32 / Secde Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 30 âyettir. 18 ve 20. âyetler Medîne’de inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/414)
Hadis: Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Peygamber Secde ve Mülk sûrelerini okumadan uyumazdı.” İbni Mes’ûd da, “Secde sûresini okumak kabir azâbını önler.” buyurmuştur. (H. T. FEYİZLİ, 1/416)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
32/1-6 ALLAH HER İŞİ DÜZENLEYİP YÖNETİR
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. İçinde hiç şüphe olmayan (bu) Kur’an’ın indirilmesi, âlemlerin Rabbi (tarafı)ndandır.
3. Yoksa: “Onu uydurdu!” mu diyorlar? Hayır! O (Kur’ân), senden önce (asırlarca) kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabbinden gelen bir gerçektir ki onlar, bu sâyede doğru yolu bulsunlar.
4. (Ey İnsanlar!) Gökleri, yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde (devirde, aşamada) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alan Allah’tır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost ve şefaatçi yoktur. (Hâlâ) düşünüp öğüt almıyor musunuz? (Düşünüp öğüt alın) [krş. 7/54; 41/9-12]
5. (Ey insanlar!) Gökten yere kadar her işi O yönetir. Sonra işler O’na bir günde yükselir ki o günün miktârı, sizin saydığınız (günler)den bin sene eder. [bk. 22/47; 70/4]
6. İşte O, görünmeyeni de görüneni de bilen, mutlak gâlip ve çok merhametli olandır.
1-6. (2).‘İçinde hiç şüphe olmayan (bu) Kur’ân’ın indirilmesi, âlemlerin Rabbi (tarafı)ndandır.’ ‘Yoksa: “Onu uydurdu!” mu diyorlar?’ Yâni, aslında onlar Muhammed uydurdu, demektedirler. Bu üslûp ile onların bu söyledikleri reddedilmekte ve böyle bir şey söylemelerinin aslında şaşılacak bir durum olduğu ifâde edilmektedir. Çünkü en beliğ edebiyat ustaları dahi, bu Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin bir benzerini dahi getirmekte âciz oldukları ortaya çıkmış ve böylelikle Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzı açık – seçik bir şekilde anlaşılmış bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 11/312)
(3).‘Hayır! O (Kur’ân), senden önce (asırlarca) kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabbinden gelen bir gerçektir ki onlar, bu sâyede doğru yolu bulsunlar.’ Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan’da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, târih öncesi dönemde yaşamış olan Hûd ve Sâlih peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah’tan (s) (yaklaşık) 2 500 yıl önce yaşamış olan İbrâhim ve İsmâil (as) izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah’tan (yaklaşık) 2 000 yıl önce Arabistan’a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb – (as)’dı. Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu yüzden zikredilmektedir ve gerçek de budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. (MEVDÛDİ, 4/316)
(4).‘Gökleri, yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde (devirde, aşamada) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alan Allah’tır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost ve şefaatçi yoktur. (Hâlâ) düşünüp öğüt almıyor musunuz?’ ‘Altı gün’den maksat, süresini akılla idrak etmemiz mümkün olmayan altı uzun zaman dilimidir. Gökler, yer ve onlarda bulunan varlıkların yaratılması bu uzun zaman dilimleri içinde gerçekleşmiştir. Cenâb-ı Hak, kâinâtın yaratılışını tamamladıktan sonra arşa istiva etmiş, yâni varlıkları kendi hâline bırakmayıp, onların saltanat, hâkimiyet, tedbir ve tasarrufunu kudret elinde tutmuştur. (Ö. ÇELİK, 4/65)
‘Allâh’ın Arş’a istivâsı’nı selef âlimleri yorumlamadan kabul edip îman etmişlerdir. (..) Allâh’ın Arş’a istivâsı mecâzi anlamda olup bununla maksat, herşeyi yaratması, bütün varlıkları egemenliği altına alıp yönetmesidir. (10/3, 13/2, 20/5). ‘Allah her an bir iş üzerindedir’ (55/29) âyetinde belirtildiği üzere yüce Allah, varlık âlemini yaratıp bir kenara çekilmiş değildir. O ilmi, irâdesi, hikmeti ve lütfu ile her an varlık âlemi le ilişkisini sürdürmekte ve yönetmektedir. ‘O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.’ (6/59; İ. KARAGÖZ 5/704).
Gökler, yeryüzü ve her ikisi arasında yer alıp da hakkında çok az şey bildiğimiz, buna karşın çok şeyden de habersiz olduğumuz bu dehşet verici varlıklar… Bu, uzadıkça uzayan, göz alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız insanı ürküten bir büyüklüğe sâhip varlıklar âlemi… İnsanın; titiz ve güzel sanatı, ahenkli ve duyarlı düzeni karşısında âdetâ büyülendiği, dehşete kapıldığı, hayran kaldığı görkemli evren… Göz kamaştırıcı bir uyum, çekici bir güzelliğe sâhip yaratıklar… Hiçbir gözün, hiçbir duygunun, hiçbir kalbin kusur bulamadığı, ne kadar uzun boylu irdelese de hiçbir düşünürün bütünüyle kavrayamadığı, tekrârın ve alışkanlığın çekiciliğinden, hiçbir şey kaybettirmediği ve her zaman tâzeliğini koruyan, gerçek güzelliğe sâhip varlık bütünü. Renkleri, cinsleri, hacim ve şekilleri, özellik ve görünümleri, yetenek ve görevleri birbirinden farklı, ama hepsi de tek bir yasaya boyun eğen hareketlerinde aynı âhenge sâhip olan, tek bir kaynağa yönelik olan, sâdece o kaynaktan direktif ve komut alan, itaat ve teslîmiyetle O’na yönelen şu çeşit çeşit varlıklar. Evet bütün bunları Allah yaratmıştır. (S. KUTUB, 8/249, 250)
(5).‘Gökten yere kadar her işi O yönetir.’ (Tefsir edilmekte olan 5’nci âyette) Allah Teâlâ’nın kâinâtı nasıl yönettiği ve oradaki işleri nasıl sevk-u idâre ettiği anlatılır. Rabbimiz işleri ve olayları gökten yere doğru ‘tedbir’ etmektedir. ‘Tedbir’ bir işin arkasını görerek ona göre gereğini belirlemektir. Allah Teâlâ’nın tedbîri ise, hikmetine uygun olarak irâde buyurmasıdır. Anlaşılan o ki, bizim dünyâ şartları içinde bin yıl zaman alan olaylar, Cenâb-ı Hakka göre bir günlük iştir. Rabbimiz, âdetâ günlük iş programını, o işlerle görevli meleklerine havâle eder. Onlar da o günün çalışma raporunu huzûruna çıkıp kendisine takdim ederler ve yine bizim hesâbımıza göre bin yıl tutacak ertesi güne âit emirleri alırlar. Bu, böylece devam edip gider. (Ö. ÇELİK, 4/65)
‘Sonra işler O’na bir günde yükselir ki o günün miktârı, sizin saydığınız (günler)den bin sene eder.’ İbn Kesir der ki: Ameller dünyâ göğü üstündeki ilgili divanlarına yükseltilir. Bununla yeryüzü arasındaki mesâfe ise beş yüz yıllık bir mesâfedir. Mücâhid, Katâde ve ed Dahhâk der ki: Beşyüz yıllık bir mesâfeden iner ve yine beşyüz yıllık bir mesâfe boyunca yükselir. Fakat o bu mesâfeyi göz açıp kırpacak kadar kısa bir sürede kateder.’ (S. HAVVÂ, 11/317)
Yâni sizin târihiniz içinde bin yıl zaman alan olaylar, Allâh’a göre bir yıllık iştir. O, iş programını ‘kazâ ve kader melekleri’ne havâle eder. Onlar da o günün çalışma raporunu kendisine sunarlar ve ertesi güne (ki hesâbı sizin hesâbınıza göre bin yıl tutar) âit emirleri alırlar. (MEVDÛDİ, 4/318) Ayrıca O’nun pek çok işi bir arada yapmasıyla tek bir işi yapması arasında bir fark yoktur. Yâni aynı anda yapacağı birçok iş için ‘kün / ol’ emrini verdiği gibi, tek bir iş için de aynı emri vermektedir. (Lokman 31/28). O hâlde bütün insanların bin yılda karar verip yapacağı işleri, Allah Teâlâ bir günde hattâ bir anda yapabilmektedir. İştesözkonusuâyetmuhtemelenbunaişâretederek Allâh’ın yüce kudreti konusunda bize bir fikir vermektedir. Zîrâ Kur’ân’ın hedefi bir taraftan Allâh’ın kudretine, tasarrufunun mutlaklığına delil getirmek, diğer taraftan da kâinâtın büyüklüğünü gözler önüne sermek sûretiyle insana âcizliğini itirâf ettirmektir. (M. DEMİRCİ, 2/552)
(6).‘İşte O, görünmeyeni de görüneni de bilen, mutlak gâlip ve çok merhametli olandır.’ Yâni kulların gördüklerini de görmediklerini de bilen ‘Azîz’ yâni güç sâhibi olan, herşeyi kahreden, mağlûp eden, bütün mahlûkâtın kendisine boyun eğdiği ve emrinde gâlip olan ‘ve rahîm olan’ yâni lütuf ve kolaylaştırması en ileri derecede olan ‘işte O’dur.’ (S. HAVVÂ, 11/317)
32/7-11 YARATTIĞI HER ŞEY GÜZEL
7, 8, 9. Yarattığı herşeyi güzel yapan ve (ilk) insanı yaratmaya da çamurdan başlayan, sonra onun neslini, hakir bir suyun özünden (spermadan) yaratan sonra onu (tastamam) düzeltip ona kendi rûhundan üfleyen, sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O’dur. (Bunarağmen) ne kadar az şükrediyorsunuz!
10. (Müşrikler): “Biz yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz zaman, yeni bir yaratılışta mı olacağız?” dediler. Çünkü onlar, Rableriyle karşılaşmalarını da inkâr ederler.
11. (Ey Peygamberim!) De ki: “Üzerinize vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.”
7-11. (7, 8, 9).‘O, yarattığı herşeyi güzel yapmış ve..’ (..) Allah herşeyi bir amaca, hikmete ve maksada uygun biçimde yaratmuştır. Hiçbir şey amaçsız, gâyesiz ve hikmetsiz değildir. Ancak tüm bunların yanında bir de Allah Teâlâ herşeyi son derece güzel, sağlam ve estetik bir tarzda yaratmıştır. (..) Kur’ân’a baktığımız zaman görürüz ki O, insanlar doğadaki güzelliklere baksınlar, Yüce ve üstün yaratıcı kudreti seyretsinler, (tefekkür etsinler, M. SELMAN) eserden hareketle müessiri yâni eserin sâhibini tanısınlar ve böylece de tevhid sırrına ulaşsınlar diye, gökyüzünü kusursuzca yaratılmış ve onu yıldızlarla süslemiştir. Nitekim (Kâf 50/6) âyeti bu anlamda bir uyarı görevi yapmaktadır. (..) Kur’ân bitkiler dünyâsından da söz ederek orada da insanı hayrete düşürecek bir uyum bulunduğunu gözler önüne sermektedir. (Hicr 15/19) âyeti de bu husûsu açıkça ortaya koymaktadır. Bitkiler âlemindeki söz konusu uyum ve güzellik te kuşkusuz bitkilerin yapı, yükseklik ve şekillerinin bizzat yüce kudret tarafından belirlendiğini göstermektedir. Çünkü her türlü bitki ancak belirli bir ölçü, boy ve kalınlıkta büyümektedir. (..) Allah Teâlâ hayvanları da sağlıklı, besili, hoş görüntüleriyle (bâzı hayvan türlerinin göze hitap etmemesinde de hikmetler vardır, M. SELMAN) estetik haz uyandıracak bir tarzda yaratmıştır. (Nahl 16/6), Sâd 38/31-33) âyetleri de bu husûsun apaçık birer örneğidir. (M. DEMİRCİ, 2/553, 554)
’Yarattığı herşeyi güzel yapan ve (ilk) insanı yaratmaya da çamurdan başlayan,‘ Belli bir hikmete binâ edilmiş olarak yarattığı herşeye en uygun biçimini vermiştir ve onu, kendisine en uygun keyfiyetlerle donatmıştır. Sözgelimi görmek ve işitmek için yaratılmış olan göz ve kulağın daha iyi, daha uygun bir yapıda düşünülmesi mümkün değildir. Hava, yaratıldığı gâyeye uygun özelliklere, su, yaratılmış olduğu hikmete en uygun keyfiyetlere sâhip olarak yaratılmıştır. Hiç kimse, Allah tarafından yaratılmış, herhangi bir şeyin biçiminde ne bir kusur ne de bir çatlak gösterebilir ve ne de o biçimde herhangi bir değişiklik öngörebilir. (MEVDÛDİ, 4/319)
YüceAllâh’ın insanı çamurdan yaratmaya başlaması, O’nun yaratmadaki güzelliğinin bir belirtisidir. Bu ifâdeden çamurun başlangıç olduğunu ve bunun yaratılışın ilk aşaması olduğunu anlamak mümkündür. Ancak çamur aşamasından sonra gelen aşamaların sayısı, süre ve zamanlarına ilişkin bir açıklama yer almıyor. Dolayısıyla bu alanda yapılacak bir araştırma için kapı her zaman açıktır. Özellikle bu âyet, ‘İnsan süzme çamurdan yaratılmıştır.’ (Müminûn, 23/12) anlamındaki âyete eklendiği zaman, insanın çamurdan yaratılışına ve bu yaratılış aşamasına işâret edildiği anlamını çıkarmak mümkündür. Bu çamur, yüce Allâh’ın insanın içine hayat üflenmesinden önceki aşama olabilir. Hiç kuşkusuz bu, hiç kimsenin çözemediği bir sırdır. İçeriği nedir, nasıl meydana gelmiştir, kimse bilmiyor. Bu canlı hücreden insan meydana gelmiştir. (S. KUTUB, 8/253)
‘sonra onun neslini, hakir bir suyun özünden (spermadan) yaratan’ Nutfe, sperma demek olup dişi yumurtayı dölleyen ve üremeyi sağlayan hücredir. O da normalde dökülen milyonlarca hücreden yalnız bir tânesidir. Büyüklüğü ise milimetrenin on binde biri kadardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/414)
Cenînin gelişmesinin ilk aşaması olan bir damla sudan… Basit bir damla sudan başlayan hayat zinciri içinde cenînin gelişmesi şu şekilde gerçekleşir: Bir damla sudan kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan cenînin gelişmesinin tamamlanış noktası olan kemiğe… Bu bayağı suyun, bir damlacığını olağanüstü ve komplike bir yapıya sâhip insan hâline kadar geçtiği evrelerin özelliklerine bakıldığında, ortada dehşet verici bir varoluş süreci görülecektir. Hiç kuşkusuz bu oluşumun ilk evresi ile son evresi arasında son derece uzak ve akıl almaz mesâfe vardır. (S. KUTUB, 8/254)
‘sonra onu (tastamam) düzeltip ona kendi rûhundan üfleyen,’ Yâni onun içine ruh geçirmiştir. Şöyle denilmiş gibidir: Onun içine kendine has ve kendi bilgisi altında olan şeyi sokmuştur / yerleştirmiştir ki, bu da ruhtur. Burada rûhun Allâh’a izâfe edilmesi, rûhun O’na has bir emir olmasından dolayıdır. Yoksa Allah bir ruhtur da, O kendi rûhundan bir cüz’ü onun içine üflemiştir, demek değildir. (S. HAVVÂ, 11/318)
‘sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O’dur. (Bunarağmen) ne kadar az şükrediyorsunuz!’ Kulak ve gözler, insanın kendileriyle bilgi elde ettiği vâsıtaları tazammun eder / içerir. Her ne kadar tatma, dokunma ve koklama duyuları da bilgi vâsıtaları iseler de, işitme ve görme en önde gelen ve önemli duyulardır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm çeşitli yerlerde yalnızca bu iki duyuya Allâh’ın insana en önemli bağışı olarak zikretmektedir. Kalp, duyular aracılığıyla sağlanan bilgiyi düzenleyip, ondan çıkarımlarda bulunan, muhtemel eylem biçimlerinden birini seçip onu izlemeye karar veren akla delâlet eder. (MEVDÛDİ, 4/322)
Bu organik yapıdan kulak, göz ve insanı diğer hayvansal organizmalardan ayıran en belirgin özellikler olan kavrama yeteneğini meydana getiren Allâh’ın rûhundan bir soluktur! ‘Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı.’ Bunun dışındaki bütün yorumlar, insan aklının büyük bir şaşkınlıkla karşıladığı bu olağanüstü mûcizeyi açıklamaktan uzaktırlar. Başka türlü bunun içinden çıkmak mümkün değildir. (S. KUTUB, 8/255)
Basit bir sudan, onurlu ve yüce bir insan meydana getiren, küçük ve zayıf hücreye çoğalma, gelişme, dönüşme, genelleşip özelleşme yeteneklerini bahşeden, ayrıca insanı insan yapan bütün üstün özellikleri, yetenekleri ve görevleri içine yerleştiren ilâhi lütufa rağmen… Evet bunca iyiliğe rağmen insanlar çok az şükrediyorlar! (S. KUTUB, 8/255)
(10).‘(Müşrikler): “Biz yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz zaman, yeni bir yaratılışta mı olacağız?” dediler. Çünkü onlar, Rableriyle karşılaşmalarını da inkâr ederler.’ Âyetin ifâde akışı, onların bu tutumunun Allâh’ın varlığını inkâr etmekten değil, cesetlerinin çürümesinden sonra yeniden can kazanmasını kabullenmek istememelerinden kaynaklandığını göstermektedir; nitekim başka birçok âyette de belirtildiği üzere onlar Allâh’ın varlığını ve kudretini kabul etmekteydiler. (KUR’AN YOLU, 4/351, 352)
Bir gün kıyâmetinkopacağına, ölen insanların diriltileceğine, Allâh’a hesap verileceğine ve âhiret hayâtına îman etmek farzdır. Bunları inkâr eden kâfir olur. 10’uncu âyette ‘.. onlar Rablerine kavuşmayı (öldükten sonra dirilmeyi) inkâr eden kimselerdir’ cümlesi bu anlama gelir. (İ. KARAGÖZ 5/709)
(11).‘(Ey Peygamberim!) De ki: “Üzerinize vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz.” Yâni canınızı aldıktan sonra sizler hesâba çekilmek üzere diriltileceksiniz. İşte Allâh’a kavuşmanın mânâsı budur. Vefat etmek ise rûhun geri alınmasıdır. (S. HAVVÂ, 11/324)
Bu âyet-i Kerîmenin zâhirinden anlaşıldığına göre ölüm meleği, daha önce İbrâhim sûresinde zikredilen el Berâ b. Âzib’in rivâyet ettiği hadîs-i şerifinden anlaşılacağıüzeremeleklerden belirli bir kişidir. Bâzı rivâyetlerde bu meleğin adı Azrâil olarak geçmektedir ki, meşhur olan görüş budur. Katâde ve başkaları böyle söylemiştir. Bu meleğin yardımcıları da vardır. Nitekim hadîs-i şerifte onun yardımcılarının ruhları cesedin diğer taraflarından çekip aldıklarını, nihâyet boğaza geldiğinde ölüm meleğinin bu işi üstlendiğini belirtmektedir. (S. HAVVÂ, 11/332)
Azrâil kelimesi muhtemelen İbrânice asıllı olup, Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde geçmemektedir. Burada ve başka bâzı âyetlerde can almakla görevli melek hakkında tekil kalıbı kullanıldığı hâlde, bir kısım âyetlerde de (meselâ Enfâl, 8/50; Nahl 16/32-33) kelimenin çoğul şekli (melâike) kullanılmıştır. Buradan hareketle bu âyette geçen ve Azrâil olarak bilinen meleğin ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu veya meleklerden yardımcılarının bulunduğunu söylemek mümkündür. Bâzı âyetlerde, ölüm meleklerinin kötülüklerden korunan müminlerin ruhlarını kabzederken şefkat ve merhametle davranıp, kendilerine selâm verdikleri (Nahl, 16/32), kötülüklere saplanarak kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken ise yüzlerine ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifâdeler kullandıkları (Nisâ 4/97; A’raf 7/37; Enfâl 8/50; Muhammed 47/27 belirtilir. (..) (KUR’AN YOLU, 4/352)
32/12-22 YAPTIKLARINA KARŞILIK OLARAK
12. (Ey Peygamberim!) Günahkârların, Rablerinin huzûrunda (utançtan) başlarını öne eğerek: “Ey Rabbimiz! (Şimdiherşeyi) gördük, işittik, bizi (dünyâya) geri gönder de sâlih amel işleyelim. Çünkü artık biz kesin inananlarız.” (dediklerini) bir görsen! [bk. 6/27-28; 7/53; 14/44; 23/99-100; 42/44; 63/10-11]
13. (Ey Peygamberim!) Biz dileseydik herkese (dünyâda) hidâyetini verir (doğruyolailetir)dik. (Ancakherkesikendiirâdesinebıraktık.) Fakat: “Kesinlikle cehennemi, cinlerden ve insanlardan bütün (günahkârlarla) dolduracağım.” şeklindeki sözüm haktır (gerçekleşecektir). [krş. 7/179; 10/99; 64/2; 76/3]
14. (Kâfirlere âhirette) “O hâlde siz, bugününüze kavuşmayı unuttuğunuzdan (vehevânızagöreyaşadığınızdan) dolayı tadın (azâbı)! Doğrusu biz de sizi (şimdicehennemdebırakıp) terk ettik. Yapmakta olduklarınıza karşı tadın ebedî azâbı!” (denilecek) (Nebe 78/24-30)
15. Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman büyüklük taslamayarak secdeye kapanan ve Rablerini hamd ile tesbih eden kimseler îman eder.
16. Onlar (gecenamazıiçin) yataklarından kalkarlar, korkarak ve umarak Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da (hayıryolunda) harcarlar. [krş. 2/25]
17. Artık, (müminler için) yaptıklarına bir karşılık olarak, onlar için gözler aydınlığı nice (nîmetlerin) saklandığını hiç kimse bilmez.
18. Îman eden bir kimse, fâsık (kâfir) olan kimse gibi midir? Onlar (elbette) bir olmazlar. [krş. 11/23-24; 40/58; 45/21; 59/20]
19. Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince: Onlar için, (buyapmışolduklarınakarşılık) bir ağırlama / ikram yeri olarak (barınacakları) Me’vâ cennetleri vardır.
20. Fâsıklara (hakyoldançıkan, âsîolanlara) gelince, onların barınacakları yer de ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya geri çevrilirler ve onlara: “O yalan saydığınız ateşin azâbını tadın!” denilir.
21. Belki (doğruyola) dönerler diye onlara, o büyük azaptan önce, yakın (dünyâ) azâbın(ınçeşitlerin)den de mutlaka tattıracağız.
22. Kendisine Rabbinin âyetleriyle öğüt verilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz kâfirleri cezalandırırız.
12-22. (12).‘(Ey Peygamberim!) Günahkârların, Rablerinin huzûrunda (utançtan) başlarını öne eğerek:’ Rablerinin kendilerini hesaba çekeceği zamanda zilletten, utangaçlıktan, pişmanlık ve mahcûbiyetten (S. HAVVÂ, 11/324)
“Ey Rabbimiz! (Şimdiherşeyi) gördük, işittik, bizi (dünyâya) geri gönder de sâlih amel işleyelim. Çünkü artık biz kesin inananlarız.” (dediklerini) bir görsen!’ ‘lev terâ: eğer görseydin’ âyetinin cevabı gizlenmiş olup takdiri; feci ve korkunç bir şey görürdün şeklindedir… Onlar cehenneme girme ânında kendilerini ayıplıyorlardı. Bu durumu Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle haber vermektedir: ‘Onlar şöyle derler: Biz dinleseydik ya da aklımızı kullansaydık, şu çılgın cehennem hâlkı içinde olmazdık.’ (Mülk, 67/10) (ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 7/632)
Fakat Allah gâyet iyi biliyor ki eğer onları tekrar dünyâya iâde etse, dünyâda eskiden olduğu gibi, yine kâfir olacak, Allâh’ın âyetlerini yalanlayacak, peygamberlerine karşı geleceklerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyette şöyle buyurmaktadır: ‘Onlar ateşin karşısında durdurulup da: ‘Ah biz ne olurdu, dünyâya geri döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalan saymasaydık, îman edenlerden olsaydık’ dedikleri zaman onları bir görseydin!’ (En’âm, 6/27-28; ZUHAYLİ’den, YASDIMAN, 7/632)
Bütün varlıkları yaratan Allâh, bizleri de insan olarak yaratmış (4/1) fakat başıboş bırakmamıştır (75/36). Sorumluluk yüklemiş ve hangimiz daha güzel (sevaplı) işler yapacak diye imtihan etmek için de ölümü yaratmıştır (67/2). Ölüm, dönüşü olmayan (2/16; 7/53; 26/101-102) bir uyanış ve gittiğimiz dünyâda ölümsüzce yaşamaktır (87/13). Herkes dünyâda yaptıklarının karşılığını orada eksiksiz görecektir (17/13-14, 71; 50/17-22; 99/7-8). Bunlar, kısaca kaynağı ilâhî olan en kesin bilgilerdir. Fakat insan kaynaklı, âhiret inancı olmayan çok tanrılı Hint dinlerinin, ilâhî dayanağı olmayarak ortaya attıkları reenkarnasyon (tenâsuh, ölen insan rûhunun insan veya bir hayvan cesedine girerek tekrar dünyâya gelmesi) olayı, hem akla hem İslâm’a aykırı hayalî bir tasavvur (kurgu)dur. Bunlar, Allâh’ın yapmadığını, kendi akıllarına yaptırmak istemektedirler. Ancak Allâh’ın emirlerine gönüllerini, kulaklarını ve gözlerini kapayanlar, Kur’ân ifâdesiyle ‘onlar (mânen) hayvan gibidirler; hatta daha da aşağı!’ (7/179). Mü’minler de bunu böyle bilirler. Mühim olan hayvânî vasıflardan kurtulmayı bilmek ve Allâh’a bu sıfatla gitmemektir. Her devirde Allâh’a, Kitab’ına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmayan dinsizler yine de kendilerinin ürettiği bir tapacak bulmuş veya bulma peşindedirler.) (H. T. FEYİZLİ, 1/415)
(13).‘Biz dileseydik herkese (dünyâda) hidâyetini verirdik. (Ancakherkesikendiirâdesinebıraktık.)’ Yâni dilemiş olsaydık, bizler sâhip olduğumuz lütuftan dolayı her bir nefse hidâyeti seçmeleri hâlinde hidâyet bulacakları şeyleri verirdik. Fakat bizler onların küfrü seçip tercih ettiklerini bildiğimizden dolayı onlara böyle bir lütufta bulunmadık. (S. HAVVÂ, 11/325)
‘Fakat: “Kesinlikle cehennemi, cinlerden ve insanlardan bütün (günahkârlarla) dolduracağım.” şeklindeki sözüm haktır (gerçekleşecektir).’ Bu, benim için vâcip olmuştur. Çünkü onların arasından bâzılarının cehennemi boylamalarını gerektirecek işler yapacaklarını bilmişimdir. (S. HAVVÂ, 11/325)
Allahdilediğitakdirde herkesi doğru yola eriştirmeye kâdir olmakla birlikte, sınav gereği olarak dünyâda böyle genel bir dilekte bulunmamış, herkesi kendi tercihiyle baş başa bırakmıştır. Böylece, insanlardan doğru yolu tercih edenler olduğu gibi, belki daha fazlasıyla küfür yolunu tercih edenler de olmuştur ve olmaktadır. İşte öte dünyâda cehennemi dolduracak olanlar, küfrü tercih eden bu insanlar ve cinlerdir. Cenâb–ıHakk’ın‘Ben dolduracağım’ sözüise, tabii olarak gerçekleşecek bu sonucu haber vermektedir. Yoksa Allah Teâlâ, kimseyi zorâki ve mecbûri olarak cehenneme atacak değildir. (Ö. ÇELİK, 4/69)
(14).’(Kâfirlere denilecek) “O hâlde siz, bugününüze kavuşmayı unuttuğunuzdan dolayı tadin (azâbı)! Doğrusu biz de sizi (şimdicehennemdebırakıp) terk ettik.’ Unutulmuşlar gibi azapta terk ettik. İbn Kesir der ki: ‘Biz de sizlere sizleri unutan kimsenin davranışı gibi işlem yaparız. Çünkü şânı yüce Allah aslâ unutmaz; hiçbir şey O’ndan kaybolmaz. Onlara karşılık söylenen bu söz, davranışlarına uygun karşılık vermek türündendir.’ (S. HAVVÂ, 11/325)
‘Yapmakta olduklarınıza karşı tadın ebedî azâbı!” (denilecek)’ Hiçbir kesintisi olmayan sürekli azâbı işlediğiniz küfür ve masiyetlerin karşılığında tadınız. Yâni bu azâbınız sizin dünyâ hayâtında iken küfür ve yalanlamanız sebebiyledir. (S. HAVVÂ, 11/325)
Îman Edenlerin Altı Özelliği:
(15).‘Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman büyüklük taslamayarak (tevazu, huşu ile ve kendilerine bağışlamış olduğu İslâm nîmetine şükür olmak üzere, S. HAVVÂ ) (1) secdeye kapanan ve (2) Rablerini hamd ile tesbih eden kimseler îman eder.’ Ancak onlar bu âyetlerimizi tasdik ederler, onlar hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüde düşmezler. İbn Kesir’e göre secdeye kapanmalarından kasıt; onlar bu âyetlere kulak verdiler, söz ve fiilleriyle itaat ettiler, demektir. İşte onlar Allah Teâlâ’nın âyetlerine uyarak secde ederler, emrine uyarak itaat ederler. Buna göre onlar, kâfir ve fâcir bilgisizlerin yaptıkları gibi (3) büyüklük taslamazlar. (S. HAVVÂ, 11/326)
Tilâvet Secdesi: Bu âyeti okuyanların tilavet secdesi yapması vâcip olur. Bu secde için abdestli, temiz, avret yerleri örtülü ve kıbleye yönelmiş olmak şarttır. Secde, ayaktan niyetle ve ‘Allâh-ü Ekber’ denilerek rükûsuz secdeye varmakla yapılır. Secdede ‘Sübhânallâhi ve bi hamdihi, Sübhane Rabbiye ‘l A’lâ’ denilir. Bundan sonra yine tekbirle ‘Ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke ‘l masîr’ denilerek ayağa kalkılması müstehaptır. (bk. Araf 7/206, Sâd 38/24; H. DÖNDÜREN, 2/656)
(16).(4) ‘Onlar (gecenamazıiçin) yataklarından kalkarlar, (teheccüd kılarlar, ELMALILI, 6/287) (5) korkarak ve umarak Rablerine yalvarırlar ve (6) kendilerine verdiğimiz rızıktan da (hayıryolunda) harcarlar.’ Uyuyacak yataklarından uzaklaşırlar. İbn Kesir der ki: ‘bununla kastedilen onların gece namazı kılmaları, uyumayı terk etmeleri ve rahat döşeklerde uyumaktan uzak kalmalarıdır.’ (S. HAVVÂ, 11/326)
16’ncı âyetteki ‘yanların yataklardan uzak tutulduğu’ vakitlerin, başka tevcihler olmakla birlikte, sözün geliminden daha çok seher vakitleri olduğu anlaşılmaktadır. Burada ilâhi medhe ulaşan müminlerin, geceleri biraz uyuduktan sonra kalkıp namaz kıldıkları haber verilir. (bk. Zâriyât 51/17-18; Müzzemmil 73/20; Ö. ÇELİK, 4/71)
Âyette geçen korku ve ümit, bir taraftan Allâh’ın azâbına uğramaktan endişe duyarken, diğer taraftan da O’nun rahmetinden ümit kesmemek şeklinde açıklanır. Müminin hayâta ve geleceğe bakışı konusunda dengeli olmayı öğütleyen bu içerikteki âyet ve hadislerden hareketle İslâm âlimleri havf ve recâ terimlerini geliştirmişlerdir. Özellikle tasavvufta bu terimler üzerinde geniş bir biçimde durulmuştur. (bu konuda bk. Hicr 15/49-50; KUR’AN YOLU, 4/356)
Hadis: Nitekim Rasûlullah (s), kendisine: ‘Ya Rasulallâh! Bana, cennete girmemi sağlayacak ve beni cehennemden uzaklaştıracak bir amel söyle’ diye talepte bulunan Muâz b. Cebel (r)’a şöyle buyurmuştur: ‘Sana iyiliklerin kapılarını göstereyim mi: Oruç bir kalkandır, sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahı söndürür. Kişinin geceleyin namaz kılması da bu iyilik kapılarından biridir.’ Efendimiz bunun ardından Secde sûresi 16-17’nci âyetleri okumuştur. (Tirmizi Îman 8, İbn Mâce Fiten 12, Ö. ÇELİK, 4/71)
(17).‘Artık, yaptıklarına bir karşılık olarak, onlar için gözler aydınlığı nice (nîmetlerin) saklandığını hiç kimse bilmez.’ Hiçbir kimse sözü geçen bu tür müminlere gözlerini aydınlatacak, yaptıklarının karşılığı olmak üzere onlara verilecektir. Yaptıkları sâlih ameller sebebiyle onlar, bu mükâfatlara lâyık görülmüştür. (S. HAVVÂ, 11/326)
Hadîs-i Kudsi: Allah Teâlâ şöyle buyurur: Sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayâlinden geçmeyen şeyler hazırladım!’ (Ebû Hüreyre sözlerine devamla: Siz öğrendiğiniz cennet nîmetlerini bir tarafa bırakın. (Onlar Allâh’ın hazinesinde gizli olanların yanında çok hafiftir.) Dilerseniz şu âyeti okuyunuz: ‘Onlar için göz aydınlığı olacak nice nîmetler saklandığını hiç kimse bilmez.’ (Buhâri Tefsir 32/1, Müslim, Tirmizi’den, İ. H. BURSEVİ, 15/310)
(18).‘Îman eden bir kimse, fâsık (yâni kâfir) olan kimse gibi midir? Onlar (elbette) bir olmazlar.’ İbn Kesir der ki: Yüce Allah, adâletini ve lütfunu bize bildirerek Kıyâmet gününde vereceği hükümde, âyetlerine îman eden, peygamberlerine uyan kimseyi; fâsık yâniRabbine itaatin çerçevesi dışına çıkan, Allâh’ın kendisine göndermiş olduğu peygamberleri inkâr eden kişi ile eşit kılmayacağını haber vermektedir.’ (S. HAVVÂ, 11/326)
(19).‘Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince: Onlar için, (buyapmışolduklarınakarşılık) bir ağırlama / bir ikram yeri olarak (barınacakları) Me’vâ cennetleri vardır.’ 19’ncu âyette geçen cennetü‘l me’vâ tamlamasını bâzı âlimler bağımsız bir isim olarak düşünmüşlerdir; bu anlayışa göre tamlamayı ‘me’vâ cenneti’ şeklinde ve bir özel isim tarzında çevirmek gerekir. Fakat genel kanaate göre burada geçen ‘sığınılacak, barınılacak yer’ anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir. (DİA’ dan, KUR’AN YOLU, 4/357)
Sidrenin yanında (53/13-15) olduğu bildirilen me’vâ cenneti 20’nci âyette îman edip sâlih ameller işleyen, Nâziât sûresinin 40 ve 41’nci âyetlerinde Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan alıkoyan kimselere vaad edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 5/721, 722)
(20).‘Fâsıklara (kâfirlere) gelince, onların barınacakları yer de ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya geri çevrilirler ve onlara: “O yalan saydığınız ateşin azâbını tadın!” denilir.’ Bu onların cehennemde ebedi olarak kalmalarından ibârettir. Çünkü gerçekte ne çıkış, ne de geri çevrilme vardır. Nitekim başka bir âyette: ‘… cehennemin ateşi dindikçe, onlara çılgın ateşi artırırız.’ (el İsrâ, 17/97) buyrulmuştur. Cehennem ateşi ise dinmez. Yâni cehennem ehlinden biri ne zaman ateş dindi, diyecek olsa, hemen ateş artırılır. (İ. H. BURSEVİ, 15/314)
(21).‘Belki (doğruyola) dönerler diye onlara, o büyük azaptan önce, yakın (dünyâ) azâbından da mutlaka tattıracağız.’ Huzursuzluk, bunalım, şaşkınlık, mihnet ve türlü çeşitli azapları âhiretteki azaptan önce tattıracağız. Yâni âhirete ulaşmadan önce onlara dünyâda da azâbı tattıracağız. (S. HAVVÂ, 11/327)
Tefsirlerde genellikle 21. âyette geçen ‘büyük azap’tan maksadın âhiret azâbı olduğu belirtilir; ‘yakın azap’ ise, daha çok dünyâ hayatındaki belâ ve sıkıntılar şeklinde açıklanır. Bâzı müfessirler bunu ‘kabir azâbı’ olarak yorumlamışlar; İbn Mes’ud’dan da burada müşriklerin Bedir savaşı’nda mağlup olacaklarına işâret bulunduğu yorumu nakledilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/357)
(22).‘Kendisine Rabbinin âyetleriyle öğüt verilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden’ yâni Allâh’ın, kendisine âyetlerini hatırlatıp, ona genişçe açıklayıp îzah ettikten sonra, bu âyetleri terk eden, onlardan yüz çeviren ve sanki onları görüp tanımamış gibi unutuveren kimseden (S. HAVVÂ, 11/327) daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz kâfirleri cezalandırırız.’ (..) (H. T. FEYİZLİ, 1/416)
32/23-30 HÂLÂ KULAK VERMEZLER Mİ?
23. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki biz, Mûsâ’ya Kitab’ı verdik, sen de ona (onungibibirKitab’a) kavuşacağından şüphe etme! Onu İsrâiloğulları’na bir rehber kılmıştık.
24. Sabrettikleri ve (Tevrat’taki) âyetlerimize kesin inandıkları zaman, içlerinden (onları) emrimizle doğru yola çağırıp götürecek önderler yetiştirdik. [bk. 17/2]
25. (Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü onların arasında hükmünü verecek (haklıyı, haksızıayıracak)tır.
26. (Ey Peygamberim! Şimdi) yurtlarında gezip durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri yok etmiş olmamız, hâlâ onları doğru yola sevketmez mi? Doğrusu bunda elbette ibretler vardır. Hâlâ (öğüt) dinlemeyecekler mi? [bk. 19/ 98; 22/45-46]
27. (Ey Peygamberim! Müşrikler) Görmüyorlar mı ki biz kurak yere suyu sevkediyoruz da, onun sâyesinde içinden hem hayvanlarının hem kendilerinin yediği ekini çıkarıyoruz; hâlâ görmeyecekler mi?
28. (Ey Peygamberim! Müşrikler birde🙂 “Eğer doğru söylüyorsanız, bu hüküm (kıyâmet) günü ne zaman (bildirin!)” diyorlar.
29. (Rasûlüm!) De ki: “Hüküm günü, küfre sapanlara (artık) îman etmeleri fayda vermeyecek ve onlara mühlet de verilmeyecek.”
30. (Rasûlüm!) Artık müşriklerden yüz çevir (veazaplarını) bekle. Çünkü onlar da, (zanlarıncaseninhelâkini) beklemektedirler.
23-30. (23).‘Andolsun ki biz, Mûsâ’ya Kitab’ı verdik, sen de ona (onungibibirKitab’a) kavuşacağından şüphe etme! Onu İsrâiloğulları’na bir rehber kılmıştık.’ Yâni Kur’ân-ı Kerîmde şüphe olmadığı gibi, Mûsâ’nın Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan kitabı aldığında da hiçbir şüphe yoktur. (S. HAVVÂ, 11/328)
Ara cümleciğinin yorumu, Hz. Peygamberin getirdiği gerçek üzerinde kararlı olması, bu gerçeğin Hz. Mûsâ’nın da kendi kitabında getirdiği değişmez gerçeğin aynısı olduğunu, her iki peygamberin ve her iki kitabın aynı gerçek etrafında birleştikleri şeklindedir. Bu yorum, bana göre bâzı müfessirlerin, bunun Hz. Peygamberin İsrâ ve Mîrac gecesinde Hz. Mûsâ ile buluşmasına yönelik bir işâret olduğu şeklindeki açıklamadan daha doğrudur. Çünkü değişmeyen bir gerçek ve aynı inanç sistemi etrafında birleşmek, ancak söz konusu edilmeye değerdir. (S. KUTUB, 8/261, 262)
HitapaçıkşekildeRasûlullah’a (sa) dır. Ancak asıl muhâtaplar onun risâletinden ve kendisine ilâhi kitabın vahyedildiğinden kuşku duyanlardır. Buradan itibâren konu, sûrenin başlangıcında sözkonusu edilen aynı temaya dönmektedir. (bkz. 2, 3, âyetler) Mekke kâfirleri şöyle diyorlardı: Muhammed’e Allah’tan kitap falan gelmedi. Kendisi uydurdu onu. Fakat O Allah tarafından indirildiğini söylüyor’ buna verilen cevabın ilki başlangıç âyetlerinde geçmişti. Bu ise ikinci cevaptır. (MEVDÛDİ, 4/330)
(24).‘Sabrettikleri ve (Tevrat’taki) âyetlerimize kesin inandıkları zaman, içlerinden (onları) emrimizle doğru yola çağırıp götürecek önderler yetiştirdik.’ İnsanları Tevrat’ta bulunan Allâh’ın dînine ve şeriatına, Allâh’ın emri ile insanları çağıran ve oraya yönlendiren önderler kıldık. (S. HAVVÂ, 11/329) ‘ve onlar âyetlerimizi (Tevrat’ı) çok iyi biliyorlardı.’ Herhangi bir şüphenin söz konusu olmayacağı bir bilgi ile onlar hakkında bilgi sâhibi idiler. İbn Kesir der ki: ‘Bâzı ilim adamları şöyle demiştir: Sabır ve yakîn ile dinde önderlik (imamet) konumuna ulaşılır. Âyet-i Kerîme, Allâh’ın âyetlerine îmânın berâberinde sabrın da bulunması gerektiğine delildir. (S. HAVVÂ, 11/329)
Burada amaç, o sıralarda Mekke’deki Müslüman azınlığa, İsrailoğulları arasındaki seçkinler gibi sabretmeleri, tıpkı onlar gibi Allâh’ın âyetlerine kesin şekilde îman etmeleri, böylece onlar İsrailoğulları’na yol gösterici önderler oldukları gibi kendilerinin de Müslüman kitleye önderler olmaları mesajını vermek, bunun yanı sıra önderlik ve kılavuzluğun yolunun sabır vekesin inanç olduğunu vurgulamaktır. (S. KUTUB, 8/262)
Yâni Allâh’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarını terk etmek, rasullerini tasdik etmek, getirdikleri hususlarda onlara uymak esasları üzerinde sabrettikleri zaman onlardan Allâh’ın emriyle hakka ileten önderler, hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayıp önleyen önderler vardı. Daha sonra değiştirip tahrif edince, olmadık yorumlara sapınca, bu makam kendilerinden alındı, kalpleri katılaştı. Sözü gerçek yerlerinden tahrif etmeye başladılar. Ne sâlih bir amelleri kaldı, ne sâlih bir inançları. İşte bundan dolayı yüce Allah, şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun ki, Biz İsrailoğulları’na kitabı…….vermiş idik.’ (el Câsiye, 45/16, İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/337)
(25).‘Şüphesiz ki Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü onların arasında hükmünü verecek (haklıyı, haksızıayıracak)tır.’ Yâni peygamberlerle ümmetleri yâhut müminlerle fasıklar arasında hükmederek haklı olanı bâtılın peşinde olandan ayırdedip çıkartacak olan, O’dur. (S. HAVVÂ, 11/329)
(26).‘(Şimdi) yurtlarında gezip durdukları, (Mekke hâlkı, ticâret seferlerinde helâk olan yurtlarına ve beldelerine uğradıkları, helâk edildiklerinin izlerini ve evlerinin harabelerini gördükleri) kendilerinden önceki (Âd, Semûd ve Lût kavmi gibi) nice nesilleri yok etmiş olmamız, hâlâ onları doğru yola sevketmez mi? Doğrusu bunda elbette ibretler vardır. Hâlâ (öğüt) dinlemeyecekler mi?’ (İ. H. BURSEVİ, 15/329)
(27).‘Görmüyorlar mı ki biz kurak yere suyu sevkediyoruz da, (yağmur yağdırıyor, ırmaklar akıtıyor, S. HAVVÂ) onun sâyesinde içinden hem hayvanlarının hem kendilerinin yediği ekini çıkarıyoruz. Hâlâ görmeyecekler mi?’ Gözleriyle bunları görerek yüce Allâh’ın varlığına, O’nun ölüleri dirilttiğine bunları delil görerek Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere îman etmezler mi? (S. HAVVÂ, 11/330)
(28).‘(Birde🙂 “Eğer doğru söylüyorsanız, bu hüküm (kıyâmet) günü (yâni Kıyâmet günü ki, o gün müminlerin düşmanlarının birbirlerinden ayrılıp aralarında hükmün verileceği gündür, S. HAVVÂ) ne zaman” diyorlar.‘ Onlar bunu bir taraftan acelecilikleri, bir taraftan böyle bir şeyi uzak bir ihtimal gördükleri, diğer taraftan da yalanlamak maksadıyla ve inat olsun diye söylüyorlardı. (S. HAVVÂ, 11/330)
(29).‘(Rasûlüm!) De ki: “Hüküm günü, küfre sapanlara (artık) îman etmeleri fayda vermeyecek ve onlara mühlet de verilmeyecek.” Fetih günü: Yâni Kıyâmet günü ki, o gün müminlerin de düşmanlarının birbirlerinden ayrılıp aralarında hükmün verileceği gündür. (S. HAVVÂ, 11/330)
Bundan kastın Mekke’nin fethi olduğunu ileri sürenler alabildiğine uzak bir ihtimalden söz etmiş ve büyük bir hatâya düşmüşlerdir. Çünkü Mekke’nin fethi günü Rasûlullah (s) Mekkelilerin Müslüman olmalarını kabul etmiştir. Sayıları da yaklaşık iki bin kişi idi. Eğer bundan kasıt Mekke’nin fethi olsaydı, onların İslâm’a girişlerini kabul etmezdi. (S. HAVVÂ, 11/339)
(30).‘Yüz çevir onlardan’ Bu kâfirlere aldırış etme ve sen, sana Rabbinden indirilenleri tebliğ et! ‘Ve’ zaferi, onların da helâk olmasını ‘bekle!’ ‘Zaten onlar da beklemektedirler’ Size gâlip gelmeyi, sizin helâk olmanızı bekleyip duruyorlar. Sen onlara karşı sabretmenin âkıbetini / sonucunu, Allâh’ın risâletini yerine getirmenin âkıbetini / sonucunu, sana yapacağımız yardım ve sana vereceğimiz desteklerimizle göreceksin. Onlar da senin hakkında ve ashâbın için beklediklerinde büyük bir aldanış içerisinde olduklarını göreceklerdir. (S. HAVVÂ, 11/330)
‘Müşriklerden yüz çevir’ demek, ne derlerse desinler aldırış etme, eziyetlerine tahammül et, Allâh’a ortak koşmalarına aldırış etme, meclislerinde bulunma, aralarına karışma ve onlara karşı sevgi besleme, Allah sana yardım edecek, vaadini yerine getirecek, demektir. (İ. KARAGÖZ 5/731) Yaşadığınız Müslümanca bir hayatın sonunda dünyâdaki başarılarınızı onlar görecek, sizler de yaşadıkları bu pis hayâtın sonunda onların rezilliklerini, rüsvâlıklarını, helâklerini göreceksiniz. Onlar sizin öbür taraftaki başarılarınızı, cennetlerinizi, sizler de onların helâklerini, cehenneme yuvarlanışlarını göreceksiniz. (Ali KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 7/657)