37. Sâffât Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 182 âyettir. Adını birinci âyetten almıştır. Melekler, cin, âhiret gibi konulardan söz eder, geçmiş peygamberlerin hâllerini anlatır. (H. T. FEYİZLİ, 1/445)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
37/1-10 BİZ YAKIN GÖĞÜ YILDIZLARLA SÜSLEDİK
1-2-3-4. (Ey insanlar! İbâdetveitaatiçin) saflar hâline gelen, haykırıp (şeytanları, vahyemusallatolmaktanuzaklaştıran/insanlarıgünahtanhayrayönelten/bulutları) sevkeden, Kur’ân’ı okuyan (melek)lere andolsun ki şüphesiz sizin ilâhınız, elbette bir tek ilâh’tır.
5. (İlâhınız,) göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi ve doğuların da Rabbidir.
6,7 . Şüphesiz biz, (size) en yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik. Ve (onu) azıp itaatten çıkan herşeytandan koruduk. [krş. 15/16-18; 67/5]
8-9. Şeytanlar, “Mele-i a’lâ”yı (üstünmeleklertopluluğunu) aslâ dinleyemezler; her taraftan kovularak atılırlar. Onlar için (âhirette) sürekli bir azap vardır. [krş. 38/69-70]
10. Ancak, kim (omeleklerden) bir parça (söz) kaparsa, hemen onu (yakıp) delen parlak bir alev tâkip eder.
1-10. (1-4).‘Saflar hâline gelen, haykırıp sevkeden, Kur’ân’ı okuyan (melek)lere andolsun ki şüphesiz sizin ilâhınız, elbette bir tek ilâh’tır.’ (Bu âyetten meleklerin kastedildiği 164-165’nci âyet ve tefsirlerinden anlaşılmaktadır.) (H. T. FEYİZLİ, 1/445)
Saff, birçok şeyleri, düz bir çizgi nizâmı üzerinde sıra ile dizmek mânâsına masdar olup, dizilen sıraya da isim olarak ‘saff’ denilir. Namaz saffı, harp saffı nizâmı gibi. Allâh’ın hükümranlığında çeşitli mertebelerde tam bir düzen ile dizilip, vazife gören meleklere yemin ediliyor ki, bunda İslâm için istenen cemaat, cihad, ilim kuvvetleri gibi teşkilâtın esaslarına da işâret vardır. Bu durumda mânâ şu olur: Yemin ederim o meleklere, o kuvvetlere ki, saflar yapıp dizilmişler. Bu saff, Allâh’ın arşı etrafını donatmış olan meleklerden, tâ dünyâ göğünü süsleyen gök cisimlerinde yer alarak vazife yapmak için Allâh’ın emrine hazır bulunan meleklere kadar hepsini içine almakta ve esâsı beş vakit namazlarda bağlanan saflarla temsil edilen millet ve cemaate işâreti de içermektedir. (ELMALILI, 6/429, 430)
‘Toplayıp sürenlere’ (yemin olsun) (Şu hâlde) Gerek bulutları sevk eden sürücü melekler gibi sevk edici ve gerek genel olarak men ve def eden uzaklaştırıcı kuvvetler bu zorlayıcılardandır. Bu şekilde bütün mücâhid ordular buna dâhil olduğu gibi, özellikle kumanda edip götürenler ve öğüt verip yürütenler de buna dâhildir. (ELMALILI, 6/430)
‘Zikir okuyanlara ki (yemin olsun) Hak’tan vahiy, kitap, Kur’ân indirir, ilim ve mârifet telkin ederler. Bütün bunlara yemin ile önemlerini hatırlatarak söylerim ki ‘gerçekten sizin ibâdet edeceğiniz ilâhınız birdir.’ (ELMALILI, 6/430)
‘Zikir okuyanlar’ Allah’tan aldıkları vahyi peygamberlere ulaştıran melekler. Allâh’ın dînini insanlara ulaştırmak için seçilen peygamberler. Allâh’ın kitabını öğrenen, öğreten, yaşayan ve tüm insanlığa tebliğ etmeye çalışan hakiki âlimler ve İslâm dâvetçileri. Bir ismi de zikir olan ve emsalsiz öğüt ve nasihatlerle dolu bulunan Kur’ân-ı Kerîm’i anlayarak okumaya çalışan tüm Müslümanlar. Kur’ân’ın iyi ameller yapmayı, ahlâk ve âdâbı emreden âyetleri. (Ö. ÇELİK, 4/231)
Hadis: Cabir b. Semure (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Meleklerin Rableri huzûrunda saf saf dizildikleri gibi, siz de öyle dizilmez misiniz?’ Bizler: Melekler Rablerinin huzûrunda nasıl saf tutarlar? Diye sordu(k), o da ‘Öndeki safları tamamlar ve safta iyice kenetlenir, sıkışırlar’ diye buyurdu. (Müslim, Ebû Dâvud, Nesâi, İbn Mâce, el A’meş’ten rivâyetle, S. HAVVÂ, 12/206)
Bize göre bu âyetleri belli bir varlık türüne veya bir tür içindeki belli bir gruba hasretmek yerine – ifâdelerinin mutlaklığını da dikkate alarak – ilâhi yasalara boyun eğen bütün kozmik varlıklar yanında; aynı inanç ve kulluk bilincinde buluşup birleşerek Allâh’a yönelen, O’na kul olan, varlık düzeninde, ahlâki ve dîni hayatta O’nun yasalarının egemen olması için çalışan; dilinde, gönlünde, ve hayâtında yaşatan meleğiyle, insanıyla, bütün görünür ve görünmez varlıklaın kastedildiğini düşünmek daha isâbetlidir. (KUR’AN YOLU, 4/520)
(5).‘(İlâhınız,) göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi ve doğuların da Rabbidir.’ İnsan yeryüzünün neresinde olursa olsun, Güneş için tek bir doğuş yeri ve tek bir batış yeri görür. Onun için Güneşin batış yeri olan yer, yeryüzünün öbür tarafında bulunanlar için doğuş yeridir. Onun için Güneşin doğuşu başkaları için batışı demektir. Buna göre iki ayrı doğuş yeri ve iki ayrı batış yeri söz konusudur. Hakikatte ise küre şeklindeki yeryüzünün parçalarından herhangi birisi için her anda mutlaka doğuş ve batış söz konusudur. İşte bundan dolayı doğular ve bâtılar söz konusudur. Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsu söz konusu etmesi, onun pek çok mûcizelerindendir. Doğuların ve batıların zikredilmesi yeryüzünün küre oluşuna da işârettir. Çünkü yeryüzü küre şeklinde olmadıkça doğular ve batılardan söz etmek mümkün değildir. İşte bunda da Kur’ân-ı Kerîm’in iniş dönemindeki Arap Yarımadasının bilgilerine baktığımızda Kur’âni bir mûcizenin bulunduğunu görürüz. (S. HAVVÂ, 12/208)
(6, 7).‘Şüphesiz biz, (size) en yakın göğü bir ziynetle, yıldızlarla süsledik.’ Yakın gökten maksat, yeryüzünden bakıldığında gözlenen gökyüzüdür. Burada gökyüzünün, özellikle ay ışığının olmadığı berrak gecelerde çıplak gözle izlenen, yıldızlarla donatılmış muhteşem güzelliği hatırlatılarak bunu yaratan gücün mükemmellik ve eşsizliğine dikkat çekilmektedir. Gökyüzünün bu estetik manzarası başka âyetlerde, ‘Biz, yakın göğü kandillerle donattık’ şeklinde tasvir edilmektedir. (Fussilet 41/12; Mülk 67/5; KUR’AN YOLU, 4/521)
‘Ve (onu) azıp itaatten çıkan herşeytandan koruduk.’ İbn Kesir der ki: ‘Biz semâyı oradan hırsızlama, Mele-i A’lâ’nın sözlerini işitmek isteyen her azgın şeytana karşı koruduk. Bu şekilde sözü dinlemeye kalkıştı mı onu delip geçen bir alev gelir ve onu yakar. Âyette geçen ‘mârid’ itaatin dışına çıkan, inatçı demektir. Nesefi der ki: ‘Yâni bizler yıldızları hem semâ için bir süs, hem de şeytanlardan korumak için yarattık. (S. HAVVÂ, 12/204, 205)
(8, 9).‘Şeytanlar artık “Mele-i a’lâ”ya kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.’ Rasûlullah (s.a.v.)’in nübüvveti ve Kur’ân’ın inmeye başlaması ile birlikte gökyüzü daha sıkı bir koruma altına alındı ve şeytanların mele-i a’lâ’ya yâni gök ehlinin, meleklerin bulunduğu yüce meclise yükselip melekleri dinlemeleri yasaklandı. (bk. Cinn 72/8-10) Bundan itibâren gök ehlinin konuşmalarını dinlemek üzere yukarı çıkmak isteyen şeytanlar, her yandan üzerlerine atılan kıvılcımlarla kovalanırlar. Böylece gök haberlerini çalamazlar. Ancak hırsızlama bir haber kapan olursa, onun ardından da ışığı ile havayı delip geçen parlak yâhut yakıcı bir şihab yetişir ve onu yokeder. (bk. Hicr 15/17-18, Ö. ÇELİK, 4/232)
‘Kovulup atılırlar.’ İbn Kesir der ki: Oradan kovulup uzaklaştırılmalarını sağlayacak ve Mele-i A’lâ‘ya ulaşmalarını engelleyecek şekilde delici alevler ile taşlanır, kovulurlar. (S. HAVVÂ, 12/205)
‘Ve onlar için (âhirette) sürekli bir azap vardır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni onlar dünyâda iken şihablarla (delip geçen alevlerle) taşlanırlarken, âhirette de onlar için kesintisiz olarak bir azap hazırlanmıştır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni âhiret yurdunda onlar için kalıcı, devamlı ve ızdırap verici bir azap olacaktır.’ (S. HAVVÂ, 12/205)
(10).‘Ancak, kim (omeleklerden) bir parça (söz) kaparsa, hemen onu (yakıp) delen parlak bir alev tâkip eder.’ İşte bütün bunları yapan Allah, alemlerin Rabbidir. İlâhlığa ve ibâdete lâyık olan yalnız O’dur. Göğe yükseldikleri vakit, şeytanların taşlanmalarından ve sûrenin baş taraflarında meleklerden söz edilip, onların zikri okuduklarının belirtilmesinde, yüce Allâh’ın vahyini koruduğuna dâir bir işâret vardır. (S. HAVVÂ, 12/205)
Şeytanların en yüce melekler topluluğuna yaklaşıp bilgi çalmaya çalışmalarını ve bunların yakıcı ve delici ateş topu ile uzaklaştırılmalarını tam anlamı ile anlamamız imkânsız olmakla birlikte, bu âyetlerden Allâh’ın meleklere verdiği bilgilerin ve vahyin korunduğunu, gaybî bilgilere hiçbir kimsenin sâhip olamayacağını öğreniyoruz. (İ. KARAGÖZ 6/323)
37/11-21 O DİRİLTME KORKUNÇ BİR SESTEN İBÂRETTİR
11. (Ey Peygamberim!) Şimdi o (inkârede)nlere sor (bakalım): Yaratma bakımından kendileri mi daha zorlu (yadakuvvetli), yoksa bizim (obütün) yarattıklarımız mı? Şüphesiz biz kendilerini (ilkönce) yapışkan bir çamurdan yarattık. (Âhirettediriltmekisebundandahakolaydır.) [bk. 40/57]
12. (Rasûlüm!) Doğrusu sen, (onlarınAllâh’ınkudretiniinkâretmelerine) şaşırıyorsun. Onlar da (seni) alaya alıyorlar.
13. Kendilerine öğüt verilse, öğüt tutmazlar.
14, 15. Bir mûcize gördükleri zaman alaya alırlar ve: “Bu apaçık bir sihirden başkası değildir.” derler.
16, 17. “Biz, sâhiden ölüp de bir toprak ve kemik (yığını) olduğumuz zaman mı diriltileceğiz, evvelki atalarımız da mı (diriltilecek)?” derler.
18. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Evet, hem de hor ve aşağılanmış olarak (diriltilecesiniz).”
19. İşte o (dirilişânı) ancak korkunç bir ses (ikinciSûr’aüfürüş)ten ibârettir. Hemen onlar (dirilipşaşkınşaşkın) bakacaklar.
20. Ve (kâfirler): “Eyvah bize! Bu, hesap ve ayrışma günüdür!” derler.
21. “(Evet) bu, yalan saymış olduğunuz (iyiyikötüden) ayırma (vehüküm) günüdür” (derler).
11-21. (11).‘Şimdi o (inkârede)nlere sor (bakalım): Yaratma bakımından kendileri mi daha zorlu, yoksa bizim (obütün) yarattıklarımız mı? Şüphesiz biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık.’ İbn Kesir der ki: ‘Yüce Allah şöyle buyuruyor: Sen şu öldükten sonra dirilişi inkâr eden kimselere sor; yaratılış itibâriyle onlar mı daha çetindir, yoksa gökler, yer ve ikisinin arasında bulunan melekler, şeytanlar ve büyük diğer yaratıklar mı? Kendileri de bu mahlûkâtın kendilerinden yaratılış itibâriyle daha çetin olduğunu kabul edeceklerdir. Durum böyle olduğuna göre, öldükten sonra dirilişi ne diye inkâr ediyorlar? Hâlbuki inkâr ettiklerinden daha büyük olan şeylerin yaratıldıklarına şâhitlik etmektedirler. (S. HAVVÂ, 12/216)
(..) yaratılışı zor olan varlıklar hangileridir? Hemen ifâde etmek gerekir ki, göklerin ve yerin yaratılışı elbette insanın yaratılışından daha zordur. Buna göre gökleri ve yeri yaratıp onları direksiz olarak uzayda tutan Allah, (Ra’d 13/2; Lokman 31/10) insanı öldükten sonra tekrar diriltmeye kâdir değil midir? Hiç kuşkusuz O Yüce varlık bu kudrete de sâhiptir. Öyle ise eğer insan kâinâtın akıllara durgunluk veren kozmik işleyişini araştırırsa, yeniden dirilişi anlamakta güçlük çekmez. Çünkü bunun gerçekleşmesi insanların diriltilmelerinden çok daha zordur. Nitekim bu husus aşağıdaki âyette de açık bir şekilde ifâde edilmektedir. ‘Hâlâ görüp anlamadılar mı ki, hem gökleri hem de yeri yaratmış ve onları yaratmakta yorulmamış olan Allah, ölüleri diriltmeye de muhakkak kâdirdir. Evet O, herşeye kâdirdir.’ ((Ahkaf 46/13). Buna göre kısaca denilebili ki, yukarıda anılan âyetteki mevcut kıyâsın / karşılaştırmanın bir tarafında insan, diğer tarafında gökler, yer, yıldızlar, dağlar denizler; kısacası evrendeki tüm varlıklar yer almaktadır. Böyle bir karşılaştırmanın amacı da hiç kuşkusuz insanın îman etmesine kapı aralamaktır. (M. DEMİRCİ, 2/673, 674)
(12).‘(Rasûlüm!) Doğrusu sen, (onlarınAllâh’ınkudretiniinkâretmelerine) şaşırıyorsun.’ İbn Kesir der ki: Hâlbuki Ya Muhammed sen, öldükten sonra dirilişi inkâr eden bu kimselerin yalanlamalarına şaşıyorsun. Hâlbuki yüce Allâh’ın bu hayret verici şeylerine bütün kalbinle inanıyor ve tasdik ediyorsun. Hayret verici bu durum ise, çürüdükten sonra cesetlerin tekrar iâde edilmesidir. Onlar ise senin bu konuda söylediklerini alabildiğine yalanlayıp alay ettikleri için, senin durumunun tam aksi bir durumdadırlar.’ Yâni sen, senin için mesele gâyet açık olduğu için onların yalanlamalarına şaşıyorsun; ‘onlar ise’ seninle ‘alay ediyorlar’ senin hayret etmeni alayla karşılıyorlar. (S. HAVVÂ, 12/216, 217)
(13).‘Kendilerine öğüt verildiğinde ise öğüt almazlar.’ Onlara nasihat edildiğinde kabul etmezler. Yalanlayıcı, tutarsız ve gülünç tavırlarına rağmen, hakkı duyup kulak vermeye ve öğüt almaya kâbiliyetleri de yoktur. (S. HAVVÂ, 12/217)
(14, 15).‘Bir mûcize gördükleri zaman alaya alırlar’ Alabildiğine onunla eğlenir, alay ederler yâhut biri ötekini onunla alay etmeye çağırır. Onlara mûcizelerin faydası da olmaz; hatırlamanın da. Hükmüne boyun eğecekleri akılları da yoktur. Bütün bunlardan daha kötü ise onların kesin olan hakkı bir büyü olarak değerlendirmeleridir: ‘Ve derler ki: Bu, ancak apaçık bir büyüdür.’ Onların büyü adını verdikleri şey nedir? Öldükten sonra diriliştir. (S. HAVVÂ, 12/217)
(16, 17).“Biz, sâhiden ölüp de bir toprak ve kemik olduğumuz zaman mı diriltileceğiz’ İnkâr eden bir tavırla bu soruyu sorarlar: Toprak ve kemik olduktan sonra diriltileceğiz ha!? derler. ‘evvelki atalarımız da mı (diriltilecek)?” derler.’ Yâni aynı şekilde eski atalarımız da mı diriltilecek? Maksatları, onlar daha önceden ölüp gittikleri için diriltilmelerinin daha uzak bir ihtimal ve daha bâtıl bir iddia olduğunu söylemektedir. Böylece yüce Allâh’ın Rasûlüne bu kâfirlere az önce söz konusu edilen (11. âyetteki) soruyu ne için sormasını emrettiğini ve onlara bu sorunun niçin yöneltilmiş olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. (S. HAVVÂ, 12/217)
(18).‘De ki: “Evet, hem de hor ve aşağılanmış olarak.” Hep birlikte diriltileceksiniz. İbn Kesir der ki: ‘Yâni ya Muhammed, onlara de ki: Evet, toprak ve kemik olduktan sonra, Kıyâmet gününde sizler azim kudretin emri altında aşağılanmış ve zelil edilmişler olarak diriltileceksiniz.’ (S. HAVVÂ, 12/218)
Allah herşeye kâdirdir. Ölürsünüz ve sizleri dilediği zaman diriltir. Sizler O’nun karşısında âciz ve çâresizsiniz. (MEVDÛDİ, 5/15)
(19).‘İşte o (dirilişânı) ancak korkunç bir sesten ibarettir. Hemen onlar (dirilipşaşkınşaşkın) bakacaklar.’ Tefsirlerde ‘korkunç ses’ diye çevirdiğimiz 19’ncu âyetteki ‘zecre’ kelimesinin sûrun ikinci üflenişi sırasında çıkaracağı, bütün ölülerin kaçınılmaz olarak dirilmelerini sağlayacak olan dehşetli sesi ifâde ettiği belirtilmektedir; ‘Bunun ardından birden onlar etrâfa şaşkınlıkla bakıyor olacaklar’ anlamındaki ifâde de bunu göstermektedir. Nitekim Zümer sûresinde de sûra iki defa üfleneceği bildirilmiş, ardından da, ‘Sonra sûra yeniden üflenecek ve onlar birden ayağa kalkmış, etrâfa bakıyor olacaklar’ buyurulmuştur. (KUR’AN YOLU, 4/526)
(20).‘Ve derler ki: “Vay bize! İşte bu, din günüdür!” Hesâba çekilip amellerimizin karşılığını göreceğimiz gündür. ‘veyl = vay’ kişinin helâk olacağı sırada söylenen sözdür. (S. HAVVÂ, 12/218)
(21).“(Melekler) bu, yalan saymış olduğunuz ayırma günüdür.” (diyecekler).’ Yâni hidâyet bulanlar ile sapıtanlar arasında hüküm verme ve bunları birbirinden ayırma günüdür. Onlara bu sözler azarlayıcı bir üslûpla söylenmiş olacaktır. İbn Kesir der ki: ‘Yüce Allah meleklere hesap için durulacak yerde, mahşerde ve amel defterlerinin dağıtılacağı yerde, kâfirleri müminlerden ayırdetmelerini emredecektir. (S. HAVVÂ, 12/218)
37/22-39 ZÂLİMLER O GÜN ZİLLETLE BOYUN EĞECEKLERDİR
22, 23. (Allahmeleklerinebuyururki🙂 “Toplayın zâlimleri, onlara eşlik edenleri ve Allah’tan başka (putlaştırıp) tapmış olduklarını. Götürün onları cehennemin yoluna (dizin).”
24, 25. (Kâfirlere şöyle denilecekJ “Tutuklayın onları. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” 25. (Kâfirlere) “Size ne oldu da, (şimdiazâbakarşı) yardımlaşmıyorsunuz?” (denir.)
26. Doğrusu kâfirler o gün teslim olmuşlar (zillet içinde boyuneğmişlerdir).
27. (O gün) Kâfirler birbirlerine dönüp (ithamederek) soru yöneltiyorlar.
28. (Liderlerine uyan kâfirlere) şöyle derler: ‘Şüphesiz siz bize sağdan geliyordunuz, (gerçeği söyler gibi görünüp bizi aldatıyor ve saptırıyordunuz)’.
29. (Kâfir liderler kendilerineuyanlara) derler ki: “Hayır! Siz zâten inanan kimseler değildiniz.”
30. “Hem bizim, sizin üzerinizde bir otoritemiz, baskımız da yoktu. Zâten siz sapık ve azgın bir toplum idiniz!”
31. “Ama artık Rabbimizin sözü (hakkımızdaki azap hükmü) üzerimize hak oldu. (Artık) şüphesiz biz (azâbı) tadacağız!”
32. “(Evet) biz de sizi yoldan çıkardık (saptırdık). Çünkü biz zâten yoldan çıkan (sapkın) kimselerdik.”
33. Şüphesiz kâfirler, o gün, azapta ortaktırlar.
34. Biz kâfir liderleri cezâlandıracağımız gibi, (onlara uyan) kâfir, zâlim ve isyankârları da cezalandıracağız.
35, 36. Çünkü kâfirler, kendilerine: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” denildiği zaman büyüklük taslıyorlardı. (Peygamber’ekarşı🙂 “Biz mecnun bir şâir için, ilâhlarımızı terk mi edecekmişiz?” derlerdi.
37. Hayır! (O, birmecnunveşâirdeğildir). Gerçeği getirmiş ve peygamberleri de tasdik etmiştir.
38. (Ey kâfirler!) Şüphesiz siz, o acıklı azâbı elbette tadacaksınız.
39. Siz ancak yaptıklarınız (inkâr ve isyânınız sebebiy)le cezalandırılacaksınız.
22-39. (22).‘(Allahmeleklerinebuyururki🙂 “Toplayın zâlimleri, onlara eşlik edenleri ve Allah’tan başka tapmış olduklarını. Götürün onları cehennemin yoluna (dizin).” ‘onların eşlerini’: onlara benzeyenleri, onlar gibi olanları, kardeşlerini ve onlarla birlikte olanları toplayınız. Buradaki hitap, meleklere olacaktır. Başka toplanacaklar kimlerdir: ‘Onların ibâdet ettiklerini de; ‘Allah’tan başka’ taptıkları putlarını, Allâh’a şirk koştuklarını da. Bütün bunlar onlarla birlikte mekânlarında haşredilecektir. ‘Ve onları cehennem yoluna götürün.’ Cehennem yolunu onlara gösterin. Ateşe hangi yolun gideceğini onlara söyleyin. (S. HAVVÂ, 12/218)
Burada kastedilen ise toplanmaları ve sevk edilmeleridir, diriliş değildir. Çünkü o, gerçekleşmiştir. Zâlimlerden maksat, Âdemoğullarından müşrik olanlarıdır. Şirk koşmakla kendilerine zulmedenleri bir araya toplayın ve getirin, demektir. (İ. H. BURSEVİ, 16/462)
(24, 25).“Tutuklayın onları. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” İbn Abbas der ki: Yâni onları alıkoyun, çünkü hesâba çekileceklerdir. İbn Kesir de der ki: ‘Dünyâ hayâtında iken işledikleri amellerinden ve söyledikleri sözlerinden sorguya çekilinceye kadar onları durdurun.’ (S. HAVVÂ, 12/218, 219)
Kâfirler mahşer yerinde durdurulur. ‘Çünkü onlar sorgulanacaklardır.’ Kâfirlerin sorgulanması, suçluluklarının ortaya çıkarılmasıdır; sevap veya günahlarının tartılması değildir. Çünkü kâfirlerin îmanları olmadığı için, hiç sevapları olmaz. (5/5; Bk. En’am 130; İ. KARAGÖZ 6/329).
Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Enes b. Mâlik (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Herhangi bir dâvetçi bir şeye çağıracak olursa, Kıyâmet gününde bu, onunla durdurulur. İsterse bir adam bir kişiyi çağırmış olsun, onu bırakmaz; ondan ayrılmaz.’ Daha sonra yüce Allâh’ın: ‘Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir’ buyruğunu okudu. (Tirmizi, İbn Cerir’den, S. HAVVÂ, 12/229)
“(Kâfirlere) Size ne oldu da, (şimdiazâbakarşı) yardımlaşmıyorsunuz?” (denilecek).’ Bu da onların dünyâ hayâtında iken birbirlerine yardımcı oldukları hâlde, artık birbirlerine yardım etmekten âciz olduklarını belirtecek bir azardır. (S. HAVVÂ, 12/219)
(26).‘Doğrusu kâfirler o gün teslim olmuşlar (zillet içinde boyuneğmişlerdir).’ Allâh’ın emrine boyun eğmişlerdir; O’na aykırı hareket edemezler, onun dışına çıkamazlar. Nesefi der ki: Biri ötekini (azâba) teslim etmiş ve âciz olduğundan dolayı da yardımsız bırakmıştır. (S. HAVVÂ, 12/219)
‘Bir kısmı bir kısmına dönerek soruştururlar.’ Birbirleriyle tartışırlar, suçlayıcı iddiâlarda bulunurlar. İfadelerin akışı bu tartışma ve karşılıklı olarak birbirlerini kınamanın Kıyâmetin arasat’ında uyanlarla, kendilerine uyulanlar arasında olacağını göstermektedir. (S. HAVVÂ, 12/219)
(28).‘Ve derler ki’ Yâni uyanlar, uydukları kimselere şöyle diyeceklerdir: ‘Doğrusu siz bize sağdan gelirdiniz.’ (Bu âyet), gerçeği söyle gibi görünüp bizi aldatıyor ve saptırıyordunuz; çünkü sizin gücünüz vardı, biz zayıf kimselerdik, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/331)
Mücâhid (de) şöyle demektedir: Burada ‘sağdan geliyordunuz’ buyruğundan kasıt, hak sûretinde geliyordunuz, demektir. Bu sözleri kâfirler şeytanlara söyleyecektir. Katâde dedi ki: ‘İnsanlar cinlere: Siz dünyâda iken bizlere sağdan gelirdiniz, diyeceklerdir. Yâni, hayır tarafından gelir vebizi hayırdan alıkoyardınız. Süddi der ki: Sizler bize hak tarafından gelir, bâtılı süslü gösterirdiniz, haktan alıkoyardınız. (S. HAVVÂ, 12/229)
Mahşer yerinden nakledilen bu manzaranın hedefi, toplumların hem yöneticilerini hem de onların peşinden gidenleri uyarmaktır. Yöneticiler ve fikir önderleri, yarın böyle bir suçlamayla karşı karşıya kalacaklarını düşünerek insanları yanlış yollara sürükleyecek uygulamalardan kaçınmalıdır. Tabi olanlar da başkalarının güdümüne girmeden, onurlu ve haysiyetli bir şahsiyet sergileyerek, Allâh’ın huzûrunda sorumlu olacakları inanç ve amel hususlarında kendi irâdeleriyle hür ve şuurlu bir şekilde karar verebilmelidirler. (Ö. ÇELİK, 4/236)
(29).‘Onlar’ komutanlar, başkanlar, cin ve insanlardan olup kendilerine uyulanlar, kendilerine uyanlara ‘da derler ki: Hayır, siz inananlar olmamıştınız.’ Îman etmek imkânınız olduğu hâlde, ondan yüz çevirmiştiniz ve kendi isteğinizle, bizim zorlamamız olmaksızın, küfrü seçmiştiniz. İbn Kesir der ki: ‘Yâni durum, sizin ileri sürdüğünüz gibi değildir. Zâten sizin kalpleriniz îmânı inkâr ediyor, küfür ve isyânı kabul ediyordu. (S. HAVVÂ, 12/220)
(30).“Bizim, sizin üzerinizde bir hâkimiyetimiz’ sizin irâdenizi, tercihinizi elinizden alabilecek şekilde üzerinizde bir yaptrırm gücümüz ‘yoktu’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bizim sizi dâvet ettiğimiz şeyin doğruluğuna dâir elinizde bir delîliniz de bulunmuyordu. (S. HAVVÂ, 12/220)
‘Aksine siz azmış bir kavim idiniz.’ Aslında siz, taşkınlığı ve azgınlığı isteyerek seçen bir topluluk idiniz. İbn Kesir der ki: ‘Aksine sizler hakkı aşan ve ona karşı gelen kimselerdiniz. Bu bakımdan bizim çağrılarımızı kabul ettiniz ve peygamberlerin getirip de doğruluklarına karşı delil ortaya koydukları hakkı terk edip onlara muhâlefet ettiniz. (S. HAVVÂ, 12/220)
(31).“Ama artık Rabbimizin sözü (azap hükmü) üzerimize hak oldu.’ Hepimiz onun tehdit ettiği azâba mahkûm kaldık. ‘(Artık) şüphesiz biz (azâbı) tadacağız!” Kesinlikle bu azâbı tadacağız; bundan kurtuluş olmayacaktır. Çünkü durumlarını bileceklerdir. İbn Kesir der ki: ‘Büyüklük taslayanlar ezilmişlere şöyle diyeceklerdir: Allâh’ın azap sözü üzerimizde hak olmuştur. Bizler Kıyâmet gününde azâbı tadacak olan bedbahtlardanız.’ (S. HAVVÂ, 12/220)
(32).“Sizi azdırdık’ Biz sizleri sapıklığa ve azgınlığa çağırdık. ‘Çünkü biz de azgınlardan olmuştuk.’ Bizim gibi olasınız diye sizi azdırmak istemiştik. Yâni bizler içinde bulunduğumuz duruma sizleri çağırdık; siz de bizim bu çağrımızı kabul ettiniz. (S. HAVVÂ, 12/220)
(33).‘Şüphesiz kâfirler, o gün, azapta ortaktırlar.’ Azgınlıkta ortak oldukları gibi, azapta da berâber olacaklardır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni herkes kendi durumuna göre olmak üzere, hepsi ateşte olacaklardır.’ (S. HAVVÂ, 12/220)
31-33’ncü âyetlerin üslûbundan öyle anlaşılıyor ki, yönetimi altındakileri peygamberin gösterdiği doğru yoldan saptıranlar hem kendi günahlarından hem de başkalarını saptırmalarından dolayı, kezâ sapanlar da yine hem yoldan çıkmalarından hem de başkalarının uydusu olmalarından dolayı cezâ göreceklerdir. (KUR’AN YOLU, 4/529)
(34, 35).‘Şüphesiz biz, kâfir, z^lim ve isyankârları işte böyle cezâlandırırız.’ ‘Çünkü onlar, kendilerine: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” denildiği zaman büyüklük taslıyorlardı.’ Yâni tevhid sözünü işittiklerinde büyüklük taslarlar ve şirk koşmakta direnirlerdi. İbn Kesir der ki: Müminlerin söyledikleri gibi tevhid sözünü söylemez, söylemeyi büyüklüklerine yedirmezlerdi. (S. HAVVÂ, 12/232)
Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Said b. El Müseyyeb’in rivâyetine göre Ebû Hüreyre (r) şöyle demiştir: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Ben insanlarla Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, diyecek olursa, malını ve canını benden korumuş olur. İslâm’ın hakkı (olan kısas) ile olması müstesna hesâbı da Aziz ve Celil olan Allâh’a âittir.’ Yüce Allah da kitabında büyüklük taslayan bir topluluktan söz ederken şöyle buyurmuştur: ‘Çünkü onlara: Allah’tan başka ilâh yoktur, denildiğinde, büyüklenirlerdi.’ (S. HAVVÂ, 12/230)
(36).‘(Peygamber’ekarşı🙂 “Biz deli bir şâir için, ilâhlarımızı terk mi edecekmişiz?” derlerdi.’ Peygamber (s)’in yerleştirmek istediği hayat anlayışı, onların kurulu düzenlerini tehdit ediyor ve bir kısım nefsâni hesaplardan vaz geçmelerini gerektiriyordu. Bu, onlara ağır geliyordu. Çıkar yol ise Peygamber’le mücâdeleye girişmek, onu dâvâsından vazgeçirmeğe çalışmak, etkisini kırmak ve ilerlemesini durdurmaktı. Bu bakımdan başvurdukları çârelerden biri de Efendimiz (s)’i ‘delilik’le suçlamaktı. Ama onlar, bu yaptıklarının cezâsını cehennemde çekeceklerdir. (Ö. ÇELİK, 4/237)
(37).‘Hayır!’ İş onların söylediği gibi değildir. Ortada bir şiir ve delilik yoktur. (İ. H. BURSEVİ, 16/472) ‘O hakkı getirmiş ve peygamberleri tasdik etmiştir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni önceki peygamberlerin bildirmiş oldukları güzel nitelikler, dosdoğru yollara dâir bütün bildirdiklerinde onları tasdik etmiş, o da onlar nasıl bildirdi ise, yüce Allah’tan aldıklarını, şeriatını ve emrini öylece tebliğ etmiştir.’ (S. HAVVÂ, 12/221)
‘Hak’ ile maksat, Kur’an ve âyetlerde yer alan bilgiler, îman esasları, helâl ve haramlar, emir ve yasaklar, ilke ve hükümlerdir. (İ. KARAGÖZ 6/334, 335)
(38).‘Şüphesiz siz, o acıklı azâbı elbette tadacaksınız.’ Ey müşrikler! Kuşkusuz siz şirk koşmanız, peygamberleri yalanlamanız ve kibirlenmeniz sebebiyle acı azâbı tadacaksınız. (İ. H. BURSEVİ, 16/472)
‘Siz ancak yaptıklarınız ile cezâlandırılacaksınız’ cümlesi, ilâhi adâleti, yüce Allâh’ın kimseye zulmetmeyeceğini, cehenneme atılanların kendi inkâr, şirk, isyan, zulüm ve günahları sebebiyle atılacağını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/335)
37/40-49 ALLÂH’IN HÂLİS KULLARI
40. Ancak, Allâh’ın (O’na) gönülden bağlı olan (ihlâslı) kulları bu (azâbı)n dışındadır.
41, 42, 43, 44. İşte bunlar için (tadıveözellikleribizce) bilinen bir rızık, türlü meyveler vardır. Onlara Na’îm (nîmetibol) cennetlerde, birbirleriyle karşılıklı tahtlar üzerinde otururlarken ikramda bulunulur.
45, 46, 47. Onlara bembeyaz, içenlere lezzet veren bir kaynaktan dolu dolu kadehler dolaştırılır. On(uiçmelerindenkaynaklanan) hiçbir sersemletme(başağrısıvesıkıntı) yoktur, ondan sarhoş da olmazlar.
48, 49. Yanlarında da bakışlarını (yalnızerkeklerine) çevirmiş iri (güzel/ceylan) gözlü kadınlar vardır. Sanki onlar, gizlenmiş (eldeğmemiş) inci gibidirler.
40-49. (40).‘Ancak, Allâh’ın (O’na) gönülden bağlı olan (ihlâslı) kulları bu (azâbı)n dışındadır.’ 40. âyette yer alan ‘muhlâs’, ihlâsa erdirilmiş kimse demektir. Bunlar, şirkin açık ve gizli her türlüsünü terk edip, ibâdetlerini sırf Allah rızâsı için yapan müminlerdir. İnsanın bu mertebeye yükselebilmesi için kendi gayretleriyle berâber, Allâh’ın özel bir yardımının da yetişmesi gerekir. Zîrâ ‘muhlâs’ kelimesinde bu mânâya işâret vardır. Cenâb-ı Hak, böyle olan kullarını cennetlere yerleştirecek, onları orada nîmetlerle ağırlayacaktır. (Ö. ÇELİK, 4/239)
Bir kimsenin ‘muhlis / ihlâslı’ olabilmesi için her türlü şirk, küfür ve nifâkı, riyâ ve desinleri terk etmesi, şartlarına uygun îman etmesi, sâlih ameller işlemesi, özünde, sözlerinde, işlerinde ve davranışlarında dosdoğru olması, kulluk görevlerini Allah görüyor gibi en iyi şekilde yapması ve takvâlı olması, yâni Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına riâyet etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/337)
İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunlar, elem verici azâbı tatmayacaklardır. İnceden inceye hesâba çekilmeyeceklerdir. Eğer günahları varsa bağışlanacaktır. İyiliklerine on katıyla yediyüz katına daha fazlasına, Allâh’ın dilediği kadar, kat kat fazlasıyla karşılık verilecektir.’ (S. HAVVÂ, 12/222)
(41-44).‘İşte bunlar için (tadıveözellikleribizce) bilinen bir rızık, türlü meyveler vardır. Onlara Na’îm cennetlerde, birbirleriyle karşılıklı tahtlar üzerinde otururlarken ikramda bulunulur.’ Burada, cennetteki nîmetlerin beslenmek için olmayıp sâdece lezzet için verileceği şeklinde ince bir îmâ vardır. Bu nîmetler, dünyâdaki normal gıdâlar gibi olmayacaktır. Çünkü cennette, açlık gibi bir duygu bulunmayacaktır. İşte bu yüzden, ‘meyveler’ olarak ifâde edilmiştir ve bu bir gıdâdan ziyâde lezzete işâret etmektedir. (MEVDÛDİ, 5/19)
‘Naîm cennetlerinde’ Ve onlar Naîm cennetlerinde nîmetler içerisinde olacaklardır. Cennette kendilerine ikram olunacak, rızıklar verilecektir. (S. HAVVÂ, 12/222)
Mâlûm ‘rızık’ ile nitelikleri belli, tadı, kokusu, lezzeti hoş, görünüşü güzel rızkın kastedilmiş olması da mümkündür. Bu, rızkın verileceği zamânın mâlûm olması demektir de denilmiştir. Yüce Allâh’ın: ‘Onların orada sabah ve akşam rızıkları vardır.’ (Meryem, 19/62) buyruğunda olduğu gibi. Böylesi ise insan nefsi için daha bir rahatlatıcıdır. (S. HAVVÂ, 12/222)
‘Karşılıklı tahtlar üzerinde’ Mücâhid der ki: Biri ötekinin sırtına bakmaz, demektir. Nesefi der ki: Karşılıklı bakmak, sevinci ve ünsiyeti daha bir tamamlayıcıdır, demektedir. (S. HAVVÂ, 12/222)
(45–47). ‘Onlara bembeyaz, içenlere lezzet veren bir kaynaktan dolu dolu kadehler dolaştırılır. On(uiçmelerindenkaynaklanan) hiçbir sersemletme(başağrısıvesıkıntı) yoktur, ondan sarhoş da olmazlar.’ Bu içki, dünyâdaki içkiler gibi çürümüş meyve ve arpadan yapılmamıştır. Oradaki içki, nehirler ve çeşmelerden akacaktır. Nitekim bu husus Muhammed sûresinde ‘İçkiler nehirlerden akacak ve içenlere lezzet verecek’ şeklinde açıklanmıştır. (MEVDÛDİ, 5/19)
‘.. onların etrâfında dolaşılır’ Dolaşmaktan maksat, hizmet etmektir. Âyette hizmet edecekler, açıklanmamıştır. Vâkıa ve İnsan sûrelerinde bu hizmet edenler ‘ölümsüz gençler’ olarak belirtilmiştir. ‘(İtaatkâr Müslümanların) çevrelerinde hep aynı gençlik ve güzellikte kalacak hizmetçiler dolaşır. Gördüğün zaman onları saçılmış inciler zannedersin.’ (76/19-20, bk. Vâkıa 55/17; İ. KARAGÖZ 6/338)
Maîn: Aslında kaynağından çıkan yâhut göz önünde akan su demek olup, cennet içkisi bununla vasıflandırılmıştır ki, ‘Onda hiçbir gâile (keder, sıkıntı, zarar) yok.’ Dünyâ şarapları gibi sarhoş ediciliği, zararı, günahı yok. (ELMALILI, 6/436)
‘Bembeyazdır. İçenlere lezzet verir.’ Bu beyaz şarap, hadiste beyan edilen hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin akıl ve hayâline gelmediği nîmetler cümlesindendir. (İ. H. BURSEVİ, 16/479)
‘O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.’ İbn Kesir der ki: ‘ed Dahhâk, İbn Abbas’dan rivâyetle şöyle demiştir: Şarapta dört özellik vardır: Sarhoşluk, başağrısı, kusma ve idrar. Cennet şarabından söz ederken bu özelliklerden onu tenzih etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/223)
(48, 49). ‘Yanlarında da bakışlarını yalnız kendisine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.’ Yanlarında iffet ve utançtan eşlerinden başkasına bakmayan utangaç hûriler vardır. Oysa onların güzel ve iri gözleri vardır. Yine böyle onlar incelik, nâziklik ve yumuşaklıkları yanında korunmuşlardır. ‘Saklı yumurtalar gibi bembeyaz eşler.’ Onlar, dikkatsizce el sürülmeyen ve gözönüne bırakılmayan, saklanmış yumurta gibidirler. (S. KUTUB, 8/500)
Cennetlik erkelerin yanlarında gözlerini kendilerine dikmiş ve başka şeye bakmayan, kendilerini seven, yaşdaş, güzel gözlü hûriler vardır. ‘Bunlardan önce onlara ne insan, ne de cin dokunmamıştır.’ (Rahman, 55/56) Temizlik, netlik, beyazlık ve korunmuşluk bakımından, koruma içindeki bembeyaz (..) (M. HİCÂZİ, 5/233) inci tâneleri gibidir.
Peygamberimizin eşi Ümmü Seleme (r) diyor ki: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! ‘keennehünne beydun meknun’ âyetini bana bildir, dedim. Hz. Peygamber (s), Onların incelikleri derilerin inceliği gibidir ki sen incinin içini kabuğunda görebilirsin, o suyun içinde saklıdır’ buyurdu. (Taberâni 23/367, No: 19822; İ. KARAGÖZ 6/339))
37/50-69 BÖYLESİ BİR KURTULUŞ İÇİN ÇALIŞIN
50. (Cennetllerde müminler) birbirlerine dönüp (hâllerini) sorarlar.
51. İçlerinden bir sözcü der ki: “Evet, benim (dünyâda) bir arkadaşım vardı.”
52, 53. “(Bana🙂 ‘Gerçekten sen de mi (dirilmeyi) kesin tasdik edenlerdensin? Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı (dirilip) hesâba çekilecekmişiz?’ derdi.”
54. (Sonrayanındakilere🙂 “Siz (cehennem halkının) hâlini bilir misiniz?” dedi.
55. Derken baktı da onu (cehennemdeki arkadaşını) çılgın ateşin ortasında gördü.
56, 57. (Ona) dedi ki: “Allâh’a yemin ederim ki az kalsın beni de mahvedecektin.” “Eğer Rabbimin (hidâyetedici) nîmeti olmasaydı, hiç şüphesiz ben de şimdi orada bulunanlardan olurdum.” (dediktensonra, yanındakilere🙂
58, 59. (Müminler cennette meleklere şöyle derler:) “Biz dünyâdaki ölümden başka ölmeyeceğiz ve azaba da uğratılmayacağız, değil mi?” (diyecek.)
60, 61. Şüphesiz bu, büyük kurtuluştur; çalışanlar artık bunun (gibibaşarılar) için çalışsın.
62. Böyle bir (nîmete) konma (ağırlanma) mı daha hayırlı, yoksa (cehennemliklerin) zakkum ağacı yemesi mi?
63. Gerçekten biz zakkum ağacını, zâlimler için bir imtihan (veâhirettebirazapşekli) yaptık. (Çünküonlar: “Ateşiniçindeağaçmıolur?” derlerdi.)
64, 65. Şüphesiz o (zakkum), çılgın ateşin dibinden çıkan (acı, dilidamağayapıştıran, kötükokulu) bir ağaçtır. [Zakkumiçinbk. 17/60; 56/51-52] Tomurcukları, şeytanların başları gibi (kötü)dür.
66. İşte kâfirler, bundan (zorla) yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklardır.
67. Sonra bunun üzerine, onlara kaynar su karışımı (biriçecek) vardır.
68. (İçtikten) sonra dönecekleri yer, elbet yine cehennemdir.
69, 70. Çünkü onlar, babalarını (dünyâda) sapmış kimseler hâlinde buldular. Kendileri de onların (sapık) izlerinden koşturdular.
50-70. (50).‘(Cennetlikler) birbirlerine dönüp (hâllerini) sorarlar.’ Onlar içki içerler ve içenlerin âdeti üzere birbirleriyle konuşurlar. Birbirlerine yönelerek dünyâ hayâtında iken lehlerine, aleyhlerine geçen şeyler hakkında soru sorarlar. (S. HAVVÂ, 12/224)
(51-53).‘İçlerinden bir konuşmacı der ki: “Benim (dünyâda) bir dostum vardı.” İbn Abbas şöyle demiştir: Söz konusu bu dost, müşrik olup dünyâ hayâtında iken îman ehlinden arkadaşı olan bir kimsedir. İşte bu müşrik, mümine ‘derdi ki, ‘Sen de mi’ Kıyâmet gününü, cezâ gününü ‘doğrulayanlardansın?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni sen de mi öldükten sonra dirilmeyi, haşrolmayı, hesâbı ve cezâyı doğruluyorsun? Müşrik arkadaş mümine dünyâ hayâtında bu sözlerini hayret, yalanlama, uzak bir ihtimal görme, küfür ve inat yoluyla söyleyecektir.’ (S. HAVVÂ, 12/225) ‘Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı (dirilip) hesâba çekilecekmişiz?’ derdi.”
(54-57).‘(Sonrayanındakilere🙂 “Siz (onun) hâlini bilir misiniz?” dedi.’ ‘Derken baktı da onu çılgın ateşin ortasında gördü.’ ‘(Mümin) (Ona) dedi ki: “Allâh’a yemin ederim ki az kalsın beni de helâk edecektin.” Sana itaat etseydim, beni de helâk etmiştin. “Eğer Rabbimin (hidâyetedici) nîmeti olmasaydı, hiç şüphesiz ben de şimdi orada bulunanlardan olurdum.” (dediktensonra, yanındakilere:)’ İbn Kesir der ki: ‘Allâh’ın üzerimdeki lütfu olmasaydı, ben de senin bulunduğun yer olan cehennemin ortasında bulunur, azâba seninle birlikte hazır edilirdim. Fakat Rabbim bana lütfetti, bana merhamet buyurdu, îmâna iletti, bana tevhîdinin yolunu gösterdi.’ (S. HAVVÂ, 12/225)
(58, 59).(Müminler cennette meleklere şöyle derler:) “Biz dünyâdaki ölümden başka ölmeyeceğiz ve azâba da uğratılmayacağız, değil mi?” (diyecek.)’ Nesefi der ki: ‘Bu sözü, mümin kişi, Allâh’ın nîmetini dile getirmek maksadıyla ve dünyâdaki küfre sapan arkadaşının duyacağı şekilde, ona bir azar ve daha çok azap edici olsun diye söyleyecektir.’ Dünyâ hayatında öldükten sonra diriliş ve azap olmayacağı şeklindeki inancı dolayısıyla onu azarlayacaktır. Orada ise, ilk ölümden sonra ölüm bulunmayacaktır. (S. HAVVÂ, 12/225)
(60, 61).Daha sonra bu mümin kişi, dünyâdaki arkadaşına şöyle diyecektir: ‘İşte bu’ içinde bulunduğumuz bu durum, ‘büyük kurtuluştur; (S. HAVVÂ, 12/225) ‘Çalışanlar artık bunun (gibibaşarılar) için çalışsın.’ Bu gibi nîmetler ve bu gibi kurtuluş için çalışmalıdırlar. Dünyâ hayâtında çalışanlar amel işlesinler ki, âhirette böyle bir güzel sonuca ulaşabilsinler. (S. HAVVÂ, 12/226)
(62).‘Böyle bir (nîmete) konma (ağırlanma) mı daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı yemek mi?’ İbn Kesir der ki: ‘Söz konusu edilen cennet nîmetleri, yiyecekler, içecekler, eşler ve buna benzer daha pek çok lezzetli şeyler mi ziyâfet ve bağış olarak daha hayırlıdır, yoksa cehennemdeki Zakkum ağacı mı ziyâfet olarak daha hayırlıdır? (S. HAVVÂ, 12/226)
Hadis: İbn Ebi Hâtim (rha) rivâyet ediyor… Mücâhid’den, o İbn Abbas (r)‘dan dedi ki: Rasûlullah (s) bu âyet-i kerîmeyi okudu ve dedi ki: ‘Allah’tan gereği gibi korkunuz. Eğer Zakkum’dan bir tek damla dünyâ denizlerine damlamış olsa, yeryüzünde yaşayanların hayâtı bütünüyle bozulurdu. Peki, yiyeceği o olan kimseler hakkında ne dersiniz?’ Bu hadisi Tirmizi, Nesâi ve İbn Mâce, Şu’be’den rivâyet etmişler; Tirmizi de hasen – sahihtir, demiştir. (S. HAVVÂ, 12/232)
(63).‘Gerçekten biz zakkum ağacını, zâlimler için bir imtihan yaptık.’ Kâfirler bu âyeti işitir işitmez Hz. Peygamber (s) ile alay etmek için bir fırsat daha ele geçirdiklerini sanmışlardı. Onlar şöyle diyorlardı: ‘Cehennemin kavurucu ateşi içerisinde bir ağaç nasıl yetişebilir?’ (MEVDÛDİ, 5/23)
‘Biz onu zâlimler için bir fitne kıldık’ buyruğu hakkında Mücâhid dedi ki: Allâh’ın lâneti üzerine olsun, Ebû Cehil şöyle demişti: Zakkum dediğiniz şey olsa olsa, hurma ve tereyağıdır, ben onları zıkkımlanıyorum.’ (S. HAVVÂ, 12/232)
(64, 65).Katâde der ki: Zakkum ağacından söz edildi, sapıklar bundan dolayı fitneye düştü ve şöyle dediler: ‘Sizin bu adamınız size ateşin içerisinde bir ağaç olduğunu söylüyor, hâlbuki ateş ağacı yer. Bunun üzerine yüce Allah: ‘O cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.’ (âyet 64) buyruğunu indirdi. Yâni bu, ateşten beslenir ve oradan yaratılmıştır, demektir. (S. HAVVÂ, 12/232)
‘Tomurcukları, şeytanların başları gibi (kötü)dür.’ Nesefi der ki: ‘Bu ağacın tomurcuklarının şeytanların başlarına benzetilmesi, bu meyvelerin alabildiğine tiksindirici ve görünüş itibâriyle son derece çirkin olduğunu göstermek içindir. Çünkü şeytan, sevilmeyen, tiksinilen, insanların yaratılışında çirkin görülen bir varlıktır. Zîrâ insanlar, onun katıksız şer ve kötülük olduğuna inanırlar. (S. HAVVÂ, 12/227)
(66).‘İşte kâfirler, bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklardır. ‘Sonra bunun üzerine, onlara kaynar su karışımı vardır.’ Yâni cehennem ehli içtikleri zaman bağırsaklarını paramparça edecek olan son derece kaynar suyla karıştırılmış bulunan kan yâhut siyah irin yâhut irinli su içeceklerdir. (İ. H. BURSEVİ, 16/495)
Hamîm: Esâsen kaynar su demek olup, cehennemin bağırsakları parçalayan suyuna denir. Bununla haşlanan o içki de ‘gassâk’ akan cerahat, irindir. Çünkü zâlimler hâlkı bu hâle getirirler. Âhirette de öyle haşlanırlar. (ELMALILI, 6/437)
Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Ebû Ümâme el Bâhili (r)‘den: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Cehennemliklere bir su yaklaştırılır kişi ondan tiksinir. Bu su ona yaklaştırıldığında yüzünü kızartır ve tepesindeki saçlar içine düşer. O suyu içtiği vakit, bağırsaklarını paramparça eder ve sonunda arkasından çıkar.’ (S. HAVVÂ, 12/232)
(68).‘(İçtikten) sonra dönecekleri yer, elbet yine cehennemdir.’ Yâni onlar bu şekilde aralarında hükmün verilmesinden sonra kimi zaman bunda, kimi zaman ötekinde azap görmek üzere alev alev yanan, oldukça harâreti yüksek bir ateşe götürüleceklerdir. Yüce Allâh’ın: ‘Onlar bu cehennem ile son derece sıcak su arasında gidip geleceklerdir.’ (Rahman, 55/44) âyeti de bnu açıklamaktadır. (S. HAVVÂ, 12/233)
(69, 70).‘Çünkü onlar, babalarını (dünyâda) sapmış kimseler hâlinde buldular. Kendileri de onların (sapık) izlerinden koşturdular.’ Onlar sapıklıkta köklüdürler. Aynı zamanda taklit ederler, düşünmezler. Ölçüp biçmezler. Aksine düşünmeyen, kafalarını çalıştırmayan sapık atalarının izine girmek için, hızla uçarcasına onların yolunu tutarlar. (S. KUTUB, 8/503)
‘Kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı.’ Yâni, bunlar atalarının yolunu tuttular ve Allâh’ın verdiği aklı kullanmayarak, izledikleri yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu hiç düşünmeden, bir sürü gibi yollarına devam ettiler. (MEVDÛDİ, 6/23)
37/71-82 NUH BİZE YALVARIP YAKARDI
71, 72. Mekkeli müşriklerden önce eski (millet)lerin çoğu da şeytana uyup sapmıştı. Andolsun ki biz, onların içinden uyarıcı (peygamber)ler gönderdik.
73, 74. (Ey Peygamberim!) İşte, bak uyarıl(ıp îman etmey)enlerin sonu nasıl oldu? Ancak Allâh’ın ihlâslı (gönüldenbağlı) kulları bunun dışındadır.
75. Andolsun ki Nuh bize seslen(ipduâet)mişti. Biz de duâsını ne güzel kabul etmiştik! [bk. 54/10]
76. Biz (Tûfan’da) hem onu hem âilesini büyük sıkıntıdan (felâketten) kurtarmıştık.
77, 78. Neslini de (kıyâmetekadar) devamlı kalıcı kıldık. 78. Sonraki (gelen)ler arasında ona (iyibirnam) bıraktık.
79, 80. (Bütün) âlemler (insanlar) içinde Nûh’a selâm olsun. 80. Şüphesiz biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
81. Çünkü o, bizim inanan kullarımızdandı.
82. Sonra (îmanetmeyen) diğerlerini (suda) boğduk.
71-82. (71).‘Onlardan önce eski (millet)lerin çoğu da şeytana uyup sapmıştı.’ Yâni bu ümmetin kâfirlerinden önce geçmiş ümmetlerin birçoğu atalarını bu şekilde taklit ederek düşünce ve tetkiki terk ederek, hak yoldan uzaklaşmışlardı. (S. HAVVÂ, 12/227, 228)
‘.. îman etmeyenlerin âkıbeti nasıl oldu?’ Yüce Allah şirk, inkâr ve zulümde ısrar eden Hz. Nuh, Hz. Lût ve Hz. Hud kavmi gibi birçok kavmi çeşitli âfet ve musibetlerle helâk etmiştir. İnkâr ve zulümde ısrar edenlerin cezâlandırılması ilâhi bir kuraldır. Bu kural, her zaman geçerlidir. Âyette, îman etmemekte ve zulümde ısrar eden Mekkeli müşrikler ve benzeri konumda olanlar uyarılmaktadır. (İ. KARAGÖZ 6/347)
(73).‘Ancak Allâh’ın ihlâslı (gönüldenbağlı) kulları bunun dışındadır.’ Allâh’ın kendi dini için hâlis kıldığı kimseler müstesnâdır. Allah bunları korumuş, desteklemiş ve onları zafere ulaştırmıştır. (S. HAVVÂ, 12/228)
(75, 76).‘Andolsun ki Nuh bize seslen(ipduâet)mişti. Biz de duâsını ne güzel kabul etmiştik!’ Biz (Tûfan’da) hem onu hem âilesini büyük sıkıntıdan (felâketten) kurtarmıştık.’ Nûh’un Rabbine hangi sözlerle yakardığı konusunda onun ismini taşıyan sûrede bilgi verilmektedir. Bu bilgilere göre Nuh (a.s.) bütün çabalarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda direnmeleri sonucunda onların durumunu Allâh’a arzetmiş(tir). Ve sonuçta Yüce Allah – Nûh’un karısı ve bir oğlu da dâhil olmak üzere (bk. Hud 11/42, 43; Tahrim 66/10) – inkâr ve isyanda direnenleri 76’ncı âyette belirtilen ‘büyük felâket’le yâni tufanla cezâlandırmış(tır). (bk. Hûd 11/36-49), Nuh ve âilesiyle diğer müminleri ise bu felâketten kurtarmış ve böylece Nûh’un soyunu yaşatmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/538)
Burada Hz. Nuh, kavminin zulmünden nasıl kurtarılmış ise, Peygamberimiz (s) ve berâberindekilerin de bir süre sonra Mekkeli müşriklerin zulmünden öylece kurtarılacaklarına; sonraki çağlarda da yine peygamberler gibi din yolunda ihlâslı ve samimi bir hizmet yürütenlerin mutlaka başarıya erişeceklerine bir işâret vardır. (Ö. ÇELİK, 4/244)
(77).‘Neslini de (kıyâmetekadar) devamlı kalıcı kıldık.’ (..) Bir grup ta şöyle söylemiştir: ‘Allah Teâlâ Hz. Nûh’un zürriyetini devam ettirip, neslini uzatmıştır. Bununla berâber bütün insanlar onun nesliyle sınırlı değildir. Ümmetler içinde ona âit olmayan da vardır. (Ebû Hayyan) Âlûsi de şu yorumda bulunmuştur: Sanki bu grup, suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh (a.s.) kâfirler aleyhinde duâ etmiş, fakat dünyâ hâlkının hepsine gönderilmemiştir. Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s)‘in özelliklerindendir. Genel olduğunu söyleyip de kasrı (tahsisi, sınırlandırmayı) boğulanlara nispetle yapmış olması da câizdir. (ELMALILI, 6/441)
(..) Hz. Nûh’u insanlığın ikinci atası olarak takdim etmek doğru değildir. Zîrâ o da diğer peygamberler gibi kendi dilini konuşan bir kavme elçi olarak gönderilmiştir. Bu anlamda sâdece Hz. Peygamber tüm insanlığa gönderilen evrensel bir elçidir. (Âlûsi’den) Dolayısıyla insanlığın sâdece Hz. Nûh’un soyundan değil, başka soylardan da geldiği söylenebilir. Nitekim ‘(Ey) Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Şunu bilin ki Nûh, çok şükreden bir kul idi.’ (İsrâ 17/3). ‘Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve seninle berâber olan ümeetlere bizden selâm ve bereketlerle (gemiden) in!. (Şunu da bil ki) Kendilerini (dünyâda) faydaladıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azâbın dokunacağı ümmetler de olacaktır.’ (Hûd 11/48) âyetleri, insanlığın yalnız Nuh Peygamber’in neslinden ibâret olmadığını açıkça ifâde etmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/681)
(80, 81).‘Şüphesiz biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.’ ‘Çünkü o, bizim inanan kullarımızdandı.’ Nesefi der ki: ‘Daha sonra onun ihsan edici olmasını şu sebebe bağlamaktadır: O mümin bir kul idi. Böylelikle îmânın ne kadar değerli olduğu ve bununla nitelemenin övgü ve ululamanın en ileri derecesi olduğunu bize göstermiş olmaktadır.’ (S. HAVVÂ, 12/234)
(82).‘Sonra (îmanetmeyen) diğerlerini (suda) boğduk.’ Helâk ettik. Göz kırpacak kadar bir hâlleri kalmadı. Ne onlardan söz ediliyor, ne de bir izleri var. Onlar ancak, bu kötü ve çirkin nitelikleiyle bilinirler. (S. HAVVÂ, 12/234)
37/83-113 HAZRETİ İBRAHİM VE İSMAİL’İN TESLİMİYETİ
83, 84). Şüphesiz İbrâhim de onun (Nûh’un) taraftarlarından biriydi. 84. Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalple gelmişti.
85, 86, 87). Hani o, babasına ve kavmine: “Neye tapıyorsunuz?” demişti. 86. “Bir uydurma olarak Allâh’tan başka (düzmece) ilâhlar mı istiyorsunuz?” 87. “Âlemlerin Rabbi hakkında görüşünüz nedir?” (dedi.)
88, 89, 90. (İbrâhimdekehânetyapıyormuşgibi) yıldızlara bir göz attı da: “Ben hakikaten hastayım.” dedi. 90. Derhâl onun yanından çıkıp uzaklaştılar.
91, 92, 93. O da gizlice onların putlarına varıp: “Hani (yemekleri) yemiyor musunuz? Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?” deyip üzerlerine yürüdü. Onlara (elindekibaltaile) tüm kuvvetiyle vur(upkır)dı.
94. Derken (kavmigelipdurumugörünce) koşarak onun önüne geçtiler (nedenkırdığınısordular).
95, 96, 97. (İbrâhim🙂 “Kendi (ellerinizle) yonttuğunuz (meydanlaradiktiğinizkendilerinikorumaktanâciz) şeylere mi tapıyorsunuz?” dedi. “Hâlbuki sizi de, (bu) yaptığınız (vetaptığınız) şeyleri de Allah yaratmıştır (hiçyaratılan, yaratılanataparmı?” deyince, onlarkızdılar🙂 “O nun için bir binâ (ya da fırın) yapın da onu (içindeyakılan) çılgın ateşe atın.” dediler.
98. Bunun için ona bir kötülük yapmak istediler. Biz de (onukurtarıp) onları çok aşağı duruma düşürdük. [bk. 21/51-70 ]
99. (İbrâhim🙂 “Doğrusu ben Rabbim(inemrettiğiyer)e gideceğim. O bana yol gösterir.” dedi.
100, 101. “Ey Rabbim! Bana iyilerden (sâlihevlât) lütfet!” diye duâ etti. 101. Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.
102. Artık o (İsmâil) berâberinde (işe) koşma çağına erişince (babası): “Ey yavrucuğum! Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum; artık (düşün) bak, ne dersin?” dedi. (Oğlu🙂 “Ey babacığım! Emredildiğin şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” dedi. [bk. 19/54]
103, 104, 105. Böylece ikisi de (Allâh’ınemrine) teslim olunca (İbrâhim) onu şakağı üzerine yatırdı. 104, 105. Biz ona (şöyle) seslendik: “Ey İbrâhim!” “Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.”
106, 107. “Şüphesiz bu, apaçık imtihânın ta kendisidir.” 107. (Oğlunakarşılık) ona büyük bir kurbanlık (koç) fidye verdik.
108-111. Sonraki (gelen)ler arasında ona (iyibirün) bıraktık (kisonrakilerce🙂 109. “İbrâhîm’e selâm olsun.” (denilmektir.) 110. İşte iyi hareket edenleri biz böyle mükâfatlandırırız. 111. Doğrusu o mü’min kullarımızdandı.
112. Ona iyilerden bir peygamber olarak İshâk’ı müjdeledik.
113. Hem kendisine hem de İshak’a bereketler verdik. Her iki (oğlu)nun neslinden iyi hareket edenler de vardır, kendilerine açıkça zulmedenler de.
83-113. (83).‘Şüphesiz İbrâhim de onun (Nûh’un) taraftarlarından biriydi.’ Şia: Bir kimsenin arkasında, izinde giden taraftarları, uyanları demektir. İbrâhim (a.s.) ‘da îman ve ihlâs esnasında ve Allâh yolunda müşriklere karşı cihad husûsunda ve şerîatının teferruâtında değilse de asıllarında onun izince gitmiştir. (ELMALILI, 6/441, 442)
(84).‘Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalple gelmişti.’ ‘Tertemiz kalp’ diye çevirdiğimiz 84’ncü âyetteki ‘kalb-i selim’ deyimi, inkâr ve şirkten, kibir, gurur, kıskançlık, kin, öfke, riya cimrilik gibi ahlâki hastalıklardan ve nefsani tutkulardan kurtulmuş; rûha yetkinlik kazandıran ve erdemli davranışların kaynağı, güzel hasletlerle bezenmiş olan mânevi kişiliği ifâde eder. (İbn Âşur). Hz. İbrâhim böyle bir kişiliğe sâhip olduğundan, kendisine uyanlarla birlikte Müslümanlar için ‘güzel bir örnek’ olarak gösterilmiştir. (Mümtehine, 60/4; KUR’AN YOLU, 4/541)
‘Selim kalp’: Tertemiz, her (türlü) lekeden arınmış, Allah sevgisinden samimi, tamâmen O’na teslim olmuş kalp. (ELMALILI, 6/442)
(87).“Âlemlerin Rabbi hakkında bilgi ve görüşünüz nedir?” (dedi.)’ Nesefi der ki: ‘Sizler O’ndan başkasına ibâdet ederken, âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir? Yâhut sizler gerçek nîmet verenin O olduğunu bilmekle birlikte, başkasına ibâdet etmiş olduğunuz hâlde, size neler yapacağı, sizi nasıl cezâlandıracağı, konusundaki kanaatiniz nedir? Hâlbuki hakkı ile ibâdete lâyık olan O’dur.’ (S. HAVVÂ, 12/238)
Bu âyet-i kerîme, selim kalbin şirkten uzak, şirk ehline karşı tepki gösteren, muvahhid kalp olduğunu ortaya koymaktadır. (S. HAVVÂ, 12/238)
(88, 89).‘(İbrâhim (a.s.) ‘Derken yıldızlara bir göz atarak baktı.’ Nesefi der ki: ‘Yâni bunların inançlarını düzeltmek için nasıl bir çâre bulabilirim, diye kendi kendine düşünerek, göğe doğru yıldızlara baktı yâhut onlara karşı yıldızlar ilmine inandıkları için yıldızlara bakıyor gibi yaptı ve bir emâreden hareketle kendisinin hastalanacağına delil çıkardığı izlenimini verdi.’ (S. HAVVÂ, 12/238, 239) ‘Ve dedi: ‘Doğrusu ben rahatsızım.’ Güçsüzüm yâhut hastalanmak üzereyim. İbn Kesir der ki: ‘İbrâhim (a.s.) bu sözlerini kavmine, onlar bayram törenleri için dışarı çıkarken şehirde kalabilmek için söylemişti. Çünkü onların bayram törenleri için çıkış zamânı yaklaşmıştı. O da putlarını kırmak için yalnız kalmayı arzulamıştı. O bakımdan gerçekte doğru olan bir söz söyledi; onlar da kendi inançları gereğince onun hastalanmak üzere olduğu mânâsını anladı.’ (S. HAVVÂ, 12/238, 239)
Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor. Said (r) dedi ki: Rasûlullah (s) Hz. İbrâhîm’in söylediği üç söz ile ilgili olarak buyurdu ki: ‘Onun söylediği bütün sözlerin her birisi Allâh’ın dîninde söylenmesi helâl kılınmış sözlerdir. O: ‘Doğrusu ben rahatsızım.’ Dedi; ‘Hayır, bunu onların bu büyük olanları yapmıştır!’ dedi, bir de kral hanımını elinden almak isteyince o benim kız kardeşimdir, cevâbını verdi.’ (S. HAVVÂ, 12/248)
‘Bunun üzerine onu bırakıp gittiler.’ Arkalarını dönüp gittiler. Bâzıları da bundan kendisinin onları korkutacak bir hastalığa sâhip olduğundan söz ettiği mânâsını çıkarmışlardır. (S. HAVVÂ, 12/239)
(91, 93).‘O da ilâhlarına gizlice yönelip… ‘ İbn Kesir’in dediği gibi, kavmi çıkıp gittikten sonra, hızlıca ve gizli olarak putlara gidip; alaylı olarak bu putlara ’dedi ki: Yemiyor musunuz?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Çünkü kavmi putlarının önüne bereket ihsan etmeleri için kurban olarak yemekler sunmuşlardı.’ ‘Ne o konuşmuyor musunuz?!’ ‘Nihâyet üzerlerine yürüyüp sağıyla (kuvvetli darbelerle, M. DEMİRCİ, 2/686) vurdu.’ İki elin daha kuvvetlisi ve çetini olduğu için sağ eliyle vurdu yâhut yüce Allâh’ın: ‘Vallâhi… Putlarınıza tuzak kuracağım.’ (el Enbiyâ, 21/57) buyruğunda işâret ettiği üzere yemini dolayısıyla onlara vurdu, demektir. (S. HAVVÂ, 12/239)
Hz. İbrâhim halk, şehir dışında, bayram yerinde şenlik yaparken puthâneye gider ve putlara; ‘Yemez misiniz, niçin konuşmuyorsunuz?’ diyerek onlarla alay eder. Sonra putların üzerlerine yürür. Putları balta ile kırıp parçalar. Sâdece belki insanlar anlar da, hak dîne döner diye putların büyüğünü kırmaz. (21/58). Putları kırdığı baltayı büyük putun boynuna asar. (İ. KARAGÖZ 6/354)
(94).‘Derken (kavmigelipdurumugörünce) koşarak onun önüne geçtiler (nedenkırdığınısordular).’ Burada kısaca anılan bu olay, Enbiyâ sûresinde daha ayrıntılı bir şekilde aktarılmıştır. Hz. İbrâhîm’in (a. s.) kavmi, mâbetlerinin içinde putları paramparça bir hâlde görünce, hemen bu işi kimin yaptığını araştırmaya başlamıştır. Bâzılarının ‘İbrâhim adlı bir genç putlarımıza karşıydı’ demeleri üzerine hâlk, ‘onu yakalayıp getirin’ diye bağrıştı ve bir grup gidip Hz. İbrâhîm’i yakalamış ve hâlkın önüne getirmiştir. (MEVDÛDİ, 5/27)
(İşte) bu tek kişi o heyecanlı, azgın, inancı bulanık, tasavvuru çelişik olan bu çoğunluktan daha güçlüdür. Bundan dolayı Hz. İbrâhim onların karşısına basit ve fıtri hak ile dikilmekte, onların çokluğuna, azgınlığına ve birbirlerine girerek üzerine gelmelerine hiç de aldırmamaktadır. (S. KUTUB, 8/507)
(95-97).‘Dedi ki…’ ellerinizle ‘yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz?’ ‘Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.’ Sizi de yaratan, sizin işlediklerinizi de yaratan Allah’tır; ne diye O’ndan başkasına ibâdet ediyorsunuz? Bu şekilde susturucu delil ortaya konulunca onlar, zâlim ve kibirlilerin izledikleri yolun gereği olarak, zulüm ve baskı ile onu yakalamaya çalıştılar. Çünkü onun ortaya koyduğu delîle karşı başka türlü çıkamazlardı. (S. HAVVÂ, 12/239)
‘Haydin dediler; onun için bir binâ (fırın) yapın da onu’ şiddetle yanan ‘alevli ateşe atın’ Ateşe atmak sûretiyle ‘ona kötülük yapmak istediler. Biz de onları en aşağılar kıldık.’ Ateşe attıkları sırada onları kahredilmişler kıldık. Allah onu ateşten korudu, onlara karşı muzaffer etti, delîlini yüceltti ve zafere ulaştırdı. (S. HAVVÂ, 12/239, 240)
Enbiyâ 69’da ‘Biz de ey ateş İbrâhîm’e serin ve esenlik ol dedik.’ Ankebût 24’de ise: ‘Allah onu ateşten kurtardı’ şeklinde buyurulmuştur. Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, Hz. İbrâhim (a.s) ateşe atılmış, Allah da onu ateşten kurtarmıştır. ‘Ona bir tuzak kurmak istediklerinde Biz de onların tuzaklarını boşa çıkardık’ âyetinin anlamı ‘Onlar İbrâhîm’i ateşe attılar ve Allah onu mûcizeyle ateşten kurtararak, kâfirleri yenilgiye uğrattı.’ şeklinde anlaşılır. Bu olayın aktarılmasıyla gözetilen amaç Mekkeli müşriklere şu husûsun anlatılmasıdır: ‘Sizler Hz. İbrâhîm’in (a.s) yolu, Hz. Muhammed’in (s) sizleri çağırmakta olduğu yolun aynısıdır. Şâyet sizler, onu yenilgiye uğratmak için başvurduğunuz çeşitli hîlelere devam ederseniz, Hz. İbrâhîm’in (a.s) kavmi gibi sizler de en sonunda yenilgiye uğrarsınız. (MEVDÛDİ, 5/27)
(99).‘(İbrâhim🙂 “Doğrusu ben Rabbim(inemrettiğiyer)e gideceğim’ dedi.’ Bu âyet, kişinin küfür ülkesinden, dîni görevleri yapabileceği, ibâdet ve taatini yerine getirebileceği bir ülkeye hicret etme konusunda asıldır. Bu işi ilk olarak yapan İbrâhim (a.s.)’dır. Lût (a.s) ile berâber Harran, Bâbil yâhut bulunduğu Irak bölgesinden arz-ı mukaddese intikal ve hicret etmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 16/517)
‘O beni hidâyete eriştirir.’ Dînimde benim iyiliğim için olanı bana gösterecek, beni koruyacak, bana başarı ihsan edecektir. (S. HAVVÂ, 12/240)
(100).“Ey Rabbim! Bana iyilerden (sâlihevlât) lütfet!” diye duâ etti.’ Bu sırada İbrâhim (a.s)’ın henüz çocuğu yoktu. Bu sebeple Rabbinden, gurbette teselli bulacağı sâlih bir erkek evlâtla kendisine yardım etmesini istedi. Buradan, sâlih olma şartıyla bir babanın Allah’tan erkek çocuk istemesinin doğru ve güzel bir iş olduğu sonucu çıkarılabilir. Cenâb-ı Hak da ona yumuşak huylu, akıllı, uslu, itaatkâr bir erkek çocuk müjdeledi. ‘Şu ihtiyarlık çağımda bana İsmâil’i ve İshâk’ı lütfeden Allâh’a hamdolsun! Elbette Rabbim, duâları hakkiyle işitendir.’ (İbrâhim, 14/39) âyetinden de anlaşılacağı üzere, bu müjdenin gerçekleşmesi hemen değil, hayli zaman sonra, Hz. İbrâhim ve hanımının iyice yaşlandığı bir dönemde olmuştur. (Ö. ÇELİK, 4/246)
(101).‘Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik.’ Bu İsmâil (a.s)‘dir. Nesefi der ki: Bu müjde üç husûsu içermektedir. Doğacak çocuğu erkek olacaktır. Bu çocuk aynı zamanda ergenlik çağına kadar ulaşacaktır. Çünkü küçük çocuk hâlim olmakla nitelendirilemez. Ayrıca bu çocuk, hâlim olacaktır. Zaten onun hilminden daha büyük ne olabilir ki? Babası ona (kurban olarak) kesilmeyi teklif ettiğinde bunu teslîmiyetle karşılamıştı. (S. HAVVÂ, 12/240)
(102).‘Artık o (İsmâil) berâberinde (işe) koşma çağına erişince (babası): “Ey yavrucuğum! Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum; artık (düşün) bak, ne dersin?” dedi. (Oğlu🙂 “Ey babacığım! Emredildiğin şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” dedi.’ İşte burada insanın önünde gerçek îmânın, Hakk’a teslîmiyetin, sabrın, kazâ ve kadere râzı olmanın gerçek anlamları görülmektedir. Bir baba, oğlunu boğazlamakla emrolunuyor. Baba ve oğlan birlikte bu emre boyun eğiyorlar. Baba ve oğul bu emre teslim oluyorlar. Doğrusu bu şaşılacak bir durumdur! Aslında bu, Allâh’ın dostu İbrâhim ile onun sabırlı oğlu için çok görülmemelidir. Onlar vaadlerinde doğru ve güvenilir kimselerdir. (M. HİCÂZİ, 5/243)
(..) Kur’an İsmâil (as)’ı ‘..Biz onu hâlim bir çocukla müjdeledik.’ (Sâffât 37/101) âyetiyle ‘hâlim’, ‘.. ve İsmâil, İdris ve Ze’l Kifli.. hepsi sabredenlerdendir’ âyetiyle de (Enbiyâ 21/85) ‘sabırlı’ bir kişi olarak nitelendirmiştir. Kurban edileceği haberi bildirildiğinde buna hiç itiraz etmeden ‘teslim olması’ da, kurban edilmek üzere seçilenin İshak değil İsmâil olduğunu göstermektedir. Çünkü (..) bu iki sıfat İshak’a değil, İsmâil’e verilmiştir. İsmâil’in kurban edildiğini (kurban edilmekle emrolunduğunu gösteren, M. SELMAN) bir başka delil de Kurtubi’nin naklettiği merfu bir hadistir. Zîrâ söz konusu hadiste Allah Rasûlü (s) buyurmuştur ki: ‘İbrâhim’in kurban etmekle emrolunduğu evlâdı İsmâil’dir.’ (Hâkim’in el Müstedrek’i ve Kurtubi’den M. DEMİRCİ, 2/688)
(Öte yandan), konumuz olan âyetlerin asıl amacı, kurban olayının kahramanlarını tanıtmak ve olayın tarihsel gelişimini anlatmak değil, Hz. İbrâhim’in tevhid mücâdelesinden alınacak dersleri hatırlatmak, onun çok sevdiği oğlunu bile Allah uğrunda fedâ etmekten kaçınmayacak kadar ilâhi irâdeye teslim oluşundan ders almamızı sağlamak; kezâ oğlunun da yaşının küçüklüğüne rağmen aynı teslîmiyet şuuruna sâhip olduğunu bir ibret levhası olarak ortaya koymaktır. (KUR’AN YOLU, 4/546)
Hadis: İbn Ebi Hâtim de İkrime’den, o İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Uyurken peygamberlerin gördükleri rüya da bir vahiydir.’ İbn Kesir der ki: Bu hadis, bu yolla Kütüb-i Sitte’de bulunmamaktadır. Ancak biz de şunu belirtelim ki, bunun ifâde ettiği mânâ doğrudur. (S. HAVVÂ, 12/250)
(103).‘Böylece ikisi de (Allâh’ınemrine) teslim olunca (İbrâhim) onu şakağı üzerine yatırdı.’ Hz. İbrâhim (a.s) oğlunu kurban edeceği sırada, onu sırt üstü değil de, yüzükoyun yatırmasının nedeni, oğlunun yüz ifâdesini görüp, baba sevgi ve şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allâh’ın emrini yerine getirmeme korkusuydu. (MEVDÛDİ, 5/29)
Baba gidiyor, oğlunu şakağı üzerine yatırıp hazırlıyor, oğul teslim olmuş, yüz çevirmiş olmamak için kıpırdamıyor. Durumları apaçık ortaya çıkıyor. İkisi birden teslim olmuşlar. İşte ‘İslâm’ budur. İslâm’ın aslı budur. Güven, boyun eğme, iç huzur, hoşnutluk, teslîmiyet, uygulama… İkisinin birden içlerinde sâdece bu duygular var. Ancak büyük îmânın doğurduğu bu duygular. (S. KUTUB, 8/510)
(104, 105).‘Biz ona (şöyle) seslendik: “Ey İbrâhim!” “Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin.’ Kesmek üzere oğlunu yatırmakla rüyanda gözettiğimiz maksat gerçekleşmiştir. Yâni oğlunu boğazlanmaya teslim etmek şeklindeki rüyanda sana verdiğimiz emri yerine getirmiş bulunuyorsun. (S. HAVVÂ, 12/241)
‘Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.” Yâni ‘Biz ihsanda bulunanları işte böylece mükâfatlandırır, onu sıkıntı ve çilelerden geçirmek sûretiyle imtihan eder, tereddütleri varsa giderir ve böylece derecelerini yükseltiriz. İşte sen de oğlunu kurban etmeyi göze aldığın için, hem oğlunu kurtardık, hem de derecenizi yükselttik. (MEVDÛDİ, 5/29)
Hz. İbrâhim, daha önce yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücâdele verdiği gibi, bu defa da evlâdını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş, bu büyük özveriye karşı yüce Allah hem onun vaktiyle ateşte yanmasını önlemiş, hem de şimdi oğlunu ölümden kurtarmıştır. 105 ve 110’ncu âyetlerde iki defa tekrar edilen ‘İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz’ ifâdesi bu lütuflara işâret etmekte(dir). (KUR’AN YOLU, 4/546)
(106).“Şüphesiz bu, apaçık sınavın ta kendisidir.” Yâni ‘maksat senin oğlunun canını almak değildi. Maksat, Allah’tan hiçbir şeyin sana daha sevgili olmadığını ortaya çıkarmak için, seni imtihanetmekti. (MEVDÛDİ, 5/29)
(107).‘(Oğlunakarşılık) ona büyük bir kurbanlık (koç) fidye verdik.’ Bu âyetlerde, Hz. İbrâhîm’in oğlunu kurban etmesi (emri, M. SELMAN) anlatılır. Hz. İbrâhim’in iki oğlu vardı: Eşi Hâcer’den olma İsmâil ve ilk eşi Sâre’den olma İshak. Kurban olayı ilk ve büyük oğlu İsmâil (as) üzerinde cereyan etmiştir. Müfessirlerin ve İslâm âlimlerinin çoğunun görüşü budur. Çünkü bu sûrede kurban olayı anlatılıp bittikten sonra 112’nci âyette İshak’ın müjdelenmesi bunu gerektirir. Diğer yandan kurban olayının bugünkü Mekke ve Mina bölgesinde vuku bulduğu bilinmektedir. Şam’dan bu bölgeye gelip yerleşen ve daha sonra babası İbrâhim ile birlikte Kabe’yi inşa eden de İsmâil’dir. (Muharref) Tevrat metnine ve havra görüşüne göre ise kurban olayı İshak üzerinde cereyan etmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/716)
Arap rivâyetlerine göre, Araplar yüzyıllar boyu kurban vakasının Mina’da meydana geldiğine inana gelmişlerdir. Ve tâ o zamandan başlayarak Hz. Peygamber (s) zamanına kadar, hacılar Mina’ya gidip Hz. İbrâhim’in geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha sonra Hz. Muhammed peygamberlik pâyesine yükselince bu geleneği İslâmiyet’in hac farîzasının bir parçası hâline getirdi. Bugün dahi Müslüman hacılar 10 Zilhicce târihinde kurbanlıklarını Mina’da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri kesintisiz sürdürülen bu gelenek, Hz. İbrâhîm’in kurban etmek istediği oğlunun İshak değil, İsmâil olduğunun inkâr edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshak’ın soyundan oldukları bilinen Yahûdiler ile hıristîyanlar arasında Müslüman ümmeti gibi, bütün milletin belirli bir sürede kurban kesmesi veya bundan Hz. İbrâhim’in kurban kesmesinin bir anısı olarak sürdürülen bir gelenek yoktur. (MEVDÛDİ, 5/33)
Daha açık olan boğazlanması istenen kişinin Hz. İsmâil olduğudur. Bu Ebû Bekir, İbn Abbas, İbn Ömer ve tâbiinden bir grup (Allah tümünden râzı olsun)‘un görüşüdür. Çünkü peygamber (s) ‘Ben boğazlanmak istenen iki kişinin oğluyum’ diye buyurmuştur. Bunlardan birisi atası Hz. İsmâil’dir; diğeri ise babası Abdullah’tır. Çünkü Abdülmuttalip on tâne oğlu olursa Allâh’a yakınlaşmak maksadıyla sonuncuları boğazlamayı adamıştı. Abdullah ise onun çocuklarının sonuncusu idi. Fidye olarak onun yerine yüz deve kesmiştir. (S. HAVVÂ, 12/254)
Allâh’ü Teâlâ Hz. İsmâil’in yerine, kurbanlık bir koçu fidye olarak vermiş ve böylece Allah için belirli hayvanları kurban etme geleneği, Hz. İbrâhim ile başlamıştır. Bu koçun boynuzları, yüzyıllarca Kâbe duvarında asılı kalmış, HaccacveAbdullahİbnZübeyr arasındaki çatışmada çıkan yangında yanmıştır. (H. DÖNDÜREN, 2/716)
(108).‘Ve sonra gelenler arasında ona iyi bir nam bıraktık.’ “Selâm olsun İbrâhim’e” ‘İşte Biz iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.’ ‘O, şüphesiz mümin kullarımızdandı.’ İbrâhim nesiller ve asırlar boyu anılmaktadır. O bir ümmettir. O peygamber babasıdır. O, şu Müslüman milletin babasıdır. Bu Müslüman millet, O’nun dînine mîrasçıdır. Yüce Allah bu millet için ve onların üzerine İbrâhim’in dîni üzere insanlığın yönetimini farz kılmıştır. Ve bu yönetimi, kıyâmete kadar İbrâhîm’in çocuklarına ve soyuna yüklemiştir. (S. KUTUB, 8/512)
(110).‘İşte Biz güzel davrananları böyle ödüllendiririz.’ Böylece onları belâ ve vefâ ile, anılmakla ve selâmla ve ikram ile ödüllendiririz. (S. KUTUB, 8/512)
Hz. İbrâhîm’in bu teslimiyetine karşı Allah Teâlâ, hem onun ateşte yanmasını önlemiş hem de oğlunu ölümden kurtarmıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın iyilik ve ihsan sâhiplerine nasıl iyi karşılık verdiğinin açık bir örneğidir. Yine bu sebepledir ki Yüce Rabbimiz, İbrâhîm’in sonraki nesiller arasında selâm ve saygıyla anılmasını sağlamış, ismini ebedileştirmiştir. Nitekim bugün Müslümanlar namazlarda okuduğumuz salli ve bârik duâlarında, Peygamber Efendimiz (s) ile birlikte Hz. İbrâhîm’e de devamlı duâ ederiz. (Ö. ÇELİK, 4/249)
(112).‘Ona Salihlerden olan İshâk’ı nebi olarak müjdeledik.’ ‘Salihlerden’ diye nitelendirilmesi, her peygamberin sâlih oluşundan dolayıdır. Burada ayrıca onun salâhının söz konusu edilmesi de onun için bir övgüdür. İbn Kesir der ki: ‘Daha önce kurbanlık olarak kesilecek Hz. İsmâil’in müjdesi verildiğinden dolayı, burada da kardeşi Hz. İshak’ın müjdesinden sözedilmektedir.’ (S. HAVVÂ, 12/242)
İshak (as)’ın soyundan Hz. Îsâ’ya kadar pek çok peygamber gelmiştir. Hz. İsmâil’in Mekke’de Arap soyundan bir kızla evlenmesi sonucunda soyu Araplardan devam etmiş ve Hz. Muhammed onun soyundan dünyâya gelmiştir. Buna göre Hz. Muhammed ve Hz. Îsâ’nın soyu Hz. İbrâhim’de birleşmiş olur. (H. DÖNDÜREN, 2/716)
(113).‘Hem kendisine hem de İshak’a bereketler verdik. Her iki (oğlu)nun neslinden iyi hareket edenler de vardır, kendilerine açıkça zulmedenler de.’ Hasep ve nesebin kişinin salâh yâhut fesadında, itaat yâhut isyânında bir etkisi ve bir tesiri yoktur. Sâlih kişiden âsi ve günahkâr; müminden de kâfir doğabilir. Tamaksideolur. Âsîden sâlih, kâfirden mümin de doğabilir. Şâyet bu iş hasep, nesep, soy sop, tabiat ve ırk ile olsaydı bu değişiklik olmazdı. Âyet, peygamber evlâtları ve torunları olmakla övünen Yahûdilerin bu konudaki umut ve beklentilerini boşa çıkarmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 16/533)
37/114-122 MÛSÂ VE HÂRÛN’A SELÂM OLSUN
114, 115, 116. Andolsun ki biz Mûsâ’ya ve Hârûn’a lütuflarda bulunduk. [bk. 21/48] 115. Onları ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık. 116. Üstelik, onlara yardım ettik de üstün gelen kendileri oldular.
117-118-119. Onlar(ınikisin)e apaçık Tevrat’ı verdik ve onları doğru yola eriştirdik. Sonraki (gelen)ler arasında da onlara (iyibirün) bıraktık.
120, 121, 122. “Mûsâ ve Hârûn’a selâm olsun.” 121. Şüphesiz iyi hareket edenleri biz böyle mükâfatlandırırız. 122. Doğrusu onlar(ınikisi) de mü’min kullarımızdandı.
114-122. (114).‘Onları ve kavimlerini büyük sıkıntıdan kurtardık.’ Andolsun ki Biz, Mûsâ ve Hârûn’a Peygamberlikte lütufta bulunduk. Onlara hikmet verdik. Onları ve kavimlerini büyük sıkıntıdan, yere batmaktan, Firavun ve adamlarından kendilerine ulaşan kötü işkencelerden kurtardık. Çünkü Firavun ve adamları, Mûsâ ile kavminin erkek çocuklarını keser, kadınlarını diri bırakırlardı. O, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlardandı. (M. HİCÂZİ, 5/246)
(115).‘Büyük sıkıntı’dan maksat, Şevkâni’nin ifâdesiyle Firavun yönetiminin, Mısır’da yaşayan İsrailoğulları’na köle işlemi uygulaması, bu işlemden dolayı çektikleri maddi ve mânevi sıkıntılardır. (bilgi için bk. A’raf 7/104-105, KUR’AN YOLU, 4/548)
(117-119).‘Onlar(ınikisin)e apaçık Tevrat’ı verdik ve onları doğru yola eriştirdik. Sonraki (gelen)ler arasında da onlara (iyibirün) bıraktık.’ Açık seçik anlaşılabilen kitap ise Tevrat’tır. Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan ayrılıp Sînâ yarımadasına geçmeleri ve Tevrat’ın indirilmesi konusunda kısaca bilgi verilmekte, Allâh’ın Mûsâ ve Hârun ile İsrâil kavmine büyük lütufları hatırlatılmaktadır. (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/49-93, A’raf 7/103-156: KUR’AN YOLU, 4/548)
‘.. onları doğru yola eriştirdik.’ ‘sırât-ı müstakim’, Allâh’ın yolu (42/52, 53), Kur’an yolu (36/4-5) ve bütün peygamberlerin yoludur. (1/6, 36/3-4). Yüce Allâh’ın hidâyet ettiği kimse doğru yolu bulur, mümin ve Müslüman olur. (İ. KARAGÖZ 6/363)
37/123-138 İLYAS VE LÛT ALEYHİMESSELÂM
123. Şüphesiz İlyas peygamberlerdendi. [krş. 6/85-86]
124, 125, 126. Hani o kavmine demişti ki: “Allâh’ın emrine karşı gelmekten/azâbından sakınmaz mısınız? (Sakının)” 125-126. “Yaratanların en güzelini, sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allâh’ı bırakıp da Ba’l (adlıput)a mı yalvarıyorsunuz? (Tapmayın)”
127, 128. Bunun üzerine onu yalanladılar. Şüphesiz bunlar yakalanıp (cehenneme) getirileceklerdir. Ancak Allâh’ın gönülden bağlı (ihlâslı) kulları (bunlardan) hâriçtir.
129-132. Sonraki (gelen)ler arasında kendisine (iyibirün) bıraktık; İlyas’a da selâm olsun. 131. Şüphesiz iyi hareket edenleri, biz böyle mükâfatlandırırız. 132. Doğrusu o, bizim mü’min kullarımızdandı.
133. Şüphesiz Lût da peygamberlerdendir.
134, 135, 136. O vakit hem onu, hem âilesi (sayılanları); ancak (geride) kalanlar arasındaki ihtiyar bir kadın (olanîmansızkarısı) hâriç toptan kurtardık, sonra öteki (kalanahlâksızinkârcı)ları da mahvettik.
137-138. (Ey müşrikler!) Elbet siz, onlar(ınyurtların)a hem sabahleyin hem geceleyin uğruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
123-138. (123).“Yaratıcıların en güzeli olanı’ takdir edicilerin en güzeli olan Allâh’a ibâdeti ‘bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?’ Baal, vaktiyle Şam hâlkının tapındıkları puttur. Bu puta ibâdet, onlardan İsrâiloğulları’na geçmişti. Şam topraklarında bulunan ve Baalbek diye bilinen şehir, bu puta nisbet edilmiştir. (S. HAVVÂ, 12/255)
(125, 126).O hâlde gerek konumuzu oluşturan 125’nci âyette, gerekse Müminûn sûresi 14’ncü âyette geçen ‘yaratanların en güzeli’nden maksat mûcid ve sani’lerin (yapıp yakıştıranların) en güzeli Allah’tır, demektir. Nitekim İmam Kurtubi kendi tefsirinde 125’nci âyette geçen ‘ahsene‘l hâlikin’ i ‘ahesene ‘s sâniîn’ şeklinde yorumlamıştır ki, mânâsı şöyledir: ‘Cenâb-ı Hak, yapıp icad edenlerin en güzelidir’ İnsanlar ise, hiç olmayan, aslı ve mayası bulunmayan şeyi yoktan var kılıp vücûda getiremezler. Ama aslı ve mayası veya model ve örneği bulunan şeyi yapıp îcad edebilirler.’ (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/299)
‘Sizin de Rabbiniz, önceki babalarınız’ İshak, Yâkup ve İbrâhim‘in Rabbi olan Allâh’ı’ Yâni, O’na ibâdeti terkeder misiniz? Hâlbuki ibâdete lâyık olan sâdece O’dur. Bu konuda O’na hiçbir şekilde ortak koşmayınız. (S. HAVVÂ, 12/255)
(127, 128).‘Bunun üzerine onu yalanladılar. Şüphesiz bunlar yakalanıp (cehenneme) getirileceklerdir. ‘Ancak Allâh’ın gönülden bağlı (ihlâslı) kulları (bunlardan) hâriçtir.’ Yâni, bu cezâdan sâdece Hz. İlyas’ı yalanlamayan kimseler kurtulacaklardır. (O) Allah’da bu kurtulanlara hidâyet nasip etmiştir. (MEVDÛDİ, 5/39)
(133).‘Şüphesiz Lût da peygamberlerdendir.’ Lût aleyhisselâm, Hz. İbrâhim’in yeğeni olup, Ölüdeniz kıyısındaki Sodom ve Gomore (Ammure) peygamber olarak gönderilmiştir. Hâlkı, onun uyarılarına rağmen sapkın inanç ve yaşayışlarından vazgeçmeyince büyük bir felâketle yok edilmişlerdir. (bk. A’raf 7/80-84; Hûd 11/77-83; Hicr 15/58-77, KUR’AN YOLU, 4/551)
(134-136).‘O vakit hem onu, hem âilesi (sayılanları); ancak (geride) kalanlar arasındaki ihtiyar bir kadın (olanîmansızkarısı) hâriç toptan kurtardık, sonra öteki (kalanahlâksızinkârcı)ları da mahvettik.’ Bu ifâde ile hicret vuku bulunca kavmini tercih ederek, kocasıyla gelmeyen ve böylece azâba müstehak olan Hz. Lût’un karısı kastolunmaktadır. (MEVDÛDİ, 5/39)
(137, 138).‘Elbet siz, onlar(ınharapolanyurtların)a hem sabahleyin hem geceleyin uğruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?’ Burada Lût kavminin gazaba uğradığı yerlerde îmâda bulunulmaktadır. Kureyş’in tüccarları Şam ve Filistin’e gidip gelirken sürekli olarak bu yerlerden geçiyorlardı. (MEVDÛDİ, 5/39)
Nesefiderki: Bundan önceki kıssaların sona erdirildiği gibi, Hz. Lût ve Yûnus kıssalarının sona erdirilmemesinin sebebi şudur: Şânı yüce Allah sûrenin sonlarında bütün peygamberlere selâm olsun, demiştir. Böylelikle ayrı ayrı her birisi hakkında, ‘selâm olsun’ denilmeyerek sûrenin sonundaki selâmla yetinilmiştir.
Bunuşâhit olduğunuzhâlde ‘Hâlâ akıllanmayacak mısınız?’ ki bu durumdan ibret alasınız. Onların başına gelen musîbetin sizin de başınıza gelmesinden endişe edesiniz. Zîrâ inkâr ve yalanlamaları sebebiyle Sodom hâlkını helâk edip kurutmaya kâdir olan, Mekke hâlkının da köklerini kurutmaya kâdirdir. (İ. H. BURSEVİ, 16/549)
37/139-148 EĞER ALLÂH’I TESBİH EDENLERDEN OLMASAYDI
139. Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.
140, 141, 142. Hani o (kavminevaadettiğiazaphemengelmeyince, Rabbindenizinsiz) dolu bir gemiye binmişti. Bunun için kur’a çektiler (o,) kaybedenlerden oldu. 142. (O: “Sâhibindenizinsizgemiyebinenbenim.” diyekusurunuitirafederek) kendisini kına(yıpdenizeatıl)mışken (emrimüzerine) balık hemen onu yuttu.
143, 144. Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar elbet onun karnında kalırdı.
145, 146. (Amaobizitesbihetti) biz de onu hasta olarak (açık, boş) bir alana çıkarıp attık. [bk. 21/87-88] 146. Üzerine de bal kabağı cinsinden (gölgelik) bir ağaç bitirdik.
147, 148. Onu yüz bine hatta daha da fazla (kimse)lere (Ninovaveçevresine) peygamber gönderdik. 148. (Nihâyetkavmideonunarkasından, tehditolunduklarıazâbıngeleceğinianlayınca) îman ettiler, biz de kendilerini (yaşayacakları) bir zamâna kadar geçindirdik.
139-148. (139).‘Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi.’ Hz. Yunus, Ninova hâlkına gönderilmiş bir peygamberdir. Onları tevhide dâvet etmeye başlayınca, kendisine çok az kimse îman etti. Diğerleri îman etmeyip hatta ona türlü ezâ ve cefâda bulundular. Yûnus (a.s.) kavminin inkârcı ve inatçı hâllerine son derece üzüldüğünden daha fazla dayanamayıp, Rabbinden izin almadan aralarından ayrıldı. (Ö. ÇELİK, 4/258)
Yûnus (a.s.) kıssasında tevhid derslerinden oldukça beliğ bir ders vardır. Çünkü yüce Allâh’ın hassas mizânı ve O’nun emirlerine bağlanmak, bunların eksiksiz olmalarını gerektirir. İşte Hz. Yûnus bir peygamber olduğu hâlde, Allâh’ın izni olmaksızın yerini terk etti ve bu kadar şiddetli bir azap ile cezâlandırıldı. O bakımdan hiçbir kimse herhangi bir şeyden korkarak Allâh’ın emrini uygulamaktan kaçınmamalıdır. Aksine bunu yerine getirmemekten korkmalıdır. (S. HAVVÂ, 12/260, 261)
(140, 141).‘Hani o (kavminevaadettiğiazaphemengelmeyince, Rabbindenizinsiz) dolu bir gemiye binmişti.’ ‘Bunun için kur’a çektiler, kaybedenlerden oldu.’ ‘(O: “Sâhibindenizinsizgemiyebinenbenim.” diyekusurunuitirafederek) kendisini kına(yıpdenizeatıl)mışken (emrimüzerine) balık hemen onu yuttu.’ Bu âyetler üzerinde düşündüğümüzde, olayın şu şekilde cereyan ettiğini anlıyoruz: (1) Hz. Yûnus’un içinde olduğu gemi oldukça yüklüydü. (2) Kur’a geminin içinde çekilmişti. Çünkü gemi fazla yük dolayısıyla muhtemelen batma tehlikesiyle karşı karşıya idi ve bu yüzden yolcularının çoğunun hayatlarının kurtulabilmesi için, bir kısmının gemiden atılması gerekiyordu. Binâenaleyh kur’a çekilecek ve kimin ismi çıkarsa o, denize atılacaktı. (3) Çekilen kur’ada Hz. Yûnus’un ismi çıktığı için onu denize attılar ve bir balık onu yuttu. (4) Hz. Yûnus’un böyle bir derde dûçar olmasının nedeni, sâhibi olan Allâh’ın izni olmaksızın, memur edildiği görevi terk edip kaçmış olmasıdır. (MEVDÛDİ, 5/40)
(143, 144).‘Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar elbet onun karnında kalırdı.’ Öteden beri Allâh’ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da ‘Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum.’ (Enbiyâ, 21/87) diye nidâ ediyordu. Fakat sâdece şimdi değil, öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı ‘yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun karnında kalırdı. Fakat kalmadı. (ELMALILI, 6/454)
El Hasen el Basri’ye göre Yûnus Peygamber’in balığın karnında yapmış olduğu tesbihten maksat ‘Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.’ (Enbiyâ 21/87) duâsını tekrar etmesidir. (M. DEMİRCİ, 2/692)
Hadis / Duâ: ‘Balık sâhibi Yûnus peygamberin, balığın karnında yaptığı duâ, ‘Yâ Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.’ Şeklinde idi. Bu sözlerle duâ eden herhangi bir Müslüman yoktur ki, Allah onun duâsını kabul etmiş olmasın.’ (Tirmizi Deavât 85, İ. KARAGÖZ 6/372)
Yâni, bu balığın Kıyâmete değin yaşayacağı ve Hz. Yûnus’un onun karnında kalacağı anlamına gelmez. Bu âyet, meşhur müfessir Katâde’nin de kanaati olduğu üzere ‘Bu balığın karnı Kıyâmete değin Yûnus’a mezar olabilirdi’ şeklinde bir anlamı içerir. (İbn Cerir’den, MEVDÛDİ, 5/41)
(145).‘(Amaobizitesbihetti) biz de onu hasta olarak (açık, boş) bir alana çıkarıp attık.’ Yâni, Hz. Yûnus hatâsını anlar anlamaz, sâlih bir mümin olarak hemen hatâsını itiraf etmiş ve Allâh’a yalvarmaya başlamıştır. Allâh’ın emriyle balık onu, ağaçsız ve bitkisiz olan ve ne bir gölge ne de bir yiyecek bulunan bir kumsala atmıştır. (MEVDÛDİ, 5/41)
(146).‘Üzerine de bal kabağı cinsinden (gölgelik) bir ağaç bitirdik.’ Burada ağacın ve kabağın bitirilmesi Yûnus (a.s.)’ın bir mûcizesidir. Yûnus (a.s.) bu ağacın gölgesinde gölgelenmiş, (..) korunmuştur. (..) (İ. H. BURSEVİ, 16/558, 559)
Bâzılarının belirttiğine göre kabağın birtakım faydaları vardır ki, bunlardan birisi çabucak bitmesi, büyükçe olduğu için yapraklarının gölge yapması, yumuşaklığı, ona sineğin yaklaşmaması, verdiği meyvesinin iyi bir besin olması, içinin pişirilmiş olarak, içindekilerle birlikte ve kabuğu ile de yenilmesi, bunlar arasındadır. Rasûlullah (s)’ın kabağı sevdiği ve tabağın kenarlarından kabağı alıp yediği de sâbittir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/262)
(148).‘(Nihâyetkavmideonunarkasından, tehditolunduklarıazâbıngeleceğinianlayınca) îman ettiler, biz de kendilerini (yaşayacakları) bir zamâna kadar geçindirdik.’ Meşhur müfessir Katâde, Yûnus Sûresinin 98. Âyetini tefsir ederken şöyle diyor: ‘Hz. Yûnus’un kavminin dışında, kâfir oldukları hâlde azâbın geldiğini görerek tevbe etmiş ve affedilmiş başka bir kavim yoktur. Onlar peygamberlerini aramışlar, fakat bulamayınca azâbın yakın olduğunu hissetmişler ve bunun üzerine îman etmişlerdir. (İbn Cerir’den, MEVDÛDİ, 5/42)
Yüce Allah için imkânsız diye bir şey yoktur. Yüce Allah, ateşe Hz. İbrâhîm’i yaktırmadığı gibi, balığa da Hz. Yûnus’u gıdâ yaptırmamıştır. Balığın karnında yaşaması, yüce Allâh’ın gücünü gösterir. Bu olay, aynı zamanda Hz. Yûnus için mucize niteliğindedir. Bu itibarla yüce Allah’tan hiçbir zaman ümit kesmemek, Allâh’ın herşeye gücünün yeteceğinibilmek ve inanmak gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/372)
37/149-170 NASIL HÜKMEDİYORSUNUZ? HİÇ DÜŞÜNMÜYOR MUSUNUZ?
149-150. (Rasûlüm!) Şimdi sor o (Mekkelimüşrik)lere: “Kız evlâtlar Rabbinin de, oğullar kendilerinin mi?” [krş. 16/58; 17/40; 53/21-22] “Yoksa biz melekleri dişi olarak yarattık da onlar (buna) şâhit midirler (ki ‘Meleklerdişi’diyorlar)?”
151, 152, 153. Haberin olsun ki hakikaten onlar, uydurmalarından dolayı: “Allâh’ın çocuğu oldu.” diyorlar. Onlar elbette yalancıdırlar. 153. (YoksaAllah) kızları, oğullara tercih mi etmiş?
154-157. (Ey müşrikler!) Size ne oluyor? Nasıl böyle hüküm verebiliyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Yoksa açık bir delîliniz mi var? 157. Eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı!
158, 159, 160. Bir de (tuttular) Allah ile cinler arasında bir hısımlık icat ettiler. Hâlbuki o cinler (insanlargibi) kendilerinin de (hesapiçin) getirileceklerini elbette bilirler. Allah, onların takıp yakıştırdıkları sıfatlardan yücedir, uzaktır. Ancak Allâh’ın, gönülden bağlı olan (ihlâslı) kulları (onlardan) hâriçtir.
161, 162, 163. (Eyinkâredenler!) Siz ve taptıklarınız, O’na karşı (kimseyi) azdırabilecek değilsiniz. Siz ancak, cehenneme girecek olan kimseyi (azdırırsınız).
164, 165, 166. (Melekler şöyle derler🙂 “Biz (melekler)den, her birinin belli bir makâmı vardır. Şüphesiz (Allâh’ınhuzûrunda) o sıra sıra dizilenler biziz. (O’nu) tesbih (vetenzih) edenler de elbette biziz.”
167-170. Puta tapanlar şöyle diyorlardı: “Eğer gerçekten yanımızda, evvelkiler(einen)den bir kitap olsaydı mutlaka biz Allâh’ın ihlâslı kulları olurduk.” [bk. 6/156-157; 35/42] 170. Şimdi ise (Kur’ângelince) onu inkâr ettiler (kabuletmeyipdışladılar). Artık ilerde (başlarınanelergeleceğini) bilecekler.
149-170. (149).‘(Rasûlüm!) Şimdi sor o (Mekkelimüşrik)lere: “Kız evlâtlar Rabbinin de, oğullar kendilerinin mi?” Yâni tutumlarını reddeden bir üslûpla onlara, kendileri için seçtikleri kısmı, nasıl olur da Allâh’a nisbet ettiklerini sor. Bu ahmaklığın, bilgisizliğin ve kötü değerlendirmenin en ileri şekli değil midir? (S. HAVVÂ, 12/266)
Bu isnat ve taksimde kullar, kendilerini Rablerinden üstün tutmaktadırlar. Azıcık aklı olan böyle bir isnat ve taksimde bulunmaz. Bu kavl-i ilâhi Allah Teâlâ’nın ‘Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim!’ (en Necm, 53/21, 22) sözü gibidir. Yâni bu taksimat âdil değil; haksız ve zâlîmânedir. (İ. H. BURSEVİ, 16/566)
“Yoksa biz melekleri dişi olarak yarattık da onlar (buna) şâhit midirler?” Onların bilmelerinin özellikle şâhit olmalarına tahsis edilmesi, onlarla bir alay ve onların cehâletlerini ortaya koymaktır. Çünkü onlar, bu işi müşâhede / görmek ile bilemedikleri gibi, şânı yüce Allâh’ın bunun bilgisini kalplerinde hâlketmek sûretiyle de bilmediler, sâdık bir haberle de bilemediler, delil ile de böyle bir bilgiye ulaşmış değillerdir. (Nesefi’den S. HAVVÂ, 12/266)
(151-153).‘Haberin olsun ki hakikaten onlar, uydurmalarından dolayı: “Allâh’ın çocuğu oldu.” diyorlar. Onlar elbette yalancıdırlar.’ Burada Allâh’a cismâniyet iddiâsında bulunuyorlar. Ve Allah Teâlâ’nın yok oluşunu (fenâ) da mümkün görüyorlar. Çünkü doğum, oluşum ve bozulma kabul eden cisimlere özeldir. (İ. H. BURSEVİ, 16/567)
İbn Kesir der ki: ‘Yüce Allah, onların melekler hakkında söyledikleri üç iddiâyı bize aktarmaktadır ki, bunların üçü de alabildiğine küfür ve alabildiğine yalandır. Evvelâ onlar, melekleri Allâh’ın kızları diye kabul ettiler, böylelikle Allâh’a çocuk isnad ettiler ki, O bundan yüce ve münezzehtir. Daha sonra da O’nu bırakıp onlara tapındılar. Yüce Allah’tan başkasına ise tapınılmaz. Bütün bunların her birisi cehennem ateşinde yanmak için yeterlidir. (S. HAVVÂ, 12/266)
‘(YoksaAllah) kızları, oğullara tercih mi etmiş?’ Nesefi der ki: ‘Bu, azarlayıcı bir üslûpla yöneltilmiş bir sorudur. (S. HAVVÂ, 12/266)
(154-157).‘(Ey müşrikler!) Ne oluyor size, nasıl hüküm veriyorsunuz?’ Bu bozuk hükmü nasıl verebiliyorsunuz? Söylediğinizi düşüneceğiniz akıllarınız yok mudur? ‘Hiç düşünmüyor musunuz?’ Düşünerek kendi tasavvurunuza göre Allâh’ı daha alt konumda, kendinizi üstün bir konumda tuttuğunuzu hatırlamaz mısınız, görmez misiniz? ‘Yoksa sizin apaçık bir delîliniz mi var?’ Nesefi der ki: ‘Yâni gökten meleklerin Allâh’ın kızları olduğuna dâir inmiş bir delîliniz mi vardır?’ (S. HAVVÂ, 12/267)
‘Eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı!’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni buna dâir ve Allah tarafından gökten O’nun sizin dediğinizi evlât edinmiş olduğunu belirten bir kitaba dayalı olarak delîlinizi getirin. Sizin bu söylediğiniz sözün akla dayalı olması da mümkün değildir. Hattâ akıl bütünüyle böyle bir şeyi kabul etmez. (S. HAVVÂ, 12/267)
Zemahşeri, putperestlerin, Allâh’ın kızları olduğuna inanmakla üç yönden gerçeği saptırdıklarını belirtir: (a) Tecsîme sapmışlardır. (Allâh’ı cismâni bir varlık gibi düşünmüşlerdir); çünkü çocuk meydana getirmek, cismâni varlıklara özel bir durumdur; (b) Kendilerini Allah’tan daha üstün görmüşlerdir; çünkü bâtıl görüşlerine göre daha değerli olduğuna inandıkları erkek çocukları kendilerine, değersiz olduğunu ileri sürdükleri kızları Allâh’a nisbet etmişlerdir; (c) Yine aynı bâtıl görüşleriyle kızları aşağı varlıklar görüp melekleri de kız saymakla, melekleri aşağılamışlardır. (ayrıca bk. İbn Âşur, KUR’AN YOLU, 4/556)
(158-160).‘Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular.’ 158’nci âyette ‘nesep’ ile ortaklık kastedilmiştir. Dolayısıyla âyet-i kerîme, müşriklerin cinleri Allâh’a ortak koşmalarını ve onlara tapmalarını kasteder. ‘Müşrikler, tuttular cinleri Allâh’a ortak koştular.’ (En’am 6/100) âyeti bunu haber verir. (Ö. ÇELİK, 4/261, 262)
‘Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.’ Nesep ile akrabâlık kastedilmiştir. Müşrikler, Allâh’ın – hâşâ – cinlerle evlendiğini ve bu evlilikten meleklerin dünyâya geldiğini söylüyorlardı. Bu görüş, âyetlerin içeriğine daha uygun düşer. Buna göre cinlerin, günah işledikleri takdirde, yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri; dolayısıyla hesâba çekilip işlediği günahtan ötürü cehenneme atılacak varlıkların ilâh olamayacakları ve kendilerini dahi kurtarmaktan âciz olan varlıklara tapmanın tutarsızlığı vurgulanır. (Ö. ÇELİK, 4/262)
‘Allah, onların isnat edegeldiklerinden (evlât ve soy iddiâsından) yücedir, uzaktır.’ Bu söz, onların ahmakça ve tamâmen yanlış ve eğri olan bu iddiâlarının ilginç ve hayret verici olduğunu ifâde etmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 16/572)
‘Ancak Allâh’ın, gönülden bağlı olan (ihlâslı) kulları (onlardan) hâriçtir.’ Onlar azap görmeyeceklerdir. (İ. H. BURSEVİ, 16/572)
(161-163).‘Hiçbiriniz, cehenneme girecek kimseden başkasını Allâh’a karşı azdırıp saptıramazsınız.’ Zîrâ Allah Teâlâ onun kötü tercihi sebebiyle küfür ve inkârda ısrar edeceğini ve sonunda cehennem ehlinden olacağını bilir. İşte şeytanlar, ancak Allah Teâlâ’nın cehennem ehlinden olmalarını takdir ettiği kimseleri saptırırlar. Ancak muhlas (ihlâslı) kullar şeytanların ifsat ve saptırmalarından uzaktır. İhlâslı kullar, sizin kendilerini fitneye düşürüp, Allah Teâlâ’yı nitelediğiniz uygunsuz sıfat ve nitelemelerden uzaktırlar. (İ. H. BURSEVİ, 16/573)
Nesefi der ki: ‘Yâni sizler, kötü amelleri sebebiyle, daha önce yüce Allâh’ın bilgisinde cehennemi boylayacakları şekilde amel işleyen cehennemliklerden başka hiçbir kimseyi saptıramazsınız… (S. HAVVÂ, 12/269)
(164-166).‘(Melekler şöylederler🙂 “Biz (melekler)den, her birinin belli bir makâmı vardır.’ İbn Kesir der ki: Yâni bizden her birimizin semâvatta / göklerde özel bir yeri, ibâdette de belli makamları vardır, kesinlikle onu geçemez, onu aşamaz.’ (S. HAVVÂ, 12/269)
Her bir meleğin Allah katında belli bir makâmı, hizmet ettiği belli bir yeri vardır; onu da aşıp ileri gidemezler. Rivâyete göre Miraç gecesi Sidre-i Müntehâ’da iken Cebrâil biraz geri durunca, Efendimiz (s) ‘Burada benden ayrılacak mısın?’ diye sormuştu. O da: ‘Bulunduğum bu noktadan daha ileri gidemem’ diye cevap vermiş, Yüce Allah da meleklerin söylediği bir sözü nakletmek üzere ‘Bizim her birimizin Allah katında belli bir makâmı ve vazifesi vardır.’ (Sâffât 37/164) âyetlerini indirmiştir. (Kurtubi’den, Ö. ÇELİK, 4/263)
(Buna göre) Melekler bulunduklarımakamdan daha üst makâma çıkamadıkları gibi, yine bulundukları makamdan daha aşağı bir makâma da inemezler. Melekler bu durumlarıyla aşağıların aşağısında ve cehennemin en alt katında kalmış olan insandan daha üstündür. Îman ve sâlih amel ile aşağıların aşağısından geçip yücelerin yücesine çıkan, hattâ ‘kabe kavseyn’ makâmına yürüyen (en Necm 53/8-9), oradan da ‘ev ednâ’ makâmına uçan insan ise meleklerden üstündür. Bundan dolayı melekler, kendilerinden üstün olan insana, yâni Âdem (as)’a secde etmekle memur oldular ve secde ettiler. (el Bakara 2/34, el Araf 7/11, el Hicr 15/28-31, Sâd 38/71-74) Buna göre insan, insaniyet makâmından hayvaniyet makâmına düşebilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar.’ (el Araf, 7/179, İ. H. BURSEVİ, 16/575)
‘Ve şüphesiz ki biz, saf saf duranlarız.’ Yâni namazda ayaklarımız saf saf dizilir yâhut Arş’ın etrafında müminlere duâ ederek saf saf dizilir. İbn Kesir der ki: ‘Yâni bizler yüce Allâh’ın ‘Andolsun saf saf duranlara’ buyruğunda da açıklandığı gibi itaatte saflar hâlinde dururuz. (S. HAVVÂ, 12/269)
Hz. Ömer de namaza kalktığında ‘Saflarınızı doğru ve düzgün tutun. Saflarınızı düzeltin. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rableri huzûrunda durdukları gibi durmanızı ister’ der, sonra da Sâffât Sûresi 165’nci âyeti okur, ‘Ey filân sen geriye git, ey filân sen öne geç’ der, sonra da kendisi öne geçer, tekbir alıp namaza dururdu. (Taberi’den Ö. ÇELİK, 4/263)
‘Ve şüphesiz ki biz, tesbih edenleriz.’ İbn Kesirderki: ‘Saf saf dizilir, Rabbi tesbih eder,şânınıyüceltir, takdis ederiz, eksikliklerden tenzih ederiz. Bizler O’nun kullarıyız, O’na muhtâcız, O’nun huzûrunda itaatle, zilletle boyun eğeriz.’ (S. HAVVÂ, 12/269)
Hadis: Rasûlullah (sa) bir gün kendisi ile birlikte bulunanlara şöyle buyurdu: ‘Gök gıcırdıyor. Gıcırdaması da yerindedir. Çünkü rükû yâhut secde hâlinde bir meleğin bulunmadığı bir ayak koyacak yeri dahi yoktur.’ Daha sonra Peygamber (s) (âyet 164-166) buyruğunu okudu. (İbn Asâkir, Muhammed b. Hâlid’in biyografisini aktarırken, Abdurrahman b. El Âlâ b. Sa’d’a kadar ulaşan senet ile, S. HAVVÂ, 12/276)
Hadis: Huzeyfe (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Biz insanlara üç hususta üstün kılındık: Saflarımız meleklerin safları gibi yapıldı, yeryüzü bizim için mescid kılındı, oranın toprağı da bizim için temizlenme aracı oldu.’ (Müslim’den, S. HAVVÂ, 12/277)
(167-169).‘Gerçi (Kureyş müşrikleri) şöyle diyorlardı: “Eğer gerçekten yanımızda, evvelkiler(einen)den bir kitap olsaydı mutlaka biz Allâh’ın ihlâslı kulları olurduk.” Yâni Allâh’a ihlâsla ibâdet eder ve onların yalanladıkları gibi yalanlamaz, muhâlefet ettikleri gibi aykırı davranmazdık. İbn Kesir der ki: ‘Yâni ey Muhammed, onlar şunu temenni ediyorlardı; keşke onlara Allâh’ın emirlerini ve önceki nesillerin başına neler geldiğini hatırlatan ve Allâh’ın Kitabını onlara getiren bir kimse bulunsaydı.’ (S. HAVVÂ, 12/270)
(170).‘Şimdi ise (Kur’ângelince) onu inkâr ettiler. Artık ilerde (başlarınanelergeleceğini) bilecekler.’ İhlâs ile sarılmak şöyle dursun küfrettiler, zikirlerin en güzeli olan Kur’ân inince nankörlük edip tanımak istemediler. (ELMALILI, 6/456)
37/171-182 BÜTÜN PEYGAMBERLERE SELÂM OLSUN
171, 172, 173. Andolsun ki gönderilen peygamber kullarımız için bizim (ezelde şu) sözümüz geçmiştir: 172. “Şüphesiz, kendilerine yardım edilecek (vemuzafferolacaklar)dır.” 173. “Şüphesiz bizim ordumuz kesinlikle gâlip gelecektir.” [bk. 58/21]
174, 175. “(Ey Peygamberim!) Onun için, bir süre onlardan yüz çevir (onlarıönemseme).” “Gözetle onları(nbaşınanegeleceğini), kendileri de yakında görecekler.”
176, 177. (Müşrikler) Şimdi çarçabuk azâbımızı mı istiyorlar? 177. Fakat o (azap) onların bölgesine inince, o (önceden) uyarılmış (olupdayolagelmeyen)lerin sabahı ne kötü olur!
178, 179. (Ey Peygamberim!) Bir vakte kadar onlardan yüz çevir. Bak, gör onlar(agelecekazâb)ı; onlar da görecekler.
180, 181, 182. (Ey Peygamberim!) Şan ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların taktıkları sıfatlardan yücedir, münezzehtir. 181. Peygamberlere selâm olsun. 182. Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun.
171-182. (171).‘Andolsun ki peygamber kullarımız için bizim (şu Levh-i mahfuzda) sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz, kendilerine (dünyâda ve âhirette) yardım edilecektir.” “Şüphesiz bizim ordumuz kesinlikle gâlip gelecektir.” Nesefi der ki: Maksat, onların dünyâ hayatında delil getirme konumunda ve savaşlarda, âhirette de onlara karşı üstünlük sağlamaları vaadinin verilmiş olmasıdır. El Hasen’den belirtildiğine göre, hiçbir peygamber hiçbir savaşta yenilgiye uğratılmış değildir. İbn Abbas (r)’dan gelen rivâyete göre, eğer dünyâda onlara yardım olunup zafere ulaştırılmazlarsa, âhirette muzaffer kılınırlar. Kısaca onlar hakkında kaide, temel esas ve çoğunlukla aldıkları netice, zafer ve ilâhi yardımdır. Bu arada birtakım belâ ve sıkıntılar (..) görünse dahi böyledir, çünkü asıl göz önünde bulundurulması gereken çoğunlukla görülendir. (S. HAVVÂ, 12/271)
Hayâtın geçici şartları veya inananların kendi kusurları yüzünden yâhut Allâh’ın bir imtihânı olarak zaman zaman aksi görülse de Allâh’ın vaadi, dolayısıyla genel yasası budur. Allah geçmişteki peygamberlere bunu müjdelemiştir ve bu müjde her dönem için geçerlidir; çünkü Râzi’nin deyimiyle ‘Hayır sürekli, şer geçicidir ve sürekli olan geçici olandan daha güçlüdür. Böylece bu âyetlerde, Kur’ân’ın birçok defa tekrarladığı ifâdeyle, ‘inanıp ve erdemli işler yapanlara inanç, kararlılık ve iyimserlik telkin edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/561)
(174, 175).‘Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.’ Fazla olmayan bir süre, onlara iltifat etme. Sana verdikleri eziyetlere katlan ve belirlenmiş bir zamânı bekle. Pek yakında biz güzel sonucu, zafer ve yardımı sana ihsan edeceğiz. Nitekim bu verilen söz, Bedir’de, Mekke’nin fethinde ve diğerlerinde gerçekleştirilmiştir. (S. HAVVÂ, 12/271)
‘Gözetleyiver onları’ Yâni o gün onların başına neler geleceğine bir bak! ‘Onlar ileride’ bunu ‘göreceklerdir.’ İbn Kesir (de) şöyle demektedir: ‘Yâni onlara süre ver ve sana muhâlefet ettikleri, seni yalanladıkları için başlarına gelecek azap ve cezâları gözetle! İşte bunun için yüce Allah tehdit edici üslûpla: ‘Onlar ileride göreceklerdir’ diye buyurmaktadır. (S. HAVVÂ, 12/272)
‘Hâllerini gör onların; ileride kendileri de görecekler!’ meâlindeki 175’nci âyet de inkârcılara yönelik olarak ileride başlarına yenilgi, ölüm, esirlik gibi nice hâllerin geleceği şeklinde bir uyarı ve tehdit anlamı taşımakta; o zaman müminlerin sevineceğine, inkârcıların üzüleceğine işâret edilmektedir. (Râzi, İbn Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/561)
(176).‘Şimdi çarçabuk azâbımızı mı istiyorlar?’ ‘Fakat o (azap) onların bölgesine inince, o (önceden) uyarılmış (olupdayolagelmeyen)lerin sabahı ne kötü olur!’ Cenâb-ı Hak bu âyetlerle Peygamberi’ni ve müminleri cihâda teşvik etmekte, gelecekte gerçekleşecek ve olumlu sonuçlanacak büyük olaylara dikkatlerini çekmektedir: (1) Birincisi; gerek fikri, gerek fiili mücâdelede müminler gâlip gelecek, kâfirler mağlûp olacaklardır. Nitekim Medîne dönemi itibâriyle Bedir’de, Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin fethinde bu müjdeler aynıyla tahakkuk etmiştir. Taarruzlar / savaşta saldırılardaha çok sabah erken saatlerinde yapıldığı ve düşman o vakitte dağıtılıp, perişan edildiği için veya bu vakitte yapılacak taarruzların daha başarılı olacağına işâret için sabah vaktinden bahsedilir. (bk. Âdiyât, 100/3) (2) İkincisi; bu âyetlerde âhiret azâbının kastediliyor olması da mümkündür. Zîrâ mahşer sabahı kâfirler için tam bir felâket olacaktır. Müminler pek hayırlı neticelerle karşılaşıp sevineceklerken, kâfirler hazin akıbetlerini görüp kahrolacaklardır. (Ö. ÇELİK, 4/266)
‘Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Gözetleyiver! Onlar ileride göreceklerdir’ buyruğu ile ilgili olarak İbn Kesir: ‘Bu ifâdeler az önceki buyrukların pekiştirmesidir’ demektedir. Nesefi de şöyle demektedir: ‘Bunun ikinci defa tekrarlanması teselli üstüne teselli olması ve yapılan tehditlerin gerçekleşeceğinin üsteleme yapılmasıdır.’ (S. HAVVÂ, 12/272)
Hadis: BuhâriileMüslim’de şu rivâyet sâbittir… Enes (r) dedi ki: Rasûlullah (s.a) sabahleyin Hayber’e vardı, Hayberliler baltalarıyla, kürekleriyle dışarıya çıktıklarında orduyu gördüler, gerisin geri dönerken: Allâh’a yemin olsun ki Muhammed, Muhammed ve ordusu demeye koyuldular. Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘Allâhü ekber, harab oldu Hayber, biz bir kavmin alanına indik mi uyarılanların sabahı kötü bir sabah olur.’ (S. HAVVÂ, 12/278)
(180).‘Senin izzet sâhibi Rabbin, onların iddiâ etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, uzaktır.’ Yüce Allâh’a çocuk, eş, ortak nisbet eden bu iftirâcı ve haddi aşanların söylediklerinden münezzehtir. (S. HAVVÂ, 12/272)
Hadis: Said b. Ebi Arûbe, Katâde’den dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Bana selâm getirdiğiniz zaman diğer peygamberlere de selâm getirin. Çünkü ben, peygamberlerden bir peygamberim.’ Hadisi bu şekilde İbn Cerir ve İbn Ebi Hâtim’den Said b. Ebi Arûbe’den o da Katâde’den rivâyet etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 12/278)
(181).‘Ve selâm olsun peygamberlere’ İbn Kesir der ki: ‘Dünyâda da âhirette de Allâh’ın selâmı üzerlerine olsun. Çünkü onların Rableri hakkında söyledikleri sözler, her türlü yanlış ve eksiklikten uzaktır, doğrudur ve hakikattir. Nesefi de şöyle demektedir: ‘Sûrede özel olarak bâzı peygamberlere selâm verildikten sonra, burada da genel olarak bütün peygamberlere selâm edilmektedir. Çünkü her birisine özel olarak ayrı ayrı: ‘Selâm olsun’ denilmesi, sözü uzatır. (S. HAVVÂ, 12/272, 273)
(182).‘Ve hamdolsun âlemlerin Rabbi Allâh’a.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni her durumda, önünde de sonunda da, dünyâda da âhirette de, yalnız O’nundur. (S. HAVVÂ, 12/273)
Hamde gelince, kulluğun başı da sonu da Allâh’a hamdetmektir. Çünkü hamde lâyık olan yalnızca O’dur. Kur’ân-ı Kerîm hamd ile başlar. (bk. Fâtiha 1/1) Müminlerin cennette duâlarının sonu da hep ‘Bütün övgüler Âlemlerin Rabbi olan Allâh’adır’ olacaktır. (Yûnus, 10/10; Ö. ÇELİK, 4/267)
Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Ebû İshak’tan o eş Şa’bi’den dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Her kimin Kıyâmet gününde ecrinin en mükemmel ve eksiksiz tartı ile tartılması hoşuna gidiyorsa, oturduğu meclisinden kalkmak istediğinde en son şunu söylesin: ‘Senin izzet sâhibi Rabbin onların vasfedegeldiklerinden münezzehtir ve selâm olsun peygamberlere ve hamdolsun âlemlerin Rabbi Allâh’a.’ (âyet 180-182, S. HAVVÂ, 12/278, 279)
Peygamberimiz (s), namazlardan sonra 180, 181 ve 182’nci âyetleri okumuştur. (Tirmizi Salât 222, İ. KARAGÖZ 6/382)
(7. Cilt ve Sâffât sûresi yazımı Allâh’ın yardımı ile tamam oldu. Görünür görünmez, bilinir bilinmez âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun. 29 Aralık 2016 M, 29 Rabiulevvel 1438 H.)