)den başlayarak, yine türlü aşamalardan geçirerek, evrim veya başka varlığa dönüşüm yoluyla değil, her canlıyı kendi tür ve özelliklerine göre ayrı ayrı yaratmıştır. Peygamberimiz de, “Allah Âdem’i kendi (şu görünen) sûretinde yaratmıştır.” buyurmuştur. [bk. 7/166; 22/5; 23/ 12-14; 30/50; 32/7-9; 35/11; 76/1-2] (H. T. FEYİZLİ, 1/323)

(31).‘Yeryüzünde onları sarsmasın (çalkalamasın) diye sâbit dağlar yerleştirdik.’ Yapılan ilmi araştırmalar dağların yer altındaki köklerinin, yer üzerinde olan kısımlarına nispetle daha derin ve büyük olduğunu ortaya koymuştur. Bu tespit, dağların yeryüzüne ne kadar sağlam bir şekilde yerleştirildiğini göstermektedir. Bunlar sebebiyle yeryüzü sarsılmadan dönmekte, üzerinde insanlar rahatlıkla yaşayabilmektedirler. (Ö. ÇELİK, 3/361)

(32).‘Göğü de (düşmektenvebozulmaktan) korunmuş bir tavan yaptık. O (inkârede)nler ise bunun alâmetlerinden yüz çevirmektedirler.’  32. nci âyette geçen ‘korunmuş tavan’  benzetmesinin dünyâyı saran atmosferi ve 30 ncu âyette söz konusu edilen nebulanın bölünüp parçalanmasıyla meydana gelen galaksilerin, güneş sistemleri ve yıldızların oluşturduğu kozmik uzayı ifâde ettiği anlaşılmaktadır. Allah’ın kurduğu bir düzen ve denge içinde yaratılmış olan kozmik uzay, merkezkaç kuvvetlere ve karşılıklı kütlesel çekimlere dayanarak hareket etmekte ve bu sistem sâyesinde parçalanıp yok olmaktan korunmaktadır. (ayrıca bk. Fatır, 35/41, KUR’AN YOLU, 3/677)      

‘.. göğün korunmuş bir tavan’ olması, göğün düşmek, dağılmak ve benzeri şekillerde düzeninin bozulmaması, Yerküre’ye düşmemesidir. ‘Allah, izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü o tutuyor’ (22/65) âyeti bu anlamı ifâde etmektedir. Allâh’ın kurduğu bir düzen ve denge içinde yaratılmış olan kozmik uzay, merkezkaç kuvvetlere ve karşılıklı kütlesel çekimlere dayanarak hareket etmekte ve bu sistem sâyesinde parçalanıp yok olmaktan korunmaktadır. (İ. KARAGÖZ 4/575)

(33).‘Allah geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri birer yörüngede yüzer.’  Buyruğunda yeryüzünün dönmesine işâret vardır. Çünkü ‘her biri’ buyruğu çoğula işâret ettiğinden, yüzenlerin ikiden fazla olduğuna delâlettir. (..) Buna bağlı olarak âyet-i kerîme, bilinen şekliyle yeryüzünün dönme nazariyesi ortaya atılmadan önce yeryüzünün dönmesine işâret etmektedir. İşte bu, Kur’ân’ın mûcizelerinden bir başka mûcizedir. (S. HAVVÂ, 9/174, 175)

‘Her biri birer yörüngede yüzer.’  Şimdi düşünün ki, bir kısmı güneş gibi ışığın kaynağı, bir kısmı ay gibi başkası tarafından aydınlatılan (milyarlarca) gök cisimlerinin her biri kendine mahsus bir dairede yüzüyor; hiç biri sakin değil, hepsi de birer eksen etrafında periyodik hareketler yapmaktadır. Bir tutarları da yok, hepsi fezânın boşluğunda, bir düzen ve nizam içerisinde yollarına devam etmekte ve her türlü kusurdan korunmuş olarak yollarına devam etmekte ve her türlü kusurdan korunmuş olarak yörüngelerinde yüzmektedirler. Bu ne hârika sanat, ne büyük kudret vene büyük âyetlerdir. (ELMALILI, 5/451)

Hepsi fezânın boşluğunda bir düzen içerisinde yollarına devam etmekte ve her türlü kusurdan korunmuş olarak yörüngelerinde yüzmektedirler. Bu mükemmel bir nizam, bir sanat, büyük bir kudret ve Allâh’ın varlığına, birliğine ve gücüne büyük bir delil, alâmet ve işârettir. Aynı zamanda Kur’an’da yer alan bu bilgiler, Hz. Muhammed’in hak peygamber ve Kur’ân’ın Allah sözü olduğunu gösterir. Çünkü okuma yazma bilmeyen, özel eğitim almayan, astronomi ve astrofizik bilgisi bulunmayan Hz. Muhammed (s)’in bu bilgileri kendiliğinden bilmesi mümkün değildir. Bu bilgileri, herşeyi en iyi bilen yüce Allah, vahiy ile bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 4/577, 578)  

21/34-35  HER  CANLI  ÖLÜMÜ  TADAR

34. (Rasûlüm!) Biz, senden önce hiçbir insana, (dünyâda) ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar? [krş. 55/26]

35. Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. (Sonunda) ancak bize döndürüleceksiniz.

34-35. (34).’Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik.’ Müşrikler, Rasûlullah (s)’in ölmesini başına helâk edici musîbetlerin gelmesini ve etrâfındaki insanların dağılıp yok olmasını bekliyorlardı. Bunu harâretle istiyorlardı. Âyette haber verildiğine göre: ‘O, şâirin biri! Bekliyoruz, zamanın felâketlerine uğrayacak, helâk olup gidecek’ (Tûr, 52/30) diyorlardı. Onların bu tür konuşma ve istekleri üzerine bu âyet inmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/363)

Bâzı ilim adamları Yüce Allâh’ın ‘Senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik’ buyruğunu, Hz. Hızır’ın ölmüş olduğuna ve hayatta olmadığına delil göstermişlerdir. Çünkü ister velî, ister nebi, isterse de rasul olsun, o bir beşerdir. Bu konuda çeşitli kesimler arasında bir birine zıt birçok görüş ortaya atılmıştır, ancak fıkıhçıların çoğunluğu bu görüştedir. (S. HAVVÂ, 9/188)

(35).‘Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi kötülükle ve iyilikle deneriz.’ Allah Teâlâ, yaşadıkları müddetçe insanları hem fakirlik, hastalık, acı ve ıstıraplarla, hem de zenginlik, lezzet ve sevinçli hâllerle dener, imtihan eder. Allah Teâlâ böylece kimin sabrettiğini ve kimin şükrettiğini ortaya çıkarmak ister. Bununla birlikte ölüm, hastalık ve benzeri gibi musîbetlere uğrayan din kardeşlerimizi kendi hâllerine bırakmayıp, onları teselli ve tâziye etmenin mühim bir sünnet olduğunu unutmamak gerekir. (Ö. ÇELİK, 3/363)  

21/36-38 İNSAN ACELECİ YARATILMIŞTIR

36. (EyRasûlüm!) O küfre sapanlar seni gördükleri zaman, seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar: “Sizin tanrılarınızı diline dolayan (adam) bu mu?” (derler.) Hâlbuki onlar, Rahmân (olanAllâh)’ın zikrini (Kur’ân’ı) inkâr edenlerin ta kendileridir. [bk. 25/41-42]

37. İnsan aceleci olarak yaratıldı. (Bekleyin, aceleetmeyin) size âyetlerimi (azabımı) göstereceğim. Benden (azabın) acele olmasını istemeyin. [bk. 17/11]

38. (Kâfirler müminlere) “Eğer doğru söylüyor iseniz bu (sözünüettiğiniz) tehdit ne zaman?” derler.

36-38. (36). ‘Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?’ Âyet-i kerîmede tanrılar (ilâhlar) çoğul gelmektedir. Çünkü Allah’tan başka tapınılan varlıklar, putlar veya putlaştırılanlar ve Allah’ın hükümlerini reddederek Firavun gibi hükümranlık sürenler de putlaşmışlardır. Firavun’un buyruklarına istekle bağlananlar da onu rab edinmişlerdir. (H. T. FEYİZLİ, 1/324)

(37).Âyet, insanın fıtratında acelecilik olduğunu belirtir. Bu sebeple insan, hayra duâ eder gibi, şerre de duâ edebilir. Herşeyin istediği anda oluvermesini ister. Sevinç hâlinde hayır, keder ve öfke hâlinde nefsi, çocukları ve malı mülkü için bedduâ edebilir. Ebedi nîmet yurdu cennet yerine sâdece oyun eğlence ve aldatıcı bir zevkten ibâret olan dünyâyı ister. (57/20). Helâli ister gibi haramı da ister. İyilikten önce kötülüğü arzu eder. (13/6). ‘Eğer Allah, insanlara hayrı çabucak istedikleri gibi şerri de acele isteseydi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu.’ (10/11; İ. KARAGÖZ 4/582)

21/39-43  KIYÂMET ÖYLE ÂNİ GELİR Kİ

39. O inkârcılar, ne yüzlerinden ne de sırtlarından ateşi savamayacakları ve kendilerine yardım olunmayacağı zamânı bir bilseler (bunusöylemezler)di. [bk. 7/41; 14/50; 23/104; 39/16]

40. Bilâkis (buazapgünü), onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çeviremezler ve kendilerine mühlet de verilmez.

41. (Rasûlüm!) Andolsun ki senden önceki peygamberlerle de alay edildi. Ama onlarla alay edenleri, o alay ettikleri şey (oazapçepeçevre) kuşatıverdi.

42. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Geceleyin ve gündüzün Rahmân (olanAllâh’ınazâbın)dan sizi kim koruyacak?” Fakat yine de onlar, Rablerinin zikri ve Kur’an’dan yüz çevirmektedirler.

43. (Ey Peygamberim!) Yoksa onları biz(imazâbımız)a karşı koruyacak birtakım ilâhlar mı var? (Oilâhlaştırdıklarışeyler) kendilerine bile yardım etmeye güç yetiremezler. Müşrikler bizden dostluk (veyakınlık) da görmezler.

39-43. (39).’O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemeyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamânı keşke bilseler!’ Bu geliş ise, ateşin önlerini ve arkalarını kuşatacağı bir zamandır. Ateşe karşı kendilerini koruyamayacak, savunamayacaklardır. Onlara yardım edecek kimseyi de bulamayacaklardır. Bunun sebebi, dünyâ hayâtında sâhip oldukları küfür, alay ve azâbın acele gelmesini istemek gibi niteliklere sâhip olmalarıdır. Azâbı gözlerinde basitleştiren onların azap hakkında bilgisizlikleridir. (S. HAVVÂ, 9/181)

Kıyâmetin nasıl kopacağıâyette şöyle bildirilmektedir: ‘Sûra üflenir ve Allâh’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yeryüzündeki herkesölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.’ (39/68). Kıyâmetin kopması ve evrenin düzeninin bozulması, tamamen Allâh’ın irâdesinde ve gücünde olan bir şeydir. Şu âyet-i kerîme bu husûsu açıklamaktadır: ‘Yeryüzü kıyâmet gününde bütünüyle O’nun avucundadır. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür.’ (39/67). Kıyâmet koptuğu zaman, kâfirlere tevbe etmek ve mâzeret beyan etmek için fırsat verilmez. (İ. KARAGÖZ 4/583)

21/44-47  KIYÂMET GÜNÜ ADÂLET TERÂZİLERİ KURARIZ

44. Doğrusu biz, müşrikleri ve atalarını (budünyâdan) faydalandırdık. Öyle ki ömür(leri) kendilerine (hiçbitmeyecekmişgibi) uzun geldi. Şimdi bizim (emrimizin), yeryüzüne gelip onu çevresinden eksilttiğimizi (imkân, nîmet ve güçlerini azalttığımızı) görmezler mi? (Durumböyleiken,) gâlip gelenler onlar mı?

45. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum.” (Fakat) sağırlar uyarılsalar da çağrıyı duymazlar.

46. Andolsun ki onlara Rabbinin azâbından en ufak bir esinti dokunsa: “Eyvah bize! Doğrusu biz zâlim kimselermişiz.” derler.

47. Kıyâmet günü için adâlet terâzileri koyarız. (Busâyede) artık hiç kimse hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. (Yapılanşey) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesap görücü olarak biz yeteriz. [bk. 4/40; 18/49; 31/16]

44-47. (44).‘Görmüyorlar mı ki, biz o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip duruyoruz.’  Allâh’ın kudretiyle gelip çevresinden eksilteceği yer, müşriklerin o zaman üzerinde yaşadıkları topraklardır. Bu âyet-i kerîme Mekke’de indiğine göre, Allah Teâlâ’nın Rasûlüne, müşriklerin yaşadıkları toprakların, bir zaman sonra Müslümanların eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’ân’ın bir mûcizesidir. (Ö. ÇELİK, 3/366)

‘Andolsun ki etrâfınızda bulunan ülkeler halkını helâk ettik.’ (el Ahkâf, 46/27) Hasan-ı Basri der ki: Bunun mânâsı İslâm’ın küfre karşı muzaffer olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/189)

(47).‘Biz kıyâmet günü adâlet terazileri kurarız.’  ‘Mevâzin’, mîzânın çoğulu olup, açık anlamı ile: ‘her yükümlünün amellerinin tartılacağı ölçü âleti demektir. İyilikler bir yanına, kötülükler diğer yanına konularak tartılır. İbn-i Abbas’a göre iyi ameller güzel şekillerle, kötü ameller ise çirkin şekillerle gelip terâziye konulur. Ameli ağır veya hafif gelenlerin durumu ile ilgili âyetlerde bu sözcük, çoğul olarak gelmiştir. Bk. A’raf 7/8, 9; Mü’minûn 23/102, 103; Kâria, 101/6, 8)

Âhirette insanlar yargılanacak, amelleri adâletli bir şekilde değerlendirilecek, karşılık verilirken aslâ haksızlık edilmeyecek, herkese iyiliklerinin karşılığıfazlasıyla ödenecek (6/160), kötülüklerin karşılığı ise, ameline denk olacak, kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir. Çünkü hâkim, kendisine ve insanların birbirlerine zulmü haram kılan (Müslim) ve zerre kadar zulmetmeyen (4/40) yüce Allah’tır. Hiçbir kimsenin sevâbında eksiltme ve unutma olmayacağı gibi, işlemediği bir günah da insana isnad edilmeyecek, herkes yaptığının karşılığını görecektir. (40/17, 36/54; İ. KARAGÖZ 4/589, 590)  

Müşrikler hakkında ise şöyle buyrulmuştur: ‘Kıyâmet günü onlar için bir terâzi kurmayız.’ (Kehf, 18/105) Yâni, onlara hiç kıymet verilmez ve amelleri tartılmaz. Onlara ve onlar gibi Allâh’a karşı böbürlenip te amelleri boşa çıkanlara hiç değer verilmez. Çünkü Allah’a ortak koşanların iyi amelleri de boşa çıkmış, hebâ olmuştur. Dolayısıyla onların şerlerine karşı terâziye konulacak iyi amelleri yoktur. Bu yüzden onlar için mizan kurulmaz. (İ. H. BURSEVİ, 12/498, 499)

‘kimseye zulmedilmemesi’ cümlesi ile maksat kimseye işlemediği suçundan dolayı cezâ verilmemesi, işlenen suçlara denk bir cezâ verilmesi, fazla cezâ verilmemesi, sâlih amellerine on katından 700 katı ve hesapsız derecede sevap verilmesi (2/161, 6/165, 39/10), hiçbir iyi amelinin ödülsüz bırakılmamasıdır. (4/591)

21/48-50  TAKV  SAHİPLERİ İÇİN BİR IŞIK  BİR ÖĞÜT

48, 49. Andolsun ki biz, Mûsâ’ya ve Hârûn’a eğriyi doğrudan ayıran (Tevrat’)ı, (günahlardan) sakınanlar için bir ışık ve öğüt olarak verdik. 49. O (günahlardansakına)nlar, görmedikleri hâlde Rablerinden korkarlar. Onlar kıyâmet saatinden de (korkup) titrerler.

50. İşte, bizim indirdiğimiz bu (Kur’ân), mübârek bir öğüttür. Şimdi bunu inkâr edenler siz misiniz?

48-50. (48).‘Andolsun ki Biz Mûsâ ile Hârûn’a Furkan’ı verdik.’     Furkan, hakkı bâtıldan ayıran, doğruyu yanlıştan ayıran şey demektir. Kur’ân-ı Kerim, bu kelimeyi daha çok semâvi kitapları vasıflandırmak üzere kullanılır. Burada Tevrat için kullanılmıştır. Çünkü Hz. Mûsâ’ya verilen kitabın Tevrat olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda Furkan, Kur’ân-ı Kerîm’in de en önemli isimlerinden biridir. (bk. Furkan, 25/1, Ö. ÇELİK, 3/370)

Bu üç kelime de Tevrat’ı yüceltmek ve övmek için kullanılmıştır. (1) Furkan: Hakkı bâtıldan ayıran bir kriter, (2) Ziyâ: Doğru hayat tarzını gösteren bir ışık, (3) Zikir: Yanlış yola sapan Ademoğullarına unutturdukları dersi hatırlatacak bir öğüt. (MEVDÛDİ, 3/283)

(50).‘İşte bu da bizim indirdiğimiz mübârek bir zikirdir.’   Kur’ân zikirdir; Allâh’ı tanıtır, hatırlatır, anlatır. O’nun emir ve yasaklarını, sevdiklerini ve sevmediklerini, râzı olduklarını ve olmadıklarını bildirir. O mübârektir; bereketlidir, devamlıdır, faydası çok ve içerdiği ilimler boldur. Onun indirilmesinde ve ondaki hayranlık veren üslûp ve beyanda, belâgat ve fesahatta yadırganacak, hoş karşılanmayacak hiçbir şey yoktur. O, Hz. Muhammed (s)’in en büyük mûcizesidir. Böyle bir kitabı yalanlamak ve inkâr etmek olacak şey değildir. (Ö. ÇELİK, 3/371)     

21/51-63  BABALARIMIZI  PUTLARA TAPAR BULDUK

51. Andolsun ki biz, daha önce İbrâhim’e de doğruyu bulup bilme kâbiliyeti vermiştik. Elbette biz onu(npeygamberliğeehilolduğunu) biliyorduk. [krş. 6/75]

52. O zaman o, babasına ve kavmine: “Sizin kendileri için toplan(ıptapın)dığınız bu heykeller nedir?” demişti.

53. (Putperestler İbrâhim’e🙂 “Babalarımızın onlara tapageldiklerini gördük.” dediler.

54. (İbrâhim🙂 “Andolsun ki siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz.” dedi.

55. (Putperestler İbrâhîm’e🙂 “Sen, bize gerçeği mi getirdin, yoksa (bize) oyunbazlık yapanlardan mısın?” dediler.

56. (Oda) dedi ki: “Hayır! Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik edenlerdenim.”

57. (İbrâhim içinden) “Allah’a yemin ederim ki siz arkanızı dönüp gittikten sonra, putlarınıza elbette bir tuzak kuracağım.”

58. Derken, (onlargidinceİbrâhim) o putları paramparça etti. Yalnız büyük putu, belki ona müracaat ederler diye bıraktı.

59. (Onlardönünce🙂 “Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? (Herkimse,) hiç şüphesiz o, zâlimin tekidir.” dediler.

60. (Bâzı putperestler) “Bunları diline dolayıp duran bir genci işittik; kendisine İbrâhim deniliyor.” dediler.

61. (Bâzı putperestler🙂 “Onu insanların gözü önüne getirin. Böylece (onunçekeceğicezâya) şâhitlik ederler.” dediler.

62. (İbrâhimgelinceona🙂 “Ey İbrâhim! İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın?” dediler.

63. (İbrâhimde🙂 “Hayır! Belki de şu büyükleri yapmıştır! Eğer konuşuyorlarsa onlara sorun.” dedi.

51-63. (52).‘Hani o babasına ve kavmine demişti ki: Bu tapınıp durduğunuz heykeller de ne oluyor?’ 52. Âyette geçen ‘timsal’  Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylere benzetilerek yapılan heykellerdir. Hz. İbrâhim’in peygamber gönderildiği toplum, insan, hayvan, yıldız ve benzeri şekillerde yapılmış çeşitli putlara tapıyorlardı. (Ö. ÇELİK, 3/373)

O bu sorusu ile onların yaptıklarını bilmezlikten gelmişti. Bu bilmezlikten geliş, onların kızacaklarını bile bile ilâhlarını küçümsemektir. İşte onun bu söylediği bu sözlerde küçüklüğünden beri kendisine verilen rüşde yâni hidâyete bir örnek vardır. (S. HAVVÂ, 9/199)

İbn Kesir, İbn Ebi Hatim’in yaptığı şu rivâyeti zikretmektedir:  el Esbağ b. Nübate’den dedi ki: Ali (r), satranç oynayan bir topluluğun yanından geçti de: ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller de ne oluyor?’ buyruğunu okudu. (Hz. Ali’nin (r) bu ifâdesinde satranç oynamayı kötü görme vardır. Çünkü o, Hz. İbrâhim’in putlar hakkında kullandığı ifâdeleri, satranç taşları hakkında kullanmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 12/510)        Hanefiler de Ebû Yûsuf müstesna bu konudaki hükme bunu delil alırlar. Çünkü bunlar, satranç oynamayı zar ile oynamak gibi kabul etmişlerdir. Diğer taraftan fakihlerden birçok kimse zar ve satranç oynamak arasında fark görürler. Fazla olmadıkça ve bir vâcibi yerine getirmekten alıkoyacak şekilde oyalamadıkça satrançla oynamayı  – sâlih bir niyetle birlikte de olması şartıyla –  sakıncasız görürler. (S. HAVVÂ, 9/204)

(53).‘Onlar da babalarımızı bunlara yapar bulduk, demişlerdi.’     Taklid ancak genel olarak doğru olması muhtemel olan bir hususta câiz olur. Burada Allâh’ın rüştünü verdikleri müstesna, hevâya ve dünyâya kul olma konusunda hâlkın tamâmında taklîdin gâlip olduğuna işâret vardır. (..) Hanefi ve Zâhirilere göre mukallidin îmânı sahihtir. Mukallid,  delil aramaksızın âlemin sonradan olduğuna, onu yoktan var edenin varlığına ve sıfatlarına, peygamberler gönderdiğine ve onların getirdiğinin hak olduğuna, hülâsa inanılması gerekenlerin hepsine îman eden kimsedir. (İ. H. BURSEVİ, 12/512)

(57).‘Allâh’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’  Yâni, eğer bunu tartışıp konuşma sonucunda anlamazsanız, bu putların çâresiz ve güçsüz olduğunu size görünür bir delille ispat edeceğim. O hâlde bunları ilâhınız olarak kabul etmeniz doğru değildir. (MEVDÛDİ, 3/285)

(60).“Bunları diline dolayıp duran bir genci işittik; kendisine İbrâhim deniliyor.” dediler.’ İbn Kesir, İbn Ebi Hâtim’in İbn Abbas’tan yaptığı şu rivâyeti kaydetmektedir: İbn Abbas dedi ki: Allah ne kadar peygamber gönderdiyse hepsi gençtir. Hangi âlime ilim verildiyse, gençken verilmiştir. Daha sonra da ‘Dediler ki İbrâhim denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.’  Âyetini okudu. (S. HAVVÂ, 9/204)

(61).‘O hâlde, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler, dediler.’  Nemrud’’a ve önde gelen adamlarına bu haber ulaşınca, açık bir delil olmaksızın İbrâhim’i tutuklamayı çirkin bulmuşlar, cezâlandırmayı görgü veya duyuma dayalı şâhit delîline dayandırmak istemişlerdi. Buna göre bir kimse, bir kişinin kanıta dayanmayan soyut suçlaması ile tutuklanamaz. Suçu işlediğine dâir bir kanıt bulunmadıkça, kişi temelde suçsuz kabul edilir. Bu ilke; ‘Berâet-i zimmet asıldır.’ Şeklinde ifâde edilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/530)

(63).‘(İbrâhim) Dedi ki: Onu şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!’ İbn Kesir der ki: O bununla, kendiliklerinden bu putların konuşmadıklarını ve cansız oldukları için böyle bir puttan, böyle bir şeyin beklenemeyeceğini itiraf etmelerini istemişti. (S. HAVVÂ, 9/200)

Hz. İbrâhim, bundan başka iki yerde daha doğruyu söyleyememiştir. Biri putları kırmak için ‘hastayım’ deyip bayrama gitmemesi (37/88, 89), diğeri de hicret ederken, Edun Kasabasında, yolunu çevirip hanımı Sâre anamızı melike götürmek isteyenler, ‘Bu kimdir?’  diye sorunca (din yönünden) ‘kız kardeşimdir’ demesidir. (H. T. FEYİZLİ, 1/326)

Buhâri ve Müslim’in Ebu Hüreyre ’den rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte ‘İbrâhim (as) üç defa yalan söylemiştir’…ilaahir.. buyurulmuştur. (Hadisin devâmı var, S. HAVVÂ, 9/205) Burada (bu üç yerde) târizli (tevriyeli/kapalı) sözler, şeklen yalana benzediği için ‘yalan’ diye isimlendirilmiştir. Yoksa açık yalan büyük günahlardandır. Peygamberler de büyük günahlardan mâsumdurlar.  (İ. H. BURSEVİ, 12/520)

Târiz ise, bir konuda söyleyeceği bir sözü, başka bir şeyle gizlemektir. Meselâ kişi bir konuda söz söyler, ancak kast ettiği söylediğinden başkadır. İşte burada İbrâhim (as)’ın ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır’ derken maksadı, kendisine gelen zararı gidermekten âciz olanın başkalarına gelecek zararı hiç önlemeyeceklerini ve ilâh olamayacağını bildirmektir. (İ. H. BURSEVİ, 12/520, 521)

(NOT: Nakşibendi meşâyihinden Ramazanoğlu Mahmud Sâmi (ks)‘nun yaptığı bir toplantı esnâsında polis baskın yapar. Ev kalabalıktır, ancak polis kapıyı açtığında kimseyi göremez. ‘Bu ayakkabılar nedir? Diye sorar, Sâmi Efendi: ‘Onlar tamire geldi’ der. İşte bu söz yalan değildir, çünkü kastı ‘mânevi tamir’dirBu ifâde târizli bir sözdür.)                     

21/64-67  SİZ AKILLANMAZ MISINIZ?

64. )Putperestler) Bunun üzerine kendi vicdanlarına döndüler de (içlerinden): “Şüphesiz, asıl haksız kimse sizlersiniz, sizler!” dediler.

65. (Putperestler) Sonra kafalarındaki (eskiinançları)na döndüler: “Doğrusu, bunların konuşmayacaklarını sen de bilirsin.” (dediler).

66. (İbrâhim) dedi ki: “Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da hiçbir sûrette size fayda ve zarar vermeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?”

67. “Yazıklar olsun; size de, Allah’tan başka taptıklarınıza da! Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”

64-67. (65).‘Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar.’ (Yine de) Hz. İbrâhim, onların bu itiraflarını da fırsat bilerek, sâhip oldukları inançlarının ne kadar anlamsız, mesnetsiz, saçma ve boş olduğunu yüzlerine haykırdı. Böyle akıl almaz bir yanlışın içinde olmaları sebebiyle (..) bir peygamberin edebine uygun olarak söylenebilecek en ağır sözü söyledi. (Ö. ÇELİK, 3/375)    

Ancak taassupları sebebiyle bu eleştiriye tahammül edemeyen putperestler İbrâhim’ yakmaya karar verdiler ve böylece tanrılarının onları koruması gerekirken, onlar tanrılarını korumak istediler. Rivâyete göre İbrâhim’i yakmak için kavmi büyük bir ateş yakıp, onu mancınıkla ateşe fırlattılar, Ancak Allah’ın bir mûcizesi olarak, ateş onu yakmadı. (KUR’AN YOLU, 3/687) 

21/68-70  EY  ATEŞ!   İBRÂHİM  İÇİN  SERİNLİK  VE  ESENLİK  OL!

68. (Putperestlerden bâzıları🙂 “Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da, (böylece) ilâhlarınıza yardım etmiş olun.” dediler. [bk. 29/24]

69, 70. (Nemrut ve adamları İbrâhîm’i ateşe attılar.) Biz de: “Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmet üzere ol.” dedik. 70. Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları (dünyâveâhirette) daha fazla hüsrâna uğrayanlar(dan) kıldık.

68-70. (68).‘Onlar dediler ki: Bir şey yapacaksanız şunu yakın da ilâhlarınıza yardım ediniz.’  İbrâhim’i ateşte yakınız. Çünkü ateşte yakmak en dehşetli ve en ağır işkencedir. Sizler putlarınızın intikamını alacaksanız, en ağır ve müthiş olan bu cezâlandırma yolunu seçiniz. Ateşte yakmak yoluna gidiniz. (S. HAVVÂ, 9/201)

Onlar bu düşüncelerini uygulayınca ‘Biz de: Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol, dedik. Hem serin hem de esenlikli ol. Yâni yakıcılık vasfından çıkıp soğu, İbrâhim senden kurtulsun. (S. HAVVÂ, 9/202)

Hadis: Yüce Allâh’ın İbrâhim (as)’ı ateşten koruması ile ilgili olarak İbn Kesir Buhâri’nin İbn Abbas’tan yaptığı şu rivâyeti kaydeder: Buna göre Hz. İbrâhim ‘Hasbünallâhü ve ni’mel vekil: Allah bana yeter, O ne güzel vekildir’ demiştir. Muhammed (s) de bu sözü: ‘İnsanlar size karşı ordu hazırladılar. O hâlde onlardan korkun, dediklerinde bu onların îmanlarını artırdı. Ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler.’ (Âliİmran, 3/173) dediklerinde söyledi. (S. HAVVÂ, 9/205, 206)

Hadis: el Fakih b. El Muğire el Mahzûmi’nin câriyesi dedi ki: Bir seferinde Âişe (r)’nın yanına girdim. Elinde bir mızrak gördüm. Ona: ‘Ey müminlerin annesi bu mızrağı ne yapıyorsun? Diye sordum. Şöyle dedi: Bununla şu kelerleri öldürüyoruz. Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: İbrâhim (as) ateşe atıldığında yeryüzünde ne kadar canlı hayvan varsa ateşi söndürmek için uğraşırken, bu keler İbrâhîm’e karşı ateşi körüklüyordu. O bakımdan Rasûlullah (s) onu öldürmemizi emretti. (S. HAVVÂ, 9/206)        

(70).‘Ama Biz onları en büyük hüsrâna uğrattık.’ Yenilgiye uğrattık, aşağılıklar kıldık. Çünkü onlar Allah’ın bir peygamberine tuzak kurmak istediler. Allah onların tuzaklarını boşa çıkardı, onu ateşten kurtardı, orada bozguna uğrayıverdiler. (S. HAVVÂ, 9/202)

21/71-75  LÛT’A  DA  HÜKÜM  VE  İLİM  VERDİK

71. Onu ve Lût’u, içinde âlemlere bereket verdiğimiz yere (Filistin’e ulaştırıp) kurtardık.

72. Ona (İbrâhim’e) İshâk’ı ve fazladan da (torunu) Yâkub’u verdik, her birini de iyilerden kıldık. [bk. 2/133; 11/71; 19/49]

73. Onları(nüçünüde) emrimizle doğru yola çağıran önderler yaptık. Kendilerine hayırlı işler yapmalarını, namazı dosdoğru kılmalarını, zekât vermelerini vahyettik. Onlar sâdece bize kulluk eden (kimse)lerdi.

74, 75. Lût’a (gelince,) ona da bir hüküm (hikmet, peygamberlik) ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan o memleketten kurtardık. Hakikaten onlar, yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler. 75. Onu rahmetimize (korumamıza) dâhil ettik; çünkü (o) iyilerdendi. [bk. 15/57-76; 29/26]

71-75. (71).‘Onu da, Lût’u da âlemler için mübârek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.’ Rivâyete göre, İbrâhim (as) Irak’tan Filistin’e, Lût (as) da oraya bir günlük mesafede bulunan Mü’tefike’ye (Lût gölü yakını) gitmiştir. Bereketli ülke, Şam ve Filistin yöreleridir. Çünkü bu yöreler nîmetlerin bolluğu yanında, pek çok peygamberin yaşadığı ve dinlerini âleme yaydığı yörelerdir. (H. DÖNDÜREN, 2/531)

(72).‘Ona İshâk’ı üstelik bir de Yâkûb’u verdik.’ Hz. İbrâhim’in çocuğu yoktu, yaşlılık döneminde Allâh’a duâ ederek, kendisine iyi bir evlat vermesini istedi. (Saffat 37/100); Allah ona İsmâil’i, ardından da İshak’ı ve torunu Ya’kub ’uverdi. Hz. İbrâhim’e ‘fazladan bir armağan’ olarak verilen çocuk, İshak’ın oğlu Ya’kub’tur. (KUR’AN YOLU, 3/688)          

(74).‘Lût’a da hüküm ve ilim verdik. Müfessirler Allah Teâlâ’nın Lût’a verdiği hükmü peygamberlik veya hâkimlik, ilmi de din ilimleri olarak yorumlamışlardır. (KUR’AN YOLU, 3/688)

‘Çirkin işler yapan o memleketten kurtardık.’ Sözü geçen bu ülke Sedum kasabasıdır. Nesefi, bunların yaptıkları çirkin işlerin bir kısmını şöylece saymıştır: Bunların yaptıkları livâta, topluluk arasında seslice osurmak, giden gelenlere çakıl taşları atmak… (S. HAVVÂ, 9/203)

(Daha önce de belirtildiği üzere) Lût (as) Mezopotamya ’da iken Hz. İbrâhim’e îman etmiş, onunla birlikte hicret ederek Filistin’e gelmişti. Yüce Allah burada ona da peygamberlik görevi verdi ve Sodom hâlkını irşad etmek üzere oraya yerleşmesini emretti. Hâlk, Hz. Lût‘un tebliğlerine kulak vermedi, sâdece eşi dışındaki âile fertleri ona îman etti. (bk. ez Zâriyât, 51/31-37)  Lût gecenin birinde âilesini alıp şehirden çıktı; güneş doğarken müşrikleri korkunç bir gürültü yakaladı, ardından şiddetli bir depremle şehir alt üst oldu, üzerlerine taş yağdı. (KUR’AN YOLU, 3/688)   

21/76-82  ARTIK  ŞÜKREDECEK  MİSİNİZ?

76. (Ey Peygamberim!) Nuh’u da (hatırla!) Hani o (bunlardan) daha önce duâ etmişti de biz onun duâsını kabul edip kendisini ve âilesini o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. [bk. 54/9-10; 71/26-28]

77. Âyetlerimizi yalanlayan kavimden onu kurtardık. Hakikaten onlar kötü bir kavim idiler. Biz de onların hepsini (suda) boğduk. [krş. 11/40]

78. (Ey Peygamberim!) Dâvud ve Süleymân’ı da (hatırla!) Hani onlar, bir kavmin davarının (geceçobansızolarak) yayılıp zarar verdiği ekin (tarlası) hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de hükümlerine şâhit idik.

79. Biz bu (hükmü) Süleyman’a hemen (ilhamla) anlattık. Biz her birine hüküm (hikmetvepeygamberlik) ve ilim verdik. Dağları ve kuşları, Dâvud ile berâber (Allah’ı) tesbih etsinler diye (ona) boyun eğdirdik. (Bunlarınhepsini) yapan bizdik. [bk. 34/10]

80. Dâvûd’a, savaşınızda sizi korusun diye zırh (yapma) sanatını öğrettik. Peki, (bütünbunlariçin) şükrediyor musunuz?

81. Süleyman’ın hizmetine (de) şiddetli esen rüzgârı (verdik). Onun emriyle o, içine bereketler verdiğimiz yere akıp gider (vekendisinidegötürür)dü. Biz her şeyi biliriz. [bk. 34/12; 38/36]

82. Şeytanlardan (inciiçin) denize dalanları ve bundan başka işleri yapanları da (onunemrineverdik). Biz onları (kendisiiçin) gözetim altında tutuyorduk. [bk. 34/13; 38/37-38]

76-82. (77).‘Âyetlerimizi yalanlayan kavimden onu kurtardık. Hakikaten onlar kötü bir kavim idiler. Biz de onların hepsini (suda) boğduk.’ Hz. Nuh, uzun yıllar Allâh’ın dînini tebliğ etti. Fakat içinde yaşadığı toplum, onun tebliğine kulak asmadı. Küfür ve isyanda inatla direndiler. Hz. Nûh’a yapmadık eziyet bırakmadılar. Nihâyet Hz. Nuh, Cenâb-ı Hakk’a: ‘Ben mağlûp oldum. Artık dînine yardım et, intikâmımı sen al!’ (Kamer, 54/10) ‘Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!’ (Nuh, 71/26) diye duâ etti. Allah Teâlâ da onun duâsını kabul etti.  Yapmasını emrettiği gemiyle onu ve kendine îman eden âilesini, müminleri kurtardı. Küfür ve günahta ileri gitmiş o kötü kavmi de azgın sularda boğulup helâk etti. (Ö. ÇELİK, 3/380)

‘büyük sıkıntıdan kurtardık.’ Hem tûfandan hem de tuğyan ehlinin durmadan kendisini yalanlamasından kurtardık da ‘âyetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik.’ Bu yardımımız, onu desteklemek, savunmak ve onlara karşı koruyup, muzaffer etmek şeklinde oldu. (S. HAVVÂ, 9/203)

(78).‘Dâvud ve Süleymân’ı da (hatırla!) Hani onlar, bir kavmin davarının (geceçobansızolarak) yayılıp zarar verdiği ekin (tarlası) hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de hükümlerine şâhit idik.’ Her ikisinin hükmü de kendi ictihadlarına dayalı idi ve bu, onların şeriatlarında böyle idi. Bizim şeriatımızda ise; Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre, ister gece ister gündüz yapılmış olsun tazminat yoktur. Ancak hayvanlarla birlikte onları arkadan süren veya önden götüren bir kimsenin olması hâli müstesnâdır. Şâfii’ye göre ise, geceleyin olursa tazminat gerekir, demektedir.  (S. HAVVÂ, 9/219)

(79).‘Her birine de hükmetme yeteneği ve ilim verdik.’  İfâdesi de, farklı hüküm vermiş olsalar bile, ikisinin de tam bir hak ve adâlet duygusuna, sorumluluğuna sâhip olduklarına işâret eder. (KUR’AN YOLU, 3/693)

Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’a isâbetli hüküm verme, konusunda bir imtiyaz bahşettiği gibi, Hz. Dâvud’a dağları ve kuşları âmâde kılmıştı, onunla berâber Allah’ı tesbih ederlerdi. Dâvud (as), tesbih ederek dağların yanından geçer, dağlar da tesbih ile ona karşılık verirlerdi.  Kuşlar da öyleydi. (..) Ayrıca Cenâb-ı Hak, Dâvud (as)a savaşlarda giyilmek üzere zırh yapma sanatını öğretmişti.(..) Mülk ve siyâsi otorite sâhibi, iktisâdi imkânları bol bir peygamber olmasına rağmen, elinin emeğiyle geçinme yolunu tercih etmiştir. Hadis: Nitekim Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Hiçbir kimse, aslâ kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud (as),  da kendi elinin emeğini yerdi.’ (Buhâri’den, Ö. ÇELİK, 3/382)    

‘.. Biz Dâvud ile birlikte Allâh’ı tesbîh eden dağları ve kuşları onun emrine verdik.’ Gerçekten dağlar ve kuşlar, kendilerine özgü bir dil ile Allâh’ı zikrederler. Ancak insanlar bunu anlayamazlar. (17/44) Hz. Dâvud güzel sesiyle Zebûr’u okurken kuşlar, havada durup onunla birlikte tesbîh ederler, dağlar da tesbîh cümlelerini tekrar ederler. Şu âyetler bunun delilidir: ‘Göklerde ve yerde bulunan herşey Allâh’ı tesbîh etmektedir.’ (57/1; 59/11). ‘Göklerdeki herşey, yerdeki herşey Allâh’ı tesbîh eder.’ (62/1; bk. 24/41, 21/79, 38/8, 19; İ. KARAGÖZ 4/606)

(80).‘Biz ona sizin faydanıza ve sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını da öğrettik.’  Sebe sûresi 10-11 âyetlere göre bu olay şöyledir: ‘ve ona demiri yumuşattık (ve şöyle emrettik) geniş zırhlar yap ve onları düzenli bir biçime sok.’  Bu Allâh’ın Dâvud (as)a demiri kullanmada usta kıldığını ve özellikle korunma amacıyla zırh yapma sanatını öğrettiğini gösterir. Bu gerçek arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri, MÖ 1200 ile 1000 yılları arasında başlamıştır ve bu da Dâvud (as) yaşadığı dönemdir. (MEVDÛDİ, 3/292)

(81).‘Süleymân’a da şiddetli esen rüzgârı (emrine verdik)’ Bir başka yerde ise (Sâd, 38/36); rüzgâr, emriyle hoş ve yumuşak esmekle nitelendirilmiştir. Bunun sebebi ise, rüzgârın onun isteğine göre esmesi idi. Yâni rüzgâr kimi zaman yumuşak ve hoş eserken, kimi zaman da şiddetli esmekte idi. (S. HAVVÂ, 9/210, 211)

Allah Teâlâ, peygamberlik ve krallık konularında Süleyman’ı babası Dâvud’a (as) vâris kıldı, ayrıca mûcize olarak rüzgârı ve şeytanları Süleyman’ın emrine verdi. Âyette bereketli kılındığı bildirilen yer Filistin’dir. (..) Böylece kendi döneminde Hz. Süleyman,  peygamberliğinin yanında bölgenin en güçlü kralı, devleti de en zengin devlet hâline gelmiştir.   (krş. Sebe’ 34/12; Sâd 38/20;  KUR’AN YOLU, 3/694)  

(82).‘Denize dalacak ve bundan başka işler görecek şeytanları da onun emrine verdik.’   Hz. Süleyman’ın emrine verilen şeytanlar, cinlerden bir gruptur. Onlar Süleyman (as) için denize dalıyor, mücevherler çıkarıyorlardı. Bu işi onlar, çeşitli zanaatlara, şehirler ve köşkler kurmaya ve hayranlık uyandıran sanat eserleri yapmaya kadar vardırıyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Cinler Süleyman’ın isteğine göre mabetler, kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, leğenler, yerinden sökülemez sabit kazanlar yapıyorlardı.’ (Sebe’, 34/13) buyurmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/383, 384)

21/83-86  SEN,  MERHAMETLİLERİN  EN  MERHAMETLİSİSİN

83. (Ey Peygamberim!) Eyyüb’ü de (hatırla!) Hani o Rabbine: “Hakikaten bana (budermansız) dert geldi. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.” diye yalvarmıştı.

84. Biz de onun duâsını kabul ettik. Kendisinin derdini kaldırdık ve ona tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenlere de bir ibret olarak, hem âilesini hem de onlarla birlikte (diğerkaybettiklerinin) bir katını daha verdik. [bk. 38/41-44]

85. (Ey Peygamberim!) İsmâil’i, İdris’i ve Zülkifl’i de (hatırla! Bunların) her biri sabredenlerdendi.

86. Onları da rahmetimizin içine aldık. Çünkü onlar iyilerdendi.

83-86. (83).‘Eyyûb’u da (an) Hani Rabbına (duâederek) başıma bir belâ geldi .. ve sen merhametlilerin merhametlisisin, diye niyaz etmişti.’ Kur’ân-ı Kerim’de Eyyûb’a vahyedildiği (Nisâ 4/163) ve onun hidâyete erdirildiği (En’am 6/84) bildirilmektedir. Bu âyette buyurulduğu üzere Hz. Eyyûb, ağır bir hastalığa yakalanmış ve hastalıktan kurtulmak için Allâh’ın merhametine sığınarak O’ndan şifâ dilemiştir. Yüce Allah duâsını kabul etmiş;  ayağını yere vurmasını, çıkacak su ile yıkandığında iyileşeceğini bildirmiş, böylece onu sağlığına kavuşturmuştur. Ayrıca âile efrâdını bunlarla birlikte bir mislini daha vermiştir. (KUR’AN YOLU, 3/695)

Hz. Eyyûb’un kıssasını açıklarken müfessirler ne kitapta ne de sünnette aslı bulunmayan bir yığın şaşılacak şeyler zikretmektedir. Hattâ bunların bir kısmına güvenmek, tevhit âlimlerinin açıkça belirttiği gibi, kesinlikle câiz değildir. Meselâ, kalbi ve lisânı hâriç, kurtların onun her tarafını yemiş olması, onun bir çöplüğe bırakılmış olması gibi. Bu tür sözlerin rivâyet edilmeleri doğru olamaz; bunlara güven de duyulamaz. Bunların hiçbir kaynakları yoktur; olsa olsa Kitap ehlinin sözleridir. Onların sözleri ise, peygamberler hakkında en olmadık bayağı ifâdelerle doludur. (S. HAVVÂ, 9/222)

‘Sen merhametlilerin en merhametlisisin, diye Rabbine seslenmişti.’ Yüce Allâh’ın verdiği musîbete sabrettiği için durumunu değiştirmesini istemiyor. O’na karşı takındığı edep ve hayâ tavrından dolayı bir şey önermiyor. Bu, musîbetten dolayı içi sıkılmayan, asırlardır bir örnek olarak dilden dile dolaşan bir dertten duyduğu ızdırâbı dışa vurmayan, sabırlı bir kulun örneğidir. Hattâ, Rabbinden başındaki musîbeti kaldırmasını istemeye utanıyor. O’nun kendi durumunu bildiğine güvenerek, bu yüzden istekte bulunmaya gerek olmadığını düşünerek işi O’na bırakıyor. (S. KUTUB, 7/297)   

(85).‘İsmâil’i, İdris’i ve Zülkifl’i de (hatırla).’ Zülkifl’in peygamber mi yoksa Allah katında yüksek mertebeye ermiş fakat peygamberlik görevi olmayan sâlih bir kul mu olduğu da ihtilâflıdır. İslâm bilginlerinin bir kısmı onun sâlih bir kul olduğunu söylerken, birçoğu da peygamber olduğunu belirtmiştir. Kur’ân onun peygamberliği konusunda bir şey söylememiş, ancak Sâlihlerden olduğunu ifâde buyurmuştur. (Sâd, 38/44, KUR’AN YOLU, 3/696)   

İbn Kesir, bu konuda (şöyle demektedir): Zülkifl’e gelince, anlatımdan anlaşıldığına göre, o ancak peygamber olduğu için peygamberlerle bir arada zikredilmiştir.’ Akâid konusunda yapılan teliflerde ise, Zülkifl’in Kur’ân-ı Kerim’de ismen anılan 25 peygamberden birisi olduğu belirtilmektedir. (S. HAVVÂ, 9/223)       

21/87-88 GERÇEKTEN  BEN  ZÂLİMLERDEN  OLDUM

87. (Ey Peygamberim!) Zünnûn’u (balıksâhibi/Yûnus’u) da (hatırla!) Hani (okavmine) kızarak gitmişti de kendisini sıkıştırmayacağımızı (kurtulacağını) zannetmişti. Nihâyet (balığınkarnında) karanlıklar içinde (kalınca): “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni (noksanlıklardan) tenzih ederim. Doğrusu ben (buhareketimle) kendine zulmedenlerden oldum.” diye yalvarmıştı. [bk. 37/ 139-149]

88. Biz de onun duâsını kabul ettik ve onu sıkıntıdan kurtardık. İşte biz îman edenleri böyle kurtarırız.

87-88. (87).‘Zünnûnu da (hatırla)’ Balık sâhibini de hatırla, demektir. Çünkü ‘nûn’ balık demektir. Maksat Yûnus (as)’dır. (S. HAVVÂ, 9/212)

Bu kıssadan alacağımız ilk ders şudur: Rasuller ancak Allah’tan aldıkları bir izne göre amel eder ve tasarrufta bulunurlar. İşte Hz. Yûnus (as) Allâh’ın izni ile olmadan kavminin arasından çıkıp gidince Allah onu cezâlandırdı. Bu kıssadan alacağımız ikinci ders ise, onun duâsının bize örnek teşkil etmesidir. (S. HAVVÂ, 9/223) 

(88).‘Biz de onun niyâzını kabul edip üzüntüsünden kurtarmıştık.’ Rasûlullah (s) şöyle buyurur: Hadis: ‘Yûnus’un balığın karnındaki duâsı: ‘Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z ‘zâlimîn’ şeklinde idi. Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya dûçar olmuş hangi Müslüman bu duâyı yaparsa, Allah Teâlâ mutlakâ onun duâsını kabul buyurur. (Tirmizi Deavât 81’den, Ö. ÇELİK, 3/388)   

Dâvetçilerin / Dâvâ adamlarının, insanları çağırdıkları inanç sisteminin yükümlülüklerine katlanmaları zorunludur. İnsanların bu inancı yalanlamalarına bu inanç uğruna kendilerine eziyet etmelerine sabretmelidirler. Doğru ve güvenilir olduğu hâlde, insanın yalanlanması gerçekten de insanın zoruna gider. Ama bu da peygamberliğin gerektirdiği yükümlülüklerden birisidir. Bu yüzden dâvet yükünü omuzlayanların sabırlı olmaları, zorluklara katlanmaları bir kaçınılmazlıktır. Kararlı olmaları, direnmeleri zorunludur. Dâveti tekrarlamaları, yeniden anlatmaları, tekrar baştan almaları gerekmektedir. (..) Dâvetin yolu kolay ve tehlikesiz değildir. Kalplerin dâvete olumlu karşılık vermeleri o kadar çabuk ve rahat olmaz. Çünkü kalpler üzerine çöreklenmiş yığınlarca ağırlık vardır. Bâtılın, sapıklığın, gelenek ve göreneklerin, düzen ve rejimlerin bir sürü kalıntısı vardır. Bu kalıntıları, bu artıkları bertaraf etmek, her türlü yolu deneyerek kalpleri diriltmek, kalplerde uyarılmaya müsâit bütün noktaları uyarmak kaçınılmazdır. İletişimi sağlayacak kanallara yüklenmek zorunludur. Direnilirse, sabredilirse, ümitsizliğe düşülmezse, bu uyarıcı dokunuşlardan biri hedefe varabilir. Uyarıcı dokunuş, hedefine varır varmaz, o bir anda insanın iç yapısını altüst edebilir, tamâmen değiştirebilir. (S. KUTUB, 7/300)  

21/89-91 RABBİM!  BENİ YALNIZ BIRAKMA!

89. (Ey Peygamberim!) Zekeriyâ’yı da (hatırla!) Hani o Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma (evlâtsız) bırakma. Gerçi (vermesende) sen, vârislerin en hayırlısısın.” diye niyâz etmişti.

90. Biz onun da duâsını kabul edip ona Yahyâ’yı armağan ettik ve eşini de kendisi için (doğurmaya) elverişli kıldık. Gerçekten bunlar(ınhepsi) hayır işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Onlar (gerçekten) bize karşı derin saygı gösterenlerdi.

91. (Ey Peygamberim!) Irzını koruyan / iffetli (Meryem’)i de (hatırla!) Biz ona râhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu âlemlere bir ibret (vekudretimizebirişâret) kılmıştık. [bk. 66/12]

89-91. (89).‘Zekeriyâ’yı da (hatırla!) Hani o Rabbine: “Rabbim! Beni tek başıma (evlâtsız) bırakma. Gerçi (vermesende) sen, vârislerin en hayırlısısın.” diye niyâz etmişti.’   ‘Zekeriyyâ (as), İsrâiloğulları’na gönderilmiş, son peygamberlerden biri ve Hz. Yahyâ’nın babasıdır. Milâttan önce 1. Yüzyılda Kudüs’te yaşamış olan Zekeriyyâ peygamberle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de verilen bilgiler, daha çok onun yaşlılık dönemine âittir. (Zekeriyyâ, eşi ve Yahyâ hakkında bilgi almak için bk. Âl-i İmran, 3/37-41; Meryem, 19/2-11; KUR’AN YOLU, 3/697)

(91).‘İffetini koruyanı da. Ona ruhumuzdan üflemiş, onu da oğlunu da âlemler için bir âyet kılmıştık.’ (..) Yâhut rûhumuzdan demek, rûhumuz tarafından demektir ki, Cibril diğer bir adıyla Rûhu ‘l Kudüs vâsıtasıyla üfledik, demek olur. Nitekim Meryem sûresinde (19/17) ‘Ona (Meryem’e) rûhumuzu (Cebrâil’i) gönderdik.’ Âyetinin bu anlamda olduğu rivâyet edilmektedir.(Tahrim, 66/12 âyetin tefsirine bknz., ELMALILI, 5/461)

Hz. Meryem ve oğlu Hz. Îsâ’nın durumu, gerçekten ibrete şayandır. Hem o asırda yaşayanlara, hem de sonrakilere ilâhi kudretin ihtişâmını gösteren açık bir delildir. Çünkü bâkire bir kız olan Meryem’in, bir erkeğin katkısı olmadan İsâ’yı dünyâya getirmesini düşünen bir kimse, Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğünü ve kemâlini idrak etme imkânı bulur. Bunun dışında Hz. Meryem ve Hz. Îsâ’nın pek çok mûcizevi hâlleri vardır. Hz. Meryem, doğar doğmaz hizmet ve ibâdet için mâbede adanmış ve orada Allah tarafından özel rızıklarla rızıklandırılmıştır. (bk. Âl-i İmran, 3/36-37) Hz. Îsâ’nın ise, ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme ve gaybden haber verme gibi mûcizeleri bilinmektedir. (bk. Âl-i İmran, 3/49, Ö. ÇELİK, 3/390)    

 21/92-97  HEPSİ BİZE  DÖNECEKLERDİR.

92. Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir (dininizbirtekdindir) Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde bana kulluk edin. [krş. 23/52]

93. (Çünkügeçmişümmetler) kendi aralarında (din) işlerinde parçalan(ıpbölükbölükol)dular. Her biri yine ancak bize döneceklerdir. [krş. 23/53]

94. Kim îman etmiş olarak sâlih ameller yaparsa, artık onun çalışması boşa gitmez. Şüphesiz biz onu yazarak kayda geçirmekteyiz.

95. (İnkâr, isysn ve zulümleri sebebiyle) helâk ettiğimiz belde ve şehir halkına (bir daha) dünyaya dönmeleri haramdır, mümkün değildir, şüphesiz (artık) onlar dünyaya dönemezler.

96. Nihâyet (kıyâmetalâmetlerindenolan) Ye’cûc ve Me’cûc (setleriyıkılıp) açılınca onlar her tepeden akın ederler. [bk. 18/94-99]

97. Gerçek vaad (olankıyâmet) kopunca inkâr edenlerin gözleri birden faltaşı gibi açılacak: “Eyvah bize! Doğrusu biz bundan gaflet içinde idik ve (kendimize) zulmeden kimselerden olduk.” (diyecekler).

92-97. (92).‘İşte sizin bir ve tek ümmetiniz bu ümmettir.’ Allah Teâlâ, Enbiyâ sûresinde farklı zamanlarda ve farklı bölgelerde dînini tebliğ etmek üzere birçok peygamber gönderdiğini haber verdikten sonra bunların tebliğ ettiği dînin Allah’ın birliği, yüceliği ve eşsizliği ilkesine dayanan tek bir din, ibâdete lâyık olan ilâhın da sâdece kendisi olduğunu bildirmiştir. (KUR’AN YOLU, 3/698)

Hadis: ‘Biz peygamberler ümmeti baba bir, annelerimiz ayrı kardeşleriz. Dînimiz de birdir.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 9/238)

İbâdet, insanın yaratılış gâyesidir. (51/56). Bir insanın Allâh’a ibâdet ediyor olabilmesi için îman edip, Allâh’ın emir ve yasaklarına uyması gerekir. (İ. KARAGÖZ 4/618)

Bütün mü’minler/müslümanlar kardeştirler (49/10). Hepsi bir ümmettir. Bu yüzden ırkçılık ve bu anlamda milliyetçilik fikirleri, Kur’ân’ın ifâdelerine aykırıdır.) (H. T. FEYİZLİ, 1/329)

(93).‘(Çünkügeçmişümmetler) kendi aralarında (din) işlerinde parçalan(ıpbölükbölükol)dular. Her biri yine ancak bize döneceklerdir.’ Bütün peygamberlerin getirdiği hidâyet ise, Kur’ân-ı Kerim’de bir araya gelmiştir. Şânı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: ‘Biz sana da kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları tasdik edici ve onlara karşı bir şâhit olmak üzere indirdik.’ (el Maide, 5/48; S. HAVVÂ, 9/239)

(95).‘Helâk ettiğimiz bir kasaba hâlkının tekrar dünyaya  dönmemeleri imkânsızdır.’ Müfessirler 95. Âyeti üç türlü yorumlamışlardır: (a). İnkârlarındaısraretmelerindendolayı Allâh’ın yok ettiği bir ülke hâlkının bir daha aslâ dünyâya dönmesi mümkün değildir. Bu sebeple onların dünyâya dönüp, iyi işler yaparak âhirette mutlu olmak istemeleri boşunadır. (bk. es Secde, 32/12; Fatır, 35/37; İbn Kesir’den.) Bu ve benzeri âyetler, reenkarnasyon iddiâsının temelden yoksun olduğunu göstermektedir. (bilgi için bk. Bakara 2/28) (b). İnkârda ısrar edenler, kıyâmete kadar yaşasalar dahi, tövbe edip îmâna gelmezler. Bu durum inkârda ısrarları sebebiyle kalplerinin katılaştığını, bu sebeple artık îman etmeyeceklerini ifâde eder. (İbn Kesir, Şevkâni) (c) Allah’ın yok ettiği bir ülke hâlkının Allâh’a dönmemesi mümkün değildir; her toplum mutlaka Allâh’a dönecek ve yaptığının karşılığını görecektir. (Şevkâni, Ateş, KUR’AN YOLU, 3/699)   

Yaygınyorumagöre, Ye’cûc ve Me’cûc ‘un önünün açılması ve bunların her taraftan akın edip dünyâda fesat çıkarmaları, kıyâmet alametlerindendir. Buna göre âyet, Ye’cûc ve Me’cûc ‘un soyunun veya onların karakterine sâhip toplulukların kıyâmete kadar devam edeceğini ifâde eder. (KUR’AN YOLU, 3/699)

(96).‘.. her tepeden akın ederler’ cümlesi, kıyâmet öncesinde bozguncu bir toplumun savaş çıkaracağını, heryerden insanlara ve toplumlara saldıracağını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/621)

(97).‘Ve gerçek vaad yaklaştığı zaman o küfredenlerin gözleri hayretle açılır.’ Yaklaştığı bildirilen ‘şaşmaz sözün gerçekleşmesi’nden maksat, kıyâmet olayıdır. (krş. Enbiya, 21/104) Ye’cûc ve Me’cûc‘ün çıkışı kıyâmetin yaklaştığını gösterdiğine göre, bu cümle bir önceki âyetin anlamını pekiştirir mahiyettedir. ‘Bir de bakarsın ki inkârcıların gözleri yerinden fırlamış!’  anlamındaki cümle de olayın şiddetini ve insanların kıyâmet olayı karşısındaki şaşkınlığını, aczini ifâde eder. (KUR’AN YOLU, 3/700)

21/98-103 CEHENNEM  YAKITI OLUP  İNİM  İNİM  İNLEMEMEK

98. (Ey kâfirler!) Şüphesiz, siz ve Allah’tan başka taptıklarınız (Allahyerinebağlandıklarınız) (krş. 2/165-167; 4/56), cehennemin yakıtısınız. Siz (hepberâber) ona gireceksiniz.

99. (Ey müşrikler!) Eğer onlar (gerçek) ilâh olsalardı, oraya girmezlerdi. Oysa hepsi (tapanvetapılanlar) orada ebedî kalacaklardır.

100. Müşrikler orada inim inim inlerler ve orada artık (cehenneminuğultusundandolayıhiçbirşey) işitmezler.

101. Tarafımızdan kendileri hakkında en güzel (olancennetsaadet)i takdir edilmiş olanlar ise, o (cehennemateşi)nden uzaklaştırılmıştır. [bk. 11/106]

102. Müminler cehennemin uğultusunu bile duymazlar. Canlarının çektiği (nîmetler) içinde ebedî kalacaklardır. [bk. 10/26; 55/60]

103. (Kıyâmetgünündeki) en büyük korku / dehşet müminleri üzmez. Melekler, onları: “İşte bu, (dünyâda) size vaadedilen (mutlu) gününüzdür.” diyerek karşılar.

98-103. (98).’Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz.’ 98. Âyette yer alan ‘taptıklarınız’dan maksat, hem taştan ve ağaçtan yapılan putlar hem de Firavun ve Nemrud gibi kendisini rab olarak ilan eden, bu sebeple hayvanlardan ve taşlardan daha değersiz bir duruma düşen kimselerdir. Bunlar birlikte cehenneme atılacak ve orada ebedi kalacaklardır. (Ö. ÇELİK, 3/393)

(99).‘Şâyet bunlar ilâh olsaydı oraya girmezlerdi. Hepsi de orada temelli kalacaklardır.’ 99. Âyet, tanrı diye tapılan, fakat kendilerini dahi cehennem ateşinden koruyamayan putların ne derece âciz varlıklar olduğunu ifâde eder; dolaylı olarak insanlara âciz varlıklara kul olmak yerine Allah’a teslim olmalarını telkin eder. (KUR’AN YOLU, 3/702)    

(100).‘Orada (kâfirler) inim inim inleyecekler ve bir şey de işitmeyeceklerdir.’ Görmek, işitmek, konuşmak insanlara verilen nîmetlerin en büyüklerinden olduğu için Allah Teâlâ, dünyâda bâtıl tanrılara tapanları kıyâmet gününde bu nîmetlerden mahrum edeceğini; onları kör, sağır ve dilsiz olarak haşredeceğini bildirmektedir. (krş. İsra 17/97, KUR’AN YOLU, 3/702, 703)

(102).‘Müminler cehennemin uğultusunu duymazlar..’ 102’nci âyet cehennemde bir uğultu olacağını, bu uğultuyu cennete giren müminlerin duymayacağını beyan etmektedir. Âyette geçen ‘hasis’ ile cehennemde kaynayan suların, cehennemin yakıtı olan insan ve taşların (66/6) yanarken çıkardığı alevin sesi ve cayırtısı, cehennemliklerin feryatları, çığlıkları, inleyip sızlanmaları kasdedilmiş olabilir. Cennettekiler bu sesleri bile duymayacaklardır. Duysalar üzülebilirler. Hâlbuki cennette, müminler için üzülmek yoktur. (46/13-14; İ. KARAGÖZ 4/625, 626)

(103).‘(Kıyâmetgünündeki) en büyük korku / dehşet onları üzmez.’  ‘En büyük dehşet’ten maksat, öldükten sonra dirilme, hesap verme ve cezâyı içeren kıyâmet gerçeğidir.  Bu dünyâda Allâh’a îman edip erdemli işler yapanlar o günün dehşetinden etkilenmeyeceklerdir.  (KUR’AN YOLU, 3/703)

‘Melekler onları: Size söz verilen gün işte bu gündür, diye karşılarlar.’ Müminleri ölüm anlarında, kabirlerinden kalkarken, mahşere sevk edilirken ve hesapları tamamlanıp cennete girerken hep melekler karşılayacak ve onlar cennetle (korkmamalarını, tasalanmamalarını,  KUR’AN YOLU, 3/703) müjdeleyeceklerdir. Cennette canlarının çektiği nîmetler içinde ebedi yaşayacaklardır. (bk. Fussilet, 41/30-32; Zümer, 39/73; Ö. ÇELİK, 3/394)

21/104-106  YERYÜZÜNE  İYİ  KULLARIM  VÂRİS  OLACAKTIR.

104. Kıyâmet koptuğu gün, göğü, yazılı kâğıt tomarını dürer gibi düreriz. (Sonra dünyâda) ilkin yarattığımız gibi tekrar yaratacağız ki bu bizim için verilmiş bir sözdür. Şüphesiz biz bunu yapacağız.

105. Andolsun ki zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: “Yeryüzünde, şüphesiz sâlih kullarım mîrasçı (hükümran) olacak.” diye yazmıştık. [bk. 24/55]

106. Muhakkak ki bu (Kur’ân’)da kulluk eden bir toplum için yeterli bir tebliğ (veöğüt) vardır.

104-106. (104).‘Göğü kitap dürer gibi dürdüğümüz gün, yaratmaya ilk başladığımız gibi onu yeniden var edeceğiz.’ Bir başka âyet-i kerîmede de kıyâmet gününde bütün yeryüzünün yalnızca Allâh’ın yönetiminde bulunacağı,  göklerindeO’nun kudret eliyle dürülmüş olacağı ifâde edilmiştir. (Zümer, 39/67) Yüce Allah, kâinâtı yoktan yaratmış ve sürekli olarak genişletip bugünkü hâline getirmiştir. (krş. Zâriyât, 51/47) Kıyâmet gününde yine sonsuz kudretiyle onu dürerek önceki hâline getirecek, yâni mevcut hâliyle yok edecek; sonra da âhiret hayâtına, o âlem için planladığı şartlara uygun yeni bir âlem gerçekleştirecektir. (evrenin değişimi hakkında bilgi için bk. İbrâhim, 14/48, KUR’AN YOLU, 3/703)

Hadis: ‘Aziz ve Celil olan Allah, kıyâmet günü gökleri dürer, sonra gökleri sağ eline alır, sonra ‘Ben melik’im zorbalar nerede, mütekebbirler nerede’ der, sonra gökleri sol eliyle dürer, sonra ‘Ben Melik’im zorbalar nerede, mütekebbirler nerede’ buyurur.’ (Müslim Sıfatü’l Kıyâme 24, İ. KARAGÖZ 4/627)

(105).‘Andolsun ki Tevrat’tan sonra Zebur’da şunu yazmıştık: Yeryüzüne ancak sâlih kullarım mîrasçı olacaklardır.’ Buradaki ‘yeryüzü: arz’ için; cennet arzı, kutsal topraklar ya da mutlak yeryüzü gibi anlamlar verilmiştir. Çünkü yeryüzüne târih boyunca sâlih olan ve olmayan toplumların hâkim oldukları bilinmektedir. (bk. Zümer 39/74; A’raf 7/137) Ancak, İbn Hâldun’un da dediği gibi, milletler doğar, büyür ve ölürler. Bu toplum, zulüm ve haksızlıklarla yaşama ve ayakta durma yeteneğini kaybederse, Cenâb-ı Hakk onun yerine ve daha sağlıklı bir toplum getirir. Kısaca zulüm, uzun ömürlü olmaz. Onun yerini hak ve adâlet alır. Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre ‘sâlih kullar’ dan maksat, Muhammed ümmetidir. (H. DÖNDÜREN, 2/533)

İbn Abbas’ın sözünden anlaşıldığına göre yeryüzünden maksat üzerinde bulunduğumuz topraklardır. İşte bu, Yüce Allâh’ın bize verdiği vaad ve müjdesidir. Buna göre bu âyet-i kerîme, bu ümmete bütün dünyâya mîrasçı olacaklarını müjdelemektedir. (..) Bu âyet-i kerîme ile buna açıklık getiren hadis-i şerifler evrensel İslâm devletinin mutlaka kurulacağını ve bunun – bâzı kimselerin anladığının aksine – Hz. Mesih’in inmesinden önce gerçekleşeceğini ifâde etmektedir. Bu gerçekleşeceği zaman ise, işte o zaman yeryüzüne mîrasçı olunmuş olacaktır. (S. HAVVÂ, 9/248)      

(106).‘Muhakkak ki bu Kur’an’da kulluk eden bir toplum için yeterli bir tebliğ vardır.’ Kur’an’da insan hayâtının bütün alanları ile ilgili emir ve yasaklar, ilke ve hükümler vardır. Kur’an, insanın yemesinden içmesine (7/31), evlenmesinden boşanmasına (2/22), ticâretinden (2/279), mîrâsının taksimine (2/275), konuşmasından yürümesine (4/7), çocuğun kaç sene emzirilmesinden. (37/19) birisinin evine nasıl girileceğine (2/233), çocukların anne ve babalarının yatak odalarına ne zaman ve nasıl gireceklerinden (24/27), yemeğin birlikte veya ayrı ayrı yenmesine (2/186) varıncaya kadar fert, âile ve toplum hayâtı ile ilgili kuralar getirmiş ve yol göstermiştir. Çünkü Kur’an ‘İnsanların rehberi, yol göstericisidir.’ (2/186). İnsanları ve toplumları en doğru olana iletir.(17/9; İ. KARAGÖZ 4/630)

21/107-112  BİZ SENİ  ANCAK  ÂLEMLERE  RAHMET  OLARAK  GÖNDERDİK

107. (EyMuhammed!) Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik. [krş. 34/28]

108. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Bana, ‘ilâhınız ancak bir tek ilâh’tır’ diye vahyolunuyor. Artık (bunagöre) müslüman oluyor musunuz?”

109. (Ey Peygamberim!) Eğer (dâvetinden) yüz çevirirlerse de ki: “(Banaemrolunanları) sizin hepinize ‘yeterince / eşit’ bir şekilde bildirdim. Artık tehdit edildiğiniz şey yakın mı, yoksa uzak mı bilmem.”

110. “Şüphesiz Allah, sözün açığını da bilir, gizlediklerinizi de bilir.”

111. (Ey kâfirler!) “Bilmiyorum, belki o (azâbıngecikmesi) sizin için bir imtihan ve (ecelinizingeleceği) bir zamana kadar sizi bir faydalandırmadır.”

112. (Peygamber) duâ etti: “Ey Rabbim! (Onlarlaaramızda) hak ile sen hüküm ver. Bizim Rabbimiz çok merhametli, sizin yakıştırdıklarınız (iddialârınız)a karşı yardımı istenendir.”

107-112. (107).’Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.’ Nesefi der ki: ‘Denildiğine göre o dünyâda da âhirette de müminlere bir rahmettir. Kâfirlere de dünyâdayken kökten yok edilmemeleri, başka sûretlere dönüştürülmemeleri ve yerin dibine geçirilerek azap edilmemeleri sûretiyle, azâbın geciktirilmesi bir rahmettir. (S. HAVVÂ, 9/234, 235)  

Rasûlümüzün (s) âlemlere rahmet oluşunun tecellileri pek çoktur. Bunların bir kısmı şunlardır: Ondan sonra bütün kâfirlerin toptan yok edilmelerini gerçekleştirecek azâbı kaldırmıştır. Hâlbuki bütün kâfirler de onun için bir dâvet topluluğudur. Diğer taraftan Yüce Allah, bu dîni uygulayan kimseleri yeryüzünde mutlu kılar. Çünkü bu dinde genişlik vardır, kolaylık vardır, hak vardır, adâlet vardır, problemlerden kurtuluş vardır, huzursuzluktan, çalkantılardan kurtuluş vardır; aynı şekilde âhiretin saâdeti de bu dindedir. (S. HAVVÂ, 9/250)

Hadis-i Şerif: Müslimsahîhindederki: Ebu Hüreyre ’den, dedi ki: Ey Allâh’ın Rasûlü, müşriklere bedduâ et, denildi, şöyle buyurdu: Ben lânet okuyucu olarak gönderilmedim, ben rahmet olarak gönderildim, (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 9/250)

Âlemlere rahmet olmasının bir sonucu olarak, insanlara birbirlerini, hayvanları, bitkileri sevmeyi, ekolojik dengeyi korumayı tavsiye etmiştir. İnsanlara kurtuluş ve mutluluğa erme yollarını öğreten odur. … O geldiği zaman insanlık onuru çiğneniyor, insanlar tanrı diye elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Yüce Allah, insanları bu bâtıl inançların kıskacından kurtarmak, onları düşüncede, inançta ve toplumsal hayatta özgürlüğe kavuşturmak amacıyla Hz. Peygamberi göndermiştir. O getirdiği dînî ve ahlâki prensipler sebebiyle insanlık için bir rahmet olmuştur. (KUR’AN YOLU, 3/705)

(109).‘(Ey Peygamberin!) Eğer (müşrikler Müslüman olmaktan) yüz çevirirlerse (onlara) de ki:’ ‘De’ emri, Hz. Peygamberin Allâh’ın emir ve yasaklarını, ilke ve hükümlerini insanlara bildirme zorunluluğunu ifâde eder. ‘Ben size, bana bildirilen gerçekleri eşit olarak bildirdim’ cümlesi,  Hz. Peygamberinbugöreviniyerinegetirdiğiniifâdeeder. Bu emir, Peygamberin şahsında müminlerin de ilâhi gerçekleri insanlara anlatma görevinin olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 4/632, 633) 

‘Şâyet yüz çevirirlerse, De ki: Bana emrolunanı size tastamam bildirdim.’  Buna göre Hz. Muhammed tebliğ görevini eşitlik esâsına göre yapmış, sahâbe arasında ayırım yaparak, kimseye özel muâmelede bulunmamıştır. (H. DÖNDÜREN, 2/533)  Nesefiderki: Bu buyrukta Batıniyye mezhebinin bâtıl olduğunun delili vardır.’ (S. HAVVÂ, 9/235)  

(111).Bilmem belki bu sizin için bir imtihan ve bir süreye kadar geçindirme içindir.’ Yâni dünyâ hayâtında azâbınızın geciktirilmesi, sizin için bir imtihan olabilir. Ölünceye kadar nasıl amel edeceğinizi görmek için ve sizin yararlanmanız için bu geciktirme yapılmış olabilir. Bunun sebebi ise, bunun aleyhinize delil olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/236)

(112).‘De ki: Sen hak ile hükmet, nitelediklerinize karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir.’  Müşrikler, …. Kur’ân’ı sihir, hayâl mahsûlü, şiir, efsâne, uydurma gibi vasıflarla nitelemek sûretiyle onun kitleler üzerindeki tesirini / etkisini kırmaya çalışıyorlardı, Allah hakkında da bâtıl sözler söylüyor, O’na ortak koşuyor ve Allah’ın çocuk sâhibi olduğunu iddia ediyorlardı. Hz. Muhammed hakkında ise sihirbaz, şâir, mecnun, kâhin gibi onun şânına yakışmayacak çirkin nitelendirmelerde bulunuyorlardı.  Bu haksız ve çirkin isnatlar karşısında Hz. Peygamber, hâkimler hâkimi olan Allâh’ın merhametine ve yardımına sığınarak kavmi ile kendisi arasında hak ile hükmetmesini istemiştir. (..) Müfessirler, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamberin duâsını kabul buyurduğunu ve müşriklere ilk genel cezâyı Bedir savaşındaverdiğini ifâde etmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 3/706)    

Mâlik’ten, o Zeyd b. Eslem’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s) bir savaşta bulunduğunda; ‘Rabbim sen hak ile hükmet….’ diye buyururdu. (S. HAVVÂ, 9/252)