Fatır Suresi

35. Fâtır Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 45 âyettir. 29 ve 32. âyetler Medîne’de inmiştir. Fâtır, “yoktan var eden” demektir. Sûre adını ilk âyette geçen aynı kelimeden almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/433)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

35/1-7  ALLAH’TAN  BAŞKA  RIZIK  VERECEK  VAR MI?

1. Gökleri ve yeri yoktan yaratan; melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allâh’a hamdolsun. (O) yaratmada, dilediğini (dilediğimiktarda) artırır. (Herkesiayrıbirkalıp, şekil, güzellikveözellikteyaratır.) Hiç şüphesiz Allah, herşeye kâdirdir.

2. Allah insanlara rahmetinden her neyi açar (gönderir)se, onu tutup önleyecek yoktur. Her neyi de tutup kısarsa ondan sonra onu salıverecek de yoktur. O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.

3. Ey insanlar! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Size gökten ve yerden rızık veren Allah’tan başka bir yaratıcı var mı? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde nasıl (olupdaîmandan) çevriliyor (başkavarlıklaratapıyor)sunuz?

4. (Rasûlüm! Mekkeliler) Eğer seni yalanlıyorlarsa (bunaüzülme), bilesin ki senden önceki peygamberler de yalanlandı. (Sonunda, bütün) işler ancak Allâh’a döndürülür.

5. Ey insanlar! Allâh’ın verdiği söz (vaadi) gerçektir. O hâlde dünyâ hayâtı sizi aldatmasın (ibâdetvetaattenalıkoymasın). Çok aldatıcı (şeytan), sizi Allâh’(ınaffınagüvendirmek)le aldatmasın. [krş. 31/33; 57/14; 82/6]

6. Şüphesiz şeytan size (apaçık) bir düşmandır. Siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateş ehlinden olmaları için çağırır.

7. İnkâr edenler için (gerçekten) pek şiddetli bir azap vardır. Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için de bağışlanma ve büyük bir mükâfat (cennet) vardır.

1-7. (1).‘Gökleri ve yeri yoktan yaratan; melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allâh’a hamdolsun. (O) yaratmada, dilediğini (dilediğimiktarda) artırır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye kâdirdir.’ Göklerin ve yerin yaratıcısı, yâni bütün âlemi yokken yaratan, fıtratını ilk başta yoktan var eden yâhut yaran, yoktan varlığa çıkaran ve yine yaratacak, ‘Gök yarıldığı zaman’ (İnşikak, 84/1) ve ‘Gök yarıldığı zaman’ (İnfitar, 82/1) hükmünü yerine getirecek olan. En’âm sûresinde de geçtiği üzere, ‘Fatara’ aslında ‘yarmak’ mânâsınadır. Râgıp ‘uzunluğuna yarmak’ der. Bundan daha önce örneği geçmeksizin ilk olarak yaratmak mânâsına meşhur olmuştur. (ELMALILI, 6/372)

Meleklerein Kanatları: Âyetteki bu sayı, bir sınırlama değil, çokluk bildirmek içindir. Nitekim İbn Mesud’dan rivâyete göre Rasûlullah (s) Cebrâil (a.s.)’ı altıyüz kanadı ile görmüştür. Tirmizi’ nin Hz. Âişe’den naklettiğine göre Allâh’ın Elçisi Cebrâil (a.s.)!ı kendi şekli ile iki kez görmüştür. Bir kere Sidre-i Müntehâ‘nın yanında, bir kez de Ciyad (atlar) içinde görmüştür ki altıyüz kanadı vardı, ufku kaplamıştı. (bk. Necm, 53/18; Buhâri Bed’ül Hâlk 7; Müslim Îman 280, 282; Tirmizi Tefsiru Sûre 53/2,3’den, H. DÖNDÜREN, 2/688)   

‘Yaratmada dilediği kadar fazlalaştırır.’ Nesefi de der ki: ‘O kanatların yaratılmasında ve başka şeylerde dilediğini artırır. Bu yaratmadaki artırma ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Bu güzel yüz, güzel ses, güzel saç, güzel kısmet ve güzel gözlerdir.’ Ancak âyet-i kerîme mutlaktır. Yaratmadaki her türlü fazlalığı kapsar. Boy uzunluğu, mutedil bir sûret, organların eksiksizliği, güç ve kuvvet, iyi bir akıl, keskin bir görüş, akıcı ve güzel bir üslûp, müminlerin kalplerinde sevgi ve buna benzer şeyleri kapsar. (S. HAVVÂ, 12/57)

Hadis: Şeytan da melek de insana sokularak kalbine bir şeyler getirir. Şeytanın işi kötülüğü telkin edip, hakkı yalanlamaktır. Meleğin işi ise, iyiyi tasvip edip hakkı doğrulamaktır. İçinde böyle bir duyguyu bulan kimse onun Allah’tan olduğunu bilsin ve O’na hamdetsin. Şeytanın telkinini hisseden ise şeytandan korunmak için Allâh’a sığınsın.’ (Tirmizi Tefsir 3’den, KUR’AN YOLU, 4/449)

(2).‘Allah insanlara rahmetinden her neyi açar (gönderir)se, onu tutup önleyecek yoktur. Her neyi de tutup kısarsa ondan sonra onu salıverecek de yoktur. O, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Rahmet kelimesinin âyet-i kerîmede nekre olarak kullanılması ise, bu rahmeti genel ve kapalı kılmak gayesine yöneliktir. Yâni bu rahmet kelimesi ile kast edilen mânâ; O’nun katındaki hazînelerde bulunan nîmet, sıhhat, emniyet, ilim, hikmet ve daha bunlara benzer sayılamayacak olan şeylerdir. Cenâb-ı Allâh’ın insanlara göndereceği bu rahmeti hiç kimse engelleyemez. Aynı zamanda onun alıkoyduğu nîmeti de kullarına gönderebilecek güçte hiçbir varlık yoktur. (M. HİCÂZİ, 5/161)

Yüce Allâh’ın rahmet musluğu kuruyunca mal, evlât, vücut sağlığı, maddi güç, rütbe, mevki bütün bunlar endişe, sıkıntı ve mutsuzluk kaynağı olurlar. Fakat ilâhi rahmetin muslukları açılınca bütün varlık türleri birer huzur, rahat,  mutluluk ve güven kaynağı olurlar. (S. KUTUB, 8/413)

Hadis: Rasûl-i Ekrem (s), selâm verip namazı bitirince şu duâyı yapardı: ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız Allâh vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Bütün övgüler O’na mahsustur. O’nun herşeye gücü yeter. Allâh’ım! Senin verdiğine engel olacak, vermediğini de verecek kimse yoktur. Senin yardımın olmadan hiçbir zengine serveti fayda vermez.’ (Buhâri Ezan 155, Müslim Mesâcid 137’den Ö. ÇELİK, 4/170) 

(3).‘Ey insanlar! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın.’ Bilin ve şükredin demektir. ‘Allâh’ın nîmetleri’ insanların yedikleri ve içtikleri, kullandıkları ve faydalandıkları  şeyler, teneffüs ettikleri temiz hava, Güneş’in ısı ve ışığı, sağlık, mal, mülk, evlât, itibar, akıl, görme, işitme, yürüme ve konuşma yeteneği, peygamber ve kitap gönderilmesi ve benzeri maddi ve mânevi nîmetlerdir. Allâh’ın nîmetlerini anmak, bilmek ve şükretmek için, îman edip sâlih ameller işlemek, Allâh’a ibâdet edip itaat etmek, haramlardan sakınmak ve O’nu bilmek ve övmekle mümkün olur. (İ. KARAGÖZ 6/186)

‘Size gökten ve yerden rızık veren Allah’tan başka bir yaratıcı var mı? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde nasıl (olupdaîmandan) çevriliyorsunuz?’ Yâni nîmetin hakkını bilerek ve onu itiraf ederek ibâdet ve tâati, nîmeti verene tahsis ederek ona riâyet ediniz ve onu koruyunuz. Bu nîmet, mal – mülk, mevki – makam, gibi görünür bir nîmet olabileceği gibi, sağlık, kuvvet gibi bedeni yâhut da akıl ve zekâ gibi kişisel bir nîmet de olabilir. Her hâlükârda nîmetin hakkı korunmalıdır. (İ. H. BURSEVİ, 16/146)

İbn Kesir âyet-i kerîme hakkında şunları söylemiştir: ‘Yüce Allah, kullarını uyarıyor ve yalnızca kendisine ibâdet etmek sûretiyle tekliğine ne şekilde delil getireceklerini gösteriyor. O, nasıl bağımsız ve tek olarak yaratıp rızık veren ise, aynı şekilde yalnızca O’na ibâdet edilmeli, putlar, eşler, ortaklar, O’na ortak koşulmamalıdır.’ (S. HAVVÂ, 12/64)  

(4).‘(Rasûlüm! Mekkeliler) Eğer seni yalanlıyorlarsa, bilesin ki senden önceki peygamberler de yalanlandı.’ O bakımdan sen de onlara uy! Çünkü senden önce geçen peygamberler, senin için bir örnektir. Onlar da senin gibi kavimlerine apaçık deliller getirmişler, tevhidi onlara emretmişlerdi. Kavimleri ise onları yalanlamış, onlara muhâlefet etmişlerdi. (S. HAVVÂ, 12/64)

Yüce Allah, yalanlanması sebebiyle üzülen Hz. Peygamberi daha önceki peygamberlerin de yalanlandığını söyleyerek teselli etmiş, üzülmemesi gerektiğini bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 6/187, 188)

‘(Sonunda, bütün) işler ancak Allâh’a döndürülür.’ İbn Kesir der ki: Yâni onların bu davranışlarına karşılığı en uygun şekilde O verecektir. (S. HAVVÂ, 12/64)

Nesefi der ki: ‘Bu buyrukta hem vaad vardır, hem tehdit vardır. Çünkü bütün işler O’nun hükmüne bağlıdır. Yalanlayanların da, yalanlanan kimselerin de lâyık oldukları şekilde amellerinin karşılıklarının verileceğine işâret edilmektedir. (S. HAVVÂ, 12/64)  

‘Ey insanlar! Allâh’ın vaadi haktır.’ Allâh’ın öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılıklarının görüleceğine dâir vaadi mutlaka gerçekleşecektir. (S. HAVVÂ, 12/67)

Yüce Allah ne söyledi ise doğrudur. Birgün mutlakâ kıyâmet kopacak, insanlar kabirlerinden diriltilecek, hesaba çekilecek, sonuçta müminler cennete, kâfirler cehenneme gidecektir. (İ. KARAGÖZ 6/189)

‘O hâlde dünyâ hayâtı sizi aldatmasın.’ ‘.. dünyanın insanı aldatması’ ilemaksat, insanın dünyanın geçici nîmetlerine ve lezzetlerine dalması, âhiret hayâtını unutması, günah işlemesi, dînî görevleri terk etmesi, helâl ve haramı gözetmemesi ve nefsin kötü arzularına uymasıdır. Mümin harama düşmeden dünyâ nîmetlerinden faydalanır, âhiret nîmetleri için îman, sâlih amel ve takvâ ile hazırlık yapar, dünyaya aldanmaz, şeytana kanmaz ve âhireti unutmaz. (İ. KARAGÖZ 6/189)

‘Çok aldatıcı (şeytan), sizi Allâh’(ınaffınagüvendirmek)le aldatmasın.’ Şeytan diğer tahrikleriyle berâber özellikle; ‘Allah çok bağışlayıcıdır, büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz,‘ gibi telkinler yaparak, bizzat Allah ile aldatmasına karşı uyanık olunmalıdır. (bk. Lokman, 31/33) Çünkü bunun yaratılış maksadı insana düşmanlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi kez tekrar edilen Hz. Âdem – İblis kıssası bu düşmanlığı tüm safahâtıyla / aşamalarıyla anlatmaktadır. (Ö. ÇELİK, 4/171)

el Ğarûr: Aldatıcı anlamına gelen el ğarûr kelimesi, eş Şekûr, es Sabûr kelimeleri gibi mübâlağa 7 fazlalıkifâde eder. Şeytan son derece aldatıcı olduğundan el ğarur, şeytanın ismi olmuştur.  Müfredat’da der ki: Mal – mülk, makam – mevki, şan – şöhret, şehvet ve şeytan gibi insanı aldatan herşey aldatıcı (garûr)‘dur. İnsanı aldatanların en kötüsü şeytan olduğu için el ğarûr kelimesi ‘şeytan’ olarak tefsir edilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 16/150)

(6).‘Şüphesiz şeytan size bir düşmandır. Siz de onu düşman sayın.’ Ona yanaşmayınız, onun telkinlerini iyiliğinize sanmayınız, onun izinden gitmeyiniz. Çünkü aklı başında insan düşmanın peşinden gitmez. O sizi iyiliğe çağırmaz, sizi kurtuluşa erdirmez.  (S. KUTUB, 8/419)

‘.. şeytanı düşman edinin’ Allâh’ın emir ve yasaklarına uyarak şeytana karşı çıkın ve onu hayâl kırıklığına uğratın. Onun hilelerine kanmayın, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/189)

‘O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateş ehlinden olmaları için çağırır.’ İbn Kesir diyor ki: ‘Yâni şeytanın maksadı, onunla birlikte alevli ateşin azâbını boylayasınız diye sizi saptırmaktır. İşte apaçık düşmanınız budur. Güçlü ve Aziz olan Allah’tan bizleri şeytana düşmanlardan kılmasını, Allâh’ın Kitabına tabi olmayı rızıklandırmasını, Rasûlünün yolunu izlemeyi kolaylaştırmasını dileriz. Çünkü O, dilediği herşeye kâdir olandır ve duâları kabul edendir. (S. HAVVÂ, 12/68)

‘İnkâr edenler için (gerçekten) pek şiddetli bir azap vardır.’ ‘şiddetli azap’  ile maksat, cehennem azâbıdır. Cehennemde kâfirler, ateşte yakılırlar (4/56), üzerlerine kaynar su dökülür (44/47, 48), kaynar su ve irinli su içirilir (14/14-17) ve boyunlarına demir halkalar vurulur (13/5; İ. KARAGÖZ 6/191).

‘Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için de bağışlanma ve büyük bir ödül vardır.’ Amel-i sâlih demek, sâdece oruç tutmak, namaz kılmaktan ibâret değildir. Evet bunlar da amel-i sâlihtir ancak yeterli değildir; amel-i sâlih herşeyimizin İslâm’a uygun olması demektir. Her amelimiz ve niyetimiz İslâm için olsun. Meselâ; bir adam ev yaptı ve kendisi için bir pencere açtı, sordular; ‘Bu pencereyi niye açtın?’ adam; ‘ışık geçsin diye açtım’ dedi. Eğer o adam, ‘pencereyi ezan sesini duymak için açtım’ deseydi, hem ışık gelirdi, hem ezânı duyardı, böylece de sevap kazanırdı. Yâni amel-i sâlih çok geniştir. Her yere ulaştırabiliriz. (M. TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 8/98)

‘işte onlara’ kusurlu hareket edip işledikleri günahlar dolayısıyla ‘mağfiret ve’ işledikleri hayır ve dünyâ ile şeytana karşı verdikleri mücâdeleler sebebiyle de ‘büyük mükâfat vardır.’ (S. HAVVÂ, 12/68)  

35/8-10 RÜZGÂRLARI  GÖNDERİP DE  BULUTU  HAREKETE  GEÇİREN ALLAH’TIR

8. (Ey Peygamberim!) Hiç kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören kimse (iyi/sevaplıişyapan, kötülüğüsevmeyenkimseyebenzer) mi? Allah dilediğini (ameliningereğiolarak) sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O hâlde, onlar(ınsapıklığın)a karşı üzülüp de kendini mahvetme! Çünkü Allah, onların yaptıkları şeyleri hakkıyla bilendir. [krş. 47/14]

9. Rüzgârları gönderen Allah’tır. (Onlar, yağmuryüklü) bir bulutu kaldırıp yürütür. Derken biz onu, (bulutları) ölü bir bölgeye sevk ederiz. Onunla yeri ölümünden sonra (bitkiyle) canlandırırız. İşte (öldüktensonra) dirilip kalkma da (tıpkı) böyledir.

10. Kim şan ve şeref istiyorsa, (Allah’tanistesinvebilsinki) bütün yücelik Allâh’ındır. O’na ancak (tevhidibildiren) güzel kelimeler yükselir; sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri plânlayıp kuranlara gelince: Onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tuzağı (veplânı) mahvolacak (boşaçıkacak)tır. [krş. 4/139; 10/65; 63/8]

8-10. (8).‘Kötü işleri kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (böyle olmayan kimseye benzer) mi?’ Bize göre bu âyete biri özel, diğeride genel olmak üzere iki farklı şekilde yaklaşılabilir. Özel boyutu itibâriyle söz konusu âyet, -Abdullah b. Abbas ve İbnü’ssâib el Kelbi’nin de dediği gibi – yaptıkları kötülüklerin kendilerine güzel gösterildiği, kendilerinin de onları güzel olarak telâkki ettiği kimselerin Mekke müşrikleri olduğunu ifâde eder. Çünkü âyette sözü geçen iki özelliğin her ikisi de o dönemde Mekke’de yaşayan müşriklerde mevcuttu. Âyetin ortaya koyduğu genel boyut da bize göre Allâh’ın kitâbına ve peygamberine karşı çıkıp kendi arzu ve istekleri peşinde koşan kimseler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu özelliği taşıyanlara her dönemde rastlamak mümkündür. (M. DEMİRCİ, 2/629)

‘Hiç kötü işi kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören kimse (iyi/sevaplıişyapan, kötülüğüsevmeyenkimseyebenzer) mi?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni îman edip sâlih amel işleyenler, hiç kâfirlerle fâcirler gibi olurlar mı? Kâfir ve fâcirler kötü işler yaparlar, fakat bununla berâber güzel iş yaptıklarına inanır ve öyle zannederler. Yâni bu şekilde olan ve Allâh’ın saptırdığı bir kimseye karşı senin yapabilecek bir şeyin olur mu? Elbetteki sen, onun faydasına bir şey yapamazsın.’ (S. HAVVÂ, 12/68)

‘Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O hâlde, onlar(ınsapıklığın)a karşı üzülüp de kendini mahvetme!’   Bu âyette Hz. Peygambere tebliğ görevini yaparken onun yolunu izleyenlere bir teselli verildiği açıktır. Dolayısıyla, âyetin devâmındaki ‘Allah dilediğini sapkınlık içinde bırakır, dilediğini de doğruya iletir’ cümlesini buna göre yorumlamak gerekir. Yüce Allâh’ın kulun hiçbir katkısı olmadan onu sapkınlığa ve dolayısıyla cehenneme itmesi O’nun engin hikmetiyle bağdaşmaz. Allâh’ın bir kimseyi sapıklıkta bırakması, kendisine verilen akıl yeteneğini ve irâde gücünü kötüye kullanmakta ısrar etmesi sebebiyle onu tercihiyle ve sonuçlarıyla başbaşa bırakması demektir. Birçok âyet ve hadiste yer alan açıklamaların ışığında, bu tür ifâdelerin, Allâh’ın mutlak irâdesine bir gönderme yapma veya – burada olduğu gibi – dini tebliğle görevli olanların başkalarını hidâyete eriştirmekle yükümlü olmadıklarını ve zâten buna güçlerinin yetmeyeceğini belirtme amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/450, 451)  

‘Çünkü Allah, onların yaptıkları şeyleri hakkıyla bilendir.’ Bu, inkâr eden kimselere yaptıkları kötü işler dolayısıyla azap ile bir tehdittir. (S. HAVVÂ, 12/69)

(9).‘Rüzgârları gönderen Allah’tır. (Onlar, yağmuryüklü) bir bulutu kaldırıp yürütür. Derken biz onu, (bulutu) ölü bir bölgeye sevk ederiz. Onunla yeri ölümünden sonra (bitkiyle) canlandırırız. İşte (öldüktensonra) dirilip kalkma da (tıpkı) böyledir.’ Peygamber efendimizin, bu hayâtın ardından yeni bir hayâtın geleceği ve herkesin burada yaptıklarından sorguya çekileceği yönündeki uyarılarını mantıksız bulan ve çoğu zaman alayla karşılayan inkârcılara, insanlara öldükten sonra tekrar hayat vermenin yüce Allâh’ın kudret ve azametini kavrayanlar için hiç de yadırganacak bir şey olmadığını anlatan bir örnek verilmektedir. Rüzgârların oluşturulması, onların bulutları harekete geçirmesi, bulutların yağmura dönüşmesi, yağmurun kurumuş toprağı canlandırması şeklinde sıralanan ve ilim, hikmet, kudret gerektiren bu olaylar dizisi üzerinde birazcık düşünmek, bunları gerçekleştiren gücün sâhibi için insanları öldükten sonra diriltmenin kolaylığını anlamaya yetecektir. (KUR’AN YOLU, 4/453)

Kur’ân’da îmânın evrensel delilleri sunulurken bu sahne sık sık karşımıza çıkar. Denizlerden kaldırdığı buharlarla bulutları oluşturup önlerinde sürükleyen rüzgârların sahnesi yâni. Gerçekten sıcak rüzgârlar buharlaşmaya yol açarlar. Soğuk rüzgârlarda da bu buharları yoğunlaştırıp bulut hâline getirirler. Sonra yüce Allah bu bulutları, hava akımları aracılığı ile değişik hava katmanlarına gönderir. Bu bulutlar sağa sola dağılarak yüce Allâh’ın istediği, sürükleyicileri olan rüzgârların ve hava akımlarını O’nun izni uyarınca götürdükleri yerlere giderler. Sonunda dilediği bir yere ‘ölü bir yöreye’ varırlar. Burası yüce Allâh’ın bilgisinde o bulut aracılığı ile hayâta kavuşacağı belirlenmiş bir yöredir. Şu yeryüzündeki tek hayat kaynağı sudur: ‘Bu bulutlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz.’ Böylece insanların umursamazlıkları ve ilgisizlikleri ortasında her an olan olağanüstü olay bir daha gerçekleşir. Her an bu olağanüstü olay olduğu hâlde, insanlar âhiretteki yeniden dirilmeyi akıllarına sığdıramıyorlar, oysa bu olay dünyâda her gün gözleri önünde yineleniyor: İşte yeniden diriliş olayı da böyledir.’ (S. KUTUB, 8/423)

Hadis: ‘Âdemoğlunun hepsinin  bedenini acbüz’zenb dışında toprak çürütür. Kıyâmet günü insan bedeni, bu parçadan yaratılır ve diriltilir.’ (Müslim Kıyâmet 142, İ. KARAGÖZ 6/195)

(10).‘Her kim izzet istiyorsa’ zillet ve hakâretten kurtulup şerefli, haysiyetli, kuvvetli olmak arzu ediyorsa ‘bilsin ki izzet tamâmı ile Allâh’ındır.’ Dünyâda da Allâh’ındır, âhirette de Allâh’ındır; dolayısıyla izzet isteyen şuna buna tapmakla kendisini zelil etmemeli, hepsini geçip Allâh’a yükselmelidir. (ELMALILI, 6/378)

Şeref, onur, güç, pâye, üstünlük gibi anlamları olan izzetin bütünüyle Allâh’a âit kılınması, bu kavramın insanlar açısından aslâ kullanılamayacağını değil, insanların elde edebilecekleri her türlü onur ve pâyenin Allah’tan olduğunu ve ancak O’nun hoşnutluğuna uygun olması hâlinde değer taşıyacağını ifâde etmektedir. Nitekim başka bir âyette bu kavram, Allâh’a, Rasûlü’ne ve müminlere izâfe edilmiştir. (bk. Münâfıkûn, 63/8, KUR’AN YOLU, 4/453) 

Üstünlük ve itibar, nefsin ihtiraslarına egemen olmaktır, bağımlılığı ve aşağılanmayı alt etmektir; Allah’tan başkası önünde boyun eğmemektir. Bunların yanı sıra Allâh’a boyun eğmek, saygı beslemektir; Allah’tan korkmak, çekinmektir; sevinçte de kederde de yüce Allâh’ın gözetimini üzerinde hissetmektir. İnsan Allâh’a boyun eğerse başı dik olur. İnsan Allah’tan korkarsa O’nun hoşuna gitmeyen herşeye karşı çıkar. İnsan kendini Allâh’ın sürekli gözetimi altında hissederse O’nun izni olmadıkça başını eğmez. (S. KUTUB, 8/425, 426)

Kureyşli kodamanlar, itibârı ve üstünlüğü putperest Arap kabileleri arasında arıyorlardı. Bu yüzden bu kabilelerin sapık putperestliklerine sâhip çıkıyorlar, onun koruyucusu kesiliyorlardı. Bunun sonucu olarak kendi ağızları ile ‘doğru’luğunu itiraf ettikleri hak yola girmeye cesâret edemiyorlardı. Bu yola girseler prestijlerinin, kabîleler arasındaki itibarlarının sarsılacağından korkuyorlardı. İşte bu Arap kabîleleri vardı ya, onlar prestijin ve itibârın kaynağı değillerdi. Ne bir kimseye itibar bağışlayabilir ve ne de bir kimsenin itibârını geri alabilirlerdi. Çünkü itibar ve üstünlük bütünü ile Allâh’ın tekelindedir. (S. KUTUB, 8/424, 425)

‘O’na ancak güzel kelimeler yükselir; sâlih amel de onu yükseltir.’ Allah katındaki izzet ve şerefe  ulaşmanın iki yolu vardır: (1) Kelime-i Tayyib: Kısaca ifâdesiyle güzel söz, (2) Sâlih ameller. Kelime-i Tayyib, başta kelime-i tevhid olmak üzere, Allah için yapılan her türlü tesbih, tahmid, tekbir, duâ, istiğfar ve zikirler gibi güzel ve hoş sözleri içine alır. Bunların arşa yükselip de ‘Şüphesiz iyilik, ihlâs ve fazilet sâhibi kişilerin defteri İlliyyûn’dadır.’ (Mutaffifîn, 83/18) buyrulduğu üzere makbul ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek sâlih amellere yaklaşmakla olur. (Ö. ÇELİK, 4/173, 174)

Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurur: ‘Sübhânellah, elhamdülillah, Allâhu ekber,  lâ ilâhe illallah diyerek Cenâb-ı Hakkı yücelttiğiniz zikirler, arşın etrâfında arı uğultusu gibi bir sesle sizin adınıza Allâh’ı zikrederek dönüp dururlar. Allah katında durmadan zikredilmeyi istemez misiniz? (İbn Mâce Edeb 56, Ahmed b. Hanbel 4/208’den Ö. ÇELİK, 4/174)  

Sahih îman, sâlih ameli gerekli kılar. Çünkü riyâsız, şirksiz îman, hevâ ve hevesten kurtulup Allâh’a teslimiyeti yâni emirlere tam itaati gerektirir. Kişinin amelinin sahih ve sâlih olmasını istemesi de îmanın sahih olmasını isteme bilincindendir. Kötülükleri plânlama ve yapma ise sahih îman ve sâlih amel ile bağdaşmaz. [bk. 1/4; 12/106] (H. T. FEYİZLİ, 1/434)

35/11-14 HİÇBİR  ŞEY  O’NUN  BİLGİSİ  DIŞINDA  KALMAZ

11. (Ey insanlar!) Allah sizi (ilkinçeşitlicins) topraktan, sonra bir meniden yarattı, sonra da sizi çift çift yaptı. O’nun ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe kalmaz, doğurmaz da. Ömrü uzun olana uzun ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (Levh-i Mahfuzda, yazılmışveannerahmindetespitedilmiş)tir. Şüphe yok ki (busayılanlar) Allâh’a göre kolaydır. [krş. 6/59; 21/30]

12. İki deniz(insuyu) bir (aynı) olmaz: Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içimi boğazdan kolay geçer; bu da tuzludur, acıdır (boğazıyakar). Bununla berâber her ikisinden de tâze et (balık) yersiniz, (inci, mercangibi) takındığınız bir ziynet çıkarırsınız. (Allâh’ın) lütfundan (rızkınızı) aramanız için gemilerin orada (denizi) yara yara gittiğini görürsün. Umulur ki artık şükredersiniz. [krş. 16/14; 25/53; 55/19-22]

13. (Allah) geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar (gecevegündüzüuzatır, kısaltır). Güneşi ve ayı (emrininaltında) istifâdeye sunmuştur. Her biri belirli bir süre için (kendiyörüngesinde) akıp gider. (Ey insanlar!) İşte (bunlarınhepsiniyapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk / hükümranlık ancak O’nundur. O’ndan başka yalvardıklarınız / tapındıklarınız bir hurma çekirdeğinin zarına bile sâhip değillerdir.

14. Eğer onları, (yardımınıza) çağırsanız, çağrınızı işitmezler; (birhayvancinsindenolupda) işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyâmet gününde ise, sizin (kendileriniyüceltipAllâh’a) ortak koştuğunuzu inkâr ederler. (Ey Peygamberim! Bunları) sana, herşeyden haberi olan (Allah) gibi, (hiçkimse) haber veremez.

11-14. (11).‘Allah sizi topraktan, sonra bir meniden yarattı, sonra da sizi çift çift yaptı.’ İnsanın topraktan meydana gelişinde somutlaşan ilk yaratılış olgusuna Kur’ân’da sık sık işâret edilir. Hâmileliğin ilk aşamalarından biri olan sperma dönemine de sık sık değinildiğini görüyoruz. Toprak cansız bir madde iken, sperma (nutfe) canlı bir çekirdektir. İlk ve en büyük mûcize işte bu hayat mûcizesidir. Hiç kimse bu mûcizenin nasıl ortaya çıktığını, ya da insanın hammaddesi olan toprakla nasıl kaynaştığını bilmiyor. Bu olgu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insan bilgisine kapalı bir sırdır. (S. KUTUB, 8/427)

‘.. sizi topraktan yarattı’ cümlesi, insanın aslının toprak olduğunu, ifâde eder. Modern ilim, insan bedeninin, yeryüzünün içerdiği elementleri bünyesinde taşıdığını ispat etmiştir. Toprağın içerdiği elementler şunlardır: Karbon, hidrojen, oksijen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum.

‘O’nun ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe kalmaz, doğurmaz da.’ Yâni, hâmilenin hâmileliğinde, doğuranın doğurmasında meydana gelen herşeyi Allah bilir. Allah, hâmilelik ve doğum yerini, günlerini, saatlerini, bu hâmilelik ve doğumun eksik yâhut tam olup olmayacağını, erkeklik, dişilik vb. tüm hâlleri bilir. (İ. H. BURSEVİ, 16/170)

‘Ömrü uzun olana uzun ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitaptadır.’ Bir insanın ömrünün uzun veya kısa oluşu tesâdüfe yâhut kendiliğinden oluşan değil, Allâh’ın irâdesine bağlıdır; bu irâde değişmemek üzere levh-i mahfuz diye bilinen özel bir kayıt sistemine de bağlanmıştır. Âyetin, ‘Bir canlının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mutlaka yazgıya uygun olarak gerçekleşir’ şeklinde çevrilen kısmı için, şu yorumlar yapılmıştır: (a) Herkesin ömrünün ne kadar olacağı tamı tamına kayıtlı olduğu gibi bunun yaşanan her günü, ayı, senesi de kaydedilmektedir. Bu cümlenin ‘ömründen eksilen, eksiltilen’ anlamına gelen ikinci kısmından maksat, işte ömrün bu bölümü, yâni yaşanan ve bu yönde kayda geçirilen miktarıdır; ‘verilen ömür’ anlamına gelen ikinci kısmından maksat ise, ömrün kalan bölümüdür. (b) Bu cümle, ‘Bir canlının ömrünün uzatılması da kısaltılması da mutlaka yazılıdır’ anlamına gelmektedir. Hadislerde belirtildiği üzere bâzı sebeplerle ömür uzatılabilir veya kısaltılabilir; amabudaAllâh’ınirâdesiyleolmaktadır veO’nunezeliilmindemevcuttur (bir kitapta kayıtlıdır) Allâh’ın bildikleri insanlar tarafından bilinmediğinden, bu durum dünyâ hayâtının sınav düzenini ve kişinin sorumluluğunu etkilemez. (Şevkâni’den, KUR’AN YOLU, 4/455)

(Yoksa) Kelâm âlimlerinin çoğuna göre – ki cumhur da bu görüştedir – ömür, yâni bir kişinin ömrü artmaz ve eksilmez. Ayrıca ömrün artıp eksilmesinin levh-i mahfuzda ispat ve tespit edilen muhtelif sebeplere bağlı olarak bir kişinin elinde olduğu söylenmiştir. Meselâ, levh-i mahfuzda şöyle yazılmıştır: Falanca kişi hac yaparsa ömrü altmış sene; yapmazsa kırk sene olacaktır. Bu kimse hac yapınca ömrü altmışa ulaşmış olur ve ömrü artırılmıştır. Hac yapmazsa kırkı geçemez. Bu sefer onun için gâye olan altmış yıllık ömür kısaltılmış olur. (İ. H. BURSEVİ, 16/171)

‘Şüphe yok ki (busayılanlar) Allâh’a göre kolaydır.’  Bu yaratma olayı ve diğerleri, akıl ve idrakleri hayret ve şaşkınlığa sevk etmekle berâber, sebeplerden bağlı olmadığı için Allâh’a kolaydır. İşte diriliş te böyledir. (İ. H. BURSEVİ, 16/170)

/12).‘İki deniz(insuyu) bir olmaz: Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içimi boğazdan kolay geçer; bu da tuzludur, acıdır. Bununla berâber her ikisinden de tâze et (balık) yersiniz, (inci, mercangibi) takındığınız bir ziynet çıkarırsınız.’ Tatlı su, bütün canlılar için hayat kaynağıdır. Şimdi de öbür su türü olan ve acı tuzlu suya bakalım. Bu tür su, daha çok denizler ve okyanuslar biçiminde karşımıza çıkar. Aşağıda bu konuda bir bilginin sözlerini okuyacağız. Adam bu açıklamayı şu koca evreni düzenleyen duyarlı plânı değerlendirirken yapıyor. Okuyoruz: Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucaksız su kütlesine borçludurlar. (İlim İnsanı Îman Etmeye Çağırıyor, O. Crasy (New York Bilimler Akademisi Başkanı)  (S. KUTUB, 8/430)

Bu açıklama niçin farklı türde yaratıldıklarına kısmen ışık tutuyor. Bu sözler kanıtlıyor ki, suların farklı türde yaratılmış olması, belirli bir amacın ve plânın sonucudur. Bu yolla şu evrenin varlığında ve düzeninde gerekli olan, birbirine bağlı birtakım dengeler ve uyumlar gözetilmiştir. Bunu ancak, şu evrenin ve şu evrendeki canlı cansız tüm varlıkların yaratıcısı olan yüce Allah düzenler. Çünkü bu hassas uyum, aslâ rastgele meydana gelmez. (S. KUTUB, 8/430)

‘Her birinde gemilerin suları yara yara gittiklerini görürsün. Allâh’ın lütfundan aramanız ve O’na şükretmeniz için.’ İbn Kesir der ki: ‘Bu büyük yaratık olan denizi emrinize verdiği için Rabbinize şükredesiniz diye. Siz bu denizde istediğiniz yere gidiyorsunuz, dilediğiniz gibi tasarruf ediyorsunuz. Hiçbir şeyiyle bu denizler size karşı çıkmaz. Hattâ yüce Allah göklerde ve yerde olanları da sizin emrinize vermiştir. Bunların hepsi O’nun lütfundandır, rahmetindendir. (S. HAVVÂ, 12/75)

‘.. gemilerin denizlerde suyu yarıp ses çıkararak gittiğini görürsünüz.’ Deniz kıyısında olanlar ve gemiye binenlergerçekten devâsâ gemilerinsuyu yararak gittiklerini görürler. Denize bu özelliğini veren yüce Allah’tır. Allah, denizleri bu özellikte yaratmasaydı, gemiler denizde hareket edemezlerdi. Bundan ibret ve ders alınması ve Allâh’ın varlığı, birliği, gücü ve nimetinin bilinmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/203)  

(13).‘(Allah) geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar.’ İbn Kesir der ki: Bu da O’nun karanlığı ile geceyi, aydınlığı ile gündüzü emrinize vermesindeki tam kudretinin, uçsuz bucaksız egemenliğinin, bir tecellisidir. Bunu kısaltır, öbürünü uzatır, sonunda her ikisi eşit olur. Sonra bunu kısaltır, ötekini uzatır; bu kısar bu da uzar; bu şekilde yaz ve kış uzayıp kısalırlar. (S. HAVVÂ, 12/77)  

‘Güneşi ve ayı (emrininaltında) istifâdeye sunmuştur. Her biri belirli bir süre için (kendiyörüngesinde) akıp gider.’ Bu âyet, güneş ve ayın kendi ekseni çevresinde ve bir yörünge üzerinde belirlenen bir zamâna doğru hareket ettiklerini, bu süre dolunca düşebileceklerini, yâni kıyâmet denilen olayla evrenin sonunun geleceğini bildirmektedir. Bk. Lokman 31/29; Yâsin 36/38; Zümer 39/5; H. DÖNDÜREN, 2/689)

‘Egemenlik O’nun tekelindedir. O’nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilâhlar bir tek çekirdek kabuğunun bile sâhibi değildirler.’ Âyetin orijinalinde geçen ‘kıtmir’ sözcüğü, çekirdek kabuğu anlamına gelir. Müşriklerin, Allah dışında taptıkları sözde ilâhlar basit bir çekirdek kabuğunun bile sâhibi değildirler. Arkasından bu sözde ilâhların mâhiyetleri biraz daha deşiliyor. Okuyoruz: ‘Eğer onları imdâda çağırırsanız çağrınızı işitmezler.’ (S. KUTUB, 8/433)   

(14).‘Sesinizi işitseler bile, size karşılık veremezler.’ Çünkü onlar ya çamurdan yoğrulmuş bir heykel, ya taştan, ağaçtan yontulmuş bir put, ya bir yıldız ya da gezegen, ya bir melek veya cindirler. Bunların hiç biri bir çekirdek kabuğunun bile sâhibi değildirler. Yine bunların tümü, sapık tapıcılarının çağrılarını işitemezler. Ya aslında ses algılama yetenekleri yoktur, ya da insan sözünü anlamazlar. Devam edelim: ‘Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler.’ Cinler ve melekler gibi. Çünkü cinler karşılık verme yeteneğinden yoksundurlar. Melekler ise sapıklara karşılık vermezler. Bu dünyâda böyledir. Kıyâmet günü ise, o sözde ilâhlar sapıklığa ve sapıklara karşı çıkarlar, onlarla ilişkili görünmekten şiddetle kaçınırlar. (S. KUTUB, 8/433)

‘Haberdar olan gibi, kimse sana haber veremez.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Olaylardan herşeyiyle haberdar olan gibi sana işlerin âkıbetini, sonunu ve varacakları yeri kimse haber veremez.’ Katâde der ki: ‘Burada şânı yüce Allah, kendi zâtını kastetmektedir.  Mutlakavekaçınılmazolarakmeydanagelecekolanıbildirmiştir.’ (S. HAVVÂ, 12/77)

35/15-26 ALLÂH’A  MUHTAÇ  OLAN  SİZSİNİZ

15. Ey insanlar! Siz Allâh’a muhtaçsınız. Allah ise zengindir (hiçbirşeyevehiçbirkimseyeihtiyacıyoktur) ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur. [krş. 92/8-10]

16, 17. (Ey insanlar!) Eğer O dilerse sizi yok eder (yerinize) yeni bir halk getirir. Bu da Allâh’a (göre) güç değildir.

18. Hiçbir günahkâr, başkasının (işlediğiveyagünahınasebepolmadığı) günahını yüklenip çekmez. Eğer (günah) yükü ağır olan kimse, (başkasını) onu taşımaya çağırsa, en yakını dahi olsa kendisine ondan herhangi birşey yüklemek mümkün olmaz. (Ey Peygamberim!) Sen ancak görmediği hâlde Rablerine ‘yürekten saygı duyan, O’ndan korkanları’ ve namazı gereği üzere kılanları uyar(ıpkorkut)abilirsin. Kim (günahlardan) temizlenirse, sırf kendisi için temizlenmiş olur. Dönüş ancak Allâh’adır. [krş. 6/164]

19, 20, 21. Görmeyen ile gören (kâfir ile mümin), karanlıklar ile aydinlık (inkâr ile îman) ve gölge ile sıcaklık (cennet ile cehennem) bir olmaz.

22. Dirilerle ölüler de bir değildir. Şüphesiz ki Allah dilediğine işittirir. (Ey Peygamberim! Yoksa) sen, kabirlerde (imişgibi) olanlara işittirecek değilsin!

23. (Ey Peygamberim!) Sen sâdece bir uyarıcısın.

24. Şüphesiz ki seni, (rahmetimiziçin) müjdeci ve (azâbımıziçin) bir uyarıcı olarak hak (Kur’ân) ile gönderdik. Hiçbir topluluk yoktur ki (onların) içinden bir korkutan uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın. [bk. 4/164; 40/78]

25. (Rasûlüm! Bunlar) seni yalanlıyorlarsa (üzülme. Çünkü) onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Hâlbuki onların peygamberleri kendilerine, açık açık deliller, (hikmetli) sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar da getirmişlerdi.

26. Sonra ben, o inkâr edenleri yakala(yarakcezâyaçarptır)dım. Benim inkâr edilişim nasıl oldu (gördüler)!

15-26. (15).‘Ey insanlar! Siz Allâh’a muhtaçsınız. Allah ise zengindir ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur.’ İnsana akıl ve irâde gibi diğer canlılardan farklı yetenekler verilmişse de, doğumundan ölümüne kadar her nefeste oksijen tüketmesi ve karbon dioksit çıkarmak zorunda bulunması, belli sürelerde yeme – içme zorunluluğu gibi nedenlerle insan her an yaratıcısının verdiği nîmetlere muhtaçtır. Âyette, ‘İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.’ (Nisâ, 4/28) buyurulur. (H. DÖNDÜREN, 2/689)

Yüce Allah toprağa ürün yetiştirme özelliği vermezse, yeşil ağaçlar oksijen üretmezse, yağmur yağmasa, suları ve temiz havayı Allah yok ederse, Güneş doğmayıverse, aklımız, sinir sistemimiz, kalbimiz çalışmayıverse, biz ne yapabiliriz ki? Onun için istisnâsız her insan, Allâh’a, O’nun lütuf ve nîmetlerine muhtaçtır. İnsan âciz ve zayıf bir varlıktır. (4/28, 30/54). İnsanların Allâh’a muhtaç olduğunun bildirilmesi, Allâh’ın varlığını ve birliğini tanıyıp O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, sâdece O’na ibâdet etmek ve O’nun verdiği maddi ve mânevi nîmetlerine şükretmek gerektiğini beyan etmek içindir. (İ. KARAGÖZ 6/207)

Yüce Allâh’ın insanlara ‘fakirler’ adını vermesi, onları aşağılamak için değil, O’na ihtiyaçları yokmuş gibi tavırlarına târiz olması içindir. Bu bakımdan O, kendi zatını zenginlerin göz diktiği şey olan zenginlikle nitelendirmiştir. Burada yüce Allâh’ın: ‘Hamîd’ oluşundan söz edilmesi,  O’nun zenginliği ile yarattıklarına faydalı olacağına, onlara nîmet ve ihsanlarda bulunan sonsuz cömert olduğuna delâlet etmesi içindir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 12/91)

(16, 17).‘Eğer O dilerse sizi yok eder (yerinize) yeni bir hâlk getirir.’ Hamd etmek istemeyen siz nankörleri savar da yerinize hiç bilmediğiniz başka bir kavim, hamd edecek bir devlet getirir. Veya yer yüzünde bütün insanları yok eder, siler süpürür de hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığınız bir âlem yaratır. ‘ve Allâh’a göre bu olmaz bir şey de değildir.’ Çünkü ‘O’nun emri bir şeyi dilediği zaman O’na ancak ‘ol’ demesinden ibârettir. O’da oluverir. ‘ (Yâsin, 36/82, ELMALILI, 6/381)

(18).‘Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenip çekmez.’    Vizr: Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebâl demektir. Burada günahın cezâsının ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezâsını çeker. Nitekim ‘Her koyun kendi bacağından asılır’ deriz. Zâlimlerin, zorbaların yaptığı gibi birinin günahı diğerine yükletilmez. Ankebût sûresinde ‘Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler.’ (Ankebût, 29/13) buyurulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem sapıtmış, hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem sapıklıklarının, hem de saptırmalarının günahını çekerler ki, ikisi de kendi günahlarıdır. (ELMALILI, 6/382)

İlk cümle sorumlulukla ilgili önemli bir ilkenin ifâdesidir. Dîni sorumluluğun, kişinin âhirette vereceği hesâbın temel ölçütlerinden birini ortaya koyan bu ifâde, aynı zamanda bir hukuk vecîzesi niteliğindedir. Batı dünyâsı cezâların şahsiliği ilkesine ancak yakın zamanlarda ulaşabilmiştir; buna karşılık, birçok âyette değişik vesîlelerle ifâde edilen bu esas, ilk dönemlerden itibâren İslâm âlimlerinin hukuk tefekkürünü etkilemiştir. (KUR’AN YOLU, 4/459)

Hadis: ‘Kişi ne babasının ne de kardeşinin suçundan dolayı sorumlu tutulamaz.’ (Nesâi Tahrim 29; İ. KARAGÖZ 6/209)

Günahların şahsiliği ile ilgili genel ilke bu olmakla birlikte, eğer bir insan başka bir insanı küfre, kötü bir söz, eylem ve davranışa teşvik eder ve bir günah işlemesine sebep olursa, kendisi günahkâr olacağı gibi, bu kimseye uyarak günah işleyenlerin işlediği kadar da günah yüklenir. (İ. KARAGÖZ 6/210)

‘yükü ağır olan kimse, onun yüklenilmesini istese yakını bile olsa, ondan bir şey yüklenmez’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni günahlarının yükü kendisince ağır gelen herhangi bir kimse, üzerindeki günah yükünün kısmen dahi olsa,   kaldırılmasındayardımcıolmaküzere başkasını çağıracak olursa, o günahından hiçbir şey onunla kaldırılmaz. Velev ki, o çağırdığı kimse akrabâsı, hatta babası veya oğlu dahi olsa, kaldırılmaz. Çünkü herkes kendi kendisiyle ve kendi durumuyla meşgul olacaktır.’ (S. HAVVÂ, 12/84) 

‘Sen ancak görmedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın.’ Yâni senin uyarman, ancak bunlara faydalı olur. İbn Kesir der ki: ‘Yâni senin getirdiklerinle öğüt alanlar, ancak basiret ve özlü akıl sâhipleri, Rablerinden korkan ve Rablerinin emirlerini yerine getiren kimselerdir.’ (S. HAVVÂ, 12/85)

‘Temizlenen de ancak kendisi için temizlenir’, feyizlenir. Bu, işte günah çekmenin tam aksidir. Yâni insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir. Ya günah çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kâmil îman ve üstün ahlâk ve sâlih amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar. (ELMALILI, 6/383)

(19-21).‘Görmeyen ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcak bir olmaz.’ Râzi bu örneklere şöyle bir açıklama getirir: ‘Gören’ kelimesi mümini, ‘kör’ kelimesi kâfiri, ‘aydınlık’ îmânı, ‘karanlıklar’ küfrü, ‘gölge’ rahatlığı ve huzûru, ‘sıcak’ sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, ‘diriler’ müminleri, ‘ölüler’ kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/460) 

Mümin, görür, işitir, bir nûr içerisindedir. Dünyâda da âhirette de dosdoğru bir yol üzere yürür. Onun bu durumu bol gölgesi, bol pınarları olan cennetlere varıncaya kadar devam eder. Kâfir ise kördür, sağırdır, karanlıklar içerisindedir. Onlardan çıkmamacasına yürür gider; hattâ o sapıklık ve azgınlığı içerisinde dünyâda da âhirette de kaybolur gider. Sonunda bu durum, onu cehennemin sıcağına, oldukça sıcak rüzgârlarına, kaynar sularına, serin de olmayan iyi de olmayan sıpsıcak gölgelere kadar götürür. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/86)

Burada bâtıl çok çeşitli; hak ise bir tek olduğu için ‘nûr’ tekil, ‘zulümât’ ise çoğul gelmiştir. Yâni hak birdir, o da tevhiddir. Mümin ve muvahhid olan yalnız Allâh’a ibâdet eder. Bâtıl yol ve yönleri çoktur. Yıldıza, ateşe, putlara daha başka nesnelere tapan, nice bâtıl ehli vardır. (İ. H. BURSEVİ, 16/192, 193)  

(22).‘Dirilerle ölüler de bir değildir. Şüphesiz ki Allah dilediğine işittirir. (Yoksa) sen, kabirlerde (imişgibi) olanlara işittirecek değilsin!’ Yâni ölümden sonra ölüler kabirlerine konulmalarından sonra nasıl ki hidâyet ve dâvetten yararlanamıyor iseler; bedbaht oldukları yazılmış kimselerin durumu da böyledir. Senin onlara karşı yapacak bir şeyin yoktur. Sen onları hidâyete iletemezsin. (S. HAVVÂ, 12/86) 

Mümin gerçeği görür, kâfir görmez. Müminin gerçekleri görmesi için ışığı Kur’an ve sünnettir. Kâfirin körlüğü, inkâr ve şirk karanlığıdır. Mümin canlı, kâfir ölü gibidir. Ölü göremediği gibi, kâfir de gerçekleri göremez. Yaşayan insan, gözleri ile varlıkları görebildiği gibi, mümin de gerçekleri görebilir. Müminin âkıbeti iyi, gideceği yer cennet, kâfirin âkıbeti kötü, gideceği yer cehennemdir. (İ. KARAGÖZ 6/214)

(23).‘Sen sâdece bir uyarıcısın.’ Sana düşen sâdece tebliğ etmek ve uyarmaktır. Allah ise dilediğini saptırır, dilediğine hidâyet verir. Yâni senin üzerine düşen, tebliğde bulunmaktan ibârettir. Eğer uyarılan kimse, uyarıya kulak veren kimselerden olursa, bundan yararlanır. Şâyet sapıklığı üzerinde ısrar edenlerden olursa, sen de bundan dolayı üzülme. Çünkü hidâyeti hak edeni hidâyete iletmek, dalâleti / sapıklığı hak edeni de dalâlete / sapıklığa götürmek Allâh’ın şânı, hikmeti ve adâletinin gereğidir. (S. HAVVÂ, 12/86)

(24).‘Şüphesiz ki seni, (rahmetimiziçin) müjdeci ve (azâbımıziçin) bir uyarıcı olarak hak (Kur’ân) ile gönderdik. Hiçbir topluluk yoktur ki (onların) içinden bir korkutan uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın.’ İbn Kesir der ki: Yâni Âdemoğullarından daha önce geçmiş ne kadar ümmet varsa, mutlaka Allah onlara uyarıcılar göndermiş ve onların ileri sürecekleri bütün gerekçeleri çürütmüştür. (S. HAVVÂ, 12/87)

(25).‘(Rasûlüm! Bunlar) seni yalanlıyorlarsa (üzülme. Çünkü) onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı. Hâlbuki onların peygamberleri kendilerine, açık açık deliller, (hikmetli) sahifeler ve aydınlatıcı kitaplar da getirmişlerdi.’ Zübür, sayfalar demektir. Bununla; Hz. Âdem, İdris, Şit ve İbrâhim (a.s.)’a gönderilen sahifeler; Kitaplar da Tevrat, İncil ve Zebûr kastedilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/690)

(26).‘Sonra ben, o inkâr edenleri yakaladım. Benim inkâr edilişim nasıl oldu (gördüler)!’ Âyetin sonunda şaşkınlık uyandırma amacına yönelik dehşet dolu bir soru ile karşılaşıyoruz. Okuyalım: ‘Benim karşı darbem nasıl oldu?’ Bu karşı darbe şiddetli oldu. Yakalarına yapışılanlar, toptan yok edildi. Buna göre eskilerin yolundan gidenler, aynı acı sonla karşılaşmaktan korkmalıdırlar! (S. KUTUB, 8/440)

35/27-31 ALLAH,  HER  HÂLİMİZDEN  HABERDARDIR

27. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi? İşte biz o (indirdiğimizsu) ile renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı, renkleri çeşitli ve simsiyah yollar (içindemâdenbulunantabakalaryarattık).

28. İnsanlardan, yerdeki canlılardan, davar (vesığırgibi)lerden de yine böyle türlü renklerde olanlar vardır. Kulları içinde, Allah’tan ancak âlimler / bilginler korkar. Şüphesiz Allah mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır. [krş. 39/9]

29, 30. Şüphesiz ki Allâh’ın kitabını okuy(upyolundangid)enler, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olmak üzere verdiğimiz şeylerden gizli ve açık olarak (Allahiçin) sarf edenler, aslâ zarara uğramayacak bir ticâret (birkazanç) umabilirler.   Çünkü (Allah), onların mükâfatlarını eksiksiz öder ve lütfundan onlara fazla fazla verir. Çünkü O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını bol bol verendir.

31. (Rasûlüm! İndirdiğimiz) Kitap’da sana önceki (ilâhîkitaplarınasılları)nı tasdik edici olarak vahyettiklerimiz, gerçeğin ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, kullarından hakkıyla haberi olan, (herşeyi) görendir.

27-31. (27).‘Allâh’ın gökten bir su indirdiğini görmedin mi? İşte biz o (indirdiğimizsu) ile renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı, renkleri çeşitli ve simsiyah yollar (yarattık).’ İnsanlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar renk renk olduğu gibi daha pek çok özellik ve yetenek farklarıyla da birbirlerinden ayırt edilirler. İster ilk nazarda göze çarpan ister daha dikkatli bir incelemeyle tespit edilen bu farkların hepsi son tahlilde biçimseldir; özü itibâriyle bunların tamâmı tek bir şeye işâret etmektedir ki, o da böylesine bir ahenk içerisinde bu çeşitliliği sağlayan irâde ve güçtür. Bunu anlamamızı kolaylaştırmak üzere türlü renkler taşıyan bitkisel ürünlerin varlığını bir kaynağa yâni suya borçlu bulunduğu onu da indirenin yüce Allah olduğu belirtilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/465)

İşte dağların taşlarında ve topraklarında böyle yol, değişik değişik alacalar da sâdece bir tesâdüf eserinden ibâret değil, yaratıcının özel bir seçimi ve ortaya çıkarmasıdır. (ELMALILI, 6/386)

(28).‘İnsanlardan, yerdeki canlılardan, davar (vesığırgibi)lerden de yine böyle türlü renklerde olanlar vardır.’ Burada, Allâh’ın kâinat içerisinde ne kadar muhtelif ve çeşitli varlıklar yarattığına işâret olunmaktadır. Aynı toprak ve sudan, farklı özelliklerde bitkiler yaratılırken, aynı tip ağaçlardan farklı tad ve büyüklükte meyveler meydana getirilmiştir. Şâyet bir dağa bakarsanız, onun değişik renklerde bezenmiş olduğunu ve değişik kısımlarında birbirinden çok farklı özelliklere sâhip madenler bulunduğunu görürsünüz. Mizaç, tabiat ve zihniyetlerin bu kadar farklı olmasını (…) insanın havsalasının alması mümkün değildir. Çünkü tüm insanların huyları, istekleri, duyguları, zihniyetleri, düşünce biçimleri aynı olsaydı eğer, yeni bir mahlûk yaratmak gerekmezdi. Hâlik olan Allah, yeryüzünde sorumluluk taşıyacak olan varlığın irâde sâhibi olması gerektiğinden, onu farklı özelliklerde vezihniyetlerde yaratmıştır. Tümbunlar, bir hikmetin arkasında Hakîm ve Azim plânlayıcının olduğunu göstermektedir. (MEVDÛDİ, 4/497, 498)

‘Kulları içinde, Allah’tan ancak âlimler / bilginler korkar. Şüphesiz Allah mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.’ İbn Lehia, İbn Ebi Amra’dan, o İkrime’den o İbn Abbas’tan rivâyetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: ‘Kulları arasında Rahman olan Allâh’ı bilen, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan, helâlini helâl, haramını haram bilen, emirlerini gereği gibi koruyan, mutlaka O’nun huzuruna çıkacağına inanan, ameli karşılığında hesâba çekileceğini bilen, kimse (O’ndan gereği gibi  ) korkar. (S. HAVVÂ, 12/94)

(Dolayısıyla) burada ilimden matematik, felsefe, tarih ve diğer pozitif bilimler kast olunmuyor, buradaki söz konusu ilim, Allâh’ın sıfatlarını bilmektir. Bir kimse tahsil görmüş olsa da, olmasa da Allâh’ın sıfatlarından habersizse eğer, okimse câhildir. Öyle ki pozitif bilimlerde ‘allâme-i cihan’ olsa bile, bu böyledir. Fakat bir kimse, hiçbir tahsil görmemiş olduğu hâlde Allâh’ın sıfatlarını biliyor ve onun içinde Allah korkusu bulunuyor ise, işte o kimse ilim ehlidir. Bu âyetteki ‘âlim’ ifâdesi ile Kur’ân, Hadis, Kelâm ilimlerini bilenler kastedilmektedir. Ancak bir şahıs dîni bilgiye sâhip olduğu ölçüde, içinde Allah korkusu taşıyorsa, o zaman âyetin bahsettiği ‘âlim’ sınıfına girer. (MEVDÛDİ, 4/498)

Bu âyet-i kerîmede, Allah’tan ancak âlimlerin korktuğu bildirilerek onlar taltif edilmekle berâber onların sorumluluklarının büyük olduğuna da işâret edilmektedir. Çünkü Allâh’ın yüceliğini gereği gibi bilip O’na saygı gösteren ve emirlerine uygun yaşayanlar gerçek âlimlerdir. Onlar, mü’minleri kıbleye yönelttiği gibi, ifâde ettiği anlamıyla da tevhîde yöneltirler. Bunu Allâh’ın emirlerine müdâhele eden, kısıtlayanların çizgisinde değil Rasûllerin gönderilme gâyesi olan tevhid mücâdelesini rehber edinerek yaparlar (16/36; 39/15-18). Diğer yönüyle de Allâh’a saygı duymayan, emrine uygun yaşamayanlar, O’nun yüceliğini bilmeyenlerdir. O’nun hükmüne bağlı olanın yeri ise cennettir (bk. 79/40-41). İlim edinmeye gelince: İnsanın aklını, düşüncesini aydınlatan fen ilimleridir; gönlünü aydınlatan ise din ilimleridir. Sâdece fen ilimleriyle beslenen insan hîle, şüphe ve çıkarcılığa yönelir, menfaatperest olur (28/79). Sâdece din ilimleriyle eksik kalınır, her ikisiyle birlikte insan yücelir ve mutluluğa ulaşır. (H. T. FEYİZLİ, 1/436)

(29, 30).‘Şüphesiz ki Allâh’ın kitabını okuy(upyolundangid)enler, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olmak üzere verdiğimiz şeylerden gizli ve açık olarak (Allahiçin) sarf edenler, aslâ zarara uğramayacak bir ticâret (birkazanç) umabilirler.’ Kur’ân’ı okumak, onun anlamını düşünmek demektir. Bu düşünmeyi anlamak, etkilenmek ve arkasından uygulamak ve davranışlara yansıtmak izlemelidir. Bundan dolayı âyette Kur’ân okumayı namaz kılmak ve Allâh’ın bağışladığı rızkın bir bölümünü gizli ya da açık bir şekilde dağıtmak görevleri gelmektedir. Müminler bu adımları attıktan sonra ‘Hiçbir zaman zarar etmeyecek bir ticâret’ umabilirler. Çünkü onlar iyi biliyorlar ki, yüce Allâh’ın katındaki ödül, harcadıkları maldan daha değerlidir. Zarar etme riski olmayan, kâr getireceği kesin olan bir ticâret yapmışlardır. Yüce Allah ile alış veriş yapıyorlar ki, bu en kârlı alış – veriş türüdür. Verdiklerinin karşılığını âhirette alacaklardır ki, bu en kazançlı ticâret işlemidir. (S. KUTUB, 8/443, 444)

Yüce Allah Kur’ân’ı okuyan, anlayan ve hükümlerine uyanları zikrettikten sonra, iki örnek zikretmiştir: Namaz ve Zekât. Namaz, Allah hakkı, zekât kul hakkıdır. Kur’an’da yapılması emredilen görevler, elbette bu ikisinden ibâret değildir. Sağlığı yerinde olanların oruç tutması (2/183), imkânı olanları hac yapması (3/97), anne babaya ihsanda bulunmak (17/23), yapılan sözleşmelere riâyet etmek (5/1) gibi uyulması gereken birçok görev vardır. (İ. KARAGÖZ 6/225)

(31).‘(Rasûlüm! İndirdiğimiz) Kitap’da sana önceki (ilâhîkitaplarınasılları)nı tasdik edici olarak vahyettiklerimiz, gerçeğin ta kendisidir. Şüphesiz ki Allah, kullarından hakkıyla haberi olan, (herşeyi) görendir.’ Bu peygamber (s) sizlere şaşılacak bir mesaj getirmemiştir. Sâdece daha önce gelen Peygamberlerin taşıdıkları mesajı teyid etmektedir ki, bu zâten ezeli ve ebedi hakikattir. (MEVDÛDİ, 4/499)

Kur’ân’ın hak olması, hem Allah sözü olduğunu, hem verdiği her bilginin doğru, her hükmün, emir ve yasağın isâbetli olduğunu ifâde eder. Yüce Allah da (24/25) O’nun Hz. Peygambere vahyettiği Kur’an da haktır. (İ. KARAGÖZ 6/227)

İbn Kesir şöyle diyor: ‘Yâni O, onların durumlarından (kullarının her hâlinden, (İ. H. BURSEVİ, 16/209) haberdardır. Başkalarına daha faziletli kılmaya kimselerin lâyık olduğunu çok iyi görendir. İşte bundan dolayı O, peygamberleri ve rasulleri bütün insanlara üstün kıldığı gibi, peygamberlerin de kimini kimine üstün kılmış, derecelerle kimini yükseltmiştir. Muhammed (s)’in makâmı ise hepsinin üstündedir. Allâh’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.’ (S. HAVVÂ, 12/95, 96)

35/32-35 CENNETTE  NE YORGUNLUK  NE  DE  USANÇ  VARDIR

32. Sonra o Kur’ân’ı kullarımızdan seçtiklerimize mirâs bıraktık. Onlardan kimi, (onuokumayıveonauymayıterkederek) kendisine zulmeden / yazık edendir. Onlardan kimi, ortada kalan, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda (ilim, sâlih amel ve halkı irşad ile) öne geçendir ki, işte bu da en büyük lütuftur. [krş. 56/10-12]

33. (Mükâfatları) Adn cennetleridir. Oraya girerler ve içinde (nice) altın bileziklerle ve inciyle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir.

34, 35. Derler ki: “Bizden üzüntüyü gideren Allâh’a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı, şükrün karşılığını bol bol verendir.”  35.“O, bizi lütfundan (ebedî) kalınacak yurda koyup yerleştirdi. Orada bize hiçbir yorgunluk dokunmayacak, artık orada bize hiçbir bıkkınlık da gelmeyecektir.”

32-35. (32).‘Sonra o Kur’ân’ı kullarımızdan seçtiklerimize mirâs bıraktık.’ Burada sözü edilenler, Muhammed (s)’in ümmetidir. Yüce Allah onları daha önce indirmiş olduğu bütün kitaplara mîrasçı kılmıştır. Onların zâlimlerinin günahları bağışlanır. Orta yollu hareket edenleri hafif bir şekilde hesâba çekilir. İyiliklerle ileri geçenleri ise hesapsız olarak cennete girer. (İbn Abbas’tan, S. HAVVÂ, 12/99)

‘Onlardan kimi, (a)  kendisine zulmeden / yazık edendir.’ Bir takım farzları ifa etmekte kusurlu ve bâzı haramları işleyerek nefsine zulmedicidir. (b)Onlardan kimi, ortada kalan’ Sâlih amelle kötü ameli karıştıran iki arada kalmıştır. İbn Kesir der ki: Bu kişi farzları edâ edip haramları terk eden, bâzan bâzı müstehapları terk etmekle birlikte de bir takım mekruhları işleyen kimsedir. (c) kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda ileri geçendir’ İbn Kesir der ki: Bu da farzları ve müstehapları işleyen haram ve mekruhları ve hatta bâzı mubahları terk eden kimsedir.’ (S. HAVVÂ, 12/96)

İbn Abbas (r) dedi ki: İyiliklerle ileri geçen hesapsız olarak cennete girer. Orta yollu hareket eden Allâh’ın rahmeti ile cennete girer, nefsine zulmeden ve A’raftakiler ise cennete Muhammed (s)’in şefaati ile girerler. (S. HAVVÂ, 12/99)

Zulüm üç türlüdür: Birincisi: İnsan ile Allâh arasındaki zulümdür. Bunun en büyüğü küfür, inkâr, şirk ve nifaktır. İkincisi: Kişi ile diğer insanlar arasındaki zulümdür. Üçüncüsü: kişiyle kendi nefsi arasındaki zulümdür. Bu âyette murad edilen bu üçüncü kısımdır. (Müfredat’tan, İ. H. BURSEVİ, 16/214)

Hadis: Ebû’d Derdâ (r) dedi ki: Allah Rasûlü bu âyeti (35/32) okuduktan sonra buyurdu: ‘İleri geçenler cennete hesapsız giren kimselerdir. Mûtedil hareket edenler ise, hafif bir şekilde hesâba çekilecek olanlardır. Kendilerine zulmedenlere gelince, mahşerde uzun boylu alıkonulan kimselerdir. Sonra Allâh’ın rahmeti bunlara erişir ve şöyle diyeceklerdir: ‘Hamd, bizden üzüntüyü gideren Allâh’a mahsustur. Muhakkak ki Rabbimiz Gafûr’dur, Şekûr’dur. O ki lütfuyla bizi kalınacak yurda yerleştirdi. Bize orada ne bir yorgunluk dokunacaktır, ne de hâlszilik gelecektir.’ (35/3435, İmamAhmed 36/57; No: 21227’den, S. HAVVÂ, 12/100)

(33).‘(Mükâfatları) Adn cennetleridir. Oraya girerler ve içinde (nice) altın bileziklerle ve inciyle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir.’ Yâni bu üç grup o cennetlere girerler. İlk kesim cennete sıkı sıkıya hesâba çekildikten sonra,  ondan sonrakiler kolay bir şekilde hesâba çekildikten sonra girerlerken, diğerleri ise cennete hesapsız ve azapsız olarak girerler. (S. HAVVÂ, 12/96)

‘ve orada elbiseleri ipektendir.’ İşte bundan dolayı bu yüce Allah bunu (süslenme ve ipeği) dünyâ hayâtında (erkeklere) haram, âhirette ise helâl kılmıştır. (S. HAVVÂ, 12/104)

Bu ipek, dünyâ ipeği gibi değildir. Zîrâ bu tarz bir ipek dünyâda yoktur. Aralarında sâdece isim benzerliği vardır. (İ. H. BURSEVİ, 16/223)

Hadis: Ebû Hüreyre (r.a.)’den Sahih’te yer alan rivâyete göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Müminin takınacağı süs eşyası abdestinin ulaştığı yere kadar ulaşacaktır.’ (S. HAVVÂ, 12/104)

(34, 35).‘Derler ki: “Bizden üzüntüyü gideren Allâh’a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı, şükrün karşılığını bol bol verendir.” Oysa dünyâ hayâtı, bu sürekli nîmetler ve bu kalıcı mutluluk yanında bitimsiz bir üzüntü, tükenmez bir tasa kaynağıdır. Çünkü bu hayatta insan her zaman gelecek kaygusu ile ve çözüm isteyen problemlerin sıkıntıları ile yüzyüzedir. Ayrıca mahşer gününe ilişkin gelecek endişesi başlıbaşına büyük bir endişe sebebidir. (S. KUTUB, 8/445, 446)

Hadis: Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem babasından, o da İbn Ömer (r)‘dan rivâyete göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Lâ İlâhe İllallâh ehli için kabirlerinde olsun, kabirlerinden çıktıktan sonra olsun yalnızlıktan dolayı korku ve dehşet yoktur. Ben sanki lâ ilâhe illallâh ehlini başlarının üstünden toprakları silkelerken ve: ‘Hamd, bizden üzüntüyü gideren Allâh’a mahsustur’ derken görür gibiyim.’ Bu hadisi İbn Ebi Hâtim, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’den rivâyet etmektedir. (S. HAVVÂ, 12/104, 105) 

“O, bizi lütfundan (ebedî) kalınacak yurda koyup yerleştirdi.’  Bizleri huzur içinde kalacağımız ve bir daha hiç çıkarılmayacağımız bir yurda yerleştirdi. Bu bizim hak ettiğimiz bir ödül değil, O’nun tek yanlı lütfudur; onu dilediği kimselere karşılıksız olarak sunar. (S. KUTUB, 8/446)

‘Artık orada bize ne bir yorgunluk’ rahatsızlık ve ağrı ‘dokunacak ne de orada bize bir usanç’ ve rehâvet ‘gelecektir’ Çünkü orada teklif, zorluk, üzüntü, külfet ve sıkıntı yoktur; hep eğlence, huzur, rahatlık ve mutluluk vardır. (İ. H. BURSEVİ, 16/227)  

35/36-41 DÜŞÜNECEĞİNİZ  KADAR  ÖMÜR  MERMEDİK Mİ?

36. Küfre sapanlara gelince: Onlar için cehennem ateşi vardır. Onlara (ölümle) hükmedilmez ki ölsünler (ve azaptan kurtulsunlar.). (Cehennemin) azâbı da üzerlerinden hafifletilmez. İşte biz küfürde (venankörlükte) ısrar eden herkesi böyle cezâlandırırız. [krş. 43/77]

37. Onlar orada şöyle bağrışırlar: “Ey Rabbimiz! Bizi çıkar ki (evvelce) yapmış olduklarımızı değil, sâlih amel işleyelim.” (Buistediklerinekarşıonlaradenilirki🙂 “Size orada, iyice düşünecek kimselerin düşüneceği ve öğüt alacağı kadar bir ömür vermedik mi? (Verdik.) Hâlbuki size uyarıcı (olarakpeygamber) de gelmişti. Öyle ise tadın (buazâbı)! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.”

38. Şüphesiz ki Allah, göklerin ve yerin gaybını (bütünsırlarını) bilendir. Şüphesiz O, gönüllerin özünü de hakkıyla bilendir.

39. (Ey insanlar!) Sizi yeryüzünde hâlîfeler yapan (vesizehâkimiyetveren) O’dur. Artık kim inkâr ederse, inkârı kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü, Rablerinin kendilerine olan gazabından başka (birşey) artırmaz. Kâfirlerin küfrü, yine kendilerine bir hüsran (vefelâket)ten başkasını da artırmaz.

40. (Rasûlüm!) De ki: “(Ey müşrikler!) Allah’tan başka yalvardıklarınız, ortak (koştuk)larınızı gördünüz mü? Bana gösterin, onlar yeryüzünde neyi yarattılar? Yoksa onların göklerde (Allahile) bir ortaklığı mı var? Yoksa kendilerine bir kitap verdik de onlar (yaptıklarınındoğruluğuiçin) ondan açık bir delil üzerinde midirler?” Hayır! O zâlimler birbirlerini aldatmaktan başka bir vaadde bulunmazlar.

41. Şüphesiz ki Allah, gökleri ve yeri, (düzenleribozulup) yok olurlar diye (kudretkânunlarıyla) tutmaktadır. Eğer onlar (bozulup) yok olurlarsa, ondan sonra bunları hiç kimse (yerinde) tutamaz. Gerçekten O, cezâda aceleci değildir, çok bağışlayıcıdır. [bk. 22/65; 30/25]

36-41. (36).‘Küfre sapanlara gelince: Onlar için cehennem ateşi vardır. Onlara (ölümle) hükmedilmez ki ölsünler. (Cehennemin) azâbı da üzerlerinden hafifletilmez.’ Yâni azaptan yana rahâta kavuşmalarını sağlayacak şekilde ikinci defa ölmeleri hükmü verilmez ve cehennem azâbının yükü de üzerlerinden hafifletilmez. ‘İşte biz küfürde (venankörlükte) ısrar eden herkesi böyle cezâlandırırız.’  Yâni Rabbini inkâr edip kâfir olan, hakkı yalanlayan herkese bu şekilde cezâ verilir. (S. HAVVÂ, 12/97) 

Hadis: ‘Kıyâmet günü ölüm, alaca bir koç şeklinde, getirilir. Cennet cehennem arasında durdurulur. Ölümün kesilmesi emredilir ve kesilir. Sonra cennet ve cehennem halkına şöyle denir: ‘Ey cennet halkı! Artık siz ebedi olarak yaşayacaksınız, size ölüm yoktur.’ ‘Ey cehennem halkı! Artık siz de ebedi olarak yaşayacaksınız, size de ölüm yoktur.’ (Müslim Cennet 40, İ. KARAGÖZ 6/235)

(37).‘Onlar orada şöyle bağrışırlar: “Ey Rabbimiz! Bizi çıkar ki (evvelce) yapmış olduklarımızı değil, sâlih amel işleyelim.” Bizi dünyâya geri çevir, kâfir olacak yerde îman edeceğiz. Günahtan sonra artık itaata yöneleceğiz diyecekler. Onlara da şu cevap verilecektir. ‘Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?’ Nesefi der ki: Bu, ‘öğüt alacağı kadar ömür’ ifâdesi, mükellefin durumunu düzeltmek imkânını bulacağı  – kısa dahi olsa – her miktardaki ömrü kapsar. (S. HAVVÂ, 12/97)

(38).‘Şüphesiz ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Şüphesiz O, gönüllerin özünü de hakkıyla bilendir.’ Yâni kalplerde saklanan, insanın içinde gizlenen şeyleri bilir. Bununla birlikte her amel edene, ameline göre karşılık verecektir. (S. HAVVÂ, 12/106) 

(39).‘Sizi yeryüzünde hâlîfeler yapan O’dur.’ Yâni Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfesi yaptı; yeryüzünün yararlanma anahtarlarını size verdi; sizi yeryüzündekilere hükümran kıldı ve yeryüzünün menfaatlerini size mubah kıldı, demektir. Yâhut sizi, sizden önceki toplumlara halîfe kıldı. O’nu birleyip itaat etmekle O’na şükredesiniz diye onların ellerinde bulunan dünyâ malına sizi mirasçı kıldı. (İ. H. BURSEVİ, 16/236)

Hilâfet verip, bundan böyle ilâhi hükümlerin yerine getirilmesine memur eyledi. Bu âyet, Muhammed ümmetine geleceğin hükümranlığını vaadeden gayb haberlerindendir. Mekke’de bu sûrenin indiği zaman düşünülürse, bu âyetin ne büyük bir mûcizeyi kapsamakta olduğu kolaylıkla kabul edilir. Şüphe yok ki, bu çok büyük nîmettir. (ELMALILI, 6/391)

‘Artık kim inkâr ederse, inkârı kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü, Rablerinin kendilerine olan öfkesinden başka (birşey) artırmaz.’ Küfür, bir küfran, bir nankörlük olması itibâriyle, Allah yanında nefret ediler kişi olmaktan başka bir sonuç vermez. (ELMALILI, 6/391)

‘Kâfirlerin küfrü, yine kendilerine bir hüsran (vefelâket)ten başkasını da artırmaz.’ Çünkü îmansızlık hem mahrûmiyet, hem de felâket sebebidir. (ELMALILI, 6/391)

(40).‘(Rasûlüm!) De ki: “Allah’tan başka yalvardıklarınız, ortak (koştuk)larınızı gördünüz mü? Bana gösterin, onlar yeryüzünde neyi yarattılar?’  Bu ortak koştuklarınız hakkında bana haber veriniz. Onlar ne ile O’na ortak olmayı hak kazanmışlardır? Gösterin bana, Allah’tan ayrı olarak tek başlarına yeryüzünde neyi yaratmışlardır? (S. HAVVÂ, 12/107)

‘Yoksa onların göklerde (Allahile) bir ortaklığı mı var?’  Yeryüzünden hiçbir parçayı bağımsız olarak başlı başına yaratmadılarsa da göklerde yaratma veya diğer bir hüküm ve tasarruf itibarıyla Allâh’a ortak olarak katılmaları mı var? Hâşâ ne o, ne de o; hiçbiri de olmadığı apaçık belli iken, bilinirken nasıl olur da siz onlara tapar veya dâvet edersiniz? O ne câhillik, ne ahmaklık, ne haksızlık! (ELMALILI, 6/391)

‘Yoksa kendilerine bir kitap verdik de onlar (yaptıklarınındoğruluğuiçin) ondan açık bir delil üzerinde midirler?” Yerde, gökte bir ortaklıkları olmadığı bilinmekle birlikte, biz onlara mâbudluk pâyesi verdik, ilâhlığımıza ortak kıldık diye ellerine bir kitap, bir ferman vermişiz de bundan dolayı açık bir delîle, kesin bir belgeye mi sâhip bulunuyorlar?  (ELMALILI, 6/391)

‘Hayır! O zâlimler birbirlerini aldatmaktan başka bir vaadde bulunmazlar.’ İbn Kesir der ki: ‘Onlar bu konuda sâdece kendi hevâlarına, görüşlerine ve kendileri için temenni ettikleri şeylere uymuşlardır. Bunların hepsi ise aldatmadır, yalandır. (S. HAVVÂ, 12/107)

(41).‘Şüphesiz ki Allah, gökleri ve yeri, (düzenleribozulup) yok olurlar diye (kudretkânunlarıyla) tutmaktadır. Eğer onlar (bozulup) yok olurlarsa, ondan sonra bunları hiç kimse (yerinde) tutamaz.’ Göklerin yâni ilâhi yasalar düzenine uygun olarak uzay içinde işlevlerini sürdüren bütün galaksilerin, gök cisimlerinin ve bu düzen içinde insan bakımından özel bir önemi hâiz olan yerkürenin yörüngelerinden sapmaması Allah Teâlâ ’nın irâde ve kudretiyle mümkün olmaktadır. Yüce Allah, bu hassas dengenin bozulmasını murat etmiş olsa, artık bu sapmayı önleyebilecek hiçbir güç yoktur. (bu konuda ayrıca bk. Ra’d 13/2, KUR’AN YOLU, 4/470)

‘Gerçekten O, cezâda aceleci değildir, çok bağışlayıcıdır.’  ‘Hoşgörülü ve yumuşak tutumludur’ yâni insanlara fırsat verir, dünyâlarını hemen yıkmaz; belli zamânı gelmeden onları kollarından tutup hesâba çekmez, ödüllerini ve cezâlarını hemen vermez. Tersine tevbe etmeleri, iyi ameller işlemesi, hazırlık yapmaları için onlara süre tanır. ‘Bağışlayıcıdır’ yâni, insanları her kötülüklerinden dolayı cezâlandırmaz. Tersine, çoğu kötülüklerine göz yumar, onları affeder; yeter ki, bu kötülük işleyenlerde iyiye yöneliş belirtisi görsün. (S. KUTUB, 8/451)

35/42-45 ALLÂH’IN KÂNÛNUNDA  ASLÂ BİR  DEĞİŞME  BULAMAZSIN

42. Onlar (Kureyşliler), kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, kesinlikle (diğer) ümmetlerin (her) birinden daha fazla doğru yolda olacaklarına dâir, yeminlerinin en kuvvetlisiyle Allâh’a yemin ettiler. Fakat onlara bir uyarıcı (veazapilekorkutucupeygamber) gelince, bu, onların (Hak’tan) nefret etmelerinden başka bir şey artırmadı. [bk. 6/156-157; 37/ 168-169]

43. (Budaonlarınyineputlarınabağlıkalıp) yeryüzünde büyüklük taslamaları, (Kur’ân’ıveİslâm’ıönlemekiçin) çirkin bir kötü plân kurmaları (vedalavereçevirmeleri) yüzündendir. Hâlbuki çirkin plân, sâhibinden başkasına dolanmaz. Onlar, evvelkilerin (başlarınagelenazap) kânûnundan başka bir şey mi bekliyorlar? (Ey Peygamberim!) Allâh’ın kânûnunda asla bir değişiklik bulamazsın! Allâh’ın kânûnunda aslâ bir sapma / değişme de bulamazsın. [krş. 17/77; 48/23]

44. Müsrikler, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmeleri için yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Hâlbuki onlar, kendilerinden daha kuvvetli idiler. Göklerde ve yerde (olan) hiçbir şey, Allâh’ı âciz bırakamaz. Şüphesiz ki O, hakkıyla bilendir, (herşeye) gücü yetendir.

45. Eğer Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden (hemen) cezâlandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat (Allah), onları belirlenmiş bir vakte kadar geciktirir. Vakitleri gelince de Allah muhakkak ki kullarını görücü (gereğiniyapıcı)dır. [krş. 16/61; 18/58; 86/11-17]

42-45. (42).‘Onlar (Kureyşliler), kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, kesinlikle (diğer) ümmetlerin (her) birinden daha fazla doğru yolda olacaklarına dâir, yeminlerinin en kuvvetlisiyle Allâh’a yemin ettiler. Fakat onlara bir uyarıcı (veazapilekorkutucupeygamber) gelince, bu, onların (Hak’tan) nefret etmelerinden başka bir şey artırmadı.’    Peygamber (s) Efendimizin risâletle görevlendirilmesinden önce ehl-i kitâbın, kendi peygamberlerini yalanladıkları haberi Kureyş’e ulaştığında, Kureyşliler şöyle dediler: ‘Allah Yahûdilerle Hristiyanlara lânet etsin. Peygamberleri kendilerine geldi de, onlar Allâh’ın kendilerine göndermiş olduğu o elçileri yalanladılar. Allâh’a andolsun ki, bize bir Peygamber gelecek olursa, biz ümmetlerin içerisinde en fazla doğru yola eren ve hidâyeti bulan kimseler olacağız.’ Fakat Peygamber (s.a.v.) efendimiz risâletle görevlendirildiğinde Kureyşliler deonu yalanladılar. (M. HİCÂZİ, 5/184)   

(43).‘(Müşrikler) yeryüzünde büyüklük taslamaları, çirkin bir plân kurmaları yüzündendir. Hâlbuki çirkin plân, sâhibinden başkasına dolanmaz. Onlar, evvelkilerin (başlarınagelenazap) kânûnundan başka bir şey mi bekliyorlar?’  Bir uyarıcı gelirse herkesten daha fazla doğru yolda olacaklarını söyleyen müşrikler, Hz. Peygamber gelince söyledikleri çıkarlarına ters düştüğü ve kibre kapıldıkları için kabul etmediler. İçlerinden birinin, fakat yetim ve fakir birinin baş olmasını kibirlerine yediremediler. (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/149)

Müşriklerin hîle ile yaptıkları kötülük, îman etmeyip şirkte ısrar etmeleri, insanların îman etmelerine engel olmaları, Hz. Peygambere sözlü tâcizde bulunmaları, onu öldürme plânları yapmaları, ona sözlü ve fiili şiddet uygulamaları, yalancı ve büyücü  (38/4), şâir ve mecnun (37/36) demeleridir. (İ. KARAGÖZ 6/244)

Kim bir başkasına kötülük plânlarsa, o kötülük kendi başlarına gelir. Mekkeli müşriklerin azılıları Hz. Peygamberi öldürmeyi plânladılar, kendileri Bedir savaşında öldürüldüler. Hîle ve kötülük yapan, bunun cezâsını kendisi çeker. Kötülük yapan belâsını bulur. Başkası için kuyu kazan, kazdığı kuyuya kendisi düşer. (İ. KARAGÖZ 6/245)

‘Allâh’ın kânûnunda aslâ bir değişiklik bulamazsın! Allâh’ın kânûnunda asla bir değişme de bulamazsın.’       Sünnetullah: Allâh’ın sünneti, kânûnu demektir. Allâh’ın evreni yönetirken koyduğu kurallar, yaratıkları hakkında hüküm ve âdetleri kastedilir. Tabiat olaylarında sebep – sonuç ilişkisi, fizik, kimya, biyoloji, astronomi vb. pozitif bilimlerde görülen standart ilişkiler, canlılarda doğma, büyüme, ölme ve üreme gibi oluşumlar hep sünnetullâh’ın değişmez ilkelerine göre gerçekleşir. Tabiat kânunları denilen bu kurallar, aynı şartlar altında değişmeden sürüp gider. (H. DÖNDÜREN, 2/691)

Toplumdaki aşırı dengesizlikleri düzene sokmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın tabiat olaylarına müdâhâlesi de bir başka sünnetullah olarak ortaya çıkar. Buna göre sünnetullah üçe ayrılır: (a) Mûcizeleri gördüğü hâlde ısrar ve inatla dönemin peygamberini inkâr edenleri Allâh’ın helâk ederek cezâlandırması. (bk. Fâtır, 35/43; Müslim, Fazâil). (b) Bir toplum, çoğunlukla kendi özündeki etik değerleri değiştirip bozmadıkça, Allâh’ın o toplumu değiştirmemeye söz vermesi (Ra’d 13/11).  (c) Evrenin yaratılışı ve yönetimi ile ilgili olarak konulan fizik, kimya, biyoloji vb. kânunlar olup, bunlar belli kurallara göre varlığını sürdürür. Normal şartlarda bunların değişmezliği asıldır. (bk. Fussilet 43/12; Nahl 16/20, 21; H. DÖNDÜREN, 2/691)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Ebû Zekeriyya el Kûfi bir adamın kendisine Rasûlullah (s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ‘Kötü düzen kurmaktan sakın. Çünkü kötü düzen ancak onun sâhiplerini kuşatır ve Allah tarafından onları yakalamak isteyen bir (belâ ve musîbet) vardır.’ (S. HAVVÂ, 12/111)  

(44).‘Müşrikler, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmeleri için yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?’ Yâni Şam’a, Yemen’e, Irak’a ticâret ve herhangi bir sebeple gidiş gelişlerinde hiç bakıp görmediler de mi? Peygamberlerini dinlemeyen geçmiş ümmetler şu yeryüzünde nasıl helâk olmuşlar, yurtları nasıl harâbelere dönmüş? (ELMALILI, 6/393)

‘Hâlbuki onlar, kendilerinden daha kuvvetli idiler.’ Mekke hâlkından yâhut genel olarak bu ümmetin inkârcı kâfirlerinden ‘daha kuvvetliydiler’. Daha çok muktedir idiler. (S. HAVVÂ, 12/110)

‘Göklerde ve yerde (olan) hiçbir şey, Allâh’ı âciz bırakamaz. Şüphesiz ki O, hakkıyla bilendir, (herşeye) gücü yetendir.’ Herşeye karşı ilmi, kudreti nihâyetsiz olan yüce Zat ise, hiçbir şekilde âciz olmaz. Peki öyle de, bu kadar kâfirleri, müşrikleri niye yaşatıyor da mahvedivermiyor? Denilirse, buyuruluyor ki: (ELMALILI, 6/393)

(45).‘Eğer Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden (hemen) cezâlandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.’ Yüce Allah, neden kâfir ve münâfıkları hemen yok etmiyor, denilirse cevâbı bu âyettedir. Suç işlemeye de güzel şeyler yapmaya da kâbiliyetli olan insanı günah işlemesinin akabinde helâk etseydi yeryüzünde insan kalmazdı. Böylece her insanın günah işlediği ortaya çıkıyor. Ancak bu insan, güzel şeyler de yapabilir, tevbe de edebilir. Bu sebeple yüce Allah, onlara hemen cezâ değil, kendilerini düzeltmeleri için zaman veriyor. Tevbe edenleri affediyor. İnsanın yaşam süresi bittiği zaman ise geride neyi bıraktığını en iyi bilen O’dur… Bir başka âyette şöyle buyrulur: ‘Rabbin çok bağışlayıcıdır. Rahmeti boldur. Eğer Allah onları işledikleri yüzünden cezâlandırmak isteseydi, hemen azâbını indiriverirdi. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklardır.’ (Kehf, 18/58, ELMALILI’dan N.YASDIMAN, 8/154)  

‘Fakat (Allah), onları belirlenmiş bir vakte kadar geciktirir. Vakitleri gelince de Allah şüphesiz ki kullarını görücüdür.’ Fakat derhâl hesaba çekivermez de o insanları belirli bir süreye kadar tehir eder, geri bırakır ki, o kıyâmet günüdür. Hiç birini kaçırmaz, her ne kazançları varsa, ona göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük cezâlarını verir. Bu cümle ‘O’nun kulları’ nitelemesiyle, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi bildirmekle birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir uyarıdır. (ELMALILI, 6/393)