24 / Nûr Sûresi
Medîne döneminde nâzil olmuştur. 64 âyettir. Sûre adını, nur âyeti denilen 35. âyetten almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/349)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
24/1-3 ZİNÂ EDEN KADIN VE ERKEĞİN CEZÂSI
1. (Bu,) indirdiğimiz ve (hükümlerinintatbikini) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt alasınız diye içinde apaçık âyetler indirdik.
2. (Ey müminler!) Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onlara karşı acıma hissi, Allâh’ın dînin(itatbik)de sizi etkisi altına almasın. Mü’minlerden bir grup da onların cezâsına şâhit olsunlar.
3. Zinâkâr erkek; zinâkâr veya müşrik bir kadından başkasıyla evlenemez. Zinâkâr kadın da zinâkâr veya müşrik bir erkekten başkasıyla evlenemez. Çünkü bu (evlenmeşekli) mü’minlere haram kılınmıştır. [bk. 24/26-32]
1-3.(1).‘Bu indirip (hükümlerinikesin) farz kıldığımız bir sûredir.’ Mücâhid ve Katâde, ‘farz kıldığımız’ buyruğu ile ilgili olarak: ‘Onda helâlı, haramı, emir ve nehyi açıkladık, demektir, demişlerdir. (..) Âyetin anlamı şudur: Bu, Allâh’ın indirmiş olduğu helâl, haram, emir, nehiy ve had cezâlarına dâir hükümlerini farz kılmış olduğu, kendisinde öğüt alalım diye apaçık ve açıklayıcı âyetleri indirmiş olduğu bir sûredir. (S. HAVVÂ, 9/482)
‘.. umulur ki öğüt alırlar.’ Sûre ve âyetlerden öğüt almak ile maksat, yapılsa da yapılmasa da olur anlamında değil, emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, ilke ve hükümlerine uymaktır. (İ. KARAGÖZ 5/79)
(2).’Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin (yâni evlenmemiş bâkire kız veya erkek zinâ ederlerse) her birine yüzer celde vurun.’ Zinâ, had cezâsını gerektiren büyük günahlardandır. Akıllı ve ergin bir erkekle, yine akıllı ve ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaştaki kadının evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmasına zinâ denir. (H. DÖNDÜREN, 2/561)
Zinânın tespiti ise, ‘Onlara içinizden dört şâhit getirin.’(Nisâ, 4/15) âyetinin ifâdesi ve delâletine göre dört şâhide veya dört kere ikrar etmeye bağlıdır. (ELMALILI, 5/544)
Yukarıdaki âyet, bekâr olanerkekvekadınıncezâsını yüz değnek olarak belirlemiştir. Celde, ete geçmeyecek, sâdece deriyi etkileyecek ölçüde ve elin dirsekten hareketi ile uygulanan sembolik bir uygulamadır. Uygulama sırasında kişinin üzerinden sâdece kürk, manto ve palto gibi üst giysileri çıkarılır. Çoğunluk fakihler, buna ek olarak bir yıllık sürgün cezâsını da gerekli görürler. (H. DÖNDÜREN, 2/561, 562)
Ebû Hanife’ye göre ise sürgüne göndermek, imamın (İslâm devlet başkanının) görüşüne bırakılmıştır. Dilerse bir sene sürgüne gönderir, dilemezse göndermez. (S. HAVVÂ, 9/501)
Hadis: Ebû Hüreyre ve Zeyd b. Hâlid El Cüheni’nin rivâyette, evlenmemiş olması hâlinde zinâ eden kimseye celde ile birlikte, bir de sürgün cezâsı olduğunun delâleti vardır. Eğer muhsan olursa – ki muhsan, hür, bâliğ ve âkil olarak sahih bir nikâh ile cinsel ilişkide bulunmuş kimseye denir – o vakit recmedilir. (S. HAVVÂ, 9/502)
Yüz değnek, zinâ eden hür, bülûğa ermiş ve henüz sahih bir nikâhla evlenmemiş olanların cezâsıdır. Câriyelerin cezâsı elli değnektir. (bk. Nisâ, 4/25) Hür ve muhsan olanların cezâsı recimdir. İmâm-ı Âzam (rh) recmi gerektiren muhsanlığın altı şartı olduğunu söyler: Müslüman olmak, hür olmak, akıllı olmak, bülûğ çağına ermiş olmak, sahih bir nikâhla evli bulunmak, cinsi münâsebette bulunmuş olmaktır. Bu şartlardan biri olmadığında muhsanlık ortadan kalkar. (Ö. ÇELİK, 3/497)
‘Allâh’ın dîni husûsunda her ikisine de acıyacağınız tutmasın.’ Müminlere düşen görev, Allâh’ın hadlerini yerine getirmek konusunda herhangi bir şekilde yumuşayarak hadleri işlemez hâle getirmemeleri veya vuracakları celdeleri hafifletmemeleridir. (S. HAVVÂ, 9/483)
Had, eğer devlet yöneticisine (veya ilgilisine) götürülecek olursa, artık onun uygulanması farz olur. Bu durumda üzerine hak sâbit olduğu takdirde, dâvâlının affedilmesi haram olur. Şâyet yöneticiye ulaşmayacak olursa, affetmek daha faziletlidir. Hadis: ‘’Kendi aranızda hadleri karşılıklı olarak affetmeye bakınız, Bana kadar ulaşan herhangi bir haddin artık uygulanması farz olmuştur.’ (S. HAVVÂ, 9/499)
‘Müminlerden bir topluluk da bunların cezâlandırılmasına şâhit olsun.’ Keşşaf’ın açıklamasına göre, bir hâlka olması mümkün olan gruptur ki, bir şeyin etrâfını çeviren topluluk demek gibidir. En azı üç – dört kişi olması gerekir. İbnü Abbas’tan bunun tefsirinde dörtten kırka kadar diye nakledilmiştir. Aslında çoğun en azı üç ise de zinâda şâhit adedinin istenen haddi dört olduğuna göre, bunun da en azından dört olması gerekir. (ELMALILI, 5/546, 547)
Âyette sâdece ‘deriye yüz sopa vurun’ buyrulmuş, sopanın şekli ve nasıl vurulacağı beyan edilmemiştir. İslâm hukukçuları çok acı vermeyecek bir sopa veya kırbaç ile sakatlığa sebep olmayacak ve hayâti tehlike oluşturmayacak şekilde vurulması gerektiği ictihâdında bulunmuşlardır. (..) (İ. KARAGÖZ 5/81)
Gerek sıhhi, gerek tabii gerek ahlâki, gerek hukûki, gerek toplumsal hangi yönden düşünülürse düşünülsün zinâ çok zararlı harap edici bir günahtır. Erkekle kadının yaratılış ihtiyaçlarından olan cinsi münâsebetlerinin meşrû ve güzel yolu zinâda değil, nikâhtadır. Nikâhta hayâtın bir bereketi zinâ ve hayâsızlıkta ise onun yok olması ve sonuçsuz kalması vardır. Nikâhın kolaylığı, doğruluk ve emniyeti, çoğalması bir toplum bünyesinin sıhhatinden olduğu gibi, tersi olan zinânın yayılması da aksine toplum bünyesini kemiren, çürüten, her türlü ahlâki kötülüklere sürükleyen tahrip edici şeylerin başıdır. (ELMALILI, 5/545, 546)
(3).‘Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenir.’ Burada üç grup insandan söz edilir: (a) Müşrikler: Müslümanların bunlarla evlenmesi kesinlikle haramdır. (b) Zinâyı mubah sayıp hafife alanlar: Haramlığı kesin olan zinâyı helâl sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş, küfür olduğundan onlar da müşrik sayılırlar, dolayısı ile kendileri ile evlenmek câiz olmaz. (c) Bir de böyle olmayanlar. (Ö. ÇELİK, 3/498) (c). Zinânın haram olduğunu kabul ettiği ve haramlığını hafife almadığı hâlde nefsine yenik düştüğü veya kandırıldığı için zinâ edenler. Bu kimseler, büyük günah işlemiş ve fâsık olmuşlardır. Ancak mümindirler. (Müslim Îman 155). Âyetin evlenmeyi haram kılmasının bu kısmı içine alıp almadığıhusûsunda ihtilâf edilmiştir. Aralarında hadis âlimi Abdullah b. Ömer, hadis ve fıkıh âlimi Câbir b. Zeyd, hadis ve fıkıh âlimi Tâvus b. Keysan, hadis ve tefsir âlimi Atâ b. Dinar, hadis ve fıkıh âlimi müctehid Enes b. Mâlikgibi sahâbi ve tâbiibilginlerin çoğunluğu ve Hanefi müctehidler bu grup ile evlenmeyi câiz görürler. (İ. KARAGÖZ 5/85, 86)
‘Bu, müminlere haram kılınmıştır.’ Yâni zinâ veya zinâ yoluyla kâr sağlamak maksadıyla fâhişeleri nikâhlamak, müminlere haram kılınmıştır. Haram kılınmasının sebebi, bunun fâsıklara benzemeyi ve töhmeti gerektirecek noktalarda bulunmayı gerektirdiği olabileceği gibi, diğer taraftan hakkında kötü şeyler söylenmesinin, gıybet edilmesinin sebebi olduğundan dolayı haram da kılınmış olabilir. Günahkâr kimselerle oturup kalkmanın ise, birçok günahları işlemeye sebep olduğu açıktır. (S. HAVVÂ, 9/484)
İmam Ahmed b. Hanbel şöyle der: Nâmuslu bir erkeğin, fuhşa devam eden bir fâhişe ile nâmuslu bir kadının da günahına devam eden bir zâni ile evlenmesi haramdır. Ancak tevbe ederlerse onlarla evlenilebilir. (İbn Kesir) Bununla birlikte zinâsı sâbit olan fakat bunu mubah saymayan bir kadını, bir mümin nikâhladığında nikâhın geçerli olduğu, fakat bunun tahrimen mekruh olduğu da söylenmiştir. (Ö. ÇELİK, 3/498)
24/4-10 ZİNÂ İSNÂDINDA BULUNMANIN CEZÂSI
4, 5. Nâmuslu (vehür) kadına (zinâsuçu) isnâd(ın)da bulunup da sonra (buhususta) dört şâhit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhitliğini ebedî olarak kabul etmeyin. İşte onlar (yalancılıklarıdolayısıyla) fâsıktırlar. 5. Ancak (hükmolunanbucezâlarıninfâzından) sonra tevbe edip düzelenler bunun dışındadır. (şâhitliğini kabul edin). Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
6, 7. Eşlerine (zinâsuçu) isnad edip de kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar(agelince): Onlardan her birinin (dörtşâhityerinekendi) şâhitliği; kendisinin hakikaten doğru sözlülerden olduğuna dâir dört defa Allâh’a yemin ederek şâhitlik etme(si)dir. 7. Beşincide; eğer yalancılardan ise, Allâh’ın lânetinin kendi üzerine olması(nıdilemesi)dir.
8, 9. Kadının da o (kocası)nın hakikaten yalancı olduğuna dâir Allâh’a yemin ederek dört (defa) şâhitlik etmesi, cezâyı kendisinden giderir. 9. Beşincide; o (kocası)nın söylediğinin doğru olması hâlinde, Allâh’ın gazâbının kendi üzerine olması(nıdilemesi)dir. (Artıkhâkim, bukarıkocayıboşar.)
10. Ya üzerinize Allâh’ın lütfu, rahmeti olmasaydı (hâliniz nice olurdu?) ve şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden hüküm (vehikmet) sâhibi olandır.
4-10. (4).‘Nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunuispatiçin) dört şâhit getiremeyenlere seksener sopa vurun.’ (..) Dört âdil tanık ile ispat edilemeyen zinâ suçu isnat etmenin veya nâmuslu, iffetli ve zinâ etmeyen kadınlara ‘zinâ etti’ demenin haram ve büyük günah olduğunu ifâde eder. Bir kadına zinâ suçu isnad etmek haram olduğu gibi, aynı şekilde erkeğe zinâsuçu isnad etmek de haramdır. (..) Fıkıh dilinde ‘kazif’ olarak isimlendirilen bu iftirâ suçunu işleyen kimse dört âdil şâhit getirerek ithâmını ispat etmesi gerekir. Bir şâhidin âdil olabilmesi için, öncelikle yalan olmak üzere büyük günahları işlememesi, özünde, sözünde ve eylemlerinde dürüst olması gerekir. Şâhitlerin, başkalarından duymuş değil, bizzat cinsel ilişki eylemini gözleri ile açık seçik görmeleri gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/87)
Kazf (zinâ iftirâsı) Bir fıkıh terimi olarak nâmuslu kadına zinâ iftirâsı atmak anlamına gelir. Âyetteki ‘muhsanât’ ifâdesi Müslüman, evli, bekâr, nâmuslu, hür, akıllı ve ergin kadınları kapsar. Zinâ isnad eden, dört tanıkla ispat edemez veya kadın zinâsını kabul etmezse seksen değnek cezâ görür. Ve ibret için artık hiçbir hukûki konuda tanıklığı kabul edilmez. Hanefilere göre pişmanlık duyması (tevbe etmesi) yalnız fâsıklığını sona erdirir (ebediyyen şâhitliği reddedilmeye devam eder, S. HAVVÂ, 9/485) Şafiilere göre ise, tevbe ederse, hem fasıklığı sona erer, hem de başka konularda tanıklığı geçerli olur. (H. DÖNDÜREN, 2/564)
‘Seksen celde vurun.’ Eğer bu iftirâda bulunan (kazif) hür ise, ona vereceğiniz cezâ budur. ‘Ebediyen onların şâhitliğini kabul etmeyin.’ Kullanılan ifâde, onların her türlü şâhitliklerinin kabul edilmemesini gerektirmektedir. (S. HAVVÂ, 9/484)
‘İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.’ İbn Kesir der ki: Söylediklerinin doğruluğuna dâir delil getiremeyecek olurlarsa, iftirâcı olan kişi hakkında üç hükmün uygulanmasını farz kılmıştır: Birisi seksen değnek vurulması, ikincisi ebediyyen şâhitliğinin reddedilmesi, üçüncüsü ise, Allah katında da insanlar katında da artık adâletli kişi değil, fâsık bir kişi olmasıdır. (S. HAVVÂ, 9/484, 485)
(5).’Ancak bundan sonra (bu büyük günahı işledikten sonra, (İ. H. BURSEVİ, 13/316) tevbe edip ıslah olanlar müstesnâdır. Allah çok bağışlayıcıdır ve merhametlidir.’ Kaz(i)f suçunu işlemiş olanlar pişman olur, tövbe eder, bu kötü huylarını düzeltirlerse, tövbeleri neyi etkiler, onlara ne kazandırır? Bu konuda farklı yorumlar vardır. Mâlik, Ahmed, Şâfii gibi müctehidlere göre, sâbıka kaydı silinir ve şâhitlikleri de kabul edilir. Ebû Hanife’ye göre tövbe yalnızca fâsık olma niteliğini ortadan kaldırır, ancak tanıklık ehliyetini yeniden kazandırmaz. (KUR’AN YOLU, 4/55)
Bir kimse yabancı bir kimsenin zinâ ettiğini görse bunu gizlemesi, deşifre etmesinden daha uygun olur. Fakat eşinin zinâ ettiğini görürse, bunu da gizlemesi gerekir mi? Başkasının suçu kendisine bir âr getirmez, ancak eşinin zinâsı kişiye âr getirir; nesebini bozar, eşinin bu eylemine sabredemez, ispat için kendisinden başka şâhit bulması da mümkün değilse, âyette beyan edildiği şekilde lânetleşme yapılır. (İ. KARAGÖZ 5/91)
(7).‘Beşincide; eğer yalancılardan ise, Allâh’ın lânetinin kendi üzerine olması(nıdilemesi)dir.’ Bu âyetlerde belirtilen uygulama, İslâm âile hukukunda ‘lian’ veya ‘mülâane’ terimi ile ifâde edilir. Bu kelime ‘karşılıklı lânetleşme’ mânâsına gelir. Karısını zinâ ederken gördüğünü iddiâ eden erkekle eşi, hâkimin huzûruna celbedilir. Önce erkek, Allâh’ı şâhit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zinâ ederken gördüğünü dört defa söyler. Beşincisinde ise, ‘Eğer yalan söylüyorsam Allâh’ın lâneti üzerime olsun’ der. Sonra karısı dört kere, Allah’ı şâhit tutarak kocasının yalan söylediğini beyan eder. Beşincisinde de ‘Eğer o doğru söylüyorsa Allâh’ın gazabı benim üzerime olsun’ der. Böylece erkek iftirâ cezâsından, kadın zinâ cezâsından kurtulur. Bir kısım müctehidlere göre evlilik hayatları sona erer. (Ö. ÇELİK, 3/500, 501)
İftirâya uğrayan kadın, muhsan değilse iftirâ edenin cezâsı ta’zir (devletin koyacağı cezâ) türünden olur. (H. DÖNDÜREN, 2/565)
Hadis: İbn Ömer’den rivâyete göre, Rasûlullah (s) döneminde, bir erkek eşine zinâ isnadında bulundu ve çocuğun nesebini de reddetti. Hz. Peygamber, Allâh’ın buyurduğu şekliyle mülâane uyguladı, sonra çocuğu annesine verdi ve eşlerin arasını ayırdı. (Buhâri’den Tefsir 24/4, H. DÖNDÜREN, 2/565)
(8).‘Onun (yâni kocasının) yalancılardan (kendisine isnad ettiği bu zinâ husûsunda yalan söyleyenlerden) olduğuna dâir dört defa Allâh’ı şâhit tutması, kadından cezâyı savar.’ Yâni onun göreceği azâbı / cezâyı, üzerinden kaldırır. Burada azaptan kasıt, Hanefilere göre hapsedilmektir. Çünkü Hanefilere göre, kadın lânetleşmeyi kabul etmeyecek olursa, (ya) lânetleşmeyi kabul edinceye veya zinâ ettiğini itiraf edinceye kadar hapsedilir. (S. HAVVÂ, 9/486)
Lian ile meydana gelen ayrılık, İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed (r.h.)a göre bâin talâk hükmündedir. Ancak ebedi bir ayrılığı gerektirmez. Hatta liandan sonra erkek, kendisinin yalan söylediğini açıklayıp ona had cezâsı uygulandığında hanımıyla tekrar evlenebilir. İmam Ebû Yûsuf, Züfer, Hasan b. Ziyad ve Şâfii’ye göre ise bu, boşama (talâk) olmaksızın vuku bulan bir ayrılık olup, ebedi bir haramlığı gerekli kılar. (İ. H. BURSEVİ, 13/321)
Bu âyette Allâh’ın lütfu ve merhameti ile maksat, erkeğin eşine zinâ suçu isnat etmesi ve dört şâhidinin bulunmaması, kadının da zinâ suçunu kabul etmemesi durumunda lânetleşmeyle soruna çözüm bildirilmesi, böylece erkeği iftirâ cezasından, kadını zinâ cezasından kurtarmasıdır. (İ. KARAGÖZ 5/91)
24/11-20 İFK HÂDİSESİ : AĞIR BİR İFTİRÂ
11. (Ey Peygamberim! Eşin Âişe ve Safvan’a) O iftirâyı uydurup çıkaranlar, şüphesiz içinizden (münâfıkolanküçük) bir gruptur. Siz onu, kendiniz için şer sanmayın. Bilâkis o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah (nisbetindecezâ) vardır. Onlardan (elebaşılıkyapıp) o günahın büyüğünü yüklenen (Abdullahb.Übeyy) için de büyük bir azap vardır.
12. (Ey müminler! İftirâyı duyduğunda) Erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarında iyi bir zanda bulunup da: “Bu, apaçık bir iftirâdır.” demeleri gerekmez miydi?
13. O(nlariftirâları)na, dört şâhit getirmeli değil miydiler? Mâdem ki şâhitleri getirmediler, o hâlde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridir.
14. (Ey müminler!) Eğer dünyâda ve âhirette Allâh’ın lütfu ve rahmeti üzerinize olmasaydı, içine daldığınız dedikodu yüzünden size kesinlikle büyük bir azap dokunurdu.
15. (Ey müminler!) O zaman siz onu dilden dile aktarıyor, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağzınızda geveleyip duruyor ve bunu basit bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allâh’ın yanında çok büyük (birgünah)tır.
16. (Ey müminler!) İftirâyı işittiğiniz zaman: “Bunu söylememiz bize yakışmaz, hâşâ! Bu büyük bir iftirâdır.” deseydiniz yâ!
17. (Ey müminler!) Eğer îman edenler iseniz o (iftirâ)nın benzerine dönmenizi Allah size, ebedî olarak yasak ediyor.
18. Allah size âyetleri açıklıyor. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
19. Hayâsızlığın (serbestbırakılıp) mü’minler içinde yayılmasını arzu edenler için, gerçekten dünyâda ve âhirette acıklı bir azap vardır. (Bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20. (Ey müminler!) Eğer üzerinize Allâh’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı (hâliniz nice olurdu?) Allah pek şefkatli ve merhametlidir.
11-20. (11).(Hz. Peygamber ile birlikte gittiği Benî Mustalik gazvesinden dönen Hz. Âişe (r.anhâ), kervanın konakladığı sırada, hâcet için dışarı çıkmıştı. Dönüşte gerdanlığının düştüğünü fark etti ve aramaya gitti. Tekrar karargâha geldiğinde ordu hareket etmiş, kendi devesini süren de onu üzerindeki hevdec (kapalı yer)inde sanıp deveyi sürmüştü. Nihâyet artçı olarak gelen ve Hz. Âişe’yi gören Safvân (r), devesinden inip onu bindirmiş ve orduya yetiştirmişti. Bâzı münâfıklar bu işi dedikodu konusu yaptılar. Hastalandığı için babasının evinde kalmakta olan Hz. Âişe, bunu duyunca günlerce ağladı. Hz. Peygamber de çok üzülmüştü. Aradan bir ay geçmişti… İşin aslı kendi içine doğsa bile Allah’tan takviyesini bekliyordu. İşte aşağıdaki âyetler onun iffetini ve mâsumluğunu bildirmektedir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/350)
’O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir.’ İfk, yalan, iftirâ ve bühtan demektir. (..) Bundan maksat, Âişe (r)’ya yapilân iftirâdır. (S. HAVVÂ, 10/9)
‘İçinizden bir zümredir.’ İçinizden belli bir topluluktur. Çünkü Arapça’da usbe, on’dan kırka kadar olan topluluğun adıdır. ‘İçinizden’ ifâdesi ile maksat, zâhir ve bâtınen Müslüman cemaatından görünen kimseler ya da kalben kâfir olmakla birlikte, zâhiren Müslüman cemaatı arasında görülen Abdullah b. Übeyy gibi kimselerdir. (S. HAVVÂ, 10/9)
Hz. Peygamber, hicretin beşinci yılında vuku bulan, Mustalikoğulları Gazâsına eşi Hz. Âişe’yi de götürmüştü. Dönüşte, askeri bir konaklama sırasında, Hz. Âişe, doğal bir ihtiyacı için, konaklama yerinin biraz uzağına gitmişti. Vücutça zayıf ve örtülü bulunduğundan, hizmetçiler onun yokluğunu fark edemeyerek, mahfesini deveye yüklemişlerdi. Hz. Âişe geri döndüğünde, ordugâhta kimsenin kalmadığını görmüş ve orada beklemenin uygun olacağını düşünmüştü. Daha sonra artçı Müslüman bir görevli olan Safvan İbn Muattal es Sülemi (r), onu buldu ve hayvanına bindirerek yürümekte olan orduya yetiştirdi. (H. DÖNDÜREN, 2/565)
Safvan, Hicab âyeti (bk. Ahzâb 33/53) inmezden önce Hz. Âişe’yi gördüğü için onu tanıyordu. Hz. Âişe kendi ifâdesine göre, deveye binerken cilbâb’ı ile yüzünü örtmüştü. İlk olarak uyuyakaldığı yerde Safvan’ın seslenmesi dışında kendisi ile bir kelime bile konuşmadan yolculuk yapmıştı. (bk. Buhâri, Tefsir, 24/6) Kimileri bunu dedikodu konusu yaptılar. Sonradan durumu anlayan Hz. Âişe, bu ağır iftirâ karşısında hastalandı, babasının evine gitti. Aradan bir ay geçmişti. Bir gün Allâh’ın Rasûlü ‘Ey Âişe! Eğer suçsuzsan, Allah seni temize çıkaracaktır. Ama bir günaha düştünse Allâh’a tevbe ve istiğfar et!’ dedi. Hz. Âişe çok üzülüyordu. ‘Bu konuda Allâh’a yemin etsem, bana inanmazsınız. Özür dilesem, benimle sizin durumunuz, Yâkup ve oğullarının durumu gibidir. Ne diyeyim, ‘sizinsöylediklerinizekarşıgüzelbir sabır veancak Allah’tan yardım istemek gerekir, dedi. Hz. Âişe, buaradaYûsufsûresi, 12/18nci âyeti okumuştu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet ve devâmı âyetler indi. O, Kur’ân âyetleri ile temize çıkmıştı. Allâh’a hamdetti. (Buhâri Tehsir 24/6, 12.., H. DÖNDÜREN, 2/565)
‘Bunu kendiniz için kötü sanmayın; aksine o sizin için bir hayırdır.’ Çünkü Allah böyle bir iftirâdan uzak olunduğuna dâir buyruklarını indirmiştir. Bunlarda birçok ders ve ibretler vardır. Zîrâ yüce Allah bu kıssadan alınan ibret sâyesinde milyonlarca nâmûsu koruma altına almıştır. (S. HAVVÂ, 10/9)
Bu âyetteki ‘günahın büyüğünü yüklenen kişi’nin Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl olduğu nakledilmiştir. (bk. Buhâri) Bu kişi Medîne’ye kral adayı idi. Hz. Peygamber’in Medîne’ye gelişi ile bu hayâli suya düşmüştü. (bk. Tevbe, 9/101, H. DÖNDÜREN, 2/565)
(12).’Onu işittiğiniz vakit; mümin erkeklerle mümin kadınların kendi öz nefisleri hakkında hüsnü zanda bulunup, ‘Bu apaçık bir iftirâdır, demeleri gerekmez miydi?’ Bu âyet-i kerîmenin Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd ve onun hanımı hakkında (r) indiği söylenmiştir. Nitekim İmam Muhammed b. İshak b. Yesar, o babasından, o Neccar oğullarından bir kişiden bir rivâyete göre şöyle demiştir: Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el Ensâri’ye hanımı Ümmü Eyyûb: ‘Ey Eba Eyyûb, insanların Âişe (r) hakkında söylediklerini duydun mu? O, ‘Duydum, fakat bu bir yalandır. Sen hiç böyle bir iş yapar mısın, Ey Ümmü Eyyûb? diye sorunca kadın: ‘Allâh’a yemin ederim ki hayır, böyle bir işi aslâ yapamam; deyince şöyle dedi: ‘Allâh’a yemin ederim, Âişe senden daha hayırlıdır.’ (S. HAVVÂ, 10/23)
(..) 12’nci âyet, İslâm toplumundaki güzel zan / hüsnü zan esâsına dayalı olması gerektiği ilkesini getirmektedir. Ortada açık ve somut bir delil olduğu zaman ancak sû-i zanda bulunulabilir. İlke olarak, ortada güçlü suç veya suç sanısı delilleri olmadıkça, herkes suçsuz kabul edilir. Yalancılığı ve güvenilmezliği hakkında güçlü deliller olmadığı sürece, herkes doğru ve güvenilir kabul edilir. (MEVDÛDİ, 3/455)
İbn Kesir der ki: ‘Meydana gelen bu olayda şüphe edecek bir taraf yoktur. Çünkü müminlerin annesinin, Safvan b. El Muattal’ın bineği üzerinde öğle vaktinde, açıktan açığa ve bütün askerlerin gözü önünde, Rasûlullah (s) de onlar arasında bulunuyorken gelmesi, şüphe edilecek bir tarafın olmadığının açık bir belgesidir. Eğer bu durumda şüphe edilecek bir şey olsaydı, onlar herkesin gözü önünde bu şekilde gelmezlerdi. Şâyet böyle bir şey varsayılmış olsaydı, bunun gizli ve üstü kapalı olması gerekirdi. (S. HAVVÂ, 10/10)
(15).‘… Hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz.’ Haber verilmek istenen şey, önce kalben tasdik edilir, sonra dille söylenir. Uydurulan bu iftira ise, hakkında kalplerde bir bilgi olmaksızın sâdece dille söylenmiştir. Bunu yapmak ise Allah Teâlâ’nın ‘Hakkında bilgi bulunmayan şeyin ardına düşme’ (el İsrâ, 17/36) emri gereğince haramdır. Yâni siz, hakkında kalplerinizde bir dayanak, onu doğrulayacak bir bilgi bulunmayan sâdece ağızlarınıza mahsus olan bir söz söylüyorsunuz. (İ. H. BURSEVİ, 13/337, 338)
(16).’Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu, çok büyük bir iftirâdır’ demeli değil miydiniz?’ Yâni hayırlı kimseler hakında onlara yakışmayan sözler söylenecek olursa, öncelikle onlar hakkında (hüsnü) zan beslemek gerekir. Nefsine bundan başka bir duygu yer etmemelidir. Bundan sonra bu sözlerden dolayı içine bir vesvese yerleşecek olursa, yine de bunu söylememelidir. Çünkü Rasûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: Hadis: ‘Allah söylemedikçe veya amel etmedikçe içinden geçirdiklerinden dolayı ümmetimi bağışlamıştır.’ (Buhâri, Müslim’den S. HAVVÂ, 10/12)
‘Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.’ Bu şekilde benzeri bir iftirâ ile söz söylemeye veya bu tür sözleri dinlemeye, mükellef olarak hayatta kaldığınız sürece dönmeyesiniz diye. Yâni Allah, artık gelecekte ebediyyen buna benzer bir şey yapmayasınız diye, tehdit ederek yasaklamaktadır. (S. HAVVÂ, 10/12)
(18).‘..ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işiniçyüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Toplum hayâtını dinamitleyen, dostlukları bitiren, âile fâcialarına yol açan, cinâyetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftirâ olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftirâ edenlere, iftirâya uğrayanlara, iftirâyı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesîle ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada Müslümanların arasına sızmış bulunan bâzı münâfıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bâzı rivâyetlere göre, bunlara iftirâ cezâsı da uygulanmıştır. (KUR’AN YOLU, 4/60)
Hadis: ‘İnsanlar içinde en şiddetli belâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra velîler, daha sonra da mânevi mertebelerine göre diğer insanlar gelir. (Tirmizi, İbn Mace’den, İ. H. BURSEVİ, 13/341)
(19).’Îman edenler arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyâda da âhirette de çetin bir cezâ vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.’ Metinde geçen kelimeler, kötülüğün propagandası için kullanılabilecek tüm biçimleri kapsamaktadır. Bunlar genelevleri açma olabilir, şehvet kamçılayıcı (erotik) hikâyeler, şarkılar, tablolar, film ve piyesler yazma, yayınlama, söyleme ve gösterme olabilir. Veya hâlkı ahlâksızlığa iten kulüp ve otellerde her türden karışık toplantılar olabilir, Kur’ân bütün bu yollara başvuranların, yalnızca âhirette değil, dünyâda da cezâyı hak eden suçlular olduğunu ilân eder. O hâlde, tüm bu ahlâksızlığı yayma ve propaganda etme araçlarını ortadan kaldırmak İslâmi bir görevdir. (MEVDÛDİ, 3/457)
İfk hâdisesine sebebiyet veren mücrimler, nâmuslu bir kadına zinâ isnad etmiş olduklarından dolayı cezâlandırılmış, iftirâcıların her birine seksener değnek vurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned) Zîrâ bu tür yıkıcı faaliyetlere karşı gerekli tedbirler alınmadığında, kötülüklerin yayılmasına engellemek imkânsız hâle gelebilir. (Ö. ÇELİK, 3/507)
19’ncu âyette söz konusu edilen ‘ahlâksızlığın yaygınlaşması’ ifâdesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamânında ve yeterli yepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur. Çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir, mahkûm edilir, ıslah çâreleri üzerinde durulur. (KUR’AN YOLU, 4/60, 61)
Zinâ suçu isnad edenler, iddiâlarını dört şâhitle ispat edemezlerse ‘fâsık’ niteliğini kazanırlar ve Nûr sûresinin 3’ncü âyetinde bildirilen cezaya mâruz kalırlar. İftirâ ettiği kişileri ibrâ etmek, onlardan af dilemek ve tevbe etmek suretiyle bağışlanırlarsa âhiretteki cezâdan kurtulabilirler. Aksi takdirde âhirette cezâsını çekerler. (İ. KARAGÖZ 5/99, 100)
İftirâ olayı ile ilgili olarak inen âyetler, berâet-i zimmetin (kişinin suçsuz olduğu) asıl olduğunu, ispatlanıncaya kadar bir suçla itham edilen kişi aleyhine ileri geri konuşmanın doğru olmadığını, bu tür ithamlar karşısında konunun araştırılması gerektiğini ifâde etmektedir. Nitekim başka bir âyette, ‘Ey îman edenler! Size fâsık bir insan bir haber getirirse bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.’ (49/6) buyrulmaktadır. (İ. KARAGÖZ 5/100, 101)
24/21-26 ALLÂH ‘IN BAĞIŞLAMASINI ARZULAMAZ MISINIZ?
21. Ey îman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın! Kim şeytanın adımları ardınca giderse, şüphesiz ki o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer sizin üzerinize Allâh’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, aslâ hiçbiriniz temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah (herşeyi) işitendir, bilendir. [bk. 2/168-169; krş. 2/208]
22. (Ey müminler!) Sizden fazilet ve servet sâhibi olanlar; yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere (mallarındanbirşey) vermekte kusur etmesinler. (Hatâlarını) affetsinler, hoş görsünler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
23. Hiç şüphesiz, nâmuslu/iffetli, fenâlıktan habersiz mü’min kadınlara (zinâsuçu) atanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.
24. O gün (kıyâmette) dilleri, elleri ve ayakları (dünyâda) yapmış olduklarına şâhitlik edecektir. [krş. 36/65; 41/20-23]
25. O gün Allah, onlara hak olan cezâlarını tastamam verecek ve onlar da Allâh’ın hak (veadâletli) olduğunu açıkça bileceklerdir.
26. Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; temiz/iyi kadınlar, temiz/iyi erkeklere; temiz/iyi erkekler de temiz/iyi kadınlara (uygun)dur. Bu (temizola)nlar, onların söyledikleri iftirâdan uzaktır. Onlar için bağışlama ve (cennette) cömertçe bir rızık vardır. [bk. 24/3]
21-26. (21).‘Ey insanlar! Şeytanın adımlarına (yollarına, izlediklerine, izlerine, vesveselerine ve emrettiklerine) uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa bilsin ki o, (yânişeytan) hayâsızlığı ve münkeri emreder.’ Fahşâ (hayâsızlık) : Alabildiğine çirkin olan şeylerdir. Münker ise, nefislerin reddettiği, tiksindiği, hoşnut olmadığı şeylerdir. Şeriat, fıtratların hayâsızlık kabul ettiği, arı nefislerin ve kâmil akılların münker karşıladığı şeylerin neler olduğunu tayin etmiştir / belirlemiştir. (S. HAVVÂ, 10/14, 15)
el fahşâ /Fâhişe: ister fiil, ister söz olsun örfe ve akla göre çok çirkin sayilân şey demektir. El Münker ise, şeriatın reddettiği işlerdir. Ebû‘lleys der ki: el münker, hiçbir şeriat ve sünnette yeri olmayan şeydir. (İ. H. BURSEVİ, 13/348)
İbn Kesir diyor ki: ‘Katâde dedi ki: Her bir günah, şeytanın adımlarındandır. Ebû Miclez: Günahları yapmak üzere adakta bulunmak, şeytanın adımlarındandır, der. (S. HAVVÂ, 10/24)
Şeytan vesvese verir: (Şeytan) insanlara vesvese verir, içlerine kötü düşünceler telkin eder. (7/20). Her türlü çirkin söz, fiil ve davranışları, İslâm’ın ve akl-ı selimin iyi, güzel ve hoş görmediği kötülükleri, haram ve küfrü (59/16) emreder. (2/268, 59/16). Söz verir, ümitlendirir ve aldatır. (4/120). İçki ve kumara teşvik eder. Bunlarla insanlarun arasında kin ve düşmanlık sokmak, onları Allâh’ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. (5/91). İnsanların yaptığı kötülükleri, kötü sözleri, kötü fiil ve davranışları süslü, iyi, güzel ve câzip gösterir ve ümitlendirir. (6/43, 47/25). İnsanları fakirlikle korkutur ve cimriliği emreder. (2/268) Allâh’ın zikrini ve gerçekleri unutturur. (6(68). Hak yoldan saptırır, fitneye düşürür, azdırır, kişi ile kardeşi arasına fitne sokar. (12/100, 7/27, 30, 175, 202). Doğru yoldan uzaklaştırır, alevli ateşe, cehenneme çağırır. (4/60, 12/105). Ve böylece hüsrana sürükler. (İ. KARAGÖZ 5/103) Şeytan, îman edip Allah ve peygamberine itaat eden, şeytanın şerrinden Allâh’a sığınan ihlâslı müminlere etki edemez. (16/99, 15/39, 40; İ. KARAGÖZ 5/103)
Hadis: Allah Rasûlü (s) ‘Hiç kimse kendi amelleriyle cennete giremez’ buyurdu. Ashâb-ı Kirâm: ‘Sen de mi yâ Rasûlallah?’ diye sorduklarında Efendimiz (s): ‘Ancak Allâh’ın beni mağfiret ve rahmetiyle sarıp sarmalamış olması başka’ diye cevap verdi. (Buhâri Rikak 18’den, Ö. ÇELİK, 3/508, 509)
(22).’İçinizden faziletli ve servet sâhibi kimseler akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler.’ Âyet-i kerîme bizleri iyiliğe ve güzelliğe çağırmakta, kötülük yapanlara kötülükle karşılık vermekten vazgeçip hattâ kötülüğe (karşı) iyilikle karşılık vermeye dâvet etmektedir. (Ö. ÇELİK, 3/509)
(..) Yüce Rabbimiz – ki O lütuf ve ihsan sâhibidir- Sıddik Ebû Bekr’i (yakını ve akrabası olan) Mistah b. Üsase’ye şefkatli davranmaya teşvik ediyor. Mistah, Ebû Bekr’in (r) teyzesinin oğlu idi. Hiçbir malı bulunmayan bir fakir idi. Onun tek geçim kaynağı Ebû Bekr (r)’in kendisine yaptığı harcamalar idi. Allah yolunda hicret eden kişilerden idi. Ayağı bir defa kaymış, Allah da bundan dolayı tevbesini kabul etmiş, ona had uygulanmıştı. (S. HAVVÂ, 10/16)
Âyetlerin inişinden sonra Ebû Bekir (r) ‘Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!’ dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu iyiliğe devam etti. (Buhâri, Müslim’den, Ö. ÇELİK, 3/509)
Bu âyet, bir hususta yemin edip sonra onu bozmanın daha iyi olacağını düşünen kimsenin, yeminini bozup keffâretini ödemesinin câiz olduğuna delildir. Böyle bir kimse üç türlü sevap kazanır. Birincisi Allâh’ın emrine uyma sevâbı, ikincisi akrabasıyla bağlantı kurup ona iyilikte bulunma sevâbı, üçüncüsü de yeminin keffâretini ödeme sevâbı. (İ. H. BURSEVİ, 13/351)
Hadis: ‘Kim bir iş için yemin eder de sonra ondan başkasını yapmakta hayır görürse, daha hayırlı gördüğü ne ise, onu yapsın ve yemini için de kefâret ödesin.’ (Buhâri Ahkâm 5, 6; İ. KARAGÖZ 5/106)
(23).‘Nâmuslu, kötülükerden habersiz mümin kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir.’ Nesefi der ki: ‘Bu buyrukla Yüce Allah, dünyâda da âhirette de iftirâcıları lânetli olarak ilân etmiş, tevbe etmedikleri takdirde âhirette görecekleri büyük azap ile tehdit etmiş bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/18)
Bu âyet esâsen Hz. Âişe (r) hakkında inmiştir, ancak hükmü geneldir. Buna göre Hz. Âişe’ye iftirâ atanlar nasıl büyük bir lânete ve cezâya çarptırılmışlarsa, iffetli ve nâmuslu bir kadına asılsız isnatlarda bulunanlar da onun gibi aynı cezâya çarptırılmalıdır. (Taberi’den, M. DEMİRCİ, 2/393)
Hadis: Ebû Hüreyre’den dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Helâk edici yedi büyük günahtan uzak durunuz.’ Ona ‘Bunlar hangileridir ey Allâh’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şöyle buyurdu: ‘Allâh’a şirk koşmak, büyü yapmak, Allâh’ın haram kıldığı nefsi öldürmek, fâiz yemek, yetimin malını yemek, savaş gününde geri kaçmak ve bir şeyden habersiz mümin ve muhsan (nâmuslu, iffetli) kadınlara iftirâda bulunmak. (Buhâri, Müslim, S. HAVVÂ, 10/24)
(24).’O gün dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarını söyleyerek aleyhlerine şâhitlik edecektir.’ Yüce Allah, ergenlik çağından ölünceye kadar insanların görevlerini yapıp yapmadıklarını, hayır ve şer, iyi veya kötü, sevap veya günahbütün sözlerini ve yaptıklarını yazdırmakta ve kayda aldırmaktadır. Şu âyetler bu husûsu açıkça ifâde etmektedir: ‘Şüphesiz biz ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların önceden gönderdiklerini, yaptıkları ve bıraktıkları eserlerini yazarız.’ (36/12). ‘Kıyâmet günü her ümmet kendi kitabına çağrılır.’ (45/28; bk. 82/10-12; İ. KARAGÖZ 5/109)).
İbn Kesir’den: İbn Abbas’tan dedi ki: Hadis: Onlar – yâni müşrikler – cennete ancak namaz ehli kimselerin girdiklerini göreceklerinde: ‘Gelin (yaptığımız kötülükleri) inkâr edelim’ diyecekler. Bunun üzerine inkâr ederler. Bu sefer ağızlarına mühür vurulur, elleri ve ayakları şâhitlik eder ve hiçbir sözü gizleyemezler. (S. HAVVÂ, 10/25)
(26).’Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar.’ Âyetteki kötü (habis) erkek ve kadın; murdar, nâmusu temiz olmayan, hâin kişi olup, bunlar birbirinin dengidir. Nitekim Nûr Sûresi 24/3. ayette zinâ eden erkek veya kadının birbirine ya da müşrik olan kişiye denk ve lâyık olduğu belirtilmiştir. Temiz (tayyib) erkek ve kadın ise; hoş, temiz, pak ve iffetli mümini ifâde eder. Bunlar iyi, güzel, temiz ve edepli sözcüklerle konuşur. Birbirlerine denk ve lâyık kişilerdir. (H. DÖNDÜREN, 2/566)
‘Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar ve onlar için bağışlama, cömertçe verilmiş bir rızık vardır.’ (Yâni) Allah, Rasûlullah (s)’in hanımı olan Hz. Âişe’yi ancak iyi ve temiz kılmıştır. Çünkü Rasûlullah (s)’in kendisi bütün insanların en iyisidir. Eğer Hz. Âişe kötü olmuş olsaydı, şer’an da kaderin takdîri ile ona uygun düşmezdi. Bu bakımdan Yüce Allah, ‘Bunlar onların söylediklerinden uzaktırlar’ demiştir. Yâni onlar iftirâcıların ve haksızlık yapan kimselerin söylediklerinden uzaktırlar. ‘Ve onlar için’ haklarında söylenen bu iftirâ ve yalanlar sebebiyle onlar hakkında ‘bağışlama, cömertçe verilmiş bir rızık vardır.’ Bu rızık Allâh’ın katında Naîm cennetlerindedir. Bu ifâdede Rasûlullah (s)‘in hanımı Hz. Âişe (r)‘nın cennette olacağı vaadi de vardır. (S. HAVVÂ, 10/19)
24/27-29 EV HALKINA SELÂM VERMEK
27. Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere (veodalaragirerken) izin almadan ve sâhiplerine (seslenip) selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Herhâlde bunu düşünüp anlarsınız.
28. Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeriye girmeyin. Eğer size: “Geri dönün (müsâitdeğiliz).” denilirse, hemen dönün. Bu sizin için daha nezih (birhareket)tir. Allah yaptıklarınızı (hakkıyla) bilendir.
29. İçinde oturulmayan fakat sizin için bir eşyâ bulunan evlere (veodalara) girmenizde üzerinize bir günah yoktur. Allah açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.
27-29. (27).‘Ey îman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izinalıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin.’ Bu âyetlerle bir başkasının evine izinsiz girilmesi yasaklanmış, âile mahremiyetine ve özel hayâtın gizliliğine son derece dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmış oldu. Bu âyetlerde müminlerin bir başkasının evine izin almadan girmeleri yasaklandığı gibi, çocukların bile anne babalarının yatak odalarına izin alarak girmeleri istendi. (24/58, 59). (..) Anne baba, kardeşler ve diğer yakınlar da birbirlerinin evlerine ve odalarına girmek istedikleri zaman izin alacaklardır. Hadis: Bir adam Peygamberimize ‘Annemin evine girmek için de izin isteyecek miyim?’ diye sorar. Peygamberimiz de ‘evet’ buyurur. Adam: ‘Onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeceğim?’ der. Peygamberimiz de ‘Anneni çıplak görmek ister misin?’ buyurur. Adam, ‘hayır’ cevâbını verir. Bunun üzerine Peygamberimiz: ‘Öyleyse izin iste’ karşılığını verir. (Taberi’den İ. KARAGÖZ 5/115)
Nesefi: ‘Bu izin istemek, tesbih, tekbir, tahmid veya öksürmek gibi bir yolla gelişi haber vermek sûretiyle olur’ demiştir. Selâm vermek ise, ‘esselâmü aleyküm, girebilir miyim?’ demek ve bunu, üç defâ tekrarlamak sûretiyle olur. Eğer ona izin verilirse girer, değilse döner. (S. HAVVÂ, 10/29)
Bu istiyzan yâni izin isteme kaç defâ olmalıdır? Rasûlullah’’tan rivâyet edildiğine göre, iztiyzan üçtür. Birincisinde kulak verirler, ikincisinde hazırlanırlar. Üçüncüsünde, izin verirler veya reddederler. Bu üç izin isteme, birbiri ardına acele ettirilmeyip, aralarında biraz bekleme yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir. Şiddetle kapı çalmak, ev sâhibine bağırmak ise haramdır. (ELMALILI, 6/10)
Hadis: Rasûlullah (s) herhangi bir kimsenin evine gittiği zaman kapıyı yüzünün karşısına almaz, fakat ya sağında veya solunda bulunur ve: ‘es Selâmü aleyküm, es Selâmü aleyküm’ derdi. Çünkü o sıralarda, kapıların üzerinde perde bulunmuyordu. Bu hadisi sâdece Ebû Dâvud rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 10/61)
Bir yerde karşılaşılan Müslümana selâm vermek sünnet, başkasının evine ve kendi evine girdiği zaman selâm vermek farz, verilen selâmı almak farz-ı kifâyedir. (İ. KARAGÖZ 5/117, 118)
Âyetlerde dile getirilen hususlar, İslâm’ın temel insan haklarına, özel hayâtın gizliliğine ve mesken dokunulmazlığnane kadar önem verdiğinin açık delîlidir. İslâm, âile ve toplumda insanların güven ve huzur içinde yaşamalarını istemektedir. Selâmlaşmanın amacı da bu güven ve huzurun sağlanmasına, toplumsal barış ve kardeşliğin tesisine yöneliktir. (İ. KARAGÖZ 5/118)
Bir evde yangın çıkar, hırsız girer ve haksız yere adam öldürülür yâhut engellenmesi gereken bir kötülük ortaya çıkarsa, işte o zaman böyle bir eve girmek için izin istemek ve selâm vermek gerekmez. Çünkübütünbudurumlar, fakihlerin ‘Zarûret olan yerler, şeriatın koyduğu kurallardan istisnâ edilmiştir’ sözü gereğince müstesnâ kılınmıştır. Çünkü zarûretler, sakıncaları mubah kılar. (İ. H. BURSEVİ, 13/365)
(28).’Orada hiçbir kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size ‘Geri dönün’ denilirse, hemen dönün.’ Bir kimsenin izinsiz girmesi câiz olmayan yeri iyi niyetle de olsa, kapı aralığından veya pencereden gözetlemesi de câiz değildir. Zîrâ izin isteme hükmünün konuluş sebebi, âile mahremiyeti gibi ilgililerin görülmesini istemediği mahremiyetleri yabancı gözlere karşı korumaktır. Müminlerin câsusluk yapar gibi birbirlerinin mahrem durumlarını araştırmalarını yasaklayan âyetin (Hucurât, 49/12) bu konuyla da ilgili olduğu kabul edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/67)
(29).’İçinizde kendinize âit eşyânın bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur.’ Oturan kişi içinde bulunmayan, boş olan veya oturulmayan yerlerle, han, hamam, dükkân, depo gibi yerler bu kapsamdadır. Ancak kirâya verilen yerin tasarrufu kirâcıya âittir. (H. DÖNDÜREN, 2/567)
24/30-31 MÜMİN ERKEK VE MÜMİN KADINLARA SÖYLE
30. (Ey Peygamberim!) Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (nikâh düşen kadınlaraisteklebakmaktan) sakınsınlar ve mahrem yerlerini (ırzlarını) korusunlar! Bu onlar için daha temiz (birhareket)tir. Hiç şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.
31. (Ey Peygamberim!) Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (haramaisteklebakmaktan) sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar. Ziynetlerini / ziynet sayılan yerlerini göstermesinler. Ancak (kendiliğinden) görünen (el, yüz) bu emrin dışındadır. Başörtülerini, yakalarının üstüne kadar (boyunlarınıörtecekşekilde) koysunlar. Ziynet (veziynetsayılanyer)lerini kendi kocalarından veya babalarından veya kocalarının babalarından veya kendi oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya kendi (mü’min) kadınlarından veya ellerinin altındaki sâhip oldukları (câriyeleri)nden veya kadına ihtiyaç duymayan (tamâmenşehvetsiz) erkek hizmetçilerinden veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayacak çocuklardan başkasına aç(ıpgöster)mesinler. Gizledikleri ziynetlerinin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allâh’a tevbe edin (veemirleriniyerinegetirin) ki kurtuluşa eresiniz. [bk. 33/32-34, 59]
30-31.(30).’Müminlere – yâni mümin erkeklere – söyle, gözlerini indirsinler’ gerek dışarda, gerek içerde ve gerekse başkalarının evlerine girip çıkarken, otururken, kalkarken gözlerini dikmesinler, harama bakmaktan, ayıp bir şey görmekten sakınsınlar. (ELMALILI, 6/12)
Uygulama ve yorumlara dayalı açıklamalara göre erkeklerin gözlerden korumaları gereken organları yalnızca cinsel organları değil, bununla birlikte diğer avret yerleridir, yâni göbekleriyle diz kapakları arasında kalan bölgedir. Sınırlarda ictihad farklılıkları vardır: Göbeği ve diz kapakları (baldırlar dâhil) avret saymayan müctehitler de bulunmaktadır. Ebû Hanife’ye göre göbek değil de dizler avrettir. (KUR’AN YOLU, 4/70)
Âyette kadın ve erkeklerin birbirlerinden ayrılmalarını değil, kız kardeşi gibi ebedi olarak evlenmesi haram olan yakınları dâhil karşı cinse şehvetnazarıile arzu ve istek ile bakmasını yasaklamaktadır. Bu yasak, zinaya sebep olacak vâsıtaları kaldırmaya yöneliktir. Çünkü şehvetle ve sürekli bakmak, kalbe açılan bir kapı, kalbin arzusu ise zinaya açılan bir kapıdır. Bu itibarla kadınlara şehvet, arzu ve istekle bakmak haram, gözü kısmak ve şehvetle bakmamak farzdır. (..) Sâdece görmek, şehvet ve sürekli bakmamak kaydı ile bakmak yasak kapsamına dâhil değildir. (İ. KARAGÖZ 5/120)
Nesefi şöyle diyor: ‘Yabancı kadının yüzüne, elinin üst tarafına, bir rivâyete göre de ayaklarına; mahrem kadınların da baş, göğüs, bacak ve pazularına bakmak câizdir. Bütün bunlar şehvetsiz olması hâlinde öyledir. Şehvet ile olması hâlinde ise, hiçbir şekilde bakmak câiz olmaz. Ne mahreme, ne de yabancı olana. (S. HAVVÂ, 10/31)
Avretin helâda olunması hâlinde açıldığı şekliyle ihtiyaç kadarıyla açılması câizdir. Bu bakımdan kişi tek başına guslettiği zaman ve kendisini örtecek bir şey bulunur ise, çıplak olarak yıkanabilir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hz. Eyyûb da çıplak olarak yıkanmışlardır. Aynı şekilde peygamber (s)’in de Fetih Günü gusletmesine dâir rivâyet ile Hz. Meymûne’nin rivâyet ettiği hadisinde sözü geçen guslündeki durum da buna bir örnekdir. (S. HAVVÂ, 10/48, 49)
Âniden bakmak ise, gözünü geri çevirdiği takdirde affedilmiştir. Nitekim sahih kitaplarda Cerir’den şöyle dediği sâbittir: Hadis: Rasûlullah (s)’e aniden bakış ile ilgili olarak sordum, bana: ‘Gözünü çevir’ diye buyurdu. (Müslim ve Ahmed’den S. HAVVÂ, 10/52)
Hadis: Sevgili peygamberimiz Hz. Ali’ye hitâben, ‘Bir baktığında arkadan bir daha bakma, birinci bakış hoş görülür ama, ikinci bakışa hakkın yoktur.’ (Ebû Dâvud Nikâh 43’den KUR’AN YOLU, 4/69)
Tüysüzlere bakmak üç türlüdür: (a) Birisinde, berâberinde şehvet bulunur; bu, ittifakla haramdır, (b) ikincisi, şehvetin berâberinde bulunmadığı bakıştır. Takvâ sâhibi bir erkeğin güzel oğluna, güzel kızına bakması, güzel annesine bakması gibi böyle bir bakışta şehvet bulunmaz.(..) (c) Âlimler arasında üçüncü tür bakış konusunda anlaşmazlık vardır ki; bu da şehvetsiz olarak bakmakla birlikte, şehvetin galeyâna gelmesi korkusunun da bulunmasıdır. Böyle bir bakış ile ilgili olarak iki görüş vardır. İmam Ahmed’in mezhebinde daha sahih görülen ve aynı şekilde İmam Şafii’den ve başkalarından da nakledilen görüşe göre, câiz değildir. İkinci görüşe göre, câizdir. Çünkü aslolan, şehvetin böyle bir durumda galeyana gelmemesidir. O bakımdan şüphe ile böyle bir bakış haram olmaz, fakat mekruh olabilir. (S. HAVVÂ, 10/51)
Tüysüzün yüzüne şehvetle bakmak, mahremlerin ve yabancı kadınların yüzüne şehvetle bakmak gibidir. Bu şehvetin, cinsel ilişki kurmak arzusu ile bakmak sûretiyle lezzet almak arzusu ile olması arasında bir fark yoktur. Yabancı kadının yüzüne bakarak lezzet alması hâlindeki hükmü alır. Her kişi için bunun haram olduğu belli olduğuna göre, aynı şekilde tüysüzün yüzüne bakmanın haram olduğu da imamların ittifâkıyla kabul edilmiştir. (İbn Teymiyye’den S. HAVVÂ, 10/47)
Bâzan sûret verene delâleti dolayısıyla da sûrete bakılabilir. Bu güzel bir şeydir. Yine atlara ve davarlara, bakıldığı şekilde onu yaratılışının güzelliği noktasından da bakılabilir. Nitekim ağaçlara, nehirlere, çiçeklere de bu şekilde bakılabilir. Bu da eğer dünyâyı, başkanlığı ve malı güzel görmek türünden olursa, o takdirde kötü kabul edilir. Çünkü bu Yüce Allâh’ın ‘Onları imtihan etmek için onlardan bir kısmına verdiğimiz süs ve dünyâ metâına gözünü dikme.’ (el Hicr, 15/88) buyruğu ile kötülenmiştir. (S. HAVVÂ, 10/50)
(31).’Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar.’ Mümin kadınlar da erkeklerin kendileri için bakılması helâl olmayan yerlerine bakmasınlar. Bu yerler Ebû Hanife ve İmam Ahmed’e göre erkeğin avret yerleridir. İmam Mâlik’e göre yüz, el ve ayak gibi organların dışında kalan kısımlardır. Şâfii mezhebindeki en sahih görüşe göre kadın erkeğe, erkek kadına hiç bakmamalıdır. (İ. H. BURSEVİ, 13/374)
İlim adamlarından başkaları ise, şehvetsiz olarak kadınların yabancı erkeklere bakmalarının câiz olduğu kanâatindedirler. Nitekim sahih hadiste sâbit olduğuna göre, Rasûlullah (s) bayram gününde mescidde harbeleriyle oynayan Habeşli’lere bakıyor, müminlerin annesi Âişe (r) onun arkasından onları seyrediyordu. Peygamber (s) de Hz. Âişe’yi onlara karşı (arkasında olarak) gizliyordu. (S. HAVVÂ, 10/69)
Hür kadınların yüz ve elleri dışında bütün vücutları avrettir. Ebû Hanife’den nakledilen sahih görüşe göre ayakları namaz dışında avret, namazda ise avret değildir. (İ. H. BURSEVİ, 13/374, 375)
Nesefi şöyle diyor: ‘Gözlerini haramdan sakınmaları emredilmiştir. Kadınlar, yabancı bir erkeğin göbek altı ile diz kapakları arasında olan bölgesine bakamazlar. Arzu duyacak olursa, hemen gözünü çevirir. Kadının kadına da bakması ancak bu şekildedir. Yabancılara bakmaktan kesinlikle gözünü sakındırması öncelikli olandır. Mahrem yerlerin korunmasından önce, gözlerin sakınmasından söz edilmesinin sebebi, bakışın zinânın aracısı, ahlâksızlığın öncüsü olmasındandır. (S. HAVVÂ, 10/32)
‘Mahrem yerlerini korunsunlar.’ Yâni kendileri için helâl olmayan zinâdan, sevicilikten yâhut ta vücutlarını açmaktan yâhut hem bütün bunlardan hem de açılıp saçılmaktan korunsunlar demektir. (S. HAVVÂ, 10/58)
‘Kendiliğinden görünen kısmı müstesnâ, ziynetlerini açığa çıkarmasınlar.’ Yâni âdeten ve fıtraten ortaya çıkıp görünen ve aslı itibâriyle görünmek durumunda olan şeylerdir ki; yüzük, alyans, sürme, kına gibi. Bu gibi şeylerin yabancılara gösterilmesinde sorumluluk yoktur. Asıl sorumluluk, bilezik, hâlhâl, gerdanlık, taç, kemer ve küpe gibi eşyalarının gösterilmesindedir. İmam Ebû Hanife’nin mezhebinde meşhur olan görüş: Dıştan görünen zi(y)net yerleri olan yüz, eller ve ayaklar mutlak olarak avret değildir. (S. HAVVÂ, 10/58)
Nesefi şunları söylemektedir: Âdet ve fıtrat itibâriyle görünmesi devam edilegelen yerler müstesnâdır demektir ki; bunlar yüz, iki el ve iki ayaktır. Bunların örtünmesi açık bir zorluğu gerektirir. Çünkü kadın bir takım şeyleri elleriyle yapmak zorundadır. Özellikle şâhitlik ve muhâkeme ve evlilik sebebiyle yüzünü açmak ihtiyâcını duyar. Yollarda yürümek zorundadır ve bu durumda ayaklar ortaya çıkar, bilhassa fakir kadınların durumu bunu gerektirmektedir. (S. HAVVÂ, 10/32)
Hadis: Hz. Peygamberin, içini gösteren ince bir elbise giymiş olan baldızı Esmâ’ya hitâben, ‘Esmâ, bir kız ergenlik çağına gelince onun –ellerini ve yüzünü göstererek – şuralarından başka yerlerinin görülmesi câiz değildir’ buyurmasıdır. (Ebû Dâvud, KUR’AN YOLU, 4/71)
Hz. Peygamberin bir eşinin sorması üzerine yaptığı târif ile, kızı Fâtıma üzerindeki bir uygulaması,
eteklerin, topuklardan bir karış yukarıya kadar olabileceğini göstermektedir. (Azimâbâdi, İbn Hacer’den, KUR’AN YOLU, 4/73)
‘Başörtülerini yakalarının üstüne kadar indirsinler.’ İnsanın örtünme ihtiyâcı ve utanma duygusu
fıtri olup, ilk insan Âdem ve Havvâ ile başlamış olup, bütün ilâhi dinlerde yer almıştır. Bk.A’raf 7/26, 27,31; Nahl 16/5; Câhiliyye kadınları örtüye dikkat etmez, çıplak olarak Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Mekke döneminde inen; ‘Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişinizde ziynetinizi (giysilerinizi) giyin.’ (A’raf, 7/31) âyetiyle namaz ve tavaf gibi ibâdetlerde avret yerlerinin örtülmesi istenmiştir. (Cessas’tan), Medîne döneminde Nûr Sûresi 24/31 âyeti, ergin mümin kadınlar için baş örtüsü / hımar, 5-7 hicret yıllarında inen Ahzab Sûresi 33/59 âyeti de dış giysi / cilbab uygulamasını getirdi. (H. DÖNDÜREN, 2/567, 568)
Nesefi şöyle demektedir: Onların yaka kısımları, göğüslerini ve çevrelerini gösterecek şekilde, oldukça geniş idi; bu bakımdan onlar da başörtülerini arka taraflarına doğru sarkıtırken göğüs ve boyunları da açıkta kalırdı. Bu bölgelerini de örtecek şekilde ön taraflarından başörtülerini sarkıtmaları emredilmiştir.’ (S. HAVVÂ, 10/32)
‘Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler.’ Kadın için süslenmek helâldir. Bu, kadının fıtratından gelen bir isteğe cevap niteliğindedir. Bütün kadınlar güzel olmaya, güzel görünmeye meraklıdırlar. Süslenme kavramı ise, çağdan çağa değişir. Ama süslenmenin fıtrattaki esâsı tek ve değişmezdir. O da güzel olma, güzelliği tamamlama ve bunu erkeklere gösterme isteğidir. (..) İslâm bu fıtri isteğe karşı çıkmaz. Sâdece onu düzene koyar, kontrol altına alır. Onu hayâtı paylaştığı erkeğe doğru yöneltir, başkasının göremediği şeyleri sâdece ona gösterir. (S. KUTUB, 7/476)
Âyet-i Kerîmenin devâmında da kadınların ziynet yerlerinin, güzellik ve süslerinin görünmesi bakımından sakınca olmayan kimseler on iki madde olarak şöyle sayılmaktadır: ‘Ziynetlerini (yâniörtünmesigereken göğüs, bacak, baş ve buna benzer ziynet yerlerini) (1)’kocaları veya (2) babaları’ (dedeler de buna dâhildir) ‘veya (3) kocalarının babaları’ (çünkübunlardamahremolmuşlardır) ’veya’ (ister neseben ister süt emzirmek yoluyla olsun) (4) ’oğulları veya (5) kocalarının oğulları’ (çünkü bunlar da mahrem olmuşlardır) ‘veya (6) (erkek) kardeşleri veya (7) erkek kardeşlerinin oğulları veya (8) kız kardeşlerinin oğulları (ister neseben olsunlar, ister süt emmek yoluyla olsunlar.. Amca, dayı ve buna benzer diğer mahremler de delâleten bu kapsama girmektedir.) veya (9) ‘kadınları’ (Nesefi der ki: Maksat hür kadınlardır. Mücâhit der ki: Onların kadınlarından kasıt, Müslüman kadınlardır. Müşrik kadınlar, onların kadınlarından değildir. Müslüman kadın, müşrik kadının önünde açılıp saçılamaz.) ‘yânikadın aynı şekilde zimmet ehli kadınları müstesnâ, Müslüman kadınların önünde ziynetiyle görülebilir. Çünkü zimmet ehli kadınları onları açık olarak görecek olurlarsa, kendilerinden olan erkeklere anlatabilirler. (S. HAVVÂ, 10/72) ‘ve (10) câriyeleri veya (11) erkekliği kalmamış hizmetçileri (kadınlardan yana bir ihtiyaçları olmayan, denk olmayan, ücretli ve hizmetçilerle kadınlara karşı bir meyli olmayan, onları arzulamayan kimseler gibi) ‘yâhut (12) kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler.’ (Nesefi der ki: ‘Şehvetleri bulunmadığından dolayı avretlerin farkına varamayan yâhut ta henüz ilişki kurabilecek güç elde etme zamânına gelmemiş olanlar, demektir. (S. HAVVÂ, 10/34)
’Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye de ayaklarını yere vurmasınlar.’ Câhiliye döneminde kadın, yolda yürüdüğünde ayağında ses çıkarmayan ve sesi işitilmeyen bir hâlhâl bulunursa, ayağını yere vura vura yürür ve böylelikle erkekler onun çıkarttığı sesleri işitirdi. İşte burada Yüce Allah, mümin kadınlara bu gibi davranışları yasaklamıştır. Kadının süs eşyâlarından, bir kısmı örtülerinin altında bulunup gizli olanı açığa çıkarmak maksadıyla bir harekette bulunacak olursa, o da bu nehyin kapsamına girer. (..) Kadının dışarıya çıkarken erkeklerin alabileceği şekilde koku sürünüp dışarıya çıkmasının yasaklanması da bu âyet-i kerîmenin kapsamı içerisindedir. (S. HAVVÂ, 10//75)
Meselenin özü, karşı tarafın dikkatini cinselliğe çekmemektir. Bir kadın örtündüğü hâlde sesi, kokusu, tavrı vb. ile kasıtlı olarak karşı cinsin dikkatini üzerine çekmeye yönelirse o, hadiste geçen ‘örtülü çıplak’lardan olur. (KUR’AN YOLU, 4/74)
Ebûl Leys der ki: Kadınlara bakmak dört mertebededir: (1) Kadının bütün uzuvlarına bakmanın câiz olması: Erkeğin, hanımının ve câriyesinin bütün uzuvlarına bakması câizdir. (2) Kadının sâdece yüzü ve ellerine bakmanın câiz olması. Fitne korkusu olmadığı takdirde bir kimse mahremi olmayan hür bir kadının yüzüne ve ellerine bakabilir. İhtiyaç hâlinde bakmakta bir sakınca yoktur. (3) Kadının göğüs, baş, bacak ve kollarına bakmanın câiz olması: Kişinin nesep veya süt emme bakımından evlenmesi haram olan anne, kız kardeş, hâla, teyze, babanın hanımı, oğlun hanımı ve hanımının annesinin (yâni kayınvâlide) bu gibi yerlerine bakması câizdir. (4) Kadının hiçbir yerine bakmanın câiz olmaması: Baktığı zaman günaha girme korkusu varsa, hiç bakmamalıdır. (İ. H. BURSEVİ, 13/378, 379)
Yüce Allah, âyette bütün müminlerin tevbe etmelerini emretmektedir. Bu, müminlerin tevbe etmeyi gerektiren günah işleyebileceklerini, günah işleyenlerin tevbe etmeleri gerektiğini ifâde eder. Hiçbir mümin günahsız değildir. Müminlerin bir şekilde hatâsı, kusuru ve günahı olur. ‘.. tevbe edin’ emri, zorunluluk ifâde eder. Dolayısıyla günahlara tevbe etmek farzdır. (4/17, 18; İ. KARAGÖZ 5/127)
24/32-34 BEKÂRLARI EVLENDİRİN
32. (Ey müminler!) İçinizdeki bekârları, köle ve câriyelerinizden evlenmesi elverişli olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah lütfuyla onları zengin eder. Allah lütfu ve ihsânı geniş olandır, O her şeyi bilendir. [bk. 4/25]
33. Evlenme (imkânı) bulamayanlar da Allah kendilerini lütfundan imkân verinceye kadar iffetli / nâmuslu kalsınlar (haramdansakınsınlar). Ellerinizin altındaki (kölevecâriye)lerden mükâtebe (hürolmakiçinkazanıpbedelödeme) isteyenlerle eğer onlar için bir hayır görüyor/bunu yapabileceklerini düşünüyorsanız hemen yazı(lıolaraksözle)şin. Allâh’ın size verdiği maldan onlara da verin (yardımcıolun). Dünyâ hayâtının geçici menfaatini elde etmek için, (helede) nâmuslu kalmak isterlerse, câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz ki Allah, zorlanmaları sebebiyle (onları) çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 4/25]
34. (Ey müminler!) Andolsun ki size, hem (gerekenşeyleri) açıklayan âyetler, hem sizden önce gelip geçmişler(in)den misâller, hem de (Allâh’ınemirlerineuyupazâbından) korunanlar için bir öğüt indirdik.
32-34.(32).’İçinizden eşi olmayanları ve kölelerinizden elverişli olanları evlendirin.’ Hür erkek ve kadınlardan evli olmayanlar ile köle ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Nesefi şöyle demektedir: ‘Buradaki emir nedb (teşvik) içindir. Çünkü nikâh teşvik edilmiş, (nedbedilmiş bir iştir. Ancak şunu da belirtelim ki; nikâhın bâzen vâcip veya farz olabileceği hâller de vardır. (S. HAVVÂ, 10/37)
Tefsirciler ‘evlendirin’ emrinin muhatâbı olarak velîlerialmışve buradan hareketle velînin evlendirme hakkı ve ödevi üzerinde durmuşlardır. Bize göre burada muhâtap yalnızca velîler değildir; yakından uzağa bütün ilgililer, toplumdur. (KUR’AN YOLU, 4/76)
Hadis: Rasûlullah (s)’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: ‘Doğurgan olan (kadın)la evleniniz, neslinizi çoğaltınız. Çünkü ben, kıyâmet günü sizinle diğer ümmetlere karşı övüneceğim.’ (S. HAVVÂ, 10/76)
Yüce Allâh’ın ‘Şâyet yoksul iseler Allah onları lütfuyla zenginleştirir’ buyruğuna gelince, Ali b. Ebi Talha, İbn Abbas’tan rivâyetle dedi ki: Allah bu buyruğu ile evli olmayanları evlenmeye teşvik etmiş, hür, köle, herkese evlenme emrini vermiş ve evlenmeleri karşılığında lütfuyla zenginleştirme vaadinde bulunmuştur. (S. HAVVÂ, 10/77)
Hadis: Üç kişi vardır ki, bunlara yardım etmek Allah Teâlâ’nın üzerine aldığı bir haktır: Allah yolunda cihad eden kimse, iffetli kalmak isteyerek evlenen kimse ve efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen anlaşmalı köle. (Tirmizi Fezâilü’l Cihad 20; İbn Mace Itk 3’den, Ö. ÇELİK, 3/523)
‘.. Allâh’ın zengin etmesini’ insanlar evlenince hemen onlara mal, mülk ve sermâye vermesi şeklinde değil, imkân vermesi olarak anlamamız gerekir. İnsana çalışma irâdesi ve gücü veren, nîmet kapısı açan, nîmetleri yaratan yüce Allah’tır. İnsan çalışırsa, Allah çalışmasının karşılığını verir. (17/19, 20). Dünyâ nîmetleri de âhiret nîmetleri de çalışarak elde edilir. Çünkü insan için ancakçalıştığının karşılığı vardır. (53/39; İ. KARAGÖZ 5/130)
(33).’Evlenemeyenler de iffetli….. davransınlar.’ Bu gibi kimseler, oruç, gökler ve yerin melekûtu üzerinde düşünmek, zikir ve buna benzer arzuyu harekete getirecek her türlü husustan uzak kalmak gibi yolları izlemek sûretiyle iffetli kalmaya gayret göstersinler. (S. HAVVÂ, 10/38)
Efendimiz (s) özellikle evlenme arzusu canlı olan gençlere şu öğütlerde bulunur: ‘Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü bu, gözü harama bakmaktan korur, iffeti korur. Buna gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç, onun şehvet duygularını kırar. (Buhâri, Müslim’den, Ö. ÇELİK, 3/524)
‘Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedel vermelerini, şâyet onlarda bir hayır görüyorsanız kabul edin.’ İlim adamlarının çoğu, buradaki emrin irşad ve istihbab emri olduğu, kesinlik ve icap emri olmadığı kanaatindedir. Buna göre eğer köle, efendisinden kitabette bulunma talebinde bulunacak olursa, muhayyerdir. (S. HAVVÂ, 10/78)
Zekât gelirinden, kölelerin hürriyete kavuşturulması için pay ayrıldığını, gönüllü harcamalarda da müminlerin bu husûsa teşvik edildiğini biliyoruz. (Bakara 2/177, özellikle Tevbe 9/60) Burada da zenginlere, bedelini ödeyerek hür olmak isteyen köle ve câriyelere, ‘Allâh’ın verdiği malından’ vererek yardımcı olmaları emrediliyor. Yalnızca bu iki emir, doğru anlaşılıp uygulanmış olsaydı zaman içinde, önemli bir sosyal ve ekonomik kriz yaşanmadan kölelik ortadan kaldırılabilirdi; çünkü mevcutlar böyle eritilirdi, kaynağı tek noktaya ( savaş esiri olma durumuna) indirildiği, esirin köle olması da zorunlu bulunmadığı için yeni köleler de olmazdı. (KUR’AN YOLU, 4/77)
‘.. kim onları zorlarsa..’ Yüce Allah câriyelerin yasak edilmeden önce, baskı altında yaptıkları zinâ günahını affedeceğini bildirmektedir. Çünkü bir fiil, kişinin kendi irâdesi olmadan baskı altında zorla yaptırılırsa günah olmaz. İslâm’da her mükellef, ancak kendi bilgisi ve isteği ileyaptıklarından sorumludur. İnkâr için zorlanan bir müminin, canını ve nâmûsunu ve malını kurtarmak için kalbi îman ile dopdolu olduğu hâlde yalnız dili ile inkârı kendisini dinden çıkarmadığı gibi, (16/106), isteksiz olduğu hâlde zorla yaptırılan hiçbir fiilden dolayı sorumlu ve günahkâr olmaz. (3/28; İ. KARAGÖZ 5/133)
(34).’Andolsunki biz, size (gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.’ İbn Kesir der ki: Geçmiş ümmetlerden ve Yüce Allâh’ın emirlerine muhâlefet etmeleri hâlinde başlarına gelenlerden misâller (verdik). Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Böylece onları sonradan gelenlere bir selef ve bir misâl kıldık.’ (ez Zuhruf, 43/56) Yâni günah ve haramları işlemekten alıkoyan bir örnek kıldık, demektir. (S. HAVVÂ, 10/45, 46)
24/35 ALLAH, GÖKLERİN VE YERİN NÛRUDUR
35. Allah, göklerin, yerin (herşeyin) nûru(yaratıcısı, yöneticisi ve aydınlatıcısı)dır. O’nun nûrunun misâli bir hücre içindeki (kuvvetli) bir lâmba gibidir. O lâmba bir cam içindedir. O cam sanki inciden bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nispeti olmayan mübârek bir ağaçtan, zeytinden yakılır. Onun (zeytininparlak) yağı, kendisine bir ateş değmese bile neredeyse ışık verir. (Buda) nur üzerine nurdur (ışığıpırılpırılaydınlıktır). Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur. Allah insanlar için misâller verir. Allah her şeyi bilendir.
35-35. ‘Allah göklerin ve yerin nûrudur.’ Yâni göklere ve yere hidâyet veren O’dur. Göklere, yere ve onlarda bulunanlara hidâyet verip doğru yolu O göstermiştir. İbn Abbas bu konuda: ‘Gökler ve arz ehline hidâyet veren demektir’ demiştir. O’nun hidâyeti olmaksızın doğru yol bulunamaz. Hidâyetin her bir türü O’nun yol göstermesi ile olur ve O’ndan gelir. (S. HAVVÂ, 10/87)
‘Allah, göklerin ve yerin nûrudur.’ Âyetiyle ilgili şu tefsirler yapılmıştır: (1) Birincisi, Allah göklerin ve yerin münevviri yâni aydınlatıcısıdır. Gökler ve yerler, O’nun kudretiyle aydınlanmış, bütün nizam ve işleyişi O’nun kudretiyle istikâmet bulmuş, kendileri ve içlerinde bulunan her şey yine O’nun kudretiyle varlık sahasına çıkmıştır. (Kurtubi’den) (2) İkincisi, Allah karanlıkları aydınlatan, göklerde ve yerde bulunanlara yol gösterendir. Göklerde ve yerde olanlar ancak O’nun nûruyla doğru yolu bulurlar. Ancak O’nun hidâyetiyle sapıklık yollarından korunurlar. (..) (3) Üçüncüsü, Allah, gökleri ve yeri hikmet ve adâletle yönetendir. (Ö. ÇELİK, 3/527)
Hadis: Rasûlullah (s)’e ‘Rabbini gördün mü?’ sorulunca, ‘Bir nur gördüm, şeklinde cevap vermiştir. (Müslim). Bir defâsında da Rasûlullah (s) ‘Rabbini gördün mü?’ suâline ‘Bir nûr! O’nu nasıl görebilirim.’ (Müslim Îman 291; Tirmizi Tefsir 53/7) karşılığında bulunmuştur. (Ö. ÇELİK, 3/527)
‘O’nun nûru..’ hidâyetinin örneği, demektir. O hâlde kendisinin göklerin ve yerin nûru olduğunu vurguladıktan sonra, O’nun göklerin ve yerin nûru ile onlara hidâyet veren oluşunu anlayabilmemiz için bir örnek vermektedir. (S. HAVVÂ, 10/88)
‘İçinde çerağ bulunan bir kandil yuvasına benzer.’ Âyet-i kerîmede zikredilen ‘Mişkat: Kandil yuvası’ duvar içerisinde, fakat pencereden farklı bir boşluk demektir. İşte bu boşluk içerisinde, bulunan oldukça büyük ve göz kamaştırıcı bir kandil bulunmaktadır. ‘O çerağ bir cam içindedir.’ Oldukçaşeffafbircamdan bir kandilin içerisindedir. ‘Cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.’ İnciden parıl parıl parlayan yıldızı andırmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/88)
‘Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nispeti olmayan mübârek bir zeytin ağacından (bu kandil) tutuşturulup yakılır.’ Yâni bu kandilin ışığı, mübârekbir zeytin ağacının yağından gelmektedir. Bu zeytin ağacının bereketi ise, (Nesefi’nin de söylediği gibi) faydalarının çok oluşundan kaynaklanmaktadır. (S. HAVVÂ, 10/88)
Bu âyet ile ilgili görüşlerden birisi de, İbn Kesir’in Dahhâk’tan, onun da İbn Abbas’tan, Yüce Allâh’ın ‘Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nispeti olmayan mübârek bir zeytin ağacından tutuşturulup yakılır’ buyruğu ile ilgili olarak söylediği şu sözdür: Bu, Yahûdi de olmayan, Hıristiyan da olmayan sâlih insan demektir. Bu buyrukların tefsirinde ortaya atılan (bu iki) görüşe göre; fıtratın kalbe olan desteği, Muhammed’ (sa)den itibaren Kıyâmetin kopacağı saate kadar sâlih bir kimsenin bu konuda yardımve desteği ile ancak devam edebilir. İşte bu, İslâm üzere insanları eğitenlerin dikkat etmesi gereken bir konudur. (S. HAVVÂ, 10/101, 102)
‘Nur üstüne nur’ olarak nitelendirilen, fıtri din din duygusu, akl-ı selim, peygamber ve kitap, Allâh’ın her insana bahşettiği dört rehberidir. Yüce Allah, bu dört rehber ile her insana dünyâsını aydınlatacak, doğru yolu gösterecek ve her iki cihanda onu mutlu edecek rehberliği lûtfetmiştir. Aklını kullanan her insan, hem kendisini tanır, hem gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki varlıkları tanır. Bu dört rehberden fıtri din ve akl-ı selim, her insanda doğuştan vardır. Akıl yoksa, dînî sorumluluk da yoktur. Peygamber ve kitabın rehberliğini kabul etmek, insanın aklını kullanmasına, irâde ve tercihine bağlıdır. Ancak aklını kullanan insan yaratılışında var olan din duygusunu faaliyete geçirebilir. Peygamber ve kitabın rehberliğinden yararlanabilir. Aklını kullanmayan ve vicdanının sesine kulak vermeyen insan, Peygamber ve kitabın rehberliğinden yararlanamaz. Dolayısıyla doğru yolu bulamaz, dünyâ sınavını kazanamaz, Allah rızâsını ve cenneti elde edemez. (İ. KARAGÖZ 5/137, 138)
‘Allah dilediği kimseyi nûruna (hidâyetine) kavuşturur.’ Onu hakkı bulmaya, Allah’tan gelen bir ilham ile veya bir delili tetkik etmek / incelemek sûretiyle muvaffak / başarılı kılar. ‘Allah insanlara (ibret almaları için, anlamalarını kolaylaştırmak üzere) misâller verir ve Allah her şeyi bilir.’ O, kimin hidâyet bulmayı hak ettiğini, kimin de saptırmayı hak ettiğini en iyi bilendir. (S. HAVVÂ, 10/89)
‘Kandil yuvası’ mümin demektir. ‘Cam’ onunkalbidir. Çerağ ise, kalp ve fıtratının nûrudur. Yağ onun şeriat gereğince amelidir. Zeytin ağacı, doğuya da batıya da nispeti olmayan şeriattır. Nur ise, fıtratın ve şeriatın nûrudur. Bir insan hem fıtratın, hem şeriatın nûrunu bir arada elde ettiği takdirde, onun bulacağı hidâyet nasıl bir hidâyet olur! (S. HAVVÂ, 10/89)
Âyetin bize verdiği mesaj şudur: Yüce Allah nûrun yaratıcısı ve varlıkların yöneticisidir. Yüce Allah insanı kendisine kulluk için yaratmıştır. Bu, her insanda din duygusunun var olduğunu ifâde eder. İnsana yaratılış gâyesi olan kulluk görevini yapabilmesi için akıl, peygamber ve kitap ile rehberlik etmiştir. Her insanın aklını kullanıp kitap ve peygamberliğinden yararlanması, dünyâsını ve âhiretini karanlıktan kurtarıp aydınlatması gerekir. (İ. KARAGÖZ 5/138)
24/36-38 NE TİCÂRET NE DE ALIŞVERİŞ ALLÂH’I ZİKİRDEN ALIKOYMAMALI
36, 37. (Olamba,) Allâh’ın, yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde (vemescidlerde)dir ki onların içinde sabah akşam O’nu tesbih eder. [Nuriçinbk. 4/174; 6/122; 39/22; 57/19, 28] 37. (İşte) nice mümin insanlar (var)dır ki onları ne ticâret ne de alışveriş, Allâh’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyar. Onlar, (dehşetinden) kalplerin ve gözlerin hâlden hâle geçeceği bir günden korkarlar. [bk. 18/46; 63/9]
38. (Mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibâdetleri) Allah, kendilerini yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirsin ve lütfundan onlara daha fazlasını versin diye (yaparlar). Allah, dilediğine hesapsız olarak rızık verir.
36-38. (36).‘(Bukandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (oevlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Şânı Yüce Allah, mümin kalbin misâlini, bu kalpte bulunan hidâyet ve bilgiyi güzel ve temiz bir yağdan alev alıp tutuşan saf bir çerağa benzetti. Bu örnek meselâ, bir kandile benzemektedir. Bunların yerleri ise, yeryüzünde Yüce Allâh’ın sevdiği bölgeler olan mescidlerdir. (S. HAVVÂ, 10/90)
‘Allâh’ın isminin anılması’, tevhid, Kur’ân tilâveti, şer’i ilimleri müzâkere, ezan ve kâmet gibi bütün zikir çeşitlerini kapsamaktadır. Yâni orada zikir ve namazla meşgul olmak, dünyâ kelâmı ve lüzumsuz, boş sözlerden uzak durmak gerekir. (İ. H. BURSEVİ, 13/415)
‘.. zikret’ ve ‘..zikredin’ emirleri, vücup / zorunluluk ifâde eder. Yâni insanların Allâh’ı zikretmeleri farz bir görevdir. Bu görevi yerine getirmek itaat ve sevap, terk etmek ise isyan ve günahtır. (İ. KARAGÖZ 5/145)
Mescidler, içlerinde Allâh’a ibâdet edilen, tevhid edilen yerlerdir. Bu bakımdan Yüce Allah: ‘’İçlerinde adının anılmasına izin vermiştir’ diye buyurmaktadır. Sanki bu kalplerin bulundukları yer (..), bu mescidlerdir, denilmek istenmiş gibidir. Bu ifâde kâmil îmâni terbiyenin mescidde gerçekleşeceğine dâir açık bir işârettir. (S. HAVVÂ, 10/103)
Hadis: ‘Kim Allah rızâsı için bir mescid yaparsa, Allah da cennette onun için bir saray yapar.’ (Buhâri Salât 65; Müslim Mesâcid 24’den Ö. ÇELİK, 3/531)
Hadis: ‘Sizler bir kimsenin mescitlere devam etmeyi alışkanlık hâline getirdiğini görecek olursanız, onun îman ehli olduğuna şâhitlik ediniz. Çünkü Yüce Allah: ‘Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve sâdece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânâda imar edebilir.’ (Tevbe, 9/18) buyurmaktadır. (Tirmizi Tefsir 9/10; İbn Mace Mesâcid 19’dan, Ö. ÇELİK, 3/531)
Hadis: Bir topluluk, Allâh’ın evlerinden birinde bir araya gelip, Allâh’ın kitâbını okudukları ve aralarında müzâkere ettikleri sürece durmadan üzerlerine sekinet (huzur veren melekler veya huzur ve tatmin) iner.’ (Müslim Zikir 36, 37’den, KUR’AN YOLU, 4/83)
Ali b. Ebi Talha, İbn Abbas’tan rivâyetle dedi ki: ‘Öyle erler ki, ne ticâret, ne alış veriş onları Allâh’ı anmaktan… alıkoymaz’ buyruğu ile ilgili olarak farz olan namazdan alıkoymaz, demektir, açıklamasını yapmıştır. Es Süddi de, cemaatle namaz kılmaktan alıkoymaz, demektir, şeklinde açıklamada bulunmuştur. (S. HAVVÂ, 10/111)
Matar el Varrâk dedi ki: Bunlar alışveriş yapıyorlardı, fakat onlardan herhangi bir kimse, namaz için ezan okunduğunu işitir işitmez, terâzisi elinde bulunuyor ise, onu bir kenara bırakır ve namaza giderdi. (S. HAVVÂ, 10/111)
Yüce Allâh’ın ‘öyle erler ki’ buyruğunda bu erlerin ileri derecedeki gayretlerine, Yüce Allâh’ın yeryüzündeki evleri, O’nun ibâdet, şükür, tevhid ve tenzih mekânları olan mescidleri imar etmelerine sebep teşkil eden yüksek azim ve niyetlerine de işâret olduğu gibi, kadınların namazlarını evlerinde kılmalarının daha faziletli olduğuna da bir işâret vardır. (S. HAVVÂ, 10/92)
(37).‘Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden (kıyâmet gününden) korkarlar.’ Bu kimseler, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu; korku ve dehşetten sıkışıp değişerek bulundukları yerlerden fırladığı kıyâmet gününden korkarlar. O gün kalpler tıpkı ‘kalpler (yürekler) gırtlağa geldiği zaman’ (el Ahzâb, 33/10), âyetinde buyrulduğu gibi karın boşluğunda dönüp gırtlağa dayanır, ne aşağı iner, ne de dışarı çıkar. Gözlerin dönmesi, ‘korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir gün’ (İbrâhim, 14/42) ve ‘gözler yıldığı / kaydığı zaman’ (el Ahzâb, 33/10) âyetlerinde buyrulduğu üzere korkudan dışarı fırlamaları mânâsınadır. Ya da o gün kalpler, kurtuluş beklentisi ve helâk korkusu arasında gider gelir. Gözler de, hangi yönden azap kendilerini yakalayacak ve kitapları hangi taraftan verilecek diye korku ve dehşet içerisinde döner durur. (İ. H. BURSEVİ, 13/417, 418)
‘.. gözlerin ve kalplerin dönmesi’ ile maksat, kâfirlerin şaşkınlık, korku ve tedirginlik içerisinde, gözlerinin fırlayacak, kalplerinin çıkacak gibiolmasıdır. O gün kâfirler, sıkıntıyı kalplerinde hissederler ve korkuları gözlerinden belli olur. (6/110). Müttaki müminler, dünyâda iken kıyâmet hâllerinden korkarlar ve ona göre hazırlık yaparlar. Âhirette korkuları, üzüntüleri ve endişeleri olmaz, güven ve huzur içerisinde olurlar. (2/62; İ. KARAGÖZ 5/146).
(38).‘Allah onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandırsın, lütfunu fazlasıyla versin diye. Ve Allah, dilediği kimseye hesapsız rızık verir.’ Dilediği kimseye mahlûkâtın hesap edemeyeceği kadar çok ecir verir. Dikkat edilecek olursa, O’nun nûru ile hidâyet bulanların sıfatları sunulurken, Aziz ve Celil olan Allah, kalbi aydınlatan, kalbe ışık veren amelin ne olduğunu da zikretmiştir. Bu da mescitlerde namazları kılmak, zikir yapmak, mutlak olarak zekât vermek, Allah’tan korkmak, Allâh’ın yanındaki mükâfatları arzulayıp onlara rağbet etmektir. İşte îmânı geliştirmenin yolu da budur. (S. HAVVÂ, 10/92)
Ecrin Katlanması: Bakara 2/261. âyette her biri yüz tâneli yedi başak örneği Allah yolundaki harcamaların ecrinin yedi yüze kadar katlanacağını gösterir….. İbn Abbas’a göre, cihad ve hac için yapılacak harcama yedi yüz katına kadar ecir kazandırır. İbn Ömer’e göre, yukarıdaki âyetten sonra ‘karz-ı hasen’ verenlerin ecri ile sabredenlerin ecrini bildiren âyetler inmiş ve ecirde sınır daha da genişletilmiştir. (bk. Bakara 2/245; Hadid, 57/11,18; Teğâbün, 64/17; Müzzemmil, 73/20, H. DÖNDÜREN, 2/571, 572)
24/39-40 ISSIZ ÇÖLLERDEKİ SERAP GİBİ
39. İnkâr edenlerin/küfre sapanların (iyisandıkları) amelleri ise, düz arâzide (ufuktagörülen) bir serap gibidir; susayan, onu su zanneder. Nihâyet o(nunyanı)na vardığı zaman, hiçbir şey bulamaz ve (tıpkıbunungibiokâfirlerinâhiretteeliboşaçıkarda) yanında (sâdece) Allâh’ı bulur. O da onun hesâbını eksiksiz görür. Allah hesâbı çok çabuk görendir. [bk. 18/104; 88/2-7]
40. Yâhut (o inkârcılarınamelleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibidir ki onu bir dalga kaplar, onun üstünden diğer bir dalga, onun üstünden de (koyu) bir bulut ve (böylece) karanlıklar üstünde karanlıklar. O(radabulunankimse) elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime (niyetveamelinegöre) bir nur (hidâyetveışık) vermemişse, artık onun için bir nur (hidâyetveışık) olamaz.
39-40.(39).’O küfredenlere gelince, onların amelleri engin çöllerdeki serap gibidir.’ Temsilde çöldeki susuz adam kâfiri, adamın gördüğü serap kâfirin amelini, adamın serapa ulaşması kâfirin ölüp dünyâdan ayrılmasını karşılaştığı azap ise, cehennemi temsil etmektedir. Kâfir, yaptığı ameller karşılığında sevap elde edeceğini düşünüyor. Kıyâmet günü olunca, hiçbir sevap bulamıyor, bilâkis büyük bir azapla karşılaşıyor, böylece müthiş bir hasret, pişmanlık, keder ve üzüntü üçünde kalıyor. (Râzi, ELMALILI’dan, Ö. ÇELİK, 3/532)
Aksine orada göreceği Allâh’ın Zebânileri olacaktır. Onlar onu yakaladıkları gibi cehenneme atacaklar, Hamim ve Ğassâk’tan ona içireceklerdir. İşte Yüce Allâh’ın bu buyrukları da bu gibi kimseler hakkındadır: ‘Onlar, amel etmiş ve (boşuna) yorulmuşlardır. (el Ğâşiye, 88/2). ‘Onlar yaptıkları işin güzel olduğunu zannederler.’ (el Kehf, 18/104, S. HAVVÂ, 10/94)
Açıktan veya içten içe Allâh’ı inkâr edenlerin veya gönderdiği hükümleri beğenmeyen, ona uymak isteyenleri dışlayıp baskı uygulayan, dini afyon sayan yâhut yaptığı işlerde Allâh’ın rızâsını, emir ve yasaklarını hiçe sayıp böylece Allâh’ı aradan çıkaranların şöhret ve menfaat uğruna yaptığı bütün iyi işlerin Allah yanında hiçbir değeri yoktur, âhiret azâbı ise korunmuştur içeriğini SELMAN)(S. KUTUB, 7/476) başkasının göremedii şeyleri sBütün kadınlar güzel olmaya, güzel görünmeye meraklıdırlar. . [bk. 25/23; 47/1, 33-34] (H. T. FEYİZLİ, 1/354)
(40).’Allâh’ın nur (hidâyet) vermediği kimsenin asla nûru olmaz.’ Böyle bir kimse hidâyet bulamaz. Bu tür kâfirlerin amelleri üst üste yığılmış deniz, bulut ve dalgaların karanlıklarına benzemektedir. Çünkü kâfirlerin amelleri hakkın hidâyetinden uzaktır. Diğer taraftan bu amellerle Yüce Allâh’ın rızâsı talep edilmemekte, mükâfâtı umularak işlenmemektedir. İşte bu gibi ameller, inkârcıların amellerini andırmaktadır. Onların amelleri bâtıldır. Allâh’ın vahyinden ve şerîatından kaynaklanmamaktadır. (S. HAVVÂ, 10/95)
Hiç kuşkusuz küfür Yüce Allâh’ın evrende çağlayan nûrundan kopuk bir karanlıktır. Kalbin en yakın, en basit bir hidâyet belirtisini göremediği bir sapıklıktır. Huzur ve güvenin bulunmadığı korkulu bir ortamdır. ‘Allâh’ın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz.’ Allâh’ın nûru kalp için hidâyettir, basiret açıklığıdır, fıtratın Allâh’ın göklere ve yere egemen kıldığı evrensel yasalar sistemine bağlanmasıdır, yine fıtratın gökleri ve yeri bürüyen Allâh’ın nûru ile buluşmasıdır. (S. KUTUB, 7/489)
İşte görülüyor ki küfür, insanı boğan karanlıklar denizidir. Küfre sapanlar, aklını Allâh’ın istediği doğrultuda kullanmamış, Kur’ân’ın rehberliğini ve Peygamber’in uyarılarını dışlamış, böylece bunların verdiği aydınlığı terk edip karanlıklar içinde kalmışlardır. Bu sebeple dünyâda yaptıkları bütün iyi işler de boşa gitmiştir. Âhiret aydınlığı ise, îman edip sâlih amelde bulunanlaradır (bk. 47/1, 32; 57/12). Aynı zamanda yüce Allah bu misâlle, engin denizlerin derinliklerine doğru karanlık tabakaların oluştuğunu bildirmektedir. Son yüzyıldaki bilimsel çalışmalar, denizlerdeki yoğunluk farkıyla iç dalgalar, hem de derinliklere doğru ışık miktarının azalması nispetinde kat kat karanlıklar olduğunu ortaya çıkarmıştır. “Belirli karanlıktaki bütün renkler simsiyah olarak algılanır.” [bk. Kurter, s. 32] (H. T. FEYİZLİ, 1/354)
Hadis: Rasûlullah (sa)’ı şöyle buyururken dinledim: ‘Şüphesiz ki Yüce Allah, yaratıklarını bir karanlık içinde hâlketti. Daha sonra o gün, nûrundan onlara bıraktı. O gün o nurdan kendisine bir şey isâbet eden hidâyet bulmuştur, etmeyen de sapıklıkta kalmıştır. (İmam Ahmed ’den)
Bu hadîs-i şerif, Yüce Allâh’ın ezelden beri kimin sapıklığa düşeceğini bildiğinin delîlidir. Aynı şekilde Allah, kimin hidâyet bulacağını bildi ise, ona bir nur vermiştir. O bu nur sâyesinde hidâyet bulup İslâm’a girmiştir. Kâfire gelince, onun kalbi zulmettir o bakımdan doğruyu görmez ve onun lehine hiçbir delil de yoktur. Çünkü Allâh’ın ilmi ortaya çıkartandır, zorlayan değildir. (S. HAVVÂ, 10/95)
24/41-46 DİZİ DİZİ KUŞLARIN TESBÎHİNİ GÖRMEZ MİSİN ?
41. (Ey Peygamberim!) Görmez misin (Gör, incele, bil) ki göklerde ve yerdekiler ve havada kanat çırparak uçan (sırasıra) kuşlar, bizzat Allâh’ı tesbih ederler! Her biri duâsını da, tesbîhini de kesin şekilde bilir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir. [bk. 17/44]
42. Göklerin ve yerin mülkü (veidâresi) Allâh’ındır. Dönüş de ancak Allâh’adır.
43. (Ey Peygamberim!) Görmez misin (Gör, incele, bil) ki, Allah bulut(lar)ı (dilediğitarafa) sevk eder, sonra on(lar)ın arasını birleştirir, sonra on(lar)ı üst üste yığar (yoğunlaştırır). Bir de bakarsın ki yağmur on(lar)ın arasından çıkmış. Gökten, oradaki dağlar (gibibulutlar)dan dolu indirir de onunla dilediğine musibet (âfet) verir, dilediğini ondan korur. Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kör eder! [krş. 7/57 vedipnotu]
44. Allah gece ile gündüzü (peşpeşegetirerek, uzatıpkısaltarak) evirip çeviriyor. Hiç şüphesiz bunda basîret sâhipleri için elbette bir ibret vardır.
45. Allah (türlerinegöre) her hayvanı (öncekendişekilveözellikleriyleanamaddesi) sudan (nutfeden) yarattı. Bunlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir. [bk. 21/30 veaçıklaması]
46. Andolsun ki biz, (hakikatleri) açıklayan âyetleri indirdik. Allah dilediği kimseyi (hâlisniyetvesâlihamellerinegöre) doğru yola iletir.
41-46. (41).‘Görmez misin ki, göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allâh’ı tesbih etmektedir.’ ‘.. görmedin mi?’ sorusu, peygamberin şahsında bütün insanlara yöneliktir. Gör, incele ve bil anlamındadır. Kâinattaki varlıkları inceleyen ve görebilen insan, bu varlukları bir yaratanın olduğunu bilir ve îman eder. (İ. KARAGÖZ 5/152)
Göklerde ve yerde bulunan insanlar, melekler, cinler, bitkiler ve cansızlar, havada kanat çırpan kuşlar O’nu tesbih etmektedir. Şu saf saf dizilip kanat çırpan kuşlar böylelikle Allâh’ı tesbih etmekte, Rablerinin kendilerine irşad ettiği tesbih ile O’na ibâdet etmektedirler. Ve o bütün bunların neler yaptığını ilmiyle bilmektedir. (S. HAVVÂ, 10/96)
Tesbih, Allah Teâlâ’yı, kendine mahsus yüce sıfatlarıyla anmaktır. Dar mânâda O’nu yakışmayan sıfatlardan tenzih etmektir, her çeşit noksanlıktan uzak ve beri olduğunu ifâde etmektir. İnsanlar ve melekler gibi şuurlu varlıkların bu bilince dayalı bir tercihle tesbih etmeleri mümkündür, vâkidir. Diğer canlı, cansız varlıkların tesbihi ise, ya hâl diliyle, varlık ve hareketlerindeki özellik ve incelikleri gözler önüne sermek, programlandıkları gibi davranmak suretiyle olmaktadır. Veya Allâh’ın kendilerine verdiği, bizim anlayamadığımız özel bir dil ile ifâde edilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/88)
(42).Yüce Allâh’ın ‘Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır’ buyruğunda İslâm’a girmeye bir dâvet vardır. Çünkü mâlik olan O’dur. Onun: ‘Ve dönüş Allâh’adır’ buyruğunda ise, İslâm’a kendi irâdesiyle girmek istemeyen kimselere tehdit vardır. Bu iki âyet-i kerîmenin insanın dikkatini çekmelerinden şunu öğrenmekteyiz: Allâh’ın hidâyeti bütün mahlûkâtı kapsamaktadır. İslâm bütün mahlûkâtın dinidir. (S. HAVVÂ, 10/97)
(43).‘Görmedin mi (gör ve bil ki) şüphesiz Allah, bulutları sevk ediyor ..’ ‘Görmedin mi?’ sorusu, peygamberin şahsında bütün insanlara yöneliktir. Gör, incele ve bil anlamındadır. Kâinattaki varlıkları inceleyen ve görebilen insan, bu varlıkları bir yaratanın olduğunu bilir ve îman eder. (İ. KARAGÖZ 5/155)
(44).’Allah geceyi gündüzü evirip çevirir.’ Yâni hem peş peşe gelişlerinde hem de uzunluk ve kısalık itibâriyle fark göstermelerinde onları evirip çeviren O’dur. (S. HAVVÂ, 10/98)
(45).‘Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır.’ Allâh’ın yarattığı ve her şeye ondan hayat verdiği su ile (Enbiyâ, 21//30) burada geçen ve kımıldayan canlıların yaratılmasına kaynak olan ‘bir su’ birbirinden farklıdır; bu ikinci suyun sperm ve aşılanmadaki erkek (eril) unsur olduğu anlaşılmaktadır. Âyetinüslûbundan‘her birini kendine mahsus bir sudan‘ manasıdaçıktığı için canlı türlerinin bir asıl ve kökten değil, farklı ve çeşitli köklerden yaratıldığı anlaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/88)
(46).‘Şüphesiz ki Biz açıklayıcı âyetler indirdik.’ Âyetlerin açıklayıcı olmasından maksat, sûrede geçen hükümler, emir ve yasaklar, helâl ve haramların anlaşılır nitelikte olmasıdır. (İ. KARAGÖZ 5/158)
Hadis: Rasûlullah (s) Kur’ân-ı Kerîm’i nitelendirirken şöyle buyurdu: ‘Onda aranızdaki anlaşmazlıkların hükmü, sizden öncekilerin bilgisi ve sizden sonrakilerin haberi vardır. O hakkı bâtıldan ayırandır. O boş bir söz değildir. Her kim kibrine yedirmediğinden dolayı onu terk edecek olursa, Allah onun belini kırar. Her kim ondan başkasında hidâyet ararsa, Allah onu saptırır. (S. HAVVÂ, 10/113)
‘.. Allah dilediği kimseyi doğru yola iletir.’ Yüce Allâh’ın hidâyet ve dalâleti dilemesi, kulun irâdesi ve eylemlerine bağlıdır. İnsan, gönülden hidâyet ister ve gereğini yaparsa, Allah onu hidâyete erdirir. İnsan, kendi arzusu ve eylemleri sonucu dalâleti tercih ederse onu da dalâlette bırakır. Kimseyi hidâyete ve îmâna zorlamaz. ‘(Ey Peygamberim!) De ki: Allah isteyeni sapıklıkta bırakır, kendisine yöneleni ise doğru yola iletir.’ (13/27) ‘Rızâsını arayan kullarını Allah Kur’an ile kurtuluş yollarına götürür ve onları irâdesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.’ (5/16). Eğer bir kul hidâyet istemiyorsa, onu Hz. Peygamber bile hidâyete erdiremez. (28/56; İ. KARAGÖZ 5/158, 159)
24/47-51 KALPLERİNDE BİR HASTALIK MI VAR ?
47. (Münâfıklar🙂 “Allâh’a ve Resûl’e inandık ve itaat ettik.” derler. Sonra içlerinden bir grup bunun arkasından yüz çevirir. İşte onlar mümin değillerdir.
48. Onlar aralarında hükmetmek için Allâh’a ve Resûl’ü(nhükümleri)ne çağırıldıkları zaman bir de bakarsın ki onların bir kısmı hemen yüz çevirir.
49. Şâyet hak (buemirvehükümler), kendileri (lehi)ne gözükürse, itaat ederek ona gelirler.
50. (Münâfıkların) kalplerinde (birinkâr) hastalığı mı var? Yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allâh’ın ve Rasûlü’nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korktular? Hayır! Asıl onlar, kendileri zâlimdirler.
51. Aralarında hüküm verilmesi için Allâh’a ve Resûlü’ne çağırıldıkları zaman, mü’minlerin sözü ancak: “İşittik ve itaat ettik.” demeleri (teslîmiyetgöstermeleri)dir. İşte asıl umduklarına erenler onlardır.
47-51. (47).‘(Münâfıklar) Allâh’a da peygambere de inandık, itaat ettik, derler.’ Yâni münâfıklar, kalplerinde bulunanın aksine dilleriyle böyle söylerler. ‘Bundan sonra da arkasından’ Yâni îman ettiklerini, İslâm’a girdiklerini ilân ettikten, itaat ettiklerini belirttikten sonra da ‘birtakımı yüz çevirir.’ Allâh’ın ve Rasûlü’nün hükmüne bağlanmayıp yan çizerler. (S. HAVVÂ, 10/120)
‘Ve onlar mümin değillerdir.’ Yâni îman, lâftan ibâret değildir. Yalnız dilden Allâh’a ve Rasûlü’ne îman ettim, demekle, hakikaten mümin, Müslüman olunuvermez. Onunla berâber samimi, kalpten inanmalı, sadâkatle sebat etmeli ve hareket ve davranışlarıyla bu îmânını ispatlamalı ve desteklemelidir. Bunu ispat edecek delillerden birisi de hakkına râzı olmak ve bir ihtilâf hâlinde Allah ve Rasûlü’nün hükmüne dâvet edildiği zaman kabul ve itaat etmek, boyun eğmektir. Hâlbuki Allah ve Rasûlü’ne îman ettik, Müslümanız, diyenler içinde öyleleri vardır ki, îman yalnız dilindedir. Bunlar mümin değil, münâfıktır. (ELMALILI, 6/34)
Âyet-i kerîme göstermektedir ki yalnız dilden, “Allah ve Resûlü’ne inandık ve itaat ettik.” deyip de kalbinden tasdik etmemek münâfıklık, emirlerine itaat etmemek de fâsıklıktır. Allah ve Resûlü’nün emirlerini beğenmeyerek yüz çevirip de din dışı/dine aykırı olanlarla tatmin olmak ise îmansızlık ve kâfirliktir. (H. T. FEYİZLİ, 1/355)
(48).’Aralarında hüküm vermek üzere Allâh’a ve Rasûlü’ne çağırıldıkları zaman birtakımı hemen yüz çevirir.’ Bişr adındaki münâfık ile, Yahûdilerden bir adam arasındaki arâzi hususunda bir anlaşmazlık vardı. Yahûdi o münâfığı Rasûlullah (s)’in huzûrunda mahkeme olmaya, onun hükmüne başvurmaya çağırdı. Münâfık, haksız olduğunu biliyordu. Bu sebeple bunu kabul etmeyerek: ‘Muhammed bize haksızlık yapar. Bunu yerine biz, Ka’b b. Eşref’in hakemliğine başvuralım’, dedi. Bu âyet onun hakkında indi. (Râzi’den, Ö. ÇELİK, 3/537)
(49).’Eğer hak, kendilerinden tarafa ise boyunlarını bükerek (Allâh’ın Rasûlü‘nün yanına) gelirler.’ Rasûlü‘nün hükmüne râzı oldukları için değil, haklarını istemek maksadı ile itaat eder ve dinler görünerek çabucak gelirler. (S. HAVVÂ, 10/121)
Bu âyet, ilâhi kânûnun işine gelen kısmını kabul edip, arzu ve çıkarlarına aykırı düşen kısmını reddeden ve bunun yerine, beşeri yasaları tercih eden kişinin mümin değil, münâfık olduğunu ifâde etmektedir. Onun mümin olduğunu diliyle söylemesi yalandan başka bir şey değildir. Çünkü o, gerçekte Allâh’a ve Resûlü‘ne değil, kendi çıkarlarına ve arzularına inanmaktadır. (MEVDÛDİ, 3/495)
(50).‘Kalplerinde bir hastalık mı var bunların, yoksa şüphe mi ettiler veya Allâh’ın ve Rasûlü‘nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?’ İbn Kesir’den: Onlar mutlaka şu özelliklerinden birisine sâhiptirler: Ya kalplerinde yakalarını bırakmayan bir hastalık vardır, ya din konusunda bu kalplerde bir şüphe ârız olmuştur yâhut da Allâh’ın ve Rasûlü‘nün verdikleri hükümde zulmetmesinden korkmaktadırlar. Bunlardan hangisi olursa olsun, katıksız bir küfürdür. (S. HAVVÂ, 10/121)
‘Hayır onlar zâlimlerin ta kendileridir.’ Yâni onlar, Rasûlullâh’ın kendilerine haksızlık etmesinden korkuyor değillerdir. Çünkü onun durumunu biliyorlar, onlar bizzat kendileri zâlimlerdir. Kendilerinde hakkı bulunan kimselere zulmetmek istiyorlar. Bunu ise Rasûlullah (s)’in huzurunda yapamazlar. Bundan dolayı onun hükmüne başvurmayı da kabul etmezler. (S. HAVVÂ, 10/121)
24/52-54 HZ. PEYGAMBERİN SORUMLULUĞU
52. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allâh’a saygı duyarak emirlerine (ve yasaklarına) uygun yaşarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır.
53. Eğer kendilerine (münâfıklara) emredersen, mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dâir var güçleriyle Allâh’a yemin ederler. (Ey Peygamberim!) De ki: “Yemin etmeyin (sizdenistenen) güzel bir itaattir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
54. (Ey Peygamberim! Münâfıklara) De ki: “Allâh’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz artık onun üzerine düşen, sâdece kendisine yüklenen (vahyiduyurmaveaçıklamagörevi)dir. Sizin üzerinize düşen de, size yüklenen (itaatgörevi)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Peygamber’in üzerine düşen apaçık bir tebliğden başkası değildir.”
52-54.(52).’Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’tan korkar, sakınırsa, işte onlar kurtulanların ta kendileridir.’ Bu âyette başarı ve kurtuluşa ermenin dört şartından söz edilmiştir: (1). ‘Allâh’a ve peygambere itaat’, Kur’an’daki ve Kur’ân’ın beyânı olan Hz. Peygamberin sünnetindeki emir ve yasaklara, ilke ve hükümlere uymak ile mümkün olur. Her Müslümanın âyet ve hadislerdeki bağlayıcı olan emir ve yasaklara uymaları farz, aksi davranış isyandır. (2). ‘Allah’tan korkmak’ ile maksat, Allâh’ın azâbından, sevgisini kaybetmekten ve makamından korkmaktır. ‘Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır.’ (55/46). (3). ‘Allah’tan korkmak’: Bir insanın müttaki olabilmesi için; şartlarına uygun îman etmesi, Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına uyması gerekir. (4). İhtilâflı konuların çözümünde Kur’an ve sünneti esas almak(tır). (İ. KARAGÖZ 5/163, 164)
(53).‘De ki. Yemin etmeyiniz. Sizden istenen mâruf bir itaattir.’ Sizin mâruf ölçüler içerisinde itaat etmeniz, bu şekilde yalan yere yemin etmenizden daha uygun ve daha iyidir. Veya sizden istenen, mâruf bir itaatten başkası değildir. (..) Sizden istenen, ağızlarınızla yapacağınız kalplerinizin de aykırı ve muhâlefet edeceği yeminler değildir. (S. HAVVÂ, 10/124)
Münâfıklar, kendi aralarında başka, Hz. Peygamberin yanında başkakonuşuyorlar, içlerinde olan ile sözleri aynı olmuyordu. Âyette yüce Allâh’ın münâfıkların niyetlerini, içlerindekini ve sözlerini de bildiği haturlatılmaktadır. (İ. KARAGÖZ 5/165)
(54).‘De ki: Allâh’a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz.’ Yâni peygambere itaat da özellikle Allah emridir, ona itaat edilmedikçe, Allâh’a itaat edilmiş olunmaz. Şu hâlde Allâh’ın kitabına yapışmak bir görev olduğu gibi, peygamberin sünnetine yapışmak da özellikle bir görev, bir vecibedir. (ELMALILI, 6/36)
Sâdece ‘Allâh’a itaat edin’ yâni Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uyun denilmeyip ayrıca ‘peygambere itaat edin’ denilmesi, Hz. Peygamberin sünnetinin, Kur’an ile ilgili açıklamalarının önemini vurgular. Dolayısıyla sâdece âyetlerdeki emir ve yasaklara değil, sahih hadislerdeki emir ve yasaklara da uyulması gerekir. Çünkü Peygambere itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur. (4/80). Hadis: ‘Kim bana itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allâh’a isyan etmiş olur.’ (Buhâri, Ahkâm, 1; İ. KARAGÖZ 5/165)
‘Şâyet yüz çevirirseniz bilin ki o, kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz.’ Sizler eğer ona itaatten yüz çevirecek olursanız, ona bir zararınız olmaz, ancak kendinize zarar vermiş olursunuz. Çünkü Rasûlullah (s)’in üzerinde Allâh’ın kendisine yüklediğinden başka bir sorumluluk, ona teklif ettiği risâleti yerine getirmekten başka bir görev yoktur. O bunu yerine getirecek olursa, sorumluluğunu, yükümlülüğünü yerine getirmiş olur. Size gelince; size düşen ise verilen buyrukları kabul ile karşılamak, gereğince amel etmektir. (S. HAVVÂ, 10/125)
‘Peygambere düşen apaçık (âyetler ve mûcizeler ile birlikte olduğundan dolayı açık – seçik, net) tebliğden başkası değildir.’ Yâni ona düşen, tebliğde bulunmaktan ibârettir. Sizin kabûlünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur; yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz. (S. HAVVÂ, 10/125)
24/55-57 İNANANLAR İÇİN HÜKÜMRANLIK
55. (Ey müminler!) Allah, sizden îman edip de sâlih amel işleyenlere vaadetti ki: Kendilerinden öncekileri (kâfirlerinyerine) hükümran kıldığı gibi, elbette onları da (dinlerinivekitaplarınıtahrifedenlerinyerine) yeryüzünde hükümran yapacak (devlet–hilâfetverecek), onlar için beğendiği dinlerini (İslâm’ı) mutlaka kendileri için iktidar yapıp sağlam temellere oturtacak ve korkularının ardından onları kesinlikle tam bir güvene erdirecektir. (Çünküonlar) hiçbir şeyi bana ortak koşmadan kulluk ederler. Artık kim bundan sonra nankörlük ederse işte onlar, yoldan çıkan (fâsık)ların ta kendileridir. [krş. 8/26; 14/14; 21/105]
56. (Ey müminler!) Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber’e itaat edin ki merhamet edilesiniz.
57. (Ey Peygamberim!) Sakın ha, o inkâr edenlerin, yeryüzünde (Allâh’ı) âciz bırakan (kimse)ler olduklarını zannetme! Onların varacağı yer ateştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!
55-57.(55).’Allah, içinizden îman edip sâlih amel işleyenlere vaad etti ki; onlardan öncekileri nasıl halîfe kıldı ise, onları da yeryüzüne hâlîfe kılacak.’ Allah, îman edenlere küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını onları yeryüzünün mîrasçıları yapacağını, daha önce dînini gereğince omuzlayıp yüklenen kimseleri hâlîfe kıldığı gibi, kendilerini de hâlîfe kılacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı sağlamlaştıracak, güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve hepsine güvenlik vereceğini, daha önce üzerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmektedir. Şânı Yüce Allah, bu vaadini yerine getirmiştir. (S. HAVVÂ, 10/126)
Bu vaadler çok geçmeden gerçekleşmiştir. Müslümanların Mekkeli müşriklerle yaptığı Hudeybiye Antlaşmasından itibaren güven ortamı oluşmuş, düşman ve savaş tehlikesi azalmıştır. Mekkenin fethinden sonra Müslümanlar Arabistan bölgesine bütünüyle hâkim olmuşlardır. İlerleyen yıllarda ve asırlarda Müslümanlar, güçlü devletler ve medeniyetler kurmuşlar, dünyanın birçok yerine hâkim olmuşlardır. Bunlar Hz. Muhammed (s)’in hak peygamber, Kur’ân’ın Allah sözü ve İslâm’ın hak din olduğunun açık kanıtıdır. (İ. KARAGÖZ 5/168)
Yüce Allah, daha önce İsrâiloğulları’nı küfür ehlinin yerine hâkim kıldığı gibi, Müslümanları da Mekke ve Medîne müşriklerinin ve kitap ehlinin yerine hâkim kılmış ve bu hâkimiyet, Abbasilerden Osmanlılara geçerek yüzyıllar boyu sürmüştür. Burada amaç, hiçbir baskıyla karşılaşmaksızın Allâh’a ibâdet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Hz. Peygamberden sonra bu konuda bozgunculuğun Hz. Ömer’in katledilmesiyle başladığı nakledilir. (H. DÖNDÜREN, 2/572)
(Demek ki) Başarıların sebebi, müminlerin yalnızca Allâh’a kulluk ediyor olmaları ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmuyor olmalarıdır. Başarı ve zafere ulaştıktan sonra da yapacakları iş, yine Allâh’a kulluk etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Bu durumlarında bir değişiklik olduğunda kendilerine lütfedilen başarılar da değişecek, Allâh’ın nîmetlerine nankörlük edenler gâlibiyetlerini kaybedeceklerdir. (Ö. ÇELİK, 3/540)
Tefsir kitaplarında, bu âyetin yorumlandığı yerde, belgelendirilmiş olarak Ebü’l Aliye’den nakledilen şu değerlendirme, söz konusu ruh hâlini yansıtmaktadır; Hz. Peygamber ve ashâbı Mekke’de, savaş emri olmadan, on yıl kadar korku içinde ve gizli olarak hâlkı, Allâh’ın birliğine, îmâna ve yalnızca O’na kul olmaya dâvet ettiler. Sonra Medîne’ye hicret izni gelince, oraya göç ettiler, arkasından savaş emri geldi, orada korku çekerek, gece gündüz silâhlı olarak sabırla beklediler. Bu günlerin sonlarına doğru, bir sahâbi Hz. Peygambere sordu: ‘Ey Allâh’ın Rasulü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız, silâhı bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?’ Allah Rasûlü şu cevâbı verdi: ‘İçinizden bir kimsenin, silâh taşımadan, elbisesine bürünerek, kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz.’ Bu sözün üzerinden çok zaman geçmeden tefsir ettiğimiz âyet vahyedildi. (KUR’AN YOLU, 4/92, 93)
Bu Yüce Allah’tan Rasûlüne (s) bir vaadidir. O ümmeti yeryüzünün hâlîfeleri yâni insanların önderleri, yöneticileri, onların başındaki idârecileri olacaklar, onlar sâyesinde ülkeler salâh bulacaktır. Korkularından sonra, onlara güvenlik verecek ve onlar arasında hükmedeceklerdir. Şânı Yüce Allah, gerçekten bunu yerine getirmiştir. Hamd ve şükrümüz O’nadır. O (s) vefat etmeden Mekke, Hayber, Bahreyn ve Arap yarımadasının diğer bölgeleri ile Yemen bölgesinin tamâmı fethedilmişti. Hecer ateşperestlerinden ve Şam’ın (Sûriye) bâzı bölgelerinden cizye aldı. (İbn kesir’den, S. HAVVÂ, 10/138)
Hadis: Rasûl-i Ekrem (s) şöyle buyurur: Allâh’a gerçekten îman eden ve sâlih amellerde bulunan bu ümmeti: Allah katında yüce mertebe kazanmak, dînini yaşamak, düşmanlarına karşı Allah’tan yardım görmek ve yeryüzünde güç sâhibi olmakla müjdele. Kim âhiret amelini dünyâ için yaparsa, onun âhirette hiçbir nasibi yoktur. (Ahmed b. Hanbel Müsned 5/134’den, Ö. ÇELİK, 3/540)
‘Allâh’ı âciz bırakacaklarını zannetme’ Allah dilediğini yapar, yapmak istediğine kimse engel olamaz. Yüce Allah, kâfirleri dünyâda cezalandırmak isterse buna kimse engel olamaz. Âciz olmaması ve kimsenin O’nu âciz bırakamaması, Allâh’ın selbi sıfatlarından biridir. (İ. KARAGÖZ 5/169, 170)
24/58-60 ÇOCUKLAR DA YATAK ODASINA İZİNSİZ GİREMEZ
58. Ey îman edenler! (Kölevehizmetçiolarak) ellerinizin sâhip olduğu kimseler ve sizden olup da henüz bulûğa ermemiş (küçük)ler, şu üç vakitte (odanızagirmekisterlerse) sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin (istirahatiçin) elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra. (Çünkübunlar) sizin üstünüzün açılabileceği üç (mahremiyet) vaktidir. Bunlardan başka (zamanlardagirmelerinde) size de, onlara da bir günah yoktur. (Onlar, hizmetiçin) yanınızda dolaşabilir, birbirinizin yanında olabilirsiniz. Allah size âyetleri bu şekilde açıklar. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
59. Çocuklarınız bülûğ çağına ulaştıkları zaman, kendilerinden önceki (büyük)lerin izin istedikleri gibi, onlar da (yatakodasınagirmekiçin) izin istesinler. Allah size âyetlerini bu şekilde açıklar. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
60. Âdetten kesilmiş (doğurganlıkvasfınıkaybetmiş), evlilik ümit ve arzusu kalmamış (ihtiyar) kadınlara gelince: Ziynet ve ziynet sayılan yerlerini göstermeyerek, (süslenipbirçekiciliğebaşvurmayarak) dışarıda giydikleri elbiselerini giymemelerinde kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları (veörtünmeleri) kendileri için daha hayırlıdır. Allah (herşeyi) işitendir, bilendir. [krş. 24/31]
58-60.(58).’Ey îman edenler! Ellerinizin altında bulunanlar (yâni köleler ve) sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar (yâni hür olup ta erginlik yaşına varmamış çocuklar, gece ve gündüz boyunca) sizden üç defa izin istesinler.’ (S. HAVVÂ, 10/146)
Yukarıdaki istiynas, yâni yukarıdaki fark ettirme emri hür ve erginlik çağına erenler hakkında idi. Buradaki izin isteme ise, el altındaki köle ve câriyelerle, henüz erginliğe ermiş olmayan hür çocuklar yâni sabiler hakkındadır. Bir de bunlarınki her defâsında değil, ‘üç kere’ yâni üç vakitteki (1) birincisi ‘sabah namazından önce’, çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanıdır, (2) ikincisi ‘ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz sırada’ ki kaylûle, yâni gündüz uykusu vakti, (3) üçüncüsü ‘ve yatsı namazından sonra’ yatmak için soyunulduğu zamandır. ‘ki sizin için üç avret vaktidir.’ Örtünmenizin ihlâl edilmiş olduğu, eksikli bulunduğunuz üç gedik vaktinizdir. (ELMALILI, 6/39, 40)
Bülûğ çağına ulaşmış çocuklar ise, artık yetişkinler gibi her girdiklerinde izin istemeleri gerekir. Bülûğ çağı, erkeklerde ihtilâm görmek, kızlarda ise aybaşı görmekle başlar. Bunlarda gecikme olması durumunda ise Ebû Hanife’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz yaşın dolması gerekir. Müctehitlerin çoğuna göre ise, on beş yaşına girilmesiyle bülûğ çağı başlamış olur. (Ö. ÇELİK, 3/543)
‘Bu vakitlerin dışında size de, onlara da bir sorumluluk yoktur.’ Artık bu üç vaktin dışında ne sizin için, ne de sözü geçen kimseler için izin istemeksizin girmekte bir günah yoktur. (S. HAVVÂ, 10/146)
‘Birbirinizin yanına girip çıkarsınız.’ Yâni birbirinize karışmaya, girip çıkmaya, sizin de onların da ihtiyâcı vardır. Onlar size hizmet etmek için yanınıza girer; siz de hizmet gördürmek için yanlarına gidersiniz. Şâyet her vakitte izin verilmek için kesin bir emir verilmiş olsaydı, bu bir zorluğa sebep olurdu. Zorluk ise şeriatte nas ile kaldırılmıştır. (S. HAVVÂ, 10/146)
Oysagünümüzdepsikolojibiliminin ilerleme kaydetmesinden sonra psikologlar küçük yaşta çocukların gördüğübâzı sahnelerin, onların tüm hayatlarını etkilediğini, tedâvisi güç, psikolojik ve sinirsel hastalıklara yakalanmalarına neden olduğunu söylemektedirler. İşte her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah müminleri bu edep kuralları ile eğitirken; sinirleri sağlam, içi huzurlu, duyguları edepli, kalpleri arınmış, düşünceleri kötülüklerden uzak bir ümmet oluşturmak istiyor. (S. KUTUB, 7/506)
(59).’Sizden olan çocuklar da erginlik çağına girdiklerinde izin istesinler, nitekim kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi.’ Yâni kendilerinden önde bulunan siz büyüklerinin onların odalarına girmek için geçen ‘Ey îman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip, ev hâlkına selâm vermeden girmeyin.’ (Nûr, 24/27) âyeti gereğince her zaman geldiğini fark ettirip, selâm vererek izin istemeniz gerekli olduğu gibi, onlar da yalnız üç vakitte değil, her zaman yanınıza gireceklerinde izin istesinler. (ELMALILI, 6/40)
(60).’Evlenme beklentisi kalmayan yaşlanıp oturmuş kadınlara zinetlerini açığa vurmamak şartıyla (yâni ziynetlerini göstermeksizin saç, boyun, bacak ve buna benzer gizli ziynet yerlerini de açmaksızın, S. HAVVÂ, 10/147) ) dış örtülerini bırakmalarında sakınca yoktur.’ Yâni hayız ve nifastan kesilmiş kadınlar yukarıda geçen ‘Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler, ziynetlerini teşhir etmesinler.’ (Nûr, 24/31) emri gereğince gizlemeleri gereken ziynetlerden hiç birini göstermemek şartıyla üzerlerindeki çarşaf, ferâce gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız başörtüsüyle çıksalar, bir sakınca yoktur, günah olmaz. Fakat kadının kendisini süsleyip sokağa çıkması gençler için günah olduğu gibi, ihtiyarlar için de günahtır. Süslenmeleri günah değil, süsle yabancı erkeklere çıkmaları günahtır. (ELMALILI, 6/40)
İbn Mes’ud (r)’a göre ‘dış giysiyi bırakmak’tan maksat, cilbab (baş örtüsü dışında, bedeni bütün olarak örten dış giysi’ veya ridâ (bedenin üst kısmını örten ceket, kaban gibi örtü) dır. Ebû Sâlih ise; ‘Bu durumdaki kadın, yabancı erkeğin yanında cilbâbını çıkarıp başörtüsü ve normal elbise ile durabilir’ demiştir. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/573)
Abdullah b. Abbas (r) çıkarılabileceği bildirilen giysinin ‘cilbab’ olduğunu söylemiştir. Ayrıca 31’nci âyette başörtü, ‘humur’ kelimesi ile ifâde edilmiştir. Bu âyette ‘humur’ değil, elbisenin giyilmeyebileceği bildirilmiştir. Dolayısıyla yaşlı kadınların giysileri, gençlere göre biraz hafif olabilir. Yâni evde giydiği giysi ile dışarı çıkabilir, çünkü yaşlı kadınların cinsel câzibeleri kalmamıştır. Ancak, başlarını örtmeleri gerekir. Vücutlarını ve diğer uzuvlarını da açamazlar. ‘.. ziynet yerlerini açmaksızın’ ifâdesi bunun delilidir. (İ. KARAGÖZ 5/176)
24/61 EVLERE GİRDİĞİNİZ ZAMAN SELÂM VERİNİZ
61. (Evlereizinsizgirmede, ihtiyaçlarıolanyemeğiyemede) görme özürlüye, topala ve hastaya bir günah olmadığı gibi, size de; (kendi) evlerinizden yâhut babalarınızın evlerinden yâhut annelerinizin evlerinden yâhut erkek kardeşlerinizin evlerinden yâhut kız kardeşlerinizin evlerinden yâhut amcalarınızın evlerinden yâhut hâlalarınızın evlerinden yâhut dayılarınızın evlerinden yâhut teyzelerinizin evlerinden yâhut anahtarlarına sâhip ol(upçalış)tığınız (evler)den yâhut dostlarınız(ınevlerin)den yemenizde bir günah yoktur. (Güvenvemeşrûölçülerdâhilinde) birarada/toplu olarak veya ayrı ayrı yemenizde de üzerinize bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından bereket ve güzel bir sağlık (dileği) olarak, kendi (evhâlkınıza, kimseyoksakendikendi)nize selâm verin. Allah, size âyetleri böylece açıklıyor ki düşünüp anlayasınız.
61-61. ‘Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için de bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur.’ İslâm âmâ (kör), topal ve hasta olanları başta cihad olmak üzere güç yetiremeyecekleri pek çok yükümlülükten muaf tutmuş, onlar için daha özel hükümler koymuştur. (bk. Tevbe, 9/91-92; Feth, 48/17, Ö. ÇELİK, 3/544)
Savaşa çıkan Müslümanlar, evlerinin anahtarlarını veya hazinelerini kör, topal veya hasta olup da savaşa katılamayanlara emânet eder ve bunlardan (yemek) yemelerine izin verirlerdi. Ancak buna rağmen onlar, Nisâ sûresi 4/29. âyeti dikkate alarak, bunda sakınca görüp yemezlerdi. İbn Abbas’a göre, âyet bunun üzerine inmiş ve Nisâ 4/29’un istisnâlarını belirlemiştir. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/573)
Bu âyette sayılan hısım ve yakınların evlerinde herkes kendi arasında yiyebileceği gibi, topluca yemeğe de dikkat çekilmiştir. Hattâ bunun daha bereketli olduğu vurgulanmıştır. Hadis: Toplu yiyiniz, parçalanmayınız. Çünkü bereket toplulukla birliktedir. (İbn Mâce, H. DÖNDÜREN, 2/573)
Kendi evlerinizden kasıt, çocukların evleridir. Çünkü kişinin çocuğu, kendisinden bir parçadır; çocuğu da kendisi hükmündedir. Bu bakımdan âyet-i kerîmede çocuklar yahut da eşlerin evleri ayrıca zikredilmemiştir; zîrâ eşler bir tek can gibidir. Hanımın evi ile kocanın evi arasında fark yoktur. (S. HAVVÂ, 10/148)
Anahtarları elinde bulunan: İbn Abbas’a göre; işçi, çoban, bekçi gibi kişiler, çalışma yerlerindeki bağ, bahçe ve çiftliğin ürününden yiyebilir, hayvanın sütünden içebilir. Ancak, mal sâhibinin özel izni olmadan dışa götüremez, kendisi için biriktiremez. (H. DÖNDÜREN, 2/573)
‘veya dostlarınızın evlerinde’ Dost ve akrabalarınızın evlerinde hoşlanmamazlık etmeyeceğini bildiğiniz takdirde, yemenizde bir mahzur / sakınca yoktur. (İbn Kesir’den) Katâde der ki: Arkadaşının evine girdiğin takdirde onun izni olmaksızın yemende bir sakınca yoktur.’ (S. HAVVÂ, 10/149)
‘Evlere girdiğiniz zaman, kendinize Allah katından bereket, sağlık ve güzellik dileyerek selâm verin.’ İnsan olan eve girildiğinde ‘es selâmü aleyküm ve rahmetullah’ boş eve girildiğinde ise, ‘es selâmü aleynâ ve alâ ibadillâhissâlihîn’ (Bize ve Allâh’ın sâlih kullarının üzerine selâm olsun’ denir. İbn Abbas, mescide girişte de bu şekilde selâm verilmesini tavsiye etmiştir. (Kurtubi’den, H. DÖNDÜREN, 2/573)
Burada doğru olan ilgili cümleyi (‘Evlere girerken kendinize selâm verin’) genel mânâsı itibâriyle yorumlamaktır. Çünkü söz konusu ifâde de tahsisi gerektirecek herhangi bir belirti mevcut değildir. Bu yüzden bir mümin ister kendi evine, ister başkasına âit bir eve, ister mescide girsin, mutlaka orada bulunanlara selâm vermelidir. Hattâ boş bir eve girmiş olsa bile yine oraya da selâm vermesi gerekmektedir. Zîrâ söz konusu mekânda herhangi bir insan mevcut olmasa da melekler bulunmaktadır. (M. DEMİRCİ, 2/416)
‘.. eve girdiğiniz zaman selâm verin’ emri, bağlayıcıdır. Dolayısıyla her Müslümanın bu emre uyarak, kendi evine veya bir Müslümanın evine veya işyerine veya bir meclise girdiği zaman orada bulunanlaraselâm vermesi gerekir. Hadis: Peygamberimi (s) sahâbeden Enes b. Mâlik (r)’e şöyle buyurmuştur: ‘Ey Enes! Kendi âilenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun.’ (Tirmizi İstîzan 150; İ. KARAGÖZ 5/181)
24/62 İZİNSİZ GİTMEK YOK!
62. Gerçek mü’minler ancak, Allâh’a ve Rasûlü’ne (tam) inananlar ve o (elçi) ile berâber topluca (veyatoplumaâit) bir iş için bulundukları zaman, ondan izin alıncaya kadar (ayrılıp) gitmeyenlerdir. (Rasûlüm!) Doğrusu senden izin isteyenler, Allâh’a ve Rasûlü’ne gerçek anlamda inanan kimselerdir. Öyle ise, bâzı işleri için senden izin istedikleri zaman, onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 9/43-45]
62-62 ‘Müminler ancak Allâh’a ve Rasûlüne îman edenler ve Peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında ondan izin isteyip ayrılıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir.’ Yâni cihad, savaş stratejisini belirlemek, Allah yolunda Cuma ve bayram namazları dâhil her türlü toplantı için insanların bir araya geldiği hâllerde, Allâh’ın Rasûlünden izin istemeksizin gitmeyenlerdir; gerçek müminler. (S. HAVVÂ, 10/152, 153)
‘Gerçekten senden izin isteyenler, işte onlar Allâh’a ve Rasûlüne inananlardır.’ Ayrıca bunda bir başka husus daha ifâde edilmiştir ki; izin istemek âdetâ Allâh’a ve Rasûlüne îmânın tasdik edici bir özelliği veya sadâkatin bir ölçüsü olarak ifâde edilmiştir. (S. HAVVÂ, 10/153)
‘Birtakım işleri için senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver. Ve Allah’tan onların bağışlanmalarını dile.’ İzin isteyenlere mağfiret istenmesinden söz edilmesi, efdal olan hiçbirşekilde izin istememenin olduğunun delîlidir. Nesefi der ki: ‘İlim adamları şöyle demiştir: İnsanların kendilerini yöneten mümin yöneticilerine, din ve ilimde ileri giden kimselere karşı da böyle davranmaları gerekir. Onları desteklemeli ve izinleri olmaksızın yanlarından ayrılmamalıdırlar. (S. HAVVÂ, 10/153)
Yâni, geçerli bir mâzeret durumunda bile izin verip vermemek, Hz. Peygambere veya Hz. Peygamberden sonraki hâlîfeye kalmıştır. Eğer o ortak neden ve çıkarı bireyin kişisel mâzeretinden daha önemli görürse, izin vermeyebilir ve bir müminin de buna gönülden râzı olması gerekir. (MEVDÛDİ, 3/507)
Buâyet–ikerîmeler, Müslümanların toplanma âdâbından birisini vurgulamaktadır. O da herhangi bir iş için toplanmış olmaları hâlinde hayâtı süresince Rasûlullah (s)’in izni olmaksızın kimsenin çıkmak hakkına sâhip olmadığıdır. Eğer Rasûlullah (s) huzurda değil yâhut ta vefâtından sonra ise, onların başının izni olmadıkça çıkmamak gerekir. (..) Bunlar aynı zamanda Peygamber (s)’in mîrasçıları olan ve Müslümanların başında şer’an emir konumunda bulunan kimselere karşı da uyulması gereken edeplerdendir. (S. HAVVÂ, 10/155)
Hz. Peygamberin çağrısıyla gerçekleşen bâzı toplantılarda münâfıklar, birbirlerini siper ederek görünmeden sıvışıp gidiyorlar, böylece hem toplantıyı sabote ediyor, hem de rahatsız oldukları bir ortamda bulunmaktan kurtuluyorlardı. Âyette, ‘müminler ancak … izin almadan çekip gitmeyenlerdir.’ Kısmı, genel olarak mümini tanımlamak için değil, târihi vâkıaya bağlı olarak müminlerin münâfıklardan bir farkını daha ortaya koymak içindir. (KUR’AN YOLU, 4/102, 103)
24/63-64 HZ. PEYGAMBERİ BİRBİRİNİZİ ÇAĞIRIR GİBİ ÇAĞIRMAYIN
63. (Ey müminler!) Peygamber’in (sizi) çağırmasını, birinizin diğerini çağırması gibi tutmayın (hemenkoşun). Allah, sizden birbirinin arkasına saklanarak sıvışıp gidenleri kesinlikle bilir. (Peygamber’in) emrine aykırı davrananlar, kendi (baş)larına bir belâ gelmesinden veya kendilerine acıklı bir azâbın çarpmasından sakınsınlar.
64. (Ey insanlar!) İyi bilin ki göklerde ve yerde olanlar, şüphesiz Allâh’ındır. O sizin ne (îman, inkâr, nifak) üzerinde olduğunuzu bilir, kendi (huzûru)na döndürül(üpgötürül)dükleri gün, onlara yaptıkları şeyleri haber verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
63-64.(63).’Peygamberin çağırmasını’ (yâni O’nun itikat ve amel konusunda size olan emir ve dâvetini) ‘aranızda her hangi birinizin diğerini çağrısıyla bir tutmayın.’ Abdullah b. Abbas’a göre bu âyette yer alan ‘.. Rasûlün çağrısı..’ ifâdesi, Hz. Peygamber’in çağrısı anlamına gelmektedir. Buna göre söz konusu âyet onun çağrısına karşı gelmekten insanları sakındırmaktadır. Çünkü Allah elçisinin çağrısı, uyulmaması durumunda cezâyı gerektirmektedir. (Taberi) (..) Söz konusu âyet bizden, Hz. Peygamber’in her çağrısına hemen uymamızı, bu konuda aslâ bir gevşeklik ve umursamazlık içinde hareket etmememizi istemektedir. Çünkü Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’in çağrısına uymak ve ona itaat etmek, Allâh’ın emrine icâbet ve itaat etmek gibidir. (Nisâ 4/80) Böyle olunca Hz. Peygamber’in çağrısına uymamak ve ona itaat etmemek, ilâhi çağrıya kulak vermemekanlamına gelmektedir. (M. DEMİRCİ, 2/417, 418)
Yâni yüz çevirme, icâbette gevşek davranma ve izinsiz ayrılmayı câiz görme bakımından birinizin birinize olan dâvetine kıyas etmeyin. Çünkü O’nun dâvetine icâbette acele etmek vâciptir. İzinsiz geri dönmek ise haramdır. (İ. H. BURSEVİ, 13/481, 482)
Yâhut Peygamber’i (s) çağırırken kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi (ismiyle) çağırmayın. “Yâ Rasûlâllah!” diye nâzikçe çağırın, anarken de saygıyla anın ve ismi anılınca salâvat getirin. [bk. 49/1-3](H. T. FEYİZLİ, 1/358)
Hadis: Dahhâk, İbn Abbas’tan rivâyetle dedi ki: Ashâb-ı Kiram: Ey Muhammed, Ey Ebû’l Kâsım derlerdi. Aziz ve Celil olan Allah, Peygamber (s)’ini ululama maksadıyla bu şekilde seslenmelerini yasaklamış ve ‘Ey Allâh’ın peygamberi, ey Allâh’ın Rasûlü, deyiniz diye emretmiştir. (S. HAVVÂ, 10/156)
‘İçinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz ki Allah bilir.’ Rivâyete göre Rasûlullah (sav)in Cumagünleri okuduğu hutbe, münâfıklara ağır geliyordu. Böylece onlar, ashab-ı kiramın arkasına gizlenerek, izin almaksızın çekip gidiyorlardı. Yine onlar, savaşta da saftan çıkıp sıvışarak gidiyorlardı. Yine onlar Allâh’ın Rasûlünden, kitâbından ve onun hatırlatmasından sıvışıp kaçıyorlardı. (Ö. ÇELİK, 3/549)
‘O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya can yakıcı bir azâba uğramaktan sakınsınlar.’ Dünyâda başlarına gelecek fitneden maksat; öldürülmek, çeşitli sıkıntılara mâruz kalmak, başlarına zâlim idârecilerin musallat olması, Efendimiz’e karşı gelmenin uğursuzluğu sebebiyle kalplerin mühürlenmesi gibi feci durumlardır. Bu izahlara göre Allah Rasûlü (s)’in emrine uymanın farz, ona karşı gelmenin ise haram olduğu anlaşılmaktadır. (Ö. ÇELİK, 3/549)
Hadis: ‘Kim bir iş yapar ve o iş üzerinde bir emrimiz yoksa o reddedilir.’ (Müslim Akdiye 18; İ. KARAGÖZ 5/185)
Yüce Allah, her insan için iki melek görevlendirmiştir. Bu melekler, insanların bütün yaptıklarını, yapması gerektiği hâlde yapmadıklarını kayıt altına almaktadır. Âhirette, amellerin kayıt edildiği amel defterinde insan herşeyi yazılıolarak bulacak ve görecektir. (18/49, 99/6-7). Bu âyete göre de yüce Allah, insanların iyi veya kötü bütün yaptıklarını haber verecektir. (İ. KARAGÖZ 5/186)