27 / Neml Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 93 âyettir. 18. âyetinde Hz. Süleyman’ın ordusuna yol veren karıncaların (neml) zikri geçtiğinden sûreye bu ad verilmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/376)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
27/1-6 HİDÂYET REHBERİ
1-3. Tâ, Sîn. Bu (okuna)nlar, Kur’ân’ın ve apaçık bir Kitab’ın âyetleridir. (Ki🙂 2. İnananlara (bir) doğru yol (rehberi) ve müjdedir. 3. O (inana)nlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı (eksiksiz) verirler, hem de âhirete kesinkes inanırlar.
4. Âhirete inanmayanlar var ya, onlara kendilerinin (kötü) işlerini süslü gösterdik. Bu yüzden onlar ‘şaşkınlık’ içinde bocalarlar.
5. İşte onlar için azâbın en kötüsü vardır. Âhirette en çok ziyâna uğrayacaklar da yine onlardır.
6. (EyRasûlüm!) Şüphesiz ki sen, (bu) Kur’ân’ı, (herşeyi) bilen, hüküm ve hikmet sâhibi (Allah) katından alıyorsun.
1-6.(1).’Tâ, Sîn. Bu (okuna)nlar, Kur’ân’ın ve apaçık bir Kitab’ın âyetleridir.’ (Ki🙂 Bu hece harfleri, sûrenin ve Kur’ân’ın bütününü oluşturan ana malzemeye dikkat çekmek içindir. Bu harfler, Arapça konuşan herkesin eli altındadır. Onca meydan okuyuşa ve delillerin hepsinin çürütülmesine rağmen onlar, bu malzemeden Kur’ân gibi bir kitap meydana getirmekten âciz kalıyorlar. (S. KUTUB, 8/9)
Kitâb-ı Mübîn: Her türlü buyruk, emir ve yasaklarını apaçık ortaya koyan; hak ile bâtılın, helâlle haramın, iyi ile kötünün arasını net çizgilerle ayıran; ilâhi bir kitap olduğunda asla şüphe bulunmayan bir kitap demektir. (Ö. ÇELİK, 3/638)
(2).‘İnananlara (bir) doğru yol (rehberi) ve müjdedir.’ Yâni o kitapta, hem hidâyet, hem müjde vardır. Ancak onun hidâyeti ve müjdesi, ona îman edip uyan kimselere, onu tasdik edip gereğince amel eden, üzerinde farz kılınan namazı kılan, farz olan zekâtı yerine getiren, âhiret yurdunu ve ölümden sonra dirilmeye, hayrı ile şerri ile amellerin karşılıklarının görülmesine, cennete ve cehenneme kesin olarak inanan kimse için böyledir. (S. HAVVÂ, 10/370)
Kur’an, îman edip sâlih ameller işleyen ve haramlardan sakınan, kısaca Allah ve peygamberine itaat eden müminleri cennetle müjdeler: ‘Şüphesiz bu Kur’an (insanları ve toplumları) en doğru olana götürür, sâlih ameller işleyen müminler için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.’ (17/9-10). Çünkü Kur’an müjdeci ve uyarıcı olarak indirilmiştir. (41/4, 46/12; İ. KARAGÖZ 5/343)
(3).‘O (inana)nlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı (eksiksiz) verirler, hem de âhirete kesinkes inanırlar.’ 3’ncü âyette Müslümanlar, Medîne döneminde hükümleri ayrıntılı olarak belirlenen ve İslâm’ın temellerinden birini oluşturan zekât vecîbesine hazırlanmaktadır, o sırada daha çok gönüllü mâli ödemeler şeklinde gerçekleşen bu davranış övülmektedir. (Zekâtın farz kılınması konusunda bilgi için bk. Tevbe, 9/60, 103; KUR’AN YOLU, 4/183)
Âhiret gününe îman, altı îman esâsından biridir. Kur’ân’ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede âhirete îmandanaçık – seçik söz edilmektedir. Âhiret hayâtına îman etmeyen veya bu hayattan şüphe eden kimse mümin olamaz. (2/177, 4/136, 11/15-16, 30/16, 41/6-7) ‘(Ey Peygamberim!) De ki: ‘Allah sizi yaşatıyor. Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde sizi bir araya getirecek, ama insanların çoğu bunu bilmiyorlar.’ (45/26; İ. KARAGÖZ 5/344)
(4).‘Âhirete inanmayanlar var ya, onlara kendilerinin (kötü) işlerini süslü gösterdik.’ İçinde bulundukları hâli, onlara güzel gösterdik. O bakımdan onlar, dünyevi şehvet ve arzularının arkasından biricik hedef diye gittiler ve bunu güzel gördüler. ‘Bu yüzden onlar ‘şaşkınlık ve kalp körlüğü’ içinde bocalarlar.’ (S. HAVVÂ, 10/375)
İnanmayanların yapıp ettiklerinin kendilerine güzel gösterilmesi, Allâh’ın onlara inanç ve yaşayışları konusunda seçme hakkı tanımaması anlamına gelmez; bilâkis kendi irâde ve tercihleriyle inkârcılıkta ısrar ettikleri için, Allah onları yapıp ettikleriyle başbaşa bırakır. Böylece kalpleri katılaşır, îman etmezler ve yaptıklarının güzel olduğunu sanırlar. Bunun sonucu olarak da hem dünyâda hem de âhirette yaptıklarının sonucuna katlanırlar. (Bu konuda ayrıca bk. Bakara 2/7, KUR’AN YOLU, 4/183)
‘.. biz onların kötü işlerini kendilerine güzel ve câzip görme imkânı verdik.’ Yüce Allah, her insana iyilik ve kötülüğü ilham etmiş, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, hayır ve şerrin, hak ve bâtılın ne olduğunu anlayacak akıl, idrak ve yetenek (91/9-10), îman edip etmeme, iyi ve kötü ileri yapıp yapmama özgürlüğü vermiştir. Şu âyetler bunun delilidir: ’Hak olan Kur’an Rabbinizden gelmiştir, artık isteyen kimse îman etsin, isteyen kimse inkâr etsin.’ (18/29). ‘Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir, kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhinedir.’ (41/46). (..) Yüce Allah, kullarının inkâr ve isyan etmelerini kötü ve pis işler yapmalarını istemez. (39/7). Îmânı veya inkârı, kötü işleri veya iyi işleri seçen, isteyen insan(dır), yaratan Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 5/345)
(5).‘İşte onlar için azâbın en kötüsü vardır.’ Bu gibi kimselere dünyâ hayatında isâbet eden azaplar, pek çok ve türlü, çeşitlidir. Huzursuzluk bir azaptır, kalbin sıkıntılarla dolması bir azaptır, fıtratın verdiği cezâlar azaptır ve buna benzer pek çok cezâlar. (S. HAVVÂ, 10/375)
(6).‘(EyResûlüm!) Şüphesiz ki sen, (bu) Kur’ân’ı, (herşeyi) bilen, hüküm ve hikmet sâhibi (Allah) katından alıyorsun.’ Âyet, Kur’ân’a Hz. Peygamberin uydurması, şiir, büyü ve eskilerin masalları diyen Mekkeli müşriklere cevap niteliğindedir. Âyet, Kur’ân’ı Hz. Peygamberin uydurmadığını, Allah tarafından kendisine verildiğini, açıkça ifâde etmektedir. Dolayısıyla Kur’an, her sözü hikmetli olan ve herşeyi bilen Allâh’ın sözüdür, Kur’ân’ın da her hükmü, her emir ve yasağı hikmet doludur, verdiği her bilgi mutlak doğrudur. ‘Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adâlet açısından tamdır.’ (6/115; İ. KARAGÖZ 5/347)
27/7-14 HZ. MÛSÂ VE MUCİZELERİ
7. (Ey Peygamberim!) Hani, Mûsâ (Medyen’den Mısır’a dönerken geceyolunuşaşırdığında) âilesine: “Gerçekten ben bir ateş farkettim; ondan size ya (yolhakkında) bir haber getireyim yâhut da parlak bir kor getireyim de (ateşyakıp) ısınasınız.” demişti.
8. Oraya varır varmaz (kendisine) şöyle seslenildi: “Ateş(inyanıbaşın)da bulunan da etrâfında bulunan (melekler) de mübârek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah, eksiklerden münezzehtir (veşânıyücedir).
9. “Ey Mûsâ! Gerçek şu ki Ben mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allâh’ım.”
10. “Âsâ’nı bırak!” (Mûsâdaâsâsınıyerebıraktıve) onu çevik bir yılan gibi hareket eder hâlde görünce dönüp arkasına bakma(dankaç)tı. “Ey Mûsâ! Korkma! Çünkü ben (yanınday)ım; huzûrumda peygamberler (yılandan ve başka şeyden) korkmaz.”
11. “Ancak zulmeden hâriçtir. Sonra (buzâlim) bir kötülüğün ardından bir iyiliğe döner (tevbekârolur)sa, şüphesiz ben çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim.”
12. (Ey Mûsâ!) “Elini koynuna sok da Firavun ve kavmine (göstereceğin) dokuz mûcize arasında (o) kusursuz bembeyaz (birel) olarak çıksın. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdir.” [bk. 7/108, 133; 20/22; 26/33; 27/12; 28/32]
13. Mûcizelerimiz gerçeği gösterecek şekilde onlara gelince: “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler. [bk. 28/29-32]
14. Firavun ve kavmi onlar(ındoğruluğun)a kesin inandığı hâlde, sırf haksızlık ve kibirden dolayı (bilerek) inkâr ettiler. İşte bak, o fesatçıların sonu nasıl oldu?
7-14. (7).‘Hani, Mûsâ (Medyen’den Mısır’a dönerken geceyolunuşaşırdığında) âilesine: “Gerçekten ben bir ateş farkettim; ondan size ya (yolhakkında) bir haber getireyim yâhut da parlak bir kor getireyim de (ateşyakıp) ısınasınız.” demişti.’ Hz. Mûsâ’nın kıssası çeşitli yerlerde, çeşitli vesîlelerle anlatılmaktadır. Burada anlatılanlar, biraz daha genişçe ve farklı üslûplarla Araf (7/104-136), Tâhâ (20/9-98), Kasas (28/2-46) sûrelerinde de yer almıştır. Bu âyetlerin bağlamından ve bunlar üzerine yapılan yorumlardan anlaşıldığına göre bu olay, Hz. Mûsâ’nın âilesiyle birlikte Medyen’den Mısır’a yaptığı yolculuk esnâsında soğuk bir gecede meydana gelmiştir. Müfessirler, Hz. Mûsâ’nın ateş sandığı ışığın gerçekte ilâhi bir nûr olduğunu belirtirler. (Taberi, Şevkâni’den KUR’AN YOLU, 4/185)
Bu olay, Hz. Mûsâ (as), Medyen’de sekiz – on sene geçirdikten sonra, âilesi ile birlikte yerleşmek için uygun bir yer aramak üzere dolaşması sırasında Tûr Dağının eteğinde meydana gelmiştir. Akabe körfezinin her iki tarafında, Arabistan ve Sînâ Yarımadasının deniz sâhillerine kadar uzanan bir bölgeyi içine alan Medyen‘den kalkarak adanın güneyinde Sînâ Dağı ile Cebel-i Mûsâ adındaki yere vardı. Adı geçen yer, Kur’ân’ın indiği sırada Tûr diye meşhurdu. (MEVDÛDİ, 4/78)
(8).‘Oraya varır varmaz (kendisine) şöyle seslenildi: “Ateş(inyanıbaşın)da bulunan da etrâfında bulunan da mübârek kılındı. Âlemlerin Rabbi Allah, eksiklerden münezzehtir.’ Kasas sûresinin 30’uncu âyetine göre, ağaçtan yükselen bir ses çağırmakta idi. Bundan anlayacağımız şey şudur: Vâdinin kenarında bir yerde bir çeşit ateş yanmakta, fakat ortada ne yanan bir şey, ne de yükselen bir duman vardı. Ateşin ortasında duran yemyeşil bir ağaçtan birden bir ses çağırmaya başladı. (MEVDÛDİ, 4/79)
Kâdi Beydâvi gibi müfessirlerin kabul ettikleri bu tefsire göre, bu ateşi hisseden yalnız Mûsâ (as) değildir. ‘Bu ateşteki ve etrâfındaki kimseler….’ Geneldir. (ELMALILI, 6/126) (..) İbn-i Abbas ve başkaları der ki: Onun gördüğü bir ateş değildi. Aksine parıldayan bir nûr idi. (S. HAVVÂ, 10/378)
‘Ateşin bulunduğu yerdekilerle çevresindekiler mübârek kılınmıştır!’ Ateşin yâni nûrun bulunduğu yerde mübârek kılınandan maksat, Hz. Mûsâ, çevresindekiler ise Cebrâil ve o yeri aydınlatmakla görevli meleklerdir. (İbni Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/185)
Esâsen Hz. Mûsâ’nın karşılaştığı bu olay bir mûcizeden başka bir şey değildir. Zîrâ o, vâdinin kenarında yandığını zannettiği ateşin yanına vardığında gördü ki, orada ne yanan bir ateş ne de bir duman vardır. İşte tam da o esnâda ateşin ortasında bulunan yemyeşil bir ağaçtan bir ses duymaya başladı. Onun duyduğu bu ses esâsen Âlemlerin Rabbi Allah’tan gelen bir nidâ idi. Bilindiği gibi bu ve benzeri durumlarda peygamberler kendi içlerinde veya hâriçte olağanüstü hâllerle karşılaşırlar. Ancak onlar, başlarına gelen bu olağanüstülüklerin ne cin ne şeytan ne de kendi zihinsel yanılgılarından kaynaklanmadığından son derece emindirler. (MEVDÛDİ’den) Çünkü onlar bunun bir mucize olduğunubilmektedirler. İşte Hz. Mûsâ da karşılaştığı bu olayın aslında bir mûcize olduğun anlamıştı. Zîrâ uzaktan ateş diye görüp yanına gittiğinde ortalığı aydınlatan bir nurla karşılaşması, üstelik o yönden kendisine doğru gelen bir ses işitmiş olması bunun bir mûcizeden başka bir şey olmadığını açıkça ifâde etmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/460, 461)
(9).“Ey Mûsâ! Gerçek şu ki Ben mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allâh’ım.” Nesefi der ki: Bu sözler, Yüce Allâh’ın Hz. Mûsâ vasıtasıyla açık etmeyi dilediği mûcizeler için bir hazırlıktır. (S. HAVVÂ, 10/378)
(10).“Âsâ’nı bırak!” İbn Kesir (de) der ki: Yüce Allah ona elindeki âsâsını bırakmasını emretti. Böylece ona Yüce Allâh’ın muhtar, fâil ve herşeye kâdir olduğuna açık bir delil göstermiş olsun. (S. HAVVÂ, 10/378)
‘(Mûsâdaâsâsınıyerebıraktıve) onu çevik bir yılan gibi hareket eder hâlde görünce dönüp arkasına bakma(dankaç)tı. “Ey Mûsâ! Korkma! Çünkü ben (yanınday)ım; huzûrumda peygamberler korkmaz.” Araf ve Şuarâ sûrelerinde yılan, büyük bir yılan mânâsına ‘su’ban’ denmiştir. Burada ise aksine, küçük ve çevik bir yılan anlamında ‘cann’ kelimesi kullanılmıştır. Böyle ayrı ayrı kelimelerin kullanılmasının sebebi, görünüşte büyük, fakat çevik ve süratle hareket etmesi bakımından küçük bir yılana benzer olmasındandır. Tâhâ sûresinin 20’nci âyetinde aynı şey, ‘hayyetün tes’a’ (süratle hareket eden bir yılan) terkibi ile ifâde edilmiştir. (MEVDÛDİ, 4/79)
(11).“Ancak zulmeden hâriçtir. Sonra (buzâlim) bir kötülüğün ardından bir iyiliğe döner (tevbekârolur)sa, şüphesiz ben çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim.” Nesefi der ki: ‘Bu buyruklarla sanki Hz. Mûsâ’nın Kıpti’yi öldürdüğü zaman söylediği sözlere bir işâret vardır: ‘Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim. Bana mağfiret eyle, dedi. Allah da ona mağfiret etti.’ (el Kasas, 28/16) (..) İbn Kesir der ki: Bu buyrukta insanlığa büyük bir müjde vardır. Çünkü kötü bir iş işleyip duran, sonra da ondan kesinlikle vazgeçip Allâh’a tevbe edip dönerse, Allah da onun tevbesini kabul eder. (S. HAVVÂ, 10/379)
Peygamberlerin günah işlemesinin mümkün olup olmadığı konusunda âlimler ihtilaf ettiler. İmam (Râzi) bu konuda şöyle demiştir: ‘Bize göre tercih edilen görüş, peygamberlik sırasında onlardan ne küçük ve ne de büyük günah sadır olmadığıdır. Onların, öncelikli olanı terk etmeleri de bizim küçük günahlarımız gibidir. Çünkü seçkin kimselerin sevap saydıkları şeyler, Hakka yakın kılınanlara göre günah kabul edilir.’ (İ. H. BURSEVİ, 14/199)
(12).“Elini koynuna sok da Firavun ve kavmine (göstereceğin) dokuz mucize arasında (o) kusursuz bembeyaz (birel) olarak çıksın. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdir.” İsrâ Sûresinin 101. Âyetine göre, Hz. Mûsâ’ya (as) gözle görülen dokuz mûcize verilmiştir. Hakkında Araf sûresinde verilen ayrıntılı bilgiye göre bunlar şöyledir: (1) Yılan şekline dönen Âsâ. (2) Koynundan çıkarıldığında ışık saçan el (Yed-i Beyzâ). (3) Sihirbazları açıkça yenilgiye uğratması. (4) Hz. Mûsâ’nın (as) daha önceden verdiği habere uygun olarak, ülkede genel bir kıtlığın meydana gelişi. (5) Fırtına (Tûfan). (6) Çekirge. (7) Ve ambarlarda buğdayları yiyip bitiren buğday kurdu ile berâber insan ve hayvanları saran bit istilâ olayı. (8) Her tarafı kurbağaların kaplaması. (9) Gökten yağmur hâlinde kan yağması. (MEVDÛDİ, 4/81)
(13).‘Mûcizelerimiz bütün parlaklığıyla apaçık onlara gelince: “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler.’ Firavun ve onun ileri gelen adamları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin insanları iknâ ettiğini görüp, kendileri bile bundan etkilenince şaşırıp kalmışlar; ancak îman etmeyi gurur ve kibirlerine yediremedikleri için inkâr yolunu tutup, mûcizelerin düpedüz sihir olduğunu ileri sürmüşlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/185, 186)
(14).‘Firavun ve kavmi onlar(ındoğruluğun)a kesin inandığı hâlde, sırf haksızlık ve kibirden dolayı (bilerek) inkâr ettiler. İşte bak, o fesatçıların sonu nasıl oldu?’ Yukarıda geçtiği ve Kasas Sûresinde geleceği üzere batırıldılar, (suda boğuldular, lânetlenmiş oldular. İşte bu bozguncu zâlimlerin uğradıkları kötü sonuç, bugünkü zâlimlerin uğrayacağı âkıbet için de örnek bir derstir. (ELMALILI, 6/127)
Kureyş’in ileri gelenlerinin de Kur’ân’a karşı tavırları böyle idi. Bu Kitab’ın gerçek olduğunu bildikleri hâlde onu inkâr ediyorlardı. Peygamberimizin kendilerini bir olan Allâh’a çağrısını inkâr ediyorlardı. Çünkü onlar inançlarına ve dinlerine bağlı kalmayı istiyorlardı. Zîrâ onlar bu dinlerine ve inançlarına bağlanmaları ile önemli bir konuma geliyor ve bundan büyük kazançlar elde ediyorlardı.(S. KUTUB, 8/16)
27/15-19 SÜLEYMAN DÂVÛD’A VÂRİS OLDU
15. Andolsun ki biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a bir ilim verdik de onlar: “Bizi, inanan kullarının birçoğuna üstün kılan Allâh’a hamdolsun.” dediler.
16. Süleyman, Dâvûd’a (peygamberlikveidârede) mîrasçı oldu. Dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve bize herşeyden bolca verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık (bir) lütfun ta kendisidir.”
17. Süleyman’ın cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan askerleri toplandı. İşte bunlar (onuntarafındandüzenlibirşekilde) sevk ve idâre olunuyorlardı.
18. Nihâyet karınca vâdisi üzerine geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezip telef etmesin!” dedi.
19. (Süleyman) onun sözüne gülercesine tebessüm etti: “Ey Rabbim! Bana, anneme ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi ve senin râzı olacağın iyi bir iş yapmamı bana ilham et (benibaşarılıkıl). Rahmetinle beni iyi (mü’min) kullarının arasında (cennete) koy.” dedi.
15-19. (15).’Andolsun ki biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a bir ilim verdik de onlar: “Bizi, inanan kullarının birçoğuna üstün kılan Allâh’a hamdolsun.” dediler.’ Dâvud (as) İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Kur’ân’da ilmi, hikmeti, adâleti ve güzel konuşmasıyla meşhur olduğu bildirilmektedir. (Sâd 38/17-20, 26) Kendisine dört büyük kitaptan biri olan Zebûr gönderilmiş, dağlar ve kuşlar emrine verilmiştir. ( bilgi için bk. Bakara 2/251; Enbiyâ 21/78-80) Süleyman da Dâvûd’un oğlu olup, babası gibi İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamber ve hükümdardır. Yahûdi literatüründe daha çok kral olarak tanınmaktadır. (Bilgi için bk. Bakara 2/102, KUR’AN YOLU, 4/188, 189)
‘İlâhi yüceliğime and olsun ki‘ Dâvûd’a ve Süleyman’a ‘bir ilim verdik.’ ‘Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.’ (Bakara, 2/251) ifâdesine göre, hükümet ve hükümdarlık ile bilinen seçilen Dâvud (as) ve Süleyman (as)’a verilen ilâhi nîmetlerden öncelikle ve yalnız ilmin ifâde olunması, ilmin yüceliği ve öneminin hepsinden yüksek olmasındandır. ‘İlmen’ diye nekre (belirsiz) ifâde edilmesi bunun olağanüstü bir ilim olduğuna işâret etmek içindir. (ELMALILI, 6/130, 131)
Kur’ân’ın beyânı ile üstünlük beden, cinsiyet ve etnik yapıda değil; îman, sâlih amel, takvâ ve ilim sâhibi olmadadır. Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman’ın üstünlüğü de böyledir. Allah onlara, peygamberlik, ilim, hikmet ve kuşların dilini anlama kâbiliyeti vermiştir. (..) Hz. Süleyman mal ve mülkte değil; makam, ilim ve hikmet, peygamberlik ve hükümdarlık konularında babasına mirasçı olmuştur. (19/6). Peygamberlerin bıraktığı mal, sadakadır; ona mirasçı olunmaz. (Buhâri Humus 1; İ. KARAGÖZ 5/354)
(16).‘Süleyman, Dâvûd’a (peygamberlikveidârede) mîrasçı oldu.’ Hadis: ‘Peygamberler altın ve gümüş mîras bırakmadılar, ancak ilim mîras bıraktılar.’ Hadis-i şerifine göre bu mîras mal mîrası değil, ‘Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde hâlîfe yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma.’ (Sâd, 38/26) buyurulduğu üzere, insanlar arasında hak ve adâletle hüküm yürütmek için yerine geçmek, yâni bahsedilen ilim ve iyilikte peygamberlik, hâkimiyet ve siyâsette yerinitutmaktır. (ELMALILI, 6/131)
‘Dedi ki: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve bize herşeyden bolca verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık (bir) lütfun ta kendisidir.” Hz. Süleyman kuşdilinianlamayanında, onların hislerini yöneten ana mantığı, işin gizli ilâhi sırlarını da anlıyor ve cinler gibi kuşları da idâresi altına alarak toplum hizmetinde ve ordusunda kullanıyordu. Burada ‘kuşdili’ yerine ‘kuş mantığı’ terimi, dilin de ötesinde daha derin bir anlayış ve sezgiyi ifâde eder. Bu çeşit o tür yaratığın beyin gücüne nüfuz ederek, onu anlama, kendi irâde ve sözlerini ona iletme yeteneği demektir. Nitekim Hz. Süleyman’a ‘rüzgâr enerjisinden uçarak yararlanma’ yeteneği de verilmiştir. (bk. Sebe, 34/12; Sâd, 38/36, H. DÖNDÜREN, 2/601)
(17).‘Süleyman’ın cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan askerleri toplandı.’ Cin, ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri bulunan varlık’ anlamına gelir. (Cinler hakkında bilgi için bk. En’am 6/100; Cin, 72/1-19) 17 nci âyetten, Hz. Süleyman’ın cinlerle de irtibat kurduğu; ordusunun cinler, insanlar ve kuşlar olmak üzere üç sınıftan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Cinleri gizli işlerde, insanları ülke savunmasında ve düşmana karşı savaşta, kuşları da haberleşme, su bulma vb. hizmetlerde istihdam ediyordu. (İbn Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/190)
Cinleregelince, YüceAllahonlarhakkında Kur’ân’da verdiği bilgiden başka bir şey bilmiyoruz. Buna göre cinler ateşin alevinden yaratılmışlardır. Yâni ateşin birbirine giren alevlerinden yaratılmışlardır. Onlar insanları görürler, insanlar onları göremezler. ‘…..Sizin şeytanın ve adamlarının göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost yaptık.’ (A’raf, 7/27) (Burada şeytandan söz ediliyor. Şeytan ise cinlerdendir.) Onlar normalde insanların kalplerine kötülük telkin edebilirler. İnsanlara günahları aşılayabilirler. Bunu nasıl yaptıklarını bilmiyoruz. Onlardan bir grup peygamberimize îman etmişler. Fakat Rasûlullah –salât ve selâm üzerine olsun- onları görmemiş ve onların îman ettiklerini de bilememiştir. Yalnız Allah kendisine bildirmiştir. (S. KUTUB, 8/21)
Yine biliyoruz ki, Yüce Allah onlardan bir grubu Hz. Süleyman’ın hizmetine vermiştir. Bu cinler, Hz. Süleyman’a saraylar, câmiler, büstler, yemek için büyük kazanlar yapıyorlardı. Onun için denize dalıyorlardı. Allâh’ın buyruğuyla onun emrine bağlı kalıyorlardı. (S. KUTUB, 8/21)
‘İşte bunlar (onuntarafındandüzenlibirşekilde) sevk ve idâre olunuyorlardı.’ Yüce Allâh’ın ‘Hepsi topluca gidiyorlardı’ buyruğunda askeri disipline ve askerde belli bir düzenin varlığına dâir âyet bulunmaktadır. ‘Orduları’ ifâdesinde de ‘itaat’ düşüncesine dâir âyet bulunmaktadır. Bütün bu hususlar ise, sağlıklı bir askeri hayâtın esaslarıdır: İtaat, disiplin ve hassas bir düzen. (S. HAVVÂ, 10/393)
Yüce Allâh’ın; ‘Hepsi topluca gidiyorlardı’ buyruğunda da disiplini sağlamakla yükümlü kimselerin bulunduğuna işâret vardır. Bu da çağımızda ordu disiplini ve ordudaki rütbe sistemini andırmaktadır. Bu gibi buyruklardan şunu anlıyoruz: Yüce Allah, Hz. Süleyman kıssasında İslâmi yönetimin esaslarına dâir bir takım dersler verdiği gibi, bu buyruklar İslâmi yönetimin bir örneğini de bize vermektedir. (S. HAVVÂ, 10/393)
(18).‘Nihâyet karınca vâdisi üzerine geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezip telef etmesin!” dedi.’ Âyet, toplu hâlde yaşadığı bilinen karıncaların aynı zamanda bir topluluk düzeni içinde hareket ettiklerini de ifâde eder. Süleyman (as) üç sınıftan oluşan ordusunu düzenli bir şekilde yönetirken Karınca vâdisi denilen yere gelmiş ve burayı geçerken de karıncaların başkanının onlara verdiği emri işitmiş, anlamış ve neşelenerek gülümsemiş, bütün bu nîmetlerden dolayı Rabbine şükür ve niyâzını arzetmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/190)
Karınca yuvası, arının yuvası gibi düzenli ve son derece muntazamdır. Orada herkesin vazifesi ayrılır. Ve her karınca, akıl almaz bir nizam içerisinde kendi görevini yerine getirir ki, çoğu kere akıllı ve idrak sâhibi insanoğlu, onlardaki nizam ve intizamı sağlamaktan âciz kalır. (S. KUTUB, 11/136)
(19).‘(Süleyman) onun sözüne gülercesine tebessüm etti: “Ey Rabbim! Bana, anneme ve babama lütfettiğin nîmetine şükretmemi ve senin râzı olacağın iyi bir iş yapmamı bana ilham et (benibaşarılıkıl). Rahmetinle beni iyi (mü’min) kullarının arasında (cennete) koy.” dedi.’ Hz. Süleyman 19’ncu âyette dile getirilen duâsıyla üç mühim talepte bulunmuştur: (1) Birincisi, hem kendisine, hem de ana – babasına verilen nîmetlere şükre muvaffak kılması. Çünkü Cenâb-ı Hak, kullarından şükür istemekte, şükredenlere nîmetleri artıracağını müjdelemekte, fakat şükreden kulların da sayıca az olduklarını haber vermektedir. (bk. İbrâhim, 14/7; Sebe’, 34/13) (..) (2) İkincisi, Allâh’ın râzı olacağı sâlih ameller yapmaya başarılı kılması. Kulun tüm niyet, söz, fiil ve davranışlarının Allâh’ın rızâsına uygun olması çok büyük bir başarıdır. (..) (3) Üçüncüsü, Allâh’ın rahmetiyle sâlih kullar arasına girebilmesi, hüsn-i hâtime / güzel sonistemesi. Buradaki ‘salâh’tan maksat, hiçbir günah lekesi olmayarak rahmet-i Rahmân’a kavuşmaktır. Kişinin iyi hâlinin devam etmesi, ahlâkının peyderpey kemâle ermesi, kulluktaki sadâkat ve samîmiyetinin artması ve hüsn-i hatimeyle / güzel sonla Rabbine varabilmesi için sâlihve sâdıkların arasında bulunması zaruridir / gereklidir. Dünyâda sâlih ve sâdık kullarla dost olanlar, âhirette de onlarla birlikte cennete gireceklerdir. (bk. Yûsuf, 12/101, Ö. ÇELİK, 3/646)
27/20-24 HÜDHÜDÜ NİÇİN GÖREMİYORUM?
20. ‘(Süleyman) kuşları denetledikten sonra dedi ki: “Hüdhüd’ü neden göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı?”
21. “(Gelince) kesin bir delil (mâkulbirmâzeret) getirmediği takdirde, kesinlikle çetin bir cezâya uğratacağım yâhut onu keseceğim!”
22. Derken çok geçmeden (Hüdhüd) gelip dedi ki: “Ben senin bilmediğin (birhakikat)i öğrendim ve sana (Yemen’deki) Sebe (kavmin)den doğruluğu kesin bir haber getirdim.”
23. “Hakikaten ben, orada onlara hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Kendisine, (birhükümdaragereken) her şey verilmiştir ve onun büyük bir tahtı da vardır.”
24. “Onun ve hâlkının, Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerine de şâhit oldum. Şeytan, onlara yaptıklarını süslemiş de kendilerini hak yoldan alıkoymuş. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamıyorlar.”
20-24. (20).‘(Süleyman) kuşları denetledikten sonra dedi ki: “Hüdhüd’ü neden göremiyorum, yoksa kayıplara mı karıştı?” ‘Teftiş etti / denetledi.’: Demek ki, en küçük unsurlarına varıncaya kadar devletin kuvvetlerini ve işlerini teftiş ve tetkik etmek, devlet adamının görevidir. Araştırdı. (ELMALILI, 136) ‘ne diye dedi, ben hüdhüdü görmüyorum.’ (ELMALILI, 6/136)
Hz. Süleyman’ın ‘bana ne oluyor ki’ diye söze başlayarak ilk aşamada yanlış görmeyi kendine izâfe etmesi, peygamberlerin tâbi olanlarını sevk ve idârede, onların hatâlarını düzeltmede gösterdikleri edep, nezâket ve zarâfetin açık bir örneğidir. Hadis: Nitekim aynı nezâketi Rasûlullah (s)’in hayâtında daha fazlasıyla müşahede etmek / görmek mümkündür. Efendimiz (s), gördüğü hatâlı davranışlarda hatâyı işleyen kişiyi bizzat muhâtap almaksızın sanki herkese söylüyormuşçasına genel ifâdeler kullanırdı. Böylece hatâ işleyen kişinin toplum içinde rencide olmadan yanlışını düzeltmesini sağlardı. (bk. Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Ö. ÇELİK, 3/647)
Yüce Allâh’ın ‘Kuşları araştırarak…’ (âyet 20) sözünde yönetime dâir bir ders bulunmaktadır. Çünkü bu, Hz. Süleyman’ın askerlerine âit küçük – büyük her durumu bildiğini ve askerlerinden herhangi birisinin bir disiplinsizlik etmesi hâlinde bunu bilip, farkına vardığını ve sebebini araştırdığını göstermektedir. (S. HAVVÂ, 10/404)
(21).“(Gelince) kesin bir delil (mâkulbirmâzeret) getirmediği takdirde, kesinlikle çetin bir cezâya uğratacağım yâhut onu keseceğim!” (Hz. Süleyman’ınbusözünde) yine yönetime dâir bir başka ders, hatta dersler vardır: (1) Birinci ders: Açılan herhangi bir gediğin mutlaka cezâlandırılarak kapatılması gerekir. İşte bundan dolayı Hz. Süleyman: ‘Ya onu şiddetli bir cezâya uğratırım veya keserim’ demiştir. Fakat cezâ veya kesmenin herhangi bir mâzeretin olmadığının anlaşılmasından sonra verilmesi gerekir. İşte bundan dolayı: ‘Ya da apaçık bir belge getirecektir’ demiştir. O hâlde cezâdan önce mutlaka kayboluş sebebinin bilinmesi gerekir. İşte bu da alınacak (2) ikinci derstir. (3) Üçüncü ders ise yöneticinin kullandığı sözleri dikkatle seçmesi, tedbirli konuşması ve özlü konuşmasıdır. Herhangi bir disiplinsizlik gördüğünde askerin işiteceği şekilde cezâ tehdîdinde bulunması gerekir. (S. HAVVÂ, 10/404, 405)
Fakat biz biliyoruz ki, Hz. Süleyman yeryüzünde zorbalık yapan bir kral değildir. O Allâh’ın bir elçisidir. Ve henüz ortadan kaybolan Hüdhüd’ün söylediğini dinlememişti. Onu dinlemeden ve sebebini araştırmadan hakkında son hükmü vermesi doğru olmazdı. İşte burada âdil olan peygamberin karakteri ortaya çıkıyor. ‘Ya da bana, mâzeretini belgeleyen açık bir kanıt getirecek.’ Suçsuzluğunu açığa çıkaran ve cezâlandırılmasını önleyen güçlü bir delil getirir belki. (S. KUTUB, 8/25)
(22).‘Derken çok geçmeden (Hüdhüd) gelip dedi ki: “Ben senin bilmediğin (birhakikat)i öğrendim ve sana (Yemen’deki) Sebe (kavmin)den doğruluğu kesin bir haber getirdim.” Henüz varmadığım yere vardım, dolaştım, keşifte bulundum. Sence tam bilinmeyen bilgiyi etrâfıyla kavradım. Yerine getirdiği hizmetin zevkiyle neşelenen Hüdhüd’ün bu şekilde söze başlamasında Süleyman (as)’a karşı Allah tarafından bir uyarı inceliği vardır. ‘Sana Sebe’den çok doğru (veönemli) bir haber getirdim.’ Bunda, devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak olması gereğine işâret vardır. (ELMALILI, 6/137)
(23).“Hakikaten ben, orada onlara hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Kendisine, (birhükümdâragereken) her şey verilmiştir ve onun büyük bir tahtı da vardır.” Sebe ülkesi Arap yarımadasının güneyinde bulunan Yemen’in bir bölgesidir. Orada bu ülkeyi bir kadının idâre ettiğini bildiriyor. ‘Allah ona herşeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.’ Bu ifâde, kraliçenin hükmünün ve servetinin kuvvet ve güzel yaşam şartlarını en mükemmel biçimde gerçekleştirdiğini ifâde ediyor: ‘Gökemli bir tahtı var.’ Zenginliği, refâhı, teknolojik gelişmeyi gösteren ihtişamlı, debdebeli bir hükümdarlık tahtı olduğu belirtiliyor, kraliçenin. (S. KUTUB, 8/26)
Beydâvi ve diğerleri de bu kadını meşhur olan ismiyle Belkıs binti Şerahil diye kaydediyor. (ELMALILI, 6/137) Hz. Süleyman’ı ziyâret etmesi sebebiyle Ahd-i Atik’te ve Kur’ân–ı Kerîm’de adı zikredilmeksizin bahsi geçer; (TDV, İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 5/420)
(24).“Onun ve hâlkının, Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerine de şâhit oldum. Şeytan, onlara yaptıklarını süslemiş de kendilerini hak yoldan alıkoymuş. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamıyorlar.” Bu, Hüdhüd’ün Yüce Allâh’ı tanımak meselesini idrak ettiğini, güneşe secde etmenin de haram olduğunu bildiğini göstermektedir. O bu hususları ya Yüce Allâh’ın ona verdiği ilham ile yâhut da Hz. Süleyman’ın bütün askerlerinin gerçekten meseleleri açık olarak görüp, değerlendirdiklerinin bir neticesi olarak belirlemişti. (S. HAVVÂ, 10/407)
Kraliçe ve milletinin Allâh’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini belirtiyor. Burada onların sapıklığa düşüşlerini, şeytanın onlara yaptıklarını güzel göstermesine bağlanıyor. Bu nedenle onlar, herşeyi bilen ve herşeyden haberi olan Allâh’a kulluk etmeye fırsat bulamadıklarını açıklıyor. (S. KUTUB, 8/26, 27)
27/25-31 TESLİMİYET GÖSTERİP BANA GELİN
25. “Göklerde ve yerde gizlenen (yağmur, bitkivediğer) şeyleri ortaya çıkaran, (nefislerinin) gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilen Allâh’a secde etmeleri gerekmez mi?
26. “O Allah ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, büyük arşın Rabbi (sâhibi)dir.”
27. (SüleymandaHüdhüd’e🙂 “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız!” dedi.
28. “Bu mektubumu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan (biraz) uzaklaş da bak ne yapacak (venecevapverecek)ler?”
29. (Hüdhüdmektubugötürüpatınca, SebemelîkesiBelkıs) dedi ki: “Ey ileri gelenler! Doğrusu bana çok önemli bir mektup bırakıldı.”
30, 31. “O, Süleyman’dan (gelmekte)dir. O, Bismillâhirrahmânirrahîm (ilebaşlamaktadır). Bana karşı (gelerek) büyüklük taslamayın ve bana müslümanlar olarak (teslimolup) gelin’ diyor.”
25-31. (25).“Göklerde ve yerde gizlenen şeyleri ortaya çıkaran, (nefislerinin) gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilen Allâh’a secde etmeleri gerekmez mi? Âyet-i kerîmede geçen ’hab’e’ kavramıözlübirifâdeile gizlenmiş şey demektir. İster gökten inen yağmur ve yerdeki bitkiler olsun, isterse göklerin ve yerin sırları olsun fark etmez. Bu sözcük; uçsuz – bucaksız evrende gayb perdesinin öteside gizlenmiş bulunan herşeyi içeren kinâyeli bir sözdür. ‘Gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duyguları bilen Allâh’a’ Bu da göklerde ve yerde gizlenmiş olan sırların, insanın iç âleminden gizlenmiş olan sırlar ile karşılaştırılmasıdır. Psikolojik dünyâsının, gizli – açık herşeyini kuşatmaktadır, bu ifâde. (S. KUTUB, 8/27)
(26).“O Allah ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, büyük arşın Rabbidir.” Bu, okunduğu zaman secde yapmanın vâcip olduğu Kur’ân âyetlerinden birisidir. Bu konuda müctehitlerin icmâı vardır. Burada secde etmenin mânâsı şudur: Bir müminin, kendisini güneşe tapanlardan ayırması ve bu davranışıyla, İlah ve Rab olarak yalnızca Yüce Allâh’ı tanıdığını fiilen ilân etmesidir. (MEVDÛDİ, 4/92, 93)
(27).‘(SüleymandaHüdhüd’e🙂 “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız!” dedi.’ Demek ki, Hüdhüd’ün ‘Çok doğru ve önemli bir haber’ diye teminat vermesini yeterli görmedi. Haber-i vâhid ile amel etmedi. Zîrâ bir taraftan başkalarının hakları ortaya çıkıyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolduğu için töhmet altında bulunuyordu. Bu sebepten, ‘Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız.’ (Hucurat, 49/6) âyetine uygun olarak amel etmek gerekiyordu. (ELMALILI, 6/137)
Senin verdiğin bu haber, doğru mudur, değil midir, araştıracağız. Böylelikle senin için yaptığım tehditten kurtulman söz konusu olsun. İşte burada da yönetime dâir bir başka ders ile karşı karşıya bulunuyoruz. Yönetici kendisine ulaşan bütün haberleri sağlamca araştırmalıdır. Kendisine gelen bu haberler, ister dış şartlarla ilgili olsun, ister iç şartlarla ilgili olsun, o bunu yapmalıdır. (S. HAVVÂ, 10/409)
(28).“Bu mektubumu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan (biraz) uzaklaş da bak ne yapacak (venecevapverecek)ler.’ Burada Hüdhüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda, bir güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice hakkında gözlem yapması da emrediliyor. (ELMALILI, 6/137)
İşte bunda yönetime dâir bir başka ders vardır. O da şudur: Verilen tâlimatlar görevli tarafından iyice ve açık seçik bilinmeli ve dış düşmanın tasarrufları da düşman farkında olmaksızın, Müslüman yönetici tarafından iyice bilinmelidir. (S. HAVVÂ, 10/409)
Bu âyet-i kerîmeler, müşriklere ve dinden habersiz insanlara mektuplar gönderip, bu yolla onlar İslâm’a dâveti bir usûl olarak önümüze koyar. Ayrıca dînin tebliği bakımından günümüzün, mektup, telefon, telgraf, mesaj, elektronik posta gibi tüm iletişim vasıtalarının etkin bir şekilde kullanımını teşvik eder. Nitekim Rasûlullah (sav), Medîne döneminde pek çok devlet başkanı ve kabîle reîsine İslâm’ı tebliğ etmek üzere mektuplar göndermiştir. (Ö. ÇELİK, 3/649)
(29, 30).‘(Hüdhüdmektubugötürüpatınca, SebemelîkesiBelkıs) dedi ki: “Ey ileri gelenler! Doğrusu bana çok önemli bir mektup bırakıldı.” “O, Süleyman’dan (gelmekte)dir. O, Bismillâhirrahmânirrahîm (ilebaşlamaktadır). Hz. Süleyman’ın dili İbrânice, Sebe’ (Himyeriler) ‘in ise Arapça’dır. Mektubun Arapça olarak anladıkları dilde yazıldığı anlaşılmaktadır. Asıl mektubun İbrânice olup, bu ifâdenin onun tercemesi olması da mümkündür. Buna göre besmele, Kur’ân’dan bir âyettir. Ancak sûre başlarındakilerin, sûre aralarını ayırmak için yazılması muhtemel olduğu için onlar hakkında görüş ayrılığı vardır. (H. DÖNDÜREN, 2/601, ELMALILI, 6/138)
(31).‘Bana karşı (gelerek) büyüklük taslamayın’ (itaatsizlik etmeyin)‘ ve bana müslümanlar olarak gelin’ diyor.” Müminler veya boyun eğmişler olarak bana gelin. Mektubun içeriği bize yönetimin edeplerinden birisini öğretmektedir. Bu da dış yazışmalarda ifâdelerin açık seçik olmakla birlikte, oldukça kısa kesilmesidir. (S. HAVVÂ, 10/409)
Hz. Süleyman’ın mektubundaki ifâdelerden de Müslüman yöneticinin boyun eğdirebildiği kimselere, Allâh’ın egemenliğine boyun eğdirmesi gerektiğini de öğreniyoruz. Aynı şekilde Hüdhüd’ün bundan önceki sözlerinden ve Hz. Süleyman’ın uygulamalarından da bunu idrak ediyoruz. Diğer taraftan, Hz. Süleyman’ın egemenlik ve nüfûzunun Filistin sınırları dışında oldukça geniş alanlara yayıldığını da görmekteyiz. (S. HAVVÂ, 10/410)
27/32-37 BU İŞİMDE BANA BİR FİKİR VERİN
32. (Belkıs:) “Ey ileri gelenler! Bana (bu) işimde bir fikir verin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça ben hiçbir işe kesin olarak karar vermedim.” dedi.
33. (İleri gelenler) Dediler ki: “Biz hem güçlüyüz hem de (gerçekten) savaşçı bir milletiz. Emir sana âittir. Sen neyi (uygungörüp) emredeceğine karar ver!”
34. (Melikegenellemeyaparak) dedi ki: “Hiç şüphesiz, hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman, orayı bozarlar (tahripederler), hâlkının şereflilerini zelil hâle getirirler. Bunlar da (âdetgereği) böyle yaparlar.”
35. “Ben onlara bir hediye göndereceğim. Sonra da elçiler ne ile dönecek, bir bakacağım!”
36. Bunun üzerine (elçi, hediyelerle) Süleyman’a gelince (Süleyman) dedi ki: “Bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allâh’ın bana verdiği (nîmetler), size verdiğinden (çok) daha iyidir. Fakat siz hediyenizle sevinirsiniz.”
37. “(Süleyman şöyle dedi: Eyelçi! Hediyelerinle) dön onlara! (Eğerteslimolupgelmezlerse) andolsun ki onlara, (aslâ) güç yetiremeyecekleri bir ordu ile geliriz ve kendilerini (esâretle) hor ve aşağılanmış olarak oradan çıkarırız.”
32-37. (32).“Ey ileri gelenler! Bana (bu) işimde bir fikir verin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça ben hiçbir işe kesin karar verecek değilim.” dedi.’ Belkıs mektubun kendisine ulaşmasından sonra kavmindeki görüş sâhiplerini topladı. Nitekim bu ülkenin köklü olduğunu da ortaya koymaktadır. Zîrâ onun bir şûrâ meclisinin olduğunu görüyoruz. Yine Belkıs’ın sözlerinden şunu anlıyoruz: Kadın onların şûrâlarında aldıkları karârı kendisi için bağlayıcı kabul etmektedir. Aynı şekilde bu da onun bu emirlere bağlılığının da delilidir. (S. HAVVÂ, 10/410)
‘siz hazır bulunmadıkça’ Söz konusu ifâdeler, krallık olmasına rağmen Sebe’lilerdeki idâre şeklinin bir diktatörlük olmadığını aksine zamânın hükümdârının mühim işlerde, devletindeki önemli zevatla istişâre ettikten sonra karar verdiğini gösterir. (MEVDÛDİ, 4/95)
(34).‘(Melikegenellemeyaparak) dedi ki: “Hiç şüphesiz, hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman, orayı bozarlar (tahripederler), hâlkının şereflilerini zelil ederler. Bunlar da (âdetgereği) böyle yaparlar.” Kadının bu sözlerinden, onun savaşı istemediği ve savaş yolunu hatâlı bulduğu anlaşılmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/411)
(35).“Ben onlara bir hediye göndereceğim. Sonra da elçiler ne ile dönecek, bir bakacağım!” Hediye kalbi yumuşatır ve sevginin sembolüdür. Savaşın önlenmesine de yol açabilir. Bu aynı zamanda bir denemedir. Eğer Hz. Süleyman onu kabul ederse, bu onun dünyâlık peşinde olduğunu ve dünyâ vâsıtalarının fayda verebileceğini gösterir. Yok eğer kabul etmeye yanaşmazsa o zaman bir inanç meselesidir. Hiçbir mal onu engelleyemez. Yeryüzünün en değerli varlıkları bile onu durdurmaz. (S. KUTUB, 8/29)
Âyetlerde yüce Allah, bir ülkenin başında kadın liderin bulunması ile ilgili olumsuz bir beyanda ve işârette bulunmamıştır. (İ. KARAGÖZ 5/366)
(36).‘Bunun üzerine (elçi, hediyelerle) Süleyman’a gelince (Süleyman) dedi ki: “Bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?’ Yâni ben sizleri şirkiniz üzere ve krallığınızda olduğu gibi bırakmam için bu şekilde bana karşı riyâkârlık mı ediyorsunuz? ‘Allâh’ın bana verdiği (nîmetler), size verdiğinden (çok) daha iyidir.’ Allâh’ın bana bağışlamış olduğu nübüvvet, hükümdarlık, mal ve asker sizin sâhip olduklarınızdan üstündür, hayırlıdır. ‘Fakat siz hediyenizle sevinirsiniz.” İbn Kesir der ki: Yâni asıl sizler hediye ve armağanlara boyun eğersiniz. Ben ise sizden ya İslâm veya kılıçtan başkasını kabul etmiyorum. (S. HAVVÂ, 10/413)
Peygamberin görevi, insanlarla savaşarak ganîmet elde etmek veya savaş tehdîdiyle hediye almak değil, Allâh’ındînini tebliğ etmek, insanların sapkın inançlarından kurtulmalarının yolunu açmak olduğu için Hz. Süleyman, kraliçenin gönderdiği hediyelere iltifat etmemiştir. Ülkenin güvenliği bunu gerekli kıldığı için de teslim ve tâbi olmadıkları takdirde karşı koyacakları ordularla üzerlerine gideceğini söyleyerek onları tehdit etmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/194)
(37).“(Eyelçi! Hediyelerinle) dön onlara! (Eğerteslimolupgelmezlerse) andolsun ki onlara, (aslâ) güç yetiremeyecekleri bir ordu ile geliriz ve kendilerini (esâretle) hor ve hakir olarak oradan çıkarırız.” (Dikkat edecek olursak) Hz. Süleyman, Belkıs’ın ızhâr ettiği zaaf noktası üzerinde özellikle durmuştur. O da Belkıs’ın kavminin şerefli olanlarını alçaltacağından yana korkmasıdır. İşte bundan dolayı Hz. Süleyman’ın şöyle dediğini görüyoruz: ‘Onları oradan alçalmış ve küçültülmüş olarak çıkartırız.’ Bu sebepten kadın, teslim olmayı kabul etmiştir. İşte buradan, düşmanı tam anlamıyla bilmenin önemini ve bunun zaferi elde etmekteki etkisini de idrak ediyoruz. (S. HAVVÂ, 10/414)
27/38-44 GÖZ AÇIP KAPAMADAN ONU GETİRİRİM
38. (Kraliçenin kendisine geleceğini öğrenenSüleyman, emrindekibaşkanlara🙂 “Ey ileri gelenler! Onlar bana müslüman olarak (teslimolup) gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?” dedi.
39. Cinlerden bir ifrit (kuvvetlibircin): “Sen makâmından kalkmadan önce, ben sana onu getiririm. Benim, bunu yapabilecek gücüm ve (bukonudakendime) güvenim var.” dedi.
40. Kendisinde Kitap’tan bir ilim bulunan kimse de: “Gözünü kırpmadan evvel, ben onu sana getiririm.” dedi. (Süleyman) o(nuntahtı)nı yanında yerleşmiş olarak görünce: “Bu, Rabbimin (bir) lütfudur. (Buda) şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek içindir. Kim şükrederse, ancak kendi (faydası) için şükretmiş olur. Kim de nankörlük yaparsa, şüphesiz ki Rabbim zengindir (hiçbirşeyindenoksanlıkolmaz), çok kerem sâhibidir.” dedi.
41. (Süleyman) dedi ki: “Tahtını onun tanıyamayacağı hâle getirin (değişiklikyapın). Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacak mı?”
42. Artık (Melike) gelince (ona): “Senin tahtın böyle mi?” denildi. (Oda🙂 “Sanki bu odur. Zaten bundan önce bize ilim verilmiş (Allâh’ınkudretiniveseninpeygamberliğinianlamış) ve müslüman olmuştuk.” dedi.
43. (Fakatönceleri) Allah’tan başka taptığı şeyler (müslümanolmaktan) onu alıkoymuştu. Çünkü o inkâr eden bir kavimden idi.
44. Ona: “Köşke gir!” denildi. Onu(navlusunu) görünce derin bir su zannetti ve ayaklarını aç(ıpsıva)dı. (Süleyman🙂 “O billûrdan (döşenip) düzeltilmiş bir avludur.” dedi. (Melike🙂 “Ey Rabbim! Hakikaten ben kendime yazık etmişim. (Şimdi) Süleyman ile birlikte, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslim oldum.” dedi.
38-44. (38).‘(SonraSüleyman, emrindekibaşkanlara🙂 “Ey ileri gelenler! Onlar bana müslüman olarak (teslimolup) gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?” dedi.’ Kur’ân, tahtı getiren kişinin kimliğini ve bilgi aldığı kitabın ne olduğunu gizlediği için, bununla ilgili tartışmaların sağlayacağı bir fayda yoktur. Esas üzerinde düşünülmesi gereken, kocaman tahtın o dönemin ilmi ve teknik şartları içerisinde sâniyeden daha kısa bir süre içinde 2000 km. den daha uzun bir mesâfeden getirebilmiş olmasıdır. Şüphesiz mûcize veya kerâmet olarak kabul edilen bu olayın, günümüzde elektronik yollarla ses ve görüntü naklinden sonra ışınlama yöntemiyle eşyâ nakli üzerinde çalışan bilim dünyâsına açık bir ufuk gösterdiği ve onların önüne yüksek bir çıta koyduğu anlaşılmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/655)
(39).‘Cinlerden bir ifrit (kuvvetlibircin): “Sen makâmından kalkmadan önce, ben sana onu getiririm. Benim, bunu yapabilecek gücüm ve (bukonudakendime) güvenim var.” dedi.’ (İşte bundan) Hz. Süleyman’ın tahtın yanına getirilmesini istediğini ve bunu da Yüce Allâh’ın kendisine bağışlamış olduğu mülkün azametini ortaya çıkarmak, emrine verdiği askerleri göstermek için yaptığını anlıyoruz. Bu ise kendisinden önce hiçbir kimseye verilmemiş bir imkândır. Ondan sonra kimseye de verilecek değildir. (S. HAVVÂ, 10/415)
Diğer taraftan o bu durumun, hem Belkıs hem de kavmine karşı peygamberliğinin kesin delîli olarak kabul edilmesi için böyle yapmıştı. Çünkü böyle bir iş, gerçekten büyük bir olağanüstülüktür. Onun ülkesinden, kendileri oraya ulaşmadan önce tahtının olduğu gibi getirilmesi ve bu tahtın kilitler arasında, bekçilerin koruması altında kalmasına rağmen bunun başarılması, gerçekten olağanüstü bir olaydır. (S. HAVVÂ, 10/415)
(40).‘Kendisinde Kitap’dan bir ilim bulunan kimse de: “Gözünü kırpmadan evvel, ben onu sana getiririm.” dedi.’ Bu şahıs kimdi, ne gibi bir özel bilgiye sâhipti, burada atıfta bulunulan kitap hangi kitaptı ve kimler hakkında bilgi sâhibi idi, kesin hiçbir şey bilinmiyor. Ne Kur’ân-ı Kerîm’de, ne de sahih hadislerde, bu konular hakkında hiçbir açıklamaya rastlamıyoruz. (MEVDÛDİ, 4/99)
‘(Süleyman) o(nuntahtı)nı yanında yerleşmiş olarak görünce: “Bu, Rabbimin (bir) lütfudur. (Buda) şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak içindir. Kim şükrederse, ancak kendi (faydası) için şükretmiş olur. Kim de nankörlük yaparsa, şüphesiz ki Rabbim zengindir (hiçbirşeyindenoksanlıkolmaz), çok kerem sâhibidir.” dedi.’ Bâzılarının söylediklerine göre, nîmetin küfrânı (yâni nîmete karşı nankörlük) nîmetin yok olup gitmesi demektir. Ürküp kaçanın tekrar yerine dönmesi az rastlanılan bir şeydir. O bakımdan sen elinden kaçırdığın nîmeti şükürle ele geçirmeye bak! Güzel bir şekilde davranarak onu korumaya devam et! Şunu da bil ki, şâyet sen Allâh’ın nîmetine şükretmeyecek olursan, aradan fazla geçmeden dört bir yanını kuşatan Allâh’ın nîmetleri fazla sürmez, geri çekilecektir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/418)
(41).‘(Yine) dedi ki: “Tahtını onun tanıyamayacağı hâle getirin (değişiklikyapın). Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacak mı?” Görüldüğü kadarıyla Hz. Süleyman; bir taraftan onun akli durumunu sınamak istemiş, diğer yandan ise İslâm’a girmeye ulaştıracak rûhi bir konuma düşürmek istemişti. (S. HAVVÂ, 10/416)
(42).‘Artık (Melike) gelince (ona): “Senin tahtın böyle mi?” denildi. (Oda🙂 “Sanki bu odur. Zâten bundan önce bize ilim verilmiş (Allâh’ınkudretiniveseninpeygamberliğinianlamış) ve müslüman olmuştuk.” dedi.’ Kadın verilebilecek en güzel cevâbı verdi. (Tahtı için) Kendisidir de demedi, o değildir de demedi. Bu ise olgun aklının bir sonucudur. Çünkü her iki şeye de ihtimâlli olan bir husus hakkında, kesin bir şey söylemedi. (Nesefi ‘den, S. HAVVÂ, 10/416)
Bu büyük bir irkiliştir. Burada kraliçenin aklına bir şey gelmiyor. Yurdundaki kilit altında, muhâfızların korumasında bulunan kendi tahtı nerede, sultan Süleyman’ın başkenti olan Kudüs nerede? Onu nasıl buraya getirebilirler? Kim onu getirebilir? Fakat bunca değişikliklere ve farklılıklara rağmen taht yine kraliçenin tahtıdır. Sonunda zekice ve usta bir dille ifâde edilen cevâbını veriyor: ‘Sanki odur’ Ne benim diyor, ne de benim değil diyor. Bu ilginç olay karşısında ileri görüşlülüğünü ve keskin zekâsını ortaya koyuyor. (S. KUTUB, 8/33)
(44).‘Ona: “Köşke gir!” denildi. Onu(navlusunu) görünce derin bir su zannetti ve ayaklarını aç(ıpsıva)dı.’ Eteklerini ıslanmasın diye topladı, paçaları göründü, önce şaşırmamışken, bu defa şaşkınlık gösterdi. (ELMALILI, 6/146)
‘(Süleyman🙂 “O billûrdan (döşenip) düzeltilmiş bir avludur.” dedi.’ Buradaki beklenmedik olay, camın billûrlaştırılmasıyla yapılmış bir saraydı. Zemini su üzerine kurulmuştu. Bu sebepten derin bir havuz şeklinde görünüyordu. ‘Saraya gir’ denildiğinde, bu suya girmesi gerektiğini sandı. Eteklerini toparladı. Böylece beklenmedik olay amacına ulaşınca, Hz. Süleyman ona bunun sırrını açıkladı: ‘Bu cilâlı billûr bir köşktür.’ (S. KUTUB, 8/33, 34)
Kraliçeinsanlığıâciz bırakan bu hayret verici olaylar karşısında irkilmiş ve dehşete kapılmıştı. Hemen Yüce Allâh’a dönmüş, daha önce başka varlıklara tapınmakla kendi kendine zulmettiğini itiraf ederek O’na niyazda bulunmuş ve Hz. Süleyman’a değil, ‘Süleyman ile birlikte tüm varlıkların Rabb’i olan Allâh’a’ teslim olduğunu açıklamıştır. Hz. Süleyman’a insanın gücünü aşan büyük kuvvetlerin verildiğine şâhit ve tanık olması bu teslim oluşunu kolaylaştırmıştı. (S. KUTUB, 8/34)
Böylece kraliçe belki doğru yola kavuşmuş ve aydınlanmıştı. Allâh’a teslim oluşun, onun kullarından birine itaat etmek olmadığını anlamıştı. İsterse bu insan onca mûcizenin sâhibi peygamber ve hükümdar olan Hz. Süleyman olsun, fark etmez. İslâm sâdece âlemlerin Rabb’i olan Allâh’a teslim olmaktır. Ona îman edenlere O’nun dâvetçileriyle bir tarağın dişleri gibi eşit bir şekilde kul olmaktır: ‘Şimdi Süleyman ile birlikte tüm varlıkların Rabb’i olan Allâh’a teslim oldum.’ (S. KUTUB, 8/34)
Belkıs kıssası bizlere köklü bir uygarlığa sâhip bir ümmet arasında bulunduğunu göstermektedir. O bakımdan Hz. Süleyman, köşkte kendisinin uygarlığından daha köklü ve daha büyük bir uygarlıkla karşı karşıya olduğunu göstermiş, o da boyun eğmiştir. (S. HAVVÂ, 10/419)
Hz. Süleyman’dan aldığımız bu büyük ders, şunu ifâde etmektedir: İslâm uygarlığının, uygarlıkların en üstünü olması icap eder. Çünkü bununla diğer uygarlıkların sâhiplerine boyun eğdirilir. (S. HAVVÂ, 10/419)
27/45-53 SEMÛD KAVMİNE SÂLİH’İ GÖNDERDİK
45. Andolsun ki biz, Semûd (kavmin)e de “Allâh’a kulluk edin.” (desin) diye kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Bir de gördü ki onlar (inananveinanmayanolarak) birbirleriyle çekişen iki grup (olmuşlar). [bk. 7/73-77; 11/61-68; 26/141-159]
46. (Sâlih) dedi ki: “Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülük işleme konusunda aceleci davranıyorsunuz? Allah’tan mağfiret dilemelisiniz ki bu sâyede merhamet olunasınız.”
47. (Onlar🙂 “Senden ve seninle berâber olanlardan dolayı kuraklık ve kıtlığa uğradık.” dediler. (Sâlihde🙂 “Sizin uğursuzluğunuz, Allah katında (amelinizekarşılıkyazılmış)tır. Doğrusu siz, (çeşitliolaylarla) imtihan edilen bir kavimsiniz.” dedi.
48. O (Semud kavminin yaşadığı) şehirde dokuz (çetebaşı) adam vardı ki o yerde (Allâh’aitaatekarşıdiretip) bozgunculuk çıkarırlar, düzeltmeye uğraşmaz (veiyiliğeyanaşmaz)lardı.
49. (Çete mensupları) Allâh’a and içerek: “Biz mutlaka ona (Sâlih’e) ve âilesine, bir gece baskını yapalım (veonlarıöldürelim). Sonra da (hakkınıarayan) velîsine, (Sâlih) âilesinin öldürüldüğünde hazır değildik (görmedik) ve biz kesinlikle doğru (söyleyen) kimseleriz.’ diyelim.” dediler.
50. (Böyle) bir tuzak kurdular. Biz de onlar hiç farkında değillerken (kendilerinihelâkeden) bir tuzak hazırladık. (Tuzaklarına karşılık verdik.)
51. (Ey Peygamberim!) İşte bak, tuzaklarının sonucu nasıl oldu, (nasıl) onları ve kavimlerini topyekün yok ettik! [bk. 8/30; 13/42]
52. İşte zulümleri (isyan ve inkârları) yüzünden çöküp ıssız kalan evleri! Hiç şüphesiz, bunda, bilen bir kavim için elbette bir ibret vardır.
53. İnanıp da (küfürveisyandan) sakınanları kurtardık. [bk. 7/73-79; 11/63-68]
45-53. (45).‘Andolsun ki biz, Semûd (kavmin)e de “Allâh’a kulluk edin.” (desin) diye kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Bir de gördü ki onlar (inananveinanmayanolarak) birbirleriyle çekişen iki grup (olmuşlar).’ Yâni Hz. Sâlih (as), görevine başlar başlamaz hâlkı, mümin ve kâfirler olmak üzere iki gruba ayrıldı. Kur’ân’ın başka yerlerinde de ifâde edildiği gibi aralarında hemen bir çekişme başladı: ‘O’nun (Sâlih) kavminin ileri gelenlerinden (busözleri) kibirlerine yediremeyenler, içlerinden zayıf ve âciz saydıkları müminlere sordular: ‘Sâlih’i Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Dediler. Onlar da doğrusu biz (ona ve) onunla gönderilenlere inananlardanız dediler.’ Fakat îmânı kibirlerine yediremeyenler dediler ki: ‘Biz de sizin îman ettiklerinizi inkâr ediyoruz.’ (Araf, 75-76)
Mekke’de peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s) zuhûrunda da tamâmıyla benzer bir durumun ortaya çıkmış olması şayân-ı dikkattir. Nitekim Mekke ahâlisi iki ayrı gruba ayrılmış ve aralarında bir mücâdele başlamıştı. Dolayısıyla bu kıssa, bu âyetlerin indiği zamandaki şartlara mükemmel bir şekilde işâret etmiş oluyor. (MEVDÛDİ, 4/105)
(47).‘(Onlar🙂 “Senden ve seninle berâber olanlardan dolayı uğursuzluğa uğradık.” dediler. (Sâlihde🙂 “Sizin uğursuzluğunuz, Allah katında (amelinizekarşılıkyazılmış)tır.’ Yâni sizin asıl hayır ve şer ile karşılaşmanızın sebebi, Allah katındandır. Bu ise onun kaderi, kısmetidir. Yâhut: Sizin ameliniz Allah katında yazılıdır. Başınıza inen bu azaplar sizin için bir cezâ ve bir fitne olmak üzere inmiştir. (S. HAVVÂ, 10/422) ‘Belki siz, (çeşitliolaylarla) imtihan edilen bir kavimsiniz.” dedi.’ Buyruğu ile anlatılmak istenen; sizler içinde bulunduğunuz dalâlette bırakılmak sûretiyle derece derece azâba yaklaştırılmaktasınız, mânâsının kastedildiğidir. (S. HAVVÂ, 10/422)
Semud kavmi, kuraklık ve kıtlığın sebebini peygamber ve müminler olarak gördükleri gibi; Firavun ve kavmi, yahûdi ve münâfıklar da aynı şekilde kıtlık, pahalılık ve darlığın sebebini Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s) olarak görmüşlerdi. (7/131, 4/78; İ. KARAGÖZ 5/377).
(48).‘O (Hicradlı) şehirde dokuz (çetebaşı) adam vardı ki o yerde (Allâh’aitaatekarşıdiretip) bozgunculuk çıkarırlar, düzeltmeye uğraşmaz (veiyiliğeyanaşmaz)lardı.’ Bu gibi kimseler, Semûd kavminde baskın bir durumda idiler. Çünkü bunlar o kavmin ileri gelenleri ve başkanları idi. El Avfi, İbn Abbas’tan rivâyetle şöyle demektedir: İşte dişi deveyi kesenler bunlardır. Yâni böyle bir işin yapılması görüşünü ortaya koyanlar ve bu konuda danışıp karar alanlar onlardır, Allâh’ın lânetleri üzerlerine olsun; nitekim de olmuştur. (S. HAVVÂ, 10/423)
48’nci âyette geçen şehirden maksat Hz. Sâlih’in yaşadığı ve peygamber olarak görev yaptığı Hicr şehridir. (bk. Hicr 15/80, Taberi) Bu şehirde dokuz elebaşından oluşan bir grup, geceleyin bir baskınla, uğursuz saydıkları Sâlih (as) ve âilesini öldürüp yok etmeyi (peygamber ve ona inananların inkârcılar tarafından uğursuz sayılması hakkında bk. Araf 7/131). Kan dâvâsında bulunacak olan akrabâsına da, ‘Biz Sâlih âilesinin yok edilişi sırasında orada değildik’ veya farklı kıraate göre, ‘Onun âilesini kimin öldürdüğünü görmedik’ demeyi plânlamıştır. Onlar bu plânları kurarken, Sâlih (as) kendisine inananlarla birlikte yurdu terkedip kurtulmuş, Semûd kavmi ise, şiddetli bir depremle yok olup gitmiştir. (bk. Araf 7/78; Hûd 11/66-67, KUR’AN YOLU, 4/197)
(49).‘(Onlarbirarada) Allâh’a and içerek: “Biz mutlaka ona (Sâlih’e) ve âilesine, bir gece baskını yapalım (veonlarıöldürelim). Sonra da (hakkınıarayan) velîsine, (Sâlih) âilesinin öldürüldüğünde hazır değildik (görmedik) ve biz kesinlikle doğru (söyleyen) kimseleriz.’ diyelim.” dediler.’ El Avfi İbn Abbas’tan rivâyetle dedi ki: Bunlar dişi deveyi kesenler idi. Dişi deveyi kesince, geceleyin de Sâlih’i ve ev hâlkını öldüreceğiz; sonra da Sâlih’in kanını talep edecek velîlerine de: iz bu gibi bir şeye tanık olmadık, bu konuda da her hangi bir bilgimiz yoktur, diyelim, dediler. Allah onların hepsini yerle bir etti. (S. HAVVÂ, 10//425, 426)
Bu, Mekke ileri gelenlerinin Hz. Peygambere karşı düzenledikleri tam bir komplo idi. Onlar Hz. Peygamberi öldürmek üzere, benzer bir komployu hicreti esnâsında da düzenlediler. Şöyle ki, her kabîleden birer kişi olmak kaydıyla bir çete kurmaya karar verdiler. Bu çete gürûhu, Hz. Peygamber’e hep berâber hücum edecek ve öldürecekti. Öyle ki, onun hangi kabile tarafından öldürüldüğü belli olmayacak ve böylece, Beni Hâşim de, bu cinâyetin fâilini bulamayacak, dolayısıyla Hâşimoğullarının, olaya karışan kabilelerin hepsi ile birden, intikam almak üzere savaşması imkânsız hâle gelmiş olacaktır. (MEVDÛDİ, 4/107)
(50).‘(Böyle) bir tuzak kurdular. Biz de onlar hiç farkında değillerken (kendilerinihelâkeden) bir tuzak hazırladık.’ Allâh’ın düzeninin farkına varmadılar. Onların düzenlerinden kasıt, Hz. Sâlih ve onun âile hâlkını öldürmek için komplo hazırlayıp bunu gizlemeleridir. Allâh’ın düzeni ise onların fark etmedikleri bir yerden onları helâk etmesidir. (S. HAVVÂ, 10/423)
Hûd sûresinin 65’nci âyetine göre kavmi, dişi deveyi öldürdüğü zaman Hz. Sâlih (as) onlara üç gün yurtlarında istediklerini yapabileceklerini söyledi. Çünkü bu süre içinde onları, Allâh’ın azâbı yakalamıştı. Bu noktada onlar, Sâlih’in (as) kendilerini korkuttuğu azâbın gelebileceği gibi, gelemeyeceğini de düşünmüş olabilirler. Bunun üzerine, azâbı başlarına indirmek için Allâh’ın (cc) belirlemiş olduğu geceyi, büyük bir ihtimalle onlar da, Peygambere saldırmak için seçmişlerdir. Böylece Hz. Sâlih’e (as) dokunmadan hemen önce Allah (cc) onları yerle bir etmiştir. (MEVDÛDİ, 4/109)
(51).‘İşte bak, tuzaklarının sonucu nasıl oldu, (nasıl) onları ve kavimlerini topyekün yok ettik!’ Bu kıssada Hz. Peygamber için bir teselli, Kureyş müşrikleri için de bir uyarı vardır. Çünkü Semûd kavminin Sâlih peygamber hakkında düşündüklerinin aynını, Kureyşliler Hz. Peygamber hakkında düşünmüşler ve onu yok etme teşebbüsünde bulunmuşlardır. (bilgi için bk. Enfâl 8/30, KUR’AN YOLU, 4/197, 198)
27/54-58 LÛT’U DA KAVMİNE GÖNDERDİK
54. Lût’u da (peygamberolarakkavminegönderdik). Vaktiyle, o kavmine demişti ki: “Siz göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapıyor musunuz? (Hayâsızlık yapmayın) [krş. 7/80-84; 11/74-83; 15/57-77]
55. “Gerçekten, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, ne yaptığını bilmeyen (beyinsiz) bir kavimsiniz.” [bk. 26/165-166]
56. Kavminin cevâbı da: “Lût âilesini şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizlik taslayan insanlardır.” demekten başka (birşey) olmadı.
57. Biz de onu ve âilesini karısı hâriç kurtardık. Onun da, geride (helâkiçinde) kalanlardan (olmasını) takdir ettik.
58. Üzerlerine (taş) yağmur(u) yağdırdık. Ne kötü idi uyarıl(dıklarıhâldeîmanedipyolagelmey)enlerin taş yağmuru! [bk. 26/161-173]
54-58. (54).‘Lût’u da (peygamberolarakgönderdik). Vaktiyle, o kavmine demişti ki: “Siz göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?’ Birçok kötülüğü yanında homoseksüellik gibi iğrenç bir ilişkiye alışmış olan ve peygamberin uyarılarına kulak asmayan bir topluluğun nasıl helâk edildiği anlatılarak insanların bu tür kötülüklerden sakınmaları istenmektedir. 58 nci âyette bu kavmin başına yağdığı bildirilen müthiş yağmurun taş yağmuru olduğu Hûd sûresinin 82 nci âyetinde bildirilmiştir. (Hz. Lût ve peygamber olarak gönderilmiş olduğu Sodom hâlkı hakkında bilgi için bk. Araf 7/80-84, Hûd 11/69-83, Şuarâ 26/160-173, KUR’AN YOLU, 4/198, 199)
‘.. siz görüyorsunuz’ cümlesi, erkekler ile cinsel ilişki kurmanın çok çirkin bir şey olduğunu görüyor ve biliyorsunuz veya birbirinizin bu çirkin işi yaptığını görüyorsunuz, kimseden çekinmiyorsunuz, gizlemiyorsunuz ve alenen yapıyorsunuz anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 5/381)
(56).‘Kavminin cevâbı da: “Lût âilesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizlik taslayan insanlardır.” demekten başka (birşey) olmadı.’ Şu kavmin yüzsüzlüğüne, hayâsızlığına bakınız! Hz. Lût ve ona uyanların ne kadar temiz olduğunu biliyorlar ve bunu ise sürülmelerini gerektirecek kadar büyük bir suç kabul ediyorlar. (S. HAVVÂ, 10/428)
Onların bu sözleri, bu iğrenç ve pis işten arınmayı küçümsemelerinden kaynaklanmış olabilir. Bu pis işten uzaklaşmamaları, arınmaya karşı gelişlerinden de kaynaklanmış olabilir. Onların fıtratları bozulduğu için bu sapık eğilimlerin iğrençliğini bile (..) (olağan karşılıyor hâle gelmişlerdi). İffetli ve nâmuslu bir hayat yaşamak kendilerine zor geldiği için de böyle söylemiş olabilirler! (S. KUTUB, 8/41)
(57).‘Biz de onu ve âilesini karısı hâriç kurtardık. Onun da, geride (helâkiçinde) kalanlardan (olmasını) takdir ettik.’ Çünkü helâk edilen bu karısı, onların dinleri üzere idi ve onlara yardımcı oluyordu. Onların çirkin fiillerine râzı olarak yollarında gidiyordu. Kendi kavmine Hz. Lût’a gelen misâfirleri haber ediyor ve böylelikle onların bu misâfirlere gelmelerini sağlıyordu. Yoksa onlar gibi gayr-i ahlâki işleri fiilen işlemiyordu. (S. HAVVÂ, 10/428)
(58).‘Üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık.’ Rabbin tarafından işâretlenmiş ve pişmiş çamurdan yapılmış taşlar yağdırdık. (S. HAVVÂ, 10/428)
Melekler, Hz. Lût’a geceleyin müminleri (51/36) ve âileni al götür, içinizden hiçbir kimse ardına bakmasın, ancak hanımını götürme, çünkü kavminin başına gelecek olan azap, onun da başına gelecektir, kavminin azap ile buluşma zamânı sabahtır, zâten sabah da yaklaştı, derler. Yüce Allâh’ın azap emri, güneş doğarken gelir. Korkunç bir gürültü yakalar, ardından şiddetli bir depremle şehir alt üst olur. Allah tarafından işâretlenmiş balçıktan pişirilmiş taşlar, sağanak hâlinde üzerlerine yağar, bütün kâfirler helâk edilir. (15/73, 74; İ. KARAGÖZ 5/383)
27/59-64 ALLAH’TAN BAŞKA BİR İLÂH MI VAR!
59. (Rasûlüm!) De ki: “Hamdolsun Allâh’a, selâm olsun O’nun seçtiği kul (peygamber)lerine. Allah mı hayırlı yoksa (müşriklerin) ortak koştukları (Allahyerinekendisinebağlılıkgösterdikleri) putlar mı?”
60. Gökleri ve yeri yaratıp gökten sizin için su indiren kimdir? İşte biz onunla, sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz, gönül açan güzel bahçeler bitirdik. Allah ile berâber bir tanrı mı var?! Hayır! Onlar Allâh’a putları denk tutan ve haktan sapan bir kavimdir. [bk. 6/99; 7/57; 16/11; 29/63]
61. Yâhut yeryüzünü ikâmet edilecek bir yer yapan, aralarında ırmaklar meydana getiren, orada köklü (veyüce) dağlar var eden ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile berâber bir tanrı mı var? (Kesinlikle yoktur) Hayır! Onların çoğu (bugerçekleri) bilmezler. [bk. 25/53 ve dipnotu]
62. Yâhut darda kalmışın, duâ ettiği zaman isteğini karşılayan, kötülüğü/zararı aç(ıpgider)en ve sizi yeryüzünde halîfeler yapan kimdir? Allah ile berâber bir tanrı mı var?! (Hayır, yoktur) Ne kadar sığ düşünüyorsunuz!
63. Yâhut o kara ve denizin karanlıkları (vetehlikeleri) içinde size yol gösteren ve rahmetinin (yağmurun) öncesinde rüzgârları müjdeci olarak gönderen kimdir? Allah ile berâber bir tanrı mı var?! (Hayır, yoktur) Allah, onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
64. Yâhut mahlûkâtı(nherbirini) baştan (sürekli) yaratan, (öldükten) sonra onu (mahşerdediriltipaynen) iâde edecek olan kimdir? (bk. 29/19-20) Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Allah ile berâber bir tanrı mı var?! (Hayır, kesinlikle yoktur) De ki: “Eğer (vardiyorda) doğru (söyleyen) kimselerseniz delilinizi getirin.” [bk. 17/56; 18/51; 34/22-23]
59-64. (59).‘(Rasûlüm!) De ki: “Hamdolsun Allâh’a, selâm olsun O’nun seçtiği kul (peygamber ve sâlih kul)lerine. Allah mı hayırlı yoksa (müşriklerin) ortak koştukları şeyler mi?” ‘Elhamdü lillâh’ / Her türlü övgü Allâh’a mahsustur’: Bu cümle ‘elhamdülillâh’deyinanlamındadır. (Bu) cümle ile Allâh’a nasıl hamdedileceği bildirilmekte, hamdin ‘el hamdü lillâh’ diyerek yerine getirilmesi öğretilmektedir. (..) ‘De, söyle, anlat’ emrinde hitap Hz. Peygambere ve onun şahsında bütün müminleredir. Allâh’ın varlığı, birliği, isim ve sıfatlarının insanlara anlatılması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/384)
İlgili âyetin başında yer alan ‘de ki’ emri her ne kadar Hûd peygamber’e yönelik bir hitaptır (Kurtubi) denirse de, çoğunluk onun Hz. Peygamber’e yönelik bir emir olduğunu kabul etmektedir. Böyle olunca o zaman Yüce Allâh’ın, bundan sonraki âyetlerde sonsuz kudretini gösteren kozmik delllerini sıralamaya başlamasından önce elçisinden, kendisine ihsan ettiği peygamberlikve diğer nîmetlerden dolayı Yüce zâtına hamdetmesini, dâvetini tebliğ etmek üzere görevlendirdiği diğer peygamberlere ve onların tebliğlerine inananlara salât ve selâm getirmesini istediği öne sürülebilir. Bu da Müslümanlara sözlü ya da yazılı herhangi bir hitapta bulunurken söze nasıl başlamaları gerektiği konusunda önemli bir bilgi ve yöntem anlamına gelir. Buna göre her türlü kelâmın başında Allâh’a hamdetmek, O’nun şerefli elçisine, âilesi ve ashâbına selât-ü selâm getirmek gerekli olmuş olur. (M. DEMİRCİ, 2/469)
Yüce Allah, Rasûlü Muhammed (s)’e önce kendisine hamdetmesini, sonra da kulları arasından seçkin kimselere salât-ü selâmda bulunmasını emretmektedir. Bu ise bu buyruktan sonra gelen Allâh’ın tekliğine, O’nun herşeye kâdir olduğuna delâlet edecek buyruklara bir hazırlık mâhiyetindedir. Aynı zamanda her önemli husus hakkında söz söyleyecek her kişiye de bu hamd ve salât-ü selâmı zikrederek, teberrüken başlamasını ve bunların önemlerini böylece ortaya koymasını öğretmektedir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/432)
‘Allah mı daha iyidir, yoksa onların Allâh’a ortak koştukları düzmece ilâhlar mı?’ Putlar, heykeller, cinler, melekleri veyâhut Allâh’ın herhangi başka bir yaratığını ortak koşmuş olmaları fark etmez. Bunların hiç biri, değil Yüce Allah’tan daha iyi olmak, O’nun eşi benzeri olmaktan bile çok uzaktır. O’nun seviyesine aslâ ulaşamaz. Bunlar ile Yüce Allah arasında karşılaştırma yapıp, bir yakınlık düşünmek, aklı başında hiçbir insanın harcı değildir. Bu nedenle bu soru, bu şekilde ortaya konuyor. Sanki bu katıksız bir aşağılama, yalın bir azarlamadır. Zîrâ böyle bir soruyu ciddi biçimde sormak veya onun cevâbını istemek mümkün değildir. (S. KUTUB, 8/43)
(60).‘Gökleri ve yeri yaratıp gökten sizin için su indiren kimdir? İşte biz onunla, sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz, gönül açan güzel bahçeler bitirdik. Allah ile berâber bir tanrı mı var?! Hayır! Onlar (haktan) sapan bir kavimdir.’ Yâni aynı sudan güzellikleri ile birlikte türlü türlü sınıfların, değişik renk, tat ve şekillere sâhip bitkilerin, bu derece hassas ve muhkem bir şekilde başkası tarafından yaratılmalarının imkânsız olduğunu ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 10/433)
‘Allah size gökten su indirdi’ cümlesi, bulutlardan yağmuru yüce Allâh’ın yağdırdığını ifâde eder. Su ve bulutlar, kendiliğinden yağmıyor, yüce Allah yağdırıyor. Yüce Allah, herşeyi sudan yaratmıştır. Su hayattır, su olmadan canlılar varlıklarını sürdüremezler. Dolayısıyla su, canlılar için en büyük nimettir. Bu nimeti var eden, yüce Allah’tır. (24/45; İ. KARAGÖZ 5/386)
‘Biz su ile güzel bahçeler yetiştirdik’ cümlesi, toprakta yetişen sebze, meyve, tahıl, ot, ağaç, çiçek ve benzeri bütün bitkileri yetiştireninAllah olduğunu ifâde eder. Toprak, su, hava, Güneş’ın ısı ve ışığı olmasaydı, dünyâda hiçbir ürün ve bitki olmazdı. Bunları yaratan, yöneten ve devamlı var eden Allah’tır. İnsanlar; toprak, su, hava, Güneşin ısı ve ışığı olmasaydı hiçbir ürün yetiştiremez kendileri de yaşayamazdı. (İ. KARAGÖZ 5/386)
Tekbir çiçeğin rengini ve ahengini vermek bile insanların en büyük sanat ustalarını âciz bırakır. Bir tek renkleri ve tonlarını belirlemek, çizgilerini içiçe yerleştirmek ve yapraklarını düzenlemek klâsik ve modern bütün sanat dâhîlerinin ulaşamayacağı gerçek bir mûcizedir, ağaçta gelişen hayat mûcizesi bir tarafa dursun, şimdilik zâten hayat olgusu insanlığın anlamaktan âciz kaldığı en büyük sır olma niteliğini korumaktadır. (S. KUTUB, 8/44)
‘Bir tek ağacını bile bitirmeye gücünüz yetmeyeceği’ Hayâtın sırrı, önceden olduğu kadar şimdi de bize kapalıdır. Bitkide, hayvanda ve insanda hayat hep sır olarak kalmıştır. Şimdiye kadar hiç kimse bu hayâtın nereden ve nasıl geçtiğini bir biçimde açıklamamıştır. Öyleyse onu açıklamak için gözle görülen bu evrenin ötesinde bir kaynağa başvurmak gerekmektedir. (S. KUTUB, 8/44, 45)
‘Allah yeri karargâh yaptı’ cümlesi, yeri, insanlar ve hayvanlar için yaşayacakları karargâh ve yaşamayaelverişliyaptı anlamındadır. Üzerinde yaşadığımız dünya, insanların, hayvanların ve cinlerin mekânıdır. Dünyâyı; toprağı, suyu, havası, Güneşten aldığı ısı ve ışığı ile insanların ve onlar için yaratılan hayvan, bitki, ağaç ve diğer varlıkların yaşamasına elverişli yapan yüce Allah’tır. Yüce Allah, yeri insanların faydalanabileceği özellikte yaratmıştır. Meselâ toprak, taş gibi sert, su gibi akışkan değildir. Öyle olsaydı, topraktan istifâde edilemezdi. Allah toprağı, her türlü ürünü yetiştirebilecek özellikte yaratmıştır. (İ. KARAGÖZ 5/387, 388).
(61).‘Yâhut yeryüzünü ikâmete elverişli bir yer yapan, aralarında ırmaklar meydana getiren, orada köklü (veyüce) dağlar var eden ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile berâber bir tanrı mı var? Hayır! Onların çoğu (bugerçekleri) bilmezler.’ Yâni dağların altında ve aralarındaki deniz gibi tatlı sularla acı denizleri birbirine karıştırmayıp, aralarında bir gergi, bir engel koyan veya iki acı deniz arasında Arabistan kıtası gibi ince uzun bir kara parçasını koyup tutan zat mı hayırlı, yoksa onların ortak koştukları mı? ‘Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizi salıveren … O’dur’ (Furkan, 25/53; ELMALILI, 6/154)
61’nci âyette iki deniz arasına konulduğu bildirilen engelden maksat, tuzluluk oranı farklı denizleri birbirinden ayıran sınırdır. Özgül ağırlığı farklı olan yâni birinin suyu diğerine nispetle daha tuzlu olan iki su kütlesi yan yana durdukları hâlde, aralarında görünmeyen bir perde varmış gibi birbirine karışmamakta ve birleşimlerindeki farklılık değişmemektedir. (krş. Furkan 25/53; Rahman 55/19-20; bu âyette geçen diğer konular hakkında bilgi için bk. Nahl 16/14-16; KUR’AN YOLU, 4/201)
(..) Ünlü Deniz bilimcisi Jacque Cousteau’nun bir araştırmasından burada söz etmek istiyoruz. Onun bu konudaki açıklaması şöyledir: ‘Bâzı araştımacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğu hakkında görüşlerini inceliyorduk. Araştırmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz’in kendine özgü sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu vardır. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kütlelerini inceledik ve onun Aldeniz’den tamâmen farklı olduğunu gördük. Bu iki su kütlesi Cebel–i Târık Boğazı’nda birleşiyor vebu birleşme binlerce yıldan beri devam ediyordu. Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta içerdikleri madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekirdi. Oysa su kütlelerinin birbirine karışmadığını ve onların her iki denizin yakın kısımlarında dahi ayrı bir yapıya sâhip olduğunu hayretle gözlemledik. Bunun üzerine yaptığımız araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Zîrâ bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan hârika bir ‘su engeli’ mâni oluyordu. Aynı türdeki bir ‘su engeli’ de 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı ‘su engeli’nin bulunduğuna da tanık olduk. (bk. S. ATEŞ, M. DEMİRCİ, 2/470, 471)
(62).‘Yâhut darda kalmışın, duâ ettiği zaman isteğini karşılayan, kötülüğü/zararı aç(ıpgider)en’ çâresiz olan, hastalık veya diğer bir şiddet ve ihtiyaç ile sıkışan, bunalan çâresiz demektir. Burada kastedilen cinstir. Bu sebepten her sıkılanın duâsını kabul etmek gerekmez. ‘O dilerse kaldırılmasını istediğiniz belâyı kaldırır.’ (En’âm 6/41) gibi dilemesiyle kayıtlıdır. Bununla birlikte çoğu zaman şiddetli ihtiyaç hâlinde duânın kabul olunacağına işâret, hattâ vaad, yâni söz verme de var, demektir. Çünkü sıkışma hâlinde ihlâs ortaya çıkar. (ELMALILI, 6/155)
‘ve sizi yeryüzünde halîfeler yapan kimdir?’ Birbirlerinin hâlefi olmaları ile yeryüzünde sâkin olmak açısından, sonrakilerin öncekilerin yerlerini almaları, bir neslin ötekinden sonra gelmesi yâhut da hâlîfelik, mülk ve egemenlik itibâriyle birbirlerinin yerlerine geçmeleri kastedilmiştir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/434)
Ve o hâlde bu cümle, müminlere daha da İslâm’ın başlangıcında geleceğin İslâmi hâkimiyetini vaad eden büyük bir müjdeyi ifâde eder. Sûrenin başındaki ‘Müminler için hidâyet rehberi ve müjdedir.’ (Neml, 27/2) müjdesi ile Dâvud ve Süleyman kıssasının burada zikredildiğine göre de bu mânâya olduğu belli demektir. (ELMALILI, 6/155)
62’nci âyette Allâh’ın insanlar üzerindeki iki türlü tasarrufundan söz edilerek kudretinin sonsuzluğuna delil getirilmektedir. Bunlar, (a) Allâh’ın ihtiyaçtan dolayı kendisinie duâ edenin duâsını kabul edip imdâdına yetişmesi, sıkıntılarını gidermesi; (b) İnsaları yeryüzünün yöneticileri yapması veya nesilleri birbirinin ardından getirerek yeryüzünün sâhipleri kılmasıdır. (KUR’AN YOLU, 4/201)
‘.. ne kadar az şükrediyorsunuz’ İnsan kendi yaratılışını, yediklerini ve içtiklerini, göklerde ve yeryüzünde var olanları düşündüğü zaman, bunların kendiliğinden meydana gelmediğini, bunları bir var edenin olduğunu, verilen sayısız nîmetlere şükredilmesi gerektiğini, insanın gâyesiz yere var edilmediğini, bir görevinin olduğunu anlar, bilir ve Rabbini tanır. Bu anlamda düşünmek, ibadettir. Âyette az düşünenler, kınanmaktadır. (İ. KARAGÖZ 5/391)
(63).‘Yâhut o kara ve denizin karanlıkları (vetehlikeleri) içinde size yol gösteren ve rahmetinin (yağmurun) öncesinde rüzgârları müjdeci olarak gönderen kimdir?’ İnsanların karada ve denizde gece karanlığında yolculuk yaparken yönlerini belirlemelerine elverişli olarak yaratılmış olan yıldızlar, bunlardanfaydalanacak özellikte yaratılmış olan insan zekâsı (krş. En’âm 6/97), ayrıca denizlerden buharlaşan suyu kara parçalarının içlerine kadar götürüp oralarda yağmur veya kar olarak yağmasını sağlayan ve bu yağmurların (rahmet) müjdecisi olan rüzgâr, işte bütün bunlar Allâh’ın varlığını, birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren kevni delillerdendir. (krş. Araf, 7/57, KUR’AN YOLU, 4/201, 202)
‘Allah ile berâber bir tanrı mı var?! (Hayır, kesinlikle yoktur.) Allah, onların ortak koştukları (ilâhmışgibibağlılıkgösterdikleri) şeylerden çok yücedir.’ Müşrikler “Allah var” derler. Fakat O’nun sevgisini ve yetkisini devre dışı bırakıp yerine birtakım eşyâ ve varlıkları yüceltirler. Yücelttikleri varlıkları putlaştırdıklarından onların huzûruna gidip sevinç, şikâyet ve dileklerini onların huzûrunda dile getirirlerdi. Böylece onlara tapmış olarak, onlar adına güç birliği yaparlardı. İşte yüce Allah, insan ve diğer varlıkları kendi yerine koyanlara bağlanmayı ortak koşma olarak nitelendirmektedir. [bk. 2/165; 6/97-102; 9/31; 17/56; 34/22] (H. T. FEYİZLİ, 1/381)
‘Allah varlıkları ilk defâ yaratır, sonra onu iâde eder.’ Yâni yaratmayı tekrarlar, sürekli yaratır, anlamındadır. Meselâ ilk insan Âdem’i yaratan Allah’tır. Hz. Âdem’den insan yaratmaya devam etmektedir. Bir bitkiyi, meselâ elma ağacını ilk defâ yaratan Allah’tır, elma ağacını yaratmaya devam etmektedir. Allâh’ın bu niteliği, esmâ-i hüsnâ ile ilgili hadislerde ‘el mübdi’’ ve ‘el muîd’ olarak geçmektedir. (Tirmizi Deavât 83) Allâh’ın sıfatı olarak bu isimler, varlıkları ilk defâ yaratan, benzerlerini ve yenilerini yekrar yaratan, ölümlerinden sonra tekrar diriltecek ve hayatlarını iâde edecek olan anlamlarına gelir. ‘Allah ilk defâ yaratan, sonra tekrar yaratandır. Bu, O’na göre ilk yaratmadan daha kolaydır.’ (30/27; İ. KARAGÖZ 5/393, 394)
(64).‘Yâhut mahlûkâtı(nherbirini) baştan yaratan, (öldükten) sonra onu (mahşerdediriltipaynen) iâde edecek olan kimdir?’ (bk. 29/19–20) (Diğerleri yanında) varlığın, oluşun ve hayâtın başlamasıdevam etmesi ve yenilenmesi de Allâh’ın varlığını ve birliğini gösteren delillerdendir. (yaratılış hakkında bilgi için bk. Yûnus 10/4, 34; Ankebût 29/19) Müşrikler, evrenin Allah tarafından yoktan yaratılıp yönetildiğine, Allâh’ın gökten yağmur yağdırıp onunla yeryüzüne hayat verdiğine ve buradan canlıları rızıklandırdığına inanıyor (bk. Ankebût 29/61-63; Zümer 39/38) fakat öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı. (KUR’AN YOLU, 4/202)
‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Gökten gönderilen rızık yağmur, yerden verilen rızık da bitkilerdir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 10/435)
‘Allah ile berâber bir tanrı mı var?! De ki: “Eğer (var diyorda) doğru (söyleyen) kimselerseniz delilinizi getirin.’ Yâni bir tanrı daha olsa idi, ilk defa yaratma başlayamazdı, iki kudret bir birine engel olur, aralarında çatışma çıkardı. Biri gâlip gelse, mağlûp olan ilâh olamaz, gelmese hiç biri ilâh olamaz, bir şey yaratılmazdı ve şu görülen yaratılış düzeni bulunamaz ve siz yerden ve gökten rızıklanamazdınız. Demek ki, bu yaratılışı ta başından yapan ve yerden maddi ve mânevi rızıklarla rızıklandıran ve sonra çevirip soracak olan Allah Teâlâ’dan başka tapılacak hiçbir şey yoktur. (ELMALILI, 6/156)
Âyette putların hem yaratmadığı ve rızık var edemediği bildirilerek ilâh olamayacakları hem de Allâh’ın yaratmayı tekrar ettiği bildirilerek kıyâmet kopunca ölüleri diriltmeye kâdir olduğu dolayısıyla âhiretin varlığı bildirilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/394)
27/65-69 ALLAH’TAN BAŞKA KİMSE GAYBI BİLEMEZ
65. (Ey Peygamberim!) De ki: “Göklerde ve yerde olanlardan hiç kimse (melekler, cinler, insanlar) gaybı bilmez. Ancak Allah bilir. (Dolayısıylaonlar) ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” [bk. 6/59; 31/34]
66. Fakat âhiret hakkındaki bilgileri (gelenpeygamberlerle) kendilerine hep ulaşmıştır. Ama onlar, bu hususta şüphe içindedirler. Hattâ onlar bu konuda büsbütün kördürler.
67. İnkâr edenler dediler ki: “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra, gerçekten mi (diriltilip) çıkarılacağız?”
68. “Andolsun ki biz de, atalarımız da daha önce bununla tehdit edildik. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.”
69. (Rasûlüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonu nasıl olmuştur görün (ibretalın).”
65-69. (65).‘De ki: “Göklerde ve yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir.’ Rivâyete göre putperestler, Rasûlullâh’ın peygamberliğini reddetmek için ona kıyâmetin ne zaman kopacağına dâir bir soru yöneltmişler bunun üzerine inen âyette kıyâmetin gayb olaylarından olduğu, Allah’tan başka kimsenin onu bilemeyeceği açıklanmıştır. (Gayb hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3; İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 4/202)
‘(Dolayısıylaonlar) ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” Yâni göklerde ve yerde sâkin olan mahlûkat, Kıyâmetin kopuş saatinin ne zaman olduğu hakkında bir bilgi sâhibi değildir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 10/441)
Göklerde ve yerde bulunan ister melek, ister cin, ister peygamber, ister velî, ister diğer insan ve başka yaratıklar olsun, bütün bunlar sınırlı bir bilgiye sâhiptirler. Bilginin büyük bir kısmı onlardan gizlenmiştir. Her şeyi bilen tek Alîm, sâdece Allah’tır. (MEVDÛDİ, 4/119)
(66).‘Fakat âhiret hakkındaki bilgileri (gelenpeygamberlerle) kendilerine hep ulaşmıştır. Ama onlar, bu hususta şüphe içindedirler. Hattâ onlar bu konuda büsbütün kördürler.’ Kıyâmetin mutlaka gerçekleşeceğine dâir bilginin sağlam ve tam olması için gerekli sebepler, onlar için tamamlanmış bulunmakta ve bu ilmi elde etmek imkânına sâhip olacak hâle gelmiş bulunmaktadırlar. Hâlbuki onlar, âhireti inkâr etmektedirler, bilgisizlik içerisindedirler. (S. HAVVÂ, 10/441)
(67).‘İnkâr edenler dediler ki: “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra, gerçekten mi (diriltilip) çıkarılacağız?” “Andolsun ki biz de, atalarımız da daha önce bununla tehdit edildik.’’ Yânibiz de, atalarımız da tehditleri işitip durduk; fakat bunun gerçek olduğunu zannetmiyoruz, gerçekleşeceğine ihtimal vermiyoruz. ‘Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.” Yâni bedenlerin tekrar diriltileceği şeklindeki vaad ve tehdit, geçmişlerin uydurmalarından ve yalanlarından ibârettir. Her bir kavim bunu kendilerinden öncekilerden öğrendi ve biri ötekinden aldı. Bunun hakikati yoktur. (S. HAVVÂ, 10/443)
Öldükten sonra yeniden dirilmeyi anlayamayan, kabullenemeyen, imkânsız gören, bu sebeple âhireti inkâr eden müşrikler, kıyâmetin kopması, insanların dirilmesi, cennet ve cehennem inancını eskilerin masalları olarak dillendirdiler. Bu söylem inkârdır. Öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehennemin varlığına îman etmek, mümin olmak için olmazsa olmaz şarttır. Mekkeli müşrikler, sâdece öldükten sonra dirilmeye değil, Kur’ân’a da eskilerin masalları diyorlardı. (6/25, 8/21, 11/13, 29/50-51, 52/33-34, 28/48-50, 46/7, 68/15; İ. KARAGÖZ 5/397)
(69).‘(Rasûlüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonu nasıl olmuştur görün (ibretalın).” Kâfirlerin yâni peygamberleri yalanlayanların, onların getirdikleri öldükten sonra dirilmek ve benzeri hususları yalan sayan kimselerin sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Nasıl Yüce Allah onlardan intikam aldı, onları azâba ve belâya uğrattı? Buna karşılık aralarından Allah, şerefli rasullerini ve onlara uyan müminleri kurtardı. İşte bu, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunun delîlidir. Âhiret günü de onların getirdikleri arasındadır. (S. HAVVÂ, 10/443)
‘.. bakın’ İlâhi emirlerini yerine getirebilmek için geçmiş kavimlerin başına gelen felâketlerin Kur’an’dan okunması ve imkân varsa yeryüzündeki kalıntılarının gezilip görülmesi ve incelenmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/398)
27/70-75 RABBİN, İNSANLARA KARŞI LÜTUF SÂHİBİDİR
70. (Rasûlüm!) Müşrikler(ininkârların)a karşı üzülme. (Sana) tuzak kurmalarından dolayı da bir endişe içinde olma!
71. (Müşrikler🙂 “Eğer doğru (söyleyen) kimselerseniz, bu tehdit (günü) ne zaman?” derler.
72. (Ey Peygamberim!) De ki: “Acele gelmesini istediğiniz (azâb)ın bir kısmı, başınıza gelmek üzeredir.”
73. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin insanlara karşı (yinede) lütuf sâhibidir (azâbınıgeciktirir). Fakat onların çoğu şükretmezler.
74. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin, sînelerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da kesinlikle bilir.
75. Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap (Levh-i Mahfûz)’da olmasın.
70-75. (70).‘(Rasûlüm!) Onlar(ıninkârların)a karşı üzülme. (Sana) tuzak kurmalarından dolayı da bir endişe duyma!’ Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed (s)’in hem Peygamber olduğunu hem de tebliğ ettiği Kur’ân’ı yalanlıyor, kendisine şâir ve büyücü, Kur’ân’a şiir ve büyü diyorlar, hem de alaya alıyorlar, sözlü olarak tâciz ediyorlar, kötülük tuzaklıyorlardı. Hz. Peygamber (s) hem buna, hem de bunca çabasına rağmen îman etmiyorlar diye üzülüyordu. Yüce Allah, Hz. Peygamberin müşrikler îman etmiyorlar diye üzülmemesini, kuracakları tuzaklar sebebiyle daralmamasını ve endişeye düşmemesini istedi. Üzülme ve darlık içerisinde olma ile ilgili emirler hem teselli, hem yardım vaadidir. (İ. KARAGÖZ 5/398, 399)
(72).‘De ki: “Acele gelmesini istediğiniz (azâb)ın bir kısmı, başınıza gelmek üzeredir.” 72’nci âyette, Hz. Peygamberin bu soruya nasıl cevap vermesi gerektiği bildiriliyor. Genellikle müfessirler, bu âyette müşriklerin tepesine inmek üzere olduğu bildirilen azâbı Bedir savaşında başlarına gelen ölüm ve esâret olarak yorumlamışlardır. (Râzi ve Şevkâni’den, KUR’AN YOLU, 4/205)
Bu âyetler, Kur’ân’ın Allah sözü ve Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu gösterir. Çünkü âyette verilen haber, kısa sürede gerçekleşmiştir. (İ. KARAGÖZ 5/399)
(74).‘Şüphesiz ki Rabbin, sînelerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da elbette bilir.’ Yâni, O, sâdece onların açık suçlarından değil, aynı zamanda, kalplerinde gizledikleri kin ve garaz ve gizli gizli çevirdikleri entrikalardan da tam olarak haberdardır. Bu nedenle hesap vermek üzere çağırıldıkları zaman onlar, her şeyden sorumlu tutulacaklardır. (MEVDÛDİ, 4/125)
(75).‘Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap (Levh–iMahfûz)’da olmasın.’ O kitaba bakan melekler, bunu açıkça görürler. Söz konusu bu kitap ise, levh-i mahfuzdur. (S. HAVVÂ, 10/445)
‘Apaçık kitap / levh-i mahfuz’ Yüce Allâh’ın evrende olup biten herşeyin bilgisini kaydettiği, her varlığın yaratılışını, özelliklerini, yaşama sürelerini, görevlerini önceden programladığı ve yazdığı kitaptır. Göklerde ve yerde bulunan gizli veya âşikâr herşeyin bilgisi bu kitapta mevcuttur. (İ. KARAGÖZ 5/401)
27/76-81 SEN APAÇIK HAKİKAT ÜZERESİN
76. Şüphesiz ki bu Kur’ân, İsrâiloğulları’na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır.
77. şüphesiz Kur’an, inananlara doğru yol için bir rehber ve bir rahmettir.
78. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz Rabbin, İsrâiloğulları arasında (kıyâmet günü) hükmünü verecektir. O mutlak gâliptir, her şeyi hakkıyla bilendir.
79. (Rasûlüm!) O hâlde Allâh’a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık bir gerçek üzeresin.
80. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz sen, (kalpleri) ölmüşlere duyuramazsın. Arkasını dönmüş kaçarlarken o sağırlara da dâvetini işittiremezsin.
81. (Ey Peygamberim!) Sen o (kalpgözü) körleri, sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. (Sen, hak dâveti) âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin. İşte müslüman olanlar onlardır. [bk. 7/179; 27/80; 35/22]
76-81. (76).‘Şüphesiz ki bu Kur’ân, İsrâiloğulları’na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır.’ Onlara bunların çoğunu beyan etmektedir. Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından gönderildiğinin delîlidir. (S. HAVVÂ, 10/445)
Hıristiyanlar ve Yahûdiler, Hz. Îsâ hakkında ihtilâf etmişlerdir. Yahûdiler Hz. Îsâ’nın zinâ sonucu doğduğunu iddiâ etmelerine karşılık, Hıristiyanların Yâkubi grubu Hz. Îsâ’ya tanrı, Nesturi grubu Allâh’ın oğlu, Melkâni grubu üçün üçüncüsü, yâni üçlü Allah inancının üçüncüsü demişlerdir. Kur’ân’a göre Hz. Îsâ, ilâh ve Allâh’ın oğlu değil, kendisine kitap ve peygamberlik verilen, ibâdetle emredilen doğan, ölen ve tekrar diriltilecek olan Allâh’ın bir kelimesi, ruhu ve kuludur. (5/7, 71-73; İ. KARAGÖZ 5/401)
‘Şüphesiz Kur’an, inananlara doğru yol için bir rehber ve bir rahmettir.’ Kur’ân bütün insanlığa doğru yolu gösteren bir kılavuz, onları her türlü kötülükten ve bunun sonucu olan azaptan koruyan bir rahmet olmakla birlikte, inanmayanlar onun hidâyetinden faydalanamadıklarından dolayı 77. âyette Kur’ân sâdece müminler için bir hidâyet rehberi ve bir rahmet olarak tanıtılmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/206)
Kur’an îman, ibâdet, ahlâk, eğitim, hukuk, ticâret, yargı, yürütme, yeme, içme, mîras, evlenme, boşanma, âile içi sorunlar, sosyal ilişkiler ve benzeri hayâtın her alanında insanlara yol gösterir, rehberlik eder. (2/185, İ. KARAGÖZ 5/401, 402)
(78).‘Şüphesiz Rabbin, onlar arasında hükmünü verecektir.’ Gerçekte ‘İnsanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı indirdik.’ (Nisâ, 4/105) ifâdesindebildirildiğinegöre Kur’ân, insanlar arasında hüküm için indirilmiştir. Buna göre ahkâmı ile hükmedecek demek, Kur’ân ile hüküm buyuracak demek olur. Bu şekilde Yahûdi ve hıristiyanların ileride fiilen Kur’ân’ın hükmü ile mahkûm olup, İslâm idâresi altına girecekleri haber verilerek, sûrenin başında hatırlatıldığı üzere, vaad edilen kudret ve saltanat müjdelenmiştir. (ELMALILI, 6/159)
Bu âyette, Allâh’ın İsrâiloğulları hakkında hükmünü âhirette vereceği bildirilmektedir. Yüce Allah, âhirette haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı, suçlu ile suçsızı, mümin ile kâfiri ayırt edecek, kimin neyi tahrif ettiğini, kimin doğru ve hak yolda, kimin yanlış ve bâtıl yoldaolduğunu bildirecek, müminleri cennete, kâfirleri cehenneme koyacaktır. (İ. KARAGÖZ 5/402)
(79).‘(Rasûlüm!) O hâlde Allâh’a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık bir gerçek üzeresin.’ Buyruğu ile Allâh’a tevekkül etmesini emretmekte, din düşmanlarına pek o kadar aldırış etmemesini istemektedir. Bundan maksat ise, Allâh’ın buyruklarını uygulamak ve tebliğ etmektir. Böyle bir emrin gerekçesi ise, Hz. Peygamberin apaçık bir hak üzere olmasıdır. Ona en ufak bir şüphe ve tereddüdün bulaşmadığı bir dîne sâhip olmasıdır. Aynı zamanda bu buyrukta hak sâhibinin Yüce Allâh’a güvenmesi gerektiği, Allâh’ın da ona yardım etmesine lâyık olduğu da beyan buyurulmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/449, 450)
Tevekkül, bütün varlığı ile Allâh’a yönelip güvenmek (tebettül), işini O’na ısmarlamak / havâle etmek ve O’nun dışındakileri (mâsivâyı) sebep görmekten yüz çevirmektir. Yine tevekkül, ürkütücü / korkutucu bir şey ortaya çıktığında kalbin Allah ile sükûna / huzûra ermesi ve organların mutmain olmasıdır. (İ. H. BURSEVİ, 14/321)
‘.. apaçık hak’ ile maksat, Hz. Muhammed’in hak peygamber, tebliğ ettiği Kur’ân’ın Allah sözü ve İslâm’ın hak din olmasıdır. (İ. KARAGÖZ 5/403)
(80).‘Şüphesiz sen, (kalpleri) ölmüşlere duyuramazsın. Arkasını dönmüş kaçarlarken o sağırlara da dâvetini işittiremezsin.’ Ölülere benzetilmeleri, ancak kendilerine okunan âyetlerden istifâdeleri olmadığından dolayıdır. Burada kastedilen, onların kalpleri mühürlenmiş kimseler olduklarıdır. Dolayısıyla artık onların kalplerinde bulunan küfür çıkmaz ve orada hiç bulunmamış olan îman da oraya giremez. (İ. H. BURSEVİ, 14/321)
(81).‘Sen o (kalpgözü) körleri, sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. (Sen, hak dâveti) âyetlerimize îman edenlere duyurabilirsin. İşte müslüman olanlar onlardır.’ Yüce Allah, îman etmek isteyenleri hidâyete erdirir. Îman etmek istemeyenleri dalâlette bırakır. Allâh’ın hidâyete erdirmesi de, dalâlette bırakması da, insanın tercihine göredir. Sapıklığı da, hidâyeti de isteyen kul, yaratan Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 5/405)
27/82-86 HESAP YERİNE GELDİKLERİ ZAMAN
82. (Kıyâmetinkopmasınadâir) o söz başlarına gelince, onlara yerden bir Dâbbe çıkarırız ki o, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyleyecektir. (Artıktevbekapısıkapanmışolupgerçekinananlainanmayanortayaçıkacaktır.)
83. (Kıyâmet koptuğu) gün (mahşer)de, her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanları bir grup hâlinde toplarız. Artık onlar (hepsibirarada) tutuklanıp (öylecehesâp yerine) sevk edilirler.
84. Nihâyet (hesapyerine) geldikleri zaman (Allah) buyurur: “Âyetlerimi, (evet) onları bir bilgiyle kavrayamadığınız hâlde (körükörüne) yalan mı saydınız? Yoksa neydi o (âyetlerimigeçersizsayarak) yaptığınız?” [bk. 77/34]
85. Zulmettiklerinden dolayı hak ettikleri o söz (azap) onlar üzerine gerçekleşmiştir. Artık onlar konuşamazlar.
86. (Müşrikler) Görmediler mi, (Görsünler, bilsinler ki) biz içinde dinlenmeleri için geceyi ve (çalışıp) görmeleri için de gündüzü yarattık. Hiç şüphesiz bunda, inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.
82-86. (82).‘(Kıyâmetinkopmasınadâir) o söz başlarına gelince, onlara yerden bir Dâbbe çıkarırız ki o, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyleyecektir.’ Ehl-i Sünnet âlimleri çoğunluk itibâriyle ilgili âyette ‘tükellimühüm’ denilerek söz konusu varlığın konuşma özelliğine işâret edilmesinden ötürü, dâbbetü’l arz’ın bir insan, bâzı rivâyetlerde de sakallı olduğunun ileri sürülmesinden dolayı onun bir erkek olduğunu iddiâ etmişlerdir. (..) Bediüzzaman Said Nursi de konuyu tamâmen gaybi bir mesele olarak ele almış, şunları söylemiştir: ‘Gelecekle ilgili haberler müteşâbih, örtülü, kapalı, yoruma açık ve doğru yorumlamaya muhtaç bir üslûp içinde bildirilmiştir. Çünkü bunlar tamâmen nazari konular ve ayrıntı ile ilgili bilgilerdir. Böyle ayrıntı bilgiler de bilindiği gibi apaçık cümlelerle bildirilmez; şâyet bildirilmişse, bildirildiği şekilde ortaya çıkması beklenmez. O yüzden bu tür ifâdelerin, birtakım gaybî haberleri insanların belleğine yaklaştırmak için birer temsil ve teşbih olmak üzere söylendiği düşünülür. Ve teklif sırrına uygun biçimde yorumlanır. Hakikatı ise, Allâh’ın ilmine ve irâdesine bırakılır. Çünkü ilmin ve realitelerin izzeti bunu gerektirir. (Said NURSİ, Şuâlar, 1/498) Sonuç olarak ifâde edelim ki, (..) dâbbetü’l arz’ın ne olduğu ve hakikatını bilme imkânı yoktur. Çünkü o, Said NURSİ’nin de dediği gibi tamâmen gaybî bir meseledir. O hâlde bize düşen, bu meseleye âyette ifâde edildiği şekliyle inanmaktır. (M. DEMİRCİ, 2/473, 474)
Hadis: Dabbetü ‘l Arz, Mûsâ’nın âsâsı, Süleyman’ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin yüzünü parlatacak, âsâ ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak.’ (Tirmizi, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel’den, ELMALILI, 6/161)
Bu hadise göre de, dabbe, maddi ve mânevi normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Mûsâ’nın âsâsına, Süleyman’ın mührüne sâhip olan kimse, büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu kıracaktır. (ELMALILI, 6/161)
Dabbetü‘l Arz, kıyâmetin büyük alâmetlerinden biridir. Bu hususta Allah Rasûlü (s) şöyle buyurur: Hadis: Şu üç husus ortaya çıktığı vakit, eğer kişi önceden îman etmemiş veya mümin olarak herhangi bir hayır işlememiş ise, hiçbir nefse o vakit, inanmasının bir faydası olmayacaktır. Bunlar: Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetü‘l Arz’ın çıkmasıdır. (Müslim Îman 249’dan, Ö. ÇELİK, 3/668)
Hadis: ‘Kıyâmetten önce on alâmeti görmediğiniz sürece kıyâmet kopmayacaktır: Duman, Deccal, Dabbe, Güneşin batıdan doğması, Îsâ b. Meryem’in yeryüzüne inişi, Ye’cüc ve Me’cüc, doğuda batıda ve Arap Yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünün meydana gelmesi ve son olarak Yemen’den çıkacak ateş.’ (Müslim Fiten 13, 39; İ. KARAGÖZ 5/406)
(83).‘O gün (mahşer)de, her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanları bir grup hâlinde toplarız. Artık onlar (hepsibirarada) tutuklanıp (öylecehesâba) sevk edilirler.’ ‘yûzeûn; toplu olarak sevk edilirler’ kelimesi, bu sûrede (17. âyet) Süleyman (as) kıssasında geçti. Yâni azarlama ve amelleri münâkaşa yerinde onların baş tarafı son tarafı(..) yetişip kavuşsun diye tutulup bekletilirler. Bu, onların sayısının çokluğunu, baş ve son taraflarının birbirinden ne kadar uzak olduğunu ifâde eder. (İ. H. BURSEVİ, 14/330)
(84).‘Nihâyet (hesapyerine) geldikleri zaman (Allah) buyurur: “Âyetlerimi, (evet) onları bir bilgiyle kavrayamadığınız hâlde (körükörüne) yalan mı saydınız? (..) ‘Yoksa neydi o (âyetlerimigeçersizsayarak) yaptığınız?” Yâni onların cehâlet, yalanlama, küfür ve günahlardan başka bir işi yoktu. Sanki onlar sâdece bu kötülükleri işlemek için yaratılmışlar. Hâlbuki onlar ancak ilim, tasdik, îman ve taat için yaratılmışlardır. (İ. H. BURSEVİ, 14/331)
(85).‘Zulmettiklerinden dolayı hak ettikleri o söz (azap) onlar üzerine gerçekleşmiştir. Artık onlar konuşamazlar.’ ‘..kâfirlerin konuşmaması’ iki şekilde anlaşılabilir: (a). Konuşacak delilleri ve mâzeretleri yoktur. Gerçek ortaya çıkmıştır. (b). Ağızlarına mühür vurulur, dilleri konuşamaz, yaptıklarına ayakları tanıklık eder. (36/65; İ. KARAGÖZ 5/409)
‘Artık onlar konuşamazlar.’ Azapla meşgûl oldukları veya ağızları mühürlendiği için mâzeretlerini beyan etmek üzere artık onlar konuşamazlar. (İ. H. BURSEVİ, 14/331)
(86).‘Görmediler mi, biz içinde dinlenmeleri için geceyi ve (çalışıp) görmeleri için de gündüzü yarattık. Hiç şüphesiz bunda, inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.’ İnsanlar ilâhi kudret tarafından geceleyin uyutulmakta, sabahleyin tekrar uyandırılmaktadırlar. Bu hâl âdetâ mahşerin bir provası şeklinde hergün tekrar edilip durmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/669)
Eğer gece olmasaydı ve her zaman gündüz olsaydı, yeryüzünde hayat sona ererdi. Sürekli gece olduğunda durum aynı olacaktı. Buna bile gerek yok; eğer gece veya gündüz şimdi olduğundan on kat daha uzun olsaydı Güneş gündüzleyin bütün bitkileri yakardı. Geceleyin de her şey donardı. O zaman da hayat imkânsız olurdu. Öyleyse geceyle gündüzün hayâta uygun biçimde ayarlanmasında pek çok mûcizeler vardır. Fakat onlar yine de inanmazlar. (S. KUTUB, 8/63)
27/87-93 SÛR’A ÜFÜRÜLDÜĞÜ ZAMAN
87. Sûr’a üfürüldüğü gün, Allâh’ın diledikleri hâriç, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ınhepsi) dehşete kapılırlar (ve ölürler). Her biri, hor ve hakîr olarak (boyunbüküp) Allâh’a gelirler.
88. (Ey Peygamberim!) Dağları görür de onları donmuş (hareketsizveyerlerindedurur) zannedersin. Hâlbuki onlar, bulutların geçmesi gibi geçip gider. (Bu,) herşeyi sağlam yapan Allâh’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberi olandır.
89. Kim (Allâh’ınhuzûruna) iyilik (vetevhid)le gelirse ona, bu (hâli)nden daha hayırlısı vardır. Onlar, o günün dehşetli korkusundan emindirler. [krş. 6/160; 28/84]
90. Kim de kötülükle (veşirkle) gelirse, yüzleri (üstüne) ateşe atılır: “Yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz, (denilir.)
91, 92. (Ey Peygamberim!) Deki🙂 “Bana ancak, kendisini saygıdeğer kıldığı bu şehrin (Mekke’nin) Rabbine kulluk etmem ve Kur’ân’ı (tebliğiçin) okumam emredildi. Her şey O’nundur. Ve benim müslümanlardan olmam emredildi.” Artık kim doğru yolu seçerse, ancak kendi (fayda)sı için o yolu bulmuş olur. Kim de saparsa (onada): “Ben, ancak (kötülüktenvekötüsonuçtan) uyaranlardanım.” de.
93. (Ey Peygamberim!) Yine de ki: “Allâh’a hamdolsun (Her türlü övgü Allâh’a özgüdür.). O, size âyetlerini (kudretinindelillerini) gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan gâfil değildir.” [krş. 41/53]
87-93. (87).‘Sûr’a üfürüldüğü gün, Allâh’ın diledikleri hâriç, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ınhepsi) dehşete kapılırlar. Her biri, hor ve aşağı olarak (boyunbüküp) O’na gelirler.’ Sûr, sözlükte boru gibi üfürülünce ses çıkaran boynuz, demektir. Bunun kök harfleri ‘savr’, seslenmek ve ses anlamına gelir. Râgıp, Sûr’u şöyle tanımlar: Sûr, üfürülen bir boynuza benzer. Yüce Allah onu, sûretlerin, ruhların yeniden cisimlerine dönüp yerleşmesine bir sebep kılacaktır. Haber’de, ‘sûr’da bütün insanların sûretleri vardır’ denilmiştir. Kıyâmet günü sûra üç kere üflenecektir: (a) Korku salan üfürme (Nefha-i feza’). Yukarıdaki âyet bunu dile getirir. (b) Yok olma (Nefha-i sâik) :’Sûr’a üflenince, Allâh’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölmüş olacaktır.’ (Zümer, 39/68) (c) Yeniden dirilme (Nefha-i kıyam) : ‘Sonra ona bir defa daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakakalacaklardır.’ (Zümer, 39/68) ‘Sûr’a üflenince bir de ne göresin! Onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.’ (Yâsin, 36/51; H. DÖNDÜREN, 2/623)
Hadis: Hz. Peygamber (s),‘Nasıl zevk ve neşe içinde olurum, Sûr sâhibi boruyu ağzına almış, ne zaman üfürmesi emredilecek diye izin bekliyor’ buyurmuştu. Bu, ashâb-ı kirâma pek ağır geldi. O zaman Peygamber efendimiz: ‘hasbüna‘llâhü ve ni’me‘l vekil’’: ‘Allah bize yeter, o ne güzel vekildir’ (Âl-iİmran, 3/173, ) deyiniz, buyurdu. (Tirmizi’den, ELMALILI, 6/165, 166)
Allâh’ın diledikleri (müminler, M.KISA 1/408) şehidler, Abdullah b. Abbas’tan, M. DEMİRCİ, 2/475, 476)) hâriç, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar(ın hepsi) dehşete kapılırlar’ dediklerine göre kalplerine sebat verilecek kimseler Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve ölüm meleğidir. Bir başka görüşe göre şehitler, bir diğerine göre ise, cehennem bekçileri ve Arş’ın taşıyıcılarıdır. (S. HAVVÂ, 10/453)
‘Ve hepsi boyunları bükülmüş olarak O’na gelirler.’ Burada ‘gelme’nin mânâsı, hesap yerine hazır olmaları, Yüce Allâh’ın emrine dönmeleri, O’na boyun eğmeleri, itaatle bağlanmalarıdır. (S. HAVVÂ, 10/453)
(88).‘Dağları görür de onları donmuş (hareketsizdurur) zannedersin. Hâlbuki onlar, bulutların geçmesi gibi geçip gider.’ Burada dağların geçip gitmesinde, dünyânın döndüğüne işâret vardır. Şimdi dünyâ ile birlikte dönüp giden dağlar, Sûr’a üfürüldüğü gün parçalanıp ufalanacak ve yerlerinden kaybolup gideceklerdir. Diğer taraftan Levha tektoniği alanında çalışmalarla varılan bilimsel netice kısaca şöyledir: Yer kabuğu “mağma”nın üzerinde yüzmekte olup üzerindeki dağlar ve diğer şeyler hareket hâlindedir. Bu hareket ortalama yılda 1-2 cm olup bu da insanın hissedebileceği bir hız değildir. Fakat jeolojik olarak önemlidir. İşte hareketsiz zannedilen dağların bu yönden de bulutlar gibi hareket ettiğini bilim ispat etmiştir (Hoşgören, s.19-22’dan H. T. FEYİZLİ, 1/383)
Yerkürenin kendi ekseni ve güneş etrâfında döndüğü Hz. Peygamberin zamânında bilinmiyordu. Bu durum, daha sonraları uzay çalışmaları sonucunda öğrenildi. Yerkürenin hareket ettiğinin Kur’an’da bildirilmesi Kur’ân’ın insan sözü değil, Allah sözü ve büyük bir mucize olduğunun açık beyanıdır. (..) Yaklaşık saatte 1640 km. hızla kendi ekseni etrâfında dönen Yerküre’de hiçbir şeyin sarsılmaması, sabitmiş gibi görünmesi ve üzerindeki hiçbir şeyi sarsmaması, evrendeki muşteşem sistemin bir ifâdesi, Allâh’ın gücünün, sanatının ve evreni bir hesap, takdir, ölçü ve dengeye göre sağlam ve güzel bir şekilde yarattığının bir göstergesidir. (İ. KARAGÖZ 5/413)
‘(Bu,) herşeyi sağlam yapan Allâh’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberi olandır.’ Ne yücedir O! Bu varlık âleminde sanatının eşsizliği, sağlamlığı herşeyde ortaya çıkar. Onda bir açıklık, bir çelişki, bir gedik, bir eksiklik, bir unutma ve bir tutarsızlık bulmak mümkün değil. Düşünebilen insan her biri birer mûcize olan O’nun bütün sanat eserleri üzerinde düşünür, buna rağmen plân ve hesap dışı bırakılan tek bir boşluğa rastlayamaz. Büyük küçük, değerli değersiz her sanatında bu özellik vardır. Her şey kendisini izleyen ve inceleyenlerin başlarını döndüren bir plân ve program içinde işlemektedir. (S. KUTUB, 8/64)
(89).‘Kim (Allâh’ınhuzûruna) iyilik (vetevhid)le gelirse ona, bu (hâli)nden daha hayırlısı vardır. Onlar, o günün dehşetli korkusundan emindirler.’ Kıyâmet günü îman, islâm ve güzel amelle gelirse, demektir. Güzel amele başka âyetlerde on katı hatta yedi yüz katına kadar ecir verileceği bildirilir. (bk. En’âm 6/160; Bakara 2/261; H. DÖNDÜREN, 2/623)
Kur’an’da müminlerin kıyâmet koptuğunda güven içerisine olacaklarını, korkmayacaklarını ve üzülmeyeceklerini açıklayan birçok âyet vardır. (5/69, 7/35, 10/62): ‘Kim îman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler.’ (6/48, İ. KARAGÖZ 5/415)
(90).‘Kim de kötülükle (veşirkle) gelirse, yüzleri (üstüne) ateşe atılır: Ateşe atılır ve atılacakları sırada da azarlayıcı bir üslûpla onlara şöyle denilir: Dünyâ hayatında iken şirk ve isyan gibi (S. HAVVÂ, 10/454) “Yaptıklarınızdan başkasıyla mı cezâlandırılacaksınız?” (denilir.)’
İbâdet sâdece Allâh’a yapılmalıdır: Allah’tan başka bir ilâh kabul etmek veya başka bir varlığa ibâdet etmek ya da ibâdeti riyâ ve işitsinler amaçlı yâni başkalarına göstermek ve duyurmak içinyapmak şirktir. (İ. KARAGÖZ 5/417)
(91, 92).‘(Deki🙂 “Bana ancak, kendisini saygıdeğer (sığınanın güvenlik duyduğu, otunun, dikeninin kesilmediği, avının ürkütülmediği, haram bir belde) kıldığı bu şehrin (Mekke’nin) Rabbine kulluk etmem ve Kur’ân’ı (tebliğiçin) okumam emredildi.’ (Şehrin Rabbe izâfe edilmesi, bu şehrin şerefini artırmak ve ona verilen önemi belirtmek içindir. Bu Rab, bu beldenin Rabbi olmakla birlikte, dünyânın da âhiretin de mutlak mâlik ve egemenidir. (S. HAVVÂ, 10/457)
Hadis: İbn Abbas’tan rivâyetle: ‘Gerçek şu ki, bu beldeyi Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı günü haram kılmıştır. Bu, Allâh’ın haram kılışı ile kıyâmet gününe kadar haramdır. Onun dikeni de koparılmaz, avı da ürkütülmez. Bu şehrin yitiği ancak onu tanıtacak kimse tarafından alınır. Yaş otu da kopartılmaz.’ (Buhâri ve Müslim’den S. HAVVÂ, 10/463)
‘Kur’ân’ı okumakla emredildim’ cümlesi, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yönelik bir emirdir. Yüce Allah, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku’ (96/1) Peygamberimiz (s) Müslümanlara: ‘Kur’an okuyun’ (Ebû Dâvud Salât 349, No 1454) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 5/418)
(93).‘..O, size âyetlerini (kudretinindelillerini) gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.’ ‘Allâh’ın göstereceği işâretler’den maksat, gerek göklerde, gerek yerde, gerekse kendi nefislerimizde Cenâb-ı Hakkın varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren delillerdir. (Fussilet 41/53; Zâriyât 51/20-22; Ö. ÇELİK, 3/673)
Allâh’ın âyetlerini göstermesi, Allâh’ın vaad ettiği yardım ve başarıları ileride fiilen göstermesi ve müminlerin zamânı gelince bunu tanımasıdır. Bu sûrenin indiği Mekke’de Müslümanlar güçsüz ve devletsiz idi. Kısa denilebilecek bir sürede Müslümanlar güçlendiler, devletlerini kurdular, kendilerine zulmeden müşrikleri târih sahnesinden sildiler ve Allâh’a ortak koşma esâsına dayalı putperestliği Hicaz bölgesinden kaldırdılar. Bu, Kur’ân’ın bir mucizesi ve Allah sözü olduğunun kesin delilidir. (İ. KARAGÖZ 5/420, 421)