31 Lokmân Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 34 âyettir. Yalnız 27-29. âyetler Medîne döneminde inmiştir. Adını içerisinde bahsi / sözü geçen hikmet sâhibi Lokman’dan almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/410)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
31/1-9 BOŞ LAFI SATIN ALANLAR
1. Elif, Lâm, Mîm.
2-3-4. Bunlar, hikmetli Kitab’ın âyetleridir. (Buâyetler) güzel davrananlara doğru yol gösterici ve rahmet olarak (indirilmiştir). O (iyidavranıştabuluna)nlar namazı dosdoğru / gereğine uygun kılarlar, zekâtı (tastamam) verirler ve onlar âhirete de kesin inanırlar.
5. İşte (bu niteliklere sâhip olan)lar, Rablerinden (yana) bir doğru yol üzerindedirler. İşte onlar, kurtuluşa erenler de sâdece onlardır.
6. Kimi insanlar da vardır ki (dinhakkında) bir bilgisi olmaksızın, (insanları) Allah yolundan saptırmak ve onu (oyolu), eğlence edinmek için lâf eğlencesi (asılsız, faydasız, boş) sözleri satın alır (veokurveyadinleyipseyreder). İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
7. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki (o) kulaklarında bir ağırlık varmış da onu hiç işitmemiş gibi büyüklük taslayıp sırt çevirir. (Rasûlüm!) Ona çok acıklı bir azâbı müjdele! [bk. 21/2]
8, 9. Doğrusu, îman edip de güzel işler yapanlar var ya, onlar için na’îm (bolnîmet) cennetleri vardır. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allâh’ın vaadi mutlaka gerçekleşir. O mutlak gâliptir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.
1-9. (1).‘Elif, Lâm, Mîm.’ Kesik harflerden olup, Kur’ân’ın îcâzının uyarısı içindir. (Bunca) çabalara ve tartışmalara rağmen âlimler, edipler, belâgat ve fesâhat (bilginleri) ‘elif, lâm, mîm’ hece harflerinden oluşan Kur’ân benzeri bir metin oluşturmaktan âciz kalmışlardır. Bu durum, hakîm ve alîm olan (Allah) katından indirildiğinin en açık delillerinden ve belgelerindendir. (M. A. SÂBÛNİ, 2/447)
(2,3).‘Bunlar, hikmetli Kitab’ın âyetleridir.’ Hikmeti sonsuz olan Allâh’ın kitabı olduğu için, bu kitap da hikmeti sonsuz bir kitaptır. Hükümleriyle bu kitap hikmeti sonsuzdur, meseleleri çözmesiyle hikmeti sonsuzdur, âyetlerinin, sûrelerinin sıralanışıyla, lâfızlarıyla, hitap şekliyle hikmeti sonsuzdur. Âyetlerinin anlaşılması muhtemel yönleriyle hikmeti sonsuzdur. Zaman ve mekânı kuşatacak şekilde lâfızlarının esnek seçilmesiyle hikmeti sonsuzdur. Herşeyi yerli yerince koyması açısından hikmeti sonsuzdur. (S. HAVVÂ, 11/252)
‘Hakîm’ hikmet dolu, çok hikmetli, muhkem, içinde çelişki bulunmayan, verdiği bilgileri doğru, hüküm ve ilkeleri, emir ve yasakları doğru, isâbetli, fert ve toplumların yararına olan, demektir. Kur’an; her emri, her yasağı ve her hükmü hikmet dolu olan bir kitaptır. (İ. KARAGÖZ 5/653)
‘(Buâyetler) güzel davrananlara doğru yol gösterici ve rahmet olarak (indirilmiştir).’ Bu kitap, hem doğruya iletir, hem de rahmetin kendisidir. Fakat kimler için? İhsan niteliğine sâhip olan kimseler için. İşte bu niteliğe sâhip olan kimseleri, bu kitap her hususta hidâyete iletir, doğruya ulaştırır. Bunun sonucunda da onlar, dünyâda da âhirette de Allâh’ın rahmetine nâil olurlar. Her türlü karanlık ve azaptan kurtulurlar. (S. HAVVÂ, 11/252)
Muhsin, Allâh’a yönelerek Kur’ân’ın ipine sarılan kimsedir. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber (s), Cibrîl (as) kendisine ‘İhsan nedir?’ diye sorduğunda onu: ‘Sanki O’nu görüyormuşçasına Allâh’a kulluk etmendir’ diye tefsir etmiştir. (Buhâri, Müslim Îman 5-7, Ebû Dâvud’dan, İ. H. BURSEVİ, 15/160)
‘O (iyidavranıştabuluna)nlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı (tastamam) verirler ve onlar âhirete de kesin inanırlar.’ Bu şunu göstermektedir: Namaz kılmaksızın, zekât vermeksizin, Allâh’a îman etmeksizin ihsan sâhibi olmak mümkün değildir. Bu nitelikler insanda bulunduğu takdirde ihsan da söz konusu olur; buna sâhip olanlar da Allâh’ın rahmetine erişirler. (S. HAVVÂ, 11/252)
‘namazı dosdoğru kılarlar’ Bir şeyi ikâme etmek, onun hakkını tam olarak vermektir. Namazı ikâme etmek de, onun şartlarını tam olarak yerine getirmektir. Yoksa namazın hâllerini (hey’etlerini) yerine getirmek değildir. (İ. H. BURSEVİ, 15/161)
‘zekâtı verirler’ Zekâtın verilmesi, nefsin yapısal cimriliğine üstünlük kurması ve toplumsal hayat için insanların birbirlerine karşı sorumlu ve yardımlaşır olmalarına dayanan bir sistem oluşturulmasını sağlamaktadır. O sistemde zenginler ve yoksullar güven, iç rahatlığı, lüks yaşantı ve yoksulluğun dejenere etmediği kalplerin sevecenliğini bulurlar. (S. KUTUB, 8/220)
Bu sûrenin indiği dönemde, henüz beş vakit namazın ve zekâtın farz kılınmadığı dikkate alınırsa, buradaki namazı genel anlamda Allâh’a ‘ibâdet ve duâ’ veya o dönemdeki şekliyle namaz, zekâtı da özellikle o sıralarda putperestlerin zulüm ve baskısı altında büyük sıkıntılar yaşayan Müslümanlar için özel bir önem taşıyan ‘mâli dayanışma’ olarak anlamak yerinde olur. (KUR’AN YOLU, 4/331)
‘onlar âhirete de kesin inanırlar.’ ‘Îkân’, şeksiz, şüphesiz olmak, demektir. Yâni onların âhiret hakkında şek ve şüpheleri yoktur; yâni öldükten sonra dirilmeyi ve cezâyı onaylarlar. (İ. H. BURSEVİ, 15/163)
Âhiret gününe îman, altı îman esâsından biridir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerîmede âhirete îmandan açık – seçik söz edilmektedir. Âhiret hayâtına îman etmeyen, veya bu hayattan şüphe eden kimse mümin olamaz. (2/177, 4/136, 11/15-16, 41/6-7; İ. KARAGÖZ 5/655)
(6).‘Kimi insanlar da vardır ki (dinhakkında) bir bilgisi olmaksızın, (insanları) Allah yolundan saptırmak ve onu (oyolu), eğlence edinmek için lâf eğlencesi sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.’ Lâf eğlencesi: Eğlence söz; insanı oyalayan, işinden alıkoyan, (hayırlı amellerinden alıkoyan, Ö. ÇELİK, 4/43) sözler, asılsız hikâyeler, masallar, romanlar ve târih kılıklı efsâneler, güldürücü lâkırdılar, gevezelikler, (şarkılar ve Ö. ÇELİK, 4/43) nağmeler gibi eğlendirici sesler. (ELMALILI, 6/268)
Boş Lâf: Konuşulması insanı Allah’tan alıkoyan ve dinlenilmesi insanı Allah’tan perdeleyen bütün sözler boş lâftır. (İ. H. BURSEVİ, 15/166)
Müzik mubah mı? (Vehbe) ZUHAYLİ bir kısım Hanefi, Mâliki ve Hanbeli bilginlerinin şarkı / musiki’nin kerâhetsiz mubah olduğu görüşünü benimsediklerini söylemiş ve bu görüşün genelde tercîhe şâyân bir görüş olduğunu ifâde etmiştir. (..) Dinlenmesi mubah kabul edilebilecek bir müzik için ileri sürülen şartlar şunlardır: (a) Güfte, konı itibâriyle isyan, küfür ve İslâm’ın hoş karşlamadığı sözler içermemelidir. (b) İster söyleniş tarzı, isterse söyleyenin mimik ve hareketleri açısından olsun cinsel tahrik unsuru taşımamalıdır. (c) Vakit isrâfına yol açmamalıdır. (Y. KARDÂVİ, İslâm’da Helâl ve Haramlar, 1/324’den M. DEMİRCİ, 2/538, 539)
Bu âyetin iniş sebebinde deniliyor ki: Nadr b. Hâris ticâretle Fâris’e (İran’a) gidiyor. Acemlerin hikâyelerini, efsâne kitaplarını getiriyor ve bunları Kureyş’e okuyarak: ‘Muhammed, size Âd ve Semûd hikâyeleri söylüyor, gelin ben size Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Kisrâ’ların hikâyelerini anlatayım’ diyor ve bu şekilde birçoklarının Kur’ân dinlemesine engel oluyordu. Bundan başka güzel bir şarkıcı câriye almış, birinin Müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp câriyesine: ‘Haydi buna yedir, içir, söyleyiver’ der, böylece eğlendirip: ‘Gördün ya bu, Muhammed’in çağırdığından, namazdan, oruçtan, onun önünde çarpışmaktan daha iyi değil mi?’ dermiş. (ELMALILI, 6/268)
Hadis: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ümmetimden birtakım topluluklar gelecektir ki, ferci (zinâyı), ipek elbiseler giymeyi ve çalgı âletleri çalıp (şehvetli) eğlenceleri helâl ve mübah / normal sayacaklar. Allah onların evlerini çökertip helâk edecek, kalanları(n yaşayışlarını) da maymun ve domuza çevirecektir.” (Buhârî, Münâvî). Bu felâkete / günaha sebep olabilen, İslâm’a aykırı ses, söz, resim ve görüntülerden kendisini ve âile fertlerini korumak her müslümanın görevi olmalıdır. Bu hususta uzuvlarımızın da sorumlulukları vardır. [bk. 17/36] (H. T. FEYİZLİ, 1/410)
(7).‘Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki (o) kulaklarında bir ağırlık varmış da onu hiç işitmemiş gibi büyüklük taslayıp sırt çevirir. (Rasûlüm!) Ona çok acıklı bir azâbı müjdele!’ Kur’ân’ın âyetleri ona okunduğu zaman, onlardan yüz çevirir. Onlara iltifat etmez. Sağırolmadığıhâlde duymamış gibi davranır. Çünkü bu âyetleri işitmekten rahatsız olur. Zîrâ o bu âyetlerden yararlanmadığı gibi, onları işitmek maksadında da değildir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/254)
‘.. yüz çevirirler’ Âyetler okunduğu zaman yüz çevirmek ve arkasını dönmek ile maksat, tavır ve davranışla âyetleri beğenmemek ve kabul etmemektir. Âyetleri beğenmeyen ve Allah sözü olarak kabul etmeyen veya âyetlere karşı kibirlenen kimseler kâfir olurlar. (İ. KARAGÖZ 5/657)
(8,9).‘Doğrusu, îman edip de güzel işler yapanlar var ya, onlar için naîm cennetleri vardır.’ Yâni çeşitli yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek, kadın, güzel manzaralar ve hiç kimsenin hatırına gelmeyecek güzel şeyler işitmek gibi türlü lezzet ve sevinç verici şeyler içerisinde, o cennetlerdeki nîmetler içerisinde bulunacaklardır. (S. HAVVÂ, 11/255)
Îman kalp ile onaylamaktır. Tam olarak gerçekleşmesi ise, sâlih amellere bağlıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ ikisini birlikte peşpeşe zikretmiş ve cennetin ancak ikisiyle kazanılacağını haber vermiştir. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Güzel sözler O’na yükselir. Onları da Allâh’a sâlih ameller ulaştırır.’ (Fâtır, 35/10) buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 15/169)
Kur’ân’da nerede âhirette görülecek karşılık hatırlatılsa, onun öncesinde îmanla birlikte sâlih amel hatırlatılır. Bu inanç sisteminin yapısı, îmânın gizli, işlevsiz, durgun, soyut bir gerçek olarak kalpte varlığını sürdürmemesini gerektirir. O canlı, aktif, hareketli bir gerçek olup; neredeyse eylem, hareket ve davranışla kendisini ispatlamak ve iç dünyâda olanı haber veren, açık olgu dünyâsında etkinliklerle yapısını ortaya koymak için harekete geçinceye kadar kalpte yer edinemez, oluşumunu tamamlayamaz. (S. KUTUB, 8/222)
‘Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allâh’ın vaadi mutlaka gerçekleşir.’ Bu, Allâh’ın mutlaka gerçekleşecek olan vaadindendir. Allah ise vaadinden caymaz. Çünkü O, Kerîm’dir, Lütuf sâhibidir. Dilediğini yapar, herşeye Kâdir olandır. ‘O mutlak gâliptir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Kur’ân-ı Kerîm’i müminler için hidâyet kılan, sözleri ve fiilleriyle hikmeti sonsuz olandır. (S. HAVVÂ, 11/255, 256)
31/10-11 SİZİ SARSMASIN DİYE YERE ULU DAĞLAR KOYDU
10. (Ey insanlar! Allah,) o gördüğünüz gökleri direksiz yarattı. Sizi (yer) sarsmasın diye yere köklü ve yüksek dağlar bıraktı ve orada her çeşit canlıyı yaydı. İşte biz, gökten yağmur indirip orada her güzel çiftten (bitkiler) bitirdik.
11. İşte bu(nlar), Allâh’ın yarattığıdır. Peki bana gösterin bakalım O’ndan başkalarının ne yarattığını! Doğrusu zâlimler apaçık bir sapıklık içindedir.
10-11. (10).‘(Allah,) o gördüğünüz gökleri direksiz yarattı.’ İbn Abbas, İkrime ve Mücâhid de şöyle demiştir: Göklerin direkleri vardır, fakat siz onları görmezsiniz. Bu görüşe göre görülmeyen direklere işâret, aradaki çekim kânûnuna işâret demektir. Bu görüşe göre yine yüce Allâh, kudreti ile gökleri tutmasına dikkatleri çekiyor. Bu da O’nun izzet ve hikmetinin tecellîlerindendir. (S. HAVVÂ, 11/256)
‘Görebildiğiniz bir direk olmadan’ ifâdesi, aslında bir direğin var olduğunu ancak insanların onu göremediğini ifâde eder. Yüce Allah, gök cisimleri arasında bir düzen, bir sistem koymuştur ki, bu sistem sâyesinde gök cisimleri uzay boşluğunda hareket eder, birbirine çarpmaz ve düşmezler. Bu sistem, gök cisimlerini birbirinden uzak tutar ve birbirine çarpmalarını önler. Bu sistem, merkezkaç kuvveti ve kütlesel çekim gücü, denge kânunudur. Hac sûresinin ‘Kendi izni olmadıkça yerkürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan Allah’tır’ anlamındaki 65’nci âyeti, gök cisimleri arasındaki bu ilâhi sisteme işâret etmektedir. (2/22, 29, 164; İ. KARAGÖZ 5/660, 661)
‘Sizi sarsar diye yere sâbit dağlar koymuş’ Bu gerçeğe çağımızda ilim oldukça geniş bir yer vermektedir. Çünkü ilim adamları açıkça şunu anlamış bulunuyorlar: Dağlar olmasaydı, yer kabuğu pek çok şekilde yarılma ve çatlamalara mâruz kalırdı, çokça zelzeleler olurdu. Buna bağlı olarak yeryüzünde yaşamak da imkânsız bir hâl alırdı. (S. HAVVÂ, 11/256)
‘Orada her türlü canlıyı yaymıştır.’ Yâni yüce Allah, o yeryüzünde ancak yaratıcısı tarafından sayıları, şekilleri, renkleri bilinebilen pek çok canlı türleri var etmiştir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/256)
Göklerin gözle görülemeyen direkleri ‘çekme ve itme gücü’nden ibâret olmalıdır. Ayrıca bitkilerin erkekli – dişili yaratıldığı bugün bilinen bir gerçektir. (H. DÖNDÜREN, 2/653)
‘Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik.’ Suyun gökten indirilmesi de, farkında olmadan yaşadığımız ilginçliklerden biridir. Nehir yataklarında akan, göllerde dolan, gözelerden kaynayan su… İşte bunların hepsi; göklerle yerin düzeni ve aralarındaki bağlantılar, boyutlar, yapı ve biçim bağlantılı duyarlı bir sisteme göre gökten inmektedir. Suyun inişinin ardından yerde bitkilerin bitmesi de; canlılık, çeşitlenme ve küçük bir otsu veya büyük bir ağaç da kendisini yinelemek üzere, küçükbir çekirdekte gizlenen kalıtımı gibi sonu gelmez ilginçlikleri içeren başka bir ilginçliktir. Bu tek otsu bitkinin, bir tek çiçeğindeki renklerin dağılımının araştırılması, açık kalbi, hayatın ve bu hayâtın yaratıcısına îmânın derinliklerinegötürecektir. (S. KUTUB, 8/224, 225)
Kur’ân’ın metni, Allâh’ın bitkileri çift yarattığını belirtiyor. ‘Her güzel çifti’ bu, bilimin araştırmayla çok yakınlarda ulaştığı bir gerçektir. Her bitkinin, ya aynı çiçekte ya aynı bitkide, ayrı çiçeklerde veya aynı cinsten iki ayrı bitkide, eril ve dişil hücreleri vardır. İnsan ve hayvanlarda olduğu gibi, eşeysel hücrelerin döllenmesi olmadan hiçbir bitki üremez. (S. KUTUB, 8/225)
(11).‘İşte bu(nlar), Allâh’ın yarattığıdır. Peki bana gösterin bakalım O’ndan başkalarının ne yarattığını! Doğrusu zâlimler apaçık bir sapıklık içindedir.’ Bu muazzam şeylerin Allah tarafından yaratıldığını belirterek, onları azarladı ve sizin ilâhlarınızın onlara ibâdet etmenizi gerektirecek şekilde neler yarattıklarını gösterin bakalım! Denildi. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 11/257)
31/12-19 LOKMAN (AS)’IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ
12. Andolsun ki biz, Lokman’a: “Allâh’a şükret.” diye(rek) hikmet verdik. Kim (Allâh’ınnîmetlerine) şükrederse, ancak kendi (fayda)sı için şükretmiş olur. Kim de (isyanveitaatsizlikyoluyla) nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah Ganîdir (çokzengindirhiçbirşeyevehiçbirkimseyemuhtaçdeğildir). Hem de övülmeye lâyık olandır. [bk. 17/7]
13. (Ey Peygamberim!) Hani Lokman, oğluna öğüt vererek: “Ey yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma. Çünkü O’na ortak koşmak büyük bir zulümdür.” demişti.
14. Biz insana, anne ve babasını(nhakkınıgözetmeyi) emrettik. Annesi onu, kat kat güçlük (vezahmetler)le (karnında) taşıdı. Onun (sütten) ayrılması da iki yıl içinde olur. (İştebununiçin🙂 “Bana, anne ve babana şükret, dönüş ancak banadır.” (dedik). [krş. 2/233; 17/23-24; 46/15]
15. (Ey insan!) Eğer (onlar) seni, hakkında bilgin olmayan şeylerde bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme! (Fakat) dünyâ (işlerin)de onlarla iyi geçin ve bana yönelen (mü’min)lerin yoluna (İslâm’a) uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. (Ozaman) ben de yaptıklarınızı (vekarşılığını) size haber vereceğim. [krş. 29/8]
16. (Lokman🙂 “Ey yavrucuğum! Şüphesiz ki o (yaptığıniyilikvekötülük) bir hardal tanesi ağırlığında olsa, hem de bir kaya içinde veya göklerde yâhut yer içinde bile olsa, Allah onu getirir (vekarşılığınıverir). Çünkü Allah Latîftir, herşeyden haberi olandır.”
17. “Ey Oğulcuğum! Namazı dosdoğru/gereğine uygun olarak kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle. (Buesnâda) başına gelecek (musîbet)lere sabret. Çünkü bunlar (Allâh’ınemrettiği) kesinlikle (vekararlılıkla) yapılacak işlerdir.”
18. “İnsanları (küçümseyip) yanağını bükme/yüz çevirme ve yeryüzünde şımarık yürüme! Çünkü Allah, böbürlenen ve kendisini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.” [krş. 17/37-38]
19. “Yürüyüşünde ölçülü (vetabii) ol. Konuşurken sesini de alçak tut. Çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.”
12-19. (12).‘Andolsun ki biz, Lokman’a: “Allâh’a şükret.” diye(rek) hikmet verdik.’ Lokman, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi sâdece bu sûrede geçen, aynı zamanda sûrenin de ismiyle anıldığı sâlih bir kişidir. Âlimlerin çoğunluğu, Lokman’ın peygamber olmadığını, ancak Allâh’ın kendisini bilgi ve hikmetle şereflendirdiğini belirtirler. İslâm öncesi Arap toplumunda da onun bilge bir kişi olduğu kabul edilir, saygıyla anılırdı. İslâm târihi kaynaklarında ve tefsirlerde soyu, milliyeti, hayatı ve sözleriyle ilgili güvenilirliği tartışmalı çeşitli rivâyetler vardır. (KUR’AN YOLU, 4/336)
Hikmet, Nesefi’nin de söylediği gibi hem sözde, hem de amelde isâbetli davranmaktır. İbn Kesir ise, hikmet, kavrayış, ilim ve yerli yerince işleri çekip çevirmek, demektir, der. (S. HAVVÂ, 11/261, 262)
‘Kim (Allâh’ınnîmetlerine) şükrederse, ancak kendi (fayda)sı için şükretmiş olur.’ Çünkü sonunda faydası kendine âit olur. Fakat kendine hikmet verilenler içinde nankörlük ederek küfre sapanlar da bulunduğuna işâret ile buyuruluyor ki: ‘Kim de nankörlük ederse, ‘ o hikmeti Allah’tan bilmeyip de, ben yapıyorum, ben yaratıyorum diyerek şükretmez de suiistimal ederse, kendi aleyhine etmiş olur. (ELMALILI, 6/271, 272)
Bu şükür, ifâdesini yalnızca dudak ucunda bulmamalı, düşünce, söz ve davranışa yansımalıdır. Kişi akıl ve kalbinin derinliklerinde, neye sâhipse Allah tarafından lutfedildiği düşüncesini taşımalı, dili sürekli Allâh’ın nîmetlerini ikrarla meşgûl olmalı ve O’nun emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak O’nun rızâsını kazanmaya gayret ederek, O’nun kullarına bahşettiği nîmeti ve rahmeti anlatarak, Allâh’a isyan edenlerle savaşarak, nasıl gerçekten Allâh’a şükreden bir kul olduğunu amelde de göstermelidir. (MEVDÛDİ, 4/293)
‘..şüphesiz ki Allah Ganîdir. Hem de övülmeye lâyık olandır.’ KimseO’nahamdetmesedahi hamdedilmeye lâyıktır, hamd O’nun hakkıdır. İbn Kesir der ki: Kullara muhtaç değildir. Şükretmeyecek olsalar hiçbir zarar görmez. Bütün yeryüzündekiler kâfir olacak olsalar dahi bu böyledir. Çünkü O kimseye muhtaç değildir. (S. HAVVÂ, 11/262)
(13).‘Hani Lokman, oğluna öğüt vererek: “Ey yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma. Çünkü O’na ortak koşmak büyük bir zulümdür.” demişti.’ Zulüm bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, bir şeyi, bir kimseyi gayesinin dışında kullanmak veya bir hakkı sâhibinden alıp başkasına vermektir. Şirkin en büyük zulüm oluşu da Allâh’a âit mâbûdiyet, hâkimiyet ve mâlikiyet gibi hakların Allâh’tan başkasına verilmesinden dolayıdır.) [bk. 4/48] (H. T. FEYİZLİ, 1/411)
Yâhut andolsun ki şirk çok büyük bir zulümdür. Önce bir zulüm, bir haksızlıktır. Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Allâh’ın hakkını, Allâh’tan başkasına vermektir. Aynı zamanda ‘Andolsun ki Biz Âdemoğullarını üstün bir şerefe nâil kıldık.’ (İsrâ, 17/70) âyetinin ifâdesince Allâh’ın şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahlûka ibâdet ettirerek alçak ve zelil kılmaktır. İkinci olarak, büyük bir zulümdür. Çünkü bu mâbutluğu hiç yeri olmayan ve olmasına hiçbir şekilde imkân bulunmayan bir mevkiye koymaktır. Zîrâ Zeyd’in malını alıp da Amr’e vermek zulümdür. (ELMALILI, 6/272)
Hadis: Abdullah İbn Mes’ud’dan, şöyle demiştir: ‘Îman eden ve îmanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince…, ‘ (En’âm, 6/82) âyeti inince, bu, Rasûlullâh’ın ashâbına ağır geldi. Dediler ki: ‘Hangimizin îmânına zulüm karışmıyor?’ Bunun üzerine Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Âyet, bu anlamda değildir. Sen, Lokman’ın oğluna söylediği: ‘Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür.’ (Lokman, 31/13) âyetini işitmedin mi?’ (Buhâri Tefsir 31/1’den, H. DÖNDÜREN, 2/653)
(14).‘Biz insana, anne ve babasını(nhakkınıgözetmeyi) emrettik.’ ‘Annesi onu, kat kat güçlükle (karnında) taşıdı.’ Vehn, harekette zayıflıktır. Yâni anası günden güne ağırlaşmak sûretiyle zayıflık, zayıflık üstüne (onu taşıdık). (ELMALILI, 6/273)
‘Onun (sütten) ayrılması da iki yıl içinde olur.’ Bunun zâhirinden, emzik süresinin en çoğunun iki sene olduğu anlaşılıyor ki, İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile İmam Şâfii’nin görüşleridir. Fakat İmâm-ı Âzam, ihtiyat / tedbir olmak üzere Ahkâf Sûresinde gelecek olan ‘Ana karnında taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır.’ (Ahkâf, 46/15) âyeti ile otuz ay olduğunu söylemiştir. Bununla berâber fetvâ İmâmeyn’in görüşüne göredir. (ELMALILI, 6/273)
Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.’ (el Bakara, 2/233) İşte buradan İbn Abbas ve diğer imamlar, hâmileliğin en az süresinin altı ay olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü bir diğer âyette, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır.’ (el Ahkâf, 46/15) Burada yüce Allah, annenin çocuğunu eğitmesini, yorulmasını, gece – gündüz uykusuz kalıp ondan dolayı sıkıntılar çekmesini hatırlatmaktadır ki, çocuk böylelikle kendisine daha önceden annesinin yaptığı iyilikleri hatırlamış olsun. Nitekim bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘De ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de öylece onlara merhamet buyur.’ (el İsrâ, 17/24; S. HAVVÂ, 11/279)
‘(İştebununiçin🙂 “Bana, anne ve babana şükret, dönüş ancak banadır.” (dedik).’ Buduygulandırıcısahnearacılığıyla) İlk nîmet verene, ardından da ikinci nîmet veren ana babaya şükrâna yönlendirerek görevleri sisteme koyuyor. Buna göre önce Allâh’a şükür, onu ana babaya teşekkür izliyor. (S. KUTUB, 8/227)
Ana babaya şükür, haklarını gözetmek, itaat ve iyilikte bulunmak ve duâ etmektir. (ELMALILI, 6/273)
‘.. dünyâda anne babaya iyi davran.’ Anne ve babaya iyi davranmak, iyi söz söylemek ve meşru isteklerini yerine getirmek ve itaat etmek, Allâh’a itaat etmek gibi farz, kötü davranmak, imkânı olduğu hâlde ihtiyaçlarını karşılamamak, kötü ve kırıcı söz söylemek, meşru isteklerini yerine getirmemek, Allâh’a isyan etmek gibi büyük günahtır. (Buhâri Edeb 6, Îman 16; İ. KARAGÖZ 5/669)
Hadis: ‘Allâh’a isyan konusunda insana itaat olmaz. İtaat ancak mâruf (İslâm’a ve akl-ı selîme uygun) olan şeylerde olur.’ (Müslim İmâre 39, Buhâri Ahkâm 4, İ. KARAGÖZ 5/669)
Hadis: Hafız Ebû Bekir Bezzâr Müsned’inde –taşımazinciridevererek– babasıkanalıyla Büreyd’den şu hadisi vermiş: Bir kişi tavafta annesini kucağına alarak ona tavaf ettiriyordu. Peygamberimize (s) ‘Hakkını ödedim mi?’ diye sordu. Peygamberimiz (s) ‘Hayır, tek bir nefes verimindekini bile değil.’ (S. KUTUB, 8/227)
Hadis: Birisi peygamber (s)’e ‘Ben kime iyilik edeyim?’ diye sormuştu. Buyurdu ki: Ananasonra yine anana, sonra yine anana. ‘Ya ondan sonra?’ dedi, ‘babana’ buyurdu. (Buhâri Birr 1, Müslim Sıla 1, Ebû Dâvut’tan, ELMALILI, 6/273)
(15).‘Eğer (onlar) seni, hakkında bilgin olmayan şeylerde bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme!’ Ancak Allâh’ın hakkı, bütün hakların önünde olduğu için, ana baba çocuklarını bu hakkı ihlâl etmeye yâni onu tevhid inancındansapmaya veya Allâh’ın açıkça yasakladığı başka işler yapmaya zorlarlarsa kesinlikle onların bu baskısına boyun eğilmeyecek; onunla birlikte meşrû ve mâkul olan istekleri yerine getirilecektir. (ayrıca bk. Ankebût, 29/8, KUR’AN YOLU, 4/338)
‘(Fakat) dünyâ (işlerin)de onlarla iyi geçin ve bana yönelen (mü’min)lerin yoluna (İslâm’a) uy.’ Yâni günaha iştirak etmeksizin şeriatın râzı olacağı iyilik ve insanlığın gerektireceği şekilde berâberlerinde bulun. Meselâ yemek, içmek, giymek gibi ihtiyaçlarını düzene koymak, eziyet etmemek, ağır söylememek, hastalıklarına bakmak, vefâtlarında defnetmek gibi dünyâya âit yardımlarını yap. (ELMALILI, 6/273)
Bu iki âyet, ilgisi dolayısıyla, Lokman (as)’ın öğütleri arasına girmiş ‘ara cümlesi’ dir. Sa’d İbn Ebî Vakkâs (ö. 55/675) annesi hakkında indiği rivâyet edilmiştir. Nitekim Sa’d’in annesi, onun Müslüman olduğunu öğrenince, ‘ölüm orucuna’ başlamıştı. Ancak iki gün sonra Sa’d’ın: ‘Yüz canın olsa, birer birer çıksa, ben bu dîni bırakmam’ demesi üzerine annesi, ölüm orucundan vaz geçmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/654)
(16).‘(Lokman🙂 “Ey yavrucuğum! Şüphesiz ki o (yaptığıniyilikvekötülük) bir hardal tanesi ağırlığında olsa, hem de bir kaya içinde veya göklerde yâhut yer içinde bile olsa, Allah onu getirir (vekarşılığınıverir).” Yâni, ‘Hiçbir şey Allâh’ın ilmi ve kuşatmasından kurtulamaz. Kayanın içindeki bir tohum, sizin için gizli olabilir fakat Allâh’a mâlûmdur. Göklerdeki bir zerre size çok uzak olabilir. Fakat Allâh’a çok yakındır. Toprağın derinliklerinde yatan bir şey sizin için karanlıklarda yatıyor olabilir, fakat Allah için aydınlıklar içindedir. Bu yüzden iyi ya da kötü, istediğiniz yer yâhut zamanda Allâh’a gizli kalacak bir şey yapamazsınız. O yalnızca olup biteni bilmekle kalmaz; hesap günü geldiği zaman yaptıklarınızın tam kaydını önünüze koyacaktır. (MEVDÛDİ, 4/297)
‘Muhakkak ki Allah Latîf’tir, Habîr’dir.’ Yâni ilmi lâtiftir, eşyâ onun için gizli kalmaz, istediği kadar küçük, ince ve önemsiz olsun o kapkaranlık gecede karıncanın yürüyüşünden dahi haberdardır.’ (İbn Kesir’den) Bu tavsiye ile; ihsan makâmından birisi olan murâkabe (Allâh’ın gözetimi altında olduğunu bilmek) esâsı üzere bir terbiye söz konusudur. (S. HAVVÂ, 11/265)
(17).“Ey Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğü engelle.’ Namazı kılmamak, büyük günahtır, Allâh’a isyan ve nefse zulmetmektir. Her anne ve babanın çocuklarına namazı öğretmesi ve emretmesi gerekir. Yüce Allah ‘Âilene namazı emret ve kendin de ona devam et.’ (20/132). Hadis: Peygamberimiz (s): ‘Yedi yaşında çocuklara namazı öğretin’ (Tirmizi Salât 295) buyurmuştur. (..) Namazı dosdoğru kılmak ancak, (1). Namazı vaktinde kılmak, (2). Farzlarını eksiksiz yerine getirmek, (3). Tâdil-i Erkâna riâyet etmek, (4). İhlâs ve samimiyetle, (5). Huşû ilekılmaklamümkünolur. (İ. KARAGÖZ 5/671, 672)
‘(Buesnâda) başına gelecek (musîbet)lere sabret.’ Mârûfu emredip münkeri önlemeye çalıştığın vakit, karşı karşıya kaldığın eziyetlere veya musibet ve mihnetlere tahammül edip katlan. Çünkü mihnetlere katlanmak, bağışlara erişmeye sebeptir. (S. HAVVÂ, 11/265)
Burada iyiliği emredip kötülükten sakındıran kimselerin bu dünyâda eninde sonunda belâ ve sıkıntılarla karşılaşacağı gerçeğine ince bir îmâ vardır. (MEVDÛDİ, 4/297)
‘Doğrusu bunlar’ yâni insanların eziyetlerine sabredip katlanmak veya benim sana yaptığım şu tavsiyeler ‘azmedilmeye değer işlerdendir.’ Yâni Allâh’ın emrettiği işlerdir. Kesin olarak verdiği ve bağlanılmasını, tartışmasız bir şekilde yerine getirilmesini istediği emirlerdir. Nesefi der ki: Azm, asıl itibâriyle azmedilmiş, yâni kesin olarak emredilmiş, farz kılınmış işler demektir.’ İşte bu, itaatleri diğer ümmetlerin de yerine getirmekle emrolunmuş olduklarının delîlidir. (S. HAVVÂ, 11/265)
(18).“İnsanları (küçümseyip) yanağını bükme / yüz çevirme’ Yâni büyüklük taslayarak Allâh’ın kullarını aşağı görme! Seninle konuştukları zaman yüzünü onlardan öbür tarafa çevirme. Nesefi der ki: ‘Anlamı şudur: Sen alçak gönüllülük göstererek insanlara yüzünü çevir. Büyüklük taslayanların yaptığı gibi yüzünü öbür tarafa çevirme!’ (S. HAVVÂ, 11/265)
Selâm verdiğin, konuştuğun veya karşılaştığın zaman alçak gönüllü olarak yüzünü bütünüyle insanlara çevir. Onlardan yüzünü çevirme ve büyüklük taslayan kimselerin insanların, özellikle fakirleri, küçümseyerek yaptıkları gibi yüzünün bir tarafını çevirme. İyi davranma bakımından senin nazarında zengin ile fakir aynı seviyede olsun. (İ. H. BURSEVİ, 15/213)
‘ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme!’ Büyüklük taslayan bir zorba kişi gibi yürüme! Böyle bir iş yapma. Çünkü o takdirde Allah sana buğzeder. İşte bundan dolayı yüce Allah: ‘Şüphesiz ki Allah, kendini beğenip böbürleneni’ yâni başkalarına karşı büyüklük taslayarak onlara karşı haksızlık etmek, zulmetmek maksadıyla üstünlüklerini sayıp dökmeye kalkışan kimseyi ‘hiç sevmez.’ (S. HAVVÂ, 11/265)
Hadis: Câhiliye döneminde, üzerinde güzel elbise bulunan bir adam büyüklenerek yola çıktı. Allah Teâlâ arza emretti de (yarılıp) onu içine aldı. O kıyâmet gününe kadar yere batmaya devam edecek. (Buhâri, Müslim, Tirmizi, Nesâi, Müsned’den, İ. H. BURSEVİ, 15/214)
Hadis: Hafız Ebû‘l Kâsım et Taberâni şunu rivâyet etmektedir… Sabit b. Kays b. Şemmas’dan dedi ki: Rasûlullah (s)’in huzûrunda kibirden söz edildi. Bu konuda işi oldukça sıkı tuttu ve şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz ki Allah, kendini beğenip böbürleneni hiç sevmez.’ Orada bulunanlardan bir kişi şöyle dedi: Allâh’a yemin ederim ey Allâh’ın Rasûlü, ben elbiselerimi yıkarım, beyazlıkları hoşuma gider, ayakkabımın bağları hoşuma gider.’ Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Kibir bu değildir, kibir hakkı kabul etmemek, insanları da küçümsemektir. (S. HAVVÂ, 11/281)
(19).“Yürüyüşünde ölçülü (vekibirsiz) ol.’ Mûtedil olmak; aşırı gitmek ile kusurlu hareket etmek arasında orta yolu seçmek demektir. … İbn Kesir der ki: Yâni ağır da olmayan, aşırı derecede süratli de olmayan, her ikisinin arasında mûtedil bir şekilde yürü’ (S. HAVVÂ, 11/265)
‘.. yürüyüşünde ölçülü ol’ emri, sürücüler için de geçerlidir. Belirlenen hızdan fazla veya eksik vâsıta kullanmak, trafiğin düzen, emniyet ve akışını ihlâl eder. Özellikle vâsıtayı çok yavaş sürmek, trafiğin akışını önlediği gibi, fazla sürat de kazâlara sebep olur. Trafik kazâları binlerce can almakta, pek çok insanı sakat bırakmakta ve milyarlarca liralık servet kaybına neden olmaktadır. Bu itibarla vâsıta kullanımında ölçülü ve dengeli olmak, trafik kuralarına uymak da ‘.. yürüyüşünde ölçülü ol’ emrine dâhildir. (İ. KARAGÖZ 5/675)
‘Konuşurken sesini de alçak tut.’ İbn Kesir der ki: Konuşmakta abartıya kaçma! Fayda olmadık yerde de sesini yükseltme. (S. HAVVÂ, 11/266)
Sesini kıs; hitap ederken, konuşurken, özellikle iyiliği emredip kötülükten sakındırırken, duâ ve münâcat esnâsında sesini alçalt. Yâni bağırıp çağıran, nârâ atan, uzun dilli ve sert konuşan olma. Ancak düşmanı ve benzeri şeyleri korkutmak için sesi yükseltmek istisnâ edilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 15/216)
Yüce Allah konuşmada ölçülü ve dengeli olunmasını istediği gibi, Kur’an okuma, zikir ve duâda da ölçülü ve dengeli olunmasını istemektedir. ‘.. namazda sesini pek yükseltme..’(17/110), ‘.. kısık bir sesle duâ edin..’ (7/55), ‘.. yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret..’ (7/205) âyetleri bu gerçeği açıklamaktadır. (İ. KARAGÖZ 5/676)
‘Çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.” Çünkü eşeklerin sesi bir yerde cehennemliklerin soluk alıp vermelerini andırır. Seslerini yükseltenlerin eşeklere benzetilmeleri, onların bu şekilde yüksek sesle konuşmalarının anırmaya benzeyeceğini ifâde etmekte ve böylelikle sesi yükseltmenin son derece çirkin bir şey olduğuna dikkat çekilmektedir. (S. HAVVÂ, 11/266)
Hadis: Merkep anırmasını işittiğinizzaman şeytandan Allâh’a sığının. Çünkü o, şeytanı görmüştür. Horozun ötüşünü işittiğiniz zaman ise Allah’tan lütuf isteyin. Çünkü o, meleği görmüştür. (Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizi, Müsned’den İ. H. BURSEVİ, 15/219)
31/20-26 ALLAH KALPLERDE OLANI ÇOK İYİ BİLİR
20. (Ey insanlar!) Göklerde ve yerde olan şeyleri, Allâh’ın size hizmet etmeleri için yarattığını, size açık ve gizli nîmetlerini (bolca) tamamladığını görmez misiniz? (Görmeniz gerekir) Yine de, öyle insanlar vardır ki hiçbir ilmi, hiçbir rehberi, hiçbir aydınlatıcı kitabı yokken (hâlâ) Allah hakkında tartışır.
21. Müşriklere: “Allâh’ın indirdiği (Kur’ân’ı)na uyun.” denildiği zaman: “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız.” derler. Şeytan onları alevli ateşin azâbına çağırıyorsa da mı (atalarınınyolundagidecekler)? [krş. 2/170; 43/22]
22. Kim iyi davranışlarda bulunarak (samimiyetle) özünü Allâh’a teslim ederse, hiç şüphesiz o, en sağlam kulpa (İslâm’a) yapışmış olur. (Bütün) işlerin sonu, ancak Allâh’a varır.
23. (Ey Peygamberim!) Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü ancak bizedir. Biz de onlara yaptıklarını (vekarşılığını) haber veririz. Şüphesiz ki Allah, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.
24. Kâfirleri (dünyâda) biraz geçindirir, sonra onları ağır bir azap ile (karşılaşmaya) mecbur ederiz. [bk. 3/178; 19/84; 86/17]
25. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki kâfirlere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka: “Allah” derler. Sen de (onlarınbuitirâfındandolayı): “Hamdolsun Allâh’a” de. Fakat onların çoğu (bununanlamını) bilmezler.
26. Göklerde ve yerde(kişeylerinhepsi), ne varsa Allâh’ındır. Şüphesiz Allah Ganîdir (hiçbirşeyemuhtaçdeğildir), hamde (övgüye) lâyık olan da O’dur.
20-26. (20).‘Göklerde ve yerde olan şeyleri, (Göklerde: Güneş, Ay, yıldız ve başka yaratıkları; Yerde olanları: denizler, nehirler, mâdenler, hayvanlar ve başka varlıkları, S. HAVVÂ, 11/284) Allâh’ın sizin istifâdeniz için yarattığını, size açık ve gizli nîmetlerini (bolca) tamamladığını görmediniz mi?’ ‘.. görmediniz mi?’ sorusu, istifhâm-ı inkâri olup, görmeniz, bilmeniz ve incelemeniz gerekir anlamındadır. Yüce Allâh’ın varlığına, birliğine, gücüne ve nîmetlerine delâlet eden iki çeşit âyeti vardır: Biri kitâbi, diğeri kevnî âyetlerdir. Bütün varlıklar Allâh’ın varlığına ve gücüne bir alâmet ve delildir. Yüce Allah, bunların görülmesini ve bilinmesini istemektedir. (İ. KARAGÖZ 5/678)
Yine de, öyle insanlar vardır ki hiçbir ilmi, hiçbir rehberi, hiçbir aydınlatıcı kitabı yokken (hâlâ) Allah hakkında tartışır.’ Allah hakkında tartışmak; Allâh’ın varlığı, birliği, gücü ve diğer sıfatları hakkında tartışmaktır. Müşriklerin putlara ilâh, meleklere Allâh’ın kızları (53/21, 27), Hıristiyanların Hz. Îsâ’ya ilâh ve Allâh’ın oğlu, (5/17, 72-74, 9/30). Yahûdilerin Hz. Üzeyir’e Allâh’ın oğlu (9/30) demeleri, deistlerin Allah yarattıktan ve kâinâta bir düzen kurduktan sonra insana ve kâinâta karışmıyor demeleri, ateistlerin Allâh’ın varlığını inkâr etmeleri, bu âyetin kapsamına girer. (İ. KARAGÖZ 5/679)
‘Görmez misiniz ki Allâh göklerde olanları da yerde olanları da sizin hizmetine sunmuş…’ buyruğu (a) göklerde ve (b) yerde bulunan herşeyin insan için hizmetine sunulduğunu ifâde etmektedir. Gökler insan için hizmete sunulmuştur. Çünkü oraya bakanlar, gerçekten zevklenirler. Gökler vâsıtasıyla Allâh’ı tanırlar. İnsan gökleri tanımak sûretiyle bilgiye olan susamışlığını giderir. Diğer taraftan bu kâinat düzeninin birbirine, çekim kânunları ile bağlılığı söz konusudur. Bu da göklerin insanın hizmetine sunuluşunun tecellîlerindendir. Güneş ve Ay olmaksızın hayat olmaz; bu da hizmete sunmanın bir tecellîsidir. Yıldızlardan yeryüzüne birtakım ışıklar ulaşır ve yıldızlar sâyesinde insanlar yollarını bulurlar. İşte bütün bunlar bir tür insanın hizmetine sunmadır. (S. HAVVÂ, 11/293)
(a). GerçektenAllah göklerde olanları, insan denen bu canlının hizmetine sunmuştur. İşte güneşin, ayın ışığı, yıldızların yol göstericiliği, yağmur, hava ve onda gezinen kuşlardan yararlanmayı onun erişebileceği çerçeveye koymuştur. Yerde bulunan varlıkları da onun hizmetine vermiştir. Yerdeki durum daha açık, gözlemlenmesi ve kontrolü daha kolaydır. Onu bu geniş mülkte temsilci ve yerin içerdiği hazîneleri elde edebilir kılmıştır. O hazînelerin kimi gizli, kimi açıktır, kimini insan biliyor, kimini etkilerinin dışında özünü kavrayamıyor, anlamadan yararlandığı güçlerin sırları gibi onlardan kimini de hiç bilmiyor. Kuşkusuz insan gece ve gündüzün her ânında Allâh’ın ne ölçüde kavranılmaz türleri sayılıp bitirilemez nîmeti ile kuşatılmış durumdadır. Tüm bunlara karşın insanların bir kısmı ne şükrediyor, ne Allâh’ı anıyor, ne çevresindeki olayları düşünüyor ve ne de karşılıksız iyilikte bulunan, nîmet verene kesin inanıyorlar. (S. KUTUB, 8/231)
Yüce Allah âyette iki şeyi insanların hizmetine sunduğunu bildirmektedir: (a). Göklerde olanlar, (b). Yerde olanlar. (..) (b). Yerde Olanlar: Toprak, bitkiler, ağaçlar, meyveler, mantarlar, denizler, ırmaklar, göller, mâdenler, hayvanlar, kısaca yerin altında ve yüzeyinde bulunan herşey… (İ. KARAGÖZ 5/678)
‘açık ve gizli nîmetlerini’: delil ile bilinebilen, müşâhede ile görülen. Açık ile maksat, görme, işitme, dil ve diğer organlar; ‘gizli’den kastın ise kalp, akıl, kavrama ve benzeri nîmetler olduğu da söylenmiştir. (S. HAVVÂ, 11/284)
Tefsirlerde 20’nci âyet metnindeki ‘ilim’ akla veya nakle dayanan bilgi, ‘hüda’ akıl ve basireti, ‘kitâbün münir’ ise ilâhi vahiy olarak açıklanmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/342)
(21).‘Onlara: “Allâh’ın indirdiği (Kur’ân’ı)na uyun.” denildiği zaman: “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız.” derler. Şeytan onları alevli ateşin azâbına çağırıyorsa da mı?’ Allâh’ın kitabına uyan, elbette Rasulü’ne de uyar. (bk. 5/104, H. T. FEYİZLİ, 1/412)
‘..saîr / alevli ateş’: Cehennemin isimlerinden biridir. Cehennemde ilâhi cezânın esâsı ateştir. Bu yüzden cehennem cezâsı ateşle nitelenmiş ve cehennemin yedi isminden altısı ateş anlamına gelen kelimelerden seçilmiştir. Kâfirler, cehenneme atılacaklar, orada ebedi olarak kalacaklardır. (İ. KARAGÖZ 5/680, 681)
(22).‘Kim iyi davranışlarda bulunarak (samimiyetle) özünü Allâh’a teslim ederse,’ Allâh’ın emrine bağlanarak, O’nun şeriatına uyar ve bu arada da kendisine emrolunanlara uymak ve yaklaşmamak istenen terk etmekte ihsan ile hareket ederse, ‘hiç şüphesiz o, en sağlam kulpa yapışmış olur.’ İbn Kesir der ki: Yâni o yüce Allah’tan kendisine azap etmeyeceğine dâir sağlam bir teminat ve söz almış demektir. (S. HAVVÂ, 11/285)
İhsan: Bir hadisteihsan, (iyilik yapma, iyi davranma) derecesi şöyle belirlenmiştir: İhsan, Allâh’ı görüyormuşsun gibi O’na ibâdet etmendir. Her ne kadar sen, O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir. (Buhâri, Müslim, ayrıca bk. Nahl 16/128; Yûnus 10/26) Burada müminin Allâh’a tam teslim olması kastedilmiştir. Müminin her an Yüce Allâh’ın huzûrunda olduğunu bilerek ve sürekli olarak görüldüğünü düşünerek davranması, iç kontrol bakımından önemlidir. Böyle bir kişinin kötülük yapması düşünülemez. (H. DÖNDÜREN, 2/654)
Sağlam kulp, Allâh’ın dînidir. Cenâb-ı Hakkın sapasağlam ipi olan Kur’ân-ı Kerîm ile ona nasıl uyulacağını nümûne şahsiyetiyle örnekleyen Rasûlullah (s) efendimizdir. Nitekim Allah Rasûlü (s) şöyle buyurur: Hadis: Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünneti. (Muvatta’dan, Ö. ÇELİK, 4/54)
(23).‘Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin.’ Böyle olaylar üzerine, Hz. Peygamberin üzülmemesi için indirilmiş birçok âyet vardır. Kehf ve Yâsin sûrelerinde; ‘Onların bu sözü seni üzmesin.’ Şuarâ sûresi 3’ncü âyetinde ‘Neredeyse kendini onlar îman etmiyorlar diye parçalayacaksın’ buyuruluyor. İşte bu âyette de aynı anlamda; ‘onların küfretmeleri seni üzmesin’ buyurulmakta ve Allah (cc) Hz. Peygamberi teselli etmektedir. (M. TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 7/597)
‘Onların dönüşü ancak bizedir. Biz de onlara yaptıklarını (vekarşılığını) haber veririz.’ Haber verme, siz şunu şunu yaptınız şeklinde değil; yaptıklarının karşılığını Biz onlara gösterir, cezâsını da veririz, anlamındadır. (M. TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 7/597, 598)
‘Şüphesiz ki Allah, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.’ Şüphesiz Allah (cc) gönüllerde olanı dahi bilir. Değil yaptıklarını, söylediklerini, gönüllerinden geçeni de bilir. Bakara 284’ncü âyetinde ‘Allah nefislerinizde olanı gizleseniz de, açığa çıkarsanız da Allah onlardan sizi hesâba çeker.’ Âyeti nâzil olunca sahâbe, Hz. Peygambere; ‘Ya Rasûlallâh, kalbimizden öyle kötü şeyler geçiyor ki, biz mahvolduk’ deyince, Hz. Peygamber yine; ‘Allah hiçbir nefsi gücünün üstünde hiçbir şeyle mükellef tutmaz’ âyetini okur. Kötülük, kalbe ilk geldiğinde insanın buna gücü yetmez ama ilk gelişten sonra, o kalbe gelen kötülüğü hayâlinde plân yapıp devam ettirmezse bir sorumluluk yoktur. Fakat devam ettirirse sorumlu olur. (M. TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 7/598)
(24).‘Onları (dünyâda) biraz geçindirir, sonra onları ağır bir azap ile (karşılaşmaya) mecbur ederiz.’ Yâni kâfirleri dünyâ menfaatleriyle biraz faydalandırırız. Ya da az bir süre yararlandırırız. Hemencecik geçiveren kısa bir zaman için nîmet ve mutluluk gibi nasipler veririz. İnsanlar dünyâdaki nîmetlerden çok yararlansalar da neticede bu, yok olacaktır. Dolayısıyla devamlı olan âhiret nîmetlerine nispetle, ne kadar çok olsa da bir gün yok olacak nîmetler elbette azdır. (İ. H. BURSEVİ, 15/232)
(25).‘Andolsun ki kâfirlere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka: “Allah” derler. Sen de (onlarınbuitirâfındandolayı): “Hamdolsun Allâh’a” de. Fakat onların çoğu (bununanlamını) bilmezler.’ İnsanların çoğu, Allâh’ı kâinâtın Hâlik’ı olarak kabul etmenin zorunlu sonuç ve gereklerini, bununla neyin çatıştığını bilmez. Bir kimse Allâh’ı yerin ve göklerin yaratıcısı olarak kabul ettiği zaman, İlâh ve Rabbin yalnızca Allah olduğunu da kabul etmek zorundadır. Yalnızca O’nun ibâdet ve taate lâyık olduğunu, yalnızca O’ndan yardım istenebileceğini ve O’ndan başka hiçbir varlığın, yaratılmışın kânun koyucu ve hüküm koyan olamayacağını da kabul etmek zorundadır. Birincisi Hâlik’tan başkasını ilâh kabul etmek akla aykırıdır ve yalnızca câhillerin içine düşebileceği bir çelişkidir. Aynı şekilde bir varlığın yaratıcı olduğuna inanıp, onun yarattıkları arasından birini (yâni sahte tanrıları) belâları giderici veya bir ilâh, kudret, hüküm ve hâkimiyet sâhibi bir varlık olarak kabul etmek, hiçbir akıl sâhibinin teslim ve tasdik edemeyeceği bir çelişki olacaktır. (MEVDÛDİ, 4/301)
Andolsun ki onlara :‘Gökleri ve yeri kim yarattı? Diye sorsan; Allah, derler.’ Bu soru ile gökleri ve yeri yaratanın sâdece Allah olduğunu kabul etmek zorunda bırakıldıklarını ve hamdin ve şükrün de yalnız O’na yapılması, O’ndan başkasına ibâdet edilmemesi gerektiğini itiraf etmek zorunda bırakılmaktadırlar. ‘Hayır onların çoğu bilmezler.’ Bu sorunun onları böyle bir itirafta bulunmak durumunda bırakıldığının farkına varmazlar. Buna dikkatleri çekilecek olursa, gereken şekilde dikkat etmezler. (S. HAVVÂ, 11/286)
İnsanların çoğu ilâhi gerçekleri bilmezler: Allâh’ın varlığını ve yaratıcı olduğunu kabul ettikleri hâlde, başka varlıklara ilâh demek, câhilliktir. Allâh’ı hakkıyla tanımamaktır. İnsanların çoğu îman etmediği (16/83), kâfir olduğu (11/17) ve Allâh’a ortak koştuğu (12/106) için gerçekleri bilmemektedir. (İ. KARAGÖZ 5/685)
(26).‘Göklerde ve yerde(kişeylerinhepsi), ne varsa Allâh’ındır.’ 26’ncı âyete göre müşriklerin taptıkları putlar da dâhil olmak üzere evrendeki herşey Allâh’a âittir, O’nun mülküdür; herşey O’na muhtaçtır ve O’nun hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur, dolayısıyla yaratma ve yönetmesinde sınırsız bir özgürlüğe sâhiptir. (KUR’AN YOLU, 4/343)
(..) Dahası O, göklerde ve yerde bulunan herşeyin de Rabbidir. Allah bu kâinatı yaratıp da, başkaları hepsine yâhut bir kısmına hükmetsin diye onu terk etmiş değildir. Tam aksine bizzat O, yarattıklarının Rabbidir ve bu kâinatta var olan herşey O’nundur. Yalnızca O, ilâhi hak ve kudrete sâhiptir; başka hiçbir varlık değil. (MEVDÛDİ, 4/303)
‘Şüphesiz ki Allah, asıl ganî ve övülmeye lâyık olandır.’ Yâni O, tek başına müstağnidir. Zengindir; O’nunla birlikte müstağni, zengin olan kimse yoktur. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Allah zengindir, sizler ise fakirlersiniz.’ (Muhammed, 47/38) buyurmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 15/233)
31/27-30 ALLÂH’IN SÖZLERİ YAZMAKLA TÜKENMEZ
27. (Ey Peygamberim!) Eğer yerdeki ağaçlar (birer) kalem olsa, deniz de (mürekkepolsa), ardından yedi deniz ona (katılıp) yardım etse yine (bunlartükenirde) Allâh’ın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak gâlip, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.’
28. (Eyinsanlar!) Sizin (toptan) yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz, tek bir kişi(ninyaratılması) gibi (kolay)dır. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, görendir.
29. (Ey Peygamberim!) Görmedin mi Allah, geceyi gündüze katıyor, gündüzü de geceye katıyor (böyleceonlarıuzatıpkısaltıyor). Güneşi ve ayı istifâde(niz) için yaratmıştır. Her biri, belirli bir vakte kadar (kendiyörüngesinde) akıp gidecektir. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. [bk. 22/65; 45/13]
30. Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Muhakkak ki O’ndan başka yalvardıkları (sığındıklarıputlarveputlaştırılanşeyler) ise (tümüyle) bâtıldır. Şüphesiz Allah, çok yüce, çok büyüktür. [bk. 22/62]
27-30. (27).‘Eğer yerdeki ağaçlar (birer) kalem olsa, deniz de (mürekkepolsa), ardından yedi deniz ona (katılıp) yardım etse yine (bunlartükenirde) Allâh’ın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak gâlip, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, denizler de yedi kat fazlası ile mürekkep olsa ve bu kalemlerde bu mürekkepler yazı için kullanılsa, Allâh’ın kelimeleri tükenmez; fakat kalemler ve mürekkepler bitip tükenir. (S. HAVVÂ, 11/286)
27’nci âyette verilen misâl, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret ve azametini, Kur’ân’ı Kerîm’in şeref ve kıymetini beşeri idrak seviyesine yakınlaştırmaya çalışarak, kulları sahte tanrıları bırakıp yalnızca Allâh’a teslimiyete yönlendirmektedir. (bk. Kehf, 18/109) Yine Allah, öyle nihâyetsiz bir kuvvet ve kudrete sâhiptir ki, O’na göre – isterse trilyonlarca olsun – bütün insanları yoktan yaratmak, öldürmek ve yeniden diriltmek, sâdece bir insanı yaratıp diriltmek gibidir. O’nun için ‘zorluk’ diye bir şey söz konusu değildir. (Ö. ÇELİK, 4/55)
Kısaca; âyet Allâh’ın azameti, kibriyâsı, celâli, tam kelimeleri, ilmi ve hiçbir kimsenin kuşatamayacağı, mâhiyetine ve derinliğine hiçbir beşerin muttali olamayacağı / öğrenemeyeceği ilâhi sırlarını habervermektedir. Âyetin benzeri olan bir başka âyet şudur: ‘Deniz, Rabbimin kelimeleri için mürekkep olsa, bir o kadar denizi yedekte bulundursak bile Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.’ (Kehf, 18/109, ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 7/603)
(28).‘(Eyinsanlar!) Sizin (toptan) yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz, tek bir kişi(ninyaratılması) gibi (kolay)dır.’ Bir tek nefis yaratmak ve bir tek nefsi diriltmek gibidir. Yâni O’nun kudreti açısından çoğun ve azın farkı yoktur. Bir işle uğraşması, bir başka işle uğraşmaktan O’nu alıkoymaz. (S. HAVVÂ, 11/286, 287)
Dilemenin salt yaratılacak nesneye yönelimi ile yaratmayı gerçekleştiren irâde açısından bir veya birden fazla nesnenin yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında sınırlı bir emek harcamadığı gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de. O’na göre bir tek kişinin yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin diriltilmesi ile milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir ‘kelime’ dilemedir, sâdece ‘Bir şey dilediği zaman O’nun buyruğu sâdece o şeye ‘ol’ demektir, hemen olur.’ (Yâsin, 36/82; S. KUTUB, 8/235, 236)
Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: ‘Bizim emrimiz tek bir olup göz kırpması gibidir.’ (Kamer, 54/50). Obirşeyibirdefaemreder, bu da hemen oluverir. Bu emrin tekrar edilmesine ve tekidedilmesineihtiyaç yoktur. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: ‘Fakat o ancak bir haykırıştır. O zaman, onlar, görürsün ki hemen diri olarak toprağın yüzündedirler.’ (Nâziât, 79/13-14; ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN 7/604)
‘Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, görendir.’ Bir tek kişinin durumunu nasıl görüyor nasıl sözlerini işitiyorsa, bütün mahlûkâtınki de öyledir. Aynı şekilde O’nun kullarına kâdir olması bir tek nefse kâdir olması gibidir. (S. HAVVÂ, 11/287)
(29).‘Görmedin mi?’ (Bu) soru istifhâm-ı inkâri olup, ‘gör, bil ve anla’ demektir. Hitap, Hz. Peygambere ve O’nun şahsında bütün müminleredir. Bütün yaratılmışlar, Allâh’ın varlığına, birliğine ve gücüne delâlet eder. Yaratılanları gözleyen ve inceleyen, aklını ve muhâkemesini kullanan insan, bu gerçekleri görür ve bilir. (İ. KARAGÖZ 5/687)
‘Allah, geceyi gündüze katıyor, gündüzü de geceye katıyor. Güneşi ve ayı istifâde(niz) için yaratmıştır.’ Yâni ‘gündüz ile gecenin sâbit ve düzenli biçimde ortaya çıkıp dönüşmesi’, kendiliğinden, güneşveayın bir sisteme boyun eğdiğini gösterir. Güneş ve ay burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün önde gelen cisimleridir. O kadar ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu bunlara ilâh olarak tapmıştır ve bugün bile birçok kimse için durum böyledir. Ancak gerçek şu ki Allah, yeryüzü de dâhil olmak üzere kâinâtın tüm yıldız ve gezegenlerini, kendisinden bir parmak bile sapamayacakları bir sisteme bağımlı kılmıştır. (MEVDÛDİ, 4/303)
‘Her biri, belirli bir vakte kadar (kendiyörüngesinde) akıp gidecektir. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.’ Yâni, ister güneş olsun, ister ay, isterse diğer yıldız ve gezegenler âlemde hiçbir şey ebedi değildir. Herşeyin bir eceli vardır ve görevini ancak vâdesi gelinceye kadar sürdürebilir. Herşeyin var olmadan önceki zaman içinde bir başlangıcı ve ondan sonra olamayacağı bir sonu vardır. Bu, böyle geçici ve güçsüz varlıkların insanın tanrıları olamayacağı gerçeğini içerir. (MEVDÛDİ, 4/303)
(30).‘Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Muhakkak ki O’ndan başka yalvardıkları (sığındıklarıputlarveputlaştırılanşeyler) ise (tümüyle) bâtıldır. Şüphesiz Allah, çok yüce, çok büyüktür.’ Yâni onlar hayâlinizin kuruntularıdır. Falanın ilâhlığa ortak olduğunu, filâna zorlukları savacak, ihtiyaçları giderecek gücün verildiğini siz kendiniz uyduruyorsunuz. Oysa aslında bunlardan hiçbiri herhangi bir şeyi kılma veya kılmama gücüne sâhip değildir. (MEVDÛDİ, 4/304)
O’nun dışında herşey dönüşür – değişir, O’nun dışında herşey azalır – çoğalır, O’nun dışında herşey güçlülük, zayıflık, gelişme, çöküntü, ilerleme, gerileme gösterir. Varken yok olurlar. Değişmez, başkalaşmaz, yok olmaz, ebedi, sürekli olan – olumsuzluklardan beri olan – yalnız O’dur. (S. KUTUB, 8/237)
31/31-34 İNSANLARIN BİLEMEDİĞİ BEŞ ŞEY
31. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın nîmeti (velütfu) ile gemilerin denizde akıp gitmekte olduğunu görmedin mi? (Gör ve bil) Bu, (kudretinin) delillerinden bir kısmını size göstermek içindir. Muhakkak ki bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.
32. (Gemidegiderken) onları, gölge yapan (dağvekarabulut)lar gibi dalga sardığı zaman; (gönüllerindebağlılıkgösterdikleriputlarıatarak) artık dîni yalnız Allâh’a has kılarak (ihlâslaO’na) yalvarırlar. Sonra (Allah) onları karaya çıkarıp kurtarınca, içlerinden (yalnız) bir kısmı, dengeli (mutedilvedoğru) yolu tutar. Bizim âyetlerimizi nankör gaddarlar inkâr eder. [bk. 29/66. Ayrıcakrş. 17/67; 30/33-34]
33. Ey insanlar! Rabbinizin emrine uygun yaşayın, babanın çocuğuna fayda veremeyeceği, çocuğun da babasına fayda veremeyeceği bir günden korkun! Şüphesiz ki Allâh’ın vaadi gerçektir. Dünyâ hayâtı, sizi aslâ aldatmasın. O çok aldatıcı (şeytanvedostları) da sizi Allâh(’ınaffı) ile sakın aldatmasın (günahadaldırmasınveibâdettenalıkoymasın!)
34. (Kıyâmet) saatin(in) ilmi şüphesiz ki Allâh katındadır. Yağmuru (dilediğimiktarveşekilde) O indirir. Rahimlerde ne olacağını O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (herşeyden) haberdardır.
31-34. (31).‘Allâh’ın nîmeti (velütfu) ile gemilerin denizde akıp gitmekte olduğunu görmedin mi? Bu, (kudretinin) delillerinden bir kısmını size göstermek içindir. Muhakkak ki bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.’ Gemiler denizde, Allâh’ın deniz, gemi, rüzgâr, yer ve göğe koyduğu yasalar uyarınca yürürler. Gemileri denizde batmadan veya dikilip kalkmadan yürür kılan, bu yaratıkların bu özellikleriyle yaratılmalarıdır. Eğer bu özellikler, herhangi bir yönde değişecek olsa, gemiler denizde yüzmez. Suyun veya geminin yapıldığı maddenin yoğunluğunun değişmesi, deniz yüzeyinde hava basıncı oranının değişmesi, hava ve su akıntılarının değişmesi, suyun su kaldırma sınırı ve hava ile su akıntılarının uygun sınırlarını aşacak ölçüde ısının değişmesi gibi… Eğer bu oranlardan hangi yönde olursa olsun bir teki değişecek (olursa), gemiler suda yürümez. Tüm bu elverişli şartların var olduğu durumda da, fırtınada dalgalar arasında, Allah’dan başka tutunacakları bir şeyin olmadığı yerde, gemilerin koruyucusu, gözeteni yine Allah’tır. (S. KUTUB, 8/238)
(32).‘(Gemidegiderken) onları, gölge yapan (dağvekarabulut)lar gibi dalga sardığı zaman; (gönüllerindebağlılıkgösterdikleriputlarıatarak) artık dîni yalnız Allâh’a has kılarak (ihlâslaO’na) yalvarırlar. Sonra (Allah) onları karaya çıkarıp kurtarınca, içlerinden (yalnız) bir kısmı, dengeli yolu tutar. Bizim âyetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.’ ‘Dîni yalnız Allâh’a hâlis kılmak’tan kasıt ise, O’nu tevhid edip, sâdece O’na itaat etmek demektir. İşte onlar böyle bir durumda iken Allâh’a tevhid ile yönelmekle berâber; ‘onları karaya çıkararak kurtardığı zaman da içlerinden bir kısmı orta yolu tutar.’ Yâni îman ve daha önce ortaya koyduğu ihlâs üzere kalır, bir daha küfre dönmez veya denizde sâhip olduğu ihlâsta orta yolu tutar. Yâni bu korku esnâsında meydana gelen ihlâs aynı derecede hiçbir kimsenin yanında varlığını sürdürmez. İşte buna göre ortayoldaolan, amelinde orta yolu izleyen kimse demek olur. Veya çok az bir amele sâhip olan kişi demektir. (S. HAVVÂ, 11/290)
İbn Kesir şöyle diyor: Burada bu ifâde ile bu şekilde dehşetli ve büyük işlere denizde bu göz kamaştırıcı âyetlere tanık olduktan, Allâh’ın da kendisini kurtararak nîmette bulunduktan sonra, eksiksiz bir amelde bulunması, ibâdette gayretli olması, hayırlara koşmakta elini çabuk tutması îcâb ederdi. Fakat bütün bunlardan sonra orta yolu tutan bir kimse, kusurlu davranmış olacağından, böyle davrananların bu tavırlarının inkârı (reddi) mânâsına gelme ihtimâli de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (S. HAVVÂ, 11/290, 291)
‘Muktesıd: orta yolu tutanlar’ kelimesine münâfık ya da kâfir anlamını vermek doğru değildir. Doğru olan, söz konusu kelimeyi, Allâh’a ve O’nun birliğine samimi bir şekilde inanan; ancak İbn Kesir’in de dediği gibi ibâdetinde eksiklik ve kusur söz konusu olan kişi diye tanımlamaktır. (M. DEMİRCİ, 2/546)
(33).‘Ey insanlar! Rabbinizin emrine uygun yaşayın, babanın çocuğuna fayda veremeyeceği, çocuğun da babasına fayda veremeyeceği bir günden korkun!’ Yâni babanın çocuğu adına borçlarından bir şey ödeyemeyeceği, günahlarını üstlenemeyeceği ve ona kendi sevaplarından veremeyeceği, aynı şekilde çocuğun da babası için bahsedilen / sözü edilen bu hususlardan hiç birini yapamayacağı, babanın oğlundan azâbı uzaklaştıramayacağı o ‘günden’ kıyâmet gününden ‘çekinin’ korkun. (İ. H. BURSEVİ, 15/253)
Âhirette diğergâmlık: Âhirette herkes önce kendini kurtarmaya çalışacaktır. Bu yüzden ne babanın oğluna ve ne de oğulun babasına bir faydası olmaz. ‘O gün ne mal, ne de oğullar yarar vermez. Ancak Allâh’a temiz kalp getiren yarar görür.’ (Şuarâ, 26/88, 89) ‘İşte o gün kişi kaçar kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğullarından’ (Abese, 80/34 – 36) Ancak Rabbi nezdinde itibârı olan peygamberler, şehitler, sâlihler başkalarına şefaat ederek yardımcı olabilir. Bu gibi güzel amel sâhibi olan kişinin kendi âile fertlerine yardımcı olması da mümkündür. (H. DÖNDÜREN, 2/654)
Âhirette alışveriş olmaz. Anne, baba ve çocukları dâhil kimse kimseye sevabından vermez, günahını alıvermez. Kâfirler için şefaat eden olmaz (2/254), olsa bile kabul edilmez (26/99, 103, 74/48), fidye de kabul edilmez (2/123). Müminler için hem şefaat hem Allâh’ın affı, lütfu ve merhameti olur. Bukonuyuaçıkçaanlatanâyetve hadisler vardır. (19/87, 43/86, 21/28, 20/109; İ. KARAGÖZ 5/694)
‘Şüphesiz ki Allâh’ın vaadi gerçektir.’ Haşr, cennet, cehennem, mükâfat ve cezâ ile alâkalı verdiği söz gerçektir. Ondan dönüş yoktur. (İ. H. BURSEVİ, 15/254) (..) Gecikmez, yanlış çıkmaz. Bu zor durumla karşılaşmaktan kaçış yoktur. Babanın oğula ve oğulun babaya yararı dokunmayacak duyarlı yargı ve âdil karşılıktan da kaçış yoktur. (S. KUTUB, 8/239)
‘Dünyâ hayâtı, sizi aslâ aldatmasın.’ Dünyâ hayâtından maksat, onun ziyneti, süsü ve emelleridir. Yâni dünyânın gönül çeken, aldatan malları sizi aldatmasın. (İ. H. BURSEVİ, 15/254)
Dünyâ hayâtında bulacağınız rahat ve huzur, âhiret yurdunu size unutturmasın. Dünyâ hayâtı süsleriyle, zevkleriyle sizleri oyalamasın. Çünkü bu hayâtın nîmetleri kısa ömürlü, lezzetleri fânidir. (S. HAVVÂ, 11/292)
‘O çok aldatıcı (şeytanvedostları) da sizi Allâh(’ınaffı) ile sakın aldatmasın’ Bütün bu sıkıntı ve zorlukları aşabilmek için gösterilen kurtuluş yolu îman, takvâ ve sâlih amellerdir. Bunlara yönelebilmek ve maddi, mânevi tüm imkânları bu yola sarf edebilmek için ‘iki aldatıcı’ ya karşı dikkatli olmak gerekir: (1) Birincisi; dünyâ hayâtı; dünyânın insanı Allah’tan uzaklaştıran oyun, zevk ve eğlenceleri. (2) İkincisi; insanı, Allâh’ın af ve merhametine güvendirerek aldatan şeytan, nefis, kötü arkadaş gibi diğer aldatıcılar. (Ö. ÇELİK, 4/58)
(34).‘(Kıyâmet) saatin(in) ilmi şüphesiz ki Allah katındadır.’ Allah insanları sürekli uyanıklık, beklenti ve hazırlık çabası içinde olmaları için (1) kıyâmetin zamânını, kendisinden başkasının bilmediği gayblerden kılmıştır. Dolayısıyla insanlar onun ne zaman geleceğini bilmiyorlar. Belki de onlara, herhangi bir anda azık edinmek ve kıyâmet hazırlığı için zaman kalmaksızın ansızın gelecektir. (S. KUTUB, 8/240)
Hadis: Ebû Hüreyre’nin naklettiği Cibril Hadîsi’nde ‘kıyâmetin ne zaman olacağı’ sorusuna, Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: ‘Bu konuda, sorulan kişi sorandan daha bilgili değildir. Fakat sana onun alâmetlerinden haber vereyim: (a) Câriyenin efendisini doğurması, (b) Yalınayak baldırı çıplakların insanlara başkan olması. Bundan sonra Hz. Peygamber, yukarıdaki âyette yer alan beş gayb konusunu bildirmiştir. Sonra soruları soran kişi ayrılıp gidince, onu geri getirmelerini istemiş, fakat arkasından gitmek isteyenler, hiçbir şey görememişti. Bunun üzerine Nebi (s) şöyle buyurmuştur: Bu, Cibrildir, insanlara dinlerini öğretmek için geldi. (Buhâri Tefsir 31/2’den, H. DÖNDÜREN, 2/655)
(2)‘Yağmuru (dilediğimiktarveşekilde) O indirir.’ Bu âyet yağmuru indirenin Allah olduğunu vurguluyor. Çünkü yağmuru oluşturan, düzenleyen evrensel nedenlerin yaratıcısı yüce Allah’tır. Buna göre yağmur konusunda Allâh’ın tekelinde olan, metinden anlaşıldığı gibi yaratmaya güç yetirebilme tekelidir. Yağmurun iniş zamanının bilgisini Allâh’ın yalnız kendisinin bildiği sırlardan sayanlar, yanılmışlardır. (S. KUTUB, 8/240)
(3)‘Rahimlerde ne olacağını O bilir.’ Her an her aşamada rahimlerde olanın durumu nedir? Baştan rahimlerin kendilerinin eksiklik fazlalık durumları, döl, hacim ve gövdeye kavuşmadan dölün durumu, yumurta ve spermanın birleşmelerinin ilk anında kimsenin henüz bir şey öğrenmeye yol bulmadığı zaman, erkeklik dişilik açısından dölün türünün ne olduğu, çocuğun kime çekeceği, özellikleri, durumları ve yetenekleri… Bunların tümü Allâh’ın bilgisine özgüdür. (S. KUTUB, 8/240)
Allâh onun erkek mi kız mı, canlı mı cansız mı, organları tam mı eksik mi, mutlu mu bedbaht mı olduğunu bilir. (İ. H. BURSEVİ, 15/260)
(2)‘…. Fakat yağmurun yağma zamanı ve (3) rahimdeki bebek hakkında ‘Bunları yalnız Allah bilir’ gibi bir sınırlama bulunmamakta; sâdeceyağmuru Allâh’ın yağdırdığı, dolayısıyla zamânını da bildiği; kezâ O’nun rahimlerdekini de bildiği ifâde edilmektedir. Bu ifâdeden kesinlikle bu iki konuda Allâh’tan başkasının önceden bilgi sâhibi olamayacağı anlamı çıkmaz. Diğer bir ifâdeyle âyette diğer üç konudaki bilginin yalnız Allâh’a mahsus olduğu açıkça belirtilirken, yağmurun vakti ve henüz doğmamış olan bebeğin cinsiyeti ve özellikleri hakkında, böyle bir sınırlamaya yer verilmemiştir; bu da –eski tefsircilerin iddiasının aksine– belirtilen iki konuda insanların önceden bilgi sâhibi olabileceklerini gösterir. (KUR’AN YOLU, 4/345)
(4)‘Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez.’ Hayır şer, yarar zarar, kolaylık – zorluk, sağlık – hastalık, Allâh’ın emirlerini yerine getirme veya onlara ters düşme açılarından ne kazanacaktır? Kimse bilmez. Görüldüğü gibi, kazanma teriminin kapsamı, ticâri kazanç anlamıyla sınırlı olmayıp, ondan daha genel bir anlam içeriyor. O kişinin yarın karşılaşabileceği herşeyi kapsıyor. (S. KUTUB, 8/240)
(5)‘Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez.’ Yine hiç kimse ne zaman öleceğini bilemediği gibi, çârelerine başvursa bile, ‘nerede’ karada mı, denizde mi, ovada mı, yoksa dağda mı ‘öleceğini bilemez.’(İ. H. BURSEVİ, 15/261)
‘Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (herşeyden) haberdardır.’ Ayrıca, Allâh’ın zât ve sıfatlarının mâhiyeti, rûhun (17/85), sûrun (6/73; 18/99; 36/51 vd.), dâbbenin (27/82), Arş, Kürsü, Levh-i mahfûz, Sidre-i müntehâ, Kalem ve Beyt-i ma’mûr, cennet ve cehennemin mahiyetleri ve âhiret hâlleri de Allâh’ın bilgisindedir (bk. 6/59). İnsanların ne zaman diriltileceği (bk. 27/65); Kıyâmetin ne zaman kopacağı (bk. 7/187) bilgisi Allâh’ın katındadır, mutlak gayblardandır. [bk. 2/3; 6/59, H. T. FEYİZLİ, 1/413)
El Münâvi’nin el Camiu ‘ssağir’e yazdığı şerhte daha önce gördüğümüz ‘Beş şey vardır ki, onları Allah’tan başkası bilmez’ şeklindeki Büreyde hadîsine dâir açıklamalarda şunlar söylenmektedir: Burada, Allah’tan başkasının bilmemesinden kasıt, kuşatmak ve kapsamlı bir şekilde bilmektir; küllisiyle cüz’isiyle herşeyini bilmek demektir. Yüce Allâh’ın has yaratıklarından bâzılarını gaybi bâzı şeyleri bildirmesi, bu beş şey ile ilgili olsa dahi, buna aykırı değildir. Çünkü bildirdiği bu şeyler, cüz’i ve sayılabilen şeylerdir. Mutezile’nin bunu reddetmesi ise, bile bile bir inatlaşmadır. (Âlûsi’den, S. HAVVÂ, 11/297)
Yüce Allâh’ın sâdece kendisine tahsis ettiği bilgi, herkesin durumuna dâir etraflı, teferruatlı ve eksiksiz bilgidir. Meleğin bildiği ve Allâh’ın bâzı kullarına bildirdiği bilgilerin ise, bu bilgiden daha aşağı olması söz konusudur. Daha doğrusu şüphesiz olarak vâkıada onların bildikleri de böyledir. Evliyânın, sözü geçen şeyler hakkında elde ettikleri bilgiler olarak onların bu bilgisi bir yakini bilgi değildir, denilebilir. (S. HAVVÂ, 11/298)