Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2858

Warning: "continue 2" targeting switch is equivalent to "break 2". Did you mean to use "continue 3"? in /home/u0767056/tefsirim.com/wp-content/plugins/revslider/includes/operations.class.php on line 2862
Nisa Suresi - Tefsirim

Nisa Suresi

Medîne döneminde, hicretin dördüncü yılında inmiştir. 176 âyettir. Büyük bir kısmı kadınlar hakkında hükümler içerdiği için bu adla anılmıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/76)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

4/1  İNSANLIK  TEK  BİR  NEFİSTEN

1. Ey insanlar! Sizi bir nefisten yaratan, ondan (onunözünden/maddesinden) de eşini vücûda getiren ve ikisinden de pek çok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinizin emrine uygun yaşayın / O’na karşı gelmekten sakının. Kendisinin adı ile (yeminedip) birbirinizden isteklerde bulunduğunuz “Allâh’ın emrine aykırı davranmak”tan ve akrabalık bağlarını kesmekten kaçının. Şüphesiz ki Allah, sizi tam anlamıyla görüp gözetlemektedir. [bk. 7/189]

1-1. “Rabbinizden korkun…” Allâh’ın terbiye ve korumasına giriniz, emrine muhâlefetten sakınınız, cezâsından korununuz. (ELMALILI, 2/497)

Allâh’a karşı gelmekten sakınabilmek için en az üç şeyin yapılması gerekir: (a). Şartlarına uygun îman edip mümin ve Müslüman olmak, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, (b). Allah ve Peygamberine itâat edip, farz görevleri yapmak, (c). Allah ve Peygamberine isyandan, haramlardan, kötülüklerden, günah olan söz ve eylemlerden sakınmak. (İ. KARAGÖZ 2/4)

‘İkisinden birçok erkek ve kadın üretip yaydı.’ Yüce Allah, Hz. Âdem’in fiziki yapısını yarattıktan sonra ona ruh verdiği (38/70, 71), diğer insanların fiziki yapılarını anne rahminde yaratmakta (22/5, 23/12-16, 3/6), cenin anne rahminde 120 günlük olduktan sonra ruh (Buhâri) ve diğer yeteneklerini vermektedir. (32/7-9). 

O Rabbiniz ki sizi tek bir nefisten, bir şahıstan yarattı. Aslen hepiniz bir babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız ve bir yaratıcının yaratıklarısınız. Kardeşlik hukûkuna riâyet etmeli ve Rabbinizin emrine aykırı hareketten sakınmalısınız. (ELMALILI, 2/497)

“ve ondan da eşini yaratan…” Burada “ondan eşini yaratan” sözü onu bir parçasından     ( meselâ kaburga kemiğinden) şeklinde değil, onun özünden, onun misli olan asıldan ve kökten yaratan şeklinde anlamak gerekir. 30/11 ve 16/72 âyetlerde benzer ifâdeler vardır. Bu âyetlerde ”nefsi yaratmak” vücûdun bir parçasından yaratmak mânâsında değildir. Kadınların eğri kaburgadan yaratıldığını belirten Hadîsler kadının fıtratının farklılığını  (hemen kırılır anlamında) ifâde etmek için mecâzi bir anlatımdır (KUR’ÂN YOLU, 2/11)

‘… akrabalık bağlarını kesmekten kaçının.’ ‘Erham’ kelimesine anne – baba, ebe dede, oğullar, kızlar ve torunlar, erkek ve kız kardeşler, amca, hala, dayı ve teyzelerdâhildir. Kâfir olan akrabâ müslümana mirasçı olamasa da görüp – gözetmeye ve akrabalık haklarına uymaya dâhildir. (..) Sıla-i Rahim; iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmak, ziyâret etmek, hâl ve hatırlarını sormak, maddi ve mânevi yardımda bulunmak (2/215, 17/26), haklarını gözetmek (2/233, 4/1, 7), dargın durmamak, kötülememek ve zulmetmemekle gerçekleşir. Sıla-i rahim farz, terk etmek haramdır (2/27, 4/36, 8/75, 13/25, 17/26, 45/34, 47/22). (İ. KARAGÖZ 2/7)

Hadis: ‘Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse akrabalık bağını sürdürsün.’ (Buhâri Edeb 85’den İ. KARAGÖZ 2/7).

Hadis: ‘Kim rızkının genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse, sıla-i rahim yapsın.’ (Buhâri Edeb 12’den İ. KARAGÖZ 2/7).

Hadis: ‘Yoksula bir şey vermek sadakadır. Akrabâya bir şey vermenin iki sevâbı vardır. Birisi sadaka sevâbı, diğeri de akrabâyı görüp gözetme sevabıdır.’ (Tirmizi Zekât 26’dan İ. KARAGÖZ 2/7).  

4/2  YETİM  MALI  YEMEMEK

2. (Ey müminler!) yetimlere, (bülûğa, rüşdüneerince) mallarını verin, kötüyü iyi ile haramı helâl ile) değiştirmeyin. Onların mallarını, kendi mallarınızla (karıştırıp) yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır.

2-2. Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla değişmeyin.” (haramı helâlle, meşrû olanı gayr-i meşrû olanla değiştirmeyin) (…) Yetim malı size haram ve murdardır / kirlidir.. Kendi malınız ise helâl ve hoştur. Binâenaleyh / bunun üzerine kendi helâl olan malınızla yetimin haram olan malından, bir değiştirme bir alışveriş yapmaya kalkmayın, yetimin malını olduğu gibi koruyun. Korunması için satılması gerekli olanları bile değerine satınız ki, suçlama altında kalmayasınız. (ELMALILI, 2 /503)

‘.. temizi pis ile değiştirmeyin.’ Helâl kazanç yerine haramı tercih etmeyin. (M. KISA 1/95). Kişinin meşrû yollarla elde ettiği malı ve mülkü temizdir, haram yollarla elde ettiği malı ve mülkü ise pistir. Yetîmin malını haksız yere yemek veya vermemek haramdır. Velînin yetimin malını haksız yere alması veya vermemesi temiz ve helâl malına haram karıştırması anlamına gelir. Âyet bunu yasaklamaktadır. (İ. KARAGÖZ 2/9)

Yetim: Sözlükte tek olmak, bir başına olmak demektir. Şeriatta ise babası ölmüş ve ondan ayrı kalmış kimse anlaşılır. Hadîs: Peygamber ( s.a ) Ergenlik yaşından sonra yetimlik yoktur, buyurmuştur. (S. HAVVÂ, 3/25)

Hadîs: Yetimi himâyesi altına alanları Resûlullah cennette berâber olacakları müjdesini vermiştir. (Buhâri, Müslim’den, KUR’ÂN YOLU, 2/15)

‘Çünkü bu büyük bir günahtır.’ Büyük günah, haram olduğuna dâir Kur’an’da âyet bulunan yasak fiilleri işlemek, işleyene cezâ olduğu bildirilen suçlar, Allâh’ın yasakladığı şeyleri işlemek, işleyeni fâsık olarak nitelenen, Allâh’a isyan olan her söz, fiil ve davranış, işleyenin cehennemle cezâlandırılacağı, lânet ettiği veya gazap ettiği bildirilen günahlar şeklinde tanımlanmıştır. (İ. KARAGÖZ 2/9).

4/3  BİRDEN  FAZLA  KADINLA  EVLENMEK

3. (Ey müminler!) Eğer, yetim kızların haklarını tam gözetemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helâl olan (başkahür) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder nikâh edin. Eğer yine adâleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman bir tâne ile veya (varsa) sâhip olduğunuz (savaş esiri olan bir câriye) ile yetinin. Bu sizin adâletten ayrılmamanız için daha uygundur. [bk. 4/27, 129]

3-3.  “Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin”            Yukarıdaki âyetle dört kadınla evlenmeye bir emir değil ruhsat niteliğinde olup savaş sonrası erkek nüfûsunun azalması, kadının kısır olması, kadınlık görevini yerine getiremeyecek hastalığa yakalanması ve kesin zinâya düşme korkusu gibi durumlarda başvurulabilecek bir ruhsattır. Âyetin sonunda eşler arasında adâletin gözetilmesinin çok güç olduğuna işâret edilerek tek evlilik özendirilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/144)

Yetimleri ve mallarını koruma görevi olan veli, evlilik çağına geldiğinde eğer dînen nikâhı câiz ise evindeki veya yakınındaki bir yetim kızla evlenebilir. Ancak evlendiği kızın hak ve hukukuna riâyet etmesi gerekir. Eğer bunu yerine getirememekten korkusu varsa veya yetim kızın sırf malları için evlenmek istiyorsa, bu kızla evlenmemesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 2/11)

Fıkıh âlimleri şöyle demişlerdir: Haksızlık edeceğine kesin kanâat ediyorsa birden fazla kadınla evlenmek haramdır.  Kesin kanâatle değil de eğer zannetmekte ise o takdirde birden fazla kadınla evlenmesi tahrîmen mekruhtur. Normal bir şehevi arzuya / cinsel isteğe sâhip olanlar için tek bir kadınla evlenmek sünnettir. Şâyet cinselliği şiddetle arzulamakta ise o takdirde vâcip olur. Evlenmediği takdirde zinâ etmekten yâhut lûtilikten /erkek erkeğe ilişkiden korkuyor ise o zamanda evlenmek farz olur. (S. HAVVÂ, 3/27)

Hadis: ‘Ey Gençler! Sizden evliliğe gücü yeten evlensin. Çünkü evlilik, gözü harama bakmaktan korur. (..) zinâdan alıkoyar. Evlenmeye gücü yetmeyen kimseye, oruç tutmsını tavsiye ederim. Çünkü orucun şehveti kıran bir gücü ve özelliği vardır.’ (Buhâri’den İ. KARAGÖZ 2/12)

‘…elinizin altındaki (savaş esiri olan bir) câriye ile yetininiz…’ Câriye /dişi köle ile evlilik, onun insanlık itibar ve şerefinin iâdesidir. Bu, kendisinin ve soyunun efendisinden özgürlüğünü kazandığı meziyetlerden biridir. Efendisi evlenme ânında âzât etmese bile, doğum yaptığında ‘ümmü veled / çocuk anası’ olarak adlandırılır ve efendisinin onu satması yasaklanır. Efendisinin ölümünden sonra da özgür olur. Çocuk ise, doğduğu günden itibâren özgürdür. (S. KUTUB, 2/354) 

4/4  MEHİR  VE  KARI-KOCANIN İYİ GEÇİNMESİ

4. (Ey müminler! Nikâhladığınız) kadınlara mehirlerini (farz bir görev olarak) gönül hoşluğuyla verin; eğer nikâhlandığınız kadınlar ondan size gönül hoşluğu ile bir şey bağışlarlarsa, onu da âfiyetle yiyin.

4-4. “Kadınlara mehirlerini gönül boşluğu ile verin” Kur’ân’da mehirden genel olarak söz edilmiş, miktârı ve çeşidi belirtilmemiştir.

‘Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla veriniz’ emri bağlayıcıdır. Dolayısıyla erkeğin evlendiği kadına mehir vermesi farzdır. (..) Mehir kadının hakkı olduğu için almaktan vaz geçebileceği gibi, aldıktan sonra da  eşine hepsini veya bir kısmını bağışlayabilir. (Bu) bağışı (kendi) isteği ile ve gönül hoşluğu ile yapması gerekir. (İ. KARAGÖZ 2/14, 15)

İslâm’da nikâh esnasında kadına mehir adıyla bir mal veya para vermek üzere bir miktar belirlenir. Bunun miktârı Hanefi mezhebinde 10 dirhem gümüş paradır. Hz. Peygamber döneminde 5 dirhem, yaklaşık bir koyun bedelidir.

Kadının mehrin tamâmına hak kazanması: (a) Sahih halvet: Nikâh akdı ile evli eşlerin bir odada baş başa kalmaları. Kadın cinsel birleşme olmasa bile tam mehre hak kazanır.  (b) Cinsel birleşme. (c) Eşlerden birinin ölümü: Koca vefat edince kadın daha önce almadığı mehrin hepsine hak kazanır.

Kadının mehrin yarısına hak kazanması: Geçerli bir evlilik sahih halvet ya da cinsel birleşmeden önce, kocanın boşama, fesih, lian, dinden çıkma gibi bir fiili ile sona ermişse, kadın belirlenen mehrin yarısını hak kazanır.

Kadının mehir alamadığı durumlar: Şâhitsiz evlenme gibi pasif bir evlilik cinsel birleşmeden önce sona ererse kadın, mehre hak kazanamaz, cinsel birleşmeden önce kadının dinden çıkması, kocasının usul veya fürûundan biri ile zinâ etmesi gibi kusurlarla bir fiili ile evlilik sona ermişse kadın mehre hak kazanamaz. (H. DÖNDÜREN, 1/145)

4/5  MAL  DAYANAKTIR

5. (Ey veliler ve vasiler!) Allâh’ın sizin için dayanak kıldığı (yetimlereâit) mallarınızı henüz aklı ermeyenlere (reşitoluncayakadar) vermeyin. Kendilerine bundan yedirin, giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin.

5-5.“Mallarınızı beyinsizlere vermeyin”  Burada sözü geçen ‘sefih: beyinsiz’ mâli konularda rüşdüne sâhip olmamış kişidir. Harcanmaması gereken yerde servetini saçıp savuran kimse de bunun kapsamına dâhil olduğu gibi, malını gereğince değerlendirmekten, tasarruf etmekten ve güzel bir şekilde kullanmaktan âciz olan bir kimse de bunun kapsamına girer. (S. HAVVÂ, 3/35)

Buradaki ‘sefih: beyinsiz’ mal konusunda reşit olmaksızın ergenlik çağına gelmiş olan yetimdir. Şu kadar var ki, bu konuda ona benzeyen kimseler de bu kavramın kapsamına girmektedir. İşte fıkıhcılar ‘hacr ilkesi’ni buradan almışlardır. Hacr ise, bazan küçüklük,  bazan delilik, bazan da aklî veya dîni bakımdan eksiklikden ötürü maldaki kötü tasarruf sebebiyle, bazan da iflas sebebiyle olabilir. (S. HAVVÂ, 3/35)

İslâm’ın korunmasına önem verdiği esaslardan birisi de mal varlığıdır. Zira dünyâ hayâtımızı idâme ettirmeye vesîle olması bakımından malın değeri büyüktür.  Bu sebeple Yüce Rabbimiz hesapsız, ölçüsüz bir şekilde malvarlığının telef edilmesine cevaz vermeyip isrâfı ve savurganlığı yasaklar. (bk. A’raf 7/31; İsrâ 17/26-27) Kime âit olursa olsun özel mal varlıkları aynı zamanda ‘milli servet’ mefhûmu/kavramı içerisinde kabul edildiği için, herhangi bir özel mülkiyette bütün toplumun hakkı bulunduğu unutulmamalıdır. (Ö. ÇELİK, 1/549, 550)

4/6  YETİMLERİ  GÖZETMEK

6. (Eyyetimlerinvelîvevasîleri!) Yetimleri nikâh çağına erişinceye kadar (gözetinve) yoklayın / deneyin. Eğer onlarda (kendileriniyönetebilecek) bir olgunluk görürseniz, mallarını hemen kendilerine verin. Büyüyecekler (demallarısizdenalacaklar) diye israf ederek ve tez elden onları çarçur ederek harcamayın. İhtiyâcı olmayan (velî) tenezzül etmesin. Kim de fakirse, (malıkorumasıveonugözetmesindendolayı) örfe göre (uygunölçüdevezaruretmiktârı) yesin. Mallarını onlara verdiğiniz zaman yanlarında şâhit bulundurun. Tam hesap sorucu olarak Allah kâfîdir.

6-6. “Evlenme çağına gelene kadar yetimleri deneyin” Ergin olmanın alt sınırı kızlarda 9 erkeklerde ise 12 dir. Üst sınır Ebu Hanife’ye göre kızda 17, erkekte 18 yaştır. Kişi ihtilâm, ay hâli ya da gebe kalmakla ergin olur. Akıllı ve ergin kişi tam İslâmi emir ve yasaklara muhatâp olur. Malı yönetebilmesi için reşit olması gerekir. (…) Yetimi himâye eden varlıklı kişi ise karşılıksız, Allah rızâsı için bu işi yapar. Varlıklı değilse örfe göre bir miktar ücret alır. (H. DÖNDÜREN, 1/146)

Kendi mallarını yönetemeyen yetimlerin malları üzerinde tasarrufta bulunan velî ve vasiler, şâyet ihtiyaçları varsa, yaptıkları hizmet karşılığında örfe vekânuna uygun bir pay alabilirler. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü onların bakımı, korunması için belli bir emek sarf etmektedirler. İhtiyâcı olmayanların ise böyle bir pay almaya tenezzül etmemeleri, bu işi ücretsiz ve sırf Allah rızâsı için yapmaları, Allâh’ın rızâsına uygun daha faziletli bir davranıştır. (Ö. ÇELİK, 1/550)   

Hadis: ‘Kim malı bulunan bir yetimin velisi olursa, onun malını ticâret, (üretim ve benzeri yollarla) artırsın. Zekât ile eksilmesine imkân vermesin.’ (Ebû Dâvud Zekât 15’den İ. KARAGÖZ 2/18)

4/7-10  MİRASTA  YETİMİN  PAYI

7. (Ölen) ana-baba ve akrabânın bıraktıklarından erkeklere pay vardır. Yine ana- baba ve akrabanın (geride) bıraktıklarından kadınlara da pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan (nevarsa), farz kılınmış bir pay olarak (herikisinede) verilir.

8. (Ey müminler! Mîrası) taksim sırasında (mîrasdüşmeyen) akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, onlara da bir şeyler verin ve (gönüllerinialarak) güzel söz söyleyin.

9. (Veliler ve vasiler) Arkalarında âciz ve küçük çocuk bıraktıkları takdirde, onların hakkında (hâllerineolacakdiye) endişeye düşenler, kendi hayatlarında (himâyelerindekiyetimlerehaksızlıktan) sakınsınlar. Allah’tan korksunlar, doğru söz söylesinler.

10. Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler; karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir.

7-10. (7).“Ana baba ve yakınlarının bıraktıklarında erkeklere bir pay vardır. Ana babanın ve yakınların bıraktığında kadınlara bir pay vardır.” Bu âyetle bir câhiliye âdeti daha kaldırılarak mîras paylaşımında âdil bir düzen koyuyor. İslâm’dan önce Araplar mîrastan kadınlara ve kızlara pay vermezlerdi. (KUR’ÂN YOLU, 2/20)

Rıvâyet olunuyor ki, câhiliye döneminde Araplar mızrakları ile çarpışmıyan ve yurdunu savunmayan vâris olamaz, derler ve bunun üzerine kadınları ve çocukları vâris tanımazlardı.    (ELMALILI, 2/512, 515)

Ensar’dan Evs b. Sâbit vefat edince, iki yeğeni malına elkoymuş eşi ve çocuklarına pay verilmemişti. Eşi Ümmü Kübrâ‘nın Hz. Peygambere başvurması üzere bu âyet inmiştir.  (H.  DÖNDÜREN, 1/146)

(8).‘Mîras pay edilirken yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunursa onlara da o mîrastan verin.’ Bu âyet, İslâm’ın yerleştirmeye çalıştığı şefkat ve karşılıksız yardım gibi üstünlüklerin somut bir örneğini ortaya koyar. Buna göre vefat edip de az veya çok bir mal bırakmış olan kimse, kânûnî mîrasçıları yanında mîrastan payı bulunmayan uzak akrabâ, hİzmetçi veya konu – komşu varsa, bunlara da mîrastan birşeyler vermelidir. Âlimler genellikle âyetteki tavsiyenin emir değil mendupluk ifâde ettiği görüşündedirler. Dolayısıyla böyle bir payın verilmesi zorunlu değildir. (Ö. ÇELİK, 1/552)

(…) Şunu da hatırlamalıyız: Böyle bir durumda harcama, bütün mîrasçıların rızâsıyla ve bu mîrasçıların bağış hakkına sâhip olmalarıyla sınırlıdır. Mîrasçılar küçük iseler, hiçbir kimse onların nâmına teberruda / bağışta bulunamaz. Ya da mîrasçılar arasında küçük çocuklar bulunuyorsa, büyükler kendi paylarından bağışlayabilirler; amma küçüklerin paylarından bağışlamada bulunamazlar. (S. HAVVÂ, 3/45, 46)   

(9).Hem de onlara güzel söz söyleyiniz” Burada güzel sözden kasıt, güzel bir şekilde mâzeret beyan etmek,  güzel şeyler vaad etmek veya çok verdik gibi bir izlenim ve bir başa kakma söz konusu edilmeden onlara birşeyler vermek, ya da onlara birşeyler vermekle berâber hayır duâda da bulunmak olabilir. (S. HAVVÂ, 3/44)

“sözü de doğru söylesinler” Velîlerin,  vasilerin gözetimleri altındaki çocuklara doğru (söz) söylemeleri, kendi çocuklarına nasıl güzel bir dille konuşuyorlarsa, onlara da güzel sözler söylemeleri emredilmektedir.  (S. HAVVÂ, 3/44)

Hadis: ‘Kim Allah rızâsı için yetimin başını okşarsa, kendisine elinin dokunduğuher saç sayısınca iyilik, iyi amel sevâbı yazılır.’ (Ahmed’den İ. KARAGÖZ 2/21)

Hadis: Şehâdet ve orta parmağını işâret ederek ‘Ban ve yetimi himâye eden kimse, cennette şöylece berâber bulunacağız.’ (Tirmizi Birr 14, Buhâri Edeb 24’den İ. KARAGÖZ 2/21)

‘Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler; karınlarına ancak ateşle doldurmuş olurlar..’ Bu âyette yetimlerin mallarının haksız yere yemenin zulüm, haram ve büyük günah olduğu, bundan sakınılması gerektiği, haksız yere yetim malı yiyenlerin cehennemle cezâlandırılacağı bildirilmektedir. Peygamberimiz (s) yetim malını haksız yere yemeyi helâk edici yedi büyük günah arasında saymış(tır). (..) Haksız yere yetim malı yemek hem büyük günah hem kul hakkı üstlenmektir. Büyük günah işleyenler tevbe etmedikleri, kul hakkı üstlenenler hak sâhibi ile helâlleşmedikleri takdirde, bu âyet-i kerimeye göre cehennemle cezalandırılacaklardır. (İ. KARAGÖZ 2/22)

4/11-14  MİRAS HUKUKU

11. (Ey müminler!) Allah, size çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının/kızın payının iki misli (mîrasvermenizi) emreder. Eğer (geridekalançocuklarikive) ikiden fazla kız iseler, (ölenin) bıraktığının üçte ikisini alırlar. Eğer bir tek kız (kadın) ise, yarısı onundur. (Ölenin) bir çocuğu varsa, ana ve babadan her birinin mîrastan altıda bir hissesi vardır. Çocuğu olmayıp da ona, (yalnız) ana ve babası mîrasçı olurlarsa, üçte biri anasının (gerikalandaasabeolarakbabanın)dır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, altıda bir anasının (gerisibabanın, babayoksakardeşlerin)dir. (Bütünbuhükümler, ölenin) yaptığı vasiyet ve borcundan sonradır (önceborçödenir, kalanınüçtebirindenvasiyetödenir, geriyekalanpay edilir). Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Bupaylar) Allah tarafından konulmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

12. (Ey müminler!) Eğer çocukları yoksa (ölen) hanımlarınızın bıraktıklarının yarısı sizindir; eğer çocukları varsa bıraktıkları şeylerden dörtte biri (ancak) yaptıkları vasiyet ve borcun (ödenmesin)den sonra sizindir. Sizin de, eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onların (dulzevcelerinizin), eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınız şeylerden sekizde biri yine edeceğiniz vasiyet ve borcun ödenmesinden sonra onlarındır. Eğer (ölen) bir erkek veya kadının, çocuğu ve babası (hayatta) bulunmadığı halde (yânikelâleolarakyankoldan) mîrasına konuluyorsa ve (analarıbirolan) bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, onların her birinin (hakkı) altıda birdir. Eğer bun(larbir)den fazla iseler, mîrasçılara zarar vermeyen vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte bire ortaktırlar. Bunlar Allah’tan (size) bir vasiyettir. Allah (herşeyi) hakkıyla bilendir, Halîm’dir (cezâvermedeaceleetmeyendir). [bk. 4/7]

13. Bu (mîras ile ilgili hüküm)ler, Allâh’ın sınırlarıdır. Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, O da onu alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyar ki; orada ebedî olarak kalacaklardır. (İşte) bu en büyük kurtuluş (vesaâdet)tir.

14. Kim de Allâh’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve O’nun (hükümlerinekarşı) sınırlarını aşarsa (Allah), onu ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.

11-14. (11).(I) ‘Allah, çocuklarınız’ın alacağı mîras ‘hakkında size’ şunları ‘emrediyor’: (1) Erkek ve kız çocuklar birlikte vâris olunca, ‘Bir erkeğe, iki kızın payına eşit miktarda’ pay verilmelidir. (2) Çocuklar arasında erkek yok da, iki veya ‘ikiden fazla kız varsa, onlara mîrasın üçte ikisi (2/3) düşer.’ (3) Çocuk olarak yalnızca ‘bir tek kız varsa,’ mîrasın ‘yarısını (1/2) alır.’ (4) Erkek çocuk, kendisiyle birlikte başka bir mîrasçı yoksa, mîrasın tamâmını alır. Fakat başka mîrasçılar da varsa, onlar haklarını aldıktan sonra kalanı alır. (M. KISA, 1/97)

Başka bir anlatımla belirtecekolursak; (1) Ölenin iki veya daha fazla erkek ve kız çocuğu varsa anne ve babalarının mîrâsını ikili – birli alırlar, Yâni erkek, iki kadın hissesi alır. (2). Ölenin eşi, kızı, anne ve babası yok, sâdece erkek çocukları varsa mirâsın tamâmını aralarında eşit olarak bölüşürler.  (3). Ölenin eşi, oğlu, anne ve babası yok, sâdece bir erkerk çocuğu varsa, mîrâsın tamâmını alır. (4). Ölenin eşi, oğlu, anne ve babası yok, sâdece bir kızı varsa mîrâsın yarısını alır. Ölenin başka mirasçısı yoksa geri kalanını da alır. (5). Ölenin iki veya daha fazla kızı varsa, mîrâsın 2/3’ünü alır. Ölenin başka mirasçısı yoksa kızlar hisseleri ile birlikte geri kalanı da alırlar. (İ. KARAGÖZ 2/26)

Anne Babanın mirasını başkabirifâdeyle gözden geçirelim: (1). Anne ve baba, ölenin bir veya daha fazla kız veya erkek çocukları ile birlikte mirasçı olursa mîrâsın 1/6 anne, 1/6 baba alır. (2). Anne ve baba, ölenin erkek çocuğu yok ve bir tek kızı ile birlikte mirasçı olursa kız çocuğu mîrâsın yarısını alır. Geriye kalan mîrâsın yarısının 1/6’sını anne, 1/6 sını baba alır. Artan 1/6’sını asabeolarak baba alır. (3). Ölenin hiç çocuğu yok ve sâdece anne ve baba mîrasçıolursa, baba ve anne ikili birli yâni anne mîrâsın 1/3’ünü, baba 2/3’ünü alır. (4). Eğer ölenin erkek veya kız çocuğu ve eşi yok, anne ve baba ile ölenin erkek veya kız kardeşleri varsa anne 1/6 alır. Sahâbe ve âlimlerin çoğunluğuna göre baba asabe olduğu için kardeşler mirasçı olamaz. Anne mîrâsın 1/6’sını aldıktan sonra, geriye kalanın 1/6’sını ashâb-ı farz yâni belirli hisse sâhibi olarak baba alır. Geriye kalan 4/6’sını asabe olması hasebiyle yine baba alır. (İ. KARAGÖZ 2/26)

(II) Ölenin ‘ana – babasına gelince’: (1) ‘Eğer’ ölenin kız veya erkek ‘çocuğu’ yâhut çocukları ‘varsa, bıraktığı mîrastan, ana – babasından her biri altıda bir (1/6) pay alır.’ (2) Eğer ölenin oğlu veya oğlunun… oğlu yok ise, baba kendi payının yanı sıra, mîrastan artanı da alır. Baba tek başına mîrasçı olursa, bütün mîrası alır. (3) Ölenin annesi, baba ve eşi varsa; anne eşten artanın üçte birini (1/3), baba da geriye kalanı alır. (4) Ölenin hiç ‘çocuğu yoksa ve ana – babası onun’ tek ‘mîrasçısı iseler, annesine üçte bir (1/3) pay düşer.’ Kalan üçte ikiyi (2/3) de babası alır. (5) Ölenin çocuğu olmayıp birden fazla kız veya erkek ‘kardeşleri varsa’ babası olsun – olmasın, ‘annesine’ yine ‘altıda bir (1/6) pay düşer.’ Çünkü iki kardeş, annenin payını yarıya düşürür. Bu durumda eğer baba varsa, kalanı alır. Çünkü kardeşler, her ne kadar annenin payını yarıya düşürüyorlarsa da, baba varken onlara mîras düşmez. Nitekim kardeşler, ölenin çocuğu varken mîrastan pay alamazlar. Fakat ölenin babası da, çocuğu da yoksa –ki buna kelâle denir – kardeşler ancak o zaman mîrastan pay alabilirler. Kelâlenin ‘ana bir’ kardeşleri bu sûrenin on ikinci âyetinde; ‘ana baba bir’ veya ‘baba bir’ kardeşleri ise, 176. Âyetinde açıklandığı şekilde paylarını alırlar. (6) Ölenin çocuğu olmayıp, bir tek erkek veya kız kardeşi olsaydı, anne yine üçte bir (1/3) pay alacaktı. (…) (M. KISA, 1/97)

Câhiliye devrinde mîras, yalnız erkek çocuğa kalırdı. İslâm mîras hukûkundaki pay dağıtımı ise sorumluluk yüklenenler arasındaki dengeleme esasına göre yapılmıştır. Çünkü İslâm âile hukûkunda; evlenirken mehir verecek, düğün masraflarını yapacak, ev tutacak ve gereğinde iş kuracak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek eş ve çocuklara, gerekse muhtaç olan yakın akrabaya bakacak, nafaka verecek olan yine erkektir. Kadın ise bunlardan sorumlu değildir. Hatta mehri ve babasından aldığı mîrası da kendisine âittir. İşte kadın yeteri kadar korunduğundan dolayı mîrasta erkeğin payı, kadının payının iki katı olmuş ve denge sağlanmıştır. Kız çocukları anne ve babalarına mîrasçı olduklarında böyledir. Bunun dışındaki birtakım mîras işlerinde erkek kardeşiyle aynı aldığı yerler de vardır. Meselâ, kadınlar eshâb-ı ferâiz (pay sâhipleri) olarak 8-9 yerde pay sâhibidir. Erkekler ise 3-4 yerde pay sâhibidir. Sâdece bir yerde, erkek çocuklar, kız çocukların iki payına sâhiptir. Kadınlar genel olarak, mîrastan çeşitli konumlarda daha çok hak sâhibi olurlar. Yine, ölenin anne ve babası da mutlaka mîrastan pay alırlar. Bu da, fakir olsalar bile onları mîrastan mahrum kılan diğer hukuk sistemlerinden farklı olup fakir ve yaşlı anne-babayı korumak içindir.) (H. T. FEYİZLİ, 1/77)

Borç: (11.âyet) Hadîs: “ Ey Allâh’ın Rasulu ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarımın hepsi affolur mu? diyen şahsa, Allah Rasulü: Evet, affolunur ancak borç müstesna, buyurmuştur. (Müslim’den)

Hadîs: Namazı kılınması için bir cenâze getirildi. Borcu olan bu şahıs için Allah Rasûlü “Arkadaşınızın namazını siz kendîniz kılın” buyurdu. Ashaptan biri borcu ödemeyi üstlenmesin üzerine peygamberimiz namazını kıldı.   (..) 

(Bupaylaşım, ölenin) yapacağı vasiyetten veya borcun ödenmesinden sonra yerine getirilir.’ BirMüslümanölüncesırasıileşunlarınyapılması gerekir: (1) Ölenin geriye bıraktığı mîrâsından önce kefen ve cenâze masrafları harcanır. Çünkü öleni yıkamak, kefenlemek ve defnetmekmîrasçıların ilk görevidir. (2) Sonra varsa ölenin borcu, malın tamâmından ödenir. Kul borcu, zekât ve kefâret gibi borçlardan önceliklidir. (3) Sonra varsa vasiyeti yerine getirilir. Ölenin vasiyeti malının 1/3’ü ile sınırlıdır. (Buhâri). Müslüman vârislerine vasiyet yoluyla mal bırakamaz. Peygamberimiz (s) şöyle buyurdmuştur: ‘Vâris olana vasiyetle mal bırakmak yoktur.’ (Tirmizi). (4). Borcu ve vasiyeti yerine getirildikten sonra geriye mal kalırsa bu mal, mirasçılar arasında bölüştürülür. (İ. KARAGÖZ 2/24)   

(12).(III) Ey erkekler! Ölüp de geriye mîras bırakan ‘hanımlarınızın’; (1) Kız veya erkek hiçbir ‘çocuğu yoksa, bıraktığı malın yarısı (1/2)  sizindir.’ Kalan yarısı diğer mîrasçılara payları oranında dağıtılır. (2) ‘Ama eğer’ hanımlarınızın ‘bir’ veya daha fazla ‘çocuğu varsa,  mîrasın’ sâdece ‘dörtte biri (1/4) size kalır.’ Dörtte üçü (3/4) ise diğer mîrasçılara payları oranında dağıtılır. Kalan – kız çocuklardaikilibirli paylaşmak üzere –  erkek çocukların, erkek çocuk yoksa babanın, baba yoksa dedenin, dede yoksa –kız kardeşlerle paylaşmak üzere – erkek kardeşlerindir. Ölenin hiçbir mîrasçısı bulunmazsa mîras, İslâm devletinin bütçesine aktarılır. (..) (M. KISA, 1/98)

(IV) Siz ölür de hanımınıza mîras bırakırsanız; (1) İster kız, ister erkek olsun, hiçbir ‘çocuğunuz yok ise, bıraktığınız malın dörtte biri (1/4) hanımınıza kalır.’ (2) ‘Ama eğer bir’ veya daha fazla ‘çocuğunuz varsa,’ hanımınız ‘mîrasın’ sâdece sekizde birini (1/8) alır.’  Geri kalan, diğer mîrasçılar arasında payları oranında dağıtılır. (M. KISA 1/98).

Karı kocanın mîrâsını başka ifâdelerle yeniden gözden geçirelim: Karı koca öldüklerinde birbirlerine mirasçı olurlar. (1). Ölen kadının çocuğu yoksa koca hanımının mîrâsının 1/2 ‘sini alır. (2). Ölen kadının çocuğu varsa, koca hanımının mîrâsının 1/4’ünü alır. (3). Ölen erkeğin çocuğu yoksa, hanım kocasının mîrâsının 1/4 ‘ünü alır. (4). Ölen erkeğin çocuğu varsa hanım kocasının mîrâsının 1/8’ini alır. (İ. KARAGÖZ 2/29)

(V) Ana bir’ kardeşlerin alacakları paya gelince; Ölenin babası veya –kız olsun erkek olsun – en az bir çocuğu varsa, kardeşler mîrastan pay alamazlar. Fakat, ‘eğer bir erkek veya kadın,’ babası ve çocuğu olmayan biri, yâni ‘bir kelâle olarak geriye mîras bırakırsa;’ (1) ‘Eğer’ ölenin ana bir baba ayrı ‘bir erkek kardeşi veya’  böyle ‘bir kız kardeşi varsa bunların her birine altıda bir (1/6) pay düşer.’ Yâni, yalnızca bir erkek kardeş varsa altıda bir (1/6) pay alır; yalnızca bir kız kardeş varsa, o da altıda bir (1/6) pay alır. (2) ‘Ama’ kardeşler ‘bundan daha fazla,’ yâni iki veya ikinin üzerinde ‘iseler, mîrasın üçte birini’ kız erkek ayırımı yapmaksızın ‘aralarında’ eşit olarak ‘paylaşırlar.’ (M, KISA, 1/98)           

Mîrasla ilgili âyetler Medîne’de Uhud savaşından sonra inmiştir. Sad b. Rebi Uhud’da şehit olunca erkek kardeşi bütün malına el koymuş, eşine ve kızına bir şey bırakmamıştı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. (H. DÖNDÜREN, 1/146)

İbn-i Abbas’tan: Başlangıçta mîras malı erkek çocuklara âitti. Ana- baba içinde vasiyetle mal bırakması istenmişti (2/180) (sağ kalan kadın eşi için 2/140 ‘a bakınız.) Allah bunu daha güzeli ile değiştirdi. Erkek çocuğu için iki kız payı, ana babadan her biri için altıda biri ve üçte bir, karı için sekizde bir ve dörtte bir, koca içinse dörtte bir ve ikide bir hükmetti. (H. DÖNDÜREN, 1/147)

İslâm’da Mîras: Mîrascı olmanın sebepleri üçtür: (a) Hısımlık, (b) Evlilik, (c) Velâ (mîras sözleşmesi) ilişkisi.   Mîras engelleri dört’tür: (a) Mîras bırakanını öldürme, (b) Din ayrılığı, (c) Gayri Müslimler bakımından ülke ayrılığı, (d) Kölelik.  Mîras olarak kalan bir mal üzerindeki haklar aşağıdaki sıraya göre verilir: (a) Cenaze masrafları, (b) Borçların ödenmesi, (c) Mîrasın 1/3 ünü aşmayan vasiyetlerin yerine getirilmesi, (d) Mîrascılara paylarının verilmesi. (H. DÖNDÜREN, 1/147)

Şu kimseler mirasçı olamazlar: (1) Mirasçısını öldüren kimse (İbn Mâce), (2) Müslüman olmayan kimse (Ebû Dâvud). (3). Zinâ sonucu doğan kimse (Tirmizi). (4). Ölü doğan kimse (İbn Mâce). (5). Evlât edinilen kimse. (Ahzab 33/4, 5). (İ. KARAGÖZ 2/24, 25).

Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadın (dişi) payı kadar vermenizi emretmektedir.”             Kadınlar erkeklerin mîrastan aldığının yarısını almakla berâber faydalanma bakımından kocalarının da mallarından istifâde ettikleri için avantajlı durumdadırlar. (…) Kadınlar (mîras) paylarını istedikleri gibi kullanırken, erkeklerin mehir, âile geçimini sağlamak askerlik, muhtaç akrabaya nafaka temini, diyet ödeme gibi yükümlülükleri vardır. (KUR’ÂN YOLU, 2/27)

(14).‘Kim de Allâh’a ve Peygamberi’ne isyan eder ve O’nun (hükümlerinekarşı) sınırlarını aşarsa (Allah), onu ebedî kalacağı ateşe koyar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.’ Rasûlullah (sas.) de, “Kim benim buyruklarıma itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan eder (buyruklarımdan yüz çevirir)se Allâh’a isyan etmiş olur.” Buyurmuştur (Buhârî) Rasûlullah’ın koyduğu her hüküm Kur’ân doğrultusunda ve Allâh’ın gözetimi altındadır). [bk. 3/31; 33/36; 53/3-4] (H. T. FEYİZLİ, 1/78)

4/15-16  ZİN  VE  CEZÂSI

15. (Ey müminler!) Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden (bunuispâtedecek) dört (erkek) şâhit isteyin. Eğer (dörtkişi) şâhitlik ederlerse o kadınları, ölüm gelip alıncaya veya Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar evlerde gözaltında tutun (artıkonunlailişkiyikesin, toplumakarıştırmayın).

16. (Ey müminler!) Sizlerden fuhuş yapanların (her) ikisine de baskı yapın. Eğer onlar tevbe eder de uslanırlarsa artık onlar(abaskı)dan vazgeçin. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir.

15-16. (15).“Kadınlarınızdan zinâ yapanlara karşı, içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik yaparlarsa, bu kadınları ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar evlerde hapsedin.’ Bununla zinâ eden kadının cezâsı, Allâh’ın diğer bir hükmü ininceye kadar bir müddet için ‘ölünceye kadar ebedi hapis cezâsı’ olmak üzere belirlenmiştir. Bundan dolayı Nûr sûresindeki ‘Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun’ (Nûr 24/2) âyetleri indirilince bu ebedi hapis cezâsı hükümsüz olmuştur ki, ‘Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar’ kaydının gereği de budur. Şâhitlik hakkındaki hüküm ise, zinânın tespit edilmesi konusunda sağlam bir esas olarak kalmaktadır. (ELMALILI, 2/530)

Zinâ ispâtında tanıkların âdil yâni farz görevleri yapan ve büyük günahlar işlemeyen  dindar bir mümin olması ve erkek ile kadının cinsel ilişkiye girdiğini açıkça gözleri ile görmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 2/33)

(16).Erkeklerden zinâ edenlere gelince: ‘Sizden onu (zinâyı / fuhuşu) yapanların ikisine de eziyet edin.’ Yâni miktârı size bırakılmış olmak üzere sözlü veya fiili tazir / azarlama ile terbiye edîniz. (…) Diğer taraftan Mücâhid’den bu âyetin zinâ hakkında değil, erkekler arasındaki cinsel sapıklık hakkında olduğu ve bundan dolayı iki erkekten ibâret bulunduğunu nakletmiş. İsfahanlı Ebu Müslim de bunu tercih etmiştir. (ELMALILI, 2/530, 531)

Fuhuş: Zinâ etmek ya da eşini aldatmak anlamına gelir. (…) İslâm’ın başlangıcında zinâ eden kadın, bir eve hapsedilir ve ölünceye kadar dışarı çıkamazdı. İbn-i Abbas’a göre Allâh’ın zinâ edene yol açması Nur sûresinin 24/2 âyetinin inmesi yâni bekâra yüz değnek ve evliye recm cezâsı (taşlama) şeklinde olmuştur.  Âyette zinânın sabit olması için dört Müslüman erkeğin şâhitliği gerekli görülmüştür. (H.DÖNDÜREN, 1/150)

‘Allah onlara bir yol açıncaya kadar.’ İbn-i Abbas Allâh’ın açtığı yolun yâni bununla kast edilen çözümün evlilerin zinâsı için recm (taşlayarak öldürmek) bekârların zinâsı için ise yüz sopa olduğunu belirtmiştir. (..)  Hz. Peygamber, hayatta iken bir kaç recm cezâsı uygulanmıştır. Recm cezâsı Kur’ân’da yer almamıştır. Recm cezâsının infazından Hz. Peygamber hazır bulunmamış, başkalarına havâle etmiştir. Suçun ispâtı, bu olayların tamâmında suçlunun itirafıyla hâsıl olmuş ve cezâ, Müslüman suçluların ısrarla günahtan temizlenmeyi istemeleri üzerine infaz edilmiştir. (KUR’ÂN YOLU, 2/30, 31, 32)

Hadîs: Mâiz isimli sahâbi, infaz başlayınca can acısıyla kaçmaya başlamış; arkasından yetişen infazcılar onu öldürmüşlerdi. Dönünce durumu Hz. Peygamber’e anlatmışlar.  O da: ‘Keşke bıraksaydınız. Tevbe ediyor, Allah da onu kabul buyurdu’ demiştir. Sahâbenin recmedilen Müslümanlar hakkında ileri geri konuşmaların karşısında da ‘O öyle tevbe etti ki, bir ümmete paylaştırılsa her bir ferdine yeterdi.’ (Müslim Hudud 22’den KUR’ÂN YOLU, 2/32)

4/17-18  TEVBE

17. (Ey müminler!) Allah katında (makbul) tevbe ancak cahillikle bir kötülük (birgünah) işleyip de sonra hemen (pişmanolup) tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah, bunların tevbesini kabul eder. Allah herşeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

18. Kötülükleri (günahları) işleyip işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelince: “Hakikaten ben şimdi tevbe ettim.” diyenlerle, kâfir olarak ölenlerin tevbesi artık kabul edilmez. İşte onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır.

17-18. (17).Allah katında (makbul) tevbe ancak cahillikle bir kötülük (birgünah) işleyip de sonra hemen (pişmanolup) tevbe edenlerin tevbesidir.’ Peygamberler dışında her insan günah işleyebilir. Günah işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir. (İbn Mâce). Kur’an’da işlediği günahına hemen tevbe etmek, cennetin kendileri için hazırlandığı müttakilerin özelliği olarak zikredilmiştir. (3/133, 134). Bu itibarla büyük günahlara tevbe etmek farz bir görevdir. Çünkü tevbe, Allâh’ın kesin emridir. (24/31, 66/8). Günah işleyip tevbe etmeyenler zâlimdir. (49/11). Günaha tevbe etmek ibadettir. Bu sebepledir ki, Peygamberimiz (s) günde yüz defâ tevbe-i istiğfar yapmıştır. (Müslim, İ. KARAGÖZ 2/36)

(18).Bir tevbenin geçerli ve tevbe-i nasuh (66/8) olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir: (a). Pişmanlık duyma (7/23), (b). Allâh’ı yücelterek O’ndan af ve mağfiret dilemek (71/28). (c). Günahı terk edip hâli ıslah etmek (6/54). (d) Tevbeyi son nefese bırakmamak (4/18). (e) Kul hakkı varsa hak sâhibi ile helâlleşmek (Buhâri, İ. KARAGÖZ 2/36).

Hadîs:“ Şânı yüce Allah, can boğaza gelmedikçe kulunun tevbesini kabul eder. (İbn Mâce Zühd 30, İ. KARAGÖZ 2/36)

Hadis: ‘Günahına tevbe eden kimse, hiç günahı bulunmayan kimse gibidir.’ (İbn Mâce Zühd 30, İ. KARAGÖZ 2/36)

Can çekişme durumundan önce, henüz hayattan ümitsiz olmadığı hâlde küfürden tevbe ile îman etmek geçerlidir. Fakat can çekişme hâlinde hayattan ümit kesme durumunda küfürden tevbe etmek ve îman etmek geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi amel yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. Fakat günah işlemiş müminin son nefesindeki tevbesi de geçerli olabilir. ‘Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz.’ (Zümer 39/53) Şu kadar var ki, tevbenin kabul edileceği de kesin olarak vaad edilmiş değildir. (ELMALILI, 2/531) 

4/19  KADINLARLA  İYİ  GEÇİNMEK 

19. Ey îman edenler! (Kocasıölenakraba) kadınları(nıeşyagibi) zorla (alıponlara) mîrasçı olmanız size helâl değildir. (Kadınlarınız) açıkça fuhuş / aşırı edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz (mehr)in bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmayın (buhelâldeğildir). Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (sabredinvebilinki) Allâh’ın onda çok hayır takdir ettiği bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz.

19-19. ‘Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir.’ (…) Burada sözü edilen âyet, bir câhiliye geleneğini ortadan kaldırmaktadır. Bu gelenek de zorla nikâhlanmak ve değişik yollarla mallarına el koymak sûretiyle kadınların haklarını gaspetmek demektir. O hâlde âyetin anlamını daraltarak tek bir maksat için söz konusu etmek yerine onu, câhiliye kadınlarına yönelik hak ihlâli anlamına gelebilecek her türlü tahakkümün / zorla hükmetme kastedildiği şeklinde yorumlamak daha isâbetli bir yaklaşım olsa gerektir. Çünkü kadınlara karşı yapılan bu tür davranışlar esâsen her zaman için haksızlık ve zulüm demektir. Bu yüzden Kur’ân söz konusu zulme son vererek başka alanlarda olduğu gibi evlenme ve mülkiyet konusundaki mevcut hakları da hak sâhiplerine vermiştir. (M. DEMİRCİ, 1/275)

‘kadınlara zorla vâris olmanız’ (Câhiliye devrinde ölen bir kişinin kan akrabası, malın mîrasçısı olduğu gibi, dul kalan karısına, kadın istemese de, mîras malı gibi mîrasçı olurdu. İsterse mehir vermeden kendisi alır, isterse ilk mehriyle başkasıyla evlendirip mehrini kendisi alır veya malından istifâde için evlenmekten men ederdi. İşte Kur’ân, bu âdeti yıkmış, kadına evlenmede özgürlük getirmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/79)

“Onlarla iyi geçinin” Güzel geçimli, sürekli güleç yüzlü olmak Rasûlullah’ın ahlakından idi. Âile halkı ile sohbet eder, lâtife yapar, hanımları ile gülerdi, hatta Âişe (r) ile ona sevgisini göstermek üzere koşu yarışı bile yapmıştı. (S. HAVVÂ, 3/75)

Neyin iyi neyin kötü olduğunu en iyi bilen Allah’tır. Bâzen insanın şer zannettiği bir şey kendisi için hayır olabilir. Evliliklerde de böyledir. İnsan eşinden hoşlanmasa bile evliliğin devâmında hayır bulunabilir. Buhususâyette ‘Eğer eşlerinizden hoşlanmadıysanız olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratır’ cümlesiyleifâdeedilmiştir. Bu cümle ile yüce Allah erkeklere ‘zinâ’ ve ‘nüşuz’ dışında ufak tefek problemler için hemen boşamaya kalkmamalarını istemekte, evliliği sürdürmekte birçok yarar bulunabileceğini bildirmektedir. Evliliğin devâmı hâlinde Allah hayırlı bir evlât verebilir, bu evlât sebebiyle eşler arasında sevgi oluşturabilir, onların rızkını bollaştırabilir. (İ. KARAGÖZ 2/41) Kim bilir belki de, bu hayırlı çocuk nedeniyle amel defterleri açık kalacak!     

Hadis: Vedâ hutbesinde kadın hakları ile ilgili şöyle buyurmuştur: ‘Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet etmenizi ve bu konuda Allâh’a karşı gelmekten sakınmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allâh’ın emâneti olarak aldınız ve onların nâmuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.’ (Müslim Hac 147, İ. KARAGÖZ 2/40)

4/20-21  MEHİR

20. (Ey müminler!) Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birincisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi (geri) almayın. İftirâ ederek ve apaçık bir günaha girerek onu geri alır mısınız?

21. Onu nasıl alabilirsiniz ki birbirinizle başbaşa kalıp kaynaştınız (aynıyastığabaşkoydunuz) ve onlar, sizden (nikâhsözleşmesiyle) kuvvetli bir teminat almıştı.

20-21.  (29).‘Bir eşin yerine başka bir eş almak istediğiniz takdirde öncekine yüklerle vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın.’ Mehir verilmesi farz bir görevdir. (4/4) Kadına verilen mehir, geri alınmaz, verilmemiş ise verilmesi gerekir. Mehir zorla alınır veya mehir verilmezse zulüm ve büyük günah olur. Erkek ancak, kadın mehrini gönül rızâsı ile verirse alabilir. (4/4). Âyet, erkeğin hanımına hediye olarak verdiklerini de geri almaması gerektiğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 2/43)

Bâzı tefsirci ve fıkıhcılar bu âyete dayanarak mehrin üst sınırının bulunmadığı ileri sürülmüşlerdir. Hz. Peygamber mehrin üst sınırı ile ilgili aşırı gidilmemesini tavsiye etmiş olmakla berâber, imkânı olanların fazla mehir vermesine engel değildir. Hz. Ömer mehrin üst kısmını 400 dirhem (1280 gr) gümüş olarak belirlemiş Kureyşli bir kadının bu âyeti okuyarak itirâzı üzerine Hz. Ömer bu sınırlamayı kaldırmıştır. (KUR’ÂN YOLU, 2/38, 39)

Câhiliye devrinde karısını boşamak isteyen, henüz vermediği mehrini vermemek veya vermişse geri almak için ona “zinâ etti” diye iftira ederdi. Hâlbuki mehir kadının öz malıdır, boşasa veya ölse bile mehri verilmemişse derhal ödenmesi gerekir. Erkeklerin hîle veya zorla geri almaları helâl değildir. (H. T. FEYİZLİ, 1/80)

(21).‘Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmış iken’ Bu âyette mehrin geri alınması reddediliyor. Âyet-i kerimede sözü geçen, karışıp katılmak aslında başbaşa kalmak ve bu esnâda meydana gelen ilişkilerdir. Anlam şudur: Birbirinizle baş başa kaldıktan ve evlilik akdinden sonra ya mâruf ile tutmak yâhut güzellikle salmaktan sonra nasıl olur da onlara vermiş olduğunuz mehirden birşeyler alıyor ve boşanmaya kalkışıyorsunuz. (S. HAVVÂ, 3/74)

Şânı yüce Allâh’ın ‘birbirinize katılıp karıştınız’ buyruğundan Hanefi âlimleri şu hükümü çıkarmışlardır: Sahih bir halvet arada cinsel ilişki olmasa dahi mehri gerektirir. (S. HAVVÂ, 3/78)

4/22-24  EVLENİLMESİ  HARAM  OLAN  KADINLAR

22. (Ey müminler! Câhiliyedöneminde) geçmiş olanlar hâriç, (artık) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Şüphe yok ki o, bir hayâsızlık ve ilâhî gazaba sebep olan çok iğrenç bir iştir. O, ne kötü bir yoldur!

23. (Ey müminler!) Size analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları (gibisoycabirbirinizebağlıolanlarınız), sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları ve kendileriyle gerdeğe girdiğiniz karılarınızdan olup artık himâyenizde bulunan üvey kızlarınız (ileevlenmek) haram kılındı. Eğer onlar(ınanalarıy)la zifafa / gerdeğe girmemişseniz (okızlarlaevlenmenizde) üzerinize bir günah yoktur. Kendi sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın karıları (ileevlenmeniz), iki kız kardeşi bir arada almanız da (yineharamkılındı). Geçmişte olanlar hâriç, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

24. (Ey müminler!) Evli kadınlar(laevlenmeniz) de (haramkılınmıştır). Ancak (savaştaesirolarak) ellerinize geçen câriyeler hâriçtir. (Bunlar,) Allâh’ın size yazdığı (haramlar)dır. Bunların başkasını, iffetli / nâmusuna düşkün ve “sifah”tan (nikâhsızbirleşme / faydalanmaolanzinâdan) sakınan kimseler olarak, mallarınızla (mehirvermekşartıyla) istemeniz (veşartsızolaraknikâhlamanız) size helâl kılındı. O hâlde, (kesinevlenerek) faydalandığınız kadınlara takdir edilen nikâh bedel(iolanmehir)lerini verin. Mehrin takdirinden sonra (onubirmiktarartırmakveyaeksiltmekhususunda) karşılıklı râzı olduğunuz şeyde üzerinize bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

22-24. (22).“Babalarınızın nikâhlandığı kadınla evlenmeyin” Nikâhlandığı kelimesinden evlenme akdi mi yoksa cinsi temas mı kastediliyor? Bu soruya iki cevap verilmiştir. (a) Evlenme akdi (b) Hem evlenme akti, hem de akit bulunmaksızın cinsi temas yâni zinâ,  zinâ da evlenme mâni oluşturur. Babanın zinâ ettiği kadın oğlun üvey anası gibi olur ve onunla evlenmesi câiz olmaz. (KUR’ÂN YOLU, 2/42)

(23).Bu din, helâl kılma / serbest bırakma ve haram kılma / yasaklama ‘nın tamamen Allâh’aâitolduğunu yerleştiriyor. Çünkü her ikisi de ilâh olmanın en belirgin özellikleridir. Allah’tan başka hiçbir otoritenin helâl kılma ve haram kılma yetkisi yoktur. Tek başına Allah insanlar için dilediğini helâl, dilediğini haram kılar. Bunda ve şunda Allah’tan başka hiç kimse herhangi bir hüküm koyamaz. Kimse böyle bir iddiâya kalkışamaz. Çünkü bu davranış, ilâhlık iddiasında bulunmakla eş anlamlıdır. (S. KUTUB, 2/398)   

İslâm’da evlenilmesi haram olan kadınla şu şekilde sıralanmaktadır:

(I).Nesep sebebiyle haram olan kadınlar: (1) Anneleriniz: Kendi anneleriniz, babanızın ve annenizin anneleri, ne kadar yukarı varırsa varsın bütün nineleriniz size haram kılındı. (2) Kızlarınız: Gerek kendi kızlarınız, gerek oğlunuzun veya kızınızın kızları, kız torunları ne kadar aşağı inerse insin, sizin soyunuzdan gelen bütün kızlar size haramdır. (3) Kız kardeşleriniz: Ana baba bir, yâhut anne bir veya baba bir, bütün kız kardeşleriniz. (4) Halalarınız: Babalarınızın, dedelerinizin kızkardeşleri olan bütün halalarınız. (5) Teyzeleriniz: Annelerinizin ve ninelerinizin kızkardeşleri olan büyük küçük bütün teyzeleriniz. (6) Erkek kardeşlerinizin kızları, kız torunları, o kanaldan gelen bütün kız yeğenleriniz. (7) Kızkardeşlerinizin kızları, kız torunları, o kanaldan gelen bütün kız yeğenleriniz. (Ö. ÇELİK, 1/566)

(II).Emzirme sebebiyle haram olan kadınlar: (1) Sizi emzirmiş olan süt anneleriniz ve nineleriniz. Süt anne yâni kişiyi emziren kadın, yâhut bu kadının nesep veya süt anneleri ve nineleridir. Bunların hepsi emene haramdır.  (2) Süt kardeşleriniz: Peygamber Efendimiz (s): ‘Neseben haram olanların hepsi süt bakımından da haramdır.’ (Buhârî, Müslim) buyurmuştur. Âlimlerin çoğuna göre haram kılan emzirme ilk iki yaşla sınırlıdır. Evliliği haram kılan sütün miktârı hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk iki yaşını doldurmamış çocuğun midesine inen bir yudum sütün dahi ‘süt hısımlığı’ ilişkisi doğurduğunu kabul etmiştir. Bâzıları ise bunun için en az beş doyumluk emmenin gerekli olduğunu söylemişlerdir. (Ö. ÇELİK, 1/566)

(III).Nikâh sebebiyle haram olan kadınlar: (1) Eşlerinizin anneleri: Cinsel ilişki olsun olmasın, nikâhladığınız bütün kadınların anneleri yâni kayınvâlideleriniz ve onların anneleri size haramdır. (2) Kendileriyle cinsel ilişki yaptığınız eşlerinizin çocukları olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer nikâhladığınız halde henüz kendileriyle cinsel ilişki yapmadıysanız,  evliliğiniz son bulduğunda onların kızlarıyla evlenmenizde bir sakınca yoktur. (3) Kendi soyunuzdan gelen öz oğullarınızın eşleri yâni gelinleriniz. Bu ifâde bütün torunlarınızın eşlerini de kapsar. ‘sulbünüzden gelen’ / neslinizdengelenkaydıyla evlâtlıklar, bu hükümden çıkarılmıştır. (4) İki kızkardeşi bir arada nikâhlamak da size haramdır. (..) (5) (..) Bir kadının halası, teyzasi, erkek ve kızkardeşinin kızı ile birlikte nikâhlanamaz. (Dayanak: Hadîs-i şerif, Ebu Dâvud) (6) Başkalarının nikâhı altında bulunan bütün kadınlar da size haram kılınmıştır. (4/24). (Ö. ÇELİK, 1/567)

(24).‘Evli kadınlar (la evlenmeniz) de (haram kılınmıştır): Evlenme engelleri sayılırken anılan ‘muhsan kadınlar’dan maksat evli kadınlardır.  Bu âyetle, -câhiliye devrinde Bâzı durumlarda câiz görülen- birden fazla erkekle evli olma âdeti kaldırılmış, bir kadının ancak bir erkeğin nikâhı altında bulunabileceği hükmü getirilmiştir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/44)

Evli bir kadın ile ancak kadın boşanıp iddeti yâni üç hayız veya üç temizlik süresi sona erdikten sonra evlenilebilir. Savaş esiri olan câriyeler bundan istisnâ edilmiştir. Kadın esir alınınca evlilik bağı sona erer. (..) Günümüzde cariyelik (uygulaması) yoktur. (İ. KARAGÖZ 2/49)

O hâlde (kesin evlenerek) faydalandığınız kadınlara takdir edilen nikâh bedel(i olan mehir)lerini verin’             Bâzı Râfızi ve Şia (Câferilerde halen uygulanıyor. (KUR’ÂN YOLU, 2/45)  âyetin bu kısmını müt’a nikâhına delil olarak hamletmiştir.  Bu fâhiş / büyük bir yanlıştır.  Burada istimtâdan kast edilen eşlerden cinsel ilişki yolu ile yararlanmaktır. Müt’a nikâhının haramlığı sünnet ve icma ile sabittir.  (M. A. SÂBÛNİ, 1/249)

Müt’anın haram olduğu konusunda dayanak, Hz. Ali’nin şu rivâyetidir:  Hayber fathedildiği gün müt’a nikâhını ve evcil eşeklerin etini haram kıldı.  (S. HAVVÂ, 3/87, Müslim’den)

‘Bunun dışındaki kadınlarla evlenmeniz size helâl kılındı.’ Bir Müslüman dörde kadar hür ve evlenme yasağı olmayan Müslüman ve ehl-i kitap (5/5) bir kadınla evlenebilir. Nikâhın geçerli olması için evlenme engeli bulunmaması, karşılıklı irâde beyânı ve nikâh esnâsında en az iki erkek Müslüman tanık bulunması, İmam Şâfii’ye göre velinin rızâsı da gerekir. (..).Bu âyette ayrıca evlilik hayâtı için üç şart belirtilmiştir: (a). Kadına mehrini vermek, (..) (b). İffetli ve nâmuslu olmak, (..) (c). Zinâ etmemek. (İ. KARAGÖZ 2/49).

4/25  CÂRİYELERLE  EVLENMEK

25. (Ey müminler!) Sizden kimin iffetli, hür ve mü’min kadınlarla evlenmeye servetçe gücü yetmezse, elleriniz altında sâhip olduğunuz îmanlı genç câriyelerden alsın. Allah, sizin îmânınızı en iyi bilendir. Zaten siz birbirinizdensiniz (hepinizaynıdîninmensuplarısınız). O hâlde fuhuş yapmayan ve gizli dostlar edinmeyen, nâmuslu kadınlar olarak onları, velîlerinin izniyle nikâhlayın ve örfe uygun nikâh bedel(iolanmehir)lerini kendilerine verin. Evlendiklerinde bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür (olarakevlenen) kadınlara verilen cezânın yarısı (verilir). Bu (câriyeileevlenmeizni) sizden sıkıntıya düşmek (zinâyasapmak)tan korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 2/221]

25-25. ‘Sâhip olduğunuz mümin kızlardan (câriye) birini alsın.’     Kölelere hayvan işlemi yapıldığı bir ortamda, Kur’ân   (Feteyat: genç kızlar) ‘hepiniz aynı köktensiniz’ gibi ifâdeler kullanmakta, kölelik ile ilgili kabuller kırılmaktadır.  Bu bir inkılaptır ve İslâm’ın köleliği kaldırmak için attığı bir adımdır.  (KUR’ÂN YOLU, 2/47)

Câhiliye devrinde, câriye sâhipleri,  bunları ücret karşılığında fuhuş yapmak üzere kirâlar ve üzerlerinden para kazanırlardı. Âyet, bu çirkin ve insanlık dışı âdeti ortadan kaldırmış,  câriyelerle evlenmenin nâmuslu, ciddi ve hukuki bir evlenme olmasını istemiştir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/48) 

‘Evlendiklerinde zinâ edecek olurlarsa onlara hür kadınlara verilen cezânın yarısı verilir.’ (…) Yâni elli celde /sopa vurulur. ‘Hür kadınlara verilen cezânın yarısı’ buyruğu, burada sözü geçen cezânın taşlama değil de sopa olduğunun delilidir. Çünkü taşlamanın yarısı söz konusu değildir. (S. HAVVÂ, 3/92)

4/26-28  ALLÂH’IN  BU  ÜMMETE  LÜTUFLARI

26. (Ey müminler!) Allah size (helâlveharam hükümlerini ) açıklamak, sizi, sizden önceki (iyi)lerin yollarına iletmek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

27. (Ey müminler!) Allah, sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine, kötü arzularına uyanlar (vegayr-i müslimler) ise sizin de (kendilerigibi) büsbütün (doğru) yoldan sapmanızı isterler.

28. (Ey müminler!) Allah, sizden (dînî yükümlülükleri) hafifletmek ister. (Çünkü) insan  zayıf yaratılmıştır.

26-28. (28).‘Allah sizden hafifletmek istiyor.’ Şer’i hükümlerinde, emir ve yasaklarında yükünüzü hafifletmek ister. Câriyelerin nikâhlanmasını helâl kılması ve buna benzer diğer ruhsatlar bu hafifletmenin örneklerindendir. (S. HAVVÂ, 3/93)

‘..zâten insan zayıf yaratılmıştır.’  İnsan, şehvet ve arzularına karşı zayıftır. Şehvetine ve itaatlerin meşakkatlerine zor dayanır. Bu âyet, insanın kadınlar konusundaki zayflığını ifâde etmektedir. (S. HAVVÂ, 3/94)  (Kaydedildi: 5.4.2009 Pazar, saat 20.00)

Allâh’ın ‘dînî yükümlülükleri hafifletmek istemesi’ kullarına olan merhametinin gereğidir. Dînin bütün hükümleri insanların uygulayabilecekleri özelliktedir. Her insan gücü nispetinde sorumludur. (2/285). Allah hükümlerinde kullarına sürekli kolaylık ister. (2/185). Allah Kur’ân’ı insanlara zorluk için göndermemiştir. (22/78, İ. KARAGÖZ 2/56).

‘İnsanın zayıf yaratılması’, İnsan zayıf yaratılmıştır. Zayıflığı, şehvetine düşkün, öfkesine mahkûm, tahammülsüz, nefsinin arzularına, hevâ ve hevesine ve dünyâ lezzetlerine karşı koymada güçsüz oluşudur. (İ. KARAGÖZ 2/56).

Hadîs: ‘Ben kolay ve hoşgörülü hanif dîni ile gönderildim.’ (Ahmed b. Hanbel 5/266’dan (Ö. ÇELİK, 1/571)

4/29-31  MALI  VE  CANI  MUHÂFAZA

29. Ey îman edenler! Mallarınızı, karşılıklı rızâ ile (hilesiz, aldatmasız, dürüst) bir ticâret olmaksızın aranızda bâtıl (rüşvetvebenzeriharam) yollarla yemeyin (almayın, harcamayın)  ve kendinizi (yâhutbirbirinizi) de öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok merhametlidir.

30. Kim, haddi aşarak ve haksızlık ederek bu (cana kıymayı) yaparsa, onu ateşe koyacağız. Bu, Allâh’a pek kolaydır.

31. (Ey müminler!) Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kusurlarınızı örter ve sizi güzel bir yere (cennete) koyarız.

29-31.  (29).‘Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin’  Mallarınızı aranızda (yâni gerek genel olarak, gerek karı koca ve akraba arasında) bâtıl yâni haksız ve meşru olmayan bir şekilde, boş boşuna yemeyiniz, hem yekdiğerinizin malını haklı ve meşru bir sebep olmaksızın almayınız, hem de o malları harcamayınız. (ELMALILI, 2/551)

Bâtıl: Hırsızlık, hiyânet, gasp, kumar, fâiz, fâsit değişimler, sefahat, israf (ELMALILI) tefecilik, aldatma, fâhiş fiyat (KUR’ÂN YOLU 2/50),  bâtıl tanımına dahildir.  (SÂVİ el CELÂLEYN, 1/189)

‘..ve kendinizi öldürmeyin’  Nesefi’ye göre, hepsi de haram olan beş konudan söz edilmektedir: (a) sizin gibi mümin olan kimseleri öldirmeyin, (b) Sizden hiçbir kimse kendisini öldürmesin yâni intihar etmesin,  (c) Mâli konularda, birbirinize zulmederek kendinizi öldürmeyiniz. (d)  Hevâlarınızın (şehvet) peşine takılarak nefislerinizi öldürmek yoluna gitmeyin. e) Öldürmeyle sonuçlandırılacak herhangi bir suç işlemeyin. (S. HAVVÂ, 3/103)

İslâm’ın davranış hükümlerinin 5 hedefi var:  (a) Canın korunması, (Bu âyet 4/29, sağlığı korumak). (b)  Malın korunması (Bu âyet 4/29, meşru ticâret).  (c) Neslin korunması: Yukarıda geçen zinâ yasağı, nikâh hükümleri),  (d) Aklın korunması:  İleride 43. âyetle gelecek sarhoşluk ile ilgili âyet, (e) Dînin korunması: Yukarıda geçen Allâh’a itaat, Resûle itaat âyetleri. (KUR’ÂN YOLU, 2/51)

Âyet-i kerîmede görüldüğü şekildeki ticâretin dışında gerek rüşvet, gerek diğer haram yollardan elde edilen hırsızlık, hile, fâiz ve her türlü haksız ve karşılıksız kazançlar haram olup bununla, “Kendînizi veya birbirinizi maddeten ve mânen felâket ve ölüme götürmeyiniz.” denilmek istenmektedir (2/188). Aynı zamanda, hakkında kesin olarak helâl ve haram hükmü bulunmayan, fakat insanın malca ve bedence mahvına sebep olan yenilen ve içilen her türlü şey ve intihar, “kendînizi telef edip öldürmeyiniz” âyeti ile haram hükmüne dâhil edilmiş ve yasaklanmıştır. Bu âyetler aynı zamanda müslümanlar arasında savaşı da yasaklamıştır. [krş. 2/195] (H. T. FEYİZLİ, 1/82)

(31).‘Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin (diğer) kusurlarınızı örter(iz)’  Ehl-isünnetegöregünahişleyeninsanonuhelâlsaymadıkçaveAllah’tanafümîdinikesmedikçe îmandan çıkmaz, kâfir olmaz  (12/87)  Çünkü Yüce Allah, şirkten başka günahları kabul zamanı içinde kesin tevbe ile afvedebilir. (4/48, 8/38) Ancak, müslümanım deyip te,  İslâm’ın hükümlerini kabullenmez veya onları geçersiz sayarsa yaptıkları (iyi işler) boşa gitmiştir.(5/5) (H. T. FEYİZLİ, 1/82)  

Büyük Günahlar: Kur’an’da yasaklanan, haram olduğu, işleyene cezâ olduğu ve cehennemle cezâladırılacağı bildirilen, Allâh’ın lânet ettiği veya gazap ettiği ve işleyeni fâsık olaraknitelenen söz, eylem ve davranışlar, inkâr etmek, münafıklık yapmak, Allâh’a ortak koşmak, farzları terk etmek, haramları işlemek ve kul hakkı ihlâl etmek büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 2/63).

Hadis: ‘Müslümanın Müslümana ırzı, malı, kanı haramdır.’ (Tirmizi Birr 18, İ. KARAGÖZ 2/60).

Hadîs: Helak edici yedi günahtan uzak durunuz: Allâh’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, fâiz yemek, savaştan kaçmak, iffetli-îmanlı kadına zinâ iftirâsında bulunmak, (H. DÖNDÜREN, 1/172, Buhârî ve Müslim’den) Ana baba hakkına riâyet etmemek (KUR’ÂN YOLU)

Büyük Günah işleyenler, ehl-i sünnete göre dinden çıkmazlar, dünyâda ve âhirette fâsık mümin olarak işlem görürler. Birçok görev ve ehliyet için gerekli olan adâlet vasfını kaybetmiş olurlar. Büyük günaha bulaşmış hâkimin hükmü bozulur. Açıktan büyük günah işleyenlerle sosyal ilişkiler kesilebilir. (KUR’ÂN YOLU, 2/52, 53)

Büyük günahların hepsi, üç şeyde toplanmıştır. (a) Hevâ ve hevese uymak:  İnsan hevâsı yüzünden namazı ve tüm taatleri bırakarak nefsâni hazlara erer. Ana babaya itaatsizlik, akrabâ hukûkuna riâyetsizlik, nâmuslu kadına zinâ iftirası atarak bidat, dalalet, irtidad, şüphe, lezzet, nefsin hazları içinde yaşamak ister.  (b) Dünyâ Sevgisi: Öldürme, zulüm, gasp, yağma, hırsızlık, fâiz, yetim malı yemek, zekât vermemek, yalancı şâhitlik, şâhitliği gizlemek, bilerek yalan yemin, vasiyet vb. konularda bâzılarını kayırmak, haramı helâl saymak, sözünde durmamak vb birçok günahın kaynağı dünyâ sevgisidir. (c) Allah’tan başka varlıklar görmek: Şirk, nifak, riya vb. bundan kaynaklanır. (İ. H. BURSEVİ, 4/17, 18)

4/32-35  ERKEK-KADIN  İLİŞKİLERİ

32. Allâh’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasındaolupsizdeolmayanı) arzulamayın, erkeklere kendi kazandıklarından bir pay olduğu gibi, kadınlara da kendi kazandıklarından bir pay vardır. Allâh’ın lütfundan isteyin. Şüphesiz ki Allah (herşeyi) hakkıyla bilendir.

33. Ana baba ve akrabâların bıraktıklarından (erkekvekadından) her birine (paylarını alacak) vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şâhittir.

34. Erkekler, (âiledegenelsorumluolarak) kadınlar üzerine ‘yönetici ve koruyucu’durlar. Bu da Allâh’ın kimini kimine (cihad, imâmetveâilereisliğigibişeylerde) üstün kılması ve bir de erkeklerin (onlara) mallarından harcama (görevininbulunma)sı sebebi iledir. İyi kadınlar hem (gönülden) itaatli, saygılıdırlar. Hem de Allâh’ın, korunmasını emrettiği şeyleri gizlide de (kocalarınınbulunmadığızamanbileırzlarınıvekocalarınınmallarını) koruyanlardır. Geçimsiz, kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince; onlara (önce) öğüt verin, sonra (yolagelmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın, daha sonra (yineedepsizliğinevegayriahlâkîdavranışınadevamederse), disiplini için hafifçe / sembolik olarak vurabilirsiniz. Eğer size itaat eder (eşolaraksaygıgösterir)lerse, artık aleyhlerine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür (haksızlıktanhoşlanmaz).

35. Eğer (karıkocanınartıkiyice) aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin âilesinden bir hakem, kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (onlarınaralarınıgerçekten) düzeltmek isterlerse, Allah aralarını bulmaya onları başarılı kılar. Şüphesiz ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir ve herşeyden haberi olandır.       

32-35. (32).‘Allâh’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin’ Allâh’ın bâzınıza diğerinden fazla olarak bahşettiği mukadderâtı istemeye kalkışmayın.  Birbirinizin malına, makam mevkilerine göz dikmeyiniz. Çünkü bu gibi temennîler ilk önce haset, kin ve düşmanlık uyandırır.  İkinci olarak Allâh’ın takdir ve taksimine râzı olmamayı bildirir. Üçüncü olarak, kendihakkındatakdiredilmeyenbirşeyi temenni etmek, kaderdeki hikmete karşı gelmek ve boş bir ızdıraptır. (ELMALILI, 2/554, 555)

Bu buyruk ile Yüce Allah, erkeklerin kendisi ile üstün kılındıkları şeyleri temenni etmelerini yâhut kadınların erkeklerin kendileriyle üstün kılındıkları şeyleri temenni etmelerini yasaklamaktadır.  Yüce Allah,  insanların birbirlerinin sâhip oldukları üstünlükleri özlemelerini yasaklamıştır.. Yüce Allah,  başkalarının sâhip olduğu makam ve mevkileri özlemeyi yasaklamıştır. Rızkı genişletilmiş yâhut da dar tutulmuş bir kimsenin rızkına râzı olması ve kardeşini de, bu kısmeti sebebi ile kıskanmaması gerekir. (S. HAVVÂ, 3/105)

Varlık âleminde ilk günah haset /kıskançlık sebebiyle işlenmiştir. İblis Hz. Âdem’i kıskandığı için Allâh’ın secde emrine karşı çıkmış, bu sebeple lânetlenmiş ve ilâhi huzurdan kovulmuştur. (7/12-14). Yeryüzünde ilk işlenen cinâyet de haset sebebiyle işlenmiştir. Kurban ibâdeti kabul edilmeyen Kâbil, kurban ibâdeti kabul edilen kardeşi Hâbil’i kıskandığı için öldürmüştür. (5/27-30). Peygamber Efendimiz (..) hasedi yasaklamıştır, dolaysiyle haset haramdır. (..) Çünkü haset, kin ve düşmanlığaAllâh’ın taksimine ve kaderdeki hikmete karşı çıkılmasına sebep olur. (..) Hasedin haram olmasına karşılık gıpta (etmek) câizdir. Gıpta, kişinin başkalarının sahip olduğu maddi – mânevi imkân ve meziyetlere imrenmesi, onun elindeki nîmetlerin yok olmasını istemeksizin kendisinin de aynı şeylere kavuşmayı arzulaması demektir. (İ. KARAGÖZ, 2/64, 65, 66)

Hadis: ‘Birbirinize haset etmeyin.’ (Müslim Birr 23, İ. KARAGÖZ 2/64)

Hadis: ‘Haset etmekten sakının.’ (Ebû Dâvud Edeb 44, İ. KARAGÖZ 2/64)

İbn-i Abbas’tan Keşke filânın malı ve âilesi halkı benim de olsun demesin. İşte Allah bunu yasakladı.  Ancak, Allâh’ın lütfundan istesin. (S. HAVVÂ, 3/109)

(33).‘’Ana babanın ve akrabanın geriye bıraktıklarından her birine vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerini verin.’ Kan hısımlarının vâris olması, bu âyete göre genel hükümdür. Eğer mîras âyetinde zikredilen vârisler bulunmazsa, (müctehitlerin çoğuna göre) yakından uzağa doğru baba tarafından akrabâya (asabe)  ve bâzı müctehitlere göre ana tarafından akrabâya (zevil ehram)  verilecektir. Ebû Hanife’nin görüşü budur. (KUR’ÂN YOLU, 2/57)

Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimseler’ Mîras hükümleri gelmeden önce evlât ve kardeş edinme, vasiyet yoluyla mîras bırakma, tazminat ve mîras sözleşmesi yapma gibi âdetler vardı. Bir kısım müctehitler, mîras âyetlerinin bu durumu ortadan kaldırdığını belirtmişlerdir. Ebu Hanife gibi bâzı müctehitler, şartlarına uygun mîras ve tazminat sözleşmesi (müvalât akdi) bu âyete dayalı olarak vardır, yürürlükten kaldırılmamıştır. (KUR’ÂN YOLU, 2/57, 58)

Antlaşma yoluyla yakınlık bağı kurduğunuz kimselere de paylarını verin.’ Câhiliyedevrinde yardımlaşma ve mîras konusunda sözleşme yaptıklarınıza, mîrastan onların payını veriniz.  Bu (uygulama)  İslâm’ın başlangıcında vardı,  sonra yürürlükten kaldırıldı.  Şu âyet ile yürürlükten kaldırıldı: ‘hısımlar mîrasta artık birbirlerine daha yakındır’ (Enfal 8/75)    İbn-i Abbas şöyle dedi: Muhâcirler Medîne’ye döndüklerinde, akraba olmamakla berâber ensâra mîrasçı oluyordu, kardeşlik nedeni ile.  Sonra,  ‘..herkes için mîrasçılar belirledik..’ (Nisâ 4/33) âyeti indi ve bu uygulama yürürlükten kaldırıldı. (M. A. SÂBÛNİ, 1/251, S. HAVVÂ, 3/110)

Araplar’da bir adam, başka biriyle; kardeş olmak, birbirine arka çıkmak ve yardım etmek üzere antlaşır ve böylece birbirlerinin mîrasına da vâris olurlardı. Âyet-i kerîmede görüldüğü gibi, İslâm’ın ilk devrinde buna izin verilmişti. Fakat sonra Enfâl sûresinin 75. âyeti inince artık bu âyetle amel edildi, önceki uygulamanın hükmü kaldırıldı. (H. T. FEYİZLİ, 1/82)

(34).‘Erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.’  Erkeklerin koruyuculuğu ve yöneticiliği iki gerekçeye dayandırılmıştır:  (a) Koruma ve yönetme bakımından erkekler daha uygun özelliklerle donatılmıştır. (b)  Erkekler âile geçimini ve diğer mâli yükümlülükleri üstlenmişlerdir.

Genel olarak erkeklerde akıl ve mantık ön plândadır, kadınlarda ise duygu ön plâna çıkar. Koruma bakımından fiziki güç önemlidir ve erkekler bu yönden daha güçlüdür.  İslâm hukuk kuralların göre erkek âilenin geçiminden tek başına sorumludur. Hem de mehir, diyet, cihat gibi mâli tarafı olan yükümlülükleri vardır.  (KUR’ÂN YOLU, 2/58)

Bu buyrukta, kadınların nafakalarının erkekler üzerinde bir hak olduğuna delil vardır.  (S. HAVVÂ, 3/112)

Farklı alanlarda üstün yetenekler: akıl, kararlılık, görüş, kuvvet, duygu, savaş, namaz, orucu tam yerine getirmek, peygamberlik, halifelik, imâmet, ezan, hutbe, cemaat, cumaya iştirak, şâhitlik, mîrasta iki kat alma, asabelik yoluyla mîras alma, nikâh ve talak hakkına sâhip olma, neseplerin erkeklere olması, sarıklı ve sakallı olmaları.. (S. HAVVÂ, 3/112)

Âyet-i kerimede iki tür kadından söz edilmektedir: Saliha kadın, nâşize / kafa tutan kadın. sâliha (iyi) kadınlar itaatli ve görevlerini yerine getiren olarak tanımlanmaktadır. Serkeşlik (sadâkatsizlik) etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince.    Nüşuz, kadının kocasına kafa tutup, isyankâr bir durum almasıdır.  Kadının nüşûzu, kocasına isyânı, koku sürünmemesi,  kocasını nefsinden engellemesidir. (ELMALILI, 2/558)

Onlara önce öğüt verin (sonra) yataklarında yalnız bırakın (ille de dövecekseniz, bunlardan sonra) dövün. Allah’tankorkmalarınıhatırlatın, (S. HAVVÂ, 3/112),  nasihat (öğüt) faydavermezseyataklarındayalnızbırakın, onlarlakonuşmayınveyaklaşmayın (cimâetmeyin) (İbn-iAbbas’agöre) o daetkiliolmazsa, dövün.  (M. A. SÂBÛNİ, 1/252)  

Eşini dövme, bir çeşit disiplin ve eğitim amaçlı, bedende iz bırakmayan (yüzüne vurmamayı ve kadına zarar vermemeyi içeren)  bir davranıştır. Allah Rasûlü kendi âilesinden hiçbir kadını dövmediği gibi, hiçbir hizmetçiyi de dövmemiştir. (H. DÖNDÜREN, 1/172, KUR’ÂN YOLU, 2/60) Hattâ azarlamamıştır bile…

Hz. Peygamber, kadınların dövülmesini men etmekte, eşlerini dövenlere hayırsız demekte, bu davranışla aynı yuvayı ve yatağı paylaşmanın bağdaşmazlığına dikkat çekmektedir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/59)

Hadis: Bir sahâbînin ‘Ey Allâh’ın Elçisi! Eşlerimizin üzerimizdeki hakkı nedir? Sorusuna Peygamberimiz (s); ‘Onlara yediğinizden yedirin, girdiğinizden giydirin ve onlara kötü (söz söy)lemeyin.’ (Ebû Dâvud Nikâh 42’den İ. KARAGÖZ 2/72)

(..) Söz konusu âyet, darp / vurma fiilinin yaygın olduğu bir topluma gönderilmesi sebebiyle mevcut uygulamayı gözardı etmemiş, ilk merhalede onu en aza indirmeyi amaçlamıştır. Geçici bir süre (mevcut uygulamaya) izin verdikten sonra da ihtimal ki, Kur’ân’ın nihâi hedefi bu uygulamayı tamâmen ortadan kaldırmaktır. (H. KARAMAN’dan M. DEMİRCİ, 1/288) 

Yine Eyyub Peygamber’in yapmış olduğu bir hatâdan dolayı hanımına yönelik dövme yeminini ‘Eline bir demet sap al da onunla vur. Yeminini böyle yerine getir.’ (Sad 38/44) âyetinde de belirtildiği gibi, ‘buğday saplarıyla vurma’  şeklinde yerine getirilmiştir. Bu da kadına karşı şiddetin esâsen Kur’ân-ı Kerîm tarafından onaylanmadığı anlamını ifâde etmektedir.  (M. DEMİRCİ, 1/289)

İslâm’da olduğu gibi dünyâ genelinde âile reisliği, maddî ve mânevî nitelikleri ve ekonomik avantajları dolayısıyla, istisnâlar dışında erkeğe verilmiştir. Âilede görevleri bakımından erkek ve kadınların ayrı ayrı sorumlulukları, birbirine karşı hak ve görevleri vardır. Birinin diğerine karşı saygısızlık ve serkeşlik etme, ezme ve eziyet etme hakkı yoktur. Âile sevgi, saygı ve müslümanca yaşamakla huzur bulur ve devam eder. Kadının, iffetsizlikte devam etmesi yâni mahremi olmayan/kendisine nikâh düşen kimselerle oturup kalkması ve gezmesi, kocasının izin vermediği yerlere gitmesi ve kocasına karşı cüretkâr hareketlerde bulunması hâlinde.; onu hemen evden çıkartma veya boşama yoluna gitme yerine, meşrû ölçüler içinde, mecbûren uslandırma, çâresine bakma/hafif vurma yoluna (buğday sapıyla vurma (derleyenin notu) 38/44 dövmek değil) gidilir. İffetli, edepli ve onurlu kadınlar, buna sebebiyet vermezler. Bundan dolayı Peygamber (s), hanımlarına hiç vurmamıştır. Eğer erkek, bu türlü kadınlara hafifçe vurmasının ona bir uyarı olmayacağını tahmin ederse bunu da yapmaz. Çünkü maksat dövmek değil onu uyarmak ve uslandırmaktır. Ama serkeşliğe devam etmesi hâlinde boşama yoluna gidilir. Bu konuda erkekler için bk. 4/128 ve açıklaması. (H. T. FEYİZLİ, 1/83)

(35).‘Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin.’ Eşler arasında şiddetli geçimsizlik bulununca, erkek veya kadın hâkime başvurarak, hakem tayinini isteyebilir. Çoğunluk fakihlere göre, hakemler arabuluculuk yapmaya çalışırlar.  (H. DÖNDÜREN, 1/173)

Hanefilerin görüşüne göre,  hakemlerin karı ve kocayı bir arada tutmak yetkileri var, ama ayırma yetkileri yoktur. (S. HAVVÂ, 3/114)

4/36-42  ALLÂH’IN  SEVMEDİĞİ  KİMSELER

36. Allâh’a kulluk edin, hiçbir şeyi (yücelterekilâhlaştırıpveyatapınakhalinegetirip) O’na ortak koşmayın. (Sonrasırasınca) ana babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda / sokakta kalmışa ve ellerinizin altında bulunan (işçi ve hizmetkâr)lara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez. [bk. 1/4; 9/31; 51/56]

37. (İşte) onlar, hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emir (vetavsiye) ederler ve Allâh’ın nimetinden kendilerine bol bol verdiğini gizlerler. Biz de (bu) kâfirlere,  alçaltıcı bir azap hazırladık.

38. Üstelik onlar, Allâh’a ve âhiret gününe inanmadıkları hâlde, insanlara gösteriş olsun diye mallarını harcarlar (kibu münâfıklarıAllahsevmez). Kime şeytan arkadaş olursa, artık onun ne kötü bir arkadaşı vardır!

39. Münâfıklar, Allâh’a ve âhiret gününe inanıp da Allâh’ın kendilerini rızıklandırdığı şeyden (O’nunyolunda) harcasalardı, onların aleyhine ne olurdu ki? Allah onları çok iyi bilmektedir.

40. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulüm etmez. (Zerremiktârı) bir iyilik olursa, onu kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir. [bk. 28/84]

41. (Ey Peygamberim! Biz Kıyâmet gününde) her ümmetten bir şâhit ve seni de onların üzerine şâhit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur? [bk. 16/84-89]

42. (Ey Peygamberim!) Küfre sapanlar/inkâr edenler ve Rasûl’e karşı gelenler o gün yerle bir olmayı temenni ederler. Artık Allâh’a karşı bir tek sözü (bile) gizleyemeyecekler.

36-42. (36).Âyette ‘Allah hakkı’ ile ilgili iki hüküm, ‘kul hakkı’ ile ilgili sekiz hüküm toplamda on hüküm bulunmaktadır: (1) ‘Allâh’a ibâdet (ihlasla, ELMALILI, 2/561) edin, (2). O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.’ Kulluk dört şeyden ibârettir: verilen sözlere vefa, mevcûda rızâ, Allâh’ın koyduğu sınırları koruma ve ele geçirilmeyecek şeylere karşı sabırdır.  (Nesefi’den S. HAVVÂ, 3/122) (..) ‘O’na (put veya put dışında) hiçbir şeyi  (açık olsun, gizli olsun şirkin hiçbir çeşidi ile) ortak koşmayın.’  (İ.H. BURSEVİ, 4/39)

(3). ‘Ana babaya iyilik edin’ Anne, babaya sözle, davranışlarla, muhtaç olmaları hâlinde gereken harcamalarla iyilikte bulunun. (S. HAVVÂ, 3/120)  

Hadis: Allâh’ın Elçisi’ne ‘Amellerin hangisi daha üstündür?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s) ‘Vaktinde kılınan namazdır’ buyurdu. ‘Sonra hangisidir?’ diye sordum. Peygamber (s), ‘Ana ve babaya iyilik yapmaktır’ cevâbını verdi. (Müslim’den İ. KARAGÖZ 2/76).

(4). ‘yakınlara’ kardeş, amca veya başka akrabalara iyilik yapın.  (S. HAVVÂ) (5). yetimlere, (6). miskinlere iyilik yapın.  (7). ‘yakın komşuya’ hâne yakınlığı bulunan komşuya ya da yakın akraba olan komşuya, iyilik yapınız. ‘uzak komşuya’ iyilik yapın. Ya hânesi uzak olur veya akrabadan olmaz veya gayr-i müslim bulunur.  (ELMALILI, 2/561)  (8). ‘yakın arkadaşa’  iyilikte bulunun.  Yolculuk, ilim öğrenmek, iş gereği yâhut bir mecliste yanında oturan ve kişinin hanımı bu kapsama dâhildir. (S. HAVVÂ, 3/121)  (9). ‘yolcuya’ ve yoldan gelen misâfire (ELMALILI) iyilikte bulunun. (10). ‘ve ellerinizin sâhip olduğu kimselere’ (köle ve câriyelere) iyilik edin.

Akrabâ ile ilişkiyi sürdürmek, dînimizde ‘sıla-i rahim’ kavramı ile ifâde edilir. Sıla-i rahim, farz bir görevdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Akrabâya, yoksula ve yolcuya hakkını ver’ (17/26; İ. KARAGÖZ 2/77).

Allah, yoksulların infak, zekât ve sadaka ile koruyup kollanmasını emreder. (90/14-16). Yapılan infaka 700 katı vedaha daha fazlasıyla karşılık verileceği bildirilerek fakirlere yardımı teşvik eder. (2/261). İslâm’ın beş temel esâsı olan zekâtın verileceği gruplardan biri de yoksullardır. (9/60). Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır. (70/23, 24). Bu hakkın fakirlere verimesi Allâh’ın kesin emridir.(17/26). Fakirlerin bu hakkını vermek, Firdevs cennetinin vârisi olan kurtuluşa ermiş müminlerin özelliğidir. (23/1-8, 72/22-35, İ. KARAGÖZ 2/78).

Hadis: ‘Muhtaç olan dul kadınlara ve yoksullara yardım eden kimse, Allah yolunda cihad yapan veya gündüzleri oruç tutan ve gecelerini ibâdetle geçiren kimse gibi sevap kazanır.’ (Tirmizi Birr 44’den İ. KARAGÖZ 2/78).

Komşu Haklarını şöyle özetleyebiliriz: (1). Hastalandığında ziyaretine gitmek, (2). Öldüğünde cenazesine katılmak, (3). Borç istediğinde imkân nispetinde yardımcı olmak,  (4). Darda kaldığında yardımına koşmak, (5). Bir konuyu danıştığında görüş beyan etmek, (6). Bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek, (7). Düğün, sünnet ve benzeri dâvetlerine icâbet etmek, (8). Başına bir musibet geldiğinde teselli etmek, (9). Kamuya zararı olmayan hatâ ve kusurlarını deşifre etmemek, gıybet ve dedikodusunu yapmamak, (10). Karşılaştığında selâm vermek ve hâl hatır sormak, (11). Sözlü veya fiili olarak herhangi bir şekilde eziyet etmemek, (12). Canına ve malına zarar vermemek, (13). Güler yüzlü davranmak.(İ. KARAGÖZ 2/79).

Hadîs: Allah katında en hayırlı komşu, komşularına en çok iyilik eden kimse olduğu bildirilmiştir, ayrıca komşuların en yakın olanlardan başlamak üzere birbiriyle hediyeleşmeleri de öğütlenmiştir. (Buhâri Hîbe 16; KUR’ÂN YOLU, 2/66)

Hadis: ‘Allâh’a ve âhiret gününe îman eden kimse, misafirine ikram etsin.’ (Tirmizi Birr 43’den İ. KARAGÖZ 2/80).

Hadîs:  Köleleriniz, hizmetçileriniz, (yanınızda çalıştırdığınız işçileriniz) kardeşlerinizdir. Allah, onları sizin elinizin altına vermiştir. Herhangi birinizin eli altında kardeşi bulunacak olursa, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Yapamayacakları işleri onlara yüklemeyiniz. Yükleyecek olsanız, onlara yardım edîniz. (Tirmizi Birr 29’den İ. KARAGÖZ 2/80)  

Hadîs: Kendi yediğin bir şey, senin sadakandır. Çocuğuna yedirdiğin bir şey senin sadakandır. Hanımına yedirdiğin bir şey senin sadakandır. Hizmetçine yedirdiğin şey sadakadır.

Hadis: ‘Cebrâil bana komşu hakkı ile ilgili o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.’ (Buhâri Edeb 28’den İ. KARAGÖZ 2/78).

Hadis: ‘Vallâhi îman etmiş olamaz, vallâhi îman etmiş olamaz, vallâhi îman etmiş olamaz’ buyurmuş, bir sahâbînin ‘Kim îman etmiş olamaz, Ey Allâh’ın Elçisi?’ diye sorması üzerine ‘Kötülüğünden komşusunun emin olmadığı kimse’ buyurmuştur. (Müslim Îman 73’den İ. KARAGÖZ 2/79).

‘(İşte) o (Medîne Yahûdi)leri, hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emir (vetavsiye) ederler ve Allâh’ın nimetinden kendilerine bol bol verdiğini gizlerler.’ Mekkeli Müslümanlar, müşriklerin baskıları ve zulümleri sebebiyle bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakıp Medîne’ye hicret etmişlerdi. Medîne sâkinleri olan Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olmuşve Medine’ye gelen muhâcirlere kucak açmış, maddî imkânlarını onlarla paylaşmış, onlara yardım etmiş, hattâ onları kendilerine tercih etmişlerdi. (59/9). Medîneli yahûdiler Evs ve Hazreç kabilesine, ‘Mekkeden gelen Müslümanlara yardım etmeyin, malınızı onlarla paylaşmayın, yoksa fakir düşersiniz’ diye telkinde bulunuyorlardı. Âyet, bunu dile getirmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/82)

(38).‘Bu (münafık)lar Allâh’a ve âhiret gününe îman etmedikleri hâlde, mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcarlar’ Bu âyet münâfıklar ile ilgili olarak inmiştir. Âyette münâfıkların üç niteliği dile getirilmiştir: Riyâ / gösteriş, inkâr ve şeytanı dost edinmek. (İ. KARAGÖZ 2/83).

Övünmek ve ‘bunlar ne kadar da cömerttirler’  denilsin diye harcarlar. Allâh’ın rızâsı için harcamazlar. Bu kimseler münâfıklar ve kâfirler (Mekke müşrikleri, İ. H. BURSEVİ, 4/44) dir. (S. HAVVÂ, 3/121)  

Bir Hadîste, yaptıkları işi sırf gösteriş için yapan âlim, gâzi ve infak edenin cehenneme gireceği bildirilmiştir. (Müslim’den, H. DÖNDÜREN, 1/173)

‘Allah şüphesiz zerre (ağırlığı) kadar zulmetmez / haksızlık yapmaz.’ İlgili âyetler: ‘Allah kullarına aslâ zulmedici değildir.’ (3/182, 8/51, 22/10). ‘Onlar en ufak bir zulme uğratılmayacaklardır.’ (4/49, 17/71). ‘Gerçekten Allah insanlara hiç zulmetmez.’ (10/44) ‘Allah kullarına zulmetmek istemez.’ (40/31; İ. KARAGÖZ 2/86).    

Yüce Allah kâfire çalıştığının karşılığını dünyâda (46/20), mümin kulunun yaptığı iyi bir amelin karşılığını hem dünyâda hem de âhirette verir. (Müslim). Hattâ mümine yaptığı iyi amelin karşılığı dışında kendi lütfu ile nîmet ve mükâfat verir. Âyetteki ‘ecr-i azim’ yâni büyük sevap ile maksat cennet ve nîmetleridir.  

Hadîs: Şüphesiz Allah, mümin kulun iyiliğini eksiltip ona zulmetmez. Mümin dünyâda yaptığı iyiliğe karşılık rızıkla mükâfatlanır; âhirette de ayrıca mükâfâtını görür. Kâfir ise dünyâda yaptığı iyiliğin karşılığını alır, âhirette ona hiçbir karşılık yoktur.’ (Müslim Kıyâmet 56, Ahmed b. Hanbel’den, Ö. ÇELİK, 1/585)

‘…(Zerremiktârı) bir iyilik olursa, onu (sevapça) kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir.’ Başka âyetlerde bedeni ve sözlü ibâdetlerde mükâfat on katı (8/160), mâlî ibâdetlerde 700 katı (2/261) sabra hesapsız (39/10) sevap vereceği beyan edilmiştir. Kötü olan söz, eylem ve davranışları ve günahları ancak misli ile cezalandırır. (6/160, İ. KARAGÖZ 2/86).

(41).(Biz) her ümmetten bir şâhit (peygamber) ve (Rasûlüm) seni de onların (hepsi) üzerine şâhit (olmak üzere) getirdiğimiz zaman hâlleri nice olur’  Kıyâmet günü her toplum din konusunda sorguya çekilirken, kendi peygamberi şâhitlik yapacak, Hz. Muhammed de bütün peygamberlerin lehinde şâhitlik edecektir.  (bk 5/117)  (H. DÖNDÜREN,1/173)

Hadîs: Buhârî, İbni Mes’ud’dan rivâyet ediyor:  Resûlullah şöyle buyurdu: ‘Bana Kur’ân oku’ Ben: Ey Allâh’ın Rasûlü, sana indirdiği halde, sana ben mi Kur’ân okuyayım? deyince şöyle buyurdu: ‘Evet, ben onu başkasından dinlemeyi seviyorum’ Bunun üzerine Nisâ sûresini okumaya başladım.  Fe keyfe izâ ci’nâ  min külli ümmetin…  âyetine geldim. Bu sefer bana ‘artık bu kadar yeter’ Bir de baktım, gözlerinden yaşlar akıyor.  (Buhâri Tefsir 4/9; Müslim Müsâfirin 247; S. HAVVÂ, 3/126)

‘Küfre sapanlar/inkâr edenler ve Rasûl (Muhammed)’e karşı gelenler o gün yerle bir olmayı temenni ederler.’ Kâfirler; peygamberler ümmetine tanıklık ettiği ve amel defterleri sol ellerine verildiğinde, kâfir oldukları ortaya çıkıpcehennem atılacakları anlaşılınca ‘Keşke toprak olsaydım’ (78/40.) ve  Keşke ölüm herşeyi bitirseydi’ diye temenni edeceklerdir. (İ. KARAGÖZ 2/88).

4/43  TEYEMMÜM  VE  GUSÜL

43. Ey îman edenler! Siz sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de yolculuk(tateyemmüm) hâriç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolcu iseniz veya sizden biri abdest bozmaktan gelmişse veya kadınlarla (cinsel) temasta bulunup da su bulamamışsanız, o vakit temiz bir toprağa (niyetle) yönelin de yüzlerinize ve ellerinize (dirseklerinizekadar) sürün (teyemmümedin). Şüphesiz ki Allah çok affedendir ve çok bağışlayandır. [krş. 5/6]

43-43. ‘Ey İman edenler. Sarhoşken, ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.’  Buâyet, içkinintamamenyasaklanmasından önce,  üçüncü aşamada inen âyetlerdendir. (16/67, 2/219, 5/90-91) (…)  Bâzı müfessirler, zihnin dünyâ meşguliyeti ile dolu olarak ve ne okuduğunun farkında olmayarak, huşusuz namaz kılmayı da sarhoşluk hâline benzetmişlerdir.  (H. T. FEYİZLİ, S. HAVVÂ, 3/143)

Abdurraman b. Avf, yemek hazırlamış, arkadaşlarını dâvet etmişti. Yediler, içtiler, sarhoş oldular. Namaz vakti gelince namaza durdular. İmam, namazda Kâfirûn sûresini, mânâyı değiştirecek şekilde yanlış okudu.  Bunun üzerine, bu âyet indi. (KUR’ÂN YOLU, 2/69)

Hz. Peygamber, namaz sırasında uykusu gelen ve uyuklayan kişinin namazı bırakıp uyuması gerektiğini söylemiştir. (MEVDÛDİ, 1/321)

‘Cünüp iken de -yolculuk (ta teyemmüm) hâriç- gusledinceye kadar (namaza yaklaşmayın)’ Hanefilerin görüşü: Sarhoşolaraknamazayaklaşmayınız. Cünüp iken de gusledinceye kadar namaza yaklaşmayınız. Yolculuk hâli bundan müstesnâdır. O vakit su bulamadığınız takdirde teyemmüm ederek namaza yaklaşınız. (S. HAVVÂ, 3/141)

Teyemmüm, niyet edildikten sonra yer kabuğuna âit temiz toprak, kil, kum, taş gibi bir nesneye iki elin içi ile dokunup yüzü, sonra bir daha dokunup dirseklere kadar kolları mesh ederek yapılmakta, hem abdest, hem de cünüpler için gusül yerine geçmektedir. (KUR’ÂN YOLU, 2/70, 71)  

‘eğer hasta iseniz yâhut yolculukta iseniz,’ Bu yolculuğunuz ister uzun, ister kısa olsun  ‘yâhut herhangi biriniz abdest bozmaktan geldi ise,’ Yâni ihtiyâcınızı gördükten sonra küçük hades hâlinde iseniz yâni abdestsiz iseniz, (…) kadınlara (cinsel)  temasta bulunup da su bulamadığınız takdirde, temiz bir toprağa teyemmüm edîniz.   Yüzlerinize ve ellerinize sürünüz.’   ‘Su bulamazsanız’ Su olmadığı, su uzakta olduğu, suya ulaşmak için gerekli araçların olmadığı, yılan, vahşi hayvan ya da düşman sebebiyle su kullanma imkânı olmaması (Nesefi’ye göre, S. HAVVÂ, 3/141)

Ne dediğinizi bilinceye kadar’  Bu buyruktan Bâzı kimseler, huşûun vâcip olduğunu anlamışlardır. Bu da, şuna delildir: Namaz esnâsında insanın ne söylediğini bilmesi,  farkında olması, şeriatta özellikle gözetilmiştir. (S. HAVVÂ, 3/143)

Âyette, namaz kılan kimsenin kendisini oyalayan, kalbini meşgul eden şeylerden sakınması, nefsini onu kirleten şeylerden temizlemesi gerektiğine işâret vardır.  (İ. H. BURSEVİ, 4/57)

‘.. temiz bir toprağa teyemmüm ediniz..’ Teyemmüm esâsen bedeni temizleyen bir uygulama olmamakla birlikte, temizlik şuurunu dâimâ diri tutması bakımından önemli bir mânevi etkiye sâhiptir. Abdest veya gusül edilemediği takdirde hükmen bunların yerine geçen sembolik bir temizlik uygulaması olan teyemmümün verdiği en önemli ders; müminin hiçbir şart altında zâhiren ve bâtınen temizliği bırakmaması gerektiğidir. (Ö. ÇELİK, 1/588)

4/44-48  YAHÛDİLER,  ALLÂH’IN  BAĞIŞLAMASI

44. (Ey Peygamberim!) Kendilerine Tevrat’tan bir nasip verilen (yahûdileriveonlargibi)leri görmedin mi? Onlar sapıklığı (tercihedip) alırlar ve sizin de yoldan sapmanızı isterler. [bk. 3/99]

45. (Ey müminler!) Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Allah, (size) bir dost olarak kâfîdir, bir yardımcı olarak da Allah yeter.

46. (Ey Peygamberim!) Yahûdilerin bir kısmı, (Tevrat’taki) kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dîne saldırarak (peygamberlerekarşı🙂 [krş. 5/13] “İşittik, fakat karşı geldik.” “Dinle, dinlemez olası.”, “râ‘inâ” derler. Eğer onlar: “Dinledik itaat ettik, dinle ve bize de bak (gözet).” deselerdi kendileri için daha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat Allah, küfürlerinden dolayı onlara lânet etmiştir. Artık onlar, pek azı hâriç, îman etmezler.

47. Ey kitap verilenler! Biz bir takım yüzleri belirsiz (dümdüz) arkalarına çevir(erektıpkıenselerigibiyap)mazdan önce veya kendilerine lânet ettiğimiz Cumartesi ashâbı gibi olmadan, yanınızdaki (kitaplarınasılları)nı tasdik edici olarak indirdiğimiz (Kur’ânıKerîm’)e îman edin. Allâh’ın emri dâimâ yerine gelir.

48. Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını (tevbeetmeden) asla bağışlamaz, bundan başkasını da dilediği kimselerden bağışlar. Kim de Allâh’a ortak koşarsa, çok büyük bir günah işleyerek iftirâ etmiş olur.

44-48.  Bu âyetler Yahûdilerden haber vermektedir.  Şöyle ki: (a) Önceki peygamberlerin Hz. Muhammed hakkında verdiği bilgileri terk ederler, (b) Allâh’ın kitabını tahrif ederler, tevil ederler.(46. âyet)  (c) Cumartesi yasağını çiğnemiş, avlanırken hile yapmışlar, cezâ olarak şekilleri maymunlara ve domuzlara dönüştürülmüştür.  (47. âyet) (d) Allâh’ın emrine muhalefet etmişler, Allâh’a şirk koşmuşlardır. (48. âyet)  e) Kitap ehli kendi kendilerini övüp,  temize çıkarmışlardır. (49. âyet) Bizler Allâh’ın oğulları, sevdiği kimseleriz demişler, ateşe birkaç gün gireceklerini iddiâ etmişlerdir. (S. HAVVÂ, 3/146, 147, 148)

(46).(Tevrattaki) kelimeleri yerlerinden değiştirirler.’  Yahûdilerin bâzı kelimeleri değiştirmeleri tahrif terimi ile ifâde edilmektedir. Burada, müspet anlamı ifâde eden kelimeler, ses benzerliğinden yararlanarak, olumsuz, aşağılayıcı amaçlarla kullanılmaktadır. Meselâ, râinâ kelimesi ‘bizi gözet’, anlayışımıza göre açıklama yapmasını istemek, anlamında iken, İbrânice ‘ahmak, kalın kafalı’ anlamına gelen ‘râûnâ’ kelimesini kast ederek ‘râina’ demekteydiler.  (KUR’ÂN YOLU, 2/76, 77) (Bu sözlerini) peygamberimize sövmek ve aşağılamak amacıyla söylüyorlar. İ. H. BURSEVİ, 4/66).

‘Yahûdilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden değiştirir.’ Yahûdiler, Tevrat’ta gerek Hz. Peygamber’e âit vasıfları ve geleceğini müjdeleyen kelimeleri, gerekse zinâ gibi haram olan bâzı hükümleri değiştirmişler; hatta Hz. Peygamber’e hakâret kastıyla dillerini bükerek “eta” (itaat ettik) kelimesini “asaynâ” (karşı geldik), “inâ” (bizi gözet) kelimesini de ağızlarını aşağı eğip (i) harfini uzatarak “înâ” (bizim çobanımız) şeklinde söylemişlerdi. [bk. 2/104] (H. T. FEYİZLİ, 1/85)

(47).‘Biz birtakım yüzleri belirsiz (dümdüz) arkalarına çevir(erek tıpkı enseleri gibi yap)mazdan evvel …. İman edin’    Enselerine çevrilmesi iki anlama gelebilir:  (a) kelime anlamında olduğu gibi yüzleri arkaları gibi dümdüz ederiz. (Yâni yüz hatlarını mahvedip, göz, kaş, burun ve ağzın izlerini silip  dümdüz ederek  arkalarına çevirmeden önce.. (İ. H. BURSEVİ, 4/68)   (b) Ya da yüzleri hem dümdüz ederiz ya da yüzleri arka tarafa çeviririz demektir.  (S. HAVVÂ, 3/151, 152)

İbn-i Abbas (r) deve tabanı, hayvan tırnağı gibi olması ile Katâde ve Dahhâk ’Eğer dileseydik o kâfirlerin gözlerini silme kör ederdik.’ (Yâsin 36/66) anlamı üzere gözlerin görmez olması ile,  bâzı müfessirler de yüzlerinin maymun yüzü gibi çirkin ve perişan olması ile örnek vermişler ve açıklamışlardır. (ELMALILI, 2/569)

(48).Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını (şirk dışında kalan günah) dilediği (kimseler) için bağışlar.’  (Şirk; yâni Allâh’a ortak koşmak, (a). Bir olan Allâh’ın zât ve sıfatlarına îmanda, O’na ibâdet ve itâatte, O’nun mutlak hâkimiyetinde, otorite ve gücünde, haram ve helâlleri belirlemede ve kurtarıcılığına sığınmada başka varlıkları O’na denk tutmak veya (b). Allâh’ın rızâsını değil de başkalarının hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Fitnenin ve bütün zulümlerin başı şirktir. “Lâ ilâhe illâllah” lafzı ile İslâm, şirkin tümüyle savaşır. Şirk oldukça İslâm’dan ve tevhidden söz edilemez. Çünkü şirk en büyük günah ve en büyük zulümdür. Bütün güzel amelleri boşa çıkarır. [bk. 4/116; 9/31; 3/135; 39/38] (H. T. FEYİZLİ, 1/85)

İbâdette Allâh’a ortak koşmak: Yüce Allah ile birlikte başka varlıklara örneğin putlara tapmak şirk olduğu gibi, ibâdette Allah’tan başkasını gözetmek ve gösteriş yapmak, (riyâ) ve ibâdetini başkalarına duyurmak amacıyla (süm’a) ibâdet etmek de şirktir. Şu âyetler ile ibâdette şirk yasaklanmaktadır: ‘Allâh’a kavuşmayı uman kimse, Rabbine ibâdette kimseyi ortak koşmasın.’ (18/110). ‘Sen Allah ile berâber başka bir ilâha ibâdet etme.’ (28/88, 26/213). ‘Allah ile birlikte hiç kimseye ibâdet etme.’ (72/18, İ. KARAGÖZ 2/99) 

‘Kim Allâh’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah, ona cenneti haram etmiştir.  (5/72) Şirkin dışında kalan günah büyük günah olsa bile tevbesi bulunmasa da dilediği kimseye bağışlayabilir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. (S. HAVVÂ, 3/152)

‘Sonra haram aylar çıkınca. O müşrikleri nerede bulursanız öldürün. (Tevbe 9/5) Bu âyette,  müşriklerin öldürülmesi emri,  şirk suçuna değil,  onların antlaşmaları bozmaları olduğu anlaşılır. (siyak sibaktan)  Ancak âyetler birarada değerlendirildiğinde ulaşılan sonuç şudur: Zulme sapmayan, hürriyet – adâlet düzenini bozmayan, bütün fertleri ve gruplar-dinleri inançları ne olursa olsunhayat hakkına sâhiptir. (KUR’ÂN YOLU, 2/78)

Hadîs-i Kudsi: ‘Kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünyâ dolusu günahla gelse, ben kendisini bir o kadar mağfiretle karşılarım.’ (Müslim, Tirmizi’den Ö. ÇELİK 1/592)

4/49-55  YAHUDİ  TIYNETİ

49. (Ey Peygamberim!) Kendilerini temize çıkaran (yahûdi)leri görmedin mi? Hâlbuki ancak Allah dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin incecik ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.

50. Bak! Nasıl yalan uydurup da Allâh’a iftirâ ediyorlar. Bu, (onlara) apaçık bir günah olarak yeter.

51. (Ey Peygamberim!) Kendilerine Kitap’dan bir nasip verilmiş olanları (İsrâiloğulları’nı) görmedin mi? Onlar, Cibt’e (kâhinlere, putlaşanlara) ve tâğûta (Allah’tanuzaklaştıranveemirleriniyapmaktanmeneden ‘lider’lere) inanıyorlar da, küfre sapanlar için: “Bunlar, îman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar.

52. (Ey Peygamberim!) İşte Yahûdiler, Allâh’ın kendilerine lânet ettiği kimselerdir. Allâh’ın lânetlediği kimselere de artık bir yardımcı bulamazsın.

53. Yoksa onların (yeryüzünde) mülk (vesaltanat)tan nasipleri mi var? Öyle (mal, mülk, saltanat sâhibi) olsaydı(lar), insanlara bir çekirdek filizi (kadarbirşey) bile vermezlerdi.

54. Yoksa onlar (lânetlenenİsrâiloğulları), Allâh’ın kendilerine lütfundan nîmet verdiği (peygamberseçtiğiMuhammed’eveonuntarafındaki) insanlara karşı haset mi ediyorlar? Evet biz, İbrâhimoğulları’na Kitap ve hikmet verdik, hem de onlara büyük hükümranlık bahşettik.

55. İşte Yahûdilerden kimi ona (İbrâhimsoyundangelenMuhammed’e) îman etti, kimi de (buİsrâil’dendeğildiye) ondan yüz çevirdi. Artık (onlara) alevli bir ateş olarak cehennem yeter.

49-55. (49).‘Kendilerini temize çıkaran (yahûdi)leri görmedin mi? Hâlbuki Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır.’  Yahûdiler, özelliklekendilerininAllâh’ın oğulları ve sevgilileri (5/18), dostları (62/6), olduklarını, birkaç gün dışında âhiret cezâsı çekmeyeceklerini (2/80)  söyleyerek, kendileri için sözlü tezkiyede bulunmuşlardı. Âyet, bu davranışı mahkûm etmektedir. (KUR’ÂN YOLU, 2/80)

Nefislerini temize çıkaranlar: Nefislerini temize çıkaran ve çok takvâlı, itaatkâr ve Allâh’a yakın olmakla vasıflandıran herkesi içerir. Ayrıca, bu ifâdede kişi amelini beğenmekten sakındırılmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 4/78)

Hadîs:  Öven kimselerin yüzüne toprak saçınız. (Müslim Zühd 69, S. HAVVÂ, 3/155)

Hadîs: Sakın karşılıklı olarak birbirinizi övmeye (methetmeye) kalkışmayınız. Çünkü o, boğazlamaktır. (S. HAVVÂ, 3/155)

‘Bak! Nasıl yalan uydurup da Allâh’a iftirâ ediyorlar.’ ‘Allâh’a iftirâ’ ile maksat Yahûdilerin, kendilerini temize çıkarmaları, ‘bizim günahımız yoktur’ ve ‘Biz Allâh’ın oğulları ve dostlarıyız’ (5/18) demeleridir. Âyette bunun, apaçık bir günah olduğu; onlara günah olarak bu inanç, düşünce ve söylemlerinin yeteceği beyan edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/101)  

(51).‘Bakmaz mısın şu kendilerine kitap verilmiş olanlara?! Cibt (put) ve Tâğûta (liderlere) inanıp küfredenlere: …’  Cibt: Put demektir. Kâhine de isim verilir. Allah’tan başka ibâdet edilen şeylere cibt denir.  Tâğût: Şeytan. Allâh’ın çizdiği hudutları aşan herkes(tir).  (ELMALILI 3/9; S. HAVVÂ, 3/153)

Tâğût, yüce Allâh’ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allâh’ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir. (..) Tâğût, yüce Allâh’ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tâğût, sözlük anlamı ile  ‘azgınlık, taşkınlık,  ölçü dışına çıkma’ demektir.  (…) Bu niteliği ile bu tutum, bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır.  Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allâh’a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kâfirdirler. (S. KUTUB, 2/507)

‘..Onlar, Cibt’e (putlara) ve tâğûta (yoldan çıkaran liderlere) inanıyorlar da, kâfirler için: “Bunlar, îman edenlerden daha doğru yoldadır.” diyorlar.’ (..) Mekkeli müşrikler (yahûdilere hitâben) ‘..Putlarımıza secde edin, biz de size güvenelim’ derler. Bunun üzerine yahûdi heyeti putlara secde eder. Müşrikler, ‘Biz mi, müminler mi daha doğru yoldadır?’ diye sorarlar. Yahûdi heyeti, ‘Siz müminlerden daha doğru yoldasınız’ derler. Âyette, Tevrat’a aykırı olan bu söz ve davranışları sebebiyle yaûdi heyeti kınanmakta ve bir sonraki âyette lânetlenmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/102) 

(54).‘Yoksa onlar (lânetlenen İsrâiloğulları) Allâh’ın kendilerine lûtfundan nimet verdiği (Peygamber seçtiği Muhammed’e ve onun tarafındaki) insanlara karşı haset mi ediyorlar.’ Bilindiği üzere Yahûdiler Hz. İbrâhim’in oğlu Hz. İshak’ın; Araplar da diğer oğlu Hz. İsmâil’in soyundan gelirler. Asırlar boyunca Hz. İshak soyundan çok sayıda peygamber gelmiştir. Yahûdiler bu peygamberlerden birçoğuna eziyet etmiş,  bir kısmını öldürmüşler, kendilerine bahşedilen büyük nimetlerin değerini bilememişlerdir. Eski Ahit’te özelliklerini gördükleri son peygamberin de İshak soyundan olacağına iyice inanmışlardı. Fakat İsmâil soyundan yâni Araplar arasından gönderildiğini görünce, onun hak peygamber olduğunu bildikleri hâlde kıskançlıkla inkâr yoluna saptılar. (Ö. ÇELİK, 1/595)

Âyet-i kerimede hasedin kötülüğüne ve çirkinliğine delil vardır.  (S. HAVVÂ)

Yahûdiler deMuhammed (s) gibi, Hz. İbrâhim soyundan gelmektedir. Allah, bu büyük peygamber soyuna peygamberlik, saltanat, hikmet (bilgi) vermeyi vaat etmiş ve vermiştir.  Yahûdiler, bu nimetlerin değerini bilememiş, nankörlük, cimrilik, haset etmişler, cezâ olarak oradan oraya sürgün edilmişlerdir. (KUR’ÂN YOLU, 2/80)

4/56-57  KÂFİR  VE  MÜMİNİN ÂKIBETİ

56. Âyetlerimizi inkâr edenler var ya, hiç şüphesiz, onları ateşe atacağız, derileri piştikçe (herdefasındayeniden) azâbı tatmaları için onları başka (tâze) derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak gâlip, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir. [krş. 20/74; 87/13]

57. Îman edip de sâlih ameller işleyenleri, içinde ebedî kalmak üzere, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada kendilerine tertemiz eşler vardır ve onları en koyu gölgeliklere koyacağız.

56-57. (56).(İnkârcılar, Âhirette ölmek isteyecekler, fakat ölüm olmadığından kurtulamayacaklar). ‘Derileri piştikçe her yanışta derilerini başkaları ile değiştirip, yenileyeceğiz’ Bu derileri tekrar yanmamış olarak iâde ederiz. Buradaki değişiklik şekil değişikliğidir. Bunların aslının değişmesi dolayısı ile değildir. (S. HAVVÂ, 3/158)

Yanan deriler, başka bir sûrette tekrar verilirler. Tıpkı, ‘yüzüğümü eritip başka bir yüzük yaptım’ sözünde olduğu gibi. Buradaki ikinci yüzük, birincinin aynısıdır. Sâdece dökümü değişmiştir. (…) Azap, mutlak olarak deriye değil, derinin isyan eden hassas kısmına olacaktır. Şahıs bir olmakla berâber azap, ancak isyan eden kısma uygulanacaktır. (İ. H. BURSEVİ, 4/88)

(57).‘Onları koyu bir gölgeye sokacağız’  Uzun, güzel, boşlukları bulunmayan, güneşin ortadan kaldırmadığı, ne soğuk ne de sıcak, mutedil bir gölge. Ancak, cennetteki gölge böyle olabilir. (S. HAVVÂ,3/159)

Hadîs: Cennet’te bir ağaç vardır ki, altında yüz yıl seyretse (binek ile) gölgesi kesintiye uğramaz.  (Buhârî ve Müslim’den, M. A. SÂBÛNİ, 1/259)

Arap memleketleri son derece sıcak olduğundan,  onların gözünde gölge, en büyük rahatlama sebeplerinden biridir. Onlar bunu rahatlıktan kinâye olarak kullanırlar. Gölge, rahatı ifâde ettiğine göre, koyu gölge, rahatlığın çok ileri seviyede olduğundan kinâye olmaktadır.  (İ. H. BURSEVİ, 4/92)

4/58-59  EMÂNETİ  EHLİNE  VERMEK

58. (Ey müminler!) Şu bir gerçek ki Allah, size emânetleri mutlaka ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah, (herşeyi) işiten ve görendir.

59. Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin ve sizden olan emir sâhiplerine de… Herhangi bir şey hakkında çekişir (anlaşamaz)sanız, eğer gerçekten Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu, Allâh’a ve Rasûlü’ne arz edin (Kur’ânveSünnet’lehalledin). Bu, daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.

58-59. (58).‘Allah size emânetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.’  Emânet, korunması istenen maddi ve mânevi değerdir. Bu âyette emânet, farzları yerine getirmek,  Allâh’ın emânetleri olan duyuları muhâfaza ve insanların birbirlerine güvenip, bıraktıkları normal emânetler de bu kapsama dâhildir.  (S. HAVVÂ, 3/159)

Emânetler’ hitâbı herkesi kapsamına almaktadır. Bu kelime, ister Allah haklarından, ister kul haklarından olsun, ister fiili, ister sözle ilgili olsun, insanların zimmetlerindeki bütün hakları kapsamına almaktadır. (S. HAVVÂ, 3/161)

Bil ki, insanın ilişkileri ya Rabbiyle, ya diğer kullarla ya da kendi nefsiyle olur. 

(a) Rab ile ilişkisinde emânete riâyet: Allâh’ın emirlerini yapıp, yasaklarını terk etmekle olur.  İbn-i Mesut (r) der ki, ‘Emânet abdestte, cünüplükte, namazda, zekâtta, oruçta hâsılı her şeyde gereklidir. Örneğin, dilin emâneti yalan, gıybet, kovuculuk, küfür, çirkin sözler, bidat vb. konularda kullanmamaktır. Gözlerin emâneti, harama bakmakta kullanmamaktır. Kulakların emâneti, boş ve yasak şeyleri, müstehcen ve yalan sözleri dinlemek için kullanmamaktır.  Aynı şeyler bütün organlar için söylenebilir.

(b) Yaratılanlarla ilişkilerinde emânete riâyet etmek: Emânetleri geri vermek, ölçü tartıda eksiltme yapmamak, insanların ayıplarını yaymamak, devlet başkanlarının halkına adâletle hükmetmesi,  âlimlerin yönlendirmeleri, hanımın nâmusunu koruması vb. konular girer.

İnsanların Emâneti: (1). Birisine geri alınmak üzere bırakılan eşyâ bir emanettir. Bu eşyâ iyi korunmalı ve sâhibine istediğinde iâde edilmelidir.  Hadis: ‘Emâneti onu sana bırakana ver, sana hâinlik edene sen hâinlik etme.’ (Ahmed).(2). Borçlar birer emanettir, süresi gelince ödenmesi gerekir (2/283). (3). Sır olarak söylenen bir söz veya bir haber emanettir. Bu söz veya haberin sâhibi izin vermedikçe kimseye söylenmemesi gerekir. (4). Ücretliveyaücretsizolarak üstlenilen bir iş veya görev emanettir. Bu iş ve görevin en güzel biçimde yapılması gerekir. (5). Alınan rehin mallar bir emanettir, korunması gerekir. (6). Ödünç alınan eşya birer emanettir, zarar verilmeden kullanılması ve sâhibine iâde edilmesi gerekir. (7). Buluntu mallar birer emanettir, korunması, sâhibinin bulunup iâde edilmesi gerekir. (8). Kamu malları bir emanettir, iyi korunması, yerinde kullanılmasıve zarar verilmemesi gerekir. (9). Atama ve iş verme konumunda olanların işleri ve görevleri ehli olanlara vermeleri gerekir. (..) (10). Abdest, namaz, oruç, zekât, adak, kefâretler ve benzeri görevlerin hepsi birer emanettir. Bu görevlerin hakkıyla yerine getirilmesi gerekir. Aksi davranış ihanettir. (İ. KARAGÖZ 2/108).   

(c) İnsanların kendisi ile ilişkilerinde emânete riâyet etmesi: Kişinin kendi dîni ve dünyâsı için dâimâ en faydalı ve uygun olanı yapması, öfke ve şehvet veya cehâletle (ELMALILI, 3/11, 12)  kendisine zarar verecek şeylere düşmemesidir. (İ. H. BURSEVİ, 4/96, 97; ELMALILI, 3/11, 12)  

(…) ‘el emânât: emânetler’ ister Allâh’a âit haklarda ister insan hakları, başka bir ifâde ile ister genel haklar ve ister özel haklardan insanların emânet zimmetleri ile ilgili  fiili veya sözlü veya inançla ilgili, maddi veya mânevi, mâli ve mâli olmayan hakların hepsini kapsadığı gibi; ‘emrediyor’ hitâbının hükmü de bütün yükümlüleri kapsar. Özel haklarla ilgili ve emniyetle bırakılan emânet ve diğer şeyler emânetlerden olduğu gibi, kamu işlerine ve haklarına âit olan yönler, makamlar, velâyet, imamlık ve hüküm sürmek, nasihat ve fetvâ vermek de emânetlerdendir. (ELMALILI, 3/12)

Hadîs: Üç şey vardır ki, kimde bulunursa o kişi münâfıktır, isterse oruç tutsun, namaz kılsın ve Müslüman olduğunu ileri sürsün. Konuştuğu zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan ve emânet edildiği zaman emânete ihânet eden. (Müslim, Ebu Hüreyre, S. HAVVÂ, 3/162)

Hadîs: Üç şey vardır ki, iyiye de fâcire de (günahkâra ya da kâfire) tastamam ödenir:  İyi olsun fâcir / (günahkâr ya da Müslüman olmayan) olsun sıla-i rahim yapılır, emânet iyiye de facire de da aynen ödenir,  iyiye de facire de verilmiş olan söz aynen yerine getirilir. (Beyhaki’den S. HAVVÂ, 3/161)

Hadis: (Hz. Peygamber) Bir mecliste konuşurken bir Arabi gelmiş ve ‘kıyâmet ne zaman kopacak?’ diye sormuştur. Bu soru üzerine Peygamberimiz (s): ‘Emânet zâyi edildiği zamankıyâmet saatini bekleyin’ buyurmuş, ‘Emânet nasıl zâyi edilir?’ sorusuna ‘İşler ehli olmayanlara verildiği zaman, kıyâmet saatini bekleyin’ cevâbını vermiştir. (Buhâri İlim 2’den İ. KARAGÖZ 2/108).

‘Ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder’   Adâlet, insaf, eşitlik ile hüküm veriniz. Hevâlarınıza ve arzularınıza uymayınız, zulmetmeyiniz. Bunu da Allâh’ın hükmü gereğince hükmederek gerçekleştiriniz.  (S. HAVVÂ, 3/159)

Hadîs: Zulüm etmediği sürece Allah,  hâkim/ yönetici ile birliktedir. Zulmedecek olursa, bu kez onu, kendi kendisiyle baş başa bırakır. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 3/160)

Hadîs: Sana güvenip bir şey emânet eden kimseye emânetini öde. Sana hâinlik edene ise sen hâinlik etme.’ (Ahmed b. Hanbel ve Sünen sâhiplerinden, S. HAVVÂ, 3/160)

‘…ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.’ İnsanın diğer insanlara karşı adâleti; insanların haklarına saygıgöstermesi, onlara zulmetmemesi, insaflı olması, iyilik edip kötülük etmemesidir. (..) İhtilâfları, çekişme ve kavgaları çözmede (4/58), savaşan tarafları (49/9) ve geçimsizliğe düşen eşleri (4/35)barıştırmada. , çalışanların ücretlerini ödemede, sınavlarda, işçi ve memur alımlarında hakkâniyete uymak, dosdoğru konuşmak (6/152), doğru şâhitlik yapmak (5/8), tarafsız davranmak, hak edene hakkını, suç işleyene cezâsını ayırım yapmadan eşit bir şekilde vermek, adâlettir. Bilelim ki ‘Allah adâleti emreder.’ (16/90) ‘Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun, adâlet takvâya daha yakındır.’ (5/8). ‘Söylediğiniz zaman akrabânız da olsaâdil olun, doğruyu söyleyin.’ (6/152). ‘Âdil olun, şüphesiz Allah âdil olanları sever.’(49/9). Bu itibarla her konuda âdil olmak farzdır. (İ. KARAGÖZ 2/110).

(59).‘Ey îman edenler. Allâh’a itaat edin, Rasûle itaat edin ve sizden olan emir sâhiplerine de..’ Âyet-i kerimede önce Allâh’a itaat edîniz ve Rasûlüne itaat ediniz denildiği hâlde, ulü’l emre de denilmekte, itaat kelimesi üçüncü defa tekrar edilmemektedir. Çünkü Allah ve Rasûlü’ne itaat mutlaktır, ulü’l emre ise itaat mutlak değildir.  Ulü’l emre itaat ise onun Allah ve Rasûlüne itaati olduğu müddetçedir.  Resûlullah, ‘Allâh’a isyan olan yerde mahlûka itaat yoktur.  (H. T. FEYİZLİ, 1/86; ELMALILI)  

Allâh’a ve peygamberine itaat edenler, merhamete mazhar olurlar. (3/132, 24/56) itaatlerinin karşılığını eksiksiz alırlar, emekleri zâyi olmaz (3/132, 24/56), ebedi kurtuluşa ererler (33/71, 24/52), cenneti hak ederler (4/13, 48/17), cennette peygamberler, Sıddıklar ve şehitlerle berâber olurlar. (4/69).(İ. KARAGÖZ 2/112)

Hadis: ‘Kim bana itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allâh’a isyan etmiş olur.’ (Buhâri Ahkâm 1’den İ. KARAGÖZ 2/112)

Hadis: ‘Allâh’a isyan konusunda insana itaat olmaz. İtaat ancak mâruf (yâni) İslâm’a ve akl-ı selime uygun olan şeylerde olur. (Müslim İmâre 39, İ. KARAGÖZ 2/113).

Dikkate değer kayıtlardan birisi de müminlere hitap edilerek ‘minküm: sizden’ kaydıdır ki, anlamı açıktır. Müminlerden olmayan idârecilere itaat etmek dinen vâcip kılınmamıştır.  Bu hususta itaat değil,  varsa bir anlaşmaya riâyet etmek söz konusu olacaktır. Fakat itaat etmenin vâcip olmamasından, mutlaka isyan etmenin gerekli olduğunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin vâcip olmaması, isyan etmenin vâcip olmasını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. (ELMALILI, 3/14)

Burada ‘sizden’ ile kast edilen Müslümanlardan olmasıdır. İbn-i Abbas, fıkıh ve din ehlidir, demiştir. (…) Ülü’l Emr: Hulefâ-i Râşidin, kumandanlar ‘ve lev ruddûhu…’ (Nisâ 4/83) âyeti gereğince ehl-i ilim ve fıkıh ehli olduğu belirtilmiştir. Emir yalnız askeri ve sivil idârecilere âit olmayıp, mahkeme ve kânun koymaya da âit olduğu gösterilmiştir. (ELMALILI, 3/16)

Âyet-i kerîme, hakka uygun emir vermeleri hâlinde emir sâhiplerine itaat etmenin vâcip olduğuna delâlet etmektedir. Hakka aykırılık olduğu takdirde itaat istemek hakları yoktur. (S. HAVVÂ, 3/177, 178)

(…) Velîyyü’l emr,  şûra sonucu başa geçirilmiş olan halîfedir. Onun görevi, kitap ve sünneti uygulamaktır. Vali ve yardımcılarını dilerse şûra / danışma sonucu belirler, dilerse kendisi atama yapar.  Müslümanların halîfe ve atadığı vâlilere itaat farzdır. (S. HAVVÂ, 3/179)

Müslüman, kâfir bir düzen içerisinde yaşamak zorunda kaldığı takdirde, bu düzene itaati sizden olan emir sâhiplerine kapsamına girmez. Fakat kânun otoritesi ondan, belirli bir itaati istemektedir.  Böyle durumda isteyerek itaat, Rabbâni ilim adamlarına olacaktır. Çünkü peygamberin mîrasçıları onlardır. İbn-i Abbas’ın Ulü’l emr, ilim ve fıkıh sâhibi kimselerdir’ açıklamasını buna dayanak gösterebiliriz.. (S. HAVVÂ, 3/179)

(Âyetin iniş sebebine göre) bu âyet, komutanlara itaat hakkındadır ve onlara itaat farzdır, farz olan bir hususta onların önüne geçmemek gerekir. Hanefi fukahasına göre bir istisnâsı vardır: Komutan, çoğunluğun zararlı gördüğü bir emir verecek olursa, o takdirde çoğunluğun görüşüne uyulur. (S. HAVVÂ, 3/181)

‘Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allâh’a ve Rasûlüne götürün’  Kıyâmete kadar ortaya çıkacak, bütün anlaşmazlıkların konu konu parça parça kitap ve sünnette bulunmaz. Ancak, bütün anlaşmazlıkların çözümüne ışık tutan ilkeler, işâretler, deliller örnek ve emsal çözümler vardır.  Bunlardan yararlanarak çözüm ve hüküm bulma işine ictihad denir. İctihad, Rasûlullah tarafından sahâbeye öğretilmiştir. (KUR’ÂN YOLU, 2/88)

4/60-70  MÜNÂFIKLAR,  ALLÂH’A VE RASÛLÜNE  İTAAT

60. (EyPeygamberim!) Sana indirilen (Kur’ân’)a ve senden önce indirilen (kitaplar)a  inandıklarını iddia eden (münafık)ları görmedin mi? Kendilerine onu inkâr (vered) etmeleri emredildiği hâlde yine de tâğûtta (Allâh’ınhükümleriylehükmetmeyenlertarafından) yargılanmak isterler. Zâten şeytan da onları (böylecehidâyetten) uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. [bk. 2/256 veaçıklaması; 5/49, 50; 16/36]

61. Münâfıklara: “Haydi (hakemolarak) Allâh’ın indirdiği (Kur’ânKerîm’i)ne ve Rasûlü’ne gelin!” denildiği zaman, onların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

62. (Ey Peygamberim!) Fakat (münâfıklar) elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir felâket geldiği vakit: “Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka (birşey) istemedik.” diye, nasıl da Allâh’a yemin ederek (veözürdileyerek) sana gelirler.

63. (Ey Peygamberim!) O (münafık)lar, Allâh’ın kalplerinde olan (yalan)ı bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, onlara yine de öğüt ver ve kendileri hakkında etkili söz söyle.

64. (Ey Peygamberim!) Biz, bütün peygamberleri ancak Allâh’ın izni (emri) doğrultusunda kendilerine itaat edilsin diye gönderdik. Onlar, (otâğûttamuhâkemeolmayagitmekisteyerek) kendilerine yazık ettikleri zaman, (pişmanolarak) sana gelip Allah’tan bağışlanmalarını dileselerdi, Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allâh’ı, sürekli tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edici bulurlardı.

65. (Ey Peygamberim!) Hayır! Öyle (dediklerigibi) değil. Rabbine andolsun ki (münâfıklar) aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı (veşüphe) duymadan, tam teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar.

66. Eğer biz onlara (İsrâiloğulları’nadediğimizgibi): “Kendinizi öldürün yâhut yurtlarınızdan çıkın.” diye yazmış (farzkılmış) olsaydık, içlerinden pek azı hâriç onu yapmazlardı. Oysa onlar, kendilerine verilen öğütleri dinleyip uygulasalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (îmanlarını) daha kökleştirici olurdu.

67-68. O takdirde elbette biz de kendilerine katımızdan büyük bir mükâfat verirdik. 68. Ve elbette onları dosdoğru bir yola iletirdik.

69. (Ey müminler!) Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle berâber olacaklardır. İşte onlar ne güzel arkadaştırlar! [bk. 4/80 veaçıklaması]

70. Bu lütuf Allah’tandır. (Bulütfamazharolanlarınkadrini) bilici olarak Allah yeter.

60-70. (60).‘Sana indirilene  ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddiâ edenleri görmedin mi?…’ İbn-i Kesîr bu âyetin tefsirinde, “Allâh’a îman ettik diyenler herhangi bir anlaşmazlık hâlinde çözüm için Allâh’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine başvurmazlarsa bu onların içlerindeki küfürdendir.” dedikten sonra, iniş sebebi hakkında da şunu nakleder: “Medîneli sözde kendîni müslüman gösteren bir (münâfık) ile bir yahûdi arasında anlaşmazlık çıktı. Bunu çözümlemek için yahûdi, Hz. Peygamberin hakemliğinde, münâfık ise yahûdi kâhin Ka‘b b. Eşref’in hakemliğinde muhâkeme olmak istemişti. Bunun üzerine her şeyden haberi olan Rabbimiz, Rasûlü’ne durumu bu âyetle bildirmiş, sonra Hz. Ömer bu münâfığın cezâsı için gerekeni yapmıştır.” (H. T. FEYİZLİ, 1/87)

Hakem olarak Tâğût’a başvurmak istiyorlar’ Kitabavesünneteaykırıdüşenbâtılınemrinebaşvurmakisterler. Birbaşkagörüşegöre Tâğût,  şeytandır.  Tâğût, azgınlıkta, Allâh’a karşı gelmede İslâm’a karşı mücâdelesinde, haddi aşmış kimsedir.  (S. HAVVÂ, 3/181)

(63).‘… Onlara aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle, onlara’ Bunlar, gerçek niyetlerini ve duygularını saklayarak bu bahâneleri ileri süren, bu mâzeretlerini uyduran kimselerdir. Allah vicdanların saklı birikimlerini ve kalplerin titreşimlerini herkesten iyi bilir. Fakat o günlerin münâfıklara karşı güdülen politikası bu kimselere göz yummayı, yumuşak davranmayı, öğüt vermeyi ve eğitici çabaları devam ettirmeyi gerektiriyordu. (S. KUTUB, 2/531)

(65).‘…sonra verdiğimiz hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça îmân etmiş olmazlar. Şânı Yüce Allah,  Rasulü’nün emrine uymayı bize farz kılmıştır. Onun verdiği hükümden dolayı, içimizde bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.  Onlar Rasûl’ün vermiş olduğu hükümde tereddütsüz bağlanmadıkça, îmân etmiş olmazlar.  (S. HAVVÂ, 3/185)

Bu (65.)  âyete göre gerçek îman sâhiplerinin iki temel özelliği olmalıdır:  (a) Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında Rasûlullah’ı hakem kılmak,  (Vefatından sonra sünnetine uymak –S. HAVVÂ), (b) Hz. Peygamberin hükmünü benimsemek, itiraza kalkışmamak. (KUR’ÂN YOLU, 2/90, 91)

Allâh’ın ve Rasûlullah’ın hükmüne râzı olmayan, tanımayanların Allâh’a îmân etmemiş olduğu bildirilmektedir (İbn-i Kesîr (Çetiner), I, 159 ve ilgili âyetler). Hulâsatü’l-Beyân’da ise “Şu hâlde âyet, Allâh’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine uygunluk dışında bir şeyin hükmüne râzı olmanın küfür olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allâh’ın ve Peygamber’in hükümlerinden bir şeyi ister beğenmeyerek, ister küçümseyerek kasten reddetmek İslâm’dan çıkmaktır.” denilmektedir. [Râzî, III, 960; Elmalılı, V, 21-22, 449] (H. T. FEYİZLİ, 1/87)

(66).‘Fakat biz o (münâfık)lara ‘canlarınızı fedâ edin’ (birbirlerini öldürmelerini farz kılmış olsaydık)  ya da  ‘yurtlarınızı terk edin’ (hicret edin) diye emretmiş olsaydık pek azı dışında bu emri tutmazlardı.’  Ancak,  Allâh’a ihlâsla teslim olanlar gerçekleştirebilirdi.  Çünkü bu iş oldukça zordur. İhlâs sâhiplerinin sayısı da azdır.  (S. HAVVÂ, 3/186)

Bâzı tefsircilere göre kendilerini öldürmekten maksat savaşta düşman saflarında yer alan yakınlarını öldürmektir.  Yurtlarını terk etmekten maksat,  hicrettir. Cenâb-ı Hak, bu âyette bildirdikleri ile Müslümanları cihâda hazırlamaktadır.  (KUR’ÂN YOLU, 2/91)

(69).‘Kim Allâh’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allâh’ın nimetine eriştirdiği Peygamber’ler, sıddîklar,  şehîdler ve sâlihlerle birliktedirler.’ İniş sebebi: (Abdullah b. Zeyd (r) adında) Bir sahâbi, Allah Rasûlüne gelerek, şu endişesini dile getirmiştir: Ey Allâh’ın Rasûlü. Seni kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Evimde iken seni hatırlıyor,  hasretine dayanamadığım için hemen gelip görüyorum. Senin ve benim ölümümü düşündüm. Sen cennette peygamberlere mahsus makamlarda olacaksın, ben ise seni cennette göremeyeceğimden korkuyorum.’  Bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Taberâni’den, KUR’ÂN YOLU, 2/91, 92)

Hadîs: Ey Allâh’ın Rasûlü. Allah’tan başka ilâh olmadığına, senin de Allah Rasûlü olduğuna şehâdet ettim, beş vakit namazı kıldım, malımın zekâtını tamâmen verdim, Ramazan orucunu da tuttum diyen sahâbiye, Allah Rasûlünün cevâbı: Bu hâl üzere ölen kimse, kıyâmet günü peygamberlerle, sıddiklerle, şehidlerle, anne babasına âsi olmadıkça –iki parmağını göstererek- bu şekilde olacaktır. (Ahmed b. Hanbel’den S. HAVVÂ, 3/189)

Hadîs: Kişi, sevdiği ile berâberdir. (Buhârî, Müslim’den S. HAVVÂ, 3/188, 189)

4/71-79  ALLAH  YOLUNDA  SAVAŞ

71. Ey îman edenler! (Düşmanlarınızakarşı) korunma (vesavunma) tedbirlerinizi alın. Sonra (düşmanüzerine) duruma göre ya bölük bölük veya hep birden seferber olun.

72. (Ey müminler!) İçinizden bir grup (münâfık, harbeçıkma) işini, mutlaka ağırdan alacaklardır. Eğer size bir felâket gelirse: “Allah bana hakikaten iyilikte bulundu. Çünkü onlarla berâber değildim.” der.

73. Eğer size Allah’tan (fetihveganimetgibi) bir nîmet erişirse o zaman sanki, sizinle kendisi arasında (dahaönce) hiçbir alâka (vesorun) yokmuş gibi: “Keşke ben, (samîmiolarak) onlarla berâber olsaydım da büyük bir başarı (veganîmet) kazansaydım.” der.

74. (Ey Peygamberim!) Öyleyse dünyâ hayâtını, âhiret karşılığında sat(ıpdeğiştir)enler (âhirethayâtınıvesevâbını, fânîdünyâhayâtınatercihedenler), Allah yolunda savaşsın. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, biz, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.

75. (Eymüminler!) Size ne oluyor da: “Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu (Mekke) şehr(in)den çıkar, bize katından bir sâhip gönder, bize katından bir yardımcı lütfet.” diyen, ezilen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?!

76. Îman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfre sapanlar da tâğût (azgın liderler ve bâtıl sistemleri) uğrunda savaş verirler. O hâlde (eymüminler!) Siz (de) şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hîlesi çok zayıftır.

77. (Ey Peygamberim! Savaşemredilmezdenevvel) kendilerine: “(Müşriklerekarşı, savaştanşimdilik) ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin.” denilen kimseleri görmedin mi? (Kendilerinikorumakiçin) savaş farz olunca (görürsünki) içlerinden bir grup, Allah’tan korkarcasına, hattâ daha fazla bir korku ile insanlardan korkarlar ve: “Ey Rabbimiz! Bize savaşı niçin farz kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar ertelesen.” derler. (Rasûlüm! Onlara) de ki: “Dünyânın geçici menfaati pek azdır. Âhiret ise ‘Allâh’ın emirlerine uygun yaşayanlar’ için elbette daha hayırlıdır. Siz, hurma çekirdeğinin ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmazsınız.”

78. (Ey İnsanlar!) Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; titizlikle korunan muhkem  (sağlam) kaleler içinde olsanız bile! Onlar (Yahûdi ve münâfıklar) bir iyiliğe ulaşırlarsa: “Bu Allah katındandır.” derler. Eğer onlara bir kötülük, (ve musibet) dokunursa: “Bu senden” derler. (Rasûlüm!) De ki: “Hepsi (nîmet ve musibetler) Allah’tandır.” Böyle iken bu topluluğa ne oluyor da, (Allâh’ınmurâdınaâit) hiçbir sözü anlamaz hâle geliyorlar? [krş. 21/2, 107; 31/7; 34/28]

79. (EyPeygamberim!) Sana gelen her iyilik Allah’(ın lütfun)dandır. (Yine) başına gelen her kötülük ise kendi nefsinden (hatâ ve kusurlarından)dır. Seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şâhit olarak Allah yeter. [krş. 10/44]

71-79. (71).‘düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alınız’ Uyanık, ihtiyatlı bulununuz, düşmandan sakınacak sebep ve araçlarınızı edîniniz, silâhınızı alınız..   ‘onlara karşı takım takım, bölük bölük seferber olunuz’ Takım takım, bölük bölük harekete geçiniz.  ‘yâhut topluca nefer olunuz’ Veya hepiniz birlikte seferber olunuz. (ELMALILI, 3/28)

Bedir, Uhud, Hendek gibi savaş gelip geçmiş bulunduğuna göre, bu âyetlerde teşvik edilen savaşın Mekke fethi savaşı olması ihtimâli kuvvetli görünmektedir. (…) Mekke’li müşriklerle,  Medîne’li münâfıklar işbirliği içinde çalışıyor, Müslümanlara tuzaklar kuruyor, plânlar yapıyorlardı. Ayrıca Mekke’de kalmış  (henüz hicret imkânı bulamayan)  müminler de baskı altında yaşıyorlardı. Bu âyet, antlaşmalara güvenerek, tedbirsiz davranıp gâfil avlanmaya karşı uyarmaktadır.  (KUR’ÂN YOLU, 2/94)

Bir anlamı da, ‘barış’ olan hak din İslâm, insanların sulh, sükûn, barış, güven ve huzuriçinde yaşamalarını, ‘fertler vu toplumlar arası ilişkilerin düzeltilmesinini’ (4/114) ve ‘barış ortamının bozulmamasını’ (7/56, 85) ister ve ‘barışın daha hayırlı olduğunu’ bildirir. (4/128). Savaşı ancak, saldırı söz konusu olduğunda savunma amacıyla meşru sayar. (2/190, İ. KARAGÖZ 2/123)

Bir milletin varlığını, milli ve mânevi değerlerini, inancını ve ahlâkını sürdürebilmesi için ilim, teknik, sanâyi ve ekonomik yönden güçlü olması gerektiğini açıklamaya gerek yoktur. Güçsüz toplumlar haklı da olsalar, ezilmeye, horlanmaya, kuvvetliler karşısında boyun eğmeye mahkûmdurlar. Kendi haklarına râzı olmayan hırslı ve açgözlü insanların meşru olmayan isteklerini durdurmak için kuvvetli olmak, gerektiğinde bunlara haddini bildirecek her türlü güce sâhip olmak zarûri bir görevdir. (İ. KARAGÖZ 2/123, 124).  

Toplumun sürekli bir şekilde savunma tedbirlerini alması ve caydırıcı bir güç bulundurması sulh için önemlidir.  Bu yüzden Hz. Peygambere, önce savunma harbi için izin verilmiş,  daha sonra da tehdit oluşturan yerlere saldırabilmesi ve gerektiğinde fetih yapabilmesi için genel savaşa izin verilmiştir.  (H. DÖNDÜREN, 1/176)

İslâm’da; dine karşı tehdit oluşturanlara, saldırı yapanlara, din ve vicdan üzerinde baskı ve zulüm yapanlara karşı savaşa meşru şekilde (2/190-193) izin verilmiştir (9/36; 22/39-40; 47/4). Bunun için de savaştan önce hazırlıklı ve eğitimli olmak lazımdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/88)

(72).‘Aranızda (cihad konusunda) pek ağır davranacak olan (münâfık)lar da var.’  Savaşa çıkmamak için pek ağırdan davranırlar. Yavaş hareket edip, ağırdan alarak geri kalırlar. Yâhut ta başkalarını ağırdan aldırarak cihaddan alıkoyarlar.  Bu, münâfık Abdullah b. Übey’in âdeti idi. Uhud savaşında, insanları savaştan vaz geçiren de oydu. Bu âyette ağır davrananlardan maksat,  ordudaki münâfıklardır. (İ. H. BURSEVİ, 4/125)

Şâyet size bir musîbet (öldürülmek, bozguna uğramak gibi meşakkatlere uğramak vb.)  isâbet ederse,   ‘Ne iyi Allah bana lütfetti, der’ Ne iyi Allah bana nîmetler verdi der, üzüleceği yerde memnun olur. (ELMALILI, 3/28)

(73).‘Eğer size Allah’tan bir nîmet erişirse’ Ve fakat Allah tarafından bir fazl-ı ihsana konar, fetihler ve ganîmete erişirseniz, sanki onunla sizin aranızda hiçbir dostluk olmamış, başkaları gibi hemen diyecektir ki:  ’ Ah ne olurdu, keşke ben  de onlarla berâber ola idim de, büyük muradlara ereydim’ diyecek.  (ELMALILI, 3/28)  

Münâfıkların bu düşüncesi, Allah rızâsı için değil, ecir kazanmak değil, ganîmetten büyükçe pay almak, olaylara kendi menfaatleri açısından bakmak,  dünyalık kâr zarar ölçüsüyle bakmaktır.  (S. HAVVÂ, 3/211)

Münâfıklar, menfaatperest insanlardır. Hep kişisel yararlarını gözetirler, çıkarlarına göre hareket ederler, Allah ve kamu için bir çabaları olmaz. Münâfıklar ikiyüzlü, çifte karakterli kimselerdir. Zemine ve zamâna göre hareket ederler. (İ. KARAGÖZ 2/125)

Münâfıkların müminlerle berâber olmak istemeyişlerinin sebebi, dostluk gereği yardım edip, arka çıkmak değil (âyetin son kısmında belirtildiği üzere) mal hırsından kaynaklanmaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 4/126)

(74).‘O hâlde dünyâ hayâtını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar’ Şâyeto münâfıklar ağırdan alsalar da canlarını âhiret için fedâ eden ihlâslı kimseler Allah yolunda savaşsınlar.  (İ. H. BURSEVİ, 4/126)

Ölçüsünde, tercihinde, değerlendirmesinde Allah rızâsı ve âhiret menfaati ağır basan, âhiretini dünyâsına değil,  dünyâsını gerektiğinde âhiretine fedâ eden müminler, Kur’ân dilinde dünyâyı verip,  âhireti satın alanlardır. (KUR’ÂN YOLU, 2/94, 95)

Hadîs: Allah, kendi yolunda cihad eden kimseye şunu garantilemiştir: (Savaşta) canını kabz edecek olursa onu cennete sokacaktır. Canını almazsa ya ecir almış yâhut ganimet elde etmiş olarak sâlimen onu geri döndürecektir. (Buhârî, Müslim, S. HAVVÂ, 3/212)

Hadîs: Cihad, kıyâmete kadar sürecektir. (Buhârî Cihad 44, Ebu Dâvut Cihad 33, H, DÖNDÜREN, 1/176)

Hadîs: Müşriklerle hem malınızla, hem canınızla hem de dilinizle cihad edin.  (Ebû Dâvud, Nesâi, İ. H. BURSEVİ, 4/127)

(75).‘Size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz.’’    ‘Müstaz’af / ezilmiş erkekler, kadınlar, çocuklar uğrunda..’ Âyet-i kerimenin indiği dönemlerdeki müstaz’aflar / ezilmişler, Mekke’de Müslüman olmuş ve müşrikler tarafından hicretten alıkonulmuş kimselerdir. Bunlar son derece ağır baskı ve zulüm altında kalmışlardı. (S. HAVVÂ, 3/213)

Savaşta, ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülnektedir. Bu âyetlerden, burada gördüğümüz ikisi, savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: (a) Allah rızâsını elde etmek, (b) Zulmü engelleyip, adâleti sağlamak.   (KUR’ÂN YOLU, 2/95)

Yardım isteyen mazlumların yardımına koşmak, baskıyı önlemek ve mazlumları zulümden kurtarmak gerekir.(8/60-66). İster Müslüman toplumda isterse gayrimüslim bir toplumda bulunsunzayıf bırakılmış, ezilmiş, hakları elinden alınmış, zulmedilmiş kadın, çocuk ve yaşlı insanlar yardım istedikleri zaman,müminlerin savaşmaları gerekir. (2/195) Çünkü yeryüzünde barışı koruyup ezilen insanların hak ve özgürlüklerini savunmak, hem de bozguncuların fesadına engel olmak için savaşmak gerekir. (İ. KARAGÖZ 2/127)

(76).‘İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise Tâğût yolunda savaşırlar.’  Müminler, Allâh’a itaat etmek üzere, Allâh’ın meşru kıldığı yolda savaşırlar. Kâfirler ise, şeytana itaat etmek üzere savaşırlar. Bu buyruk, müminleri savaşmak konusunda teşvik etmektedir. (S. HAVVÂ, 3/214) 

O hâlde şeytanın dostları ile savaşın.’ Onun yardımcıları ile savaşınız. Bunlar bütün türleri ile kâfirlerdir. Mürtedler de onlardan bir kısımdır.  (S. HAVVÂ, 3/214)

‘Şeytanın dostları ile savaş’ emri, İslâm’a ve Müslümanlara saldırı veya zayıf ve güşsüz insanlara baskı ve zulüm olduğu zaman söz konusudur. Böyle bir gerekçe yok iken sırf kâfir diye savaşılmaz. Çünkü âyette ‘kâfirlerle savaşın’ denilmemiş, ‘şeytanın dostları ile savaşın’ denilmiştir. (İ. KARAGÖZ 2/128)

Müminler Allah yolunda, O’nun hayat metodunu gerçekleştirmek,  şeriatını yerleştirmek ve Allah adına  ‘insanlar arasında’ adâleti uygulamak için savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allâh’ın tek başına ilâh olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek…  Kâfirlerse Tâğût uğrunda Allâh’ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek –Allâh’ın izin vermediği – değişik şeriatleri yerleştirmek ve yine – Allâh’ın izin vermediği –  değişik değerleri oturtmak ve Allâh’ın nizamı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar. (S. KUTUB, 2/550)

Gizli veya açık münâfıklar, kâfir grupları ve inkârcılar, tâğûtların dostu ve bunların her ikisi de şeytanın dostudurlar. Hepsi de Allâh’ın emirlerinin ve müminlerin düşmanıdırlar, onlarla mücâdele ederler. [bk. 2/257; 6/26; 16/36 ve dipnotu] (H. T. FEYİZLİ, 1/89)

(77).‘Kendilerine: Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin’ denilmiş olanlara bakmaz mısın?’   Bu durum, İslâm’ın başlangıç dönemlerinde idi. Çünkü Müslümanlara henüz savaş izniverilmemişti. Müslümanlar, namaz kılmakla,  muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamakla emir olunmuşlardı. Onlar, Mekke’de iken, kendilerine savaş izni verilmesini temenni ediyorlardı. (S. HAVVÂ, 3/213, 215)

‘Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Allah’tan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar.’   Bu korku,  dinde herhangi bir şüpheleri olduğundan yâhut dinden yüz çevirmeleri nedeniyle değil. Bu korku,  itikâden Allâh’ın hükmünü ve emrini hoş karşılamamak gibi nedenlerden kaynaklanmıyor. (S. HAVVÂ, 3/215)

‘Rabbimiz. Bize niçin savaşı farz kıldın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı, dediler.’ Bu sözler, Allâh’ın hükmüne itiraz amacı ile söylenmiş değildir. Savaşın farz kılınışının hikmetini öğrenmek için sorulmuştur. (S. HAVVÂ, 3/216)

(78).‘Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulacaktır. Sağlam ve yüksek kaleler içinde olsanız dahi.’ Her nerede olsanız, ölüm size yetişir, yüksek kalelerde ve görkemli saraylarda hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız, yine gelir, bulur.  Binaenaleyh, ölüm korkusu ile vazifeden kaçınmak manasızdır.  Mâdem ki herhâlde bir ölüm vardır, ona her zaman hazır olmalı,  dünyâ hayâtına bağlanmamalı, görevi seve seve yapmalıdır.  (ELMALILI, 3/30)

Ölüm insan için ne zaman, nerede ve nasıl geleceği Allah tarafından önceden belirlenmişve takdir edilmiştir. Ölümden kaçıp kurtulmak mümkün değildir. (3/154, 6/2, 56/60, 62/8, 63/11). ‘Ecel’ denilen ölüm zamânı aslâ değişmez; öne de geçmez, sonraya da kalmaz. (71/4). İnsan, ölümün kendisine nerede ve ne zaman geleceğini de bilemez. (31/34). Ölümden kaçıp kurtulmak da mümkün olmaz. (İ. KARAGÖZ 2/132)

(79).Onlara bir iyilik erişirse, ‘Bu Allah katındandır’, derler.  Onlara bir kötülük (musîbet) erişirse, ‘Bu senin yüzündendir’ derler. De ki, ‘Hepsi Allah’tandır’ Rasûlullah,  Medîne’ye teşrif buyurduğu zaman,  bolluk ve ucuzluk olmuştu. Bir süre sonra,  nüfus kalabalıklaşmış,  yağmurların az yağması neticesinde, meyve ve mahsuller olmamıştır. (Yâhut azaldığından,  pahalılık baş göstermiştir.)  ‘Biz hangi ülkeye  bir peygamber gönderdiysek  …. Mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.’ (Araf 7/94) âyetinde her peygamberin, gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir şiddet ve zarûretin yüz göstermesi âdet-i ilâhiye olduğu beyan buyurulmuştur. İşte o zaman, Yahûdiler ve münâfıklar ‘bizböyleuğursuzbiradamgörmedik, bugelelimeyvelerimizazbiteroldu….  Ve (mallar) pahalandı‘ diyorlar, bolluğu ve ucuzluğu Allâh’a, darlığı ve pahalılığı peygambere dayandırıyorlardı. (ELMALILI, 3/31)  

Medîne’de meydana gelen kıtlık ve pahâlılığın bir hikmeti vardı. Yüce Allah, bu hikmeti Kur’an’da şöyle beyan etmektedir: ‘Biz herhangi bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek oranın halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.’ (7/94, İ. KARAGÖZ 2/132)

Hülâsa, gerçek mânâda Allah dışında var kılan, iyi ve kötüyü takdir eden kimse yoktur. Bu bakımdan iyi de kötü de Allah’tandır. Ancak insanların yaptıkları kötü şeyleri kendilerinden soyutlayarak tamâmen Allâh’ı suçlamalarında hem bir edepsizlik,  hem de sorumluluğu inkâr etmeye götürecek bir anlayışsızlık vardır. Şu hâlde mümin, her zaman güzel ameller yapmaya çalışacak ve bunu asla kendinden bilmeyecek, kötü bir iş işlediğinde de bunun kendi kusuru olduğunu anlayıp hemen tevbe edecektir. Hz. İbrâhim’in ‘Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur’ (Şuara 26/80)  ifâdesinde, aslında hastalık da şifâ da Allah’tan olduğu halde,  hastalığı kendine, şifâyı yüce Allâh’a atfetmesindeki edep herkes için örnek olmalıdır. (Ö. ÇELİK, 1/616, 617)

Âyet-i kerîmede de görüldüğü gibi, “hayırda, “şerde Allah tarafından yaratılmış olup bunlardan herhangi birini kendi isteğiyle seçen, kulun kendisidir. Yüce Rabbimizin, kullarının sâdece iyi şeyleri seçmesine ve yapmasına rızâsı vardır, diğerlerine ise yoktur. Kul, kendi iradesiyle onu seçer, ister ve ona yönelir. Allâh-u Teâlâ da kulun bu ısrarlı isteğini dilerse yaratır. Ancak yüce Allah, kulu hakkında haksız ve sebepsiz yere şerri yaratmaz (10/44). Tıpkı bunun gibi Allâh-u Teâlâ, kulunu kendisi saptırmaz; ancak, nefsine uyarak yoldan sapmış kimseyi, yaptığının karşılığı olarak sapıklığında bırakır. (H. T. FEYİZLİ, 1/89)

(..) İyilik ve nîmet Allâh’ın bir lütfu ve ihsânı olmasına karşılık, kötülük ve musibet insanın maddi veya mânevi hatâsının sonucudur. (42/30). Ancak iyilikleri de kötülükleri de yaratan Allah’tır. Çünkü insanın bütün eylemlerinde esas olan bedensel sistemin kurucusu, enerji kaynağı ve yaratıcıAllah’tır. O nedenle insanın kendi irâdesi ile yaptığı ve sorumluluk kapsamına giren bütün eylemleri bu yönüyle Allâh’ın, fakat arzu ve irâdesiyle gerçekleştirdiği için özellikle kendi özgür tercihi sonucu meydana geldiği için kişinin işlediği kötülükler insana nispet edilir. (3/146, 147, 166; 16/61, 42/30; İ. KARAGÖZ 2/133)

4/80-84  ORDU, DİSİPLİN VE SAVAŞ

80. Kim Peygamber’e itaat ederse, muhakkak Allâh’a itaat etmiş olur. (Ey Peygamberim!) Kim de (itaatten) yüz çevirirse (üzülme), biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik.

81. (Ey Peygamberim! Münâfıklar, gündüzün itaatkârgözüküp) “baş üstüne” derler. Senin huzûrundan çıktıkları zaman, onlardan bir grup geceleyin senin söylediğinin tersine plân kurarlar. Allah da, onların gece ne tasarlayıp kurduklarını bir bir kaydediyor. Onun için sen onlardan yüz çevir (aldırma, işiAllâh’ahavâleet), Allâh’a güvenip dayan. Allah, vekil olarak yeter.

82. İnkâr edenler hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.

83. Münâfıklara (harptemü’minlerhakkında) güven veya korkuya dâir bir haber geldiği zaman, onu yayıverirler. Eğer onu Peygamber’e ve aralarındaki yetkili kimselere götürselerdi, elbette, onlardan hüküm çıkarmada (işiniçyüzünü, aslınıanlamada) mahâretli olanlar onu bilirdi. Eğer size (Rasûlü’nügöndermek, Kitabı’nıindirmekle) Allâh’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hâriç, şüphesiz şeytana uyardınız.

84. (EyPeygamberim!) Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun.  Mü’minleri (savaşa) teşvik et. Umulur ki Allah, küfredenlerin gücünü kırar. Allâh’ın gücü daha şiddetli, azapla terbiyesi de pek çetindir.

80-84. (80).Dünyâda hiçbir ordudisiplin ve itaat olmadıkça savaşı kazanamaz. Hiçbir toplum, disiplin ve itaat olmadıkça, kazançlı duruma geçemez. Biz Müslümanlar, basiret üzere ve ehline itaat etmekle mükellefiz. Bundan sonraki üç âyet, durum tespiti yapmak, çözüm getirmek ve açıklamalarda bulunmak üzere gelmiştir. (S. HAVVÂ, 3/218)

‘Kim peygambere itaat ederse, şüphesiz Allâh’a itâat etmiş olur.’’    Hadîs: Bana itaat eden, Allâh’a itâat etmiş olur, bana karşı gelen de Allâh’a karşı gelmiş olur. Komutana itaat eden bana itaat etmiş olur, komutana karşı gelen, bana karşı gelmiş olur.  (Komutan, yönetici anlamında) (Buhârî, Müslim’den, S. HAVVÂ, 3/218)

Bu hadîsteki komutandan kasıt, Müslüman komutandır. Hak yolla başa getirilmiş, hak ile yürüyen, hakkı ayakta tutan kimse demektir.  (S. HAVVÂ, 3/219)  Ancak yöneticiye itaat,  mârufla sınırlı olup, mâsiyet (günah)  emrine itaat, kapsam dışı kalır. (H. DÖNDÜREN,  1/176)

‘…Biz seni onlara bekçi ve koruyucu olarak göndermedik.’ Peygamber insanları dîne zorlamaz. Çünkü ‘dinde zorlama yoktur’ (2/256). Zorla ne îman olur ne de ibâdet. Îmâna zorlanan insan mümin değil ‘münâfık’ (olur); ibâdete zorlanan insan, samimi ve ihlâslı değil gösteriş yapan insan olur. (İ. KARAGÖZ 2/134).

(81).‘Yanlarından ayrıldıktan sonra da, içlerinden bir grup söylediklerinin tam tersine, geceleyin plân kurar.’ Bu âyette münâfıklardan söz edilmektedir. Hz. Peygamberin huzûrunda itaat ettik derler. Geceleyin ise, söylediklerinin tam tersine plânlar yaparlar. Allah Rasûlünün emrine itaati değil, isyan etmeyi,  içlerinde gizlemişlerdir. Bunların söyledikleri ile yaptıkları arasında tutarsızlık olduğu için, münâfıklık eden kimselerdir.  (S. HAVVÂ,  3/219)

(82).‘(Kur’an) Eğer Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.’   Kur’ân’ın muhtevâsı / içeriği fevkalade zengin ve çeşitlidir. Onda insan ve insanlıkla ilgili her konu, yaratılış, yok ediliş, ahlâki erdemlere, fert ve toplumla ilgili kânun ve kurallara, târihi olaylara, kıssalara değinilmekte, eğitim, ibret ve öğüt tablolarına yer verilmektedir.  Kur’ân’ın üslûbu, değindiği konular, getirdiği hükümler ve verdiği bilgiler arasında tutarsızlık ve çelişki yoktur. Bu da Kur’ân’ın Allah’tan geldiğinin bir delilidir. (KUR’ÂN YOLU, 2/102, 103)

Hz. Peygamber Allâh’ın kulu, elçisi ve İslâm dîninin temsilcisidir. Ahlâkı Kur’ân’dır. Allâh’a inananlar için, dünyâ ve âhiret işlerinin tümünde en güzel örnek odur (33/21). Söyledikleri ve yaptıkları Allâh’ın gözetimi ve izni altındadır. Kur’ân’ın örnek uygulayıcısı odur. Kendisinin buyrukları da Kur’ân’ın rûhuna uygun olup yalnız kendi zamanıyla sınırlı değil, bütün zamanlarda geçerlidir. Çünkü ona Kur’ân’ı açıklama yetkisi verilmiş (16/44) ve hikmet öğretilmiştir. Sağlam kaynaklardan gelmiş hadîslerine itibar etmeyip yalnız Kur’ân’a dayandığı iddiasıyla Peygamber’i sâdece bir aracı kabul etmek, kâfirliğin ve dinsizliğin bir köprüsüdür. Çünkü hayat dîni olan İslâm, Allâh’ın bildirmesi ve Rasûlü’nün açıklama ve uygulamasıyla meydana gelmiştir. Âyette beirtildiği üzere Allâh’a itaat ve sevgi, Resûlü’ne, onun hadîs ve sünnetine uymakla gerçekleşir. Kim de onlara gönül rahatlığıyla teslim olmazsa îman etmiş sayılmaz. [bk. 3/164; 4/65] (H. T. FEYİZLİ, 1/90)

Kur’ân’ı düşünmek ve anlamak farz bir görevdir. (47/24, İ. KARAGÖZ 2/137).

(83).‘Kendilerine güven veya korkuya dâir bir haber geldiğinde onu yayarlar.’  Bâzı insanlar (S. HAVVÂ) Müslümanlar hakkında (Müslümanların) zafer, hezimet, ganîmet vb. haberleri geldiğinde onu hiç düşünmeksizin hemen yayarlar. Gerçeğe vâkıf olmadan münâfıklara onu yayarlar da Müslümanlara zarar verirler.  (M. A. SÂBÛNİ, 1/268)

Hâlbuki o haberi peygambere veya onlardan olan emir sâhiplerine götürselerdi,  içlerinden onun iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi.’  Bir haberi ya da şâyiayı duymuş olanlar,  Rasûlullah’a, basiret sâhibi ashâbın ileri gelenlerine, peygamberimizden sonra ise halifeler ve Müslümanların emirlerine götürmüş olsalardı, onun ne olduğunu bilirlerdi.  Bu işin gerçek durumunu ortaya çıkarabilecek kimseler, nasıl tedbir alınacağını, zekâ, tecrübe, savaş hîlelerini (taktiklerini İ. H. BURSEVİ, 4/130), savaş tuzaklarını bilen kimseler, bu konuda nelerin yapılabileceğini bilirlerdi. (S. HAVVÂ, 3/221)     

Hz. Ömer, Rasûlullah’ın hanımlarını boşadığı haberini alınca evinden çıkıp, mescide kadar geldi.  Resûlullah’a hanımlarını boşayıp boşamadığını sordu. ‘Hayır’ cevabını alınca,  mescidin kapısına çıkıp, ‘Resûlullah hanımlarını boşamadı’ diye seslendi. Bunun üzerine,  ‘Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu yayarlar’ âyeti indi. (S. HAVVÂ, 3/222, 223)

Karşılaşılan problemlerin iç yüzünü araştırarak Allah Rasûlü’ne, müminlerden emir sâhiplerine döndürme, sâdece savaş konularına özgü olmadığı anlaşılmaktadır.  Âyette geçen emir sâhipleri aynı zamanda ilim adamları da olduğundan, karşılaşılan problemlerde hüküm çıkarma olan ictihat da bu âyetin kapsamına dâhildir. (S. HAVVÂ, 3/223)

(84).‘(Ey Peygamberim!) Allah yolunda savaş!’ Allah yolunda: Allah için, ‘İslâm uğruna’ demektir. ‘Savaş’ emri, bağlayıcıdır. Dolayısıyla gerektiğinde Allah yolunda savaşmak, her Müslümana farzdır. (..) ‘Sen ancak kendinden sorumlusun.’ Peygamber insanları îmâna, ibâdete ve haramlardan sakınmaya teşvik eder, ama onları zorlamaz. İnsanların yapıp yapmadığından sorumlu değildir. (İ. KARAGÖZ 2/139).

4/85-87  ARACI  OLMAK

85. Her kim güzel bir işe aracılık ederse, ondan kendisine bir pay vardır. Kim de kötü bir (işe) aracılık ederse, ondan kendisine bir pay vardır. Allah her şeyin karşılığını vermeye kâdirdir.

86. (Ey müminler!) Size selâm verildiği zaman siz de ondan daha güzeliyle selâma karşılık verin veya en azından verilen selâmın aynısı ile iâde edin. Allah herşeyin hesâbını yapandır.

87. Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Andolsun Allah, gelmesinde şüphe olmayan kıyâmet gününde sizi kesinlikle bir araya toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?

85-87. (85).‘Kim güzel bir aracılıkta bulunursa’ Yâni Allah rızâsı için bir (Kur’an ve sünnete uygun olan) hayra aracılık ederse ve yol gösterirse.  ‘Ondan kendisine bir pay vardır.’ Yâni onun sevâbından ona bir ecir verilir. Şeriata uygun olma ya da bir kötülüğü ortadan kaldırma veya bir fayda sağlamaya yönelik bir aracılık yapma işinden onlara da bir sevap verilir. Zira hayra vesîle olan onu yapan gibidir. (ELMALILI, 3/39)  

‘Kötü aracılık’ Ev, dâire, arsa, dükkân ve benzeri bir mülkü günah bir faaliyet için bağış yapmak veya kirâya vermek günaha aracılık etmektir ve dînen câiz değildir. (..) Hak, hukuk ve adâletin çiğnenmesine sebep olan aracılıkve yardımlaşma câiz değildir. Sözgelimi güçlü ve hatırlı kimselerin yakınları veya dostları için haksız olarak bir iş bulma, sınav kazanma ve benzeri konularda aracı olmaları, torpil yapmaları günahtır. (İ. KARAGÖZ 2/143)

Hadis: ‘Aracı olun, mükâfâtı verilir.’ (Müslim Birr ve Sıla 145’den İ. KARAGÖZ 2/142)

Hadis: Hayra vesîle olan, hayrı yapan kimse gibidir.’ (Tirmizi İlim 14’den İ. KARAGÖZ 2/142)

Hadis: ‘Kim bir insanı doğru yola (îmâna ve sâlih amellere) çağırırsa bu kimse, bu doğru yola tâbi olan bu kimsenin elde ettiği sevâbın aynısını elde eder. Tâbi olan kimsenin sevabından da bir eksilme olmaz. Kim de bir insanı dalâlete (inkâra ve günah fiillere) çağırırsa bu kimse dalâlete tâbi olan kimsenin kazandığı günahın aynısını kazanır. Tâbi olan kimsenin günahından da bir eksilme olmaz.’ (Müslim İlim 16’dan İ. KARAGÖZ 2/142)

(86).Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile veya dengi ile karşılık verin.’ Câhiliye devrinde Araplar,  selâm mevkiinde ‘hayyâkellah’ / Allah ömürler versin / Yaşa Vârol), Allah seni mülk sâhibi kılsın’ derlerdi.  Hayyâke ifâdesi, hayırlı bir duâ değildir. Çünkü ömür, hayat ve mülk, felâket içinde de geçebilir. İslâm, bu yetersiz selâmlamaları kaldırmış,  onun yerine dünyâ ve âhiret selâmeti / esenliği duâsını ve iltifâtını getirmiştir. (ELMALILI, 3/40)  Âyette geçen ‘daha güzel’, yâni fazlalık mendup,  aynısıyla karşılık vermek farzdır. (S. HAVVÂ, 3/226) (Elmalılı hocamız, farzı kifaye demektedir.)

Sünnet olan; yürüyenin oturana,  binek üzerinde bulunanın yürüyene, atlının eşeğe binene, küçüğün büyüğe, azın çoğa selâm vermesidir. İki kişi karşılaşınca ikisi de hemen selâm vermeye girişirler. İmam-ı Azam’dan rivâyet edilmiştir ki, selâm alan sesini pek yükseltmez. (ELMALILI, 3/41)

Selâmlaşma,  Müslümanlar arasında bir ülfet, kaynaşma, sevgi aracıdır, barış içinde olma işâretidir. Selâm verip alanlar, birbirlerine Allah’tan ‘iyilik, esenlik, rahmet, bereket’  dilemektedirler.  (KUR’ÂN YOLU, 2/108)

Hadîs: Yahûdi ve hıristiyanlara ilk selâm veren siz olmayınız. (Müslim Selâm 13’den, S. HAVVÂ, 3/227)

Hadîs: Yahûdilerden birisi, size selâm verdiği vakit ‘Essâmü aleyküm’ Ölüm sizin üzerinize olsun’ der. Siz de ‘ve aleyküm’ deyiniz.  (Buhârî İstizan 22; Müslim Selâm 6-9’dan, S. HAVVÂ)

Kimlere Selâm verilmez: Namaz kılana, Kur’ân okuyana, hutbe dinleyene, ilimle meşgul olana, yemek yiyenlere, oyun oynayanlara, şarkı söyleyenlere,  tuvâlette bulunana selâm verilmez. (H. DÖNDÜREN, 1/177)  Ezân okuyana, kâmet getirene, namaz kılmayı bekleyene, mubah olmayan oyun oynayanlara, insanları gıybet edene, güvercin uçurana, çokça şaka yapana, yalan söyleyene, boş laf konuşana, yabancı kadınların yüzlerine bakanlara, avreti açık olana, küçük-büyük abdest bozana, uyuklayana, uyuyana,  hamamda olana selâm verilmez. (S. HAVVÂ, 3/229)

Kişi eve girdiği zaman âilesine selâm verir. Eğer kimsenin bulunmadığı eve girerse ‘es selâmü aleynâ ve alâ ibâdihi’s sâlihin’  demelidir. Çünkü melekler selâmına karşılık verirler.  (İ. H. BURSEVİ, 4/165)

4/88-91  MÜNÂFIKLAR,  KÂFİRLER

88. (Ey müminler!) Size ne oluyor da, münâfıklar hakkında iki grup oluyorsunuz? Hâlbuki Allah, kazandıkları (günahları)ndan dolayı onları tersine (küfre) çevirmiştir. Allâh’ın (niyetveamelleriyüzünden) sapıklıkta bıraktığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? (Ey Peygamberim!) Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.

89. O (münâfık)lar, kendileri küfre saptıkları gibi, sizin de küfre sapıp (kendileriile) aynı olmanızı ne çok isterler. O hâlde onlar, Allah yolunda hicret etmedikçe, onlardan dostlar edinmeyin. Eğer (tevhidvehicretten) yüz çevirirlerse, o (sizedüşmanlıkyapa)nları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinin.

90. Ancak sizinle aralarında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya (kendikavimleriyleberâberolup) sizinle savaşmak ya da (sizinleberâberolup) kendi kavimleriyle savaşmak (istemediklerin)den göğüsleri daralarak size gelenler hâriçtir (onlarıöldürmeyin). Eğer Allah dileseydi, onları sizin başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı! Artık, sizden uzak durup savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah, onlara saldırmanıza izin vermez.

91. (Ey Peygamberim!) Bir de hem sizden, hem de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen diğer (münafık ve müşrik) kimseleri de bulacaksınız ki bunlar, ne zaman (kendigruplarıtarafından) fitne çıkarmaya çağırılsalar, ‘canla başla atılırlar.’ Bu kimseler şâyet, sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve (herfırsattasizesaldırmaktan) ellerini çekmezlerse, artık onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün. İşte onlar hakkında size apaçık bir yetki verdik.

88-91. (88).Bu âyetten itibaren 91’nci âyet sonuna kadar, Müslümanlar ile Müslüman olmayan topluluklar arasındaki ilişkiler ele alınmaktadır.    Müslümanlar, Medîne’ye hicretten sonra, ilişki içinde oldukları gayr-i Müslim gruplar şunlar olmuştur: (a) Müşrikler:  Mekke ve Medîne’de yaşayan müşrikler, (b) Ehl-i Kitap: Daha çok Medîne ve civarında yaşayan Yahûdiler, (c) Münâfıklar: Mekke ve Medîne’de yaşayıp, müşrik ya da ehl-i kitap oldukları hâlde, durumlarını gizleyen münâfıklar.  (KUR’ÂN YOLU, 2/110)

Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında iki gruba ayrıldınız. Allah, onları yaptıklarından dolayı baş aşağı etmiştir.’ Ey müminler. Size ne oluyor ki,  münâfıklar konusunda iki grup olarak sabahladınız.  Bir kısmınız ‘öldürelim’ diyorsunuz, bir kısmınız da ‘öldürmeyelim’ diyorsunuz. Hâlbuki Allah onları nifakları sebebiyle küfre döndürdü. (M. A. SÂBÛNİ, 1/271)

‘Baş aşağı etti’ Yaptıkları kötü işler nedeniyle Allah, münâfıkları kâfirlerin hükmüne çevirdi. Onlar hakkındaki hüküm,  öldürülmelerinin câiz olduğu yönündedir. (S. HAVVÂ, 3/230, 231)

Allâh’ın saptırdığı kimse için, sen aslâ yol bulamazsın.’ Yüce Allâh’ın saptırmak istediği kimseye sen, herhangi bir yol ve çâre bulamazsın. Onun açık seçık bir yolu yoktur. İşte münâfığın alâmeti budur: sürekli değişip durur, çelişkiye düşer. (S. HAVVÂ, 3/231)

(89).‘O hâlde onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden kimseyi dostlar edinmeyin.’             İslâm’ın başlangıç dönemlerinde hicret müslüman oluşun ameli bir ilânı idi. Hicret etmeyen bir kimse, Müslüman olduğunu ilân etse bile,  müşriklerin himâyelerinde çalışırlarsa, onların emirlerini uygularlarsa münâfıktırlar. Bunlar, aynı zamanda, İslâm’ın liderlik makamına itaat bağı ile bağlı değildirler. Allah düşmanlarına düşmanlık etmiyorlardır. (S. HAVVÂ, 3/230)

Âyette sözü edilenler Mekke’de yaşayan ve Müslüman olduğunu söyleyen, ancak gerçekte îman etmeyen ve gizlice müşriklere destek veren münâfık kimselerdir. Bu kimseler, îmanlarının gereğiniyerine getirip hicret etmeye yanaşmamışlardır. Bu kimseler, müminleri ellerine geçirseler, kesinlikle düşman olurlar ve ellerinden gelen her kötülüğü yaparlar. (İ. KARAGÖZ 2/147)

Eğer (hicret etmekten) yüz çevirirlerse, bulduğunuz yerde onları yakalayıp öldürün.’ Eğer, Allah yolunda hicretten yüz çevirirlerse, ey müminler, onları yakalayın, harem içinde olsun, dışında olsun, nerede bulursanız, öldürün. (M. A. SÂBÛNİ, 1/271)

‘eğer yüz çevirirlerse’  (a) îmândan yüz çevirirlerse, (b) hicreti terk ederlerse (İbn-i Abbas) , (c) küfürlerini açıklarlarsa. (Süddi’den, S. HAVVÂ, 3/232)

Aşağıda sayılan iki hâlden birinin bulunması hâlinde,  öldürme emri uygulanmaz:  (a) ‘Ancak, sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar, (bunun dışındadır.) Âyetin anlamı: Münâfıkları öldürünüz. Ancak, sizinle onlar arasında bir antlaşma bulunan bir kavme sığınan kimseleri öldürmeyiniz. Onlar istisnâ edilmişlerdir. (S. HAVVÂ, 3/233)

(90).(b) ‘Yâhut sizinle savaşmaktan veya kendi kavimleri ile harp etmeyi içlerine sığdıramayıp size başvuranlar müstesnadır (onları öldürmeyiniz).’ Ne sizinle, ne de kendi kavimleri ile savaş yapmayı akıllarına sığdıramayıp, ne lehinizde ne de aleyhinizde harbe karışmayan,  tarafsız kalma arzusunda olanlar, öldürülmekten korunmuşlardır. (ELMALILI, 3/44)   

İstisnâ edilen bu iki şekil, Dârü’l İslâm’ın (İslâm devletinin) dışında bulunan münâfıklar hakkındadır. Dikkat: Müslümanların tavırları ile kader birliği içinde bulunmayan kimselere karşı âyetin tavrı, bir münâfık işlemidir. (S. HAVVÂ, 3/234)

‘Başka birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden güvende olmak ve hem de kendi toplumlarından güvende olmak isterler.’  Ya iki tarafça da hoş görünmek, göze girmek, el tutmak, zarar etmemek, sırasını bulunca külâh kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile kâfir olurlar. Rivâyet olunduğuna göre,  Esed ve Gatafan kabilelerinden bir takımları Medîne’ye gelirler, Müslümanların güvenini kazanmak, harp çıktığında canlarını, mallarını korumak için Müslüman olduklarını gösterirler.  Kendi yerlerine gidince de kâfirlik yaparlardı.  Peygamber ile müşrikler arasında söz götürür, getirirlerdi. Bu âyetin nüzul sebebi budur. (ELMALILI, 3/45)  

Bu âyette öldürülmekten istisnâ edilenler (..) şunlardır: (a). Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, (b). Hem içinde bulunduğu toplum hem de Müslümanlar ile savaşmak istemeyen tarafsızlar, (c). Müslümanlarla savaşmayan kâfirler, (d). Kendi toplumundan ayrılıp Müslümanlara sığınan kâfirler. (İ. KARAGÖZ 2/148)

(91).Eğer (a) sizden uzak durmazlar, (b) barış teklif etmezler ve (c) (size saldırmaktan) ellerini çekmezlerse .. ele geçirdiğiniz yerde öldürün.’ Âyette söz edilen bu gruplar şöyle tanıtılmaktadı: (a). Müslümanlardan uzak durmazlar, (b). Müslümanlarla barış yapmazlar, (c). Ellerini Müslümanların üzerinden çekmezler. Yüce Allah bu kimseleri yakalamayı ve ele geçirdikleri yerde öldürmeyi emretmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/149)

Yüce Allah, Müslümanların gayr-i müslimler ile barış içinde yaşamalarını (ister. Sâdece) kâfir veya dinden irtidad etti diye savaşılmasını ve öldürülmesini istemez. Ancak Müslümanlara saldıran, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık eden, Müslümanlarla barışa yanaşmayan ve ellerini Müslümanlardan çekmeyen islâm düşmanı kimseler ile savaşılmasını ister. (İ. KARAGÖZ 2/149).

4/92-93  ADAM  ÖLDÜRMEK

92. Bir mü’min(in) diğer bir mü’mini, bir yanlışlık dışında, (kasden) öldürmesi mümkün değildir. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve (ölenin) âilesine (mîrasçılarına) onlar bağışlamadıkça teslim edilecek bir diyet vermesi lazımdır. (Ölenin) yakınları sadaka olarak bağışlarlarsa o hâriçtir (diyetgerekmez). Eğer (öldürülen) mü’min olduğu halde, size düşman bir kavimden ise, (öldüreninyalnız) mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Şâyet (öldürülenkimse) kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir kavimden ise, yine mîrasçılarına teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mü’min köleyi özgürlüğüne kavuşturma gerekir. Kim de bunları bulamazsa, Allâh’ın tevbesi(nikabuletmesi) için birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sâhibidir.

93. Kim de bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezâsı, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiştir. Ona büyük bir azap hazırlamıştır.

92-93. (92).‘Bir müminin diğer mümini –hatâ dışında- öldürmesi mümkün değildir.’ Suçsuz yere ve kasıtlı olarak mümin bir cana kıymak haramdır. Bu hükmü ‘Bir mümin bir mümini kasden öldüremez’ cümlesi ifâde etmektedir. Haksız ve suçsuz yere mümin de, kâfir de öldürülemez. (Buhâri). Peygamberimiz (s) cana kıymayı helâk edici yedi büyük günahtan biri olarak saymış (Buhâri) ve büyük günahların en büyüğü olduğunu bildirmiştir. (Buhâri) (..) Kasıtlı olarak ve suçsuz yere cana kıymanın cezâsı kısas, yâni ölümdür. (2/179, 5/45; İ. KARAGÖZ 2/150, 151)

Hadis: ‘Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı ve canı haramdır. (Müslim Birr 32, İ. KARAGÖZ 2/151)  

Bir müminin durumu, ilke olarak mümini öldürmemesini gerektirir. Ancak, kasti olmayarak, hatâ yoluyla bunun ortaya çıkması hâli müstesna. (S. HAVVÂ, 3/237)  Meselâ bir düşmana veya ava atarken, kazâra bir mümine rast gelir ki, bu fiilde hatâdır yâhut karşısındakinin elbisesine bakıp harbi zanneder, atar, vurur ki, bu da niyette hatâdır. Bunların hiç biri mubah değildir, ama böyle bir hatâ müminin de başına gelebilir.  (ELMALILI, 3/47)  

İlim adamları öldürmede üç hak olduğunu açıklamışlardır: (a) Allâh’ın hakkı, (b) Öldürülenin hakkı, (c) Onun vârislerinin hakkı.  Allâh’ın hakkı, onun tevbesi ve Allâh’ın kabul etmesi ile düşer.  Öldürülenin hakkı,  kıyâmet gününe kalır. Velîlerinin hakkı, diyet veya kısastır.  (S. HAVVÂ, 3/241)

Diyetin miktârı,  İslâm’ın ilk devirlerinde yüz deve (yaklaşık 4 kilogram altın ya da 28 kilogram gümüşten biri)  olarak uygulanmıştır.  Ölenin mîrasçılarına ödenecek diyet,  mîrasçılar tarafından mîras paylaşılır gibi dağıtılacaktır.  Diyette, önce ölenin borçları ödenir, vasiyeti varsa yerine getirilir. Hiçbir mîrasçısı yoksa diyet hazinenindir.  (S. HAVVÂ, 3/237, H. DÖNDÜREN, 1/177)

Diyet, ölenin mîrasçıları için bir haktır. Mîrasçılar diyeti, sadaka olarak bağışlayabilirler. (S. HAVVÂ, 3/237)

Müttefik bir devlette yaşayan mümini hatâen öldürmek: Böyle bir öldürme olayında mümin bir köle âzâd edilir, vârislerine diyet ödemek gerekir.

Âzâd edecek köle bulamayan kimse (fakirlik nedeniyle ya da kölelik uygulamasının bulunmadığı durumda) iki ay ard arda oruç tutar.  Hastalık, ay hâli ya da lohusalık gibi herhangi bir özür olmaksızın oruç açacak olursa, yeniden başlar. (S. HAVVÂ, 3/238)

İbn-i Abbas’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s) bir kavme bir seriyye göndermişti. İçlerinde Mikdad b. Esved (r) de vardı. O kavme vardıkları zaman oradaki insanlar kaçmış, yalnız yanında çok mal bulunan bir kişi kalmıştı (ki îmânını kavminden gizliyordu). İslâm süvârileri onun yanına gelince o, şehâdet ve tekbir getirmeye başladı. Fakat Mikdad (r) buna inanmadı, üzerine yürüyüp onu öldürdü ve mallarını aldı. Bunu doğru bulmayan arkadaşları haberi Rasûlullah’a ilettiler. O da çok üzüldü ve Mikdad’ı (r) çağırttı. Ona, “Şehâdet getiren adamı mı öldürdün, yarın kelime-i şehadetle senin durumun nasıl olacak?” buyurdu. O da, “Korktuğundan söylemişti.” dedi. Diğer bir rivâyette Rasûlullah (s), “Sen onun kalbini yarıp baktın ?” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet indi ve düşman kavme diyet verilmediği için yalnız bir köle âzât etmesi istendi. Bilinen bir müslümanın yanlışlıkla öldürülmesi durumunda öldürülenin müslüman âilesine yüz deve veya bedeli diyet ödenir, yoksa devletin ödemesi istenir. Köle âzât edilir. Hiçbirine gücü yetmezse kâtil 60 gün peşpeşe oruç tutar. Devlet, suçluyu affedemez.)  (H. T. FEYİZLİ, 1/92)

(93).‘Kim de bir mü’mini kasden öldürürse, onun cezâsı, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir.’ Kasten bir mümini öldürmenin dünyâdaki cezâsı kısas yâni îdamdır. İslâm’a göre affetme veya hafifletme ve başka cezâya çevirme yetkisi veya diyet alma hakkı yalnız maktûlün âilesine âittir; bu cezâyı başka hiç bir kimse veya kurumun affetme yetkisi yoktur. Bir kâtili evine kapatıp saklayan da suçlu olur. [bk. 2/178-179; 5/45] (H. T. FEYİZLİ, 1/92)

Kasden adam öldürmek: Bunun dünyevi hükmü,  Bakara sûresinde (2/178)  kısas âyeti ile belirtilmiştir. Âhiretle ilgili hükmü ise,  cezâsı cehennemdir. Orada pek uzun süreve belki ebeden cezâlandırılır.  (ELMALILI, 3/51)   

Öldürülenin âilesinin tamâmı veya bir kısmı, kısastan vaz geçer yâhut tazminat karşılığı sulha râzı olursa, kısas cezâsı düşer, diyet devreye girer. (KUR’ÂN YOLU, 2/118) 

4/94  MÜ’MİNİM DİYENE  MÜ’MİN MUÂMELESİ YAPMAK

94. Ey îman edenler! Allah yolunda (sefere) çıktığınız zaman (müminikâfirdenayırtetmekiçin) herşeyi iyice araştırın. Size selâm veren (müslümanolduğunusöyleyen) kimseye, dünyâ hayâtının geçici menfaatini arayarak hemen: “Sen mü’min değilsin.” demeyin. Çünkü Allah katındaki ganîmetler pek çoktur. (Unutmayınki) önceden siz de böyle idiniz de Allah size (îmânı) lütfetti. O hâlde iyice araştırın (senmümindeğilsindiyepeşinhükümvermeyin). Şüphesiz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdâr olandır.

94-94. ‘Size selâm verene dünyâ hayâtının geçici menfaatine göz dikerek ‘sen mümin değilsin’ demeyin.’ Bir sahâbi (müşriklerle çarpışırken- ELMALILI) karşısındaki şahsı, selâm verip kelime-i tevhidi söylediği hâlde,  korkusundan böyle yapıyor diye onu öldürmüştü. Hz. Peygamber, durumu öğrenince çok üzülmüş, ‘kalbini mi yardın, samîmi olmadığını nereden bildin ?’ buyurmuştur.  Bu âyet, bu olay ya da benzer olaylar nedeni ile inmiştir. (KUR’ÂN YOLU, 2/118, 119)

‘Gerekli araştırmayı yapın’ cümlesi ile yüce Allah, seferde veya normal zamanlarda bir konuda karar verip bir eylemde bulunmak için inceleme, soruşturma ve araştırma yapılmasını, gerçeğin öğrenilmesini, ona göre hareket edilmesini istemektedir. Birisi hakkında bir karara varabilmek için zanna ve tahmine göre değil, kesin delile, doğru bilgiye dayandırılması ve ona göre hareket edilmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 2/156)

(..) Bir kimsenin açıkça verdiği selâmı, gösterdiği boyun eğmeyi hiçe sayıp da ona aykırı kuruntularla doğrudan doğruya kalbine hükmetmeye kalkışmayınız, dış görünüşe göre karar veriniz. Açıkça belli olan bir şeyi diğer belli bir şey, meydanda olan bir şeyi, meydanda olan başka bir şey bozarsa o zaman da en kuvvetli ve en açık olanı tercih etmek için sebat ve tedbir ile iyice düşünerek karar veriniz. (ELMALILI, 3/53)

‘dünyâ hayâtının geçici menfaatini gözeterek’ Allah yolunda gazâ ve savaş maksadıyla yola çıktığınızda,  mümini kâfirden ayırd etmek için  (H. T. FEYİZLİ) her şeyi iyice araştırın. Size selâm veren kimseye, dünyâ menfaatini gözeterek, ‘sen mümin değilsin’ demeye kalkışmayın. (…) Müslümanın savaşı ile başkalarının savaşı arasında temel fark şudur:  Müslüman olmayanlar, toprak zaptetmek, pazarı ele geçirmek, hammadde elde etmek, sömürü ve kâr etme amacı ile  (dünyâlık için) savaşırlar. Müslümanlar ise, Allâh’ın adını yüceltmek için, Allah yolunda savaşırlar.  (S. HAVVÂ, 3/250, 253)

Hadis: ‘Bir adam din kardeşine ‘ey kâfir’ derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi, söylenildiği gibi ise söz doğrudur, yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz, söyleyene geri döner.’ (Müslim Îman 111, Buhâri Edeb 73’den İ. KARAGÖZ 2/156).

Hadis: ‘Kim Allah’tan başka ilâh yoktur’ der ve Allah’tan başka ibâdet edilenleri inkâr ederse o kimsenin malı ve kanı haram olur. Gizli hallerinin hesâbı ise Allâh’a âittir.’ (Müslim Îman 37, İ. KARAGÖZ 2/157).

4/95-96  ALLAH  YOLUNDA  CİHAD

95. Mü’minlerden özürsüz olarak (cihâdaçıkmayıpevlerinde) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar bir değildir. Allah mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturan (savaştangerikalan)lardan üstün kıldı. Bununla birlikte Allah, her birine de (sâlihkullarolmalarıdolayısıyla) en güzel(iyânicennet)i vaad etti. Allah savaşanları, oturanlardan büyük bir mükâfat ile üstün kıldı.

96. (Onlara) kendi katından hem dereceler, hem de bağışlanma ve rahmet vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

95-96. ‘Müminler özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir değildir.’   mâzeretsiz olarak’  Özürsüz olarak, zarûret hâli olmaksızın; Özür halleri: hastalık, körlük, topallık, kötürümlük vb. Musibet olabilir.  (S. HAVVÂ, 3/253)  

‘Allah her ikisine de cenneti vaad etmiştir.’  Bu âyetten, cihâdın her zaman ve herkes için farz-ı ayın olmayıp, öncelikle farz-ı kifâye olduğu belirtilmektedir. Zîrâ cihad, herkese farz-ı ayın olsa idi, oturanlara ‘hüsna’ değil, ‘cezâ’ vadolunurdu.  (ELMALILI, 3/59)

Âyet-i kerimede cihâdın farz-ı kifâye olması ve Müslümanlardan yeteri kadar savaşçı bulunması hâline yorumlanmıştır. Bu takdirde oturanlar günah kazanmazlar. Mücâhitlere de büyük ecir verilir. Cihad, farz-ı ayın olduğu takdirde oturanlar, büyük günah kazanırlar.(…) Herhangi bir bölgeye hücum edildiği takdirde o bölge halkı savunmaya yeterli ise, sâdece o yöre halkı için savaşmak farz-ı ayn olur.  Yeterli değil iseler, o takdirde farz-ı ayn olma durumu onların çevrelerine,  sonra yakınlık itibâriyle diğerlerine intikal eder.  (S. HAVVÂ, 3/254, 255)

‘derecât’ : Kendi katından dereceler (vardır)’ Bunların / mücâhidlerin bir kısmı savaşa katılmayanlardan bir derece fazla ise, diğer bir kısmı derecelerlefazladır. Mücâhidlerin dereceleri çok ve birbirinden farklıdır. Bu ecirlerin içinde Allâh’ın büyük bir bağışlama ve rahmeti de vardır.  Bu bağışlama ve rahmet sâyesinde geçmiş günahlar da bu sevap ve dereceleri eksiltmeyecektir. Kuşkusuz Allah, çok mağfiret ve merhamet edicidir. (ELMALILI, 3/61) 

YüceAllahkatında müminlerin amellerine göre dereceleri vardır. ‘Allâh’ın katında insanlar derece derecedir.’ (3/163). Herkesin ameline göre derecesi vardır.’ (6/132). ‘(Âhirete) sâlih ameller işleyerek gelen müminler için yüksek dereceler vardır.’ (20/75; İ. KARAGÖZ 2/160).  

Hadîs:  Cennette, Allâh’ın kendi yolunda cihad edenlere hazırlamış olduğu yüz derece vardır.  Her iki derece arasındaki mesâfe gök ile yer arası kadardır. (Buhâri, Müslim, S. HAVVÂ, 3/255)

4/97-100  ALLAH  YOLUNDA  HİCRET

97. (Ey Peygamberim! Hicreti terk ederek yerlerindekalmakla) kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler alırken: “(Dinde) ne hâldeydiniz?” derler. (Onlarda): “Biz o yerde zayıf ve çaresiz kimselerdendik.” derler. (Melekler): “Allâh’ın yeri geniş değil miydi, oradan hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varılacak bir yerdir!

98. Ancak hiçbir çâreye gücü yetmeyen ve (hicretiçin) hiçbir yol bulamayan (gerçekten) güçsüz ve âciz olan erkek, kadın ve çocuklar bunun dışındadır. [krş. 16/27-29]

99. Bunları Allâh’ın affetmesi umulanlardır. Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.

100. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde (gidilecek / barınacak) birçok yer ve genişlik bulur. Kim Allah ve Rasûlü yolunda hicret ederek evinden çıkar da yolda ecel gelip kendisini yakalarsa, onun mükâfâtı Allâh’a âittir. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

97-100. (97).‘Melekler ise, ‘Allâh’ın yeryüzü geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz’ derler. ‘   Mîlâdi 622’de Medîne’ye hicret,  farz kılındı. Ancak, Müslüman olduğu hâlde malını, mülkünü, mevkiini bırakamayıp, müşriklerin içinde kalanlar oldu.  Bunların içinde münâfık durumuna düşenler olduğu gibi, yeniden şirke dönenler de oldu. İçlerinde Hz. Abbas gibi, Allah Rasûlü’nün izniyle Mekke’de oturanlar da vardı. Bu arada, gerçekten çâresiz, güçsüz ve bilgisiz olanların hicret etmemekte özürlü sayılacakları vurgulandı. (H. DÖNDÜREN, 1/178)

Âyet-i Kerime, şuna delildir:  Herhangi bir ülkede, dînini gerektiği şekilde uygulamak imkânını bulamayan bir kimse,  başka bir yerde bunu uygulayabileceğini bilecek olursa, o takdirde hicret etmek gerekir.  Dînini uygulayabilmek imkânını elde ettiği takdirde, Dâr’ ül Harp’ten, Dâr‘ül İslâm’a ve Dârü‘z zulüm’den Dâr‘ül adl’e, dâr-ı bid’atten dâr-ı sünnete hicret etmek vâcip midir?  Hanefilere göre vâcipdir. (S. HAVVÂ, 3/257)

‘..kendilerine zulmedenlerin canlarını melekler alırken..’ Hicret etme imkânı olduğu hâlde Medîne’ye hicret etmeyenmüslümanlar, müşriklerin arasında dinlerini yaşayamamışlar, üstelik Bedir’de Müslümanlara karşı savaştırılmışlardır. Yüce Allah bu kimselerin nefislerine zulmettiklerini ve âhirette cehennemle cezâlandırılacaklarını bildirmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/162).

(100).‘Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur.‘ ‘genişlik’ kelimesinin kapsamına rızıktaki bir genişlik, dînin açığa vurulmasında genişlik, korku yerine güvenlik yerleşmesiyle kalpteki genişlik te girmektedir. (S. HAVVÂ, 3/258)

‘Allâh’a ve Rasûlü’ne yapılmış hicret’  İlim talep etmek, haccetmek, cihad etmek, her hangi bir ülkeye kaçmak eğer itâati artıracaksa, kanâati ve zühdü ilerletecekse, ya da helâl rızık aramak içinse, o da Allâh’a ve Rasûlü’ne yapılmış bir hicrettir. (S. HAVVÂ, 3/258)

Mekke’de İslâm’a giren Cenda’ bin Damre (Bâzı kaynaklarda Cündüb b. Damre ya da Hamza b. Cündüb, derleyenin notu), hasta ve yaşlı idi. Nisâ 4/98. âyeti inince, ‘Ben hicrete gücü yetmeyenlerden sayılmam ve bir gece bile artık Mekke’de kalamam’ dedi. Oğulları onu yatakta deveye yüklediler, hicret için yola çıktı, ancak Ten’im’de vefât etti. 4/100. âyetin inme sebebi budur. (H. DÖNDÜREN, 1/178)  

Hadîs: Mekke fethinden sonra hicret mecbûriyeti kalkmıştır; lâkin cihad ve iyi niyetle yurdundan ayrılmanın gerekliliği devam eder; bu sebeple savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın.’ (Buhâri’den, KUR’ÂN YOLU, 2/125)

4/101-104  NAMAZ  VAKİTLERİ

101. (Ey müminler!) Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman (seferîlikşartlarıyerinegelmişse) inkâr edenlerin fenâlık yapacaklarından korkarsanız (vekorkuluolmasanızda), namazı kısalt(arakdörtrekâtlıfarzlarıikikıl)manızda size bir günah yoktur. Şüphesiz ki küfre sapanlar / inkârcılar, size apaçık bir düşmandır. [bk. 2/239; 4/102]

102. (EyPeygamberim!) Sen de (cephede) içlerinde olup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup seninle berâber (namaza) dursun ve silâhlarını (yanlarına) alsınlar (diğergrupdüşmanakarşıbeklesinler). (Namazdaolanlar) secde ed(ipbirrekâtkıl)ınca hemen arkanızda ol(upsizigözle)sinler. Bu defa namaz kılmayan diğer grup gelsin, (ikincirekâtı) seninle berâber onlar kılsınlar, silâhlarını ve (gerekli) korunma tedbirlerini de alsınlar (sonrayinehergrupsıraile, kılmadıklarıbirrekâtıtamamlasın). İnkâr edenler isterler ki siz silâhlarınızdan ve eşyânızdan gaflet edesiniz de üzerinize (ânî) bir baskın yapsınlar. Eğer yağmur sebebiyle sıkıntı çeker veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine de (gerekli) korunma tedbirlerinizi alın. Allah kâfirler için rezil ve perişan edici bir azap hazırlamıştır.

103. (Ey müminler! Korku) Namazını kıldığınız zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde (uzanmış) iken (dille ve kalple) Allâh’ı zikredin, emniyete kavuştuğunuz zaman da namazı dosdoğru (tam) kılın. Çünkü namaz, mü’minlere vakitleri belli bir farzdır. [krş. 3/191; 10/12, 22, 23. Ayrıcabeşvakitnamazvaktiiçinbk. 11/114; 17/78-79]

104. (Ey müminler! Savaştan sonra) o (düşmanlarınızolaninkârcı) toplumu tâkip etmekte gevşek davranmayın. Siz (yetmiş şehit ve yaralarınızdan) acı duyuyorsanız, elbette sizin duyduğunuz acı gibi onlar da (Bedir yenilgisi ve ölüleri ile) acı duymaktadır. Hâlbuki siz, Allah’tan onların ummadıkları (yardımvecennetgibi) şeyler umuyorsunuz. Allah herşeyi hakkıyla bilici, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

101-104. (101).‘Yeryüzünde sefer ettiğiniz vakit’ Bu âyetin zâhirine göre gerek cihat, gerek hicret, gerek ticâret ve gerek herhangi bir sebep ve amaçla yapılan seferlerin hepsini kapsamaktadır. (ELMALILI, 3/65)  

‘Namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur.’  Genelde tefsirciler, bu âyeti aşağıdaki gibi yorumlamışlardır:  Dört rekâtlı farz namazlar başlangıçta ikişer rekâtlı idi. Hicretin başında öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dörder rekâta çıkarıldı. İlk yıllarda genelde savaş ve sefer yoktu, birkaç yıl sonra, savaş için seferler başlayınca bu âyet geldi.  (KUR’ÂN YOLU,  2/130)

Hanefi mezhebi âlimlerine göre,  yolculukta namazı kısaltmak ruhsat değil, azimettir. Namazı tamamlamak tahrimen mekruhtur. (..) İbn-i Abbas şöyle demektedir: Şânı Yüce Allah, namazı ikâmet halinde dört, yolculuk hâlinde iki,  korku hâlinde de tek rekât olarak farz kılmıştır. (S. HAVVÂ, 3/262)

Hanefilere göre, fiilen çarpışma devam ederken, namaz kılınamaz. Çünkü Rasûlullah Hendek savaşında dört namazı ertelemiş, çarpışma devam ederken kılmamıştır. (KUR’ÂN YOLU, 2/131)

Hadîs: ‘Yolculukta namazı kısaltmak Allâh’ın size bir sadakasıdır; öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin.’ (Müslim Müsâfirin 4’den Ö. ÇELİK, 1/640)

(102).‘Bir kısmı seninle berâber namaza dursun.’ Yâni savaşçıları iki kısım yap. Bu kısmın birisi seninle namaza dursun ve sen onlara namaz kıldır. Öbürü de düşmana karşı dursun.  ‘Silâhlarını da alsınlar.’ Her iki taraf da silâhlarını alsınlar. Namaz kılanlar kendilerini namazdan alıkoymayacak kadar silâh bulundururlar. ‘Secdeye vardıklarında onlar arkalarında olsunlar.’ Hanefi mezhebi âlimlerine göre: Onlar kıldıkları rekâtın iki tâne de secdesini yapacak olurlarsa, bu kısım düşmana karşı durmak üzere geri dönsünler. Nihâyet ikinci kesim, namazını bitirecek olursa, birinci kesimde oldukları ya da ilk namaz kıldıkları yerde namazlarını tamamlarlar.  (İmam Mâlik’e göre korku namazı bir rekâttır) (S. HAVVÂ, 3/263)

‘Kılmayan öbür kısmı gelsin, seninle berâber kılsınlar.’ Düşmana karşı duran grup gelip, seninle birlikte ikinci rekâtı kılsınlar. Kıldığı ikinci rekâtın sonunda Rasûlullah (s) selâm verir. (S. HAVVÂ, 3/263)  İmam Evzai şöyle demektedir:  Zafer oldukça yaklaştığında, namaz kılma imkânı bulamayanlar, herkes kendi kendine îmâ ile namazını kılar.  Buna güçleri yetmezse,  güvenlik vaktine kadar,  namazlarını ertelerler.  (S. HAVVÂ, 3/265)

‘Bununla birlikte dikkatli olun.’  Kuşkulu durunuz. Namaz kılarken dahi,  düşmandan uyanık ve korunma üzere bulununuz, uyanık ve temkinli olunuz, gâfil avlanmamak için ne lâzımsa yapınız. (..) Fahreddin Râzi’ye göre, bu âyet düşmandan sakınmanın vâcip olduğunu anlatır.  (Savaş dışında da)  düşmanın tüm kuşku ve zararlarından her zaman sakınmanın vâcip olduğuna delâlet eder. (ELMALILI, 3/68)

Hanefi müctehitlere göre savaşta fiilen çarpışma devam ederken namaz kılınmaz. ÇünküRasûlullah(s), Hendek savaşında dört vakit namazı ertelemiş, çarpışma devam ederken kılmamıştır. (Buhâri, Mâlik) Diğer bâzı müctehidlere göre savaş hâlinde rükû ve secde yapamayacak durumda olanlar namazların îmâ ile kılarlar. (İ. KARAGÖZ 2/167)

(103).‘(Korku) Namazı() edâ ettiğiniz, (yâni korku namazını kıldığınız)  kılıp bitirdiğiniz vakit’, arkasından ayakta ve otururken ve hattâ vuruşmaya giriştiğinizde bile, ayakta kılıç çalarken, ok ya da mermi atarken, yaralanıp yere düştüğünüzde Allâh’ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız. Başka bir anlam: Durumlar şiddetlendiğinde ve namaz kılmak istediğinizde, her biriniz bulunduğunuz duruma göre, ayaktakiler ayakta, oturanlar oturduğu yerde, yatanlar yattığı yerde,  nasıl rast gelirse öylece îmâ ile kılınız. Ve bu durum içinde Allâh’ı zikrediniz. (ELMALILI, 3/70)

(104).‘(Uhud savaşı sonrası) Düşman topluluğunu tâkip konusunda gevşeklik göstermeyin.’ Düşmanıtâkip / izlemehususunda / konusundagevşek davranılmaması tüm zamanları (sâdece savaş hâli değil)  içine almaktadır.  Müminler, sürekli düşmanları hakkında bilgi sâhibi olacaklar, gerektiğinde onlardan önce davranarak askeri harekât gerçekleştireceklerdir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/133)

4/105-115  MÜ’MİNLERİN  YOLUNDAN  SAPMAK

105. (EyPeygamberim!) İnsanlar arasında, Allâh’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için (bu) Kur’ân’ı sana gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak biz indirdik. Sakın hâinlerin savunucusu olma!

106. (Ey Peygamberim!) Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

107. (Ey Peygamberim!) Kendilerine hâinlik eden (Hırsızlık yapan Tu’me ve kavmin)den yana uğraşma / bir çaba harcama! Çünkü Allah, hiçbir hâini hiç bir günahkârı sevmez.

108. (Onlar) insanlardan (korkup, utanıphırsız Tu’me’yi kurtarma plânlarını) gizlerler de, Allah’tan gizlenmezler. Hâlbuki O (Allah, kendisinin) râzı olmadığı sözü, onlar gece kurgularlarken kendileri ile berâberdir. Allah(ilmiyle) onların yaptıkları herşeyi kuşatır.

109. (Ey müminler!) İşte siz, (diyelimki) dünyâ hayâtında o (hâinlikyapandindensapa)nları savundunuz. Ya kıyâmet günü! Allâh’a karşı onları kim savunacak veya kim onlara vekil olacak?

110. Kim bir kötülük yapar yâhut (günahişleyerek) kendisine yazık eder, sonra da Allah’tan bağışlanma dilerse, Allâh’ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur.

111. Kim bir günah kazanırsa, ancak kendi aleyhine kazanır. Allah (herşeyihakkıyla) bilici, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

112. Kim bir hatâ veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, elbette o, bir iftirâ (suçunu) ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.

113. (EyPeygamberim!) Eğer sana Allâh’ın lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir grup, seni (vereceğinhükümde) saptırmayı (ve yanıltmayı) tasarlamışlardı. Onlar, kendi nefislerinden başkasını saptıramazlar ve sana da hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah, sana Kitab’ı (Kur’ân’ı) ve hikmeti (sünneti) indirdi ve sana (bütünbu) bilmedğin (dînî hüküm)leri öğretti. Sana Allâh’ın lütfu (veyardımı) çok büyüktür.

114. O (ikiyüzlü insan)ların (hâincekendiaralarındaki) fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadakayı veya bir iyiliği, ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden(ingizlikonuşması) bunun dışındadır. Kim de bun(lar)ı Allâh’ın rızâsını isteyerek yaparsa (biz) ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.

115. Her kim de kendisine doğru yol (İslâm) belli olduktan sonra, Rasûl’e karşı tavır koyar (emirlerinibeğenmez) ve müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü (veseçtiğiosapık) yolda bırakırız. Sonra kendisini cehenneme atarız. O ne kötü bir gidiş yeridir!

105-115. Medîne yerlilerinden olan ve müslümanlığı kabul etmiş bulunan Tume b. Übeyrik (…) hırsızlık yapmıştı. Hakkındaki şikâyet bâzı delillerle tespit edilmesine rağmen, her nasılsa, insanlardan utandığından, yapmadığına yemin etmişti. Kabilesi olan Zaferoğulları o gece aralarında Tu‘me’yi savunmayı kararlaştırdılar. Sonra Rasûlullah’a gelerek onu beraat ettirmek için ısrar ettiler, güvenilir kimse olduğunu söylediler. Bunun üzerine, hiçbir şey kendisinden gizli kalmayan Rabbimiz, her türlü günah işleyenlere ve günahkârlara arka çıkanlara karşı (..) (105113) âyetlerini indirdi.) (H. T. FEYİZLİ, 1/95)

(105).‘Doğrusu biz sana hak olarak indirdik.’ İnsanlar arasında hukûkun temelini içeren, özetle hakkı açıklayan, bâtıldan ve eğrilikten uzak, sırf hak yolu, adâleti ve doğruyu gösteren bir hidâyet düstûru olarak indirdik. (ELMALILI, 3/77)

‘İnsanlar arasında Allâh’ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin.’ Hz. Peygamberin ictihad etmesinin câiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti delil göstermişlerdir. (S. HAVVÂ, 3/283)

Hadîs: Ben ancak bir beşerim, siz bana dâvâlarla geliyorsunuz. Olur ki, biriniz delilini daha güzel ifâde eder de ben (onun) lehine hükmederim. Her kime, bir müslümanın hakkını (bir başkasına)  hükmedip verecek olursam, şunu biliniz ki o, ateşten bir parçadır. İsterse onu yüklenip gitsin, isterse de bıraksın.  (Usûl âlimleri bu Hadîs-i şerifi de,  görüşlerine delil olarak getirmişlerdir. ) (Buhâri, Müslim’den, S. HAVVÂ, 3/286)

‘Hâinlerin savunucusu olma.’ Hâinlik edenler, hırsızlık yapan Tu’me ve onu savunan kabilesidir. (..) İnsanlardan gizlenenler, gece vakti toplanan ve hırsız Tu’me’yi kurtarma plânları yapan Benî Zafer kabilesidir. (İ. KARAGÖZ 2/171)

Hâinler lehine savunma yapma yâhut da hâinler adına mücâdele verme. Her günah bir hâinliktir. Ve her isyankâr, yapmış olduğu günahında hâin demektir. Hiçbir Müslüman hiçbir isyankârın isyânını savunmaya kalkışmasın. (S. HAVVÂ, 3/283)

Bu âyet, iki meslek erbâbını muhatâp alıyor: Hâkimler ve avukatlar.  Bunların asıl vazifeleri,  hakkın yerine gelmesi için çalışmaktır. Dâvâcının şöhreti, serveti, rütbesi ne olursa olsun, haksızın yanında yer almayacaklar, hakkın ortaya çıkması için çalışacaklardır. Avukatlar, sulh, cezâ ve tazminatlarda hakkı ve adâleti hedefledikleri ve o yönde çaba sarf ettikleri takdirde,  meslekleri meşruiyet temelini korumuş olacaklar.  (KUR’ÂN YOLU, 2/138)

(106).‘..ve Allah’tan bağışlanma dile’ Bize göre olayda Hz. Peygamber’e nisbet edilecek bir günah veya kusur söz konusu değildir. Çünkü o, ümmete örnek olacak şekilde davranmış, elinde kesin delil bulunmayan kimselerin insanları suçlamaya kalkışmalarını doğru bulmamış, objektif delillere göre dâvâyı yürütmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’in bilinen üslûbuna göre burada istiğfar, onun aracılığı ile suçluların Allah’tan bağışlanmayı dilemeleri anlamındadır. (üslûba örnek olarak ayrıca bk. 64. Âyet; KUR’ÂN YOLU, 2/139)  

(Hâin ve günahkârlar) insanlardan gizlenmeye çalışıyorlar da Allah’tan gizlenmiyorlar’ Bu cümle ile ifâde edilen ‘gizlenme olayı’ yapılan hırsızlık suçu ve bu suçun örtbas edilmeye çalışılması konusudur. (..) ‘Hâlbuki Allah … onlarla berâberdir.’ Allâh’ın berâberliği mekân itibariyle değildir. Çünkü Allah zaman ve mekândan münezzehtir; zaman ve mekânı yaratan O’dur. (İ. KARAGÖZ 2/171, 174)

(110).‘Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allâh’ın Ğafûr ve Rahim olduğunu görür.’ Fakat ‘adam sen de Allah Ğafûru ‘r Rahim’dir’ diye kibire kapılıp da günahı hafif görmemelidir. (ELMALILI, 3/81)

Hadîs: Rasûlullah buyurdu: Herhangi bir günah işledikten sonra abdest alan, sonra iki rekât namaz kılan,  arkasından da bu günahı dolayısı ile bağışlanma dileyip te, bu günahı kendisine bağışlanmayacak hiçbir Müslüman yoktur.‘ Daha sonra da Ebû Bekir (r)  Kim bir kötülük yapar.. ile başlayan âyeti ve Âl-i İmran 3/135. âyeti okudu. (Tirmizi, Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 3/288, 289)

(112).‘Kim bir hatâ ve günah işler de…’  Hatîe kelimesi, bizim kullandığımız ‘hatâ’dan farklıdır. Hatîe, sâhibine sorumluluk getiren bir fiildir. Örnek: İçki içen bir kimsenin cinâyet işlemesi durumunda, işlediği cinâyet hatîedir ve sorumluluk getirir.  Böyle duruma düşen kulun yapacağı şey, pişman olmak, tevbe etmek adâlete başvurmak, Allâh’a yönelmektir. (KUR’ÂN YOLU, 2/140)

(113).‘Eğer Allâh’ın lütfu ve rahmeti üzerinde olmasaydı, onlardan birtakımı seni saptırmaya (ve yanıltmaya) çalışırdı. Hâlbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allâh’ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.’  Bu âyette dört önemli bilgi ve hüküm vardır:  (a) Hz. Peygamber, ilâhi koruma altındadır. Bu nedenle onu, kimse yanıltamaz.  (b) Allah ona kitabı ve hikmeti göndermiştir.  (c) Allah Rasûlü, bilmediği şeyleri vahiy yoluyla sonradan öğrenmiştir.  (d) Allah, peygamberine büyük lütuflarda bulunmuş,  müstesnâ özellikler bahşetmiştir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/141)

İnsanların, özellikle hâkim (ya da hakem / arabulucu) gibi bir dâvâya bakma konumunda olan kimselerin yalan ve yanlış bilgi ile yanıltılmaması, gerçeklerin gizlenmemesi, gerekir. İslâm, yalan söylemeyi haram kıldığı gibi, doğruyu gizlemeyi ve yalancı şâhitlik yapılmasını da haram kılmıştır. (İ. KARAGÖZ 2/175)

(114).‘O (ikiyüzlü)lerin fısıltılarının çoğunda hayır yoktur.  Ancak bu arada sadaka veya bir iyilik veya insanlar arasında bir ıslah (barış, arabuluculuk) emredenler (bu üç maksattan biri için toplanıp gizlice konuşanlar- ELMALILI, 3/82) bunun dışında(dır).‘ Sadaka vermeyi emredenlerin fısıldaşmalarında hayır vardır. Sadaka, hem zekâtı hem de nâfile tasaddukları kapsamaktadır. Mâruf ile emredenin fısıldaşması da bu durumdan müstesnâdır. Mâruf ise, Allâh’ın şeriatı ve dîni demektir. Yardıma muhtaç bir kimsenin yardımına koşmak, muhtaç olana borç vermek ve bütün iyilikler mârufun kapsamı içindedir. İnsanların arasını düzeltmek de bu hayırlı olmayan fısıldaşmalardan istisnâ edilmiştir. (S. HAVVÂ, 3/293)

Hadîs: Âdemoğlunun bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir. Aziz ve Celil olan Allâh’ı zikretmesi yâhut iyiliği emretmesi yâhut kötülüğü yasaklaması bunun dışındadır. (Tirmizi’den, S. HAVVÂ, 3/294)

Hadîs: ‘Üç kişi olduğunuzda iki kişi, arkadaşlarını bir kenara bırakarak kendi aralarında gizlice fısıldaşmasınlar. Çünkü bu durum, arkadaşlarını üzer.’ (Müslim Selâm 38’den, Ö. ÇELİK, 1/652)

Bu âyet, 105-114’ncü âyetlerde sözü edilen Tu’me’nin yaptığı hırsızlığı örtbas etmek için geceleyin toplanıp plânlar kuran Benî Zafer kabilesi ile ilgilidir. (..) Âyette toplumun huzur ve güveni, insanların barış ve kardeşlik içerisinde yaşamaları, yardımlaşma ve dayanışma teşvik edilmekte; bozgunculuk, fitne ve fesat, dargınlık ve kavga yasak edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 2/177)

(115).‘Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelir, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme atarız.’    Müminlerin yolundan başka bir yolun izlenmesi’ Gazzâli, Râzi, Şevkâni ve muâsır müfessir Süleyman Ateş’e göre ise burada söz konusu edilen yoldan maksat Allah Rasûlü (s)’nün yoludur. Müminler bu yolu tâkip ettikleri sürece doğru yoldadırlar. (..) (M. DEMİRCİ, 1/307)  

‘Kendisine doğru yol belli olan hüküm’ ile maksat, genelde İslâmihükümler, özelde hırsızlığıTu’meninyapması, ‘müminlerin yolundan başka bir yol’ ile maksat, İslâm esasları ile örtüşmeyensöz, hüküm, sistem, yönetim, sosyal,kültürel, siyâsi, bilimsel ve benzeri uygulamalar(dır).(..) (İ. KARAGÖZ 2/178)

(Bu) âyet, hırsızlık yaptığı ortaya çıkan Tu’me hakkında inmiştir. Tu’me Peygamberimizin hükmüne râzı olmamış ve irtidad etmiştir. (..) Îmânı ve inkârı seçen ve tercih eden, insanın kendisidir. Dolayısıyla İslâmi hükümleri terk eden ve başka hükümleri benimseyen kimse, dinden irtidat etmiş (yâni kâfir) olur. (İ. KARAGÖZ 2/178) 

4/116-121  İNATÇI  ŞEYTAN

116. Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka (günahları) da dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allâh’a ortak koşarsa muhakkak ki o, (haktan) tam uzak (derin) bir sapıklığa düşmüştür. [krş. 4/48]

117. (MekkemüşrikleriAllâh’ınvarlığınıitirafetselerde) onu bırakıp ancak dişi (isimliput)lara tapıyorlar. (Aslındaonlar,) o inatçı şeytandan başkasına tapmış olmuyorlar. [krş. 36/60]

118-119. (Oşeytan) ki; Allah ona lânet etti (rahmetindenkovdu). O da şöyle dedi: “Elbette senin kullarından belirli bir pay (veintikam) alacağım. Onları elbette saptıracağım, kesinlikle boş umut (vearzu)lara düşüreceğim. Onlara kesin olarak emredeceğim (onlardaputlariçinayıracaklarıkurbanlık) hayvanların kulaklarını yaracaklar. (Yine) Allâh’ın yarattığı (tabiişekilvehalleri)ni değiştirmelerini emredeceğim ve onlar da bunu yapacaklar.” (İyibilinki) kim de Allâh’ı bırakıp şeytanı (vebenzerlerini) dost edinirse gerçekten o apaçık bir ziyâna uğramıştır.

120. (Şeytan,) o (kendisinedostola)nlara söz verir ve onları boş umutlara düşürür. Şeytan ancak aldatmak için vaadde bulunur.

121. İşte şeytana tapanların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamazlar.

116-121. (116).‘Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında istediği kimseyi bağışlar.’ Bu sûrede (137, 168, 169 âyetlerde)  küfürde ileri gidenler de bağışlanmayanlar arasında sayılmıştır.  Bunların cehenneme gidecekleri bildirilmiştir.  Ehl-i Kitaptan olup ta, inancında şirk unsuru bulunanların kâfir oldukları Mâide (5/73) debelirtilmiştir. (KUR’ÂN YOLU, 2/147)

(117).‘Onlar Allâh’ı bırakıp (da yalnız bir takım) dişilere taparlar.’ Müşrikler putları dişi sayarlar ve bu yüzden onlara dişi isimler koyarlardı (Lât, Menat, Uzzâ) Onlara göre melekler dişi idi. Allâh’ın kızları diyorlardı. (H. DÖNDÜREN, 1/183, S. HAVVÂ, 3/295)

İnas: Dişi Taberi, İbn-i Abbas’tan inas’ın karşılığının ağaç, taş vb. gibi maddelerden yapılan tüm cansız nesneler olduğunu nakleder. Tabii ki, bunlar sıradan taş ve ağaç değil, sembol olma özelliği taşıyan heykellerdi.

(118, 119).‘Onları mutlaka saptıracağım. Olmayacak kuruntulara boğacağım, onlara emredeceğim, davarların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allâh’ın yaratışını değiştirecekler.’  Bu âyetlerde şeytanın diğer özellikleri ve insanlara etkileri açıklanmaktadır: (a) Şeytan, Allah tarafından lânetlenmiş, huzûrundan kovulmuş, rahmetinden mahrum kılınmıştır.  (b) (..) Şeytan, bütün insanları değil, belli bir kısmını etkisi altına alabilecektir.  Rabbine samimi kulluk edenlerin şeytandan yana korkuları olmayacaktır.  (c) Şeytan îmânı zayıf, ibâdeti eksik olanları saptırmaya çalışır, onları kuruntular, tatlı hayâllerle oyalar, aldatır.  (d) Şeytanın insanlara yaptırdığı yanlışlara iki örnek verilmektedir: da) Puta adanan devenin gözünü kulağını yarmak, db) Allâh’ın yaratılış düzenini değiştirmek. (KUR’ÂN YOLU, 2/148, 149)

‘Onlara emredeceğim: davarların kulaklarını yaracaklar.’ Câhiliye devri Arapları, beş defa doğum yapmış ve beşincisinde erkek doğurmuş olan devenin (Bahîra, Sâibe, Vasîle)  kulaklarını yarıyor ve ondan yararlanmayı haram kılıyorlardı. (S. HAVVÂ, 3/295)

‘Onlara emredeceğim, Allâh’ın yaratışını değiştirecekler.’ Putlara ibâdet için, kurbanlık nişânesi olmak üzere hayvanların kulaklarını keserler ve bu küfür iken, ibâdet zannederlerdi. (ELMALILI, 3/88) 

İnsanları burmak, (hayvanları burmak mubahtır) dövme yaptırmak, yüzden kılları aldırmak, güzellik için dişlerin arasını ayırmak, ağarmış saçları siyaha boyamak,  helâli haram, haramı helâl kılmak, cinsiyeti belli etmeyecek kılıklara bürünmek, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesine çalışmak, Allâh’ın fıtratı olan İslâm dînini değiştirmek (Rum 30/30) ( bu âyetin kapsamındadır) (S. HAVVÂ, 3/296)

Hadîs: Allah, dövme yapan yaptıranlara, (yüzdeki)  kılları alanlara, aldıranlara, güzellik için dişlerinin arasını ayıranlara, Allâh’ın yaratışını değiştirenlere (cilt gerdirme, vücuttaki fazla yağları aldırma, burun düzelttirme gibi estetik ameliyatlar buraya dâhildir) lânet edilmiştir. (S. HAVVÂ, 3/297)

Yaratılış düzenini değiştirme sayılmayan müdahaleler: sünnet olmak,  belli yerlerdeki kılları almak, tıraş olmak, tırnak kesmek,  küpe için kulağı delmek. (KUR’ÂN YOLU, 2/149)

Tefsirlerde yapılan açıklamalara göre, şekilce kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar. Bıyıklarını ve sakallarını yolacaklar, suratlarını boyayacaklar, her iki cins de kılıklarını değiştirecekler. Organlarını yaratılış görevlerinin dışında ve tersine kullanacaklar. Nikâhlılık yerine sefil hayâtı yaşayacaklar. Güzel olsun diye vücutlarına dövme, estetik ameliyat gibi görünümlerini değiştirecek şeyler yapacaklar. Bâzı kadınlar kimi yerde soyunacak veya sokaklarda yarı çıplak giyimleri ile hayâ ve utanma duygularını öldürecekler. DNA ile oynayıp bozarak, farklı yaratık elde etmeye çalışacaklar. Mahlûku Hâlık yerine koyacaklar, Allâh’ı sever gibi onları sevecekler (2/165). Tevhidden çıkacaklar, izm’leri/ideolojileri din haline getirecekler, dinî yaşantıyı bırakıp bâtıl fikrin, şeytan ve tâğûtun peşinden koşacaklar. Allâh’ın yaratışının değiştirilemeyeceğini ve kendilerine lânet olunduğunu bilmeyecekler. [bk. 7/17] (H. T. FEYİZLİ, 1/96)

4/122-126  ÎMAN  EDİP  SÂLİH  AMEL  İŞLEYENLER

122. İman edip de sâlih amel işleyenleri de içinde ebedî olarak kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. (İşte) Allâh’ın vaadi gerçektir, Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?

123. (Eymüminler! Allâh’ınvaadettiğimükâfâtaulaşmak) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehl-i Kitâb’ın kuruntularıyladır (ancakîmanvesâlihamellerledir). Kim bir kötülük yaparsa (tevbeedipbağışlanmasıhâriç) onun (karşılığıy)la cezâlanır da artık kendisine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamaz. [bk. 4/110; 99/8]

124. Erkek ve kadından, mü’min olarak kim de sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.

125. Sâlih amelleri en iyi bir şekilde yaparak kendini, Allâh’a teslim eden ve İbrâhim’in ‘Allâh’ı birleyen dînine’ uyan kimseden, din bakımından daha iyi olan kim vardır? Allah, İbrâhim’i dost edindi.

126. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır. Allah herşeyi (ilimvekudretiyle)   kuşatıcıdır. [bk. 5/120; 2/246]

122-126. (123).‘(İş) ne sizin kuruntunuza ve ne de kitap ehlinin kuruntusuna göre değildir.‘ İbn-i Abbas (r)  bu âyetin inmesi ile ilgili olarak şöyle demiştir:  Tevrat ehli,  ‘bizim kitabımız, kitapların en hayırlısı‘, İncil Ehli, de benzer şeyler söylemişti. Cennete yalnız Yahûdi veya hıristiyanların gireceği  (Bakara 2/111), ve Yahûdilerin cehennemde birkaç günden fazla kalmayacakları (Bakara 2/80),  iddiası bunlar arasındadır. (H. DÖNDÜREN, 1/183, 184)  Müslümanlar da,  İslâm’dan başka din yoktur, bizim kitabımız da bütün kitapları yürürlükten kaldırmıştır. Peygamberimiz de,  peygamberlerin sonuncusudur, demişlerdir.  (S. HAVVÂ, 3/299, 300)  Bunun üzerine 123, 124, 125. âyetler indi.

Bir diğer kuruntuları da:  Ehl-i kitap, ‘Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz (Mâide, 5/18) bize azap etmez,  cehenneme ancak birkaç gün sokacak, demeleridir.  (İ. H. BURSEVİ, 4/270)

‘Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezâlanır.’ Kötülük (günah) işleyenin bunu karşılığını görmesi mümini de küfür ehlini de kapsar. Küfür ehli bunu cehennemde çekerken, mümin çeşitli sıkıntı ve belâlarla çoğu zaman dünyâda çeker.  Hadîste şöyle buyurulmuştur:   Müslümanın her başına gelende, uğradığı belâya ve ayağına batan dikene varıncaya kadar günahları için bir kefaret vardır.  (Müslim, H. DÖNDÜREN, 1/184)

Beyzâvi’ye göre,  günahkâr olmayan kişilerin de başına musibetler gelebilir.  Bu durum, musîbetlere sabretmesi dolayısı ile daha büyük ecirlerle karşı karşıya bırakmak içindir.  Bu yoruma göre,  resûllerin başına gelen musîbetlerin sebebi de ortaya çıkmış oluyor.  Çünkü onlar, günahtan mâsum kimselerdir. O bakımdan onlara gelen musîbet, derecelerinin yükseltilmesine vesîledir. (S. HAVVÂ, 3/302)

Hadîs: Mümin, ölüm esnâsında, rûhunun kabzedilmesine varıncaya kadar,  her şeyden ecir alır.  (Ahmed b. Hanbel’den, S. HAVVÂ, 3/300)

Kulun günahları çoğalıp ta,  o günahlarını örtecek (iyilikleri)  yoksa Yüce Allah o günahlarını örtmesi için,  onu üzüntü ile imtihan eder. (Hz. Âişe (ra)’den, S. HAVVÂ, 3/300)

(125).‘Allah İbrâhim’i dost edinmiştir.’ Allâh’ın İbrâhim (a.s.)’ı dost edinmesi, onu bir dost gibi özel seçim ile lûtfetmiş ve Rabbâni sırlara mazhar kılmış olmasından mecazdır.  Allah Teâla, İbrâhim (a.s.)’ı imtihan etmiş, o da onu tamamlamış olmakla, insanlara önder (imam)  olmuş (Bakara 2/124), hayat verme sırrını, gayb âlemini göstermiş, o da toplumu tevhide dâvet etmiş, putlara, yıldızlara, güneş ve aya tapmayı yasaklamış,  Tâğût’a karşı gelmiştir.  Allah uğrunda ateşe atılmaktan, oğlunu kurban etmekten, malını misâfirlere fedâ etmekten çekinmemiş, zürriyeti mülk ve peygamberlikle müjdelenmiştir. (ELMALILI, 3/91)

4/127-130   KADINLARIN  HAKLARINI  KORUMAK 

127. (Ey Peygamberim!) Senden kadınlar hakkında fetvâ isterler. De ki: “Onlar hakkında size fetvâyı Allah veriyor. (Buda) kendilerine yazılmış olan (mîrastanhakların)ı vermeyip kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız (yâhutnikâhlanmaktankaçındığınız) yetim kadınlar ile zayıf çocuklar ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hakkında olup, Kitap’da size okunanlardır.” Her ne hayır yaparsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir. [bk. 2/83, 177, 220; 4/2, 4, 6, 10]

128. Eğer bir kadın, kocasının geçimsizlik ve huysuzluğundan veya yüz çevirmesinden endişe ederse (bâzıfedâkârlıklaryaparak) bir anlaşma ile kendi aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Barış (hâli, geçimsizlikveayrılıktan) daha iyidir. Zâten nefisler kıskançlığa (ve bencilliğemeyilli yaratılmıştır. Eğer iyi geçinir (ve Allâh’a karşı gelmekten) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

129. (Eyçokeşlikocalar!) Ne kadar arzu etseniz, eşleriniz arasında adâlet sağlayamazsınız. Hiç olmazsa (birine) tamâmen yönelip diğerini askıda (kocasızmış) gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve (gücünüzdâhilindehaksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.[bk. 4/3]

130. Eğer (karıkocaartıkçâresizkalarakboşanıp) ayrılırlarsa, Allah lütfu keremi ile her birini (diğerine) muhtaç olmaktan kurtarır. Allâh’ın lütfu geniştir. (O) tam hüküm ve hikmet sâhibidir.

127-130. (127).‘Kadınlar hakkında senden fetvâ istiyorlar….’  Hz. Âişe (r) şöyle demiştir:  Adamın yanında yetim bir kız çocuğu bulunur, o şahıs kız çocuğunun hem velîsi, hem de mîrascısıdır. Malına ortak olduğu için, başkası ile de evlendirmek istemez. O bakımdan onu evlenmekten alıkoyardı. Bu âyet, bunun hakkında inmiştir. (S. HAVVÂ, 3/303)

Yetim kızlar hakkındaki hükümler:  Yetim kızın velîsi, onunla evlenmek isteyecek olursa,  mehr-i mislini / nikâh bedeli vererek evlenebilir. Onunla evlenmek istemiyor ise,  uygun tâlipler / isteyenler geldiğinde onu evlendirmelidir. (S. HAVVÂ, 3/304)

‘Zayıf düşürülen çocuklar ve yetimlere adâletli davranmanız konusundaki hükümleri açıklamaktadır.’ Cenâbı Hak, zayıfların ezilmişlerin haklarını gözetmenizi, yetimlere mîras ve mehrinde adâletli olmanızı açıklıyor. Câhiliyede çocuklar ve kadınlar mîras alamazlardı. Ve şöyle derlerdi: Ata binemeyen, silâh kuşanamayan, düşmanla savaşamayanlara nasıl mal verelim’ Allah, bunu nehyetti. Ve mîrastan nasiplerini vermelerini emretti. (M. A. SÂBÛNİ, 1/283)

(128).‘Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesinden endişe ederse, anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bir günah yoktur…’  Nüşûz: Kadının nüşûzu, 34. âyetle kocasına kafa tutma, isyankâr olma olarak açıklanmıştır.

Erkeğin nüşûzu: ise, hanımına yaklaşmaması, nafaka vermemesi, hakâret ve dövmek sûretiyle katı davranmasıdır. (S. HAVVÂ, 3/304, 305)

Evli eşler Allâh’ın rızâsını kazanarak huzurlu bir berâberlik için hoşgörülü olmalı ve birbirine eziyetten kaçınmalıdırlar. Müslim’in rivâyetinde Peygamberimiz (s), “Bir kimse hanımına kin tutmasın, çünkü hoşlanmadığı huyları varsa, ona karşılık memnun olacağı huyları da vardır.” buyurmuştur. Yine buyurmuştur ki: “Mü’minlerin îmanca en mükemmeli ahlâkça en iyi olanıdır ve hayırlı olanınız da kadınlara hayırlı olandır.” Ayrıca kadına iffetsizlik hâli ve kocasına cüretkâr tavırları dışında eziyet edilmeyeceği de bildirilmiştir. Erkeğin iffetsizlik ve çekilmez eziyetlerine karşı da kadının kocasını uyarma, hâkime ve hakemlere başvurarak boşama/boşanma hakkı vardır. [bk. 2/229; 4/34; 60/10] (H. T. FEYİZLİ, 1/98)

‘Sulh hayırlıdır.’  Anlaşmak daha hayırlıdır.  Anlaşmak, ayrılmaktan, serkeşlikten ya da her konuda düşmanca davranmaktan daha hayırlıdır. (S. HAVVÂ, 3/305)

Hadîs: Allâh’ın en çok hoşlanmadığı helâl, boşanmadır.  (Ebû Dâvud’dan, S. HAVVÂ, 3/306)

(129).‘Ne kadar isterseniz yine de kadınlar arasında adâlet yapamazsınız.’ Cenâb-ı Hak, bir ya da birden fazla kadınla evlenme konusunda iki alternatifli tavsiyede bulunmaktadır: (a) Tek hanımla evli olanlar, bir zarûret bulunmadıkça bununla yetinmelidirler, çünkü Allah adâlet ve hakkâniyete vurgu yapmaktadır. (b) (üçüncü âyete göre) Birden fazla kadınla evli bulunan erkekler: nafaka, giyim ve gecelemede adâlet farz kılınmıştır. Gönül ilişkisi,  sevgi ve bağlılıkta ise adâleti sağlamak mümkün değildir /Sorumlu değildir.) (S. HAVVÂ, 3/306, 307, KUR’ÂN YOLU, 2/155, 156)

‘Hiç olmazsa bir tarafa tamâmen meyletmeyin ki, öbürünü askıdaymış gibi bırakmayasınız.’ Kendisinden hoşlanmadığınız kadını bütünü ile terk edip askıdaymış gibi bırakmayın. Onun payına düşen günü, ona vermemekle onu askıda bırakmayın. Çünkü askıda bırakmak, onun râzı olması hâli müstesna, haramdır. (S. HAVVÂ, 3/307)

Hadîs: ‘İki hanımı olup da birine büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyâmet gününde bir tarafı eğik olarak gelir.’ (Ebû Dâvud Nikâh 38; Tirmizi Nikâh 42’den Ö. ÇELİK, 1/665)

4/131-134  GÖKLERDE  VE  YERDE  OLANLARIN  HEPSİ  ALLÂH’INDIR

131. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allâh’ındır Andolsun ki biz, sizden önce kitap verilenlere de, size de: “Allah’tan korkun (O’nunemir ve yasaklarına riâyet edin” diye emrettik. Eğer küfre saparsanız (O’nazararveremezsiniz), şüphesiz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allâh’ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, bütün övgülere lâyık olan O’dur.

132. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi sâdece Allâh’ındır. Vekil olarak Allah yeter.

133. (Eykâfirler! Allah) dilerse, sizi yok eder (veyerinize) başkalarını getirir. Allah buna (hakkıyla) gücü yetendir.

134. Kim (yalnız) dünyâ nimetini isterse, (bilsinki) dünyâ nîmeti ve âhiret nimeti Allah katındadır. Allah (herşeyi) hakkıyla işiten ve görendir.

131-134. (131).‘Allâh’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sâhibi ve mâliki’  olduğu üç kere tekrarlanmıştır ve farklı vurgular söz konusudur: Birincisi, ‘Ve eşler ayrılırsa Allah,  lütfuyla her birinin geçimini sağlar’ âyetinin ardından gelir ve Allâh’ın geçimlik rızıklar vereceğini belirtir.  İkincisi, Allâh’ı inkâr edenlerin dahi hayatlarını sürdürmek için yer ve göklere muhtaç oldukları, yer ve gökleri insanların ihtiyaçları için yarattığına işâret eder.  Üçüncüsü,  Yerleri, gökleri yaratan Allah, her türlü tasarrufun sâhibidir. Allah, dilerse yeni varlıklar yaratabileceği gibi, var olanı yok ederek başkasını da yaratabilir. (H. DÖNDÜREN, 1/184, KUR’ÂN YOLU, 2/157)

(132).‘Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allâh’ındır.’ Buyruğunun tekrarlanması, O’ndan korkmayı ve O’na tevekkül etmeyi gerektiren özellikleri yeniden ifâde etmektedir. Çünkü bütün yaratıklar O’nun olduğuna göre, onları yaratan ve onlara mâlik olan O olduğuna göre, yaratıklarının O’na itâat etmesi, O’nun hakkıdır. O’na âsi olunmamalıdır. Yalnız O’na tevekkül edilmeli, O’ndan başkası vekil edînilmemelidir. (S. HAVVÂ, 3/308)

(134).‘Kim dünyâ nimetini isterse bilsin ki..’ Amelinde, hâlinde, kalbinde, itikâdında, yaşayış ve cihâdında dünyâ sevâbını arzulayan şunu bilmelidir: ‘Dünyânın da âhiretin de mükâfâtı Allâh’ın katındadır.’ Durum böyle olduğuna göre insan birini isteyip ötekini ihmal etmemelidir. Bilhassa istediği, ikisinin bayağısı olan dünyâ olmamalıdır. (S. HAVVÂ, 3/309)

‘Her kim dünyâ nimeti isterse, bilmeli ki dünyânın da âhiretin de nimeti ancak Allâh’ın katındadır.’ Allahinsanlaraözgürlükvermiştir. İnsan sâdece dünyâ nîmetlerini de, hem dünyâ hem âhiret nîmetlerini de isteyebilir. Kim hangi nimete tâlip olursa Allah ona o nimeti verir. (17/18-21). Sâdece dünyâ nîmetlerine tâlip olup bu uğurda çalışana Allah, çalışmasının karşılığını verir. Ancak bu kimsenin âhirette bir nasibi olmaz. (11/15-16, 42/20). Müminin hem dünyâ nîmetlerine hem âhiret nîmetlerine tâlip olması gerekir. (2/200-202; İ. KARAGÖZ 2/195).    

4/135  ADÂLET  VE  YALANCI  ŞÂHİTLİK

135. Ey îman edenler! Kendînizin, ana babanızın veya akrabâlarınızın aleyhine olsa bile, adâleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şâhitlik eden kimseler olun; (haklarındaşâhitlikettikleriniz) ister zengin, ister fakir olsunlar (yine de şâhitliği doğru yapın adâletten ayrılmayın). Çünkü Allah, her ikisine de (sizden) daha yakındır. Haktan ayrılarak hevâ ve hevesinize uymayın. Eğer (şâhitlikte), dilinizi eğip büker (yalancışâhitlikeder)seniz veya (şâhitlikten) kaçınırsanız, (bilinkibu, kulhakkınıihlâldir, zulümdür.) Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

135-135. ‘Adâletten vazgeçip, heveslerinize uymayın.’ Hevesleriniz, hevâ ve akrabalık / ırkçılık duygularınız, buğzunuz / nefretiniz veya sevginiz sakın sizleri haktan sapıp, bâtıla yöneltmesin. Adâleti terk edip zulme götürmesin. (S. HAVVÂ, 3/309)

‘Eğer dilinizi eğip büker veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.’ (..) Yapılan tanıklık kişinin kendisi, anne babası, yakınları, hakkında tanıklık yapılan kişi zengin veya fakir bile olsa, doğrunun söylenmesi farz, tanıklığın gizlenmesi haramdır. Anne babası ve yakınların belirtilmesi tanıklıkta bunları korumaya kalkışılmaması, zengin ve fakirin anılması, onlara çıkar veya merhamet duygusuyla hareket edilmemesi içindir. Bu itibarla, hakkında tanıklık edilecek kişi kim olursa olsun, hattâ düşman ve kâfir bile olsa yine tanıklığın dosdoğru yapılması gerekir. Bir insana veya bir topluma olan kızgınlık, düşmanlık, öfke ve kavgalı olmak, tanıklık söz konusu olduğunda kişiyi adâlette ve doğruluktan ayırmaması gerekir. (5/8; İ. KARAGÖZ 2/197)

Tanıklık yapmamak, farz bir görevi terk etmektir, dolayısıyla büyük günahtır. Yalancı şâhitlik yapmak (25/72) ise yine tanıklığı dosdoğru yapma emrine muhâlefet etmektir ve büyük günahtır. (Buhâri) (..) İyi bir müslümanbildiği ve muttali olduğu konudaşâhitlik etmekten çekinmez hattâ kendiliğinden gelip şâhitlik eder. Kur’an’da cennetliklerin özelliklerinden biri olarak şâhitliği dosdoğru yapmak zikredilmiştir. (70/33; İ. KARAGÖZ, 2/197).

Şâhitte aranan şartlar: (a) akıllı ve ergin olması, (b) Hür olması, (c) Müslüman olması, (d) Şâhidin görür ve konuşur olması, (e) adâletli olması. (Burada büyük günah işlemeyen, küçük günahlarda ısrar etmeyen kastedilir. Şâhidin adâletli olması (isteği) âyetle sabittir. Cezâ dâvâlarında, şâhidin güvenilir olması şartı aranır. Çünkü bu çeşit dâvâlar, şüphe ile düşer. Ebû Hanîfe’ye göre,  cezâ dışındaki dâvâlarda güvenilirlik araştırmasına gerek yoktur. (f)  Şâhidin toplumda saygınlığının bulunması  (Hamama peştemalsız girmek, rast gele abdest bozmak,  rüşvetçi olmak vb. saygınlığa engeldir.  (g)  Şâhitle, şâhitlik yapılan arasında açık menfaat ilişkisinin bulunmaması. (H. DÖNDÜREN, 1/184, 185)

4/136-149  MÜ’MİN,  MÜNÂFIK,  KÂFİR

136. Ey îman edenler! Allâh’a, Rasûlü’ne, indirdiği Kitab (Kur’ân)’a ve daha önce indirdiği kitap(larınasılların)a îman edin. Kim Allâh’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü (birinibile) inkâr ederse şüphesiz o, derin bir sapıklığa düşmüş (îmandançıkmış) olur.

137. Şüphesiz îman edip de sonra küfre sapanlar, sonra (yine) îman edip de sonra (tekrar) küfre sapanlar, sonra da küfürde ileri gidenler / küfür hâllerini devam ettirenler var ya, Allah, onları bağışlayacak ve doğru yola eriştirecek değildir.

138. (Ey Peygamberim!) Münâfıklara, kendileri için elem verici bir azap olduğunu müjdele!

139. O (münâfık)lar, inananları bırakıp da küfre sapanları / inkârcıları dost (veidâreci)ler edînirler. (Yoksa) izzeti (şerefi / onurveyüceliği) onların yanında mı arıyorlar? (Aramasınlar) Şüphesiz ki bütün izzet (yücelikler) Allâh’a âittir.

140. (Ey müminler! Allah) size, Kitab(ı’n)da: “Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (busözübırakıp) başka bir söze dalıncaya kadar (busıradaonlarakarşıgelemezseniz, bâri) onlarla berâber oturmayın (böylecetepkinizigösteriniz). Çünkü o zaman siz de onlara benzemiş olursunuz.” diye (buâyeti) indirdi. Hiç şüphesiz Allah, münâfıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.

141. Münâfıklar, hep sizi(nbaşınızabirfelâketgelmesini) gözetirler. Eğer size Allah’tan bir zafer (veganîmetnasip) olursa: “Biz de sizinle berâber değil miydik? (Bizedepayverin.)” derler. Eğer (savaşta) kâfirlere (zaferden) bir pay olursa (buseferonlara): “Biz size (yardımederek) üstünlük sağlayıp sizi müminlerden korumadık mı? (Bizedepayverin.)” derler. Artık Allah, kıyâmet gününde (onlarlasizin) aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere, müminlerin aleyhine asla bir yol (delil) vermeyecektir.

142. Münâfıklar Allâh’a hîle yapmak isterler. Hâlbuki O, onların hîlelerini kendilerine çevirir. Onlar, namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar (özengöstermezler), insanlara gösteriş yaparlar. Allâh’ı da ancak pek az anarlar.

143. Münâfıklar, mü’minlerle kâfirler arasında kararsızdırlar. Ne bunlara ne de onlara (dâhilolur / bağlanırlar). (Ey Peygamberim!) Allah kimi sapıklık üzere bırakmışsa artık sen ona bir (çıkar) yol bulamazsın.

144. Ey îman sâhipleri! Müminleri bırakıp da küfre sapanları / inkârcıları / İslâm karşıtlarını velî (sırdaşvebaşlarınızayönetici) edinmeyin. (Bunuyaparak) Allah yanında aleyhinize olacak açık bir delil mi vermek istiyorsunuz? [bk. 3/28; 5/51; 58/22]

145. Şüphesiz münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadır. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.

146. Ancak tevbe edenler, hâllerini düzeltenler, Allâh’a (dînine) sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için samimi olanlar bunun dışındadır. İşte bunlar mü’minlerle berâberdirler. Mü’minlere de Allah çok büyük mükâfat verecektir.

147. Eğer şükreder ve îman ederseniz Allah sizi ne diye azâba uğratsın! Allah şükredenlerin mükâfâını veren, herşeyi hakkıyla bilendir.

148. Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Ancak zulmedilenler bunun dışındadır. Allah herşeyi işiten ve bilendir.

149. (Ey müminler!) Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz ya da bir kötülüğü affederseniz, bilin ki Allah da çok affedicidir, her şeye gücü yetendir.

136-149. (136).‘Ey îman edenler! Allâh’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba imân edin. ‘ İmânın herhangi bir esâsının inkârı, imânın tümünü inkâr etmek demektir. Dikkat edilecek olursa, bu buyrukla imânın esaslarından beş tânesi zikredilmiştir. Altıncı rükün olan kadere îmân Allâh’a îmânın muhtevası içerisindedir. (S. HAVVÂ, 3/325)

Önemli ve geçerli olan, son durumdur. İnsanlar sonunda îmâna karar verir, bunda sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü îmân önceki sayfayı siler, sâbıka kaydını ortadan kaldırır. (KUR’ÂN YOLU, 2/161)

‘Kim Allâh’ı,  meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.’ Öyle bir kimse hidâyet yolunun dışına çıkmış ve îmandan alabildiğine uzaklaşmış demektir. Çünkü îmânın herhangi bir esasının inkârı ya da îmân esaslarından herhangi birisinin kapsamına giren herhangi bir şeyi inkâr etmek, îmânın tümünü inkâr etmek demektir. Dikkat edilecek olursa bu buyrukta, îmanın esaslarından beş tânesi zikredilmiştir. Çünkü altıncı esas olan kadere îmân Allâh’a îmanın içeriğindedir. Ve kadere îmân, yüce Allâh’ın ezeli ilim ve irâdesine îmândır. Dilediğini ortaya çıkarması kudreti iledir. Ve bunun levh-i mahfuz’da tescil edilmesi de kaderi ile ilgilidir. Bütün bu hususlar ise Allâh’a îmânın kapsamı içerisindedir. (S. HAVVÂ, 3/325)

Hadis: Îman; Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaderine, hayır ve şerrin Allâh’ın yaratması ile meydana geldiğine îman etmendir.’ (Müslim, Îman 1; Cibril hadisinden, İ. KARAGÖZ 2/200)

(137).‘Doğrusu inanıp sonra küfredenleri sonra inanıp tekrar küfredenleri, sonra da küfürde ileri gidenleri Allah bağışlamayacaktır. Onları doğru yola da eriştirmeyecektir.’ Îman ile inkâr arasında gidip gelenlerin son kararı geçerlidir. Bir kimse inkârdan sonra îmanda karar kılar ve bunda sebat ederse mümindir. Eğer inkârda karar kılarsa kâfirdir. Artık Allah bu kimseye inkârı kendi seçtiği ve îmânı istemediği için bir daha hidâyet etmez ve onu bağışlamaz. (İ. KARAGÖZ 2/201).

Hadis: Bir kısım sahâbi, ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Câhiliye döneminde yaptıklarımızdan dolayı cezâlandırılacak mıyız? Diye sormuş,  Peygamberimiz (s): ‘Sizden kim îman esipmüslüman olarak sâlih amellerişlerse, câhiliye döneminde yaptıklarından dolayı cezalandırılmaz. Kim de inkâr edip kötü işler yaparsa, hem câhiliye hem Müslüman iken yaptıklarından dolayı cezalandırılır’ cevâbını vermiştir. (Müslim Îman 189, İ. KARAGÖZ 2/202)

(139).‘Münâfık)lar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir.’ Kalpleri kâfirlerle berâberdir. Duyguları onlarla berâberdir.  Onlara yardımcı olurlar, onlardan yardım isterler. Onlara itâat ederler ve onları severler. (S. HAVVÂ, 3/326)  

‘Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allâh’a âittir.’  Yâni, münâfıklar,  onlardan kendilerini korumayı, kendilerine yardımcı olmayı,  kendilerini makam ve mevki sâhibi kılmayı isteyerek dostluk gösterirler. (…) Çağımızda öyle dostluk şekilleri görmekteyiz ki, Müslüman evlâdı kâfir partilere girmekte,  onların kâfir liderlerine bağlanmakta, itâat etmektedirler. Maksat ise, dünyâ makam ve mevkilerini, dünyânın geçici yararlanmasından bir parça, bir şeyler elde etmektir.  (S. HAVVÂ, 3/326)

Bu âyette, tevhit inancına sâhip olanın, günah işlemekle münâfık sayılmayacağına delil vardır. Çünkü o, küfür ehlini dost edinmez. Hz. Peygambere, bir müşrik gelerek,  savaşa katılmak isteyince,  ‘Biz bir müşrikten yardım istemeyiz.’ Buyurmuştur. (H. DÖNDÜREN, 1/186)

Âyette münâfıklarınacı sonu haber verildikten sonra, iki özelliklerinden söz ediliyor: (a) Müminleri bırakıp, kâfirleri dost edinmek, (b) Güçlü ve şerefli olmak için onların (kâfirlerin)  himâyesine sığınmak. (KUR’ÂN YOLU, 2/164)

Şeref ve yücelik ancak, Allâh’ın katında aranır ve O’na teslimiyetle elde edilir. Allah da o şeref ve yüceliği Rasûlü’ne ve müminlere lâyık görmüştür; müşriklere, kâfirlere, münâfıklara yâni İslâm’a ve müslümanlara karşı içinde sıkıntı duyan ve düşmanlık besleyenlere değil. Fakat münâfıklar buna kulak vermezler, karşılığı zillet ve azap olsa bile. [bk. 4/115; 5/56; 9/28; 58/20; 63/8] (H. T. FEYİZLİ, 1/99)

(140).‘Allâh’ın âyetlerine küfredildiği, alaya alındığını işittiğinizde onlar başka söze dalıncaya kadar (kâfir ve münâfıkların) yanlarında oturmayın.  Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.’ Onlarla birlikte olursanız,  onlar gibi günah kazanırsınız. Münâfıkların,  Allâh’ın âyetlerini küçümsemeleri küfürdür.  Onlarla birlikte kalma hâlinde,  bir rızâ ve ortaklık olursa, bu küfürdür. Ancak, bu kalışta, onların durumlarından hoşlanılmaz, onlarla ortak olunmazsa, bu sâdece günah olur. (S. HAVVÂ, 3/327)

Dînin inkâr edildiği, alaya alındığı ortamda –engellemeye gücü yetmeyen- mümin o yer ve kimseleri terk edecek, onlardan uzaklaşacaktır. Çünkü berâberliğin devâmında üç önemli zarar vardır: (a) bunu yapanların cesâreti artar, (b) Tepkisiz kalan müminler, giderek buna alışır, hassâsiyetleri zaafa uğrar,  (c) Tepki göstermedikleri için, râzı olduklarından günahkâr olurlar. (KUR’ÂN YOLU, 2/165)

Bâzı ilim adamları, bu âyet-i kerimeyi delil göstererek, hangi türden olursa olsun,  bidatçılarla birlikte oturup kalkmanın haram olduğunu söylemişlerdir.  (S. HAVVÂ, 3/333)

‘Bu takdirde (yâni Allâh’ın âyetleriyle küfür ve alay edilirken yanlarında oturduğunuz takdirde) siz onların, o kâfir alaycıların aynısınız’ o zaman siz de, onlar gibi olursunuz. Bu âyetin zâhirine bakarak,  Allâh’ın âyetleri ile alay etmek küfür olduğu gibi, o esnâda yalnız onların yanında oturmak da küfür olacağı anlaşılıyor. Akâid âlimleri bunu, rızâ  (hoş görme) ile sınırlamışlardır. Rızâ, itirâzı terk etmek olduğuna göre, açık veya gizli itiraz edilmedikçe, kişi küfürden kurtulmuş olamaz. Kalkıp gitmek de bir itiraz demektir. (ELMALILI, 3/107)

‘… siz de onlar gibi olursunuz’ Küfre râzı olmak küfür, şirke râzı olmak şirk, nifaka râzı olmak nifak, harama râzı olmak haram, günaha râzı olmak günahtır. ‘Siz de onlar gibi olursunuz’ cümlesi, bu anlamı ifâde etmektedir. Bu itibarla fâiz işlemleri yapılan, içki üretilen, fuhuş yapılan, kumar oynanan yerlerde bulunmak, çalışmak, içkili lokantada yemek yemek, içki satılan yerlerden alışveriş yapmak, mecbur kalınmadıkça câiz olmaz. (İ. KARAGÖZ 2/204)

‘.. başka bir söze dalıncaya kadar..’ cümlesi, âyet ve dîni hükümlerle alay edilmediği sürece Müslüman olmayanlarla birlikte bulunulabileceğini ve sosyal ilişkiler kurulabileceğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 2/204)

(141).‘Münafık)lar hep sizi(n başınıza bir felâket gelmesini) gözetirler.’ Sizin karşılaşacağınız yeni zaferlerinizi, çalkantılarınızı gözetir dururlar. Ya da devletinizin zeval bulup, kâfirlerin size üstünlük sağlamasını beklerler. Dîninizi de yitirmenizi beklerler. (S. HAVVÂ, 3/327)

‘Allah, kâfirlere, müminlerin aleyhine aslâ bir yol (delil)  vermeyecektir.’ Dünyâda bâzen kâfirler zafer kazansalar, müminlere hâkim görünseler bile, bu bir yol, bir kânun, bir şeriat değil, geçici ve devamsız bir imtihandır, istidraç (şerre bağlı başarı) dır. Hak ve adâlet ehli muhakkak üstündür. Dünyâda olmazsa, âhirette üstün gelir. Allâh’ın şeriatında mümin, kâfirden dâimâ şereflidir. Onun altında kalmaz. Şerefiyle ölür. Bu hikmetten dolayı,  mümin kadının kâfirle evlendirilmesi câiz değildir. (ELMALILI, 3/108)

Allâh’ın müminler aleyhine kâfirlere yol vermeyeceği vaadi, şu şartlara bağlıdır: (a) müminlerin bölünüp, aralarında savaşmamaları, (b) İyiliği emir, kötülükten kaçınma görevlerini ihmal etmemeleri, (c) günah girdabına gömülmemeleri şartına bağlıdır. ‘Başınıza gelen musîbet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir’ meâlindeki âyet (42/30) bu anlamı desteklemektedir. (KUR’ÂN YOLU, 2/166)

(142 ve 143). Bu iki âyette, münâfıkların özellikleri sayılmaktadır:  (a)Allâh’a oyun etmek isterler.’ Ya da Allah dostu olan müminleri aldatmaya çalışırlar.  (b) ’Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar(c)İnsanlara gösteriş yaparlar’ (d) Allâh’ı hatırlarına getirmezler, pek az anarlar. Çok azı müstesna, kesinlikle namaz kılmazlar. Kimsenin görmediği yerde asla namaz kılmazlar. Allâh’ı tesbih / sübhanallah ve tehlil / la ilahe illallah ile hatırlamaz, zikretmezler.  (S. HAVVÂ, 3/329)  (e) İkisi arasında bocalayıp dururlar.

Münâfıklar, açık vermeme korkusu içinde, iki tarafı memnun etme arzusu içinde yaşamaktadırlar.  İnanmadıkları için, müminlerle tam bir işbirliği içinde olmazlar.  Gizli kâfirlikleri anlaşılmasın diye,  kâfirlerle de tam bir işbirliği ve dayanışma imkânı bulamazlar. (KUR’ÂN YOLU, 2/168)  (f) Münâfıkların yukarıdaki âyetlerde sayılan diğer özellikleri: Kâfirlerle birlikte oturup kalkarlar, İslâm’a saldırmakta olanlarla ortak hareket ederler,  onlarla birlikte İslâm ile alay ederler, kâfirlere içten içe sevgi beslerler. (S. HAVVÂ, 3/330)

Müminler, kendi üzerlerine düşen görevleri yaptıkları, bölünüp parçalanmadıkları ve günaha dalmadıkları sürece Allah, müminleri kâfirler karşısında mağlûp yapmayacak, varlıklarını sona erdirmeyecek ve izlerinin silinmesine fırsat vermeyecektir. (42/30, İ. KARAGÖZ 2/206)

Hadîs:  Münâfıklara en ağır gelen namaz yatsı ile sabah namazıdır. (Buhâri Müslim)

Hadîs: İnsanların kendisini gördüğü yerde namazı güzel kılan, tek başına kaldığı yerde kötü kılan kimsenin durumu,  Rabbini hafife aldığı bir davranıştır.  (S. HAVVÂ, 3/330)

(144).‘..Müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin.’  Onlarla arkadaşlık, dostluk, karşılıklı olarak öğütleşmek, gizliden gizliye onlara sevgi beslemek,  müminlerin hallerini onlara açıklamak, onlara itâat etmek, yardım etmek sûretiyle dost ve yardımcılar edinmeyiniz. (S. HAVVÂ, 3/334)

‘Kâfirleri dost edinmeyin’ yasağının anlamı: ‘Kâfirlerin inanç, düşünce, ahlâk, söz, fiil ve davranışlarını benimsemeyin, demektir. İnanç, düşünce ve davranışlarını benimsemek şöyle dursun, yüce Allah kâfirlere enküçük bir eğilim göstermeyi bile yasaklamıştır. (11/113). Küfrü sevmek ve ona râzı olmak küfürdür.  İnsan dost edineceği insandan dünyevi veya uhrevi, maddi veya mânevi bir fayda bekler. Kâfirin dünyevi ve maddi faydası olsa bile, aslâ âhiretle ilgili ve mânevi bir faydası olmaz. Faydası şöyle dursun, aksine zararı olur. Kâfir dost, mümini küfre veya en azından günaha sürükler. Müslüman olmayanlarla dost olan kimse, onun inancından, huyundan, söz veya davranışlarından bir şekilde etkilenebilir. (..) Dostluğun sevgiye dayanmasıve pratik ahlâki sonuçlar doğurması gerekir. Dolayısıyla, müminlerin sırlarını kâfirlere vermeleri, onların İslâm’a uymayan inanç, düşünce, söz, eylem ve davranışlarını benimsemeleri, bu sebeple onları sevip dost edinmeleri yasaklanmıştır. (İ. KARAGÖZ 2/207)

Kâfirleri dost edinmemek, kâfirlerle tamâmen insâni ve sosyal ilişkileri kesmek, alış verişi, ticâreti, komşuluğu, bilim, teknik, sanat, üretim ve faydalı şeylerde onlardan yararlanmayı, onlarla işbirliği yapmayı, yardımlaşmayı, onlara iyilik yapmayı ve adâletli davranmayı terk etmek değildir. (60/8). Haklara riâyet etmek, ahde vefâ göstermek, güzel muâmelede bulunmak, adâlet, ihsan ve merhamet gibi güzel davranışlar, Müslümanın şiârı, îmânın gereğidir. Mümin kâfir de olsa, insan haklarına riâyet eder, hiç kimseye zulmetmez. Herkesin hayrını ve yararını ister. Bütün insanlarıîmâna, sâlih amellere ve güzel ahlâka dâvet eder. Yasaklanan dostluk, müminlerin sırlarını kâfirlere vermek, kâfirlerin İslâm’a uymayan inanç, düşünce, eylem, söz ve davranışlarını benimsemek, bu sebeple onları sevmektir. (İ. KARAGÖZ 2/207, 208).        

Ülkeler arası ilişkilerin gerektirdiği ticâret, ekonomik, sağlık ve sosyal, hatta askeri alanlarda karşılıklı çıkar ilişkisi çerçevesinde andlaşmalar yapılması mümkün ve câizdir. (H. DÖNDÜREN, 1/186)

Kâfirlerin, müşriklerin / yahûdi ve hıristiyanların, gerçek müslümanlara dost olmayacağı, müslümanların da onları dost / velî edinmemeleri gerektiği Kur’ân’da sık sık zikredilmektedir. Ancak müslümanlar, zarûret hâllerinde onları yönetimlerine karıştırmadan, onlarla ticâret gibi bâzı konularda antlaşmalar yapabilirler. Ama münâfıkların da kâfirlerden daha tehlikeli olduğunu bilmek lâzımdır.) (H. T. FEYİZLİ, 1/100)

(145).‘Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadır.’    ‘ed derk ‘ül esfel’ Cehennemin en alt tabakasıdır. Ki onun adı Hâviyedir. Cehennem yedi tabakadır. Bunlara dereke denir.  Üst üste devam eden tabaka demektir. Cehennemin tabakalarına dereke, cennetin tabakalarına ise derece denir.  (İ. H. BURSEVİ, 4/323)

Cehennemin tabakaları şöyledir: Cehennem, derin kuyu (17/97), Lezâ, dumansız ve katıksız alev (70/15), Hutame, yüreklere işleyen tutuşturulmuş ateş (4/10), Sekar, alevli ateş (74/26), Cahîm, alevleri kat kat yükselen ateş (2/119), Hâviye, kızgın ateş ((101/9). Münâfıklar en alt tabaka olan hâviye’ye atılacaklardır. (İ. KARAGÖZ 2/208).

(146).‘Ancak (münafıklık günahına) tevbe edenler, yaşantılarını düzeltenler, Allâh’a (O’nun kitabına) sarılanlar ve dinlerini Allâh’a özgü kılanlar (cehenneme atılmayacaklardır). Bunlar müminlerle berâberdir…’ Cehennemden kurtulabilmek için dört şart belirtilmiştir: (a). Münâfıklığa tevbe etmek, (b). Eski yaşantısını terk edip, hâlini düzeltmek, (c). Allâh’a sarılmak yâni Kur’an ve sünnete uymak, (d). Îman ve ibâdetlerde riyâyı terk edip, ihlâslı ve samimi olmak. Bu şartları yerine getirenler, müminlerle berâber olur ve Allah onları cennetine koar. (İ. KARAGÖZ 2/209).

(147).‘Eğer şükreder ve îman ederseniz, Allah size niçin azap etsin?’ Yüce Allah Zümer sûresininn 66’ncı âyetinde ‘Yalnız Allâh’a ibâdet et ve şükredenlerden ol’; Bakara sûresinin 172. Âyetinde ise, ‘Eğer O’na ibâdet ediyorsanız, Allâh’a şükredin.’ Buyurmuştur. Dolayısıyla insanın şükredenlerden olabilmesi için Allâh’a ibâdet etmesi gerekir. (..) İbâdet, îman edipAllah ve Peygamberinin bütün emir ve yasaklarına uymak ve itaat etmektir. Bu mânâda ibâdet edip şükretmek kolay değildir. Bu sebeple olmalı ki, yüce Allah ‘Kullarımdan şükreden azdır.’ (34/13). Buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 2/210).  

(148).‘Allah, kötü sözün (gıybet, iftira, yalan, ispiyonlama) açıkça söylenmesini sevmez. Ancak, zulmedilenler bunun dışında(dır.’  Zulmedilmiş, hakkına tecâvüz olunmuş olan kimse feryad edebilir, zâlim aleyhine bağırarak bedduâ edebilir veyâhut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerini aynen karşılıkta bulunabilir. (ELMALILI, 3/111)

Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişi aleyhinde incitici bir söz söylemek kural olarak câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası, haksızlığa uğrayan kimsedir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/170)

Adam hakâret eder, sen de ona hakâret edersin. Fakat sana iftira edecek olursa,  sen ona iftira etmeye kalkışma. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: Karşılıklı olarak birbirine söven iki kişinin bütün söyledikleri,  bu işi başlatanadır. Zulme uğrayan, haksızlık etmediği sürece. (S. HAVVÂ, 3/336, 337)

(149).‘Eğer siz bir hayrı (ve yardımı) açıktan yapar veya gizli yaparsanız veya bir kötülüğü affederseniz (çok sevap kazanırsınız).’ Başkalarını teşvik olacaksa, sadakaların açıktan verilmesi, yardımların açıktan yapılması, riyâ riski varsa gizli yapılması daha iyidir. (İ. KARAGÖZ 2/212).

Şûrâ sûresinde bir kötülüğe ancak misliyle karşılık verilebileceği fakat affedip bağışlayan kimseyi Allâh2ın ödüllendireceği bildirilerek af ve bağış teşvik edilmiştir. (42/40, 41/34, 35). Kötülüğe karşılık verilecekse, ancak misliyle karşılık verilebilir. Ancak affetmek ve bağışlamak daha hayırlıdır. Çünkü misliyle karşılık vermenin sevâbı yok, ama affetmenin sevâbı vardır. (İ. KARAGÖZ 2/212).

Hadis: ‘Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı zulme karşı sabreden  kulun Allah, ancak şerefini artırır.’ (Tirmizi Zühd 13, İ. KARAGÖZ 2/213). 

4/150-152  KÂFİRLER,  MÜ’MİNLER

150, 151. Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, (Allâh’ainanıppeygambereinanmamakla) Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve: “Biz (peygamberlerin) bâzısına inanır, bâzısını da inkâr ederiz.” diyerek bu ikisi (îmanlaküfür) arasında bir yol tutmak isterler. İşte bu kimseler gerçekten kâfirdir. Ve biz kâfirlere rezil ve perişan edici bir azap hazırladık.

152. Allâh’a ve peygamberlerine îman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, onlara da, (Allah) mükâfatlarını verecektir. Allah (tevbeedipdönenleri) çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.

150-152. (150, 151).‘Gerçek şu ki; (1). Allâh’ı ve Peygamberlerini (tümüyle) inkâr eden (tanrı tanımazlar, maddeci)ler, (2). (Allâh’a inanmakla birlikte vahiy ve Peygamberlik gerçeğini inkâr ederek) Allah ile Peygamberleri arasında ayırım yapanlar, (3). Ve (‘Biz Allâh’a, Peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine îman ederiz fakat, Son Peygamberi ve Kur’ân’ı kabul etmeyiz yâni peygamberlerin) bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyenler, (4) Ve (bâzen îmâna, bâzen de inkâra meylederek) bunlar arasında bir yol tutturmak isteyen (iki yüzlü)ler var ya; (M. KISA 1/119). Yukarıda (1)’de belirtilenler ateistler, (2)’de belirtilrnler deistler, (3)’de belirtilenler Yahûdiler ve hıristiyanlardır. (İ. KARAGÖZ 2/213, 214). (4). Dördüncüsü, bunlar arasında bir yol tutanlar, bunlar münâfıklardır.  (KUR’ÂN YOLU, 2/172)

‘İşte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık.’ Alçaltıcı bir azap ile maksat, cehennem azâbıdır. Cehennemde ateşte yakma, zakkum yedirilme, kaynar su içirilme ve zincire bağlanma gibiazaplar vardır. (İ. KARAGÖZ 2/214).

(152).‘Allâh’a ve peygamberlerine îman edip onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince, onlara da, (Allah) mükâfatlarını (tam) verecektir.’ Yüce Allah, müminlere bedeni ve sözlü ibâdetlerin mükâfâtını on katı ile ((6/160), mâli ibadetlerinin mükâfâtını yediyüz katı ile (2/261), sabredenlere ise hesapsız derecede (39/10) sevap verecektir. (İ. KARAGÖZ 2/215).  

4/153-162  YAHÛDİLER  VE  İŞLEDİKLERİ  CÜRÜMLER

153. (Ey Peygamberim!) Ehl-i Kitap(’danYahûdiler) senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler (buna aldırış etme). Nitekim onlar, Mûsâ’dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi de: “Allâh’ı açıkça bize göster.” demişlerdi. Bunun üzerine zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı. Daha sonra kendilerine açık deliller gelmişken, buzağı(yıtanrı) edindiler. (Biz) bunu da affettik. Mûsâ’ya da açık bir hâkimiyet verdik.

154. Verdikleri sağlam söz (ü tutmamaları) sebebiyle Tûr’u tepelerine kaldırdık ve onlara: “O (şehrin) kapı(sın)dan baş eğerek (saygıiçinde) girin.” dedik. Ve yine onlara: “Cumartesi günü (balıkavlayaraksaygısızlıkedip) haddi aşmayın.” demiş ve kendilerinden ağır bir söz almıştık. [bk. 2/93; 7/171]

155. Verdikleri sağlam sözü bozmaları, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demeleri sebebiyle (onlarılânetledikvebaşlarınabelâlarverdik). Hayır! (Kalpleriperdelideğil.) küfürleri sebebiyle Allah, onların (kalpleri) üzerine mühür vurmuştur. Artık (yahûdiler,) pek azı hâriç, îman etmezler. [bk. 5/13]

156-157. Onların (Peygamberi ve Kur’ân’ı) inkâr etmeleri, Meryem’e (“zinâettidiye) büyük iftirâda bulunmaları ve: “Allâh’ın Rasûlü Mesih; Meryemoğlu Îsâ’yı biz öldürdük.” demeleri sebebiyle (Allah Yahûdileri lânetlemiştir). Hâlbuki onlar, onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara (osıradaasıpöldürdükleriadam, tıpkıÎsâ’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşen (yahûdivehıristiyan)lar bu hususta tam bir şüphe içindedirler. Tahmîne uymaktan başka, onunla ilgili hiçbir bilgileri yoktur ve onu kesinlikle öldürmediler.

158. Bunun aksine Allah onu (Îsâ’yı) kendisine yükseltti. Allah mutlak gâlip, yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir.

159. Ehl-i Kitap’dan olup da ölümünden önce (ölüm ânında) O’na îman etmeyecek kimse yoktur. O da kıyâmet gününde onların aleyhine şâhit olacaktır.

160-161. Yahûdilerin (birkısmının) zulümleri ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, (Tevrat’ta) yasak edildikleri hâlde fâiz almaları ve haksız yere halkın mallarını yemeleri yüzünden, biz (vaktiyle) kendilerine helâl kılınmış olan birçok iyi ve güzel şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden küfre sapanlara da çok acıklı bir azap hazırladık. [bk. 6/146]

162. (Ey Peygamberim!) Fakat o (EhliKitapolan) kimselerden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilen (Kur’ân’)a da, senden önce indirilen (kitaplar)a da îman ederler. (Onlar) namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler, Allâh’a ve âhiret gününe îman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz. [krş. 2/121]

153-162. (153).’Kitap ehli senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler.’  153. âyet:  Bu âyet, Yahûdi ileri gelenleri hakkında indi. Yahûdi ileri gelenleri, peygamberimize hitâben: Eğer peygambersen, Mûsâ’ya bir hamlede indirdiği gibi, sen de gökten bir kitap getir demişlerdi. Bu sözleri inatları sebebiyle söylüyorlardı. (M. A. SÂBÛNİ, 1/291)

Onlara mûcizeler geldikten sonra  (âsâ, beyaz el ve denizin yarılması),  (Sâmiri adındaki birinin yaptığı) buzağıyı ilâh edindiler ve taptılar. Tevrat şeriatını kabulden çekindikleri için, Tûr dağını onların üzerine kaldırdık. (M. A. SÂBÛNİ, 1/291)

Allah, Mûsâ (a.s.) kavminin tepesine dağı kaldırmış, ondan sonra da bu hükümlere bağlı kalmalarını istemiştir. Bu durum onların zâlimliklerinin bir delilidir. Çünkü onlardan söz almak için tepelerine bir dağın yükseltilmesi ve böylece tehdit edilmeleri gerekmişti. Buna rağmen sözlerinde durmamışlardı. (S. HAVVÂ, 3/341)

(155).‘Sözlerini bozmaları, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ‘kalplerimiz perdelidir’ demeleri yüzünden; hayır, Allah küfürlerine karşılık onların kalplerini mühürledi de…’ 155 ve devamı âyetlerde, İsrâiloğullarının peygamberlerine ve insanlara yaptıkları çeşitli zulümler ve kötülüklerden söz edilmektedir:   (a) (155. âyet) Verdikleri sözden dönmeleri, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri, (Zekeriya ve Yahya –aleyhimesselâm- gibi) (M. A. SÂBÛNİ, 1/291)  (isrâiloğullarından alınan sözler hakkında 2/83, 84.âyetlerde bilgi verildi. (KUR’ÂN YOLU, 3/176  (b) 156. âyette, Hz. Meryem’e iftira atarak, kâfir olduklarından söz ediliyor.  (c) İsrâiloğullarının Hz. Îsâ’yı katlettiklerini iddia etmeleridir. Âyet cevap veriyor: (157. âyet‘oysa onu öldürmediler ve asmadılar fakat onlara (o sırada asıp öldürdükleri adam tıpkı Îsâ’ya)  benzer gösterildi. (H. T. FEYİZLİ)  Onun hakkında ihtilâfa düşenler, ondan yana şüphe içindedirler.’  Hz. Mesih hakkında kesin bir bilgi sâhibi değildirler. Onlar zanna uymaktadırlar.  Hâlbuki, itikâdi / akâid / inanç konularda zan, câiz değildir. (S. HAVVÂ, 3/342)

Onlar, Îsâ (a.s.) ın durumu hakkında, öldürülmesi konusunda ihtilâfa düştüler. Rivâyet olundu ki, Îsâ (a.s.) göğe yükseldikten ve yerine ona benzer bir adamı öldürdükten sonra şöyle dediler/ konuştular: ‘Bu öldürülen Îsâ ise,  bizim arkadaşımız nerede? Eğer bu maktul / öldürülen, arkadaşımız ise, Îsâ nerede?   Böylece, ihtilâfa düştüler,  bir kısım halk, ‘Bu Îsâ’dır’, bir kısım insanlar da ‘Bu Îsâ değildir, olsa olsa başkasıdır’ dediler. (M. A. SÂBÛNİ, 1/291, 292)

(158).‘Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltmiştir.’ Kur’ân Yahûdilerin Hz. Îsâ’yı (as) öldürmeyi başaramadıklarını, Allâh’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allâh’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü ve mûcizevi olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. (MEVDÛDİ, 1/380)

3/55 ile 5/117’nci âyetler ve açıklamalarında geçtiği üzere ‘müteveffîke’ kelimesini çoğu müfessirler, ‘kâbiduke’ (o anda seni çekip alacağım) anlamında almışlardır. Ölüm anlamında ise mecâzen kullanılmıştır. Çünkü aynı kelime, 6/60. âyette uyutma anlamında kullanılmıştır. Ölümün tam karşılığı ise ‘mevt’tir (39/42). Yukarıdaki âyetlerde geçtiği üzere Hz. Îsâ, Allah tarafından öldürülmüş olsaydı, o andaki “ref” (kaldırma) kelimesinin bir anlamı olmazdı. Bu kelime bâzılarının dediği gibi “mânevî yükselme” anlamına gelmez. Yukarı kaldırma işi nasıl olursa olsun meydana gelmiştir. Mühim olan şudur ki yahûdiler O’nu ne öldürdüler ne de astılar.) (H. T. FEYİZLİ, 1/102)

‘Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltti.’ (..) (Şu hâlde) hayâtın da ölümün de çeşitleri vardır ve Allah nezdinde olmak, Allâh’a yükseltilmek maddî olarak anlaşılamaz. Çünkü Allah zamandan, mekândan ve maddeden münezzehtir. (KUR’ÂN YOLU, 2/180)

(159).‘Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki,  ölümünden önce ona inanacak olmasın.’ Bu kitap ehli, âhir zamanda onun inmesi esnasında hayatta bulunacak olan kitap ehlidir. (S. HAVVÂ, 3/343)

Hadis: ‘Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki Meryem oğlu Îsâ, yakın bir gelecektearamıza âdil bir hakem olarak inecektir. Îsâ haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve o zamanda kimsenin kabul etmeyeceği kadar mal çoğalacaktır.’ (Müslim Îman 242, İ. KARAGÖZ 2/222).

(160).’Yahûdilerin zulümleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış hoş şeyleri yasakladık…’ ‘Kendilerine yasaklanan fâizi almaları ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü. Onların kâfir olanlarına elem verici bir azap hazırladık.’ Helâl olan bâzı yiyecekler yahûdilere haram kılınmıştır. Helâl olan temiz ve iyi şeylerin yahûdilere haram kılınmasının sebepleri şunlardır: (a) Zulmetmeleri: Yahûdilerin zulmü ile maksatAllâh’a verdikleri sözü tutmamaları, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve Hz. Meryem’e zinâ suçu isnat etmeleri gibi işledikleri inkâr ve günahlardır. (b). Birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları: Yahûdiler Tevrat’ı tahrif ederek, âyetlerin anlamlarını bâtıl yorumlarla değiştirerek, din adına asılsız sözler söyleyerek ve Hz. Muhammed (s)’in peygamberliğini inkâr ederek birçok insanı îman edip hak dîni kabul etmekten alıkoymuşlardır. (c). Fâiz alıp vermeleri: Yahûdilere fâiz haram kılındığı hâlde fâiz alıp vermişlerdir. (ç). İnsanların mallarını bâtıl yollarla almaları: (5/62). Bâtıl yollardan maksat rüşvet almak gibi gayr-i meşru yollardan gelir elde etmeleridir. (İ. KARAGÖZ 2/223).  

Yahûdilerin yaptıkları zulümler sayılmaya devam ediliyor: Yasaklanmış olan fâizi almaları, haksız yere insanların mallarını yemeleri, rüşvet vb. diğer haram yollarla insanların mallarını yemeleri. (S. HAVVÂ, 3/343)

Hz. Mesih (a.s.)ın âhir zamanda ineceğine dair Müslüman ümmetin icmâı vardır. Hıristiyanlar da bu görüştedir. Yahûdi kitaplarında da bunu çağrıştıracak ifâdeler vardır. Hz. Îsâ’nın inmesine dâir, Rasûlullah (s)’in yetmişten çok hadîsi vârid olmuştur. Îsâ (a.s.)ın nüzûlünü inkâr eden kâfir olur. (S. HAVVÂ, 3/356)

4/163-170  PEYGAMBERLER  VE  PEYGAMBERİMİZ

163. (Ey Peygamberim!) Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi,  şüphesiz sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a, torunlar(ın)a, Îsâ’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a, Hârun ve Süleyman’a da vahyetmiş, Dâvud’a da Zebûr’u vermiştik.

164. (Ey Peygamberim!) Bundan önce sana (haberini) anlattığımız bir kısım peygamberler ve sana anlatmadığımız daha nice peygamberleri de (gönderdik). Ve Allah Mûsâ’ya hitap edip konuştu. [bk. 7/144; 40/78. krş. 4/126]

165. (Biz) Elçileri, müjdeleyici ve uyarıcı olarak (gönderdik) ki (bu) elçilerden sonra insanların (âhirette) Allâh’a karşı (biziîmanaçağıranolmadıdiye) hiçbir bahâneleri kalmasın. Allah mutlak gâlip, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

166. (Ey Peygamberim!) Fakat Allah, sana gönderdiği (Kur’ân) ile şehâdet eder ki onu kendi (ezelî) ilmi ile indirmiştir. Melekler de şâhitlik eder. Zâten şâhit olarak Allah kâfîdir.

167. Doğrusu (sanagelenâyetleritanımayıp) küfre sapanlar ve Allah yolundan (insanları) alıkoyan (Yahûdiler)ler, elbette derin bir sapıklığa düştüler.

168, 169. Şüphesiz, inkâr eden / küfre sapan ve zulmeden (yahûdi ve hıristiyan)ları, Allah bağışlayacak değildir, doğru yola iletecek de değildir. 169. Ancak içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna (iletecektir). Bu da Allâh’a (göre) çok kolaydır.

170. Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden gerçeği (Kur’ân’ı) getirdi. Kendi faydanıza olarak (ona) îman edin. Eğer küfre saparsanız (bilinki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır. Allah her şeyi bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.

163-170. (163).‘Nûh’a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik.’ Hz. Peygamber,  124 bin nebi gönderildiğini, bundan 313 ünün Rasul,   (bağımsız semâvi dinle gönderilen peygamber)  olduğunu bildirmiştir. (…) Bütün peygamberlere âit ortak sıfatlar şunlardır:  (1) Emânet: (güvenilir olması), (2) Sıdk: doğru olması, (3) Fetânet: Akıllı olması, (4) İsmet: Günah işlemeye karşı koruma altında olması, (5) Tebliğ: Allah’tan aldığı vahyi insanlara bildirmesi. (…) Ancak, verilen görevin ağırlığı,  tebliğ işinde çektikleri sıkıntılar ve buna sabretmesi,  kimi peygamberlere kitap verilmesi vb. dikkate alındığında aralarında farklılık olması gerekir.  Nitekim İslâm bilginleri, Hz. Nûh,  İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed (Aleyhimüsselâm)  dan ibâret peygamberlere ulü’l azm   (büyük peygamber) lerden saymışlardır. (H. DÖNDÜREN, 1/208)

(164).‘Allah, Mûsâ ile de konuştu.’ Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması, Şûra sûresinde (42/51) açıklanan ‘konuşma yollarından’ birisi ile yâni perde arkasından konuşma yoluyla gerçekleşmektedir. Söyleyen, konuşan Allah olduğuna göre,  insanlar arasında olduğu gibi, araçlar, sesler, harfler mevcut değildir. (KUR’ÂN YOLU, 2/183, 184)

Vahiy:  Istılahta, Allâh’ınpeygamberlerine, iletmekistediğimesajlarını, doğrudandoğruyaveyaCebrâilvasıtasıile bildirmesine denir. (…) İlâhî Vahiy: Allâh’ın vahyi demek olup, 5 çeşittir: (1) Cebrâil’e (53/10) diğer meleklere vahyi (8/12),  (2) Cansız varlıklardan, yeryüzüne (99/4-5) ve gökyüzüne. (41/12) vahiy: Emretmek anlamında, (3) Canlılardan bal arısına vahyi: (16/68, 69) İlham anlamında, (4)  İnsanlardan Hz. Mûsâ’nın annesine: (28/7):  ve Hz. Îsâ’nın havârilerine: (5/111) vahyi: ilham, îmâ, emir anlamı, (5) Peygamberlere vahiy: (4/162, 7/117, 160)  vahiy denince, ilk akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy sözle, sözsüz ve Cebrâil vasıtası ile olur. (…) İlâhi Olmayan Vahiy:   Cin ve insanlar arasındaki vahiy, şeytanın şeytana vahyi (6/121), fısıldaşmak, gizli konuşmak anlamında. (DÎNÎ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/589, 590)

(165).‘Müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler olarak. Tâ ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allâh’a karşı bahâneleri kalmasın.’ Rasullerin gönderilmesi böyle bir gerekçenin ortadan kaldırılması, delilin bağlayıcı olması açısından kusursuz olması ve insanların ‘Niçin bize gaflet uykusundan uyandıracak, dikkat edilmesi gereken şeylere dikkatimizi çekecek, ibâdetler, şer’i hükümler,  bunların hükümleri, vakitleri, miktarları ve buna benzer ancak peygamberler vâsıtasıyla bilinebilecek şeyleri öğretecek bir rasûl göndermedin?’ diyemesinler diye. (S. HAVVÂ, 3/362)

Peygamberlerin gelmediği dönemlerde yaşayan, yaşadıkları bölge itibâriyle peygamberlerin tebliğlerine ulaşamayan veya bunlarla yeteri kadar irtibat kuramayan insanlar sâdece Allâh’ın varlığını ve birliğini tanıyarak O’na inanmakla sorumludurlar. Bunun dışında dînî bakımdan herhangi bir sorumlulukları yoktur. (Ö. ÇELİK, 1/691)  

(166).‘Onu ilmiyle indirmiştir.’ Onun Kur’ân’ı Kerim’i ilmi ile indirdiğinin delili şudur:  Bu Kur’ân-ı Kerim’de öyle şeyler vardır ki, kesinlikle insan bilgisinin o noktaya ulaşmasına imkân yoktur. Gayba dair bilgiler gibi.  Kur’ân’ın indiği dönemde, insan bilgisinin ulaşmasına imkân olmayan şeylerden söz etmektedir.  Kâinatın birçok sırrına dâir buyruklarda görüldüğü gibi. (S. HAVVÂ, 3/362)

(167).‘Küfredip insanları Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.’ İnsanları Allah yolundan engel olanlara gelince, onlar, ancak maddeye tapan ve Allâh’a ortak koşan kişilerdir. Onlar, Allâh’ı gizli veya açıktan inkâr ettikleri ya da îmânlarında samîmi olmadıkları için, insanları O’nun emirlerini uygulamalarına çeşitli şekillerde engel olurlar. Buna karşılık yaptıkları işler elbette Allah yanında boşa gitmiş olacaktır. (H. T. FEYİZLİ, 1/103)

(170).‘.. Peygamber size Rabbinizden gerçeği (Kur’ân’ı)  getirdi.’ Yâni Hz. Muhammed (s)  Kur’ân ile gelmiştir.  Kur’ân’ın mûcize oluşu, onun gerçek peygamber oluşuna şâhitlik eden en büyük delildir. Ya da o,  sizi yalnız Allâh’a kulluk etmeye dâvet ile gelmiştir.  (İ. H. BURSEVÎ, 4/ 373, 374)

Muhammed (s)  size İslâm’ı getirmiştir. Allâh’a teslim olmak isteyen için tek yol, Muhammed’in getirdiği dindir.  Hidâyeti, hak dîni Allah’tan getiren O’dur.  (S. HAVVÂ, 3/363)

4/171-173  HAZRETİ  ÎS  VE  TESLİS

171. Ey Ehl-i Kitap! Dîninizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu Îsâ Mesih ancak, Allâh’ın Elçisi ve Meryem’e ulaştırdığı “ol” kelimesi ve (Cebrâilile) O’nun tarafından gönderilmiş bir ruhtur. Allâh’a ve elçilerine inanın, “(Allah) üçtür.” demeyin, kendi faydanıza olarak buna son verin. Allah bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan tamâmen uzaktır (münezzehtir), O’nun şânı yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah kâfîdir.

172. Mesih (Îsâ) da, (Allâh’a) en yakın melekler de, Allâh’a kulluk yapmaktan aslâ çekinmez(ler). Kim O’na kulluktan kaçınır ve büyüklük taslarsa (bilsinkiAllah, âhirette) onların hepsini huzûrunda toplayacak (hesâbaçekecek)tir.

173. Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; (Allah) onlara mükâfatlarını eksiksiz verecek ve kendi lütfundan (dahada) artıracaktır. (Kendisinekulluktan) çekinenlere ve büyüklük taslayanlara ise acıklı bir azap ile azap edecektir. Onlar, kendilerine Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı bulamayacaklardır.

171-173. (171).‘Ey Ehl-i Kitap, dîninizde taşkınlık etmeyin.’    Yahûdiler,  Hz. Mesih’in gerçek değerini düşürerek, o bir gayr-i meşru çocuktur deme noktasına varmışlardır.  Hıristiyanlar da onu gerçek değerinden üstün tutmakta Allâh’ın oğlu’  kabul ederek haddi aşmışlardır. (S. HAVVÂ, 3/378, 380)

‘O’nun Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir.’  Cebrâil’in getirip Allâh’ın izniyle Meryem’e üflediği ve böylece Îsâ’nın vücûda gelmesine sebep teşkil ettiği kelimesidir. (..) Hz. Îsâ, Hz. Cebrâil’in Meryem’e getirmiş olduğu kelimeden yaratılmıştır. Böylelikle o şânı yüce Allah tarafından dolaysız ‘ol’ denilip olan ve sebepler âlemine uygun olarak yaratılmayan gibidir. (S. HAVVÂ, 3/380)

‘Ve kendinden bir rûh’tur.’  Kaynağı kendisinden olan, kendisinin yaratmasıyla, şekillendirmesiyle, oluşturmasıyla yaratılan bir rûhtur. Bu rûhun Yüce Allâh’a izâfe edilmesi gibi, şânını ve şerefini yükseltmek içindir. ‘kendinden’  buyruğu ile kastedilen, yaratması dolayısı ile kendi katından demektir. Yoksa kendisinden bir parça anlamında değildir.  Hz.Mesih’e Rûh adının verilmesinin sebebi,  Allâh’ın izniyle ölüleri canlandırması idi. ‘Allah üçtür demeyin.’  İlâh, ‘baba, oğul ve Rûh’ül Kudüs’ olmak üzere üçtür, demeyin. Üçlemeyi bırakın. (S. HAVVÂ, 3/380, 381)

Hadîs: Rasûlullah, şöyle buyurur: ‘Hıristiyanların, Meryem oğlu Îsâ’yı ululadıkları gibi, siz de beni ululamayınız. Allâh’ın kulu ve Rasûlü deyiniz. (Buâri Enbiyâ 48; S. HAVVÂ, 3/388)

Onlar ki, Hz. Îsâ’yı övmekte ileri gittiler, ‘Allâh’ın oğludur’ dediler, Yahûdiler, ‘Uzeyr, Allâh’ın oğludur’ dediler, . Biz ise, tahiyyatta olduğu gibi, kul kelimesini,  ‘Rasûlden’ önce kullanıyoruz. O, Allâh’ın kulu ve Rasûlüdür’ diyoruz.  (İ. H. BURSEVİ, 4/378, 379)

Kur’ân’a göre Hz. Îsâ’nın yirmi civarında üstün özellikleri vardır:  (a) O, Allâh’ın kulu ve Peygamberidir. (4/172, 5/75) (b) Beş büyük peygamberden biridir. (33/7, 42/13, 5/46)  (c) Allah,  ona Îsâ Mesih adını vermiştir. (3/45) (d) Allâh’ın kelimesidir ve Rûhu’dur. (4/171) (e) Rehber ve öncü mânâsında imamdır. (33/7) (f) Kulların amellerine şâhitlik edecektir. (4/159, 5/117) (g) Son peygamberin geleceğini müjdelemiştir. (61/6) (h) Dünyâ ve âhirette şerefli ve itibarlı olanlardandır. (3/45),  (ı) Seçilmiş ve sâlih kullarındandır. (3/33, 6/85-87), (i) Allah’tan bir rahmettir, annesine bağlı (19/19, 33),  (j) Allâh’ın kitabı ve hikmeti öğrettiği kutlu kişilerden biridir. (3/48) (KUR’ÂN YOLU, 2/194)

(172).‘Mesih de, mukarreb melekler de Allâh’a kul olmaktan asla çekinmez.’ Bu âyette,  müşriklerin ve hıristiyanların  ‘Melekler Allâh’ın kızlarıdır’ (Nahl, 16/57),  ve ‘Îsâ Mesih Allâh’ın oğludur’  iddiâları reddedilmekte ve Îsâ (a.s.)  ve Meleklerin Allâh’a kulluk ve ibâdet ettikleri belirtilmektedir.  (KUR’ÂN YOLU, 2/194-5)

Mukarreb melekler, Arşınetrafındakimelekler, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve onlarıntabakasındakilerdir. (S. HAVVÂ, 3/381, İ. H. BURSEVİ, 4/387)

(173).‘Kul olmayı kendisine yedirmeyip büyüklük taslayanları da acı bir azâba çarptıracaktır.’ Allâh’a kul olmaktan kaçınanlar, sınırsız mercilere kul olma zilletini yaşarlar. Arzu ve ihtirasların, kuruntu ve hurâfelerin kulu olmak alçaklığını tadarlar. Kendileri gibi olan insanlara kul olurlar. Onların önünde eğilme alçaklığını yaşarlar. Kendileri gibi insan olan kulların düzenlerini, şeriat ve kânunlarını, değer ve ölçülerini, hayatlarına uygulamak sûretiyle aşağılık bir hayat sürdürürler. Bunlar ve onlar, Allâh’ın katında bir oldukları hâlde, onları bu dünyâda Allâh’ın dışında ilâhlar edinirler. (S. KUTUB, 3/156)

4/174-175  ALLÂH’IN  İNDİRDİĞİ  APAÇIK  NÛR

174. Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil (olarakmûcizelerleMuhammed) geldi ve size apaçık bir mucize (Kur’ân) indirdik.

175. İşte Allâh’a inanan ve O’(nunKur’ân’dakibuyrukları)na tam sarılanları; (Allah) kendi katından bir rahmet ve lütuf içine (cennete) koyacak ve onları, (sonu) kendisine ulaşan doğru bir yol (İslâm’)a iletecektir.

174-175. ‘Size Rabbinizden kesin bir delil geldi.’ Burhan: Burada burhandan kasıt mûcizelerle teyid edilmiş, Muhammed Rasûlullah’tır. (M. A. SÂBÛNİ, 1/296)  Apaçık Nûr: Kur’ân-ı Kerîm’dir. (Ö. ÇELİK, 1/696)

Îmâna kavuşan ve rehbere sarılanlar için üç mükâfât vaad ediliyor: (a) Allâh’ın rahmet deryâsına dalmak, (b) O’nun lütfuna mazhar olmak, (c) Hidâyete erme nimeti. (KUR’ÂN YOLU, 2/196)

4/176  BABASI  VE  ÇOCUĞU  OLMAYANIN  MÎRÂSI

176. (EyPeygamberim!) Senden (mîrasta) fetvâ isterler. De ki: “Allah ‘kelâle’ (babasıveçocuğuolmayıpkardeşlerinimîrasçıbırakan) hakkında (şöyle) fetvâ veriyor: Eğer çocuğu (vebabası) olmayıp da bir kız kardeşi olan bir erkek ölürse, bıraktığının yarısı onundur. Eğer mîrasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (vebabasızölen) kız kardeşine (tamamen) vâris olur. Eğer (kelâleolarakölenin) iki (veyadahafazla) kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (bukalanlar) erkek ve kız kardeşler (olarakkarışık) iseler, o zaman bir erkeğe iki kadının payı kadar (pay) verilir. Şaşırıp sapmayasınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.” [krş. 4/11]

176-176. ‘Senden’ mîras konusunda ek ‘açıklama yapmanı istiyorlar, De ki: ‘Allah kelâle –yâni babası ve çocuğu olmayan kişi – ‘hakkındaki hükmünü açıklıyor:’ Bu durumda olan ‘bir kişi, geride hiç çocuk bırakmadan ölürse; (1) ‘tek bir kız kardeşi varsa’  kız kardeş ‘mîrasın yarısını alır.’ (2) ‘Kız kardeşin çocuk bırakmadan ölmesi hâlinde ise,’ tek vâris olan ‘erkek kardeş mîrasın tamâmını alır.’ (3) ‘Eğer’ ölen kişinin ‘iki’ veya daha fazla ‘kız kardeşi varsa, onlar mîrasın üçte ikisini paylaşırlar.’ (4) ‘Eğer’  mîrasçılar ‘erkek ve kız kardeşlerden oluşursa, o zaman bir erkek, iki kızın alacağı payı alacak’ şekilde mîrâsı aralarında paylaşırlar. (M. KISA, 1/122, 123)       

Mîrasta aynı derecedeki mîrasçı kadınlara, erkeklere nispetle yarı hisse verilmesinin sebebi, kadınların ikinci sınıf insan olarak kabul edilmelerinden veya haklarının eksiltilmesinden değil, bu nimet külfet dengesi zarûretinden kaynaklanmaktadır. (KUR’ÂN YOLU, 2/198)