Yasin Suresi

36. Yâsîn Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. Adını ilk âyetinden almıştır. 83 âyettir. Yalnız 45. âyeti Medîne döneminde inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/439)

Hadis: Ölülerinize (ölmek üzere olanlarınıza) Yâsin sûresini okuyun. (Ebû Dâvud Cenâiz 24, İbn Mâce’den, İ. H. BURSEVİ, 16/432)

Hadis: Herşeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsin’dir. (Tirmizi Fedâilü’l Kur’an 7, İ. H. BURSEVİ, 16/432)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

36/1-7 SEN  ŞÜPHESİZ  PEYGAMBERLERDENSİN

1. Yâ, Sîn.

2,3,4. (Ey Peygamberim!) Hikmet dolu Kur’ân’a yemin ederim ki, hiç şüphesiz sen, peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin.

5, 6. (Ey Peygamberim! BuKur’ân,) yegâne gâlip/yüce ve merhametli olan (Allahtarafın)dan, babaları (tevhidile) uyarılmayan, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalan bir kavmi uyarman içindir.

7. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki onların (inkârlarındandolayı) çoğunun üzerine (azaphakkındaki) o söz gerçekleşti. Artık onlar îman etmezler.

1-7. (1).‘Yâ, Sîn’ Sûrenin başındaki bu hecâ harflerinin zikredilmesinde mutlaka hikmet vardır. Bu harfler, her ne kadar biz anlamasak bile, mutlaka bir mânâ ifâde etmektedirler. Bunların mânâsı, Allah ile Rasûlü arasında bir sır olarak kalmakta devam edecektir. Bu harfler, zamânımızdaki şifrelere benzemektedirler. Bunlarla hangi mânânın kast edildiğini elbette en iyi bilen Allah’tır. (M. HİCÂZİ, 5/191) 

(2, 3, 4),‘Hikmet dolu Kur’ân’a yemin ederim ki,’ Kur’ân, hikmeti sonsuz, Hakîm olan Allâh’ın kelâmı olduğundan dolayı o da, ‘Hakîm’ yâni hikmeti sonsuz olmakla nitelendirilmiştir. (S. HAVVÂ, 12/126)

Hakîm; hikmetli, hikmet söyleyen, hikmet sâhibi yâhut çok hakîm ve muhkem (sağlam) mânâlarına gelir ki, Kur’ân hakkında hepsi de doğrudur. (ELMALILI, 6/399)  

‘(Rasûlüm!) Hiç şüphesiz sen, peygamberlerdensin.’ (Yâni) Kâfirler, gerçekten büyük bir yanılgı içindedirler. Bundan dolayı Kur’ân’a yemin edilerek, Kur’ân ‘Hakîm’ sıfatıyla birlikte anılmıştır. ‘Kur’ân senin peygamberliğine bir delildir ve hikmet doludur’ Böylesine hikmetli sözleri ancak bir peygamber tebliğ edebilir. Çünkü bu sözler, bir insanın yeteneklerinin çok üstündedir. Hz. Muhammed’i (s) tanıyan herkes, bu sözlerin ona âit olmadığını veya başka bir kimseden öğrenmediğini çok iyi bilir. (MEVDÛDİ, 4/511)   

‘Dosdoğru bir yol üzerindesin.’ Hiçeğriliğiolmayan, dosdoğru Allâh’a götüren yeni bir cadde üzerinde gönderildin ki, o İslâm şerîatıdır. (ELMALILI, 6/399) 

Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed (s)’in peygamber olduğuna inanmadılar ve onu büyücü, deli, şâir ve kâhin diye itham ederek yalanladılar. (38/4, 37/36). Yüce Allah Kur’ân’a yemin ederek Hz. Muhammed (s)’in peygamber olduğunu bildirdi. (İ. KARAGÖZ 6/251, 252)

‘Bu Azîz ve Rahîm olanın indirmesidir.’ İbn Kesir (de) şöyle demektedir: ‘Yâni senin getirmiş olduğun bu yol, bu düzen, bu din, izzet sâhibi ve mümin kullarına merhameti bol olan Rab tarafından indirilmiştir.’ (S. HAVVÂ, 12/126)

‘Tenzîl’ kelimesi çokluk ve abartı üzerine binâ edilmiştir. Şuna işâret etmektedir: Bu Kur’ân gökten bir kerede inmedi, bilâkis yirmi üç yıl müddetince defâlarca kerede indi. On üç yıl Mekke’de, on yıl Medîne’de ihtiyâca ve vakte göre peyderpey, âyet âyet, sûre sûre indi. (İ. H. BURSEVİ, 16/263)

(5,6

9.‘Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.’ Babalarından (atalarından) kasıt yakın atalarıdır. Yoksa nisbeten uzak atalarını İsmâil (a.s.) uyarmıştır ve bunlara İbrâhim (a.s.)’in şerîatını tebliğ etmiştir. (Âlûsi’den, S. HAVVÂ, 12/127)

Genellikle müfessirler, ‘ataları uyarılmamış’ ifâdesiyle, Hz. Muhammed’in ilk muhâtap kitlesi olan Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmemiş olduğuna işâret edildiği kanaatindedirler. (bu konuda ayrıca bk. Secde 32/3; Sebe’ 34/44; Fâtır 35/24; KUR’AN YOLU, 4/476)

Hz. Mûsâ’dan önceki nesillere ‘ilk kuşak’ denir. (Kasas 28/43) Hz. Muhammed’e kadar geçen ‘orta kuşaklar’ arasında, İsrâiloğulları’na birçok peygamberler gönderilmişken, Arap’lara doğrudan bir peygamber gönderilmediği için, onlar din konusunda bilgisiz kalmışlardı. Bu âyetler, Mekke tarihi için ilginçtir. Ancak, Hz. Muhammed’in tebliği hem Araplara (Şuarâ 26/214), hem kitap ehline (Mâide 5/19), hem de bütün insanlara ve cinleredir. (Sebe’ 34/28;  Enbiyâ 21/17; Cin 72/1-28; H. DÖNDÜREN, 2/691)

(7).‘Andolsun ki onların (inkârlarındandolayı) çoğunun üzerine (azaphakkındaki) o söz gerçekleşti.’ Kesinleşen söz, ‘İnsanların ve cinlerin azgınlarıyla cehennemi kesinlikle ağzına kadar dolduracağım.’ (Secde 32/13) şeklinde gelen ‘azap’ sözüdür. Allah Teâlâ, Kur’ân ve sünnet-i seniyye ile beyan ettiği İslâm dîninin dışına çıkanları cezâlandıracaktır. (Ö. ÇELİK, 4/196)  

‘Artık onlar îman etmezler.’ Yâni bu söz, onlar için gerçekleşmiş, onlar hakkında sâbit olmuştur. Çünkü yüce Allah, onların küfür üzere öleceklerini bilmektedir. Bundan dolayı onlar Allâh’a îman etmez, peygamberlerini tasdik etmezler. (S. HAVVÂ, 12/128)

36/8-12  BİZ,  HER  ŞEYİ BİR  KİTAPTA  YAZMIŞIZDIR

8. Şüphesiz biz, kâfirlerin (şirkveküfürdedirenmelerindendolayı) boyunlarına öyle bukağılar/demir hâlkalar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar (dayanmış)tır; onun için başları  dikleşmiştir.

9. Kâfirlerin hem önlerine bir set hem arkalarına bir set çektik, hem de onları kuşatıp sardık. Artık onlar (hakîkati) göremezler.

10. (Ey Peygamberin! Sen) kâfirleri (azâbakarşı) uyarsan da, uyarmasan da birdir; îman etmezler.

11. (Ey Peygamberim!) Sen ancak, Kur’ân’a uyan ve görmediği (hâlde) Rahmân (olanAllah)’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte sen, onu mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele!

12. Hiç şüphesiz ölüleri biz; (sâdece) biz diriltiriz! Önden gönderdikleri şeyleri ve (bıraktıklarıiyiveyakötübütün) eserleri yazarız. (Zâtenbiz) herşeyi apaçık bir kütük (vetutanakolanLevhi Mahfûz’)da say(ıpzaptet)mişizdir.

8-12. (8).‘Biz, onların boyunlarına öyle bukağılar / demir hâlkalar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar (dayanmış)tır; onun için başları dikleşmiştir.’ Küfür üzerindeki kararlılıklarını, onların öğüt almalarına yol bulunmadığını, hakka doğru yönelmeyiş ve boyunlarını o tarafa doğru çevirmeyiş, başını hakkın önünde eğmeyişlerini, başları yukarıda ve zincirlerle boyunlarından bağlanmış kimselere benzetmektedir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 12/128)

(..) söz konusu âyet, dünyâda yaşarken inkârda direnenlerin durumunu temsîli bir şekilde anlatmaktadır. Her ne kadar Ebû Müslim el İsfehâni bu olayın ahrette gerçekleşeceğini öne sürse de,  gelecek âyette Yüce Allâh’ın söz konusu inkârcı tiplerin önlerine ve arkalarına setler çekeceğinden, gözlerine perde indireceğinden, bundan dolayı artık gözlerinin görmeyeceğinden söz etmiş olması, söz konusu müfessirin görüşüne imkân vermemektedir. O hâlde kısaca diyebiliriz ki, burada ele almış olduğumuz âyet, insanın ahrette değil, dünyâdaki kibirli ve gururlu hâlini temsil etmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/643) 

‘Ağlâl’ / demir halkalar: İlk bakışta ‘çağdaş medeniyetin boyun bağları’nı hatırlatır gibi görünen bu ‘ağlâl’ hem ferdin yaratılış kâbiliyetini yanlış hedeflere sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de bâtıl itikatlar, çirkin alışkanlıklar, kötühuylar, taklit, tutuculuk, nefsin arzuları gibi küfür ve günahlardan hoşlandırıp, îmandan kaçındıran fenâ huylara ve durumlara nefislerin alıştırıla  alıştırıla değişmez hâle getirilmiş olmasını temsildir. Evet o kelepçeler, ‘Allah onların kalplerini mühürlemiştir.’ (Bakara 2/7) ifâdesi üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına geçirilmiş, onlar: o demir çemberler, enli dik yakalıklar hâlinde ‘çenelere dayanmıştır. Burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmuş kalmışlardır.’ Gerçeği görmek için etraflarına bakmazlar ve bakamazlar. (ELMALILI, 6/402)  

‘Boyun hâlkası’ ifâdesi ile onların hakkı kabullenmelerine engel olan inatları kastedilmiştir. ‘O hâlkalar çenelerine kadar dayanmıştır ve bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır’ ifâdesiylede tekebbür göstererek kasıldıkları anlatılmakisteniyor. Bu inatçılıkları dolayısıyla onların boyunlarına kibirve büyüklenme hâlkası geçirilmiştir. Ne kadar delil getirilirse getirilsin hakikati göremezler ve apaçık delilleri bile kabul etmezler. (MEVDÛDİ, 4/513)   

(9).’Önlerinden bir set, arkalarından bir set çektik’ ifâdesi ile onların yapılarındaki inat ve kibir dolayısıyla geçmiş olaylardan ders almadıkları gibi, geleceklerini dahi hiç düşünmedikleri kast olunuyor.  Çünkü tutuculuk, onların her yanını kapladığı ve yanlış düşünceleri gözlerine perde olduğu için, apaçık hakikatleri görememektedirler. Şâyet selim bir fıtrata sâhip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi. (MEVDÛDİ, 4/513) 

‘Artık onlar (hakikati) göremezler.’ Yâni hayırdan yararlanmaz ve hiçbir hayra da yol bulamazlar. Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem şöyle demektedir: Yüce Allah bu seddi onlarla îman ve İslâm arasına koymuştur. Onlar bu bakımdan hiçbir şekilde îmâna ve İslâm’a ulaşamazlar. Sonra da şu âyet-i Kerîmeleri okudu: ‘Muhakkak ki aleyhlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar îman etmezler. Eğer onlara bütün âyetler gelse de acıklı azâbı görene kadar (îman etmezler). (Yûnus 10/96, 97) Daha sonra da şöyle demiştir: ‘Allâh’ın alıkoyduğu kimse ise hiçbir şey yapamaz.’ (S. HAVVÂ, 12/129)

(10).‘Onları (azâbakarşı) uyarsan da, uyarmasan da birdir; îman etmezler.’ 10’ncu âyette Hz. Peygamberin inkârcılıkta direnenleri îman dâiresine sokmakla yükümlü olmadığına, bu gibilerin, kendi tercihlerinin sonucuna katlanmak zorunda kalacaklarına işâret edilmektedir. (bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/6-7, KUR’AN YOLU, 4/478)

(11).‘Sen ancak, Kur’ân’a uyan ve görmediği (hâlde) Rahmân (olanAllah)’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte sen, onu bağışlanma ve güzel bir mükâfatla müjdele!’ Senin uyarmandan faydalanabilecek kimseler aynı zamanda hem Kur’ân-ı Kerîm’e uyan hem de Allah’tan korkan kimselerdir. Bu, şunu ifâde etmektedir: Kur’ân’a uymak ve Allah’tan korkmak, yolun başıdır. Aynı şekilde öğüt ve hatırlatmaları kabûlün de başlangıcıdır. Bu, yüce Allâh’a gitmek için kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gereken bir gerçektir. (S. HAVVÂ, 12/129)

Mağfiret / Günahı bağışlamak: Yüce Allah îman eden insanın îman öncesi bütün günahlarınıbağışlar. Kur’ân’auyanve Allâh’a saygı duyan mümine bağış vaad edilmesi, affetmeyi gerektiren bir günahı işleyen müminin dinden çıkmayacağını, Allâh’ın bu günahı âhirette affedebileceğini ifâde eder. Yüce Allah, dünyâda şartlarına uygun tevbe eden kulunuaffeder. Tevbe etmeden ölen müminin kul hakkı yoksa, dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır. (2/284) (İ. KARAGÖZ 6/258)  

(12).‘Hiç şüphesiz ölüleri biz; (sâdece) biz diriltiriz! Önden gönderdikleri şeyleri’ hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü amelleri ‘ve eserlerini’ yâni  geriye bıraktıkları faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescitler, mektepler, yollar, çeşmeler, köprüler, hastâneler, çeşitli imâretler gibi hayır ve hasenat kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kânunlarını tesis, günah ve isyan örnekleri tertip eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini ‘yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz.’ (ELMALILI, 6/403)

‘(Zatenbiz) herşeyi apaçık bir kütük (vetutanakolanLevhi Mahfûz’)da saymışızdır.’ Yâni herşey, oluşundan önce Allâh’ın ilminde belli olup Levh-i Mahfuz’da bütün sayısıyla zaptedilmiş olmakla berâber, olduktan sonra da bütün izleriyle ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur. (ELMALILI, 6/403)

Hadis: İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bunlardan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât. (Müslim Vasiyet 14’den, Ö. ÇELİK, 4/199)

Hadis: İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevâbı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevâbından da kendisine verilir. Ancak onların sevâbından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye açtığı kötü çığırın günahı vardır. O kötü yolda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz. (Müslim İlim 15; Zekât 69, Nesâi Zekât 64’den Ö. ÇELİK, 4/199)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Nadra’dan, o Cabir b. Abdullah (r)‘dan şöyle demiştir: (peygamber) mescidinin çevresinde bâzı evler boşaldı. Seleme oğulları, mescidin yakınına taşınmak istediler. Bu durum Rasûlullah (s. a.)’a ulaşınca onlara şöyle dedi: ‘Bana sizlerin, mescidin yakınlarına taşınmak istediğiniz haberi ulaştı’ Onlar: Evet, ey Allâh’ın Rasûlü, böyle bir şey yapmak istedik, deyince, Peygamber (s. a.) şöyle buyurdu: ‘Ey Seleme oğulları, yerinizde kalınız, Sizin ayak izleriniz yazılır. Yerinizde kalınız, ayak izleriniz yazılır. ‘ Müslim de bunu bu şekilde rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/134) 

36/13-25  BİZ  GERÇEKTEN  SİZE  GÖNDERİLMİŞ  ELÇİLERİZ

13. (Ey Peygamberim!) Müşriklere, bir zamanlar elçilerin geldiği o şehir halkını mîsâl getir:

14. O zaman, kendilerine iki elçi gönderdik de onları yalanladılar. Biz de bir üçüncü (elçi) ile (oelçileri) destekledik. (Onlar) da dediler ki: “Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz.”

15. (Okâfirler🙂 “Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Hem Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Siz, sâdece yalan söylüyorsunuz.” dediler.

16, 17. (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki hakikaten biz, size gönderilmiş elçileriz. Üzerimizdeki (vazîfe), açıkça tebliğden başkası değildir.”

18. (Okâfirler🙂 “Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık (kıtlıkgeldi). Eğer (budâvetten) vazgeçmezseniz, mutlaka sizi taşlayarak öldürürüz ve (böylelikle) bizden size acıklı bir azap dokunur.” dediler.

19. (Elçiler şöyle dediler🙂 “Uğursuzluğunuz kendi berâberinizde(kiküfürden)dir. Size öğüt verilince mi (uğursuzluğauğruyorsunuz)? Hayır! Siz (isyanda) haddi aşan bir kavimsiniz.” dediler.

20-21-22-23-24-25. O şehrin öbür ucundan (bunlarıngeldiğiniduyanîmanlı) bir adam koşarak geldi ve dedi ki: “Ey kavmim! Gönderilmiş (buelçi)lere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen (bu) kimselere uyun. Onlar doğru yola erişmişlerdir. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa ancak O’na döndürüleceksiniz. Ben, O’ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer çok esirgeyen (Allah) bana bir zarar vermek dilerse, onların (oputların) şefaati bana hiçbir fayda vermez ve beni kurtaramazlar. Şüphesiz (böyleyaparsamozaman) ben, apaçık bir şaşkınlık ve ziyan içinde olurum. (Eyelçiler!) Ben sizin Rabbinize îman ettim, beni duyun (veşâhitolun).”

13-25. (13).‘Kâfirlere, bir zamanlar elçilerin geldiği o şehir halkını misâl getir:’ Kur’ân kasaba sâkinlerinin kimler olduğunu ve o kasabanın nasıl bir yer olduğunu belirtmiyor. Bu konudaki rivâyetler, birbiri ile aynı değildir. Dolayısı ile bu rivâyetlerin arkasına takılıp ta koşmanın bir yararı yoktur. Kur’ân’ın o kasabayı açıklamayışı, kasabanın adını ve yerini belirtmeyişi, bunun vereceği derse ve mesaja bir güç katmayacağına delildir. Bundan dolayı kasabanın adı ve yeri belirtilmemiş, doğrudan ibretin özüne ve esâsına geçilmiştir. (S. KUTUB, 8/463)

Burada söz konusu edilen kasabanın adı nedir? Bu konu ile ilgili peygamberimizden gelmiş rivâyet bulunmamaktadır. Pek çok kimsenin kabul ile karşıladığı Kitap ehline dayalı başka birtakım rivâyetler vardır, ancak bu rivâyetlerin doğruluğu hem su götürür, hem bunun bilinmesinin ameli bir önemi de yoktur. Önemli olsaydı, ya yüce Allah yâhut da O’nun Rasûlü bize bu kasabanın adinın ne olduğunu söylerdi. (S. HAVVÂ, 12/141)

Kadim müfessirlerin çoğu, bu şehri Antakya, iki elçiyi de iki havâri sanmışlar ve bu olayın kral Antiochus döneminde geçtiğini söyleyebilmişlerdir. Fakat İbn Abbas, İkrime, Katâde, Ka’b el Ahbar ve Vehb b. Münebbih bu kıssayı, hıristiyanların güvenilir olmayan rivâyetlerine dayanarak nakletmişlerdir. (MEVDÛDİ, 4/514)

(Yine) Kitab-ı Mukaddes’te Antakya’da Yahûdi olmayan birçok kimsenin Hristiyanlığı kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur’ân, yukarıdaki beldenin önemli bir özelliğini, belde hâlkının peygamberin dâvetini red etmiş olmaları ve dolayısıyla azâba uğradıkları şeklinde açıklar. Târihi hiçbir belgede Antakya’ya azap geldiğine dâir bir kayıt yoktur. O hâlde Antakya hâlkının peygamberleri reddettiğini ve bu yüzden azâba uğradıklarını iddiâ etmek mümkün değildir. (MEVDÛDİ, 4/514)

Söz konusu kıssanın aktarılma amacı: Kureyşlilere sizler nasıl inat ve zıtlıkta Rasûlullah’ı (s) inkâr ediyorsanız, o beldedekiler de aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu tâkip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz takdirde, sizlerin sonu da o beldedeki insanlar gibi olacaktır’ demek sûretiyle uyarıda bulunulmaktadır. (MEVDÛDİ, 4/514)

(14).‘O zaman, kendilerine iki elçi gönderdik de onları yalanladılar. Biz de bir üçüncü (elçi) ile (oelçileri) destekledik. (Onlar) da dediler ki: “Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz.” (Fakat) açıklamanın asıl hedefinin temsil olması bakımından bunun bu şekilde ifâde buyurulması Hz. Muhammed’in peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar bir işâretle göstermek içindir. Yâni ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’nın sonradan Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ‘Kendisinden öncekileri tasdik edici olarak’ (Âl-i İmran 3/3) güç ve takviyesini temsil ediyor. Önce Mûsâ (as) ve Îsâ’yı (as) göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da Muhammed (as) ile bunlara güç ve kuvvet verdik, denilmiş gibi oluyor. (ELMALILI, 6/407)

(15).‘(Okâfirler🙂 “Siz de bizim gibi bir beşerden başkası değilsiniz. Hem Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Siz, sâdece yalan söylüyorsunuz.” dediler.’ Diğer bir anlamıyla ‘Siz de bizim gibi bir insansınız ve peygamber olamazsınız’ demek istiyorlar. ‘Muhammed bir peygamber değildir. Çünkü o da bizim gibi bir insandır‘ şeklindeki aynı düşünceyi Mekke’deki müşrikler de savunuyordu. ‘Dediler; Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor, ona kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi?’ (Furkan, 25/7, MEVDÛDİ, 4/514)

(16, 17).‘(Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki hakikaten biz, size gönderilmiş elçileriz. Üzerimizdeki (görev), açıkça tebliğden başkası değildir.” Doğruluğuna tanıklık eden mûcizelerle,  belgelerle, açık – seçik bir şekilde tebliğ yapmaktır. (S. HAVVÂ, 12/136)

Yâni bizim görevimiz, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın mesajını sizlere ulaştırmaktır. Sizlere bu mesajı kabul ettirmek bizim elimizde değildir. İster kabul edin, ister reddedin. Ancak reddettiğiniz takdirde bunun sorumluluğu sizlere âittir. Biz kendi görevimizi yaparak, sizlere Allâh’ın mesajını tebliğ ettik. (MEVDÛDİ, 4/515)  

Âyette geçen ‘üzerimizde apaçık bir tebliğden başkası yoktur.’ Cümleleri, kişinin îman için zorlanamayacağını, bunun bir kalp işi olduğunu vurgulamaktadır. Eğer zorlama olursa münâfıklık ortaya çıkar. İçi başka dışı başka kişilerin ortaya çıkmasına sebep olunur. Oysa cennete de cehenneme de gidiş özgürlüğü vardır. (N. YASDIMAN, 8/175)

(18).‘(Okâfirler🙂 “Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık (musibetler, felâketlergeldi).’ Nesefi şöyle diyor: Çünkü onların dinlerinden hoşlanmamışlar, nefisleri bu dinden nefret etmişti. Meylettikleri, tabiatlarının kabul ettiği herşeyi uğurlu saymak, nefret edip tiksindikleri şeyleri de uğursuz saymak câhillerin bir alışkanlığıdır. Şâyet onlara bir belâ yâhut bir nîmet isâbet edecek olursa, belâ bunun uğursuzluğu dolayısıyla, nîmet de bunun bereketi dolayısıyla bize isâbet etti, derler. (S. HAVVÂ, 12/136)

‘Eğer (budâvetten) vazgeçmezseniz, mutlaka sizi taşlayarak öldürürüz ve (böylelikle) bizden size acıklı bir azap dokunur.” dediler.’ Sizi şiddetli bir azâba çarptırırız. Yâni oldukça katı bir şekilde cezâlandırırız. Yüce Allâh’ın yoluna dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur. Çünkü zâlimler, onlara karşı sağlıklı bir tavır ortaya koyamadıklarından dolayı, tehditlere ve korkutmaya yönelir ve daha sonra da bunu uygulamaya koyarlar. (S. HAVVÂ, 12/136)

(19).‘Elçiler dediler ki: uğursuzluk kendinizdendir.’ Hiç kimse, bir başka kimse için uğursuz değildir. Uğursuzluk insanın kendisindendir. Çünkü herkesin nasîbi takdir edilmiştir. ‘Her insanın amellerini boynuna doladık. Kıyâmet günü onun için açmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız.’ (İsrâ 17/13; MEVDÛDİ, 4/516)

‘Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu?’  Yâni bizi taşa tutmanız ve bize işkence etmek isteyişiniz, size öğüt ve nasihatta bulunduğumuz için midir? Uyarmanın karşılığı bu mudur? (S. KUTUB, 8/465)      

‘Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz.’ Siz düşüncenizde ve olayları değerlendirmenizde ölçüyü kaçırıyorsunuz. Bunun için de öğüt ve uyarıya tehditle karşılık veriyor, hak yola çağrıya taşa tutma ve işkence ile cevap veriyorsunuz. (S. KUTUB, 8/466)

(20-25).‘Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. ‘Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!’ dedi. ‘Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir.’  Âyet-i Kerîmede sözü edilen elçiler Peygamberlik görevlerini îfâ ettiler / yerine getirdiler. Emâneti eda ettiler, ama onlara icâbet eden / uyan oldu mu, olmadı mı? Evet onlara bir kısım hâlk icâbet etti / uydu. Şehrin uzak bir mıntıkasından kâmil ve olgun bir adam geldi. Hakkı ortaya çıkarmak için çaba sarf etti. Hakka yardımcı olmak, bâtılla ve bâtılın gücü ile savaşmak istedi. Bâtılın kuvvetine karşı başkaldırdı. Ey aşiretim ve ey kavmim! Şu elçilere uyun, onlar peygamberlik davasında bulunurken doğru konuşuyorlar. Sizden ücret istemeyen, mal talep etmeyen, reislik ve başka bir amaç peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun. Bunlar hak yolda yürüyen, doğru yolu bulan kimselerdir, dedi. (M. HİCÂZİ, 5/197, 198)

‘Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibâdet etmeyecekmişim!’ Yâni o resuller, bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O’nu mâbud tanıyıp, O’na ibâdet etmeye dâvet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum, ben beni yaratana kulluk etmeyi borcum, vazifem bilirim, çünkü beni yaratmıştır. O’na karşı vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm ve engelim yok. O hâlde siz, o sizi yaratan Rabbinize niye ibâdet etmeyesiniz. (ELMALILI, 6/408)

‘Hâlbuki hepiniz O’na döndürüleceksiniz.’ Kıyâmet gününde dönüşünüz O’na olacaktır. Amellerinizin karşılığını verecektir, hayır işlediyseniz hayır, şer işlediyseniz şer göreceksiniz. (S. HAVVÂ, 12/137)

‘O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar.’ Sizin Allâh’ı bırakıp kendilerine tapındığınız bu ilâhlar, hiçbir şey yapmak imkânına sâhip değillerdir. Çünkü yüce Allah, bana bir kötülük yapmak isterse, bu putlar bu kötülüğü açıp gideremez, bunu önleyemez, bunu alıkoyamazlar ve beni içinde bulunduğum durumdan kurtaramazlar. (S. HAVVÂ, 12/137)

‘O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içerisinde olurum.’ Eğer Allâh’ı bırakıp onları ilâh edinecek olursam, gâyet açık bir şekilde sapmış olurum. (S. HAVVÂ, 12/137)

‘Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.’ O, bu son sözlerini ya kendisi lehine şahitlik etmeleri için peygamberlere söylemiştir yâhut da öldürmek üzere onu yakaladıklarında meydan okuyarak kavmine karşı söylemiştir. Bu konuda müfessirlerin iki görüşü vardır. (S. HAVVÂ, 12/137)

36/26-32  KEŞKE  KAVMİM  BİLSEYDİ!

26-27. (Mümin şehit edilince kendisine🙂 “Gir cennete.” denildi. (Oda🙂 “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığı() ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi (budurumdaelbetteîmanederlerdi)!” dedi.

28. O(nunşehitedilmesi)nden sonra, kavminin üzerine (helâkiiçin) gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.

29. (OnlarınhelâkiCebrâil’eâit) bir çığlıktan başkası olmadı, hemen sönü(pgidi)verdiler.

30. Ne yazık şu (kâfir) kullara! Kendilerine bir peygamber gelmeye görsün, onunla mutlaka alay ederlerdi.

31. (Ey Peygamberim!) Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Artık bunlar bir daha kendilerine dönmezler?

32. (İnsanların) hepsi de, toplanıp huzurumuza getirileceklerdir.

26-32. (26, 27).(Mümin şehid edilince) Cennete gir, denilince dedi ki: ‘Keşki kavmim bilselerdi.’ Bu kavminin kendisini öldürdüklerini, yüceAllâh’ındabununkarşılığındaonu cennete koymakla mükâfatlandırdığını göstermektedir. İbn Kesir der ki: ‘O cennete girdi, orada ona rızık verildi. Allah dünyâ hayâtının kötülüklerini, keder ve yorgunluklarını da ondan giderdi. Bu şekilde Allâh’ın mükâfâtını görünce ‘dedi ki: Keşke kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram olunanlardan kıldığını.’ Rabbim îman edip peygamberleri tasdik ettiğim için beni cennetle mükâfatlandırdığını bilselerdi. (S. HAVVÂ, 12/137, 138)

İbn Abbas dedi ki: O hayatta iken kavmine ‘ey kavmim, gönderilmiş peygamberlere uyun’ (âyet 20) sözleriyle öğüt verdiği gibi, ölümünden sonra da ‘Keşki kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram olunanlardan kıldığını’ sözleriyle de samimiyetini ortaya koydu. Bunu İbn Ebi Hâtim rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/140)

Söz konusuâyet, diğer birçok âyetler gibi ‘Berzah’ âleminin varlığını apaçık ispat etmektedir. Bu âyetten, bâzı câhillerin sandığı gibi, ölümden sonra kıyâmete kadar durgunluk olmayacağı anlaşılıyor. Ancak, bu safhada ruh cismi olmaksızın diridir, konuşur ve işitir, hisseder, memnun da olur, kederli de; dünyâdakilere ilgi de duyar. Şâyet böyle olmasaydı, söz konusu mümin cennet müjdesini duyduğunda, ‘Keşke kavmim benim hayırlı sonumdan haberdar olsaydı’ diyebilir miydi? (MEVDÛDİ, 4/520)

(28).‘O(nunşehitedilmesi)nden sonra, kavminin üzerine (helâkiiçin) gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.’ Yâni kavmini helâk etmek için gökten bir ordu göndermemiz de Bizim hikmetimize uygun değildi. Çünkü yüce Allah, her bir kavmin helâkini ayrı bir şekilde gerçekleştirmiştir ve bu onun hikmeti gereğince olmuştur. İbn Mesud şöyle der: ‘Yâni Biz onlara karşı oldukça kalabalık ordular göndermedik. Çünkü iş, bunu gerektirmeyecek kadar kolaydı.’ (S. HAVVÂ, 12/138)

(29).‘(OnlarınhelâkiCebrâil’eâit) bir çığlıktan başkası olmadı’ Tek bir ses, bir haykırma, Cebrâil’in bir haykırması (ELMALILI, 6/409) ‘hemen sönü(pgidi)verdiler.’ Nesefi der ki: ‘Ateşin sönmesi gibi öldüler.’ Yâni Allâh’ın onlara bir meleğin çığlığını göndermesi yeterli gelmişti. Onları helâk etmek için Bedir ve Hendek günlerinde yaptığı gibi gökten ordular göndermedi. (S. HAVVÂ, 12/138) 

(30).‘Ne yazık şu kullara!’ İbn Kesir der ki: Kıyâmet gününde onlar, azâbı göreceklerinde, nasıl oldu da peygamberleri yalanladılar, Allâh’ın emrine aykırı hareket ettiler, diye hasret duyup pişmanlık çekeceklerdir. Çünkü onlardan yalanlayan kimseler dünyâ hayâtındayken kendilerine bir peygamber gelmeye dursun, onu hemen alaya alırlardı’; yalanlıyorlar ve onunla alay ediyorlardı. Onunla gönderilmiş olan hakkı inkâr ediyorlardı.’ (S. HAVVÂ, 12/138, 139)   

Peygamberi, âyetleri ve tebliğ ettiği dîni hükümleri küçümsemek, beğenmemek ve alaya almak insanın kâfir olmasına sebep olur. Herhangi bir insanı küçümsemek ve alaya almak isebüyük günah, kul hakkı üstlenmek ve zulümdür. (İ. KARAGÖZ 6/271)

(31).‘Görmediler mi, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik.’ İbn Kesir der ki: ‘Allâh’ın kendilerinden önce peygamberleri yalanlayan kimseleri helâk etmiş olması, onlar için öğüt teşkil etmiyor mu?  Onların bu dünyâya bir daha geri dönmemeleri, onlar için ibretli bir olay değil midir? (S. HAVVÂ, 12/149)

‘Artık bunlar bir daha kendilerine dönmezler?’ Yâni dünyâya bir daha dönmüyorlar. (ELMALILI, 6/410) Burada şunu da belirtelim ki bu buyruk, tenâsüh (reenkarnasyon) görüşünü yâhut ruhların dönüp durdukları görüşünü kabul edenlerin görüşlerini, gâyet açık bir şekilde reddetmektedir. (S. HAVVÂ, 12/149)

(32).‘(İnsanların) hepsi de, toplanıp huzûrumuza getirileceklerdir.’ İbn Kesir der ki: ‘Geçmiş ve gelecek ümmetlerin hepsi mutlaka Kıyâmet gününde hesâba çekilmek üzere Aziz ve Celil olan Allâh’ın huzûruna getirilecekler ve hayrı ile şerri ile bütün amellerinin karşılığını verecektir.’ (S. HAVVÂ, 12/149)

İhzar: Huzûra getirmek demektir. Mahkemeye rızâsı ile gelmeyen kimseyi tutup, zorla hâkimin huzûruna getirmek mânâsında kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır. Yâni herkes ölmekle yok olup gitmiyor, hesap ve cezâ için Hak Teâlâ’nın huzûruna toplanıp sevk ediliyorlar. (ELMALILI, 6/410) 

36/33-40  HER  BİRİ  BİR  YÖRÜNGEDE  YÜZERLER

33. Ölü toprak, onlar için bir ibret (kudretimizebirdelil)dir. Biz onu dirilttik, ondan tâneler çıkardık; işte ondan yemektedirler.

34, 35. Yeryüzünde hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bahçeler var ettik; (onların) içlerinden de pınarlar fışkırttık. Bunları, mahsulden ve ellerinin yaptıklarından yesinler diye yaptık. (Kâfirler) Hâlâ şükretmezler mi? [bk. 16/11; 23/19]

36. Yerin bitirdiği herşeyden, (insanların) kendilerinden ve daha bilemeyecekleri nice şeylerden çift çift yaratan (Allâh’)ın şânı pek yücedir.

37. Gece de müşrikler için bir ibret (vekudretimizebirdelil)dir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de (bakarsınki) onlar karanlığa girmişlerdir.

38. Güneş de (birdelildirki) kendi karargâhında (mihverietrafındamuntazamolarak) cereyan etmekte (dönerekgitmekte)dir. Bu mutlak gâlip, hakkıyla bilen (Allâh’)ın takdîridir. [bk. 7/54; 13/2]

39. Aya gelince; biz ona (dünyânınetrafındagünlükdevriveseyriiçin) birtakım menziller belirledik ki (heraylıkdevrinin) sonunda o, (kurumuş) eski hurma salkımının eğri çöpüne döner (sonveilkhilâlşeklinialır).

40. Ne güneş aya erişir (geceyiönler) ne de gece gündüzü geçer (zamansızgelir). (Güneş, ay, dünyâveyıldızların) hepsi de bir felekte (biryörüngede) yüzmektedirler.

33-40. (33).‘Onlar için bir delil de ölü topraktır.’ Yüce Allâh’ın ölüleri dirilttiğine delâlet eden bir diğer alâmet de kuru toprağın diriltilmesidir. Yâhut da üzerinde hiçbir bitki bulunmayan kupkuru toprağın diriltilmesi, onlar için yaratıcının varlığına, eksiksiz kudretine ve ölüleri diriltmesine bir delil teşkil etmektedir. (S. HAVVÂ, 12/149)

‘.. ölü toprak’ ile maksat, susuzluktan kuruyan ve yeşilliğini kaybeden topraktır. Nasıl kuruyan toprak yağmur yağınca yeniden yeşeriyor, toprak içinde bitki kökleri  ve tohumları yok olmuyorsa, insanlar da ölünce yok olmayacak, İsrâfil adlı meleğin sur denilen âlete üfleyip kıyâmet kopunca ölüler de diriltileceklerdir. (İ. KARAGÖZ 6/273)

‘Ve ondan tâneler çıkarttık. İşte ondan yemektedirler.’ Biz onu hem kendileri hem hayvanları için bir rızık kıldık. Âyet-i Kerîmedeki ‘işte ondan yemektedirler’ ifâdesi; geçimin esâsını bu tânelerin teşkil ettiğine ve insanların geçiminde esas olduğuna delâlet etmektedir. Tahıllar azalacak olursa, kıtlık olur,  sıkıntılarbaş gösterir; o zaman da helâk olmak yaklaşır, sıkıntılar, belâlar arka arkaya gelir. (S. HAVVÂ, 12/150)

(34, 35).‘Yeryüzünde hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bahçeler var ettik; (onların) içlerinden de pınarlar fışkırttık. Bunları, mahsulden ve ellerinin yaptıklarından yesinler diye yaptık. Hâlâ şükretmezler mi?’  İbn Kesir şöyle diyor: ‘Yâni bütün bunların hepsi Allah Teâlâ’nın onlara rahmeti dolayısıyladır. Kendi çabaları, güç ve imkânları ile değildir.’ Buna göre İbn Kesir âyet-i kerîmede geçen ‘mâ’ edatını olumsuzluk, ‘Bunlar onları elleriyle yapmadılar’ (dip not) olarak değerlendirmektedir. Başkaları ise burada yer alan ‘mâ’ edatının ism-i mevsul olduğunu zikretmektedir. Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: ‘Tâ ki bunun meyvesinden ve elleriyle yaptıkları dikmek, sulamak, aşılamak ve buna benzer mahsûlün tamamlanmasına kadar yaptıkları diğer işlerin ürünlerinden yesinler.’ Yâni meyve ve mahsul, özü itibâriyle yüce Allâh’ın fiili ve yaratması iledir. Fakat bunda Âdemoğlunun çabasının da birtakım etkileri vardır, demek olur. (S. HAVVÂ, 12/150)

(İşte) toprak, su, hava ve mevsim unsurları uygun bir şekilde biraraya geldiği zaman, bitkiler büyümeye ve gelişmeye başlarlar. Her tohumdan aynı cinste çıkan bitki ve ağaçlar soya dayalı olarak özellikler taşırlar. Ayrıca bu bitki ve ağaçlar, birkaç değil, sayısız çeşitte yaratılmışlardır. Böylece bu sayısız çeşitteki bitkiler, insanlar ve hayvanlar için, gıdâ, elbise, ilâç ve daha birçok ihtiyâcı karşılamaktadırlar. (MEVDÛDİ, 4/522)

Bu hayret verici nizam hakkında, inat ve taassuba saplanmamış bir insan düşünecek olursak eğer, bütün bu düzenin kendiliğinden olmadığına ve bu ihtişâmın ardında hikmete dayalı bir plân olduğuna, vicdânı hemen şâhitlik edecektir. Öyle ki, o hikmet sâyesinde toprak, su, hava ve mevsimler uygun bir dengeye göre bir araya gelmişler ve böylece insanların, hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçları yaratılmıştır. Akıl sâhibi hiçbir insan, böylesine muazzam bir düzenin sâdece bir tesâdüf eseri olduğunu düşünemez. Dolayısıyla bunları birkaç ilâhın yaratmadığı ortaya çıkıyor. Toprak, su, hava, güneş, bitkiler, hayvanlar ve insanlar da olmak üzere hepsinin yaratıcısı ve Rabbi tek olan Allah’tır. (MEVDÛDİ, 4/522)

(36).‘Yerin bitirdiği herşeyden, (insanların) kendilerinden ve daha bilemeyecekleri nice şeylerden çift çift yaratan (Allâh’)ın şânı pek yücedir.’ Görüldüğü üzere ‘çift yaratılma’ özelliği hem bitkiler hem canlılar hem insanlar hem de Allâh’ın dışında bilmediğimiz bütün varlıklar için geçerlidir. Meselâ elektrikte artı ve eksi kutuplar, cisimler arasında itme ve çekme kuvveti, atomlardaki pozitif ve negatif elektronlar bile bu âyetin mûcizevi olarak haber verdiği şeyler arasında sayılır. Âyetin açtığı ufkun aydınlığında yapılacak ilmi çalışmalar, bu alanda daha nice dikkat çekici ince sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bütün bunlardan maksat ise, herşeyi çift yaratan Allâh’ın tek olduğunu; O’nun eşi ve ortağı bulunmadığını beyandır. (Ö. ÇELİK, 4/207)

36’ncı âyette kâinatta insanın bildiği ve bilmediği bütün çiftleri yüce Allâh’ın yarattığı belirtilerek her birinin paydaşı, eşi, benzeri, karşıtı olan bu çiftlerin hepsinin yaratılmışlık özelliğine, dolayısıyla bunları yaratanın tek olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsanların Kur’ân’ın indiği sırada bilmediği birçok şeyde de çift yaratılma özelliğinin bulunduğu modern araştırmalar tarafından ortaya çıkarılmış olup bu, ileride daha nice varlık, olay ve kavram çiftlerinin keşfedileceğinin işâretidir. Paul Dirac adlı bilim adamının atom parçacıklarının da çift yaratıldığını yâni elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tespit edip, ‘parite kânûnu’nu keşfetmesi ve bu sâyede Nobel ödülü kazanması, bu âyetteki anlam derinliğine ışık tutucu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. (KUR’AN YOLU, 4/488)

‘Sübhan’: Bakara sûresi 32’nci âyetinde ve İsrâ sûresinin başında (İsrâ 17/1) açıklandığı üzere ‘sübhan’ tesbîhininözeladıdır. Bununla berâber büyük hayret yerinde de kullanılır. Tesbih de tenzîhinen ileri derecesidir. Yâni herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan itikatta, sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde ‘tesbih ederim’ yâhut ‘tesbih ediniz’ anlamını ifâde eden bu tesbihin, burada böyle sözün başında getirilmesi ne güzeldir! (ELMALILI, 6/415)

‘Allâh’ı tesbih ve takdis ederim.’ Yâni O, her ayıptan uzaktır. O’nda hiçbir zaaf ve eksiklik olmadığı gibi ortağı da yoktur. (MEVDÛDİ, 4/522)

(37).‘Gece de onlar için bir ibret (vekudretimizebirdelil)dir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de (bakarsınki) onlar karanlığa girmişlerdir.’ Yeryüzünde insanlar, hayvanlar, bitkiler, hattâ su, hava ve diğer maddelerin varlığı, güneşin yeryüzü ile arasında olan uygun bir mesâfe sâyesinde mümkün olabiliyor. Yine bâzı bölgeler, bâzı zaman dilimleri içinde güneşin etki alanına girerek, aydınlanırlar. Şâyet böyle olmasaydı oralarda hayâtı sürdürmek mümkün olmazdı. Güneş, yeryüzünden şimdiki durumundan daha az veya daha çok uzakta olsaydı, ya da bir bölgede sürekli gece, diğer bir bölgede sürekli gündüz olsaydı yâhut gece ve gündüzün dönüşü çok hızlı, çok yavaş veya düzensiz, kısaca gelişigüzel olsaydı, böyle bir hâlde hayat mümkün olmazdı. Öyle ki, cansız maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olurdu. Bir kimsenin kalp gözü kapalı değilse eğer, bu nizamda Allâh’ın varlığını açıkça müşâhede eder. (MEVDÛDİ, 4/523)

Müfessirlerin çoğunluğu, âyetin devamında ‘Karanlık içinde kalıverirler’ cümlesinin yer aldığını göz önüne alarak bu olayın ürkütücü ve mahrûmiyette bırakma etkisine dikkat çekildiği yorumunu yapmışlar; bâzıları ise bu ifâdeyle insanlara sağlanan aydınlık nîmetine ve daha geniş bir bakışla yüce Allâh’ın ölülere hayat verme kudretine işâret edildiğini belirtmişlerdir. (Zemahşeri, ELMALILI’dan, KUR’AN YOLU, 4/489)       

(38).‘Güneş de (birdelildirki) kendi karargâhında dönerek gitmektedir. Bu mutlak gâlip, hakkıyla bilen (Allâh’)ın takdîridir.’  Yâni onlar için delillerden birisi de kendisi için belirlenmiş bir karar yerine doğru giden Güneştir. Âlûsi şöyle demektedir: ‘Yâni senenin sonunda yörüngesinin nihâyete erdiği belirli bir sınıra kadar akıp gider.’ Nesefi der ki: Yâhut dünyânın sona ereceği zaman, o da sonunun geleceği vakte kadar akıp gider. (S. HAVVÂ, 12/152)

Müstekarr: Mimli masdar, ism-i zaman, ism-i mekân olabildiği, ‘la’/ lâm harfida birkaç mânâya geldiği için, bu ifâde birçok mânâlara uygundur. (1) Birincisi: Güneş, kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yâni sabit bir karar, düzenli bir kânun ile cereyan eder. Hesapsız, başıboş, kör bir tesâdüf ile değil.  (2) İkincisi: Bir istikrar için, yâni kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gâyesiyle yâhut sonunda bir sükûnete erip durmak için cereyan ediyor. (3) Üçüncüsü: İsm-i zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yâni duracağı bir vakte, belirli bir zamâna kadar cereyan eder ki, bu vakit ’Güneş toplanıp dürüldüğü zaman’ (Tekvir, 81/1) ifâdesindeki vakittir. (4) Dördüncüsü: İsm-i mekân olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yâni yerinde sâbit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yâhut kendisine karargâhı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik te vardır. Nihâyet birinci ‘lâm’ ‘ilâ’ mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tabiiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir Hadis-i Şerifte de ‘Güneşin istikrar yeri arşın altındadır’ (Buhâri, Müslim) diye rivâyet edilmiştir. (ELMALILI, 6/416, 417)

‘tecrî / akıp gider’: Kanaatimize göre bu âyette geçen ‘tecrî’ fiiline ‘akıp gider’ anlamı verilip bu hareket Herkül Takım Yıldızına doğru gidiş şeklinde yorumlandığı takdirde, bu bağlamda ‘şems’  kelimesini de ‘güneş sistemi’ şeklinde anlamak uygun olur. Zîrâ yaklaşık dâiresel bir yörüngede ve 250 milyon yılda tamamlandığı belirlenen bu hareket, doğrudan güneşe değil, güneş sistemine âittir ve dünyâmız da bu hareketin içindedir; güneş sisteminin yerin oluşumundan beri bu şekilde ondokuz dönüş yaptığı hesaplanmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/494)

Sözünü ettiğimiz bu muazzam güneş, Samanyolu galaksisinde bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan sâdece birisidir. Aynı şekilde samanyolu galaksisi de, modern teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca birisidir. Ve bu samanyolu galaksisinin bir ucundan diğerine gitmek için 100 000 ışık yılı gereklidir. Işık ise bir sâniyede 300 000 km. gider. İşte dünyâ, bu galaksinin spiral kollarından birinde yer almaktadır. Dünyâdan hareket edip galaksimizin merkezine varabilmek için 300 000 trilyon km. gitmemiz gerekir.   İşte bu muazzam sistem içinde güneş gibi durmadan yanan dev ateş topunu yaratan, döndürenve ışığını alıp söndürecek olan kudret, şüphesiz Rabbimizin kudretidir. (Ö. ÇELİK, 4/208, 209)

‘İşte o (şaşırtıcı cereyan) o Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdîridir.’ Yâni kudretiyle herşeye gâlip ve hâkim ve ilmiyle herşeyi kuşatmış olan ve sana Kur’ân’ı indirip doğru yolu gösteren Allâh’ın takdiri, yâni bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir. (ELMALILI, 6/417)

(39).‘Aya gelince; biz ona birtakım menziller belirledik ki sonunda o, (kurumuş) eski hurma salkımının eğri çöpüne döner.’     Menziller, ayın dünyânın etrafında kendi yörüngesinde, bir ay içinde dönerken kat ettiği 28 uğrak yeridir. Yine ay, dünyâ ile birlikte güneşin etrâfında dönerken, her biri yıldızlar topluluğundan oluşan 12 burç (25/61) kat etmektedir. Bu 10/5; 15/16; 36/38-40. âyetler astronomi ilminin anahtarını teşkil etmektedir. [bk. 55/17] (H. T. FEYİZLİ, 1/441)

‘Sonunda eski kuru bir hurma dalına döner’ Yâni Ay’ın son konağı geldiğinde, alabildiğine incelir ve kavisli bir hâl alır ve nihâyet kuruyup büküldüğü zamanki hurma çöpüne benzer. Nesefi der ki: ‘Eskidiği vakit incelir, bükülür, sararır. İşte üç yönden de Ay, bu hurma çöpüne benzetilmiştir.  (S. HAVVÂ, 12/152)

(40).‘Ne güneş aya erişir ne de gece gündüzü geçer. (Güneş, ay, dünyâveyıldızların) hepsi de bir yörüngede yüzmektedirler.’  Dahhâk, güneşin ayı idrâketmemesini / yetişememesini her iki varlığa âit ışıkların bir araya gelmemesi şeklinde anlamıştır / yorumlamıştır. Zîrâ ona göre güneş doğduğu zaman ay ışığından eser kalmamakta, ay doğruğunda da güneş ışığı yok olmaktadır. (Taberi’den,M. DEMİRCİ, 2/649)  

Biri diğerine çarpmaz, görevleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. ‘yüzerler’ çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. (ELMALILI, 6/418)

‘Felek’ kelimesini Araplar, yıldızların ekseni için kullanırlar. Gökyüzü anlamına da gelir. Burada ‘Hepsinin aynı felekte yüzdükleri’ şeklinde bir ifâde kullanılmıştır. Böylece dört gerçeğe işâret olunmaktadır: (1) Sâdece güneş değil, ay, yıldızlar, gezegenler, samanyolu vs. hepsi de hareket etmektedirler. (2) Bunların her birinin ekseni ayrı ayrıdır. (3) Felekler değil, yıldızlar, gezegenler hareket etmektedirler. (4) Bunlar suda herhangi bir maddenin görünüşü gibi fezâda da yüzmektedirler.  (MEVDÛDİ, 4/524, 525)

Elbette bu âyet ile astronomi bilgisi vermek istenmemektedir. Burada insanlar sâdece düşünmeye dâvet ediliyorlar: Yâni sizler yeryüzünden gökyüzüne değin, nereye bakarsanız bakın, Allâh’ın âyetlerini görürsünüz ve hiçbir varlığın Allâh’a ortak koştuğuna dâir bir emâre / işâret bulamazsınız. (MEVDÛDİ, 4/525)

Kur’an’da yer alan bu bilgiler, Hz. Muhammed’in hak peygamber ve Kur’ân’ın Allah sözü olduğunun da bir delilidir. Çünkü okuma yazma bilmeyen, özel eğitim almayan, astronomi ve astrofizik bilgisi bulunmayan Hz. Muhammed (s)’in bu bilgileri kendiliğinden bilmesi mümkün değildir. Bu bilgileri herşeyi en iyi bilen yüce Allah vahiy ile bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ 6/281)

Kopernik, Nevton ve Laplas gibi Astronomi ile meşgul olan insanların, astronomik kânunu yâni her bir gök cisminin fezâda bir yörüngede hareket ettiklerini bulmaları bilimsel bir başarı, okuma yazması olmayan Hz. Muhammed (s)’in bu bilgiyi haber vermesi ise bir mucizedir. (İ. KARAGÖZ 6/281).

36/41-50 ANSIZIN  YAKALAYACAK  KORKUNÇ  BİR SES

41, 42. Onların (doğupçoğalarak) nesillerini de o dopdolu gemide taşımamız, onlar için bir ibret (delil)dir.  Yine onlar için bunun gibi binecekleri (nice) şeyler yarattık.

43. Eğer dilesek, onları (denizdebatırıp) boğarız. Bu takdirde kendilerinin feryadını duyacak (kurtarıcı) bulunmaz, (onlar) kurtarılmazlar da.

44. Tarafımızdan bir rahmet ve bir zamâna kadar dünyâ nîmetlerinden faydalanmadıkça (hayattakalamazlar).

45. Mekkeli müşriklere: “Önünüzdeki (dünyâ) ve arkanızdaki (âhiretazâbı)ndan sakının, belki acın(ıpesirgen)irsiniz.” denildiği zaman (yüzçevirirler).

46. Kendilerine Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet gelmeye görsün, mutlaka ondan yüz çevirmişlerdi.

47. Müşriklere: “Allâh’ın size rızık olarak verdiği şeylerden (fakirlere) harcayın.” denildiği zaman küfre sapanlar, inananlara: “Allâh’ın dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedirecekmişiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık üzeresiniz.” dediler.

48. “(Müşrikler,) eğer doğru (söyleyen)lerden iseniz bu tehdit (ettiğinizgün) ne zaman?” derler.

49. İnsanlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek korkunç sesi (ilkSûr’aüfürülüşü) beklerler.

50. (Sûra üflendiği zaman insanlar,) artık bir vasiyette bulunamazlar, âilelerine de dönemezler.

41-50. (41, 42).‘Onların nesillerini de o dopdolu gemide taşımamız, onlar için bir ibrettir.’ Herhâlde burada sözü edilen dolu gemi, insanlığın ikinci atası olan Nûh’un gemisi olsa gerektir. Ki, o gemi Hz. Âdem’in neslini taşımıştı. Sonra yüce Allah, onun benzeri olan ve deryaları yara yara yol alan şu gemileri verdi onlara…   Bütün bunlar, yüce Allâh’ın kudreti, evrene hükmeden, onu yöneten ve gemileri suyun yüzünde yüzdürmek için belirlemiş olduğu tabiat kânunlarıdır. Gemileri suda yüzdüren etmenler; o gemilerin özellikleri, suyun özellikleri, rüzgârın ve buharın özellikleri, atomdan veya atom dışı güç kaynaklarından çıkan enerjidir. Bütün bunlar yüce Allâh’ın emri ve yaratması sâyesindedir. (S. KUTUB, 8/474) 

Kur’ân’a göre Yüce Allah sözünü ettiği bu gemiyi (dünyâ gemisi, M. SELMAN) insanın yaşamasına uygun bir şekilde tasarlayıp altı devrede inşâ etmiştir. (Araf 7/54, Yûnus 10/3; Hûd 11/7; Furkan 25/59; Hadid 57/4). İşte Rab Teâlâ bu âyette müşrik unsurlara seslenerek onlardan varlığının, birliğinin, kudret ve azametinin bir delîli olarak sunduğu söz konusu gemiyi düşünüp ibret almalarını istemektedir. Çünkü o, öyle bir gemidir ki, dolu olmasına ve ağırlığının giderek artmasına rağmen, üzerindeki tüm canlıları selâmetle taşımaktadır. Ayrıca insanı taşıyan bu gemi onun dışında pek çok nîmetleri de üzerinde barındırmaktadır. Bütün bunlar da Allâh’ın insana yönelik sunmuş olduğu nîmetlerdir. O hâlde insana düşen nîmeti vereni tanımak ve O’na karşı aslâ nankörlük etmemektir. Şâyet o, bunu yapmazsa yâni insan Allâh’ı tanıyıp O’na kulluk etmek için bir gayret göstermezse, o zaman Yüce Rab ona ne diye değer versin. (Taberi’den, M. DEMİRCİ, 2/652)  

‘Ve kendileri için bunun gibi binecek şeyler yarattık.’ Bu, bütün deniz ve kara bineklerini içine alır. (ELMALILI, 6/418)

(Âyet 41, 42) buyruğunda Kur’âni îcâzın bir tecellisini görüyoruz. Hatta bu âyetten Kur’âni îcâzın nasıl bütün çağları kuşattığını idrak edebiliyoruz. Görüldüğü gibi burada gemilerden söz edilmektedir. Gemiler ise keresteden, demirden yâhut sâdece demirden yapılır. Karada yürüyen ve gemileri andıran modern araçlar arasında arabalar, trenler, tanklar ve havada uçan uçaklar da vardır. Bunlar ise vahyin nâzil olduğu dönemlerde var olmayan şeylerdir. İşte Kur’âni nas bütün bunlara ‘Ve kendileri için bunun gibi binecek şeyler’ yâni gemiler gibi binecek şeyler, buyruğu ile işâret etmiştir.  (S. HAVVÂ, 12/167)

(Bunagöre)  Söz konusu bu âyet-i kerîmede gaybi bir mûcize vardır. Ayrıca bu Kur’ân’ı Kerîm’i indirenin bilgisinin bütün zaman ve mekânları kuşattığının da delîli vardır. Birisi kalkıp yüce Allâh’ın ‘yarattık’ fiilinin geçmişte olduğunu söyleyebilir. Buna cevâbımız şudur: Bâzen di’li (mazi) kip ile Kur’ân-ı Kerîm’de geleceğin de kastedildiği olur. Bundan kasıt ise, bunun kesinlikle gerçekleşeceğine delâlet etmektir. Yüce Allâh’ın ‘Allâh’ın emri geldi…’ (en Nahl, 16/1) buyruğu gibi. Diğer taraftan çağımızdaki araçlar daha sonra gelecek araçlara nispetle geçmişte kalacaktır. (S. HAVVÂ, 12/167)

(43).‘Dilesek, onları suda boğardık; ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirdi.’ Bir gemi ne kadar ağır, ne kadar büyük ve yapısı ne kadar sağlam olursa olsun, bu engin sularda rüzgârın önündeki bir kuş tüyüne benzer. Eğer yüce Allâh’ın rahmeti olmasa gemi gecenin veya gündüzün bir ânında helâk olup mahvolur gider. Deniz yolculuğuna çıkan kimseler, denizi ister yelkenli ile geçsinler, ister okyanusları aşan transatlantik türü gemilerle geçsinler, denizin dehşetini, onun korkunç tehlikesi ve karşı koyulamaz kabarmasına karşı emniyetten yoksun olmanın ne demek olduğunu anlarlar. Ve gökte ve yerde kendisinden başka hiçbir elin tutamadığı azgın boynunun o kutsal rahmet elinin dizginlediği bu dehşetli yaratığın ortasında yol alırken dalga ve kasırgalar arasında yegâne kurtarıcının yüce Allah olduğunu hissederler. (S. KUTUB, 8/475)     

(44).‘Tarafımızdan bir rahmet ve bir zamâna kadar dünyâ nîmetlerinden faydalandırma olmadıkça (hayattakalamazlar).’ Yâni ancak tarafımızdan bir rahmet ve süreleri bitinceye kadar hayatta geçinmeleri için olursa müstesna. İbn Kesir der ki: ‘Fakat Biz, rahmetimiz ile sizleri karada ve denizde yürütüyor ve belli bir süreye kadar sizi gelecek zararlardan koruyoruz.’ (S. HAVVÂ, 12/156)

(45, 46).‘Mekkeli müşriklere önünüzde ve arkanızda bulunanlardan sakının, belki merhamet olunursunuz denildiğinde (yüzçevirirler).’ Yâni önceden işlediğiniz ve sonra da yapacağınız günahlardan yâhut peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin karşı karşıya kaldığı belâları andıran olaylardan ve sonra karşılaşacağınız kıyâmetten yâhut dünyâ ve âhirette Allâh’ın azâbından ‘sakının, belki merhamet olunursunuz’ olur ki bu sakınmanız sâyesinde Allah size merhamet eder ve azâbından kurtarır ‘denildiğinde…      (46) ‘Onlara’  tevhide ve peygamberlerin doğru söylediklerine delâlet eden ‘Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiği her seferinde, ondan yüz çevirmişlerdir.’ O âyeti düşünmezler, kabul etmezler, ondan yararlanmazlar. Yâni onların sürekli sergiledikleri davranış, her âyet ve öğütten yüz çevirmektir. (S. HAVVÂ, 12/157)   

Süfyânü‘s Sevriburada zikredilen‘…önünüzde…’den maksadın dünyâ hayâtı, ‘..ve arkanızda..’ dan maksadın ‘âhiretv hayâtı’ olduğunu ileri sürmüştür. (M. DEMİRCİ, 2/654)

Önceki açıklamalar dikkate alındığında, buradaki âyet kelimesinin, Allâh’ın birlik ve yüceliğini açıkça ortaya koyan her türlü delil, yâni peygamber, vahiy, (ilâhi bildirim) ve mûcizeler evrende insanın öz benliğinde ve yakın çevresinde kolayca gözlemlenebilen kanıtlar şeklinde anlamak uygun olur. (KUR’AN YOLU, 4/500) 

(47).‘Müşriklere: “Allâh’ın size rızık olarak verdiği şeylerden harcayın.” denildiği zaman küfre sapanlar, inananlara: “Allâh’ın dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedirecekmişiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık üzeresiniz.” dediler.’  İbn Kesir der ki: ‘Kendilerine infak etmemizi emrettiğiniz bu kimseleri yüce Allah dileseydi, zengin kılar ve kendi rızkından yedirirdi. Bizler onların bu şekilde fakir kalmaları husûsunda Allâh’ın dilemesine uygun hareket ediyoruz, onlara infak edip yedirmiyoruz. (S. HAVVÂ, 12/158)

Bu âyetin Mekke müşriklerinin Müslüman olan kölelerine ve yoksul yakınlarına yardımı kesmeleri veya Müslüman olsun olmasın bütün yoksullara yardım ve ilgiyi kesme kararı almaları karşısında Hz. Peygamber tarafından yoksullara yardım etme ve ilgi gösterme çağrısı yapılması üzerine indiği yönünde rivâyetler bulunmaktadır. (İbn Atıyye’ den KUR’AN YOLU, 4/501)

Bâzı âlimler, İbn Abbas’tan gelen bir rivâyete dayanarak bu âyetin, Allâh’ın varlığını temelden inkâr eden ve Müslümanları alaya alan bir grup (zındıklar) hakkında indiğini belirtmişlerdir. (Zemahşeri ‘den, KUR’AN YOLU, 4/501)

Bu âyet, küfrün cimriliğin kaynağı olduğunu, insan hayatının, îmansız olarak karşılıklı merhamet ve şefkate dayalı ekonomik bir düzen kurmasına imkân bulunmadığını göstermektedir. Bundan dolayı hâlen dünyâda egemen olan komünist ve kapitalist düzenlerde kânûnun zorlaması ile olmadıkça dayanışmanın gerçekleşmediğini görmekteyiz. (S. HAVVÂ, 12/168)

İslâm düzeninde ise kânun koyma yetkisi mevcut olmakla birlikte insanlar arası merhametin ve şefkatin de belli bir yeri vardır. Zâten bu olmadan insanlık hayâtının dosdoğru yol alması imkânsızdır. (S. HAVVÂ, 12/168) 

(48).“(Müşrikler,) eğer doğru (söyleyen)lerden iseniz bu tehdit (ettiğinizgün) ne zaman?” derler.’ Onların asıl maksatları Kıyâmetin vaktini öğrenmek değildir. Şâyet onlara bu vakit, ‘filân gün, filân saat’ gelecektir diye bildirilseydi bile, onların şüpheleri silinmeyecekti. Onların maksadı alay etmek olduğu için, onlara sâdece şöyle bir cevap verilmiştir: ‘Kıyâmet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüpheniz olmasın.’ (MEVDÛDİ, 4/527) 

(49).‘İnsanlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek korkunç sesi beklerler.’ Allah bilir bu ‘Feza’ nefhası’ (korku ve dehşete kapılma nefhası) diye bilinen ilk nefhadır. İnsanlar çarşı ve pazarlarında âdetleri üzere geçimlerinde anlaşmazlık içinde ve tartışmalarda bulundukları sırada ‘Feza’ Nefhası’ sûra üflenecektir. İşte onlar bu durumlarında iken yüce Allah, İsrâfîl’e Sur’a bir defa üfürmesini emredecek, o da uzun uzadıya üfürecektir. Yeryüzünde boynunu bükerek göğe doğru sese kulak vermeyecek hiçbir kimse kalmayacaktır. Daha sonra mevcut olan insanlar ateş ile kıyâmet gününün mahşerine doğru sürükleneceklerdir. Bu ateş onların dörtbir yanlarını kuşatacaktır. İşte bundan dolayı yüce Allah: ‘Artık ne vasiyet edebilirler’ yâni sâhip oldukları şeyler hakkında bir vasiyette bulunamayacaklardır. (S. HAVVÂ, 12/168)

Âyetin ‘birbirleriyle uğraşırken’ anlamındaki kısmı, ‘dünyâ işlerine dalmışlarken, kendi aralarında çekişmekte iken, öldükten sonra dirilme konusunu tartışıp dururlarken, hak ehline karşı mücâdele vermeye çalışırlarken’ tarzında yorumlanmıştır. (İbnAtıyye, Râzi, Şevkâni’den, KUR’AN YOLU, 4/501) 

Hadis: ‘İki kişi kumaşlarını satış yapmak üzere açmış iken kıyâmet kopuverecektir. Onlar onu daha katlayamadan kıyâmet kopacaktır. Adam davarlarını sulamak maksadıyla yaptığı havuzunu çamurla sıvarken daha onları sulayamadan kıyâmet kopacaktır. Kişi terâzisinde tartmak isterken, bir kefesine ağırlık koyduğunda alçalmışken,  diğerine de koyacağını koyup daha yükseltemeden kıyâmet kopacaktır. Adam yemek üzere lokmasını ağzına götürmüşken onu yutamadan kıyâmet kopacaktır.’ (Buhâri Fiten 26, Müslim Fiten 140’dan Ö. ÇELİK, 4/214)

(50).‘(Ozaman) artık bir vasiyette bulunamazlar, âilelerine de dönemezler.’ Evlerine dönmeye de güçleri yetmeyecektir. İbn Kesir’in görüşüne göre bu, ‘feza / korku ve dehşete kapılma üfürüşü’dür. Bundan sonra ‘baygınlık üfürüşü’ gelecek, arkasından da öldükten sonra ‘diriliş üfürüşü’ olacaktır. (S. HAVVÂ, 12/159)

36/51-58  O  GÜN  HİÇBİR  KİMSE  HAKSIZLIĞA  UĞRAMAZ

51. (Nihâyetikincidefa) Sûr’a üfürülmüştür. Bir de onlar, kabirlerden (kalkarak) Rablerine koşup giderler.

52. (Kâfirler) Derler ki: “Vay başımıza gelene! Uyuduğumuz yerden bizi kim uyandırıp kaldırdı? (Demekki) bu, Rahmân’ın vaadettiği şeydir. (Meğer) gönderilen (peygamber)ler doğru söylemiş!” [bk. 2/166-167; 7/53]

53. (İsrafiltarafındanSûr’aüfürülüş) yalnız korkunç bir ses olur. Bunun üzerine onların hepsi (derhâl) huzûrumuza getirilirler.

54. Kıyâmet günü, kimse hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. (Ey insanlar!) Siz de ancak yapmış olduklarınızın karşılığını alırsınız.

55. Doğrusu cennet ehli o gün, güzel bir meşgûliyet (nîmetvesaâdet) içinde zevklenmektedirler.

56. Onlar ve eşleri, gölgelerde koltuklara (kurulup) yaslanmışlardır.

57. Müminler için, orada tâze meyve(ler) ve istedikleri herşey vardır.

58. Çok merhametli olan Rabbin katından (onlara) söylenen söz “selâm”dır. [krş. 10/10; 33/44]

51-58. (51).‘(Nihâyetikincidefa) Sûr’a üfürülmüştür. Bir de onlar, kabirlerden Rablerine koşup giderler.’ Nesefi der ki: ‘Bu ikinci üfürüştür.’. İbn Kesir de der ki: ‘Bu, öldükten sonra kabirlerden kalkmak için diriliş ve haşrolma üfürüşü olan üçüncü üfürüştür. (S. HAVVÂ, 12/159)

Sûra ikinci defâ üflenmesi ile âhiret hayâtı başlar. (18/99, 20/102, 50/20). Artık, ‘Arz başka arza, gökler de başka göğe dönüşür.’ (14/48). ‘Arz Rabbin nuru ile aydınlanır.’ (39/69; İ. KARAGÖZ 6/290)

‘O gün onlar kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar.’ (el Meâric, 70/43) âyetinin delâlet ettiği onların kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine gitmeleri, isteyerek değil zorunlu bir gidiştir. Çünkü Allah Teâlâ: ‘huzûrumuzda hazır edilirler.’ (Yâsin, 36/53) buyurmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 16/364)

(Çünkü) Allah Teâlâ, bu hızlı koşmanın sûra üfürme vaktinde gerçekleşeceğine ve ondan sonraya kalmayacağına hükmetmiştir. Hâlbuki bu koşma, bâzı aşamalardan sonra olacaktır. Bu aşamalar ise dağılan parçaların ve toz toprak olan kemiklerin toplanması, birleştirilmesi, diriltilmesi, ayağa kalkması,  sonra da koşmasıdır. (İ. H. BURSEVİ, 16/364)

(52).(Kâfirler) Derler ki: “Vay başımıza gelene! Uyuduğumuz yerden bizi kim uyandırıp kaldırdı?’ İbn Kesir der ki: ‘Bu onların kabirlerinde azap gördükleri gerçeğine aykırı değildir. Çünkü kabirlerinde gördükleri azap, ondan sonraki sıkıntılara nispetle uyku gibidir. Übeyy b. Ka’b (r), Mücâhid, Hasan ve Katâde şöyle demişlerdir: Onlar dirilişten önce bir çeşit uyku uyurlar. Katâde de der ki: Bu, iki üfürüş arasında olacaktır. İşte bunun için ‘Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?’ diyeceklerdir. Bunu söyleyeceklerinde de müminler onlara cevap vereceklerdir. Bu görüşü, seleften birçok kişi açıklamışlardır.’ (Verilecek cevap şu olacaktır: ) ‘İşte bu Rahmân’ın vaad ettiğidir. Peygamberler doğru söylemişti.’ İbn Kesir der ki: ‘el Hasen dedi ki: Onlara bu şekilde cevâbı melekler vereceklerdir. Bu görüşler arasında bir aykırılık yoktur; çünkü her ikisini bir arada değerlendirmek mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah’tır. Abdurrahman b. Zeyd de şöyle demiştir: ‘Hepsi kâfirlerin söyleyeceği sözler cümlesindendir. (S. HAVVÂ, 12/159)   

(53).‘(İsrâfiltarafındanSûr’aüfürülüş) yalnız korkunç bir sesten başka bir şey değildir. Bunun üzerine onların hepsi huzûrumuza getirilirler.’ 53’nvü âyette ‘olup biten yalnızca bir ses’ diye çevrilen cümledeki sayha bu bağlamda kıyâmetin kopup hayâtın sona ermesinden bir süre sonra –yeniden dirilmeyi sağlayacak biçimde – sûrun ikinci defa üflenmesini ifâde etmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/505)

Âşikârdır ki, bu âyette diriltme (ba’s) Allah için çok kolay olduğu ve onların meydana getirilmesi için Allâh’ın sebeplere ihtiyâcı olmadığı bildirilmektedir. Yaratılmışlar için zor olan bir şey, Allah Teâlâ için kolaydır. Çünkü yaratılmışlar gibi O’nun sebeplerle uğraşmaya ve vâsıtaları hazırlamaya ihtiyâcı yoktur. ‘Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı ‘ol’ demekten ibârettir. Hemen oluverir.’ (Yâsin, 36/82, İ. H. BURSEVİ, 16/367)

(54).Kâfirler kendileri için hazırlanan azâbı görünce onlara şöyle denir: ‘Bugün’ iyi olsun, günahkâr olsun ‘hiçbir kimse’ sevâbı azaltılarak ve cezâsı artırılarak ‘en ufak bir’ zulüm ve ‘haksızlığa uğramaz.’ (..) Ey kâfirler ’Siz orada ancak’ dünyâda sürekli ‘yaptıklarınızın’ inkâr, günah ve günahlarınızın ‘karşılığını alırsınız’  denir. (İ. H. BURSEVİ, 16/368)   

Îman edip sâlih ameller işleyen ve haramlardan sakınanlara yaptıklarının karşılığında on katından yediyüz katına kadar mükâfat verilir. (2/261, 6/160, 39/10). Kâfirlere de inkâr ve isyanları nisbetinde cezâ verilir. Herkes, sâdece yaptığının karşılığın görür. (İ. KARAGÖZ 291)

(55).‘Doğrusu cennet ehli o gün, güzel bir meşgûliyet içinde zevklenmektedirler.’ Cennet ehli dâimi / sürekli ve ebedi nîmetler içinde büyük mülk ve saltanata ermişlerdir. Ya da cennet ehli bir meşgûliyet içinde lezzet ve nîmetlerdedir. Onların meşgûliyetleri dünyâ ehlinin meşgûliyeti gibi yorucu bir meşgûliyet değil, lezzet almakla meşgûliyettir. (İ. H. BURSEVİ, 16/369)

Nesefi der ki: ‘fakihe, fekh’ Meşgûl olan ve meşgûl olmak: Nîmet içerisinde bulunan ve onlardan lezzet ve zevk alan demektir. Nesefi, cennet ehlinin meşgûl olmalarını şu sözleriyle tefsir etmektedir: Nehirlerin kıyısında, ağaçlar altında, bâkirelerle birlikte olmak yâhut sazlar çalmaktır veya yüce Allâh’ın onları ağırlamasıdır. (S. HAVVÂ, 12/160)

(56).‘Onlar ve eşleri’ Mücâhid der ki: Yâni dünyâda iken helâl olarak nikâhladıkları hanımları  ‘gölgelerde’ İbn Kesir’in dediğine göre, ağaçların gölgeleri altında, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.’ Bunagöreonlar en ileriderecede lezzet, rahat ve güzel bir geçim içerisinde olacaklardır. (S. HAVVÂ, 12/160)

(57).‘Müminler için, orada tâze meyve(ler) ve istedikleri herşey vardır.’ Meyvelerin hepsine ‘el fâkihe’ denir. Mânâ ise şöyledir: Cennette bizden kendilerine bir inâyet olarak onlar için meyve çeşitlerinden her bir çeşitten güzelliği, olgunluğu ve lezzeti târif edilemeyecek çok ve fazla meyve vardır. Nitekim rivâyete göre cennetteki tek bir nar bir hâne hâlkını doyurur. Cennetteki nîmetlerin tamâmı, dünyâ nîmetleriyle sıfat bakımından değil, ancak isim olarak ortaktır. (İ. H. BURSEVİ, 16/377)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Kureyb’den rivâyet edildiğine göre Üsâme b. Zeyd’i şöyle derken dinlemiş: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Cennet için ayağa kalkacak, harekete gelecek var mıdır? Çünkü cennetin bir benzeri yoktur. Kâbe’nin Rabbine yemin ederim, o bütünüyle parıl parıl bir nûr, sallanan bir reyhan, yükseltilmiş saray, durmadan akan nehir, olgun meyve, iyi ve güzel bir zevce, pek çok elbiseler, esenlik yurdunda olgunlaşmış bol meyve, yüz parlaklığı ve mutluluk, refah içinde güzel, sağlam ve yüksek saraylarda (hayat sürmektir.)’ Ashab: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, cennet için çabalayıp gayret edecekler bizleriz’ dediler. Peygamber (s): ‘İnşaallah deyiniz’ buyurdu, orada bulunanlar da ‘İnşaallah’ dedi. (İbn Mâce’den, S. HAVVÂ, 12/169) 

(58).‘Çok merhametli olan Rabbin katından (onlara) söylenen söz “selâm”dır.’  Nesefi der ki: Mânâsı şudur: Yüce Allah melekler vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak onları ululama için onlara selâm verecektir. Bu, onların en büyük temennileri ve arzularıdır. (S. HAVVÂ, 12/160)

Hadis: ‘Cennet ehli, nîmetlerle zevk içinde iken, bir nûr parıldar, başlarını kaldırıp bakınca, bir de ne görsünler, üzerlerinde Rab, kendilerini cemâlinin şerefi ile şereflendirmiş; ‘es selâmü aleyküm ya ehle‘l cennet!’ (Ey cennet ehli! Selâm üzerinize olsun’ buyuruyor. (İbn Mâce Mukaddime 13, H. DÖNDÜREN, 2/714)

36/59- 67  O GÜN  ONLARIN  AĞIZLARINI MÜHÜRLERİZ

59, 60, 61. (Allah mahşer yerinde şöyle seslenir:) Ey suçlular! Bugün (birtarafa) ayrılın! Ey Âdemoğulları! Ben size: “Şeytana kulluk etmeyin / tapmayın, çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Bana kulluk edin, işte doğru yol budur.” diye bildir(ipemret)medim mi? (Emrettim fakat siz dinlemediniz.)

62, 63, 64. Andolsun ki o (şeytan), sizden birçok nesli saptırmıştı. (Sizbunu) hiç düşünmüyor muydunuz? “İşte bu, tehdit edildiğiniz cehennemdir. Küfre/inkâra, saptığınızdan dolayı bugün girin oraya!”(denilecek). [bk. 2/168-169; 7/10-18]

65. Kıyâmet günü onların ağızlarını (kapatır) mühürleriz; yaptıkları şeyleri elleri bize söyler, ayakları da şâhitlik eder. [bk. 24/24; 41/20-22]

66. Eğer dilesek, (inkârcıların) gözlerini silip yok ederdik de yolda koşuşup dökülürlerdi; artık (yolu) nasıl göreceklerdi? (Fakatinkârcılaramühletverilmektedir.)

67. Yine dilesek, onların yüzlerini (isyankâr) oldukları yerde çirkin bir şekle çevirip (öylece) dondururduk da artık ne ileri geçip gidebilir ne de geri dönüp gelebilirlerdi.

59-67. (59).‘Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!’ Bu ayrılma emri, insanlar haşrolunduğu zaman mümin ve kâfirin, ihlâslı ile münâfığın karışık olacağına delâlet eder. Sonra iki grup birbirinden ayrılacaktır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Kıyâmet kopacağı gün, işte o gün (müminlerle inkârcılar) birbirlerinden ayrılacaklardır.’ (er Rûm, 30/14) buyurur. (İ. H. BURSEVİ, 16/382)   

Çünkü şeytan, Allâh’a teslim olmayan veya olamayan insanları tıpkı kendisi gibi Allâh’a isyan ettirir (2/34). Haramları hoş gösterir (7/16-17). Allâh’a değil kendisine itaate (tapmaya) çağırır. Kendisine uyanlardan / tapanlardan kimi şeytanlaşır ve tâğûtlaşır, kimi kâfir ve münâfık, kimi de günahkâr olur. Çünkü insan Allâh’ın emirlerini arkaya attığı zaman ya şeytana ya da hevâsına (arzu ve isteklerine) tapmış olur (25/43; 45/23). O’nun emirlerini “tarihseldir, yöreseldir vs.” diyerek değersiz ve geçersiz sayarsa küfre batmış olur. Şeytan, Allâh’ın uyarısının (6/116) aksine olarak “çoğunluğa uymalı” diye sapmış insanların yolunu doğru gösterir, haramları alkışlattırır. Şeytan ve ona tapanların biricik düşmanı ise Allâh’ın emirlerine teslim olanlardır. Öncelikli mücâdelesi de yine onlarladır. (bk. 2/168-169 ve açıklaması). İşte yüce Allah, insanları böylece uyarmaktadır. (H. T. FEYİZLİ, 1/443)

(60, 61).‘Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana tapmayın, diye ahdetmedim mi?’ Onun size verdiği vesveselerde, size süslü gösterdiği hususlarda ona itaat etmemenizi size verdiğim akli delillerle ve indirdiğim sem’i delillerle bunu size bildirmedim mi? ‘Çünkü o’ şeytan ‘sizin apaçık’ düşmanlığı açıkça belli ‘bir düşmanınızdır.’ (S. HAVVÂ, 12/161)  

Hadis:  İbnCerirrivâyetediyor… Muhammed b. Ka’b el Kurazi‘nin Ebû Hüreyre (r)‘den rivâyetine göre Rasûlullah (s) şöyle buyurmuştur: ‘Kıyâmet gününde yüce Allah cehenneme emir verir ve oradan oldukça karanlık bir alev çıkar, der ki: ‘Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana tapmayın diye ahdetmedim mi? Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve Bana kulluk ediniz işte bu dosdoğru yoldur, diye. Andolsun ki o sizden birçok nesilleri saptırmıştır. Hâlâ aklınızı başınıza almaz mısınız? İşte bu size vaadolunan cehennemdir.’ (âyet 60-63) ‘Ayrılın bugün, ey suçlular!’ (âyet 59) der, insanlar ayrılırlar, dizleri üstüne çökerler. İşte yüce Allâh’ın şu buyruğunda sözkonusu ettiği hâl budur: ‘Her topluluğu diz üstü çökmüş göreceksin. Her ümmet kitabına çağırılacak. Bugüne işleyegeldiğiniz amellerinizle size karşılık verilecektir.’ (denilecektir.) (el Câsiye, 45/28, S. HAVVÂ, 12/169)   

‘ve Bana kulluk ediniz’ Beni tevhid ediniz, itaat ediniz. ‘İşte bu’ yâni Rahman olan Allâh’a itaat ile şeytana karşı gelip ona itaat etmemek, ‘dosdoğru yoldur, diye’ Böyle bir yol alabildiğine doğru ve daha doğrusu bulunmayan bir yoldur. (S. HAVVÂ, 12/161) 

‘Bana kulluk edin, doğru olan yol budur.’ Bizlerin emir sâhiplerine itaatimiz, onların Allâh’ın hudutlarını çiğnemelerine rağmen devam ederse, bu itaat ibâdet anlamına gelir. İşte o zaman ibâdet Allâh’a değil, emir sâhiplerine yapılmış olur ki, bu da şirkin ta kendisidir. İmam Râzi daha sonra şöyle devam ediyor: ‘Size bir şahıs, herhangi bir konuda emir verdiğinde, siz o emrin Allâh’ın emirlerine uygun olup olmadığını kontrol etmelisiniz. Şâyet uygun değilse, bilin ki o şahsın yanında şeytan vardır. Siz bu duruma rağmen verilen emre itaat ederseniz, o takdirde şeytana ibâdet etmiş olursunuz. Yine nefsiniz sizi herhangi bir şey için tahrik ederse, o şeyin İslâm’a göre câiz olup olmadığına bakmalısınız. Şâyet câiz değilse, nefsiniz şeytandır veya şeytan nefsinin yanındadır. İşte bu durumda nefsine uyarsan, şeytana ibâdet etmiş olursun. (Râzi’den MEVDÛDİ, 4/530)

(62-64).‘Andolsun ki o (şeytan), sizden birçok nesli saptırmıştı. (Sizbunu) hiç düşünmüyor muydunuz?’ Bu onların akıllarıyla yararlanmayı terk etmeleri dolayısıyla azarlanmalarını ifâde eden bir sorudur. Bu da îmâna ulaşmayan kimsenin aklını sağlıklı bir şekilde kullanmadığının delîlidir. (tercümede ‘kullandığının’ denilmektedir ki, tercümede gözden kaçmış olmalı, M. SELMAN, S. HAVVÂ, 12/161)   “İşte bu, tehdit edildiğiniz cehennemdir. Küfre / inkâra, saptığınızdan dolayı bugün girin oraya!”(denilecek).

(65).‘Kıyâmet günü onların ağızlarını (kapatır) mühürleriz; yaptıkları şeyleri elleri bize söyler, ayakları da şâhitlik eder.’ Bu emir, Kıyâmet gününde bile suçlarını reddeden, şâhitlik yapanları yalanlayan ve amel defterlerinin doğruluğunu inkâr eden suçlu kimseler hakkında verilecektir. Allâh Teâlâ ‘ağızlarınızı kapatın’ diye emrettiğinde, onların organları konuşmaya başlayacak, ne yaptıklarını tek tek anlatacaklardır. Bu esnâda sâdece eller ve ayaklar değil, diğer yerlerde ifâde edildiği gibi, gözleri, kulakları, dilleri ve hattâ derileri bile, nasıl kullanıldıkları hakkında şâhitlikte bulunacaklardır. (MEVDÛDİ, 4/532)

Allah bu sözüyle ağızların çoğunlukla yalan söylediğine işâret etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlar’ (Âl-i İmran, 3/167) Diğer organların ise çoğunlukla doğru söylediklerine işâret etmektedir. Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, o günde doğrulara doğruluklarından sorulur. (el Ahzâb, 33/8) Ağızlar ise çok yalan söyledikleri için onlara sorulmaz. Doğruyu çok söyledikleri için organlara sorulur. Onlar da doğru şahitlik yaparlar. (İ. H. BURSEVİ 16/394)

Hadis: Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Rasûlullah (s)‘in huzûrunda idik, tebessüm buyurdu. Sonra: ‘Niçin güldüğümü biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedik. Şöyle buyurdu: ‘Kulun Rabbine hitâbından dolayı tebessüm ettim. O: ‘Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?’ der. Yüce Rab: ‘Evet’ buyurur. Bu sefer kul: ‘Ben kendime karşı ancak kendimden olan şâhidi kabul ederim’ der. Bunun üzerine yüce Allah: ‘Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şahitler olarak da kirâmen kâtibin melekleri yeter’ buyurur.’ Efendimiz devamla buyurdu ki: ‘Allah o kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer organlarına konuş denilir. Organları yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: ‘Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücâdele edip duruyordum.’ (Müslim Zühd 17’den, Ö. ÇELİK, 4/218, 219)          

(66).‘Eğer dilesek, (inkârcıların) gözlerini silip yok ederdik de yolda koşuşup dökülürlerdi; artık (yolu) nasıl göreceklerdi?’ Mekke müşriklerini dünyâda cezâlandırmayı dilesek onların gözlerini büsbütün kör ederdik. (İ. H. BURSEVİ, 16/395)

İbn-i Kesir’e göre bu, dünyâ hayatında onlara yönelik bir hitaptır. Buna göre, burada söz konusu olan ‘yol’dan kasıt, haktır. O vakit âyetin anlamı şöyle olur: Bizler dileseydik onları hidâyetten uzak tutar, saptırırdık. Nasıl hidâyet bulabileceklerdi?’ (S. HAVVÂ, 12/161)

(67).‘Yine dilesek, onların yüzlerini (isyankâr) oldukları yerde çirkin bir şekle çevirip (öylece) dondururduk da artık ne ileri geçip gidebilir ne de geri dönüp gelebilirlerdi.’ Maymun, domuz yâhut taşa çevirirdik. Yâni günahları işleyip durduklarından dolayı bulundukları yerde onların hilkatlerini değiştirirdik. (S. HAVVÂ, 12/162)

Sanki şöyle denilmiştir: Onları büsbütün kör yaparak ve şekillerini değiştirerek cezâlandırmayı dilesek elbette bunu yaparız. Ancak tevbe, îman ve nîmete şükredene kadar veya onlardan bu özelliklere sâhip bir nesil meydana gelene kadar bir zaman onlara mühlet vermeyi gerektiren genel rahmet ve tam hikmet prensibi ile hareket ederek böyle yapmadık. (İ. H. BURSEVİ, 16/397)

Yüce Allah 66 ve 67’nci âyetlerde insanları inkârları sebebiyle kör etmediğini, başka bir varlığa dönüştürmediğini bildirmektedir. Eğer yüce Allah böyle yapsaydı, insanları îmâna zorlamak olurdu. İnkâr veya isyan eden insanın başına hemen bir âfet geliverseydi, meselâ hemen kör, taş veya hayvan oluverseydi, kimse inkâr ve isyan edemezdi. Hâlbuki dinde zorlama yoktur. (2/255, İ. KARAGÖZ 6/301, 302)

Kıyâmet manzarası gözler önüne serildikten sonra (Mekke’li müşriklere, M. SELMAN) şöyle deniliyor: ‘Sizlere Kıyâmet oldukça uzak gözükmekte, fakat hiç değilse şimdiden ciddi bir şekilde düşünün ve şöyle bir çevrenize bakın. Sizler nesiniz ki, dünyâda böbürleniyorsunuz? Herşeyiniz Allâh’ın elindedir ve sizler O’nun karşısında âciz varlıklarsınız. Düşünün bir kere gözleriniz sâyesinde çevrenizi görebiliyor ve böylelikle işlerinizi yürütebiliyorsunuz. Oysa Allah, bir emriyle sizleri gözlerinizden mahrum ederek, karanlıklar içinde bırakabilir. Yine bacaklarınız üzerinde koşuyorsunuz. Fakat Allkah bir emriyle sizi felç edebilir. Hâlbuki sizler, Allâh’ın belli bir süre için verdiği bu kuvvetler dolayısıyla kendinizi bir şey zannedip, şımarıyorsunuz. Ancak bu kuvvetler elinizden alındığında kendinizin birşey olmadığını anlardınız. (MEVDÛDİ, 4/533)

36/68-73 KİME  UZUN  ÖMÜR  VERİRSEK

68. Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı ediyor (ihtiyarlığagetiriyor, gücünüazaltıyor)uz. (Bunada) hâlâ akıl erdiremiyorlar mı?

69. Biz O’na (Peygamber’e) şiir öğretmedik. (Bu) ona yakışmaz da. O(nungetirdiği) bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dan başkası değildir.

70. (Biz Kur’ân’ıkalbiverûhu) diri olan kimseler uyarılsın ve kâfirlere/inkâr edenlere (Allâh’ınazap) sözü hak (gerçekleşmiş) olsun diye (indirdik).

71. (Kâfirler) Bizim, kudretimizle meydana getirdiklerimiz arasından onlar için (deve, sığır, koyuncinsi) hayvanlar yarattığımızı hâlâ görmediler mi? (Görsünler ve bizim kudretimizi bilsinler.)  Şimdi (böylece) kendileri de onlara sâhip bulunmaktadırlar.

72. Onları, kendilerine boyun eğdirip emirlerine verdik. Onlardan bir kısmını binek edinirler, bir kısmını da yiyorlar.

73. Kendileri için onlarda daha nice faydalar ve içecek(lerisüt)ler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?

68-73. (68).‘Kime uzun ömür veriyorsak’ gençlik çağında almayıp, uzun ömürle yaşatıyorsak ‘onun yaratılışını başaşağı ediyoruz.’ Yâni başlangıçtakinin, gençliğin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru yürütüyoruz. (ELMALILI, 6/424)

‘Hâlâ akletmezler mi?’ Onları gençlikten yaşlılığa, kuvvetten zayıflığa, üstün akıldan bunaklığa ve ayırdetme gücünün azlığına ulaştırmaya kâdir olanın gözlerini de köreltmeye, oldukları yerlerinde onları başka yaratıklara değiştirmeye ve öldükten sonra diriltmeye kâdir olduğunu kavramazlar mı? (S. HAVVÂ, 12/162)   

Hadis / Duâ: ‘Allâh’ım; ömrün en sıkıntılı günlerine kadar yaşamaktan sana sığınırım.’ (Buhâri Deavât 36, İ. KARAGÖZ 6/303)

(69).‘Biz O’na (Peygamber’e) şiir öğretmedik.’ (Mânâ bakımından ise) şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayâli kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına âittir. Kur’ân ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nûru, kesin îman rehberi bir ilâhi yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri ve bu şekilde peygamberi bir şâir gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor: ‘Biz ona şiir öğretmedik.’ (ELMALILI, 6/425)

Şiir,  söz sanatlarından biridir. Özel bir karakteri ve vezni vardır. Kâfiye birliğine, yâni geniş hayâle, tasvirlere ve sıcak duygulara dayanır. Bu nedenle şâir, sözlerinde doğruluğu aramaz. Doğruluk yolunda yürümez. Kur’ân-ı Kerîm’in de nitelediği gibi şâirleri şu durumda görürsünüz: ‘Görmüyor musunuz onları (nasıl) vâdide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Ve yapmadıkları şeyleri söylerler.’ (Şuarâ 26/225, 226) (..) Peygamber (s) Efendimizin risâletle görevlendirilmesinden önce insanlar kazançlarını şiirle sağlıyor, şiiri bir geçim vasıtası olarak kullanıyorlardı. (M. HİCÂZİ, 5/213, 214) 

‘Zâten ona gerekmez de’ Yâni onun yaratılışında şâirlik yoktur. Ne güzel bir şiir söyleyebilir, ne sever, ne de onun yapısı bunu gerektirir. Bu bakımdan Rasûlullah (s)’ın bir beyit dahi ezberlemediğine dâir rivâyetler vardır. Hattâ bir beyit okuyacak olursa, onda ya değişiklik yapar, ya da tamamlamazdı. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/170)

Hadis: Said b. Urve, Katâde‘den şöyle rivâyet etmektedir: Âişe (r) ’ye soruldu: Rasûlullah (s) münâsebet düştükçe şiir okur muydu? Hz. Âişe şöyle dedi: Şiir onun en çok buğzettiği sözlerdi. Şu kadar var ki O, Kaysoğulları’na mensup şâirin sözlerini okurdu. Fakat başını sona, sonunu başa getirirdi. Ebû Bekir (r.a.) O’na: ‘Bu böyle değildir, Ey Allâh’ın Rasulü’ deyince, Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Allâh’a yemin ederim ben şâir değilim, zaten şiir benim için gerekli de değildir.’ Bunu İbn Ebi Hâtim ve İbn Cerir de rivâyet etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 12/172)    

‘Onun söyledikleri’ yâni Kur’ân, ‘ancak Allah’tan gelmiş’ insanları ve cinleri irşad eden ‘bir öğüt’ Nitekim Allâh Teâlâ ‘Kur’ân âlemler için bir öğüttür.’ (Yûsuf 12/104) buyurmuştur.  ve apaçık bir Kur’ân’dır’ Yâni böyle olduğu apaçık gökten gelen bir kitaptır ya da hak ile bâtılı ayıran, mihraplarda okunan ve mâbetlerde okunan, okunması ile ve içinde bulunanlarla amel etmekle, dünyâ ve âhiretin kazanıldığı bir kitaptır. Onunla şâirlerin söyledikleri arasında ne kadar fark vardır! (İ. H. BURSEVİ, 16/407)  

(70).’Sonuçta diri olanlar (Kur’ân’ın öğütleriyle) uyarılırlar, Kâfirler ise azâbı hak etmiş olurlar.’ (..) Kur’ân’ın uyarılarına kulak vererek kötülüklerden uzak durmak, ancak mümin için söz konusudur. Çünkü ilâhi uyarıları dinleyip gereğini yapmak îmanla ilgili bir olaydır. Bu yüzdendir ki Kur’an (Neml 27/80-81) âyetlerinde inkârcıları ölü, sağır ve kör olarak nitelemektedir. Demek ki uyarının fayda vereceği kimseler hakikate gönülden îman etmiş olanlardır. Esâsen akıllı, kalbi ve basîreti diri olanlar da müminlerden başkası değildir. Böyle olunca salt akıl, basîret ve kalp temizliğinin uyarılara kulak vermek için yeterli olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Bunun için mümin olmak da gerekmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/665)

İşte insanları, bu Kur’ân karşısında iki zümre olduklarını böylece öğrenmiş olmaktadırlar. Bir grup çağrıya uymakta, onlar ‘diri’dirler; bir grup uymamakta, onlar ise ‘ölü’dürler. (S. KUTUB, 8/482)  

‘ve kâfirler cezâyı (azâbı) hak etsinler diye’ Yâni azap kelimesi ‘Andolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım.’ (Hûd, 11/119) sözü onlara vâcip olsun diye Kur’ân indirildi. Çünkü ortada şüphe kalmayınca geriye sâdece inatlaşma kalır. Bu yüzden de cezâyı hak ederler. (İ. H. BURSEVİ, 16/408)

Bu buyrukta yüce Allâh’ın kâfirlerden dilediği kimselerin kalplerini dirilteceğine işâret edilmektedir. O kâfirlerin ki, kalpleri dalâletle ölmüştür. Bundan sonra Allah onları hakka iletir. Nitekim yüce Allah, kalplerin katılaşmasından sözettikten sonra şöyle buyurmaktadır: ‘Şunu bilin ki şüphesiz Allah, yeri ölümünden sonra diriltir. Olur ki akıl edersiniz diye bu âyetleri size açıkladık. (elHadid, 57/17, İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 12/175)   

(71).‘Bizim, kudretimizle meydana getirdiklerimiz arasından onlar için (deve, sığır, koyuncinsi) hayvanlar yarattığımızı hâlâ görmediler mi? Şimdi (böylece) kendileri de onlara sâhip bulunmaktadırlar.’ Biz bu davarları onlar için yarattık ve bu davarları onların mülkiyetine verdik. Bu davarlarda onlar mâlikleri imiş gibi tasarruf etmektedirler ve sâdece onlar, bunlardan yararlanmaktadırlar. Yâhut onlar bu davarları zaptetmekte ve emirleri altında tutmaktadırlar. (S. HAVVÂ, 12/176) 

‘El’  kelimesi Allâh’a atfen ve mecâzen kullanılmıştır. Allâh’a sığınarak söyleyelim, ‘Allâh’ın cismen bir eli vardır ve onu insanlar gibi kullanmaktadır’ anlamına gelmez.  Bu ifâde ile sâdece Allâh’ın herşeyi yarattığı ve hiçbir ortağı olmadığı kast olunmuştur. (MEVDÛDİ, 4/533)

(72).‘Onları (evcil hayvanları), kendilerine boyun eğdirip emirlerine verdik. Onlardan bir kısmını binek edinirler, bir kısmını da yiyorlar.’ O hayvanları onlara boyun eğer hâle getirdik. Öyle ki o hayvanlar çok güçlü olmalarına rağmen sâhiplerinin onlara binmelerine, yük yüklemelerine, istedikleri yere onları sürüp götürmelerine, hattâ onları boğazlayıp kesmelerine, onlara hiç serkeşlik etmezler. İşte bu, görünen nîmetlerden bir nîmettir. Bu sebeple Allah Teâlâ süvarinin veya herhangi bir binek vasıtasına binenin bu nîmete şükretmesini ‘Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.’ (ez Zuhruf, 43/13, 14) diyerek Allâh’ı tesbih etmesini istemiştir. (İ. H. BURSEVİ, 16/411, 412) 

(73).‘Kendileri için onlarda daha nice faydalar ve içecek(lerisüt)ler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?’ Binilen ve yenilen bu hayvanlarda onlar için binmek ve yemekten başka derileri, yünleri, tüyleri, kılları, yavruları ve öküzlerle çift sürmek gibi (şimdilerde modern aletler kullanılıyor, M. SELMAN) nice faydalar ve içilecek sütler vardır. ‘Hâlâ şükretmezler mi?’ Yâni faydalandıkları bu nîmetleri gördükleri hâlde, bu nîmetleri kendilerine vereni ‘Bir’  kabul etmek ve ibâdette O’na ortak koşmamak sûretiyle O’na şükretmezler mi?. (İ. H. BURSEVİ, 16/412)

36/74-83 ONLARI  İLK  DEFA  YARATMIŞ  OLAN  DİRİLTECEK

74. (Buncanîmetlererağmen) müşrikler, kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka (çeşitli) ilâhlar edindiler.

75. Oysa (oputların), onlara yardıma gücü yetmez. (Aksine) kendileri, onların (bakımıvekorunmasıiçin) hazır askerleri durumundadır.

76. (Rasûlüm!) Onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.

77. İnsan, bizim kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o (küçükaklıylabize) apaçık hasım kesildi. [krş. 16/4]

78. (O,) kendi yaratılışını unutarak bize mîsâl getir(meyekalkış)tı: “Şu kemikleri, hem de çürümüşken kim diriltecek?” dedi. [krş. 17/49-52; 79/10-12]

79. (Rasûlüm!) De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilendir.”

80. Size yeşil ağaçtan ateş çıkaran O’dur. Şimdi siz ondan (çakıp) ateş yakıyorsunuz (düşünebiliyormusunuz)?

81. Gökleri ve yeri yaratan (Allah), onlar gibisini yaratmaya (âhirettediriltmeye) kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir). O (herşeyi) yaratan ve bilendir. [krş. 17/99; 40/57]

82. (Allah) Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sâdece “ol” demektir. O da hemen oluverir. [krş. 16/40; 54/50]

83. O hâlde, herşeyin mülkü ve hükümranlığı kendi (kudret) elinde bulunan (Allâh’)ın şânı çok yücedir. (Ey insanlar!) Siz ancak O’na döndürüleceksiniz.

74-83. (74).‘(Buncanîmetlererağmen) müşrikler, kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka (çeşitli) ilâhlar edindiler.’ Eskiden tanrı diye tapılan şeyler putlar, ağaçlar, yıldızlar, melekler ve cinlerdi. Gerçi putçuluk günümüze kadar yeryüzünün bâzı yörelerinde sürüp gelmiştir. Fakat bu tanrılara tapmayanlar Allâh’ın birliği ilkesine tam olarak bağlanmamışlardır. Onların şirki bugün yüce Allâh’ın gücünden başka birtakım asılsız güçlere îman etmeleri ve Allah’tan başka birisine dayanmaları şeklinde kendisini göstermektedir. Şirk çeşit çeşittir. Zaman ve yerin değişmesi ile şekil değiştirir. (S. KUTUB, 8/484)

(75).‘Oysa (oputların), onlara yardıma gücü yetmez.’ İbn Kesir der ki: Uydurma ilâhlar kendilerine isâbet edenlere yardım edemezler. Aksine bunu yapamayacak kadar zayıftırlar. Onların buna imkânları yoktur. Onlar zelil ve hakirdirler / aşağılıktırlar, kovulmuşlardır. Hattâ bunlar kendi kendilerine dahi yardımcı olamazlar. Kendilerine kötülük yapmak isteyenlerden intikam alamazlar; çünkü bunlar cansızdır, işitemezler, akledemezler. (S. HAVVÂ, 12/177)

‘Kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.’ Yâni kâfirler putların yardımcıları, onlara hizmet eden, onları koruyan taraftarlarıdır. Yâhut onlar kendilerini Allâh’ın yanında destekleyip yardımcı olsun, onlara şefaat etsin diye putları ilâh edinmişlerdir. Durum ise onların vehmettiklerinden farklıdır. Çünkü bunlar, Kıyâmet gününde onlara azap olmak üzere hazır edilmiş askerler (gibi) olacaklardır. Çünkü bu taptıkları ilâhlar, ateşin tutuşturucusu yapılacaklardır. (Nesefi’ den, S. HAVVÂ, 12/177)

İslâm öncesi Kâbe’de, müşrik Araplar’dan her kabîlenin bir putu vardı. İslâm’ın hâkim olmasıyla bu putlar yıkıldı. Fakat asırlar sonra, müslüman oldukları hâlde, birçoklarının kalplerinde, Allah yerine sevip bağlandıkları çağdaş putlar yer aldı. [bk. 2/165](H. T. FEYİZLİ, 1/444)

(76).‘(Rasûlüm!) Onların sözü seni üzmesin.’ Nesefi şöyle diyor: ‘Onların seni yalanlamaları, eziyet etmeleri ve katı hareket etmeleri, senin için önemli olmasın bunlara aldırış etme. (S. HAVVÂ, 12/177) 

‘Şüphesiz biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.’ Burada muhâtap Hz. Peygamberdir. ‘Açık ve gizli sözler’ ifâdesi ile Hz. Peygamber’e (s) Mekke’nin ileri gelen müşriklerinin atfettikleri yalan ve iftirâlar kast edilmektedir. Hâlbuki onlar Rasûlullah’a (s) iftira ettikleri yalanların asılsız olduğunu biliyorlardı. Müşrikler meclislerinde başkalarına karşı, Hz. Peygamber’e (s) sövebilmek için şâir, kâhin, sihirbaz, mecnun vs. gibi lâkaplar takıyorlardı. (MEVDÛDİ, 4/535)

(77).(Kâfir) İnsan, bizim kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o apaçık hasım kesildi.’ Nesefi şöyle diyor: ‘Yâni o insan, aslının hakirliğine, başlangıcının bayağılığına rağmen, Rabbine karşı tartışmaya kalkışıyor. Kemikleri çürüdükten sonra ölüyü diriltmeye kâdir olduğunu inkâr ediyor. Daha sonra da onun bu tartışması kendisinden en çok ayrılmayan niteliği ile reddediliyor, ona karşı bağlayıcı bir delil olarak ileri sürülüyor. Bu da onun ölülerden (cansızlardan, daha uygun olacaktı; M. SELMAN) yaratılmış olmasıdır. Hâlbuki o, cansızlardan yaratılmış olduğunu da inkâr etmektedir ki, bu, hakkı bile bile inkârın en ileri derecesidir. (S. HAVVÂ, 12/179)

(78).‘(Kâfir insan,) kendi yaratılışını unutarak bize mîsâl getir(meyekalkış)tı: “Şu kemikleri, hem de çürümüşken kim diriltecek?” dedi.’  Bu âyetlerin inişiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden Übey b. Hâlef, çürümüş bir kemik alıp, elinde ufaladıktan sonra Rasûlullah (s.a.v.)’e dönerek: ‘Allâh’ın bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?’ demişti. Rasûl-i Ekrem (s): ‘Evet, seni öldükten sonra tekrar diriltecek ve cehenneme sokacak’ diye cevap verdi. Bu olay üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Taberi’den, Ö. ÇELİK, 4/224, 225)  

(79).‘(Rasûlüm!) De ki: “Onları ilk defâ yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilendir.” Yâni her yarattığını bütün incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu (aslı ve dalları), durumları, hâlleri, nicelikleri, miktarları, her türlü özellikleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli maddesiz âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini bilir. (ELMALILI, 6/425) 

(80).‘Size yeşil ağaçtan ateş çıkaran O’dur. Şimdi siz ondan (çakıp) ateş yakıyorsunuz (düşünebiliyormusunuz)?’ Katâde der ki: Bu ateşi bu ağaçtan çıkartan, işte ölüyü de diriltmeye kadirdir. (S. HAVVÂ, 12/180)

Her ağaç türünde sürtme sonucu ısınma ve ateşe dönüşüp yanma özelliği vardır. Fakat Arabistan çöllerinde Merh ve Afar diye iki ağaç vardır ki, yeşil de olsa, birbirine sürtülünce çakmak vazifesi görür ve ateş yakmada kullanılır. Elektrik enerjisinin de böyle bir sürtünme sonucunda meydana geldiği bilinmektedir. (H. DÖNDÜREN, 2/714) 

Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin dediği gibi, Yüce Allah öyle alîm ve hakîmdir ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratmaktadır. Oysa ateş ile su arasındaki zıtlık mâlûmdur ve bunu inkâra imkân yoktur. Hâlbuki siz sürekli ondan ateş yakmak sûretiyle istifâde ediyorsunuz yararlanıyorsunuz. Böyle su damlayan ağaçtan ateş yaratmaya kâdir olan Yüce Allah, ölmüş insanları ihyâya neden kâdir olmasın?’ (M. Vehbi Efendi’den M. DEMİRCİ, 2/669)

(81).‘Gökleri ve yeri yaratan (Allah), onlar gibisini yaratmaya (âhirettediriltmeye) kâdir değil midir? Elbette (kâdirdir). O (herşeyi) yaratan ve bilendir.’ Gökler ve yeryüzü hassas, dehşet veren, hayret verici bir yaratık varlıktır. Şu milyonlarca cins ve türde canlılarla ortaklaşa yaşadığımız ve sonra da ne hacmi ne de içeriği hakkında bir bilgi elde edemediğimiz, bugüne kadar çok az şey bildiğimiz şu yeryüzü… İşte bu yeryüzü, güneş ışığı ve ısısı ile yaşayan bu yeryüzü onun uydularından küçük bir uydudur. Güneş ise, kendisinin de üyesi ve yakın dünyâmızı oluşturan bir galakside yüz milyon yıldızdan sâdece biridir. Ve daha birçok galaksiler veya yakın dünyâmız gibi dünyâlar vardır. Astronomi bilginleri ellerindeki kapasitesi sınırlı teleskopları ile bu galaksilerden yüz milyon galaksi saymışlardır. Bu uzmanlar dürbün ve gözetleme araçlarının daha da gelişmesi ile rakamın daha da artacağı beklentisi içindedirler. Bizim galaksimizle ya da dünyâmızla onu izleyen galaksi arasında, yediyüz ellibin ışık yılı uzaklık vardır. (S. KUTUB, 8/486, 487)

‘Gökleri yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı?’ Bu hayret verici ve korkunç yaratıklara göre insanların yaratılması nedir ki? ‘Elbette ki yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır.’ Fakat yüce Allah, şunu bunu ve başkalarını külfetsiz ve zahmetsiz yaratır. Ona göre büyüğün yaratılması ile küçüğün yaratılması arasında fark yoktur. (S. KUTUB, 8/487)  

(82).(Allah) Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu sâdece “ol” demektir. O da hemen oluverir.’ Birşey ister gök olsun, ister yeryüzü. İster sivrisinek olsun, ister karınca; bu ve o, yüce Allâh’ın sözü karşısında eşittir. ‘Ol’  hemen oluverir. Ortada zor ve kolay diye bir şey yoktur. Uzak yakın diye bir şey yoktur. Bir şeyin yaratılması için o şey ne olursa olsun, yüce irâdenin onun yaratılmasına sâdece yönelmesi yeterlidir. (S. KUTUB, 8/487)

Gerçekten de Cenâb-ı Allah bir şeyi yaratmak dilediği zaman ona ‘ol’ kelimelerini telâffuz ederek emir veriyor mu? Selef ulemâsı bu husûsun ne anlama geldiğini ve hakikatini, gaybı bilen Allâh’a havâle etmişlerdir. Cumhûr-u ulemâ derler ki: Cenâb-ı Allah, bir şeyi yaratmak dilediği zaman ona: ‘ol’ kelimesini telâffuz ederek emir vermez. Ancak bu kelime Allâh’ın kendi istediğini yerine getirmeye muktedir oluşunu temsil etmektedir. Bu ifâde her bakımdan kendisine itaat edilen âmirin,  her hususta kendisine itaat eden memuruna emir verişini ve verdiği emrinde hiçbir engelle karşılaşmaksızın çabucak yerine getirilmesini temsil etmektedir. (M. HİCÂZİ, 5/218)     

(83).‘O hâlde, herşeyin mülkü ve hükümranlığı kendi (kudret) elinde bulunan (Allâh’)ın şânı çok yücedir.’ Âyette geçen ‘melekût’ mülk’ün mübâlağa kipi olup, ‘tam bir hâkimiyetle saltanatın yönetim sırları’ anlamına gelir. Avf İbn Malik Hz. Muhammed’in ilk rekâtta Bakara, ikincide Âl-i İmran ve bir sûre okuyarak kıldığı bir gece namazının ilk rükûunda şöyle dediğini nakletmiştir: ‘Ceberut, melekut, kibriyâ ve azamet sâhibi olan Allâh’ın şânı ne yücedir!’ (Ebû Dâvud Salât 147, Nesâi  Tatbik 12, 25, 73, 86’dan H. DÖNDÜREN, 2/714, 715)

Sufiler, kendilerine has ıstılahlarında mülk ile melekût arasında fark gözetirler. Onlar mülk ile maddi âlemi, melekût ile de mânâ âlemini anlatmak isterler. Bu ise onlara özgü bir ıstılâhtır.  Kitap ve sünnette mülk ile melekût lafızları arasında bir fark yoktur. Aradaki tek fark, vav ve ta harflerinin ziyadesidir ki, bu da mübâlağa ifâde eder. (S. HAVVÂ, 12/184, 185) 

‘..siz O’na döndürüleceksiniz’ cümlesi ile maksat, kıyâmet kopunca insanların diriltilmeleri, mahşer yerinde toplanmaları ve hesaba çekilmeleri, neticede müminlerin cennete, kâfirlerin cehenneme gitmeleridir. (İ. KARAGÖZ 6/317)

‘Siz ancak O’na döndürüleceksiniz.’ Bu hitap hem müminlere hem de kâfirleredir. İkrar edenlere bir müjde, inkâr edenlere ise bir tehdiddir. Dostlara vaad ve düşmanlara tehdiddir. Düşmanlara cezânın en şiddetlisi, dostlara ise ‘İşte mutluluk ve güzel gelecek onlar içindir.’ (er Ra’d, 13/29) vardır. (İ. H. BURSEVİ, 16/432)

Cenâb-ı Hakkın yardımı ile Yasin Sûresi tefsiri yazımı tamam oldu. Elhamdü lillah. 25 Kasım 2016 / 25 Safer 1438.