42 / Şûrâ Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 53 âyettir. Adını 38. âyette geçen “işleri aralarında danışma iledir” anlamındaki “şûrâ” ibâresinden almıştır. 23, 24, 25 ve 27’nci âyetleri Medîne döneminde inmiştir. (H. T. FEYİZLİ, 1/482)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
42/1-9 NEREDEYSE GÖKLER ÇATLAYACAK!
1. Hâ, Mîm.
2. Ayn, Sîn, Kâf.
3. (Rasûlüm!) Mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allah, sana ve senden öncekilere işte şöyle vahyeder:
4. Göklerde olanların da, yerde olanların da hepsi O’nundur. O, pek yücedir, çok büyüktür.
5. Neredeyse gökler (kâfirlerin Allah çocuk edindi isnatları sebebiyle) tâ üstlerinden yarılacak! Melekler, Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerdeki (mü’min)ler için mağfiret dilerler. (Ey insanlar!) Haberiniz olsun ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. [bk. 40/7-9]
6. O’ndan başka (birtakımputları) dostlar edinenler var ya, Allah onları(nhâllerini) gözetlemektedir. (Rasûlüm!) Sen, onlar üzerinde bir vekil değilsin (yalnızuyarıcısın).
7. (Rasûlüm!) Biz sana işte bu şekilde Arapça bir Kur’ân vahyettik ki (bütün) şehirlerin anası (merkeziolanMekkeşehrisakinleri)ni ve etrâfında bulunan (dünyâdakiinsan)ları uyarasın ve (onları) hakkında hiç şüphe olmayan o toplanma günü(nündehşeti)ne karşı korkutasın. (Ogüntoplananlardan) bir kısmı cennette, bir kısmı da çılgın alevdedir.
8. Eğer Allah dileseydi, bütün insanları (aynı dîne mensup) bir tek toplum yapardı. Fakat O, dilediğini / dileyeni (niyetveamellerinegöre) rahmetine sokar. Zâlimleri ise (azaptan kurtaracak) bir dostu ve bir yardımcısı yoktur.
9. Yoksa (müşrikler) O’nu bırakıp başkasını mı dost (veyardımcı)lar edindiler. Oysa asıl (vegerçek) “dost ve yardımcı” Allah’tır. Ölüleri O diriltir. O, herşeye hakkıyla kâdirdir.
1-9. (1, 2, 3).‘Hâ, Mîm.’ ‘Ayn, Sîn, Kâf.’ ‘(Rasûlüm!) Mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allah, sana ve senden öncekilere işte şöyle vahyeder: Yâni bu şekilde, bu düzen içinde ve bu yolla gerçekleşiyor sana ve senden önceki peygamberlere indirilen vahiy. Bu kitap, insanların bildiği, anladığı ve anlamlarını kavradığı harflerden oluşan sözlerdir, kelimelerdir. Ne var ki insanlar, bildikleri bu harflerle bunun benzeri bir kitabı meydana getiremezler. Bir başka açıdan da vahyin ve vahyi indiren kaynağın birliği dile getiriliyor. Çünkü vahyi indiren üstün irâdeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan yüce Allah’tır. Târih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberlere vahiy indiren yüce Allah’tır. Peygamberler ve zaman değişse de vahyin özü birdir. (S. KUTUB, 9/52)
(4).‘Göklerde olanların da, yerde olanların da hepsi O’nundur.’ Gerçek mülkiyet Allâh’ındır. Var eden, yok eden, dirilten, öldüren O’dur. İnsanlara dilediğini verebilir ve onları dilediği şeyden de yoksun bırakabilir. Sâhip bulundukları şeyleri ellerinden alabilir ve bunun yerine başka bir şey koyabilir. Gerçek mülk, varlıkların özüne hükmeden, onları kendi seçtiği yasalar sistemine göre yönlendiren Allâh’ındır. Eşya ve varlıklar, yüce Allâh’ın belirlediği yasa doğrultusunda Allâh’ın buyruğuna olumlu cevap verir, boyun eğer, üstüne düşeni yerine getirirler. Göklerde ve yerde bulunan herşey Allâh’a âittir. Öyle ki, hiç kimse O’nun mülküne ortak değildir. (S. KUTUB, 9/52, 53)
‘O, pek yücedir, çok büyüktür.’ O sâdece mülkün sâhibi değildir. Tek başına eşsiz bir yücelik ve büyüklük sâhibidir de. O’nun sâhip bulunduğu bu yücelik karşısında herşey çok aşağıda kalır. O’nun büyüklüğü yanında herşey çok küçük kalır! (S. KUTUB, 9/53)
(5).‘Neredeyse gökler tâ üstlerinden yarılacak! Melekler, Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerdeki (mü’min)ler için bağışlama dilerler. Haberiniz olsun ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’ Göklerin çatlayıp yarılması, inkârcıların Allah Teâlâ’ya yönelik çirkin iddiâları sebebiyledir. Zîrâ Meryem sûresinde de zikredildiği gibi müşrikler, Allâh’a çocuk isnâdında bulunmuşlar; Allah Teâlâ da kendisine bu tür isnatlarda bulunanlara çok şiddetli azap edeceğini ilgili cümle ile iifâde etmiştir. (İbni Atıyye’den M. DEMİRCİ, 3/72)
‘Bâzı kimseler: ‘Rahman çocuk edindi’ dediler. And olsun ki (siz) pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti. Oysa Rahmân’a çocuk edinmek yaraşmaz, çünkü göklerde ve yerde olan herşey Rahmân’a baş eğmiş kul olarak gelecektir.’ ((Meryem 19/88-93) âyetlerinde de ifâde edildiği gibi, göklerin çatlaması, putperest Mekke toplumunun Allâh’a karşı ileri sürmüş olduğu çirkin iddiâ ve iftirâların bir sonucudur. Yüce Allâh’ın hem Meryem 19/89 hem de Şûrâ 42/5 âyette ‘tekâdü’s semâvâtü yetefattarne’ şeklinde benzer ifâdeler kullanması, söz konusu toplumun hem şirk içinde debelenip durmaları hem de Allâh’a karşı çok ağır ithamlarda bulunmaları sebebiyledir. Yâni müşriklerin Allâh’a çocuk isnâdında bulunması, O Yüce varlığı o denli kızdırmıştır ki, Allah Teâlâ söz konusu gadaplı hâlini göklerin yarılıp çatlaması şeklindeki etkileyici bir üslûpla ifâde etmiştir. (M. DEMİRCİ, 3/72, 73)
Gökler, yer, bunların içinde bulunan melekler, cinler, insanlar vb. ne varsa hepsini Allah yaratmıştır. Herşeyi yaratan Allâh’ın çocuğu olur mu? Çocuğun olabilmesi için, eşi olması gerekir. Üremek yaratılmışlara özgü bir olgudur. Dolayısıyla Allâh’ın anası, babası, eşi ve çocuğu olmaz. Yüce Allah, bunlardan münezzehtir. (İ. KARAGÖZ 6/702)
‘Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler’ Nesefi der ki: ‘Yâhut Allâh’ı tevhid ederler yâhut O’nun hakkında câiz olmayan niteliklerden O’nu tenzih ederler. Kendilerine bağışlamış olduğu ihsanları dolayısıyla O’na hamd ederler. Müşriklerin yüce Allâh’ın gazabına mâruz kalmaları sebebiyle hayret ederler ve bu şirki gerektiren sözlerden uzak durmuş bulunan yeryüzündeki müminlere de bağışlanma dilerler yâhut Rablerinden yeryüzü hâlkının kusurlarını hilmi ile muâmele ederek onları çabucak cezâlandırmamasını dilerler. (S. HAVVÂ, 13/115)
Hadis: ‘Gökyüzünde alnını Allâh’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Bu melekler, Allâh’a hamd ve tesbih eder, yeryüzündekilere bağışlanma dilerler.’ (Tirmizi Zühd 2312, İbn Mâce Zühd 4190’den, İ. H. BURSEVİ, 18/176)
(6).‘O’ndan başka (birtakımputları) dostlar edinenler var ya, Allah onları(nhâllerini) gözetlemektedir.’ Allah onların hâllerini ve işlerini gözetlemektedir. Durumlarından haberdar olup, aslâ gâfil değildir ve onları cezâlandıracaktır. Bu gözetlemeyi yapan da yalnız Allah’tır. ‘(Rasûlüm!) Sen, onlar üzerinde bir vekil değilsin’ Onların işleri sana havâle edilmiş değildir ki, onlardan dolayı sorumlu tutulup cezâlandırılasın. Senin görevin uyarmak ve hükümleri duyurmaktır. (İ. H. BURSEVİ, 18/177)
Kur’ân-ı Kerîm’de ‘velî / dost’ kelimesi hâmi, koruyucu, yönetici, ilâh, dost, yardımcı gibi anlamlarda kullanılır. Buna göre (a) Bir şahıs, başkasının koyduğu kânunlara ve hükümlere uyarsa onu velî / dost edinmiş sayılır (bk. Nisâ, 4/119). (b) Bir şahıs, birinin yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu dost edinmiştir (bk. Bakara 2/257; İsrâ 17/97). (c) Bir kimse yaptığı günahları görmezden gelerek, bir başkasının âhirette kendisini kurtaracağına inanırsa onu dost edinmiş olur (bk. En’âm 6/51; Ankebût 29/22). (d) Bir şahsın, kendisine mal ve evlât vereceğine ve diğer ihtiyaçlarını gidereceğine inanırsa onu dost edinmiştir. (bk. Hûd 11/20; Rad 13/16). Burada ‘velîler / dostlar’ ifâdesi, sayılan bu dört anlamı da içine alacak şekilde kullanılmış ve böyle davranan insanların şirke düştüğüne işâret edilmiştir. (Ö. ÇELİK, 4/424)
(7).‘(Rasûlüm!) Biz sana işte bu şekilde Arapça bir Kur’ân vahyettik ki (bütün) şehirlerin anası (sâkinleri)ni ve etrafında bulunanları uyarasın ve (onları) hakkında hiç şüphe olmayan o toplanma günü(nündehşeti)ne karşı korkutasın. (Ogüntoplananlardan) bir kısmı cennette, bir kısmı da çılgın alevdedir.’ ‘Ümmü‘l Kurâ’, Mekke’dir. Mekke, insan hayatının buradan başlayıp yayılması, içerisinde yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin bulunması, orada makâm-ı İbrâhim, hacer-i esved gibi ilâhi nişânelerin bulunması gibi sebeplerle şerefli kılınmış ve bu yüzden ona ‘Şehirlerin Anası’ rütbesi verilmiştir. ‘Çevresi’nden maksat ise, tüm dünyâdır. Kur’ân ilk olarak Mekke hâlkını sonra da zaman, zemin ve imkânlar elverdikçe dalga dalga tüm dünyâ hâlklarını uyarmak için Arapça indirilmiş cihanşümûl bir kitaptır. Arapça bilenler onu, orijinal diliyle okuyup anlayacak ve gereğince amel edeceklerdir. Arapça bilmeyenlere de onun mânâ ve mesajları anlayacakları dille tebliğ edilecektir. (Ö. ÇELİK, 4/425)
‘.. onda hiçbir şüphe yoktur.’ Kıyâmet kopacağında, insanların diriltilip mahşer yerinde toplanacağında, sorguya çekileceğinde, sonuçta müminlerin cennete, kâfirlerin cehenneme gideceğinde hiçbir şüphe yoktur, demektir. Âhiret hayâtının varlığını kabul etmek, îman esaslarından biridir. (4/136). Âhirete îman etmeyen veya şüphe eden kimse, kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 6/706)
Hadis: İmam Ahmed’in Abdullah b. Adiyy b. El Hamra ez Zühri’den yaptığı şu rivâyetidir: ‘O Rasûlullah (s)’in Mekke çarşısında el Hazvera denilen yerde dururken şöyle buyurduğunu dinlemiş: ‘Allâh’a yemin ederim, sen Allâh’ın yarattığı yerin en hayırlı bölgesisin. Allâh’ın yarattığı yerin en çok sevdiğimiz beldesi sensin ve eğer ben senden çıkartılmamış olsaydım, kendiliğimden çıkmazdım.’ (Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce’den, S. HAVVÂ, 13/155, 156)
(8).‘Şâyet Allah dileseydi, (insanların) hepsini (İslâm’a inaan) tek bir topluluk yapardı.’ Ya hepsini hidâyet üzere veya dalâlet üzere kılardı. Fakat yüce Allah, aralarında fark takdir buyurdu. Dilediği kimseyi hakka iletti, dilediği kimseyi de haktan uzaklaştırıp saptırdı. Hikmet yalnız O’nundur ve tartışılacak bir tarafı bulunmayan delil de O’nundur (İbn Kesir) İşte bundan dolayı yüce Allah, daha sonra şöyle buyurmaktadır: ‘Ama O, dilediğini rahmetine sokar’ dilediğini İslâm ile müşerref kılarak ona ikramda bulunur. ‘Zâlimlerin’ kâfirlerin ‘ise hiçbir dost’ yâni şefaatçi ‘ve yardımcıları’ azâbı kendilerinden savacak savunucuları ‘yoktur’. (S. HAVVÂ, 13/119)
Yüce Allah dilediğini hidâyet eder ve mümin olmalarını sağlar, ancak kimseyi inkâra zorlamaz, kâfir olmalarını da istemez. (39/7). Allahisteseydi, insanlarıtekbirümmetyapardı. Ancakböylemuradetmedi: ‘Allah isteseydi bütün insanları kesinlikle aynı dîne mensup tek bir topluluk yapardı’ cümlesi, bu anlama gelmektedir. Eğer Allah, insanları irâdeleri olmadan kâfir veya mümin yapsaydı, âhiret hayâtı ce sınavın bir anlamı kalmazdı. (İ. KARAGÖZ 6/708)
(9).‘Yoksa müşrikler, Allah’tan başkasını dostlar mı edindiler?’ Yâni, bilâkis onlar Allâh’ı bırakıp başkasını ortak koştular. Burada soru (yapılan bu işi reddetmek anlamına gelen) inkâri bir sorudur. ‘Oysa dost, ancak Allah’tır’ Gerçek dost O’dur, velî edinilmesi, dost edinilmesi gereken O’dur. O’nun dışında dost olamaz. Nesefi şöyle demektedir: ‘O’nun dışında kalan bütün dostların dostluğu reddedildikten sonra şöyle denilmiş gibidir: Eğer onlar hakikaten dost edinmek istiyor iseler, kendisinden başka hiçbir kimseye ibâdet edilmemesi gereken hak ve gerçek dost olan Allah’tır. (O’nun dost edinilmesi gerekir) ‘O, ölüleri diriltir ve O, herşeye Kâdir’dir’ Hiçbir şeye kâdir olamayanlar değil, yalnızca O’nun dost edinilmesi gerekir. (S. HAVVÂ, 13/119, 120)
42/10-14 DÎNİ AYAKTA TUTUN! AYRILIĞA DÜŞMEYİN!
10. (Ey müminler!) Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şey hakkında onun hükmü / çözümü Allâh’(ınbuyruğun)a göredir. (Ey Peygamberim, de ki;) İşte O Allah, benim Rabbimdir. O’na dayanıp güvendim ve ancak O’na yönelirim.
11. (Allah) gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size de kendinizden eşler, hayvanlara da (kendi cinslerinden) eşler yarattı. Bu (nizamiçinde) sizin neslinizi devam ettiriyor. Hiçbir şey O’nun benzeri değildir. O, hakkıyla işitendir, görendir.
12. Göklerin ve yerin (hazînelerinin) anahtarları yalnız O’nundur. (Allah,) rızkı dilediğine yayar (genişletir), dilediğine de kısar. Çünkü O, herşeyi hakkıyla bilendir.
13. (Ey Peygamberim! Allah) Nuh’a dinden buyurduğu şeyleri, size (deaynen) şeriat (dinveumûmîkânun) yaptı. Gerek sana vahyettiğimiz, gerek İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz şey: Dîni dosdoğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemenizdir. Fakat müşrikleri dâvet ettiğin şey (yânitevhid), onlara ağır geldi. Allah (niyetveamellerinegöre) dilediğini bu (tevhiddini)ne seçer ve (kendisineitaatle) yöneleni de buna eriştirir.
14. Ehl-i Kitap (vediğerleri) ancak kendilerine (Allâh’ınkitapları) bilgi geldikten sonra, aralarındaki dikbaşlılık/çekememezlik yüzünden (dinde) ayrılığa düştüler. Eğer belli bir vakte kadar (azaplarınınertelenmesinedâir) Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında elbet hüküm verilir, (işleribitirilir)di. Arkalarından Kitab’a (Tevrat ve İncîl’e) mîrasaçı kılınanlar da onun hakkında endişe dolu bir şüphe içindedirler. [krş. 41/45]
10-14. (10).‘Anlaşmazlığa düştüğünüz herhangi bir şeyde’ İbn Kesir der ki: Her ne olursa olsun, genel olarak herşeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, ‘hakkında hüküm vermek, Allâh’a özgüdür’ Onun hakkında hükmünü veren, Kitabıyla ve Peygamberinin sünnetiyle Allah’tır. Burada şunu belirtelim: Bu buyruk, her hususa dâir Allâh’ın hak hükmünün bulunduğunun delilidir. ‘İşte bu’ herşey hakkında hüküm veren ‘benim Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül eder’ bütün işlerimi O’na havâle eder ‘ve yalnız O’na yönelirim.’ O’na dönerim. (S. HAVVÂ, 13/120)
Âhirette kullar arasında nihâi hükmün verilmesi gibi, dünyâda da itikat, ahlâk ve muâmelat başta olmak üzere hayâtın her alanıyla ilgili olarak neyin haram neyin helâl, neyin iyi neyin kötü, kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleme yetkisi yalnız Allâh’a âittir. Âyet-i Kerîmede şöyle buyrulur: ‘.. Eğer Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allâh’a ve Peygamber’e arz edin. Böyle yapmanız, hem hakkınızda daha hayırlıdır, hem de sonuç îtibâriyle daha güzeldir.’ (Nisâ 4/59; ayrıca bk. Araf 7/3; Ahzâb 33/36, Ö. ÇELİK, 4/427)
Zemahşeri, bu âyette müminlere yönelik bir buyruk bulunduğu noktasında birleşen şu yorumları (da) nakleder: (a) Aranızda bir uyuşmazlık çıktığında Nisâ sûresinin 59^ncu âyetinde belirtildiği gibi Rasûlullâh’ın hakemliğine başvurunuz ve başkalarının hükmünü onunkine üstün tutmayınız. (b) Bir âyetin yorumunda kapalılık bulunur ve ihtilâfa düşerseniz, Allâh’ın kitabındaki muhkem âyetlere ve Rasûlullâh’ın sünnetindeki açık ifâdelere başvurunuz. (c) Rûhun mahiyetinin ne olduğu gibi size yükümlülük getirmeyen ve özüne vâkıf olamayacağınız konularda görüş ayrılığına düşerseniz ‘Bunu en iyi bilen Allah’tır’ deyiniz. (KUR’AN YOLU, 4/732)
(11).‘(Allah) gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size de kendinizden eşler, hayvanlara da eşler yarattı.’ İbn Kesir der ki: Size bir lütuf olmak üzere sizin cinsinizden, şeklinizden erkek ve dişi olmak üzere yarattı. (S. HAVVÂ, 13/120)
‘Bu (nizamiçinde) sizin neslinizi devam ettiriyor.’ Bu tedbir ile sizi çoğaltıyor. İnsanları ve davarları çift çift yarattı ki, erkek ve dişilerinden üreme ve çoğalma gerçekleşsin. (S. HAVVÂ, 13/120)
‘Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.’ İbn Kesir der ki: Yâni bütün çiftleri yaratana benzer hiçbir şey yoktur. Çünkü O, bir ve tektir. Benzeri bulunmayan Samed’dir. (S. HAVVÂ, 13/120)
‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur’ cümlesi, yüce Allâh’ın her türlü hayâl ve tasavvurun üstünde, aşkın olduğunu ve yaratılmışlara benzemediğini belirtir. (İ. KARAGÖZ 6/713)
11’nci âyette yer alan ‘O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur’ ifâdesi zat, isim, sıfat ve fiilleri itibâriyle Allâh’ın benzeri hiçbir varlık olmadığı gibi, ‘benzeri’ şöyle dursun, bunun da ötesinde ‘benzeri gibi’ hiçbir varlık olmadığını haber verir. Dolayısıyla Allah, yaratıklara benzemekten sınırsız yücedir, uzaktır. (Ö. ÇELİK, 4/427)
(12).‘O’nundur bütün göklerin ve yerin kilitleri.’ Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazîneleri, gizli servetleri. ‘dilediğine rızkı açar, kısar da’ kimisine bol verir, kimisine dar, aynı kimseye de bâzı bol verir, bâzı dar. ‘Çünkü O herşeyi bilendir’ Hepsini her yönüyle pek iyi bilir, her yaptığını gereği gibi bilerek yapar, her dileyişinde, dar vermesinde de bir hayır ve hikmet vardır. (ELMALILI, 7/14, 15)
‘Göklerin ve yerin hazînelerinin anahtarları’ cümlesi, bütün nîmet ve imkânların, yüce Allâh’ın elinde olması demektir. Bu îtibarla nîmetleri, bereket ve bolluğu Allah’tan bilmek ve istemek gerekir. ‘Göklerin ve yerin hazînelerinin anahtarları’, yüce Allâh’ın kâinattaki mutlak hükümranlığını, yönetim, gözetim ve denetimini, sınırsız bilgi ve hâkimiyetini de ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/713)
Bütün varlıkları yaratan, yaşatan ve rızıklarını veren, yüce Allah’tır. Allah eşsiz ve yüce hikmetine göre kimisine çok, kimisine az rızık verir. Allâh’ın her işinde mutlaka bir hikmet vardır. Çok rızık elde edebilmek ve varlıklı olabilmek için sâdece çalışmak yetmez, Allâh’ın da istemesi ve lütufta bulunması gerekir. ‘Allah dilediğine rızkı çok verir ve dilediğine rızkı kısar / az verir’ cümlesinin anşamı budur. (İ. KARAGÖZ 6/713)
(13).‘(Allah) Nûh’a dinden buyurduğu şeyleri, size (deaynen) şeriat yaptı. Gerek sana vahyettiğimiz, gerek İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz şey: Dîni dosdoğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemenizdir.’ Allâh’ın dînini bütün yönleriyle uygulayın, yükümlülüklerini yerine getirin, ondan sapmayın, onun ilkelerini çarpıtmayın. Yükselen bayrağın altında tek saf hâlinde durun. Bu, tek ve değişmez bir bayraktır. Bu bayrağı son dönemde Hz. Muhammed’e (s) gelene kadar sırasıyla Hz. Nuh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ – selâm üzerlerine olsun – taşımıştır. (S. KUTUB, 9/65)
‘.. dîni ayakta tutun’ Yâni emir ve yasaklarını, ilke ve hükümlerini uygulayın, anlamındadır. Cümlenin öncesindeki ‘şeraa leküm / sizin için kurallar belirledi’ cümlesi ile bağlantılı olup, ‘dînî kuralları uygulayasınız diye belirlendi, anlamındadır. ‘.. dînî kuralları uygulayın’ emri, prensip olarak dînin emir ve yasaklarının, ilke ve hükümlerinin bağlayıcı olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/716)
‘Din konusunda ayrılığa düşmeyin’ cümlesi, müminlerin birlik ve berâberlik içerisinde olmaları gerektiğini ifâde eder. Yüce Allah Âl-i İmran sûresinin 103’ncü âyetinde ‘(Ey müminler!) Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a), sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın’ buyurmuştur. (..) Yüce Allah, Hz. Âdem’den îtibâren toplumlaragörevlendirdiği her peygambere bir şeriat vermiş, Hz. Muhammed (s) ile bunları birleştirip yegâne hak din İslâm ile kemâle erdirmiştir. (5/3). Artık insanların İslâm dîninde birleşmeleri, ayrılığa düşmemeleri gerekir. (42/13; İ. KARAGÖZ 6/716)
‘ve onda ayrılığa düşmeyin’ Çeşitli heveslere veya çeşitli ilâhlara tâbi olup da asıl dîni ayakta tutmakta ihtilâf çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu emir ile bu yasak da Nuh (as)‘dan Muhammed (s)’e kadar gelen şeriat sâhibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye olunan bir din, ‘Kânûn-ı Esâsi’si (anayasası) bir şeriatıdır ki bütün peygamberler bunu uygulamak için gönderilmiş; hepsi, zamânındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmiş, ayrılığı kaldırmak için tevhîde dâvet eylemişlerdir. Her birinin zamânına göre şeriatlarının ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli hükümler bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu esasta, bu İslâm temelinde hepsi birdir. (ELMALILI, 7/15, 16)
Bu peygamberlere vahyolunan dînin, ‘usûlü‘ddîn’ dediğimiz ‘temel esasları’ aynıdır. Tevhid, îman, ahlâk ve – ayrıntılarda farklılık olsa da – ibâdet esasları bu nevidendir; ‘fürûu‘ddîn’ dediğimiz ‘muâmelât esasları’na gelince, peygamberin gönderildiği zaman ve toplumun şartlarına göre bir kısım esaslar belirlenmiş; bir peygamberden diğer peygambere bir kısım değişiklikler olabilmiştir. Meselâ Hz. Âdem (as) zamânında, o dönemin taşıdığı özel şartlar gereği bir erkeğin aynı batından olmamak şartıyla kız kardeşiyle evlenmesi câizdi. Hz. Nuh zamanında, bu uygulamaya son verilmiştir. Zulüm ve haksızlıkları sebebiyle Yahûdilere bâzı mubah şeyler haram kılınmıştı. (bk. Nisâ 4/160, 161) Hz. Îsâ bunların bir kısmını tekrar helâl kıldı. (bk. Âl-i İmran 3/50) Rasûlullah (s) ‘e gelen şeriat da önceki dönemlerde var olan bir kısım zor hükümleri kaldırmış, zamanın şartları ve insanların maslahatlarına göre yeni birtakım hükümler koymuştur. (bk. Araf 7/157) Ancak bu tür farklılıklar, dînin uygulanması istenen temel esasları noktasından bakıldığında, ne büyük bir yekün, ne de büyük bir anlam ifâde eder. (Ö. ÇELİK, 4/429)
‘Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allâh’a ortak koşanlara ağır geldi.’ Aralarındaki Hz. Muhammed’e (s) vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü ‘İki şehrin büyüklerinden birine’ (Zuhruf 43/31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sâhibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed’in (s) ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş âilesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olabilmesi için yeterli değildi. (S. KUTUB, 9/65)
Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsânelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsânelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin (s) kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yâni Allâh’ın tek ve ortaksız hâkimiyetine dayanan İslâm düşüncesini kabul etmek ağır geldi. (S. KUTUB, 9/65, 66)
‘Allah dilediği kimseyi buna seçer.’ Nesefi’nin ifâdesine göre; dilediği kimseyi bu konuda başarı, ihsan etmek, onu doğrultmak sûretiyle ona yöneltir. ‘Kendisine döneni de doğru yola iletir.’ İbn Kesir der ki: Yâni lâyık olan kimseye hidâyeti takdir eden ve doğru yola sapıklığı tercih eden kimselere de sapıklığı yazıp takdir eden O’dur. (S. HAVVÂ, 13/122)
(14).‘Ehl-i Kitap (vediğerleri) ancak kendilerine (Allâh’ınkitapları) bilgi geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.’ Dinde parçalanmaların yeterli ilâhi bildirim yapılmamış olmasından ileri geldiği iddiasını reddeden bu içerikteki âyetlerde, bölünmesinin asıl sebebinin bilgisizlik değil, kişisel çıkarlara düşkünlük ve çekememezlik duyguları olduğuna dikkat çekilmektedir. (bk. Bakara 2/213; Âl-i İmran 3/19, KUR’AN YOLU, 4/738)
‘Eğer belli bir vakte kadar (azaplarınınertelenmesinedâir) Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında elbet hüküm verilir, (işleribitirilir)di.’ Buyurularak suçlu, günahkâr, haksız insanların gidişatına niçin ilâhi bir müdâhâle yapılmadığı yönünde sürekli hatırdan geçen bir soruya cevap verilmekte(dir). Yüce Allâh’ın bütün insanları kapsayan hesâba çekme ve buna göre mükâfat yâhut cezâ verme işini âhirete bırakmayı dilediği için bunun böyle olduğu bildirilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/738)
‘.. Rabbinden geçen kelime’ ile maksat, yüce Allah, ezelde her insan (6/2) ve her toplum (7/34) için dünyâda belirli bir yaşama süresi belirlemesidir. (29/53). Her insan, kendisi için takdir edilen yaşama süresi dolmadan ölmez. (İ. KARAGÖZ 6/719)
‘Arkalarından Kitab’a mîrasaçı kılınanlar da onun hakkında endişe dolu bir şüphe içindedirler.’ Yâni kendi durumları ve îmanları açısından yakîn üzere değildirler. Onlar bu konuda herhangi bir delil ve belge olmaksızın atalarını ve geçmiştekilerini taklit ederler. Kendi durumlarından yana bir şaşkınlık içerisindedirler. Şüphe ve tereddüttedirler, haktan alabildiğine bir uzaklık içindedirler. (S. HAVVÂ, 13/123)
42/15-19 ONLARIN HEVESLERİNE UYMA
15. (Rasûlüm!) İşte bunun için sen, (onlarıtevhiddînine) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma ve de ki: “Ben Allâh’ın indirdiği her Kitab’a inandım ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de size âittir. Bizimle sizin aranızda artık hiçbir tartışma (konusu) yoktur. Allah (kıyâmette) hepimizi bir araya toplayacaktır. Zâten dönüş ancak O’nadır.” [bk. 5/49; 10/41; 23/71; 38/26]
16. (İnsanlartarafından) kabul edildikten sonra, Allah (vesondini) hakkında (hâlâsaptırmakiçin) tartışanlar var ya, onların delilleri, Rableri yanında boştur. Onların üzerine hem bir gazap vardır, hem de şiddetli bir azap onlar içindir.
17. Allah hak olarak Kur’ân’ı indirdi ve mîzânı (adâletveölçüyü emretti). (Ey Peygamberim!) Ne bilirsin belki de (kıyâmet) saat(i) yakındır?
18. Kıyâmetin kopacağına inanmayanlar (alayederek) onun, acele gelmesini isterler. İnananlar ise ondan korkarlar ve onun (geleceğinin) gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki o (kıyâmet) saat(i) hakkında tartışan (veondanşüpheeden)ler, elbet (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.
19. Allah, kullarına çok lütufkârdır; dilediğini rızıklandırır. O, çok kuvvetlidir, (herşeye) gâliptir. [bk. 11/6]
15-19. (15).‘İşte sen buna’ Nesefi der ki: ‘Bu aykırılık sebebiyle ve kendisinden dolayı küfrün gruplara, şubelere ayrılmasından dolayı…’ İbn Kesir de şöyle demektedir: ‘Yâni bizim sana vahyetmiş olduğumuz ve senden önceki azim sâhibi peygamberler ve diğerleri gibi kendilerine uyulan büyük şeriat sâhibi olan, senden önceki bütün peygamberlere tavsiye ettiğimiz dîne (dâvet et.’ (S. HAVVÂ, 13/123)
‘Dâvet et ve emrolunduğun şekilde dosdoğru ol’ Yâni sen Allâh’ın dînine, onun etrâfında toplanmaya çağır. Allâh’ın sana emrettiği şekilde şeriatı üzere dosdoğru ol ve ona dâvet etmeye devam et. (S. HAVVÂ, 13/123)
‘.. dosdoğru ol’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Allâh’ın emrettiği gibi dosdoğru olmak, (1) şartlarına uygun îman etmek, (2). Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyet etmek, (3). Sâlih amelleri Allah görüyormuş gibi en iyi bir şekilde yapmak, (4). Haramlardan sakınmak ve (5). Kur’an ahlâkınasâhipolmaktır. (..) Birinsanın îmânında dosdoğru olabilmesi için ihlâslı olması, riyâ, şirk ve nifak bulunmaması gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/721)
Hadis: ‘Ey Allâh’ın elçisi! İslâm dîni ile ilgili bana öyle bir iş, görev, haber ver ki, onu senden sonra kimseye sormayayım, demesi üzerine, ‘Allâh’a îman ettim de ve dosdoğru ol’ buyurmuştur. (Tirmizi Zühd 60. İ. KARAGÖZ 6/721)
‘Onların hevâlarına uyma!’ Allâh’ın dîninden yüz çevirmek, ondan uzaklaşıp tefrikaya düşmek, başka inanç ve düzenler etrâfında toplanmak gibi bâtıl hevâlarına uyma! Yâhut onlar, hevâları sebebiyle ayrılığa düşüp ihtilâf ettiler. Hevâları sebebiyle bâtıl olan sözler ve yalanlar uydurmaya kadar vardılar. İşte sen, onları bu duruma düşüren hevâlarına uyma. (S. HAVVÂ, 13/124)
‘ve de ki: Allah ne kitap indirdi ise, hepsine inandım’ Gökten peygamberlere indirilmiş bütün kitapları tasdik ettim. Bizler onlardan hiç birisi arasında fark gözetmeyiz. (S. HAVVÂ, 13/124)
‘Aranızda âdil olmakla emredildim’ cümlesi, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yönelik bir emirdir. Hz. Peygamber (s), hayâtı boyunca âdil olmuştur. (İ. KARAGÖZ 6/722)
‘Aranızda adâlet yapmakla emrolundum’ Allâh’ın hükümlerini ve şeriatini adâlet ile tebliğ ve icrâ eyleyeyim. O zulüm kaynağı olan, şunun bunun hevesi ile yapılan şirk ve azgınlık hükümlerini atıp, Hak hükmüyle Allah için herkes arasında adâlet edeyim. Bundan anlaşılır ki, dîni doğrultmanın en önemli görüntülerinden birisi zulüm hükümlerini kaldırıp adâlet etmektir. (ELMALILI, 7/18)
Adâlet ile hükmetmek, herkesekânunları eşit şekilde uygulamak, herkese âdil davranmak, haksızlık ve zulüm yapmamak, herkese hakkını tam vermek, suçsuzu cezalandırmamak, suçluya hak ettiğinden fazla cezâ vermemek, aynı suçu işleyenlere eşit cezâ vermek, aynı işi yapanlara eşit ücret vermek gibi hakkâniyete uymaktır. (İ. KARAGÖZ 6/723)
‘Allah bizim Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir.’ Hepimizin yaratıcımız, hâkimimiz, mevlâmızdır. ‘Bizim amellerimiz bizim’ iyiliğinden, kötülüğünden siz sorumlu olmazsınız, karşılığında sevâbı veya cezâsı bize âittir. ‘Sizin amelleriniz de sizindir’ Onun da sorumluluğu sizin, kâr ve zararı, cezâsı size âittir. ‘Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey kalmamıştır’ tartışmayavebirbirimizedelilgetirmeyegerek yok ey kitap ehli! Çünkü bu açıklama ve ispat ile Hak ortaya çıkmış, başkaca münâkaşaya ihtiyaç kalmamıştır. ‘Allah aramızı birleştirecek’ toplanma günü olan kıyâmet günü hepimizi bir araya toplayıp hükmünü verecek ‘ve hep ona gidilecektir.’ Her neye tapılır, her ne amele hizmet edilirse edilsin, nihâyet herkesin varıp hesap vereceği merci yalnız Allah’tır. (ELMALILI, 7/18)
(16).‘(İnsanlartarafından) kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışanlar var ya, onların delilleri, Rableri yanında boştur/ çürüktür. Ne teorik, ne pratik, ne nakli ne akli, hiçbir tutanakları kalmaz. Delil ancak eğriliğe ve eğrilere karşı yönelik olur. İlmi ve ameli açıdan ortada olan ‘hak’ ve ‘istikâmet’ karşısında yapılan münâkaşa, sırf bir azgınlık ve haksızlık ilanından ibâret kalır. Onun için Allah katında delilleri çürük olmaktan başka ‘hem aleyhlerine bir gazap hem de haklarında şiddetli bir azap vardır’ (ELMALILI, 7/18)
Herkesin Rabbinin bir olduğu kabul edildikten sonra, Allah Teâlâ’nınzatve sıfatlarının mâhiyeti üzerinde yapılacak tartışmalar anlamsız kalacaktır. Çünkü bu konunun insan idrâkini aştığı açıktır. 11’nci Âyette geçen ‘O’na benzer hiçbir şey yoktur’ cümlesi de bu konuya son noktayı koyan veciz bir uyarıdır. Dolayısıyla, bu tür tartışmalarla gerek kendilerini lâyıkı veçhile Allâh’a kulluk etmekten mahrum bırakan gerekse başkalarının zihinlerini örselemeye çalışan kimselerin hesap gününde Allâh’a karşı ileri sürebilecekleri bir mâzeret yoktur, dünyâda iken kanıt saydıkları ama aslında kendilerini oyalayan gerekçeler O’nun katında hiçbir değer taşımayacaktır. (KUR’AN YOLU, 4/740)
‘Müslümanları îmanlarından çevirmeye, hak din İslâm hakkında tartışmalara gazap vardır’ cümlesi, Allâh’ın İslâm hakkında tartışılmasını istemediğini ifâde eder. Allâh’ın bir şeye gazap etmesi, o şeyin haram olduğunun delilidir. Müminleri kâfir yapmaya çalışmak küfürdür. (İ. KARAGÖZ 6/724)
(17).‘Allah Kur’ân’ı hak olarak indirdi ve mîzânı (adâleti, ölçülü olmayı emretti.)’ Hakkı, hakkın hükmünü beyan için hakk olarak, hak peygamberlik ile kitap cinsini, özellikle Kur’ân’ı indirmiştir. ‘hem de mizan’ denge kânunu, adâlet ki bu sâyede eşya tartıldığı gibi, ameller de tartılır, akılda ve nakilde hakkın hükmü ortaya çıkar ve ona göre cezâsı verilir. (ELMALILI, 7/18)
‘Ne bilirsin belki de (kıyâmet) saat(i) yakındır?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu ifâde ile hem kıyâmete karşı olumlu bir arzu uyandırılmakta, hem de ondan yana korkutulmakta, dünyâya rağbet de azaltılmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/128, 129)
Nesefi de şöyle demektedir: Kıyâmeti yaklaşması ile Kitap ve mîzânın indirilmesi arasındaki ilişki şudur: Kıyâmet ile birlikte hesap ve adâletle ölçecek mîzanların kurulması gerçekleşecektir: Şöyle denilmiş gibidir: Allah sizlere adâleti, eşitliği ve şer’i hükümler gereğince amel etmeyi emretmiştir. Bu bakımdan âniden hesap günü ile ve amellerinizin tartılması ile karşı karşıya kalmadan önce sizler, kitap ve adâletin gereği ne ise onu yapınız. (S. HAVVÂ, 13/129)
(18).‘Kıyâmetin kopacağına îmânı olmayanlar onun acele ile gelmesini isterler’ Çabucak oluversin diye acele ediyorlar. Ki bu acele etmek hâlen (tutum ve davranışla) ve kâlen (dil ile) olmak üzere iki şekildedir: Birisi, olacağına inanmadıkları için doğru ise, hani ne zaman o vaad? ‘Siz doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman?’ (Yâsin 36/48) diye eğlenmek sûretiyle dilleriyle acele ederler. Bir de îmanları olmadığı için küfürle, haksızlıkla dengenin, adâletin bozulmasına, âlemin düzeninin ihlâline sebep olmak sûretiyle fiilen acele ederler. ‘İman edenler ise ondan kaçınırlar’ terazilerinin hafif gelmesinden korkarlar da iyilik ve hasenâtlarını artırmak, daha çok sevap elde etmek için korunurlar. (ELMALILI, 7/19)
‘İyi bilin ki Kıyâmet günü hakkında tartışanlar, derin bir sapıklık içindedirler’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Çünkü Kıyâmetin kopması, yüce Allâh’ın kudreti açısından uzak bir ihtimal olarak görülemez. Kitap ve sünnet, bunun gerçekleşeceği hakkında delil olmaktadır. Akıllar da amellerin karşılığının görüleceği bir yurdun bulunmasının kaçınılmaz olduğuna tanıklık etmektedir. (S. HAVVÂ, 13/129)
Hadis: Rivâyet edildiğine göre bir adam Peygamberimiz (s)’e kıyâmet ne zaman kopacak?’ diye sorar. Peygamberimiz de bu soruya ‘Kıyâmet için ne hazırladın?’ şeklinde bir soruyla mukâbele eder. Adam: ‘Çok şey hazırlamadım’ veya ‘Hiçbir şey hazırlamadım. Ancak Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorum’ der. Peygamberimiz (s)‘de: ‘O hâlde sen sevdiğinle berâbersin buyurur. (Buhâri Fedâilü’s Sahabe 6, Dârimi Rikak 71 Ahmed b. Hanbel 5/156, 166’dan İ. H. BURSEVİ, 18/219)’
(19).‘Allah, kullarına lütuf sâhibidir’ Kulluğunu bilen, vazifesini doğru yapan kullarına çok lütufkârdır. Onları çeşitli lütuflarla öyle mutlu kılar ki, akıllar onu kavramaktan âcizdir. ‘Her dilediğini bir şekilde rızıklandırır’ Kullarından her birini büyük hikmeti içeren ‘dilemesi’ne göre bir çeşit lütuf ile seçkin kılar ‘ve öyle güçlü, öyle azizdir’ ki herşeye ve herkese karşı dilediği gibi irâdesini uygulamaya, vaadini yerine getirmeye kâdir ve hiçbir sebep ve şekilde mağlûp edilemez, her yönden gâliptir. Onun için dînini doğru tutan kullarını o korkunç saat geldiği zaman perişan etmez, kuvvet ve izzetiyle türlü lütuflarından nasiplendirir. (ELMALILI, 7/19)
‘Allah kullarına çok lütufkârdır’ Nesefi şunları söylemektedir: ‘Denildiğine göre bunun anlamı şudur: O’nun bilgisi en gizliliklere kadar nüfuz eder. Hilmi işlenen günahlardan daha büyüktür. O güzel şeyleri açığa çıkartır, hatâları gizler. Yâhut yanılanı affeder veya kula yeterinden fazlasını verir ve tâkatinden / gücünden daha aşağısı ile itaat etmekle yükümlü tutar.’ (S. HAVVÂ, 13/161)
42/20-29 O, RIZKI DİLEDİĞİ ÖLÇÜDE İNDİRİR
20. Kim (ameliyle) âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de (âhiretsorumluluklarınıterkederyadagerekligörmezdeyalnız) dünyâ ekinini (menfaatini) isterse, ona da bundan veririz. Fakat âhirette ona (sevaptan) hiçbir nasip yoktur. [bk. 2/114; 3/85; 5/41; 11/15-16; 17/18-19; 29/36; 87/11; 92/15]
21. Yoksa müşriklerin, Allâh’ın izin vermediği şeyleri, dinde kendilerine meşru sayıp/hüküm koyan (Allâh’akarşılıkedindikleri) ortakları mı var? Eğer (azâbınkıyâmetgününeertelenmesinedâir) O’nun sözü (hükmü) kesin olmasaydı, onların aralarında (dünyâda), elbet hüküm veril(ir, işleribitiril)irdi. Şüphesiz zâlimler için pek acıklı bir azap vardır.
22. (Ey Peygamberim!) O müşriklerin (dünyâda) kazandıkları (kötülükler) yüzünden (kıyâmette) korku içinde olacaklarını ve onun (cezâsının) başlarına geleceğini göreceksin. İman edip de sâlih (sevaplı) amel işleyenler ise cennet bahçelerindedir. Rablerinin huzûrunda diledikleri şeyler kendilerinindir. İşte bu, (mü’minlere) büyük lütfun ta kendisidir.
23. İşte bu (cennet ve nîmetleri)ni Allah, îman edip de sâlih amel işleyen kullarına müjdelemektedir. (Rasûlüm!) De ki: “Bun(uduyurmam)a karşı sizden (Allâh’a) yakınlıkta sevgiden başka bir karşılık istemiyorum.” Kim bir iyilik işlerse, onun için bu iyiliği (karşısındaalacağısevâbı) artırırız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, (güzelamele) bol karşılık verendir.
24. (Ey Peygamberim! Müşrikler) Yoksa (Kur’ân’lailgiliolarakseniniçin), Allâh’a karşı yalan uydurdu mu diyorlar? Allah, dilerse ebedî olarak senin kalbini mühürler. (Amaböyleolmadığıiçin) Allah, (onlarınsöyledikleri) bâtılı mahveder ve (Peygamberi’neindirdiği) sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O, gönüllerde (gizli) olanları bilendir. [krş. 69/40-47]
25, 26. O, kullarından tevbeyi kabul eden, (tevbeile) kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. (O) îman edip de sâlih amel işleyenler(induâsın)ı kabul eden ve onlara lütfundan (verdiğini) artırandır. Kâfirlere gelince: Onlara da şiddetli bir azap vardır.
27. Eğer Allah, (bütün) kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde kesinlikle azgınlık ederlerdi. Fakat (O, rızkı) dilediği kadar indirir. Çünkü O, kullarından hakkıyla haberi olandır, (herşeyi) görendir.
28. O, (Allah ki, insanlar) ümit kestikten sonra (kullarına) yağmuru indiren, rahmet (vebereket)ini (heryere) yayandır. Övülmeye lâyık gerçek dost ve yardımcı da O’dur.
29. Gökleri ve yeri yaratması ve canlıları (yaratıp) oralarda yayması O’nun (sonsuzkudretinin) delillerindendir. O, dilediği zaman onları (tekrar mahşerde) toplamaya da gücü yetendir. [krş. 2/164]
20-29. (20).‘Kim âhiret ekinini isterse onun ekinini artırırız.’ Bu âyet bize gösteriyor ki, din işi bir ‘hars’ yâni ucunda hâsılat almak, kazanmak maksadıyla yapılan bir ekim, bir kültür işidir. Bu da ucunda istenilen yâni niyet olunan gâye ve maksatla uyumludur. Bu yönüyle ‘hars’ iki kısımdır. Birisi, âhiret gâyesi, âhiret sevâbı, diğeri de dünyâ yararı ve menfaati arzu edilendir. Her kim din adına yaptığı ameli sırf âhiret sevâbı niyyet ederek yaparsa ‘biz ona kazancında fazlalık veririz’ Ekinini, hâsılâtını artırırız, yâni âhirette kat kat fazlasıyla vereceğimiz gibi, dünyâsından da veririz, o lütuf ve rızık o şekilde artar. ‘her kim de dünyâ ekinini isterse’ dünyâ kârı için, yâni ölmezden önce dünyâ hayâtında ereceği bir maslahat ve gâye için çalışırsa ‘Ona da ondan, o geçici dünyâdan veririz’ ‘Hûd’ ve ‘İsrâ’ sûrelerinde geçtiği üzere istediği kadar değil, amelinin haddizatında değerinden aşağı olmamak üzere Allâh’ın dilediği kadar dünyâdan verilir. (ELMALILI, 7/22)
‘Kim de dünyâ kârını (ekinini) istiyorsa’ Bu kârdan maksat, dünyâ geçimliği ve dünyâ lezzetleridir. Bunu isteyenden murad da kâfir yâhut münâfıktır. Çünkü münâfıklar savaşlarda sırf ganîmet almak maksadıyla müminlerle berâber olurlardı. Ayrıca bütün bozuk niyetli olanlar da bu hükme dâhildir. ‘Ona da dünyâdan bir şeyler veririz’ Onun istediği, arzu ettiği şekilde değil de bizim ona taksim ettiğimiz nispette bir şeyler veririz. (İ. H. BURSEVİ, 18/230)
‘ve fakat ona âhirette hiçbir nasip yoktur’ Buhâri-i şerif’in başında da rivâyet olunan niyet hadîsi bu âyetin bir tefsiri gibidir. Şöyle ki: Hadis: ‘Ameller sırf niyetlerledir. Ve her kişiye niyet ettiği vardır. Meselâ her kimin hicreti Allâh’a ve Rasûlüne ise onun hicreti Allâh’a ve Rasûlünedir. Her kimin hicreti, ereceği bir dünyâya veya nikâh edeceği bir kadına ise onun hicreti de hicrete kalkıştığınadır’ (Buhâri Îman 41, Müslim İmâret 155, Ebû Dâvud Talâk 11, Tirmizi Fezâilü’l Cihad 16). Bundan şu da anlaşılır ki: murat çeşitli fiillerin karşılaştırılması değil, aynı fiilin çeşitli niyetlere göre hüküm ve sevâbını göstermektir. Şu hâlde yaptığı fiili, hangi fiil olursa olsun sırf dünyâ maksat ve gayesine ermek niyetiyle yapan kimsenin âhirette onun için bir nasip, bir ecir ve sevap beklemeye hiç hakkı yoktur. (ELMALILI, 7/22, 23)
‘Fakat âhirette ona (sevaptan) hiçbir nasip yoktur.’ Yâni âhiretin nîmetlerinden tamâmıyla mahrumdur, aksine âhirette kendisine azap edilecektir. (S. HAVVÂ, 13/130)
(21).‘Yoksa onların, Allâh’ın izin vermediği şeyleri, dinde kendilerine meşru sayıp / hüküm koyan ortakları mı var? Demek ki Allâh’ın koyduğu hükümleri beğenmeyip onlara aykırı hükümleri koymakta kendini meşru/yetkili saymak Allâh’a ortaklık etmektir. 9/31. âyette ise bunları istekle kabul edenlerin durumu bildirilmektedir. [bk. 1/4; 2/256; 4/60; 16/36; 33/36; 43/18](H. T. FEYİZLİ, 1/484)
‘Ortaklar’dan maksat, ins ve cin şetanlarıdır. ‘Hüm’ zamîri, Kureyş müşriklerini ifâde etmektedir. Anlam şöyledir: Yoksa onların şeytanlardan dostları mı var? Yâni küfür ve isyanda onlara ortak olan ve bu durumu süsleyip tahrik eden ve bu konuda onlara yardım eden ortakları mı var? Çünkü müşrikler bunlardan başka bir şey bilmezler. Hâlbuki Allah Teâlâ, böyle bir şeye izin vermekten böyle bir şeyi emretmekten münezzehtir, pek yücedir. (İ. H. BURSEVİ, 18/233, 234)
Meselâ müşriklik, çeşitli hükümlere uyma, âhireti inkâr, zulüm, verdiği sözü çiğnemek, güç yetirilmesi imkânsız şeylerin yapılmasını istemek gibi Allâh’ın izin vermediği, meşru kılmadığı birtakım şeyleri meşru kılıyorlar, diledikleri gibi din yapıyorlar öyle mi? Fakat Allâh’ın meşru kılmadığını meşru kılacak hiçbir kuvvet yoktur. İnsanların kânun yapmadaki çalışıp çabalaması Allâh’ın izin verdiği sınırı aşmamalıdır. (ELMALILI, 7/23)
‘Eğer (azâbınkıyâmetgününeertelenmesinedâir) O’nun sözü (hükmü) kesin olmasaydı, onların aralarında (dünyâda), elbet hüküm veril(ir, işleribitiril)irdi.’ Yâni eğer öldükten sonra diriltilmeye kadar mühlet verileceğine dâir daha önceden verilmiş söz bulunmasaydı, dünyâda cezâya çarptırılırlardı. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/131)
‘Doğrusu zâlimler için pek acıklı bir azap vardır.’ Dünyâ hayâtında bu azap ertelense dahi, âhirette ondan kurtulamayacaklardır. Bu Allâh’ın şerîatı dışında düzen ve kânunlara uyan müşriklerin zâlim olduklarının delilidir. (S. HAVVÂ, 13/131, 132)
(22).‘Göreceksin ki, yaptıkları şeyler (yâni kıyâmet arasatında küfürlerinin cezâsı) başlarına gelirken zâlimler (müşrikler âhirette) korkudan titrerler.’ Şimdi ister korksunlar, ister korkmasınlar değişmez, bu azap mutlaka onları bulacaktır. (S. HAVVÂ, 13/132)
‘İman edip sâlih amel işleyenler cennet bahçelerindedirler. Rablerinin katında onlara diledikleri vardır’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu ile öteki arasındaki fark ne kadar da büyüktür! Arasatta zulmü sebebiyle zillet, hakirlik / aşağılanma ve muhakkak korku içerisinde kalacak ile hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği şekilde cennet bahçelerine dilediği gibi yiyeceği, içeceği, giyeceği, meskenleri, manzaraları, eşleri ve zevk verici şeyleri bulan arasındaki fark, ne kadar da büyüktür! (S. HAVVÂ, 13/132)
‘Büyük lütfun ta kendisi işte budur’ Yâni az miktardaki amele karşı verilen büyük ecir, büyük fevz, genel kuşatıcı, her tarafı kaplayıcı eksiksiz nîmet işte budur! (S. HAVVÂ, 13/132)
(23).‘İşte bu (cennet ve nîmetleri)ni Allah, îman edip de sâlih amel işleyen kullarına müjdelemektedir. (Rasûlüm!) De ki: “Buna karşı sizden (Allâh’a) yakınlıkta sevgiden başka bir karşılık istemiyorum.” Yâni Ey Muhammed, Kureyş kâfirlerinden şu müşriklere de ki: Size yaptığım bu tebliğim ve öğütlerim karşılığında sizden bana vereceğiniz bir mal istemiyorum. Benim sizden istediğim, sâdece bana kötülük etmekten vaz geçmeniz ve beni Rabbimin risâletini tebliğ etmek üzere rahat bırakmanızdır. Bana yardım etmiyorsanız da bana eziyet etmeyiniz. Çünkü benimle sizin aranızda akrabalık vardır.’ (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/156, 157)
Âyet-i kerîmedeki “kurbâ” / yakınlık lâfzı, 25/57’nci âyette belirtilen husûsa göre “Allâh’a yakınlık” olarak alınıp birinci tercih yapılmıştır. Hasan-ı Basrî’ye göre de “akrabalıkta” anlamındadır. Bu durumda ifâde, “Sizden akrabâlıkta sevgi ve saygıdan başka bir mükâfat istemiyorum.” şeklinde olur. Bu isteğin altındaki sebep, Hz. Peygamber’in, Kureyş kabîlesi içinde, hatta her oymağı arasında var olan güçlü akrabalık bağından dolayı, kendisini sevmelerini, bunun için de eziyet etmemelerini, tebliğinin önünü kesmemelerini istemesidir. (H. T. FEYİZLİ, 1/485)
(24).‘Yoksa Allâh’a karşı yalan uydurup iftirâ etti mi derler? Yâni bu zâlimler, böyle mi söylüyorlar? Bu şekildeki soru, onları azarlamak içindir. (S. HAVVÂ, 13/133)
‘Allah dilerse senin kalbini mühürler’ Yâni Kur’ân’a uydurma, yalan diyenler, sana yalan isnad edenler, kalpleri mühürlenmiş, hakkı duyacak yetenekleri kalmamış kimselerdir. Yüce Allah dilerse, senin kalbinin üzerini de mühürleyiverir, vahyini, lütfunu kesiverir. Şu hâlde sen, onların dediklerine keder etme de Allâh’ın lütfuna şükret. (ELMALILI, 7/25)
Abdülkerîm el Kuşeyri’nin yaklaşımı şöyledir: ‘Şâyet Allah dilerse senin kalbini de mühürler’ sözüyle Hz. Peygamber muhâtap alımıştır, ancak onunla kastedilen kâfirlerdir. Çünkü Allâh’a böyle bir iftirâyı ondan başkasının atması mümkün değildir. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ bu sözle kâfirlerin kalplerini mühürleyip azaplarını acele edeceğini beyan etmektedir. (Kurtubi’den, M. DEMİRCİ, 3/77)
Hz. Peygamberin kalbine mühür vurulmasından söz eden bu âyet, ‘kızım sana söylüyorum, gelinim den dinle’ kabilinden söylenmiş bir sözdür. Buna göre onun esâsen vemek istediği mesaj şudur: Yoksa onlar, (senin için) ‘Allah hakkında bir yalan uydurdu mu diyorlar?’ Bu itham doğru değildir. Sen böyle bir şeyi aslâ yapmazsın. Ancak şunu unutma ki, eğer böyle bir şey yapmış olsaydın, hiç kuşkusuz Allah, senin de kalbini mühürlerdi. Ama buradaki mühürleme olayı seninle değil, bu iftirayı atan müşriklerle ilgilidir. (M. DEMİRCİ, 3/78)
‘Allah bâtılı (şirki) yok eder.’ Bu, yüce Allah’tan verilmiş mutlak bir vaaddir. ‘Sözleriyle hakkı yerine getirir.’ Peygamberinin üzerine indirmiş olduğu Kitabı ile bu Kitabın kelimeleri ile İslâm’ı üstün kılar ve onun yerini sağlamlaştırır. Nitekim yüce Allah, bu sözünü yerine getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni O, hakkı kendi kelimeleriyle yâni delil ve burhanlarıyla hak eder, sağlamlaştırır, beyan eder, açıklar. (S. HAVVÂ, 13/133, 134)
‘Kesinlikle O, göğüslerin özünü bilendir.’ Kalplerin neler gizlediğini, içinde ne tür sırlar saklandığını çok iyi bilir. (S. HAVVÂ, 13/134)
(25, 26).‘O, kullarından tevbeyi kabul eden’ Allâh’ın af ve mağfiretine erebilmek için günahlara hemen tevbe etmek gerekir. Tevbenin üç şartı vardır: (a) Günahtan tamâmen vaz geçmek, (b) Yaptığına pişman olmak, (c) Bir daha ona dönmemek. Eğer kişi, kul hakkına tecâvüz etmiş ise, hak sâhibinin hakkını ödemek ve onun rızâsını almak. (Ö. ÇELİK, 4/437)
‘kötülükleri bağışlayan’ Allah Teâlâ, kullar tevbe etmeseler de sırf rahmetiyle veya bir şefaatçinin şefaatiyle şirk dışında dilediği kullarının büyük küçük bütün günahlarını bağışlar. Ehl-i sünnetin görüşü budur. (İ. H. BURSEVİ, 18/251)
‘.. Allah affeder.’ ‘Seyyie’ kelimesinin çoğulu olan ‘seyyiât / kötülükler’ ile maksat, şirk ve nifak gibi her türlü inkâr, içkiiçmek, namazkılmamakgibi, Allâh’ın emir ve yasaklarına isyan olan inanç, söz, eylem ve davranışlardır. Yüce Allah, îman eden kimselerin, îman öncesindeki günahlarını bağışlar, şeytana ve nefislerine uyarak işledikleri günahlarına tevbe ederlerse müminleri de affeder. Yüce Allah, müminlerin kul hakkı içermeyen bir kısım günahlarını, iyi amelleri, hayır ve hasenâtı, âfet ve musibetlere sabırlarısebebiyle affedebileceği gibi, kendiliğinden de affedebilir. Kul hakkı içeren günahlardan kurtulabilmek için mutlaka helâllik almak gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/739)
‘ve yaptıklarınızı bilendir.’ Tevbe olsun, günah olsun ne yaptıklarınızı bilir. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni O bütün yaptıklarınızı, işlediklerinizi, söylediklerinizi bilir. Bununla birlikte kendisine dönüp tevbe edenin tevbesini de kabul eder.’ (S. HAVVÂ, 13/134, 135)
Hadis: Müslim’in Sahihi’nde Enes B. Mâlik’den şöyle dediği sâbittir: Rasûlullah (sa) buyurdu ki: ‘Sizden bir kişinin bineği çölün ortasında, üzerinde yiyeceği ve içeceği olduğu hâlde, elinden kaçıp kurtulsa ve o kişi artık onu bulmaktan ümidini keserek bir ağacın altına çekilip, gölgesinde artık bineğinden ümidini kesmiş hâliyle uzanıp yatsa, o bu durumda iken devesini yanı başında ayakta durur görüverdiğinden, hemen yularından yakalayıp: ‘Allâh’ım, sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim’ diyen ve ileri derecedeki sevincinden dolayı hatâ edenin duyduğu sevincinden daha fazla, şânı yüce Allah tevbe eden kulunun tevbe ettiği zamanki hâlinden dolayı sevinir’ Bu hadis aynı şekilde Buhâri’ nin Sahih’inde de Abdullah b. Mesud (r)‘dan buna yakın bir şekilde sâbit olmuştur. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/162)
‘(O) îman edip de sâlih amel işleyenler(induâsın)ı kabul eden ve onlara lütfundan (verdiğini) artırandır.’ Bu âyetin anlaşılmasında iki görüş vardır: Birincisine göre, şöyledir: Şânı yüce Allah, amel eden müminlerin duâlarını kabul eder. İsteklerini ve daha da fazlasını ihsan eder. İkincisine göre mânâ şudur: İman ve sâlih ameli bir arada elde bulunduranlar, işte Şari’in hitâbına tam anlamıyla uyan ve çağrısını eksiksiz olarak kabul edenler onlardır. Azîz ve Celîl olan Allah da lütfundan daha fazlasını vermek sûretiyle onlara ikramda bulunur ve onlar sürekli ilerlemek durumundadırlar. (S. HAVVÂ, 13/135) (İbn Kesir birinci görüşü tercih etmektedir. Fakat, bana da –Allâh’u A’lem – ikinci görüş daha tercihe şayan görünmektedir. Çünkü sûrenin akışı bizlere, Allâh’ın şeriatına eksiksiz bir şekilde tâbi olmak, Allâh’ın dînini eksiksiz bir şekilde uygulamak konusuna dâir açıklamalar getirmektedir. S. HAVVÂ, 13/135)
‘Kâfirlere gelince: Onlara da şiddetli bir azap vardır.’ Acı ve ızdırap verici bir azap… Cehennem azâbından daha çetin hangi azap olabilir? O azaptan Allâh’a sığınırız. (S. HAVVÂ, 13/135)
(27).‘Şâyet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi.’ Yeryüzünde zulme kalkışırlardı. Çünkü zenginlik azdırıcı ve şımartıcıdır. Yâhut yeryüzünde büyüklük taslamaya koyulurlardı. ‘Fakat O, dilediğini bir ölçü ile indirir. Muhakkak ki O, kulları için Habîr’dir, Basîr’dir.’ Nesefi der ki: ‘Yâni onların hâllerini bilir. O bakımdan hikmetinin gerektirdiğini onlar için takdir eder. Bu hikmet gereği fakir kılar, zengin kılar. Kısar veya yayar. Hep birlikte onları zengin kılacak olsa, azgınlık ederler. Hep birlikte fakir kılacak olsa, helâk olurlar. Azgınlık eden kimselere bol rızık verildiğini ve bol rızık olmaksızın gördüğümüz azgınlık ise, azdır. Şüphe yok ki, fakirlik ile birlikte azgınlık daha az, fakat zenginlikle birlikte daha çok ve fazladır. (S. HAVVÂ, 13/136)
Şöyle bir açıklama da yapılabilir: Eğer Allah akıl, zekâ, kâbiliyet, mal ve servet bakımından herkesi eşit kılsaydı hiç kimse diğerine boyun eğmez, hiç kimse bir başkasına söz dinletemez, böylece hayâtın tabii gerekleri yerine getirilemez olur, sanatlar ve meslekler işlemez hâle gelirdi. (bk. Zuhruf 43/32; Ö. ÇELİK, 4/439)
(28).‘O, (insanlar) ümit kestikten sonra (kullarına) yağmuru indiren, rahmetini yayandır.’ Yâni yağmurun bereket ve menfaatlerini, onun vâsıtasıyla husûle gelen bollukları yayandır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni o bölgenin ve mıntıkanın hâlkının tümüne bu bereketleri yayar.’ (S. HAVVÂ, 13/136)
‘Övülmeye lâyık gerçek dost ve yardımcı da O’dur.’ Bundan dolayı da O’na hamdedilir, O’na itaat eden kimseler O’nu överler. İbn Kesir der ki: ‘Yâni mahlûkâtı için dünyâlarında da âhiretlerinde de kendilerine fayda sağlayacak şeylerle tasarrufta bulunan O’dur, bütün takdirlerinde ve yaptıklarında O’na hamdedilmesi gerekir. (S. HAVVÂ, 13/136)
(29).‘Gökleri ve yeri yaratması ve canlıları oralarda yayması O’nun (sonsuzkudretinin) delillerindendir. O, dilediği zaman onları (tekrar) toplamaya da gücü yeter.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni Kıyâmet gününde O, öncekileri de sonrakileri de diğer bütün yaratıkları da tek bir alanda toplayacaktır. Dâvetçi onlara seslerini işittirecek ve gözün önünde bulunacaklardır. Yüce Allah da aralarında hak ve adâletli olan hükmü ile hükmedecektir. (S. HAVVÂ, 13/137, 138)
Âyet-i Kerîmede geçen ‘canlılar’ tâbiri ise melekleri, insanları, cinleri ve şekil ve renklerinin, dillerinin, karakterlerinin, türlerinin, cinslerinin farklılıklarına rağmen bütün hayvanları kapsamaktadır. Şânı yüce Allah bunları, göklerin ve yeryüzünün çeşitli bucaklarına, köşelerine dağıtmış bulunmaktadır. İşte bütün bunlarla birlikte ‘O, dilediğince bunları toplamaya da hakkıyla Kâdir’dir.’ (S. HAVVÂ, 13/164)
42/30-35 ALLAH ve İNSAN, ALLAH ve TABİAT, ALLAH ve KÂFİRLER
30. (Ey müminler!) Sizin başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir. (O,) yine de çoğunu affeder.
31. (Ey müşrikler!) Siz, yeryüzünde (Allâh’ı) âciz bırakacak (belalaraengelolacak) da değilsiniz. Sizin için Allah’tan başka bir dost ve bir yardımcı yoktur.
32. Denizde dağlar gibi akıp giden (gemi)ler de, O’nun (kudretinin) delillerindendir.
33, 34. Eğer Allah dilerse, rüzgârı durdurur da, onlar da denizin üstünde durakalırlar. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yâhut onları (ogemilerebinenleri, çıkaracağıfırtınalarla) kazandıkları (günahlar) yüzünden helâk eder. (O,) yine de birçoğunu affeder (cezâlandırmaz).
35. Âyetlerimiz hakkında tartışanlar bilsin(ler) ki kendileri için kaçacak hiçbir yer yoktur.
30-35. (30).‘Sizin başınıza gelen herhangi bir musibet (keder, elem, hoşunuza gitmeyen bir şey, kıtlık, fakirlik, sıkıntı, hapis ve buna benzer başka şeyler) kendi ellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir. (O,) yine de çoğunu affeder.’ Hemen bu noktada, Allâh’ın hâlis müminler üzerindeki kânûnunun farklı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü müminlere gelen musîbet ve sıkıntılar onların günah, hatâ ve sıkıntılarının kefâretidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: Müslüman bir sıkıntı, dert, gam, keder ve zahmet çekse, hattâ ayağına bir diken bile batsa, Allah bunu onun yaptığı bir günaha keffâret olarak kabul eder. (İbn Kesir sahih hadis olduğunu belirtmektedir, S. HAVVÂ, 13/164) Allâh’ın dîni için çalışıp çabalayan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar onun sâdece günahlarına keffâret olmakla kalmaz, bunun yanı sıra Allahindindeki derecesi de yükselir. Dolayısıyla hak yolda olan bir insanın sıkıntılarla karşılaşıyor olmasını, o kimsenin günahlarının cezâsı kabul etmek çok yanlıştır. (MEVDÛDİ, 5/229)
(..) Bu âyeti, bir indiği dönemin şartlarına göre, bir de evrensel boyutta ele almak mümkündür. (a) Dönemsel olarak okuduğumuzda diyebiliriz ki, bu âyet bütün insanlarla ilgili bir hüküm ortaya koymayıp, sâdece Mekke’deki kâfirlerle ilgili bâzı musibetlerden söz etmektedir. Yâni Mekkeliler savaşlarda genellikle mağlûp olmaları, bu vesîleyle içlerinden pek çoğunun katledilmesi, malını, mülkünü kaybetmesi onların İslâm’a karşı çıkmalarından dolayıdır. Bu da hiç kuşkusuz müşriklerin tercihlerinin bir sonucudur. Ama yine de onların yapıp ettiği birçok şey başlarına musibet olarak geri dönmemektedir. Zâten öyle olsaydı, yeryüzünde tek bir insan kalmazdı. (Nahl 16/61; M. DEMİRCİ, 3/79)
Söz konusu âyeti (b) evrensel olarak ele aldığımızda da şunları söyleyebiliriz: ‘ve mâ esâbeküm min musîbetin fe bimâ kesebet eydîküm’ ifâdesi, bâzı yönlerden hem müminler hem de inkârcılarla ilgili genel prensipler koymuştur. Şöyle ki: İnsanların başlarına gelen birçok hastalık, âfet, belâ ve felâket kendi hatâları ve yapıp etmeleri yüzündendir. Zîrâ biz biliyoruz ki, beden ve çevre temizliğine dikkat edilmezse orada mikroplar ürer, böylece insanlar hasta olup, kendi kusurlarının cezâsını çekerler. Deprem kuşaklarında oturanlar binâlarının bulundukları çevrenin şartlarına uygun biçimde inşâ etmezlerse, meydana gelen deprem sonunda can ve mal kaybına uğrarlar. Aynı şekilde herhangi bir taşıt kullanırken trafik kurallarına aykırı davranırlarsa, hatâlarının cezâsını canlarıyla öderler ya da sakat kalabilirler. (M. DEMİRCİ, 3/79, 80)
Belâ ve musibetin sebebi: Her günahkâra dünyâ hayâtında sıkıntı ve belâ gelmeyebileceği gibi, hiç günahı olmayanın belâlara uğraması da mümkündür. Günahkâr olmayan müminlerin başına gelen sıkıntıların sebepleri başkadır. Buna sabır yüzünden ecir kazanırlar. Hadiste şöyle buyurulur: ‘İnsanlar içinde belâsı en çetin olanlar peygamberlerdir. Onlardan sonra en faziletliden faziletliye yönelir. Kişi dîninin derecesine göre belâlanır. (Buhâri, Müslim, Tirmizi, A. İbn Hanbel, Sad (r)’den H. DÖNDÜREN, 2/778)
Mümün işlediği günahın cezâsını dünyâda bir musibete duçar olmak suretiyle çekerse, artık, o günahın cezâsından kurtulmuş olur. Âhirette bir daha cezalandırılmaz. Hz. Ali ® bu âyetin Kur’an âyetlerinin en faziletlisi olduğunu söylemiştir. (İ. KARAGÖZ 6/746)
Musîbetlerin meydana gelmesinin sebepleri:
Musîbetlerin meydana gelmesinin sebebi sâdece insanların hatâları değildir. Musîbetlerin geliş sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür: (1). İnsanların yaptıkları hatâlar, (Bu âyet; depremde binanın yıkılması, trafik kuralını ihlâl vb.)
(2). Allah kullarını imtihan ediyor olabilir, (2/155),
(3). Kulların duâ ve yalvarmalarını sağlamak için musibet vermiş olabilir (6/42)
(4). İlâhi irâdeye başkaldırı ve isyan sebebiyle gelebilir (29/40),
(5). Kul hakkı ihlâl edilmiş, bedduâ alınmış olabilir (İbn Mâce Duâ 11),
(6). Kullukta kusur edilmiş olabilir (Ebû Dâvud Cenâiz 1),
(7). Nazar değmiş olabilir (Tirmizi Tıb 16),
(8). Büyü yapılmış olabilir (Buhâri Vesâyâ 23),
(9). İnsanların zulmüne mâruz kalınmış olabilir (3/18; İ. KARAGÖZ 6/746).
(31).‘Siz, yeryüzünde O’nun gücünün önünde duramazsınız.’ Ne kadar güçlü olursanız olun, nasıl bir yola başvurursanız vurun, yapıp ettiklerinize karşılık, başınıza bir musîbetin gelmesi mukadder ise ondan kaçamazsınız, bu konuda Allâh’ı âciz bırakamazsınız, ilâhi irâdeyi bertaraf edemezsiniz. (Taberi) Âyette yer alan ‘yeryüzünde’ kaydı, mekân açısından da genelliği ifâde etmek içindir. (İbn Âşur), ‘nerede olursanız olun’ anlamındadır. (Hâzin’den KUR’AN YOLU, 4/753)
‘.. âciz olmaması’, ‘.. kimsenin O’nu âciz bırakamaması’ Allâh’ın selbî sıfatlarındandır. Yüce Allâh’ın herşeye gücü yeter; O hiçbir zaman âciz olmaz. Dilediğini, dilediği zaman yapar; hiçbir güç, hiçbir varlık, ne yerde, ne göklerde Allâh’ın yapmak istediğine engel olamaz. Yeryüzünde yaşayan insanlar da cinler de, göklerde yaşayan melekler de veya başka varlıklar da Allâh’ı âciz bırakamaz. (İ. KARAGÖZ 6/747)
‘Allah’tan başka bir dostunuz’ size merhamet edecek bir dostunuz ‘ve yardımcınız’ başınıza geldiği takdirde üzerinizden azâbı bertaraf edecek yardım edecek kimseniz ‘da yoktur.’ (S. HAVVÂ, 13/138)
(32).‘Denizde dağlar gibi akıp giden (gemi)ler de, O’nun (kudretinin) delillerindendir. Eğer O dilerse, rüzgârı durdurur da, onlar da denizin üstünde durakalırlar. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.’ Yâhut itaatine karşı çok sabreden, nîmetlerine karşı da çok şükredenler için âyetler vardır. Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni ihlâs sâhibi her mümin için âyetler vardır, demektir. Çünkü îman iki yarımdır: Yarısı şükür, yarısı da sabırdır. (S. HAVVÂ, 13/140)
‘Yâhut yaptıklarınız’ işlediklerigünahlara‘karşılık onları helâk eder.’ Yâni dileyecek olursa rüzgârı durdurur, onlar da durakalırlar veya fırtına çıkartır ve bu fırtınaların etkisi ile gemiler batar. ‘Birçoğunu da bağışlar.’ Günahların çoğunu affedip, onlar dolayısıyla cezâlandırmaz. (S. HAVVÂ, 13/140)
(35).‘Âyetlerimiz hakkında tartışanlar bilsin(ler) ki kendileri için kaçacak hiçbir yer yoktur.’ Azâbından bir yere kaçamazlar. Yâni onlar Bizim azap ve intikâmımızdan bir yere kaçıp kurtulamazlar. Kudretimizin altında kahredilirler. (S. HAVVÂ, 13/140)
Kureyşliler, ticâret amacıyla Hindistan’a ve Afrika’nın sâhil ülkelerine kayık ve gemilerle yolculuklara çıkıyorlar ve sürekli tûfan ve fırtınanın çıktığı Kızıldeniz’den geçiyorlardı. Tûfan ve fırtınanın yanı sıra denizin altında bulunan kayalara her an çarpıp parçalanma tehlikesi söz konusuydu. İşte Allah buradan, Kureyşlilerin her gün görüp karşılaştıkları manzaraların bir tablosunu çizmektedir. (MEVDÛDİ, 5/229)
42/36-43 ÖRNEK İSLÂM TOPLUMU
36. (Ey insanlar!) Size verilen ne varsa, dünyâ hayâtının (geçici) menfaat(ler)idir. Allah yanında bulunan (mükâfat)lar daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Buda) îman eden ve Rablerine güvenip dayananlar içindir.
37. (Müminler) büyük günahlardan, hayâsızlık (veçirkinişler)den kaçınırlar; kızdıkları zaman (daonlar) bağışlarlar. [bk. 3/134]
38. (Müminler) Rableri(ninçağrısı)na uyarlar, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri aralarında danışma iledir. (Onlar) kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (Allahiçin) harcarlar.
39. Onlar (müminler), bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman yardımlaşıp kendilerini savunur (zulmebaşeğmez)ler.
40. Kötülüğün karşılığı, onun dengi bir kötülüktür. Kim de affeder, barışı sağlarsa, onun mükâfâtı Allâh’a âittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez. [bk. 16/126]
41. Kim de zulme/haksızlığa uğradıktan sonra o (hasmı)ndan aynı şekilde öcünü/hakkını alırsa, işte bunlar aleyhine olacak bir yol (hiçbirsorumluluk) yoktur.
42. Ancak sorumluluk ve cezâ insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere saldıranlaradır. İşte, onlar için acıklı bir azap vardır. [bk. 5/33-34]
43. (Fakat) kim de sabreder ve (kötülüğü) bağışlarsa, şüphesiz bu, azmedilip yapılmaya değer, (hayırlı) işlerdendir.
(36).‘Size verilen herhangi bir şey, yalnızca dünyâ hayâtının bir geçimliğidir.’ İbn Kesir der ki, ‘Yâni ne elde etseniz, ne toplasanız ona aldanmayınız. Çünkü bütün bunlar dünyâ hayâtının yararlanmalarıdır. Dünyâ ise aşağılık, fâni ve zeval bulması kaçınılmaz olan bir yurttur.‘ (S. HAVVÂ, 13/144)
Dünyâ nîmetlerinin ‘metâ’ olarak ifâde edilmesi, bu nîmetlerin âhiret nîmetlerine göre değersizliğini ve geçiciliğini bildirmek içindir. İnsan, dünyâda ne kadar çok servete sâhip olursa olsun, bunlardan faydalanma sınırlı ve sonludur. Dünyâ nîmetlerinden insan faydalanmalı, ancak asıl nîmetlerin âhiret nîmetleri olduğunu bilmelidir. Dünyâ nîmetlerinin geçici olması, ‘dünyâ nîmetlerinden faydalanmayalım’ anlamına gelmez. Mümin hem dünyâ hem âhiret nîmetlerine tâlip olur. Her ikisi için de çalışır. (İ. KARAGÖZ 6/752)
‘Allah katında olan ise, hem daha iyi, hem de daha kalıcıdır.’ Yüce Allâh’ın vereceği sevap ve ecir dünyâdan daha hayırlıdır. Çünkü o ecir ebedîdir, bâkidir. O bakımdan sizler, fâni olanı (..) tercih etmeyiniz. (S. HAVVÂ, 13/144)
Yüce Allah cenneti, îman edip sâlih ameller işleyen müttaki müminler için hazırlamıştır. (2/25, 3/133, 57/21). Cennetlik olabilmek için ‘mümin’ olmak, olmazsa olmaz şarttır. Hadis: Peygamberimiz (s), ‘Cennete ancak Müslüman kişi girecektir.’ (Buhâri Fedâilü’s Sahâbe 178) buyurmuştur. (İ. KARAGÖZ 6/753)
Müslüman cemaatin karakteristik özellikleri gündeme getirildiği bir sırada, Mekke’de inen buâyetlerdebu tür bir nitelikten söz edilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma, müslümanların değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan istisnâi bir kuraldır. Dolayısıyla, konu müslüman cemaatin temel nitelikleri olduğu için, âyetler Mekke’de inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş olmasına rağmen ve temel nitelik te burada gündeme getiriliyor. (S. KUTUB, 9/83)
Müminlerin Nitelikleri:
‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin…’ (âyet 13) Şânı yüce Allah, bu sûrede ‘dînin dosdoğru ayakta tutulması’ ve onda ‘ayrılığa düşülmemesi’ için gerekenlerin tümü dile getirmektedir. İşte bunlar arasında her müslümanda ve müslüman cemaatinde bulunması gereken özellikler de vardır. İşte bu özellikler bulunduğu takdirde, İslâm da dosdoğru ayakta demektir ve onun etrâfında toplanılmış olur, din hususunda tefrikaolmaz. Buözelliklerihatırlatmakmaksadıyla aşağıdaki şekilde bunları kısaca özetleyelim: (1) İman, (2) Tevekkül, (3) Büyük günahlardan uzak durmak, (4) Ahlâksızlıklardan uzaklaşmak, (5) Öfkesini dizginlemek, kızgınlığını zaptetmek, kötülüğü bağışlamak, (6) Her hususta yüce Allâh’ın çağrısını kabul etmek, (7) Namazı dosdoğru kılmak, (8) Şûrâ ve küçük – büyük her seviyede onu yerine getirmek sûretiyle, bunu pratik olarak uygulayıp gerçekleştirmek, (9) Allah yolunda infak etmek, (10) Haksızlık dolayısıyla intikam almak, (11) İntikam alırken, adâletin dışına çıkmamak, (12) Güç yetirdiği zaman affetme ve eziyetlere katlanmak(dır). (S. HAVVÂ, 13/169, 170)
(1).‘Fakat o kimseler için – ki îman etmişlerdir – ve (2).yalnız Rablerine tevekkül ederler’ Ancak O’na işlerini bırakırlar ve O’nun kudretine, vaadlerine ve tehditlerine güvenerek emri dâiresinde görevlerini yaparlar ve her vesîle ile rızâsını ararlar. Hz. Ali’den rivâyet olunur ki, Hz. Ebû Bekir malının hepsini tasadduk etmiş, birtakım kimseler onu kınamışlardır. Bu âyet o sebeple nâzil oldu. (Âlûsi’den) İman ve güven, gerek bir kişinin gerek bir topluluğun rûhunda dînin, başarının temeli olan iki temel özelliktir. (ELMALILI, 7/29)
Mânevi başarı ve kurtuluşun ilk şartı (..) ‘îman’dır. İmânın peşinden ‘Allâh’a tevekkül’ gelmektedir. Tevekkül, İslâmi mânâda Allâh’a güvenmek, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanmak ve alınması gereken tedbirleri almaktır. Dolayısıyla tevekkül; Müslümanın, yapacağı işlerde tüm dış sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sâdece Allâh’a dayanmasıdır. Nitekim Nebiyy-i Muhterem (s) devesini salıvererek Allâh’a güvendiğini söyleyen bir bedeviye: ‘Onu bağla da öyle tevekkül et’ buyurur. (Tirmizi Sıfatü’l Kıyâme 60’dan Ö. ÇELİK, 4/443)
(37).‘(Müminler) (3).büyük günahlardan, (4).hayâsızlıkdan kaçınırlar; (5).kızdıkları zaman (daonlar) bağışlarlar.’ Kebâir; üzerinde tehdit gerçekleşen veya haddi (şer’i cezâyı) gerektiren yâhut açıkça yasaklanmış olan günahlar, Fevâhiş de onların içinde özellikle çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardır. (ELMALILI, 7/29)
‘.. günahların büyükleri’ Kur’an’da yasaklanan, haram olduğu, işleyene cezâ olduğu ve cehennemle cezâlandırılacağı bildirilen, Allâh’ın lânet ettiği veya gazap ettiği ve işleyeni fâsık olarak nitelenen söz, eylem ve davranışlar, inkâr etmek, münafıklık yapmak, Allâh’a ortak koşmak, farzları terk etmek, haramları işlemek ve kul hakkı ihlâl etmek büyükgünahtır. Meselâ inkâr etmek, Allâh’a ortak koşmak, cana kıymak, hırsızlık yapmak, içki içmek, gıybet etmek, iftirâ etmek, haksız yere yetim malı yemek, anne ve babaya zulmetmek, fâiz alıp vermek, yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmak, verdiği sözü tutmamak, yakınlarla ilişkiyi kesmek ve benzeri yasak olan sözleri söylemek ve fiilleri işlemek; namaz, oruç, hac ve zekât gibi farz görevleri terk etmek büyük günahtır. (İ. KARAGÖZ 6/754)
Şirk, iffet sâhibi mümin hanımlara iftirâ, savaştan kaçmak ve buna benzer insanı helâke götüren ‘büyük günahlardan ve’ zinâ, livâta gibi alabildiğine çirkin ve ahlâksızca olan her türlü ‘hayâsızlıktan uzak duranlar’ dünyevi veya şahsi bir durum sebebiyle ‘öfkelendiklerinde bile bağışlayanlar için’dir. Yâni insanları bağışlayıp affetmeyi karakterlerinin bir gereği olarak yapan insanlardır. (S. HAVVÂ, 13/144)
‘Ne zaman da öfkelenirlerse onlar bağışlarlar.’ Suçu onlar örterler, kusuru bağışlarlar. Burada ‘hüm: onlar’ zamîri, ‘kasr’ (ancak, sâdece, yalnız) anlamı ifâde eder. Bu ‘kasr’ı da yönü, sebebi şudur: Kızgınlık hâlinde kusur ve günah bağışlayabilmek gâyet nâdir olan yüksek bir ahlâktır. Bu sebeple şöyle denilmiş oluyor ki, işte kızgınlık hâlinde kusur örtmek, kızgınlığı yutmak gibi büyük özellik ancak onlara yakışır ve onlar ona lâyıktırlar. ‘Öfkelerini yutanlar, insanlar(ın kusurların)dan af ile geçenlerdir.’ (Âl-i İmran, 3/134) övgüsüne lâyıktırlar. (ELMALILI, 7/29, 30)
Yüce Allah öfkenin, insanın öz yaratılışından kaynaklanan bir tepki olduğunu ve bunun büsbütünkötülükolmadığınıbildiğinden, âyette öfkelenmek özü itibâriyle yasaklanmamakta ve bir hatâ olarak nitelendirilmemektedir. Tam tersine insanın yaratılışının bir parçası olduğu kabul edilmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/443)
Sâbit olduğuna göre Rasûlullah (s) kendi adına hiçbir vakit intikam almış değildir. Ancak, Allâh’ın yasaklarının çiğnenmesi hâli müstesnâ(dır). (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/166)
Hadis: ‘Gerçek pehlivan güreşte râkibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir.’ (Buhâri Edeb 102, Müslim Birr 106-108; İ. KARAGÖZ 6/755)
(38).‘(Müminler) (6).Rableri(ninçağrısı)na uyarlar, (7).namazı dosdoğru kılarlar. (8).İşleri aralarında danışma iledir. (9).(Onlar) kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (Allahiçin) harcarlar.’
(6).Allâh’a icâbet, Allâh’ın îman ve ibâdet dâvetine isteyerek ve seçerek icâbet etmek demektir. Enfâl sûresinin 24’ncü âyetinde müminlere, Allah ve Peygamberine icâbet etmeleri emredilmektedir. ‘Ey îman edenler! Sizi, hayat verecek şeylereçağırdığında Allah ve Rasûlüne icâbet edin.’ (..) Allah ve Peygamberinin îman, ibâdet ve itaat dâvetini kabul etmek, îman edip Allâh’ın emirlerini uygulamak ve yasaklarından sakınmak, kısaca Allah ve Peygamberine itaat etmektir. (İ. KARAGÖZ 6/755)
(6).‘Rablerinin çağrısına uyarlar’ Rabb’leri ile aralarına giren tüm engelleri ortadan kaldırırlar. İnsanın Rabbi ile iletişim kurmasını önleyen tüm engelleri bertaraf ederler. Zâten kişi ile Rabbi arasında insanın kendisinden, ihtiraslarından, arzu ve isteklerinden, kendi varlığından, egoistliğinden başka engel yoktur. İnsan bütün bu engellerden kurtulduğu zaman Rabb’ine giden yolun açık ve engebesiz olduğunu görür. Bu durumda hiçbir engele takılmadan Rabb’inin çağrısına koşar. Bu çağrının gereklerini eksiksiz yerine getirir. (S. KUTUB, 9/90)
(7).‘Namazı dosdoğru kılarlar’ İlkdefa farz kılınan ibâdet namaz olduğu gibi, âhirette ilk defâ hesâbı sorulacak olan ibâdet de namazdır. (Nesâi Salât 9). Çünkü namaz dînin direği, îmânın alâmeti, amellerin en üstünü ve Allâh’a en sevimli olanıdır. (Buhâri, Mevâkitü’s Salât 5; İ. KARAGÖZ 6/756).
Namaz, Allâh’ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ilk belirtisidir. Kul ile Rabbi arasındaki bağdır. Tek safta rükûa giden, secde eden kullar arasındaki eşitliğin göstergesidir. Burada hiçbir baş bir diğerinden üstün, hiçbir adam başkasından öncelikli değildir. (S. KUTUB, 9/90)
(8).‘Onların işleri aralarında danışma iledir.’ Rasûlullah (s) ‘İş hususunda onlarla müşâvere et’ (Âl-i İmran 3/159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili konularda danışırdı. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere dâir konularda müşâvere ettiler. Hz. Peygamber’in vefâtı üzerine hâlîfe seçimi, ehli riddet (dinden dönenlerle) ilgili savaş, dedenin mîrastan pay alması, şarap içenlere vurulacak had cezâsının sayısı ve Irak’ta fetholunan arâzilerin hükümleri vs. gibi konular hep bu kabildendir. Şüphe yok ki, hükümlere dâir danışma, hakkında kesinlik ifâde eden bir âyet-hadis bilinmeyip az çok içtihâda elverişli olan veya uygulamaya bağlı hususlardadır. Şûrâ müzâkereleri (görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını oluşturur. (ELMALILI, 7/30)
Bu âyet, bir İslâm Devleti kurulmadan önce Mekke’de inmiştir. Şu hâlde bu nitelik müslümanların hayâtında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile, her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karakteristik özelliğidir. (S. KUTUB, 9/90)
İslâm toplumunun devlet yönetimi şûrâya dayanır. Kimi fakihler bu âyete dayanarak ‘nassın işâreti’ yoluyla İslâm toplumunun bir ‘şûrâ heyeti’ni seçip işbaşına getirmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü İslâm toplumunun, yönetimi denetlemek ve devlet işlerini düzenlemede ona yardımcı olmak hakkı ve sorumluluğu vardır. (H. DÖNDÜREN, 2/779)
Şu bilinmelidir ki, istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla sonuçlanmasına önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sâhibi, dindar ve fazîletli, samîmi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenilirlik gibi değerlere sâhip olmasına dikkat edilmelidir. (Ö. ÇELİK, 4/444)
(9).‘kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler’ Allâh’ın dinine dâvet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal – mülk sevgisini yenmek ve sâdece Allah katındaki nîmetlere güvenmek zorunludur. İmânın ifâde ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca bunlar cemaat hayâtı için de gereklidir. Çünkü Allâh’ın dînine dâvet etmek bir savaştır, bir mücâdeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. (S. KUTUB, 9/91)
(39).(10).‘Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman yardımlaşıp kendilerini savunur (zulmebaşeğmez)ler’. Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezâsını verirler, aşırı gitmeyerek adâletle öclerini alırlar. Bunun için başka bir milletin himâyesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve yardımı, birliği ile zâlim ve azgının hakkından gelirler. (ELMALILI, 7/31)
Prensip olarak iyilik ve takvâ üzere yardımlaşma yapılır. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşma yapılmaz. Şu âyet bu husûsu açıkça ifâde etmektedir: ‘İyilik ve takvâ üzere yardımlaşın, ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.’ (5/2; İ. KARAGÖZ 6/757)
Fakat gerek Allah hakkı olsun, gerek kul hakkı olsun, mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yâni Hukuk–uAmme / kamu hakkı’den olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun taahhüdü altında bulunması açısından ona karşı saldırı ammenin / toplumun hakkına saldırı demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan saldırının savuşturulması ve cezânın verilmesi toplumun görevi yâni en azından farz-ı kifâyedir. İçten olanlarda mahkemelerin adâletini temin, dıştan olanda da siyâsi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir milletin yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren yüce fazîletlerdendir. (ELMALILI, 7/31)
Bu âyet, müslüman cemaatin temel niteliklerinden birini, saldırıya karşı topyekün direnme, zulme boyun eğmeme, niteliğini gündeme getiriyor. Bu da, iyi niteliklere sâhip ideal bir ümmet olsun, iyiliği serbest bırakıp kötülüğü yasaklasın, insanlık hayâtına hak ve adâlet ilkeleri ile egemen olsun diye insanların örnek alması için ortaya çıkarılmış bir cemaat açısından doğaldır. Ve bu cemaat Allâh’ın desteği ile güçlüdür, üstündür, onurludur: ‘Onur Allâh’ın peygamberinin ve müminlerindir.’ (Münâfikûn 63/8) Şu hâlde topyekün yardımlaşarak saldırıya karşı koymak haksızlığı bertaraf etmek bu cemaatin karakteristik özelliğidir, görevidir. (S. KUTUB, 9/92)
(…) kendilerine haksızlık eden kimselerden intikam almaya güçleri yeter. Bununla birlikte güçleri yettiği zaman da affederler. Nitekim Yûsuf (as) kardeşlerine şöyle demişti: ‘Bugün size serzenişte bulunmam söz konusu değildir, Allah size mağfiret etsin.’ (Yûsuf 12/92) Hz. Yûsuf onları sorguya çekmek ve kendisine yaptıklarına karşılık vermek gücüne rağmen böyle söylemişti. Nitekim Rasûlullah (s) Hudeybiye yılı kendisine saldırmak isteyen ve bunun için Ten’im dağına kadar gelen seksen kişiyi de affetmiş idi. Onları cezâlandırmak gücüne sâhip olduğunda, intikam alabilmek imkânına sâhip olmakla birlikte, onları serbest bırakmıştı. Yine uykuda iken kılıcını alan ve onu öldürmek isteyen Gavres b. El Hâris’i de böyle affetmiştir. (S. HAVVÂ, 13/167)
Burada müminlerin intikamcı olarak nitelendirilmeleri, önceki âyette ‘affedici, bağışlayıcı’ olmaları özelliğiyle çelişmez. Çünkü bu sıfatlardan her biri hadd-i zâtında güzel ve övgüye değer üstünlüklerdir. Ancak sâhibine nisbetle kötü olabilirler. Meselâ, âciz insana yumuşaklık göstermek ve iyi insanların ayıplarını örtmek iyidir. Ancak zorba ve alçak insanlara karşı yumuşak davranmak ve onların ayıplarını örtmek kötüdür. Çünkü bu durum bir nevi zulme teşvik mânâsı taşımaktadır. (İ. H. BURSEVİ, 18/300)
(40).‘Kötülüğün karşılığı, onun dengi bir kötülüktür.’ Bir insanın cezâlandırılabilmesi için bir suç işlemesi, yargılanması ve suç işlediğinin tespit edilmesi gerekir. Bir söz, eylem ve davranışın suç olabilmesi için de bir görevin bilerek terk edilmesi veya bir yasağın kasden ihlâl edilmesi gerekir. Kur’an’da bunun birçok delili vardır. Meselâ suçsuz bir insanı kasden öldüren, hırsızlık yapan, meşru toplum düzenini bozan, fitne çıkaran ve zinâ eden kimsenin cezâlandırılması gerektiği bildirilmektedir. (2/178, 179, 5/33,24/1). Yüce Allâh’ın dünyâ ve âhirette bir insanı cezâlandırması için de o insanın bir günahı kasden işlemesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/758).
Bu düstur (prensip), fıkıhta ukûbat / cezâlarhükümlerinebüyük bir temel olan ve genel olarak cezâ kânunlarına esas alınması gereken genel bir kânundur. Yâni azgınlık zulümdür, kötülüktür, kötülüğe meydan vermeyip cezâ vermek te güzel bir iştir. Fakat bunun güzel olması iki şarta bağlıdır: Birincisi, Suça, cezâ olabilmesi için onun gibi bir ‘seyyie’ / kötülük yâni suçlunun hoşuna gitmeyecek bir fiil olmalıdır. Yoksa o bir cezâ değil, suç ve zulme teşvik olur, yerine düşmeyen güzellik ise çirkin olur. İkincisi; cezâ suçun dengi ve ona eşit olmalıdır, yoksa adâlet olmaz. Bu mânâ adâlet kelimesinin kavramında da dâhildir. Onun için azgınlığa karşı öc alınırken haddini aşıp ta tecâvüz etmemelidir.
Kur’an’dasuçişleyenlerin misliyle cezalandırılmasına ‘kısas’ denilmiştir. (2/179). Kısas, bir cana kıyan kimseyi ölümle, müessir fiil suçunu işleyenlerin işlediği suçun aynısı veya dengi ile cezâlandırmakdemektir. (2/179; İ. KARAGÖZ 6/759)
‘Her kim de affedip (12) ıslah ederse’ kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki düşmanlık hâlini düzeltirse ‘onun da ecri Allâh’a âittir’ Allâh’ın nezdindedir. Yâni Allah ona çok büyük ecir ihsan eder. Burada ‘men afâ: kim bağışlarsa’ diye bağışlamanın tekil kipi ile getirilmesi bunun, kamu hakkı olan meselelerde değil, şahsi haklarda cereyan edeceğine dâir bir uyarı gibidir. (ELMALILI, 7/32)
(…) ‘kim bağışlarsa’ diye bağışlamanın tekil kalıbı ile getirilmesi, bunun kamunun hakkı olan konularda değil, kişisel haklarda cereyan edeceğine dâir bir uyarı gibidir. Ancak bir kimse, suçu affetmeyip, uğradığı haksızlıktan dolayı öcünü alırsa bu onun doğal hakkı olup, bu gibiler aleyhine bir yol tutulamaz. Bundan ötürü kınanmazlar ve cezâlandırılmazlar. Ama yine de her hâlükârda olabildiği kadar sabır ve bağışlama yolunu tutabilmek, fert ve toplumun ıslâhı, yücelmesi, toplumda düşmanlıkların ortadan kaldırılması, barış ve huzûrun daha kısa sürede temin açısından çok önemlidir. (Ö. ÇELİK, 4/446)
‘Şüphesiz ki Allah zulmedenleri sevmez.’ Yâni gerek doğrudan doğruya zulmedenlerin, gerekse cezâda ileri gitmek sûretiyle zulmedenlerin hiç birini sevmez. Cezâda misil ve eşitliğe uyma zor olan meselelerde zulüm ihtimâli fazla olacağı için cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde bağışlayarak ıslah yapan kimselere Allah büyük sevap verir. (ELMALILI, 7/32)
Hasan Basri şöyle demiştir: Biri sana ‘Allah sana lânet etsin’ yâhut, ‘Allah seni rezil etsin’ dese, sen de ona ‘Allah sana lânet etsin, seni rezil etsin’ diyebilirsin. Yâhut biri sana söver yâhut kötü sözler sarfederse, zinâ isnâdı gibi had ve cezâyı gerektiren yâhut karşılık vermeye elverişli olmayan birtakım uygunsuz şeyler olmadığı sürece sen de aynen karşılık verebilirsin. Buna göre yalan ve iftirâda aynen karşılık verilmez. (İ. H. BURSEVİ, 18/302)
Tenvir’de şöyle denmiştir: Biri diğerine ‘ey zâni’ dese, diğer kişi de bu kişiye ‘hayır zâni sensin’ dese bunların her ikisine de seksen değnek iftirâ cezâsı uygulanır. Biri diğerine ‘pis adam’ dese, o da ona ‘pis adam sensin’ diye karşılık verse, bu durum had ve cezâyı gerektirmez. Zaten karşılık vermek gerekli değildir. Bilâkis durum kadıya intikal ettirilir. (İ. H. BURSEVİ, 18/302)
Yâni intikam alırken siz de zâlim olmayın, size kötülük yapan birine onun yaptığından daha fazlasıyla karşılık vermeyin. Sözgelimi size tokat atan tokatla cevap verdiğiniz gibi, bir de tekme atmayın. Bunun yanı sıra günah işlenerek verilen bir zararın karşılığını, günah işlemek sûretiyle almak câiz değildir. Sözgelimi oğlunuzu katleden bir kimsenin oğlunu katledemezsiniz. Yine kızınız veya kız kardeşinizi iğfal eden rezil bir insandan, onun kızı veya kız kardeşi ile zinâ ederek intikam almanız haramdır. (MEVDÛDİ, 5/235)
(41).‘Kim zulme uğradıktan sonra’ zâlimin kendisine zulmetmesinden sonra kısas yapar ve intikam alırsa yâni mâli haklarda ve üstünlük elde ettiği noktada aynı cins cezâ ile karşılık verip ‘hakkını alırsa’ – ki İmam Şafiiye göre bu cezâ başka cinsten de olabilir – ‘artık onlara yapılacak bir şey yoktur.’ Onlar için herhangi bir kınama, sitem yâhut cezâlandırma söz konusu değildir. Onlar için hiçbir günah yoktur. Çünkü onlar, kendilerine mubah kılınan intikam işini yapmışlardır. (İ. H. BURSEVİ, 18/305)
Nefis müdâfaası meşrûdur: İnsan, canına, malına ve onuruna / nâmûsuna karşı bir saldırı olduğu zaman, karşılık vermek, kendini savunmak hakkına sâhiptir. Bu husus 41’nci âyette’Zulme uğradıktan sonra kendini savunup hakkını alan kimseye kınamak (ve cezâ vermek için) bir yol ve sebep yoktur’ olarak ifâde edilmiştir. Karşılık ancak ayniyle meşru olur, fazlası zulümdür, sabredip misliyle karşıık vermemek ise daha hayırlıdır. ‘Eğer cezâ verecekseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır’ (16/126) anlamındaki âyette bu husus açıkça ifâde edilmektedir. (İ. KARAGÖZ 6/760, 761)
Hadis: ‘Birbirine kötü söz söyleyen iki kişinin günahı, sınırı aşmadıkça kötü sözü iâde eden değil, ilk kötü söze başlayana âittir.’ (Müslim Birr ve Sıla 68; İ. KARAGÖZ 6/761)
(42).‘Kınama ve cezâ yolu ancak zulmedenlere’ doğrudan doğruya zulmeden veya karşılık vermede ileri giden, cezâda haddi aşanlara ‘ve yeryüzünde haksızlıkla azgınlık edenlere’ kibirlenip zorbalık yapanlaradır. ‘İşte onlar’ öyle haksız yere zulüm ve azgınlık ile nitelenenler ‘için de elemli bir azap vardır.’ (ELMALILI 7/32)
Hadîs-i Kudsi: ‘Ey kullarım! Ben kendime zulmü haram kıldım. Aranızda birbirinize zulmetmenizi de haram kıldım. Birbirinize zulmetmeyin.’ (Müslim Birr 55; İ. KARAGÖZ 6/763)
Hadis: ‘Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm, kıyâmet gününde karanlıklardır.’ (Müslim Birr 56; İ. KARAGÖZ 6/763)
(43).‘Bununla berâber kim de sabreder ve bağışlarsa’ İbn Kesir’in deyimiyle eziyetlere sabredip günahı, kusuru örterse; Nesefi’ye göre de zulüm ve eziyete sabredip bağışlar ve intikam almazsa ‘işte bu’ sabretmek ve onunla birlikte bağışlamak ‘şüphesiz azmedilmeye değer işlerdendir.’ (S. HAVVÂ, 13/146)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Hüreyre (r) dedi ki: Adamın birisi Ebû Bekir (r)’e Hz. Peygamber de oturuyorken kötü sözler sarfetti. Peygamber (s) şaşırıyor ve tebessüm ediyordu. Adam kötü sözünün dozajını daha da arttırınca, Hz. Ebû Bekir kısmen ona karşılık verdi. Peygamber (s) hoşlanmadı ve kalktı. Ebû Bekir (r) arkasından yetişip şöyle dedi: Ey Allâh’ın Rasûlü, sen oturuyor iken adam bana kötü söz söylüyordu. Söylediklerini ona kısmen geri söyleyince hoşlanmadın ve kalktın. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Seninle birlikte senin nâmına cevap veren bir melek vardı. Sen onun söylediklerini kısmen reddedince, şeytan huzûra geldi. Ben de şeytan ile birlikte oturacak değildim…’ (Hadisin devamı var, S. HAVVÂ, 13/169)
42/44-48 DÖNECEK BİR YOL VAR MI?
44. Allah kimi (bulunduğu) sapıklıkta bırakırsa, artık bundan sonra onun için hiçbir dost (veyardımcı) yoktur. (Ey Peygamberim!) O zâlimlerin, azâbı gördükleri zaman: “Geri dönmeye bir yol var mı?” dediklerini görürsün. [bk. 6/27; 7/53; 14/44; 32/12; 63/10-11]
45. (Ey Peygamberim!) Yine onların, o (cehennemateşi)nin karşısına getirildiklerini, aşağılık bir hâlde boyunlarını bükerek göz ucuyla gizli gizli bakmakta olduklarını görürsün. İman edenler de (onlara): “Gerçek ziyâna uğrayanlar (dünyâdakiİslâmdışıyaşayışlarısebebiyle) kıyâmet günü kendilerini de, (bütün) âilelerini de ziyâna uğratanlardır.” diyeceklerdir. Haberiniz olsun ki zâlimler hiç şüphesiz devamlı bir azap içindedirler. [krş. 2/165-167]
46. Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi (bulunduğu) sapıklıkta bırakırsa, artık ona hiçbir (kurtuluş) yol(u) yoktur.
47. (Ey insanlar!) Allah tarafından geri çevrilmesi (mümkün) olmayan gün gelmeden önce, Rabbiniz(inçağrısın)a uyun. O gün sizin için sığınılacak bir yer ve (günahlarınızı) inkâr(imkânı) yoktur.
48. (Rasûlüm!) Eğer (îmandan) yüz çevirirlerse (üzülme), biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik. Sana düşen, sâdece tebliğ etmektir. Doğrusu biz insana, tarafımızdan bir rahmet (birrefah) tattırdığımız zaman onunla sevinir. Eğer kendi işledikleri (günahlar) yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, artık o insan hemen (öncekinîmetiunutan) bir nankör olur. [bk. 2/272; 13/40; 70/20-21]
44-48. (44).‘Allah kimi saptırırsa bundan sonra artık onun için bir dost yoktur.’ Yâni Allah onu saptırdıktan sonra, hiçbir kimse onu hidâyete iletemez. Dünyâda da âhirette de Allâh’ın azâbından onu hiçbir kimse kurtaramaz. ‘Göreceksin ki o zâlimler’ Kıyâmet gününde ‘azâbı gördükleri zaman…’ geri dönüp îman edebilmek için yapabileceğimiz bir iş ‘yok mudur? diyeceklerdir.’ Fakat heyhat ki dönüş olmayacaktır. (S. HAVVÂ, 13/151)
(45).‘Yine onların, ateşe sunulurken zilletten başları öne eğilmiş göz ucuyla gizli gizli baktıklarını görürsün.’ ‘..başları öne eğmiş vaziyette’ ateşe sunuluyorlar. Fakat bu durumları Allah korkusundan veya utanmaktan kaynaklanmıyor. Aksine aşağılanmışlıktan, horlanmışlıktan kaynaklanıyor. Onlar gözleri önüne bakar durumda ateşe sunuluyorlar. Duydukları eziklik ve utançtan dolayı başlarını kaldırıp bakamıyorlar: ‘Göz ucuyla gizli gizli bakıyorlar’ Bu ise aşağılanmışlığı çarpıcı bir biçimde somutlaştıran canlı bir tablodur. (S. KUTUB, 9/95)
‘İman edenler’ Kıyâmet gününde ‘derler ki: Hüsranda olanlar, işte Kıyâmet günü kendilerini de, âilelerini de kaybedenlerdir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bunlar cehenneme sürülerek ebediyet yurdunda âileleriyle birlikte olmanın lezzetini kaybedenlerdir. Hem kendilerini kaybetmişler, hem de sevdikleri, arkadaşları, âileleri, yakınları ile birbirlerinden ayrılmışlar ve bu bakımdan onları da kaybetmişlerdir. (S. HAVVÂ, 13/151)
‘İyi bilin ki zâlimler şüphesiz sürekli’ ebediyyen kalıcı, içinden çıkamayacakları ve başka bir yere gidemeyecekleri ‘bir azap içindedirler.’ (S. HAVVÂ, 13/151)
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birçok âyet ve hadîse dayanarak, – şâyet îmanlı olarak ölmüşlerse – günahkârların ebedi olarak cehennemde kalmayacağı kanaatine ulaşmışlardır.Bugörüşekatılmayanbâzı âlimler45’nci âyette yer alan ‘zâlimlerin sürekli bir azap içinde bulunacağı’ ifâdesini de delil gösterirler. Hâlbuki burada zâlimlerden maksat inkârcılardır; zîrâ Kur’ân’da ‘zâlim’ kelimesi mutlak olarak kullanıldığında, bununla inkârcılıkta direnenler kastedilir, âyetin önü ve sonu da bu mânâyı desteklemektedir. (Râzi’den KUR’AN YOLU, 4/759, 760)
(46).‘Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur.’ İçinde bulundukları azap ve ibretli cezâlardan kendilerini kurtaracak kimseleri bulunmaz. ‘Allâh’ın saptırdığı kimsenin zâten çıkar yolu olmaz.’ Yâni onun için kurtuluş söz konusu değildir. (S. HAVVÂ, 13/152)
(47).‘Allah tarafından geri çevrilmesi (mümkün) olmayan gün gelmeden önce, Rabbiniz(inçağrısın)a uyun.’ ‘..Rabbinize uyun’ demek; Kur’ân-ı Kerîm’i hak kitap, Hz. Muhammed’i hak peygamber ve İslâm’ı hak din olarak kabul edin, îman edin, Allâh’ın emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, öğüt ve tavsiyelerine uyun, itaat edin, dînin hükümlerini uygulayın demektir. ‘Allâh’a uyun’ emri, dînî görevlerin tamâmını içerir ve bu emir zorunluluk ifâde eder. Müminlerin, Kur’an ve sünnetin buyruklarına icâbet etmeleri, buna uygun bir hayat sürmeleri de onların çağrısına uymaktır. (İ. KARAGÖZ 6/767)
‘O gün hiç biriniz sığınacak bir yer bulamaz; inkâr da edemezsiniz.’ Yâni azaptan kurtulamayacağınız gibi, sizin işleyip de sahîfelerinizde kaydedilmiş hiçbir şeyi inkâr edemeyeceksiniz. (S. HAVVÂ, 13/152)
(48).‘Eğer yüz çevirirlerse (üzülme), biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik.’ Onları zorla inandırmakla mükellef olmadığın gibi İslâm’ı kabul etmeyişlerinin nedeni de senden sorulmayacaktır. ‘Sana düşen, sâdece tebliğ etmektir.’ Burada karşımıza ‘tebliğ yöntemi’nde dikkat etmemiz gereken bir nokta ortaya çıkıyor. Muhâtap, doğrudan doğruya değil, dolaylı ve genel bir üslûp içerisinde eleştirilmelidir ki, bu kendisinde zıt duygulara ve inada yol açmasına neden olmasın. O kimsede birazcık şuur varsa eğer, kendi hatâsını anlayacak ve onu düzeltmeye çalışacaktır. (MEVDÛDİ, 5/237)
‘Gerçekten Biz insana katımızdan’ nîmet, genişlik, güvenlik, sağlık ve buna benzer ‘bir rahmet tattırırsak o, bununla sevinir’ şımarır, azar. ‘Ama elleriyle işledikleri yüzünden’ yaptıkları günahlar sebebiyle ‘başlarına bir fenâlık’ yâni hastalık, fakirlik, azap ve benzeri bir belâ ’gelirse… İnsan gerçekten pek nankördür.’ Yâni belâyı hatırlar, söz konusu eder, nîmetleri unutur, görmezlikten gelir. (S. HAVVÂ, 13/152)
42/49-53 BÜTÜN İŞLER SONUNDA ALLÂH’A DÖNER
49, 50. Göklerin ve yerin egemenliği (vehükümranlığı) yalnız Allâh’ındır. (O) dilediğini yaratır. Dilediğine kız (çocuk)lar bağışlar, dilediğine de erkek (çocuk)lar bağışlar. Yâhut (dilediğine) çift olarak hem erkek, hem de kız evlâtlar verir. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, (herşeye) kâdirdir.
51. Allâh’ın bir insanla konuşması, (yüzyüzedeğil) ancak (yarüyadaveyakalbeilhamşeklindeki) bir vahiyle, yâhut bir perde arkasından yâhut bir elçi (melek) gönderip izniyle dilediğini vahyetmesi ile olur. Şüphesiz O, çok yücedir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.
52, 53. (Rasûlüm!) İşte biz sana böylece, emrimizden bir ruh (yânikalplerecanverenKur’ân’ı) vahyettik. Sen (bundanönce) Kitap nedir, îman(ınesasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab’ı) bir nur yaptık; kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştiririz. Şüphesiz ki sen de, elbette doğru yolu gösteriyor (rehberoluyor)sun. (Oyol,) göklerde olan ve yerde olan şeylerin sâhibi Allâh’ın yoludur. Dikkat edin (bütün) işler, ancak Allâh’a dönüp varır.
49-53. (49, 50).‘Göklerin ve yerin egemenliği yalnız Allâh’ındır.’ Göklerdeki Güneş, Ay, yıldızla, gezegenler, melekler, rüzgârlar, bulutları ve yerdeki küçük büyük bütün varlıkları yaratan ve yöneten yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 6/771)
Bütün âlemlerin mülkü Allâh’a âittir. Allah’tan başka hiçbir kimsenin bu âlemlere mâlik olmaya gücü yetmez. Bu âlemde sevk-u idâre ve her türlü tasarruf yalnız Allâh’a âittir. Nîmet ve musîbet paylaştırılmasını ehline göre O yapar. Kullara düşen nîmete şükretmek, belâ ve musibetlere sabretmek, ezeli hükümlere rızâ ve teslimiyet göstermektir. (İ. H. BURSEVİ, 18/323)
Müşrikler kabul etsin veya kabul etmesinler, kâinâtın gerçek Rabbi ve hükümrânının Allah olduğu ve kâinâtın yönetiminin zâlim ve zorbaların eline bırakılmadığı gerçeği aslâ değişmez. Ayrıca nebi, velî ve sahte ilâhlardan hiçbirinin Allâh’ın hükümranlığına ortaklığı yoktur ve kâinâtın yegâne hükümdârı Allah’tır. Ona isyan edenlerden hiçbiri kendi güçleri ile ayakta dahi kalamaz. Oysa, diğer insanlar tarafından ortak koşulan bu sahte ilâhların o insanları Allah’tan kurtarmaya yetecek hiçbir güçleri yoktur. (MEVDÛDİ, 5/237)
‘(O) dilediğini yaratır. Dilediğine kız (çocuk)lar bağışlar, dilediğine de erkek (çocuk)lar bağışlar.’ ‘Yâhut (dilediğine) çift olarak hem erkek, hem de kız evlâtlar verir. Dilediğini de kısır bırakır.’ İnsanların çocuk meselesini, kişisel bir durum olarak kabul etmeleri ve değişik durumlar itibâriyle övünmeleri ya da üzülmeleri doğru bir davranış değildir. Çocuğu olmayanlar da, tıbben meşru yollara tevessül ettikleri hâlde sonuç alamıyorlarsa, Allâh’ın takdîrine râzı olmalıdırlar. Çünkü hem dünyâ hem de âhireti dikkate aldığımızda bizim için neyin hayırlı, neyin şer olduğunu bilmemiz mümkün değildir. (bk. Bakara 2/216, Ö. ÇELİK, 4/449)
Evrendekihiçbir varlık ve oluş, yüce Allâh’ın egemenliği dışında düşünülemez. Çocuk sâhibi olmak övünmeyi, çocuk sâhibi olmamak üzülmeyi gerektirecek bir durum değildir. Çünkü ister kız ister erkek olsun, doğan her çocuk Allâh’ın bağışıdır. Erkek ve kız çocuğu olmak da kısır kalmak da ilâhi irâdeye bağlıdır. Rabbimizin beyânı ile, bir şey hoşumuza gitmese de bizim için hayırlı olabilir, bir şeyi sevip arzu ederiz, hâlbuki bu bizim için şer olabilir. Neyin hayırlı, neyin şer olduğunu Allah bilir, biz bilemeyiz. (İ. KARAGÖZ 6/772)
‘Çünkü O, herşeyi bilir ve O’nun herşeye gücü yeter.’ Onun için her ne yaparsa hikmet ile / yerli yerinde isteyerek, bile bile yapar ve her ne isterse yapar. (ELMALILI, 7/35)
(51).‘Allâh’ın bir insanla konuşması, ancak (1) bir vahiyle, yâhut (2) bir perde arkasından yâhut bir elçi (melek) gönderip izniyle dilediğini vahyetmesi ile olur. Şüphesiz O, çok yücedir, mutlak hüküm ve hikmet sâhibidir.’ Allah Teâlâ kullarıyla üç yolla konuşur: ‘illa vahyen: Ancak vahiy hâlinde’ (1) Birincisi, ‘vahiy’ Vah(i)y, Allâh’ın istediği bilgiyi, doğrudan doğruya gâyet gizli ve hızlı bir işâret hâlinde kalbe bırakıp ilham etmesidir. Bu tür vahiy, hem peygamberler hem de insanlardan bâzıları için söz konusudur. Peygamberlere uykuda gelen vahiy buna örnektir. Kendine bu tarz bir vahiy gelen peygamber uyandığı zaman kalbinde doğruluğu kesin bir bilgi bulur. Peygamberlerin dışındakilere yapılan bu şekil vahiy ise ilham anlamındadır. Nitekim Hz. Mûsâ’nın annesine (bk. Tâhâ 20/38, 39; Kasas 28/7) ve Hz. Îsâ’nın havârilerine (Mâide 5/111) bu tarzda vahyolunduğu belirtilir. (Ö. ÇELİK, 4/450)
(2) ‘..veya perde arkasından’ İkincisi, Allâh’ın peygamberlerine perde arkasından hitap etmesidir. Bunda da vahiy meleği Cebrâil’in aracılığı söz konusu değildir. Allah Teâlâ bâzı cisimlerde ve kulaklarda söz yaratıp işittirir. Bu söz doğrudan doğruya kalbe değil kulaktan işitme gücüne söylenir ki perde arkasından olması bu yönüyledir. Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya Tur Dağında bir ağaçta yarattığı sesle hitap etmesi (bk. Tâhâ 20/11-23; Kasas 28/30-35) bu neviden bir konuşmadır. (Ö. ÇELİK, 4/450)
(3) ‘..veya aracı bir melek gönderip’ Üçüncüsü, vâsıtalı vahiydir. Bu tür vahiyde Allah Teâlâ vahyini bildirmek üzere Cebrâil’i aracı olarak gönderir. Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamberimiz (s)’e vahyi genellikle bu üçüncü yolla olmuştur. Bu tür vahiy de iki şekilde gerçekleşir: (a) Birincisi, vahiy meleğinin melekiyetten sıyrılıp beşeriyete inmesiyledir. Nitekim vahiy meleği bâzan insan sûretinde gelerek Rasûlullah (s)’ın mübârek elini tutmuş (bk. Ebû Dâvud Sünnet 9) bâzan da Dıhyetü‘l Kelbi sûretinde gelerek yine Efendimiz ile konuşmuştur (Buhâri Fedâilü’l Kur’an 1). (b) İkincisi ise, Rasul-i Ekrem (s)’in beşeriyetten melekiyete geçmesi ile gerçekleşmiştir ki vahyin en zor olanı da budur ve Kur’ân vahiyleri daha çok bu yolla gelmiştir. (Ö. ÇELİK, 4/451)
(52, 53).‘(Rasûlüm!) İşte biz sana böylece, emrimizden bir ruh (Kur’ân’ı) vahyettik.’ Nesefi der ki: Yüce Allah ‘Ruh’ ile onu vahyettiği şeyi kasdetmektedir. Çünkü cesed ruh ile hayat bulduğu gibi insanların dini de Kur’ân-ı Kerîm ile hayat bulur.’ (S. HAVVÂ, 13/171)
‘Sen (bundanönce) Kitap nedir, îman(ınesasları) nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kitab’ı) bir nur yaptık; kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştiririz. Şüphesiz ki sen de, elbette doğru yolu gösteriyorsun.’ Kur’ân-ı Kerîm’in bir ismi de ‘nûr’dur. O, aynen ışık gibi insanların yollarını aydınlatmakta, îman ve hidâyete erişmelerine vesîle olmaktadır. Rasûlullah (sav)‘de Kur’ân’ı tebliğ ederek insanlığa dosdoğru yol olan Allâh’ın yolunu göstermekle görevlendirilmiştir. Ancak Kur’ân’ın ve Peygamberimiz (s)‘in hidâyeti, sâdece doğru yolu göstermek ve onu beyan etmektir. İnsanı, onun kişisel irâde ve tercihini de dikkate alarak, o yola eriştirecek olan ise şüphesiz ki Cenâb-ı Hak’tır. (bk. Kasas 28/56, Ö. ÇELİK, 4/451, 452)
‘Sen kitap nedir, îman nedir (vahiyden önce) bilmezdin.’ Yüce Allah Rûm Sûresinde ‘Kendilerine ilim ve îman verilmiş olanlar dediler ki…’ (er Rûm 30/56) diye buyurmaktadır. İşte bundan kâmil müslümanın sahih ilim ve kâmil îmânı bir arada toplamış kişi olduğunu öğreniyoruz. Şûrâ sûresinde de ‘Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin’ buyruğunu görüyoruz. Bu da kitabı bilmenin, îmânı bilmenin Allâh’ın bir lütfu olduğunun delîlidir. Her iki âyet-i kerîmeyi bir arada ele aldığımız takdirde şunu öğreniyoruz: Allâh’ın kitabını bilmek, îmânı bilmek, müslümandan istenen hususlardandır. Aynı zamanda müslümanın geniş bilgi sâhibi olması, îmânını tahkik ettirmesi de istenmektedir. O bakımdan eğitici ve dâvetçilerin bunu göz önünde bulundurarak kitabı öğretmeleri ve kitabın anlaşılmasına katkıda bulunacak ilimleri öğretmeleri, îmânı öğretip onu tahkik ettirmeye çalışmaları görevleridir. Bu ise nefsin salâhı, dünyâ ve âhirette felâhı demektir. (S. HAVVÂ, 13/174)
‘Fakat biz Kur’ân’ı bir nur yaptık.’ Nur, ışık demektir. Işık karanlığı aydınlattığı gibi, Kur’an da şirk, inkâr ve cehâlet karanlıklarını aydınlatır, îman ve hidâyeti gösterir. Kur’an insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve en doğru yola iletir. (14/1, 17/9; İ. KARAGÖZ 6/776)
‘Biz Kur’an ile kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiriz.’ Yüce Allah insanlara akıl vermek, peygamber ve kitap göndermek suretiyle doğru yolu göstermiştir. Aklını kullanan, peygamber ve kitabın rehberliğinden yararlanan insanlar, doğru yolu bulur, mümin ve Müslüman olurlar. Kur’an, bütün insanların hidâyet rehberidir. (2/185) Önyargısız inceleyenler, Kur’ân’ın Allah sözü olduğunu anlar, îmanediphidâyeteerer, mümin ve Müslüman olurlar. Yüce Allah, kullarından dilediğine ve dileyene îman ve İslâm’ı nasip eder, mümin ve Müslüman olmalarını sağlar. (İ. KARAGÖZ 6/777)
‘Yâni Allâh’ın yoluna’ eğri ve dolambaçlı yollara değil, doğrudan doğruya Allah’tan gelen ve Allâh’a götüren yola. Bu yolun, bu gâyenin şânındaki büyüklüğü tescil ve her murâda ermek için istiklâl ve istikâmetinin yönünü anlatmak ve onu görmenin gerekliliğini pekiştirme noktasında son söz olarak şu vasıf getirilmiştir: ‘O Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur’ Her yönü ile O’nundur, O’nun mülküdür. Bütün tasarruf hakkı O’nun, hüküm O’nundur. Onun için her ne istenecekse O’ndan istenilmesi ve O’nun irâdesi, şerîatı ve kânûnu dâiresinde istenilmesi en doğru yoldur. (ELMALILI, 7/40)
‘İyi bil ki bütün işler döne dolaşa nihâyet yalnız Allâh’a varır’ İşlerin Allâh’a dönmesi ile maksat, âhirette her işin ve davranışın hesabının verilmesidir. Dünyâda bütün işler ve insanların bütün fiilleri O’nun bilgisi ve irâdesidâhilinde olup biter. Hiçbir şey Allâh’ın bilgisi ve irâdesi dışında vuku bulmaz. Hiçbir kimsenin O’nun huzurunda hesaptan kaçıp kurtulması mümkün değildir. Dolayısıyla herkesin bu bilinçle hareket etmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/777) O geçici tasarruflar ortadan kalkar ve bütün hüküm Allâh’a âit olur. Onun için başka yola giden, başkalarına tapanlar sonunda şaşkın ve perişan olurlar. Allah yolunu tutanlar ise sonunda her murâda erer, bağışlanmaya ve yüce Allâh’ın hoşnutluğuna kavuşurlar. (ELMALILI, 7/40, 41)