43 / Zuhruf Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 89 âyettir. 45’inci âyeti Medîne döneminde inmiştir. Zuhruf, “altın ve mücevherler” anlamındadır. 35’inci âyetinde Allâh’ın insana bunlarla değil, kalbindeki meziyetlere göre değer verdiği anlatılmakta ve sûre bu adla anılmaktadır.
(H. T. FEYİZLİ, 1/488)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
43/1-16 GÖKTEN BİR ÖLÇÜYE GÖRE SUYU İNDİREN O’DUR
1. Hâ, Mîm.
2, 3. Apaçık (vegerçeğigösteren) Kitab’a yemin ederim ki! Şüphesiz biz onu, düşünüp akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’ân yaptık. [bk. 26/195]
4. Şüphesiz o, katımızda bulunan Ana Kitap (Levh–iMahfûz)’dadır. Çok yücedir, çok hikmetlidir. [bk. 56/77-78]
5. (Eu müşrikler!) Siz haddi aşan bir topluluk oldunuz diye, o Kur’ân’ı siz(egöndermek)ten vaz mı geçelim?
6. Biz, önceki (topluluk)lar içinden de nice peygamber(ler) gönderdik.
7. Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, mutl0aka onunla alay ederlerdi.
8. (Ey Peygamberim!) Bu yüzden biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olan (nice topluluklar)ı helâk ettik. Öncekilerin (ibret) örnekleri (birçokâyette) geçti.
9, 10. (Ey müşrikler! Allâh’a) andolsun ki müşriklere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” (diye) sorsan elbette: “Onları, herşeye gâlip, herşeyi bilen (Allah) yarattı.” derler. 10. O (Allâh) ki yeri sizin için bir beşik kıldı ve doğru gidesiniz diye onda yollar (vegeçitler) var etti.
11. O (Allah) ki gökten, suyu bir ölçüye göre indirmiştir. (İndirdiğimiz) bu su ile ölü bir memlekete can verdik. (Ey insanlar!) İşte siz de böylece (diriltilip) çıkarılacaksınız.
12, 13, 14. O (Allah) ki bütün çift (veçeşit)leri yaratmış, (denizde) gemilerden, (karada) hayvanlardan binekler var etmiştir. Ta ki (üzerlerineve) sırtlarına yerleşesiniz, sonra üzerlerine (binip) yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nîmetini düşünesiniz ve diyesiniz ki: “Bunu, bizim hizmetimize veren (Allâh’)ın şânı pek yücedir. Yoksa biz bun(lar)a güç yetiremezdik.” [bk. 16/7; 23/21-22; 40/79-81] “Ve elbette biz Rabbimize dön(üpgid)eceğiz.”
15. (HerşeyiyaratanAllaholduğuhâldeyarattığı) kullarından bâzısını O’nun bir parçası saydılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür (küfürveşirkiçindedir).
16. Yoksa O, yarattıklarından kızları kendisine alıp oğulları size mi ayırıp seçti?
1-16.(1, 2).‘Hâ, Mîm.’ 2. ‘Apaçık’ dillerin en fasîhi, anlaşılır olanı Arap dili ile indirildiği için mânâ ve lâfızlarıyla açık – seçik ve net olan ‘Kitab’a andolsun ki, şüphesiz, Biz onu düşünüp anlayasınız’ kavrayasınız, üzerinde tefekkür edip gereğince amel edesiniz ‘diye Arapça’ Arap diliyle fasih, beliğ ve vâzıh bir ‘Kur’ân kılmışızdır’ (S. HAVVÂ, 13/187)
Kur’ân-ı Kerîm ‘mübin’dir; Allâh’ın emir ve yasaklarını açıklamaktadır. İçeriği açık ve anlaşılır bir kitaptır. İfâdeleri fasih ve beliğdir. O, hak ile bâtılın, doğru ile eğrinin arasını net çizgilerle ayırmaktadır. (Ö. ÇELİK, 4/456)
(4).‘Şüphesiz o, katımızda bulunan Ana Kitap’dadır. Çok yücedir, çok hikmetlidir.’ Nesefi der ki: ‘Yâni o, belâğatının en üst seviyesindedir yâhut da aralarında mûciz bir kitap olması sebebiyle kitaplar arasında yüksek bir makâmıvemevkiivardır’ (S. HAVVÂ, 13/188) ‘Hikmet doludur’ Yâni bu kitap muhkemdir, sapasağlamdır. Karışıklıktan, eğrilikten uzaktır. Bütün bunlar ise onun şeref ve üstümlüğüne dikkat çekmektedir. (İbn Kesir’den S. HAVVÂ, 13/188)
Kur’ân, levh-i mahfuz denilen ‘korunmuş bir kaynak’tan gelmiştir; o yücedir ve hikmetlerle doludur. Levh-i mahfuz terkibine ‘Allâh’ın ilmi’ mânâsını verenler de olmuştur. Buna göre anlam şöyle olur: Kur’ân, Allâh’ın yüce ve hikmetlerle dolu ilminden gelmiştir, onun vahiy yoluyla bir yansımasıdır. (KUR’AN YOLU, 4/766)
Kur’ân-ı Kerîm’in içinde kayıtlı bulunduğu bildirilen ‘ümmü ‘l kitab’ Levh-i mahfuz’dur. Bunun bir diğer ismi de ‘kitâbun meknûn’dur. (bk. Vâkıa 56/77, 78; Bürûc 85/21, 22) Kur’ân ‘aliyy’dir, çok şereflidir, kendisine ulaşılıp değiştirilemeyecek kadar yücedir. ‘Hakîm’dir, nazmı, üslûbu, verdiği bilgiler çok sağlamdır. Baştan sona ilâhi hüküm ve hikmetlerle doludur. (Ö. ÇELİK, 4/456)
(5).‘Siz haddi aşan bir kavim oldunuz diye, o Kur’ân’ı siz(egöndermek)ten vaz mı geçelim?’ Yâni inkârda, haksızlıkta ısrarlı, cinâyette ileri gitmeyi âdet etmiş müşrikler olduğunuz için Peygamber’e bir zararınız dokunur diye çekinip de size nasihat ve ihtarda bulunmaktan, bir hatırlatma olan o kitabı indirmekten vaz geçeceğiz, kendi hâlinize bırakıvereceğiz mi zannediyordunuz? (ELMALILI, 7/45)
Cenâb-ı Hak, sonsuz şefkat ve merhameti gereği inkârcı kullarına: ‘Sizi bu hâlde bırakmak, benim rahmet ve keremimle bağdaşmaz. Ne kadar serkeşlik etseniz de, aşırı gitseniz de ben sizi boğulmaya, helâk olmaya terk etmem. O hâlde benim bu merhamet ve keremime karşı nankörlüğün, yüz çevirmenin ve bâtıla sarılmanın sonuçlarını hiç düşünmez misiniz?’ buyuruyor ve onları önceki toplumların hâllerinden ders almaya çağırıyor. (Ö. ÇELİK, 4/457)
Mekkeli müşrikler de Hz. Peygamber’i alaya aldılar. Yüce Allah, alay etmenin ilk olmadığını, daha önceki peygamberlerin de alay edildiklerini bildirerek Hz. Peygamber’i teselli etti. Peygamberle alay etmek, inkârdır. (İ. KARAGÖZ 7/8)
(6, 7, 8).‘Biz, önceki (toplum)lar içinden de nice peygamber(ler) gönderdik.’ ‘Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.’ ‘(Ey Peygamberim!) Bu yüzden biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olan (nicekavm)i helâk ettik. Öncekilerin örneği (birçokâyette) geçti.’ Bilindiği gibi ‘mesel’ sözlükte ‘örnek, ibret, vasıf ve haber anlamına gelmektedir. Ancak burada (…) en uygun yorum (…) Süddi’nin yorumudur. Zîrâ söz konusu müfessir ilgili sözcüğü ‘ibret’ olarak yorumlamıştır. Buna göre Kur’ân’da önceki topluluklarla ilgili anlatılan hususlar öncekiler için birer ibret vesikası demektir. Bu da Kur’ân’ın Âl-i İmran 3/13; Yûsuf 12/111; Nahl 16/66; Müminûn 23/21; Nûr 24/44; Nâziât 79/26, âyetlerinde açıkça ifâdesini bulmaktadır. Çünkü bu âyetlerin hepsinde ‘ibret’ sözcüğüne yer verilerek ilgili âyette yer alan kıssada akıl sâhipleri için alınacakbirer ibret olduğu ifâde edilmiştir. Esâsen kıssaların hedef ve gayelerinden biri de, insanların bu kıssalar üzerinde düşünmelerini ve ibret almalarını temin etmektir. Kur’ân kıssaları, genelde iyilik ve kötülüğün çatışmasını konu edinmektedirler. Bu çatışmada onlar hem iyilerin hem de kötülerin duygu ve düşüncelerini yansıtarak iyiliğin hak, kötülüğün bâtıl olduğunu gösterirler. (M. DEMİRCİ, 3/86)
(9).‘(Allâh’a) andolsun ki müşriklere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” (diye) sorsan elbette: “Onları, herşeye gâlip, herşeyi bilen (Allah) yarattı.” derler.’ Hz. Peygamber’in muhâtabı olan müşrik Araplar taptıkları putları, bunun nitelikleri bakımından Allâh’a eş ve eşit tutmuyorlardı; meselâ yaratma fiilinin Allâh’a mahsus olduğunu, bu kâinâtı ancak büyük bir güce ve bilgiye sâhip bir varlığın yaratabileceğini biliyor ve itiraf ediyorlardı. Onlara göre putların işi iyiliği elde etmek, kötülüklerden korunmak için kendileri ile Allah arasında aracı olmak ve onları Allâh’a yaklaştırmaktı; putlara bunun için tapınıyorlardı (Yûnus 10/18; Zümer 39/3). (KUR’AN YOLU, 4/769)
(10).‘O, size yeri beşik yapmış’ üzerinde hayâtınızı sürdürmeye ve içinde rahat etmeye elverişli bir yatak hâlinde kılmıştır. (S. HAVVÂ, 13/191)
Yerin döşek yapılması, üzerinde yaşamaya, yürümeye, çalışmaya ve istirahata uygun ve elverişli olmasıdır. Yeryüzünde insanlar mesken yapabiliyor, toprakta her türlü sebze, meyve ve benzeri ürünler yetiştirebiliyor. Yeryüzünü buna imkân verecek şekilde yaratan yüce Allah’tır. Bu, insanlar için bir nimettir. (İ. KARAGÖZ 7/11)
Bugün bizler, yeryüzünün insan türünün yaşama imkânı bulacağı bir beşik kılınması gerçeğine ilişkin olarak bu gezegenin ard arda çeşitli evrelerden geçtiğini, sonuçta insanların yaşamasına elverişli bir beşik hâline geldiğini biliyoruz. Bu evreler sürecinde yeryüzünün sert, kuru kayalık yüzeyi tarıma elverişli bir toprağa dönüşmüştür. Hidrojen ve oksijenin birleşmesi ile yeryüzünde su meydana gelmiştir. Dünyâ kendi ekseni etrâfında dönmesi ile ısısını dengeleyecek, yaşamaya elverişli olmasını sağlayacak günler oluşmuştur. Dönüş hızı da üzerinde canlı ve cansız varlıkların dengede durmasına, dağılıp saçılmamasına, uzay boşluğuna uçmamasına elverişli bir hâl almıştır. (S. KUTUB, 9/110)
(…) Yeryüzü uzay içerisinde boşlukta durmakta ve saatte 66 600 mil hızla hareket etmektedir. Arzın içinde bulunan sıcaklık taşları dahi eritecek güçtedir. Nitekim arz, ara sıra lâvlarını dışarıya püskürterek bu gücünü hissettirmektedir. Ancak bu dehşet verici tehlikeye rağmen Hâlik olan Allah, insanlar için yeryüzünü bir istirahat yeri kılmıştır. Dolayısıyla sizler onun üzerinde herhangi bir tehlikenin farkında olmaksızın dolaşmakta, uzayda baş aşağı durmamıza rağmen düşmeden gezebilmektesiniz. Yine yeryüzü, bir silâhtan çıkan mermiden daha hızlı dönmesine rağmen sizler, yeryüzünde herhangi bir problemle karşılaşmadan ekip biçebiliyor ve birçok nîmetler elde edebiliyorsunuz. (MEVDÛDİ, 5/248, 249)
‘ve yol bulasınız diye orada size yollar var etmiştir.’ Yâni yaptığınız yolculuklarda hedefinize götüren doğru yolu bulasınız diye bunu yapmıştır. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni bir yerden bir yere, bir bölgeden bir bölgeye, bir iklimden bir başka iklime yolculuk yapmanızı sağlamıştır.’ (S. HAVVÂ, 13/191)
(11).‘Allah gökten, suyu bir ölçüye göre indirmiştir.’ İbn Kesir der ki: ‘Ekinleriniz, meyveleriniz, hem sizin hem hayvanlarınızın içmesi için yeteri kadar su indirmiştir. (S. HAVVÂ, 13/191)
Yâni her bölge için yıldan yıla aşağı yukarı aynı miktarda yağan ve suyla beslemek sûretiyle toprağı verimli kılan yağmurlar gönderilmektedir. Bâzı bölgelerin kurak ve çöl olarak yaratılması ve bâzı bölgelere de yağmur gönderilmeyerek kıtlığın meydana gelmesi, Allâh’ın bir hikmetidir. Çünkü o bölgelere yağmur gönderildiği zaman insanlar, yağmurun ne kadar büyük bir nîmet olduğunu anlarlar. Ayrıca bu düzen ve sistemin bir yöneteni olduğu karşısında herkesin çâresiz kaldığı ve bir ülkeye yağan yağmurun ölçüsünü değiştirerek, koskoca arzın düzenini bozmaya veya sel ve tufan gelmesini engellemeye ya da bulutları istediği bölgeye götürmeye hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği anlatılmaktadır. (MEVDÛDİ, 5/249)
‘Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik.’ Canlıların yaratılışı ve hayâtın ortaya çıkışı suya bağlıdır. Çünkü her canlı varlık, canlılığını suya borçludur. (S. KUTUB, 9/112)
‘Siz de böyle tekrar diriltileceksiniz.’ Çünkü hayâtı ilk kez meydana getiren, aynı şekilde bu işlemi tekrarlayacaktır. İlk kez ölü topraktan canlı varlıklar çıkaran yüce Allah, kıyâmet günü tekrar bu canlıları topraktan çıkaracaktır. Çünkü bir şeyi tekrar yapmak ta ilk kez yapmak gibidir. Yüce Allâh’a göre bunun zor bir tarafı yoktur. (S. KUTUB, 9/112)
(12, 13, 14).‘O (Allah) ki bütün çiftleri yaratmış, gemilerden, hayvanlardan binekler var etmiştir.’ (…..) Hayâtın temeli, canlıların çifter çifter yaratılmış olmasıdır. Çünkü bütün canlılar çifttir. Hatta ilk önce yaratılan tek hücre hem erkeklik hem de dişilik özelliklerine sâhipti. Daha doğrusu, şâyet şu âna kadarki tabii bilimler alanındaki araştırmaların işâret ettiği gibi negatif elektron ve pozitif protondan meydana gelen atomu evrenin temeli kabul edecek olursak, sâdece canlıların değil, tüm evrenin temelinin çift unsurdan oluştuğunu söyleyebiliriz. (S. KUTUB, 9/113)
‘ezvâc’ (…) Burada kastedilen sözünü ettiğimiz çift kutupluluktur. Söz gelimi yer-gök, alt-üst, sağ-sol, ön-arka, geçmiş-gelecek, yaz-kış, gece-gündüz, ay-güneş, tatlı-acı, beyaz-siyah, alçak-yüksek, geçmiş-gelecek, zat-sıfat vb. hususlar âyetin ifâdesiyle ‘ezvâc’ anlamına gelmektedir. Çünkü bunların hepsi, çiftleri oluşturmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, yaratılan herşeyin çift olarak hâlk edilmesi de Allâh’ın birliğine işâret etmektedir. Bilindiği gibi elektrik enerjisi bile negatif (-) ve pozitif (+) kutupların bir araya gelmesinden meydana gelmektedir. Aynı şey hem insanlar hem hayvanlar hem de bitkiler için de söz konusudur. Zîrâ insanların, hayvanların ve bitkilerin de erkeği ve dişisi vardır. Bütün bunlar da bir taraftan Allâh’ın tek bir varlık olduğunu diğer taraftan da Kur’ân’ın mûcizevi yönünü göstermektedir. (M. DEMİRCİ, 3/87, 88)
‘Tâ ki (üzerlerineve) sırtlarına yerleşesiniz, sonra üzerlerine (binip) yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nîmetini düşünesiniz ve diyesiniz ki: “Bunu, bizim hizmetimize veren (Allâh’)ın şânı pek yücedir. Yoksa biz bun(lar)a güç yetiremezdik.” Onların sırtlarına bindiğiniz zaman kalplerinizle Rabbinizin nîmetini anasınız, bu nîmetleri itiraf ederek büyüklüğünü takdir edesiniz, Allâh’ı gönülden hatırladıktan sonra da lisânen O’na hamd edesiniz. Bundan hayret ve hayranlık duyarak ‘bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz’ diyesiniz. Yâni bu gemi ve hayvanları elimizin altına, onlara binmemiz, karada ve denizde yol almamız için emrimize verip merhamet gösteren Allah herşeyden pak; temiz ve münezzehtir. (İ. H. BURSEVİ, 18/361, 362)
Hadis: Rasûl-i Ekrem (s) ayağını üzengiye koyduğu zaman ‘Bismillâh’ der, hayvanın üzerine doğrulduğunda ‘Her hâlükârda Allâh’a hamd olsun. Tenzih ederim O Allâh’ı ki, bunu bize musahhar kılmış, yoksa biz bunu yanaştıramazdık ve her hâlde biz dönüp dolaşıp Rabbımıza varacağız.’ (Zuhruf, 43/13, 14) der ve üç tekbir alır ve üç de tehlil (Lâ İlâhe İllallah)(alır). (Müslim Hac 425, Ebû Dâvut, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel’den, ELMALILI, 7/46)
Diğer yandan Nûh (as)’ın gemiye binince okuduğu şu âyet de binite binerken okunabilir: ‘Bu binitin akıp gitmesi de durması da Allâh’ın adıyladır. Şüphesiz benim Rabbim, elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir.’ (Hûd 11/41, H. DÖNDÜREN, 2/783)
“Ve elbette biz Rabbimize dön(üpgid)eceğiz.” (Bu) cümle, kıyâmet kopunca insanların diriltileceğini, mahşer yerinde toplanacağını, hesaba çekileceğini, sonuçta müminlerin cennete ve kâfirlerin cehenneme gideceğini ifâde eder. Çünkü Hz. Peygamber’in ilk muhâtabı olan Mekkeliler öldükten sonra diriltileceklerine inanmıyorlardı. (30/8, 50/3, İ. KARAGÖZ 7/12)
Bütün dönüşlerimiz, dönüp dolaşmamız O’na doğrudur, nihâyet O’na varacağız. Bu âyet de mânâsı üzere İslâm’ın en büyük gâyesini, en büyük rûhunu, en büyük tesellîsini ifâde eder. Bu, burada şu ince anlama işâret ediyor ki; bir binite binen bir kimse yolculuğun bir değişim olduğunu düşünmeli, ondan da asıl büyük yolculuğu Allâh’a olan yürümeyi ve gidişi düşünmeli de o düşünceye göre hareket etmeli. Bundan çıkan sonuç ise binmenin sırf meşru bir iş için olmasıdır. (ELMALILI, 7/46)
(15).‘Ama müşrikler, kullarından bir kısmını O’nun bir parçası saydılar’ Yâni ‘melekler Allâh’ın kızlarıdır’ diyerek melekleri O’nun bir parçası ve bir kısmı kabul ettiler. Nitekim çocuk babasının bir cüz’ü gibidir. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 13/194)
Burada şunu belirtelim: Bu âyet-i kerîme yaratıkların, yaratanın bir parçası olduğunu söyleyen her türlü görüş ve kanaati reddetmektedir. Meselâ, ‘bu kâinat zât-ı ilâhiyenin bir parçasıdır’ yâhut ‘zât-ı ilâhiye kesifleşerek bu kâinat meydana gelmiştir’ şeklindeki görüşler, bu âyet-i kerîme ile reddedilmektedir. Çünkü böylesi bütün görüşler, cüz’iliği ifâde etmektedir ki, böyle bir iddiâ bu âyet-i kerimeyi inkâr etmektir. (S. HAVVÂ, 13/194)
‘Gerçekten insan apaçık bir nankördür’ Yâni açık bir şekilde nîmeti inkâr eden bir kimsedir. Çünkü O’na çocuk nisbet etmek bir küfürdür. Küfür ise her türlü nankörlüğün esâsıdır. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 13/194)
‘Kullarından bir kısmını Allâh’a bir parça yapmak’ kız veya erkek ona herhangi (bir) çocuk isnad etmektir. Çünkü evlât, nihâyetinde babasının bedeninden bir cüzdür. Bununla birlikte bir şahsı Allâh’ın zat, sıfat ve fiillerinde O’na ortak eder, Allâh’a yalvarır gibi o şahsa yalvarırsa, böylece o şahsa ilâhlık ve rablık izâfe etmiş sayılacağından onu Allâh’ın bir cüz’ü yapmış olur. Dolayısıyla şirkin her çeşidi bu âyetin kapsamına dâhildir. (Ö. ÇELİK, 4/460)
(16).‘Yoksa O, yarattıklarından kızları kendisine alıp oğulları size mi ayırıp seçti?’ Nesefi der ki: ‘Bu soru ile onların oldukça câhil ve oldukça hayret edilecek bir durumda oldukları ortaya konulmaktadır. Çünkü onlar, kendilerince daha aşağı olan bir konumu O’nun için, yine kendilerince daha üstün olan bir konumu da kendileri için seçmiş olmaktadırlar.’ İbn Kesir de şöyle demektedir: ‘Bu ifâde ile onların bu tutumları, alabildiğine inkâr ve reddedilmektedir.’ (S. HAVVÂ, 13/194)
43/17-25 BAK, YALANLAYANLARIN SONU NASIL OLDU?
17. Mekkeli müşriklerden biri: “Kızlar, Rahmân (olanAllâh)’a âittir.” dediği hâlde kendisi ise onun (doğumu) ile müjdelendiği zaman, yüzü kapkara olur ve kederinden yutkunup durur.
18. Onlar, kızları süs içinde yetiştiği ve kavga (vemücâdele)ye açık (uygun) olmadığı için mi (istemiyorlardaAllâh’anisbetediyorlar?)
19. Müşrikler Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Yoksa onların yaratılışlarında hazır mı bulundular? Onların (buyalan) ikrar ve iddiaları yazılacak ve sorguya çekileceklerdir. [krş. 16/57-58; 53/21-22; 17/40]
20. (Mekkeli müşrikler alay ederek:) “Eğer Rahman dileseydi (onlarıputlaştırıp) onlara tapmazdık.” derler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sâdece (inatlarından) yalan söylüyorlar.
21. Yoksa kendilerine bundan önce (iddiâlarınıiçinealan) bir kitap verdik de şimdi onlar buna mı tutunmaktadırlar?
22. Hayır! “Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinde doğruya erişiriz.” dediler.
23. (Ey Peygamberim!) İşte böyle, senden önce (kendilerinibâtılkuruntularlaaldatan) hangi beldeye uyarıcı (birpeygamber) göndermişsek, kesinlikle oranın şımarık varlıklıları (onaitaatetmeyipsanadediklerigibi): “Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uymuş kimseleriz.” dediler.
24. (Herpeygamber🙂 “Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem de mi (yineonlarauyacaksınız)?” dedi. (Onlarda🙂 “Doğrusu biz, sizinle gönderilen (dîn)i tanımıyoruz.” dediler.
25. Biz de kâfirlerden intikam aldık. İşte bak, (Hakkı) yalanların sonu nasıl oldu!
17-25. (17).‘Mekkeli müşriklerden biri: “Kızlar, Rahman (olanAllâh)’a âittir.” dediği hâlde kendisi ise onun (doğumu) ile müjdelendiği zaman, yüzü kapkara olur ve kederinden yutkunup durur.’ Yâni onlar, yüce Allâh’a böyle bir şeyi nispet etmekle birlikte onlardan herhangi birisine ‘Senin bir kızın oldu’ denilecek olursa kederlenir, keder ve öfkesinden yüzünün rengi değişir, acı ve ıstırapla dolar. (S. HAVVÂ, 13/194)
Burada ‘müşriklerin mantıksızlığı’ açıkça ortaya serilmektedir. Çünkü müşrikler, meleklere ‘Allâh’ın kızları’ derler, ‘Kız’ şeklinde putlar yaparlar ve onlara taparlardı. Buna karşılık şöyle buyurulmaktadır: ‘Sizler, kâinâtı Allâh’ın yarattığını, sizin için yeryüzünü beşik kıldığını, yağmur gönderip hayvanları hizmetinize verdiğini biliyor, ancak buna rağmen O’na ortak koşuyor ve başkalarına kulluk ediyorsunuz. Üstelik Allâh’a sâdece sıfatlarında ortak olmakla kalmıyor, O’nun zâtında da ortak olduğunu kabul ederek Allâh’a kız evlâtlar izâfe ediyorsunuz. Oysa kız çocuğunuzun olmasını kendiniz için bile utanç nedeni sayıyor, hatta onları (diri diri, M. SELMAN) gömmekten çekinmiyorsunuz. Bununla birlikte kendiniz için erkek evlâdı layık görürken, Allâh’a kız evlâtlar nispet ediyor, fakat yine de Allâh’a inandığınızı iddiâ ediyorsunuz. (MEVDÛDİ, 5/252, 253)
(18).‘Onlar, kızları süs içinde yetiştiği ve kavga (vemücâdele)ye açık (uygun) olmadığı için mi (istemiyorlardaAllâh’anisbetediyorlar.)’ Müşriklerin aşırı iffet duygusu, ömrünü bir başkasına süslenip püslenerek geçirecek olması, savaşta ve mücâdelede zayıf kalması gibi birtakım bahânelerle hoşlanmadıkları ve doğumu haberini alınca fevkalâde öfkelenip mosmor kesildikleri kız çocuklarını, büyük bir edepsizlik içinde Allâh’a nispet etmeleri kınanır. Onları son derece üzen ve öfkelendiren bu hastalığın iç dünyâlarında ne tür bir yangının ve huzursuzluğun sebebi olduğu ise Nahlsûresi16/58-59 âyetlerde anlatılır. (Ö. ÇELİK, 4/461)
Müşrikler, melekleri dişi kabul edip Allâh’ın kızları diyorlar, putlarına da dişi ismi veriyorlardı, buna rağmen, “Kızlar, erkek gibi güçlü olmaz.” diyerek kız çocuk istemiyorlardı. Fakat bu istememenin arkasındaki önemli sebeplerden biri de, onların iffetsiz bir ortama malzeme olmaları korkusuydu. İslâm’ın gelmesiyle kızlar, hem iffetsizlikten sokak süsü ve zevk aracı olmaktan hem de küçükken öldürülmekten kurtuldular. (H. T. FEYİZLİ, 1/489)
(19).‘Müşrikler Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.’ Hâlbuki melekler nûrâni mahlûklardır; onların erkeklik, dişilik ve ikisi arasında olmak gibi nitelikleri olmaz. Diğer taraftan onlar Allâh’ın kullarıdır. Hem onlar Allâh’ın kulu iken, nasıl aynı zamanda Allâh’ın çocukları olabilirler? (S. HAVVÂ, 13/195)
‘Yaratılışlarını mı görmüşler?’ Nesefi der ki: Yâni onlar bu iddiâlarını herhangi bir bilgiye dayanmaksızın ileri sürmektedirler. Çünkü şânı yüce Allah, bu konuda onlara kesin bir bilgi vermiş değildir. Ayrıca belli bir delil kullanarak da bu neticeye ulaşmamışlardır. Bu konuda bilgi sâhibi olmalarını gerektirecek şekilde onlara bir haber de ulaşmış değildir, ayrıca tanık oldukları bir durumu bildirebilmek için onların yaratılışlarına da tanık olmamışlardır.’ (S. HAVVÂ, 13/195)
‘Onların’ meleklerin dişiliklerine ve Allâh’ın çocukları olduklarına dâir ‘bu iddiâları yazılacak ve’ Kıyâmet gününde bundan dolayı ‘sorguya çekileceklerdir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu ise oldukça ağır bir tehdit ve kesin bir korkutmadır.’ (S. HAVVÂ, 13/195)
(20).‘(Mekkeli müşrikler alay ederek) derler ki: Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara kulluk etmezdik.’ Yâni yüce Allah eğer bizden meleklere ibâdeti terk etmeyi istemiş olsaydı, bundan engellerdi, bize engel olurdu. İbn Kesir de: şöyle demiştir: ‘Yâni yüce Allah dilemiş olsaydı, bizimle Allâh’ın kızları olduğunu iddiâ ettiğimiz meleklerin sûretleri olan bu putlara tapmamızarasına engel koyardı. (S. HAVVÂ, 13/195)
‘Onların bu konuda’ söyledikleri ve gösterdikleri delillerin doğruluğuna dâir ‘bir bilgileri yoktur. Onlar sâdece asılsız zanda bulunuyorlar.’ Yalan söylüyorlar, uyduruyorlar. (S. HAVVÂ, 13/195)
(21).‘Yoksa daha önce’ Kur’ân-ı Kerîm’den önce yâhut onların bu sözlerinden yâni şirklerinden önce ‘onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?’ Onu alıp, gereğince mi amel ediyorlar? Durum böyle olmadığına göre, yüce Allah’tan başkasına ibâdet etmelerinin herhangi bir delîli, belgesi yoktur. (S. HAVVÂ, 13/196)
(22).‘Hayır! “Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerinde doğruya erişiriz.” dediler.’ Hiçbir güce dayanmayan, tutarsız çelişkili olmasının ötesinde insanı gülünç duruma düşüren saçma bir sözdür bu. Düşünmeden, taşınmadan, bir kanıt, bir delil isteme gereği duymadan sâdece taklit etmenin, papağan gibi söylenenleri tekrar etmenin belirtisidir. Nereye gidiyoruz? Diye sormadan, yoldaki işâretleri bilmeden, nereye sürüklenirse o tarafa doğru giden hayvan sürüsünü andıran aşağılayıcı bir tablodur bu. (S. KUTUB, 9/117)
İslâm, fikir özgürlüğünü, serbest düşünceyi öngören bir dindir, bu yüzden bu tür aşağılayıcı bir taklitçiliği, günah ve ihtiraslarla övünmek amacıyla babaları, ataları körü körüne izlemeyi onaylamaz. Bir dayanak olmalıdır, bir kanıt olmalıdır, düşünüp değerlendirmek gerekir. Sonra kesin bir inanca, net bir anlayışa dayalı özgür bir seçim zorunludur. (S. KUTUB, 9/117)
22’nci âyetin ortaya koyduğu gerçek evrenseldir; târihte ve günümüzde inanç vekanaatlerin büyük bir kısmı taklîde dayanır.Burada taklitten maksat, kanıt aramadan, aklını işletmeden, şüphe ve test etmeden bir otoritenin söylediklerini kabul etmek ve ona inanmaktır. Müşrik Araplar da, Allah, din, putlar ve melekler gibi konulardaki bilgilerini vahiy, akıl, gözlem gibi güvenilir bilgi kaynaklarına değil, taklîde dayandırıyorlardı. (KUR’AN YOLU, 4/771)
Hâlbuki yüce Allah son Peygamber’i Hz. Muhammed (s) ile gönderdiği İslâm’dan başka bir din (yol ve sistem) aramanın kabul edilmediğini, arayanların da hüsrâna uğrayacağını aynı zamanda Allâh’ın sıfatlarını başka varlıklara vermenin şirk olduğunu bildirmiştir.) [krş. 2/138; 3/83, 85; 5/50] (H. T. FEYİZLİ, 1/489)
‘Senden önce de hangi kasabaya bir uyarıcı’ peygamber ‘gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları…’ Nesefi der ki: Âyet-i kerîmede geçen ve ‘varlıklıları’ diye meâli verilen ‘mütrefler’ ‘nîmet içerisinde yüzenleri’ demektir. Bunlar, nîmetin kendilerini azdırdığı, bunun sonucunda şehvet ve eğlenceden başka bir şeyi sevmeyen ve dînin sıkıntılarından, yükümlülüklerinden hoşlanmayan kimselerdir..’ (S. HAVVÂ, 13/197)
Onlar, mevcut sistemin sâyesinde zenginlik ve refah içinde olduklarından, sistemin yıkılmasını aslâ arzu etmezler. Onlar, peygamberlerin öne sürdükleri düşüncelerin kabul görmesi ve yayılması sonucunda, mevcut sistemin sâyesinde elde ettikleri makam ve mevkinin ellerinden alınacağını ve gayr-i meşru mal ve şereflerine el konulacağını bilirler. İşte bu nedenden ötürü onlar, peygamberlerin, yayılmasına çalıştıkları dâvânın en şiddetli muhâlifleridirler. (MEVDÛDİ, 5/255)
‘… Şöyle demişlerdir: Doğrusu biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların izlerine uyup gitmekteyiz.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Bu ifâde hem Peygamber (s)’e bir teselli hem de ataları taklit etmenin oldukça eski bir hastalık olduğunu açıklamadır.’ (S. HAVVÂ, 13/197)
(24).‘Şâyet size babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem, deyince…’ Eğer ben sizin atalarınızın dîninden daha çok doğru bir yol ve hidâyet olan bir din getirecek olursam, yine atalarınıza uymakta ısrar edecek misiniz? (S. HAVVÂ, 13/197)
‘Dediler ki: Doğrusu sizin gönderildiğiniz şeyi’ isterseniz bizim dînimizden daha çok hidâyetli olan bir dîni getirmiş olun; onu ‘biz inkâr ediyoruz.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni eğer onlar senin getirdiğin dînin doğruluğunu bilip kanaat getirseler dahi, yine buna itaat edip boyun eğmezlerdi. Çünkü onların maksatları kötüdür, hakka ve hak ehline karşı büyüklük taslayan inatçılardır.’ (S. HAVVÂ, 13/197)
(25).‘Biz de onlardan intikam aldık.’ Küfür üzere ısrarları sebebiyle lâyık oldukları şekilde çeşitli cezâlarla cezâlandırdık. Nitekim yüce Allah, bu cezâları onların kıssalarında açıklamış bulunmaktadır. ‘Yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak!’ İbn Kesir der ki: Nasıl helâk olup yok olduklarını ve yüce Allâh’ın müminleri nasıl kurtardığını gör!’ (S. HAVVÂ, 13/197)
43/26-35 RABBİNİN RAHMETİNİ ONLAR MI PAYLAŞTIRIYORLAR?
26-27. Bir zaman İbrâhim de, babasına ve kavmine demişti ki: “Doğrusu ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Sâdece, beni yaratan (Allâh’)a (ibâdetederim). Çünkü O, beni doğru yola eriştirecektir.”
28. (İbrâhim) bunu (“ancakbeniyaratanaibâdetederim” cümlesini) kendisinden sonra(kilerarasında) sürekli kalacak bir söz yaptı. Tâ ki (müşrikler, hakdîne) dönsünler.
29. Doğrusu ben, bunları da, babalarını da kendilerine Kur’an ve (onu) açıklayan bir peygamber gelinceye kadar faydalandırıp yaşattım.
30. (Mekkeli müşrikler) kendilerine Kur’ân geldiği zaman: “Bu bir sihirdir, doğrusu biz onu inkâr ediyoruz.” dediler.
31. Yine (müşrikler): “Bu Kur’ân, iki şehirden (MekkeveTâif’den) bir büyük adama indirilmeliydi” dediler.
32. Rabbinin rahmetini müşrikler mi paylaştırıyorlar? Dünyâ hayâtında onların geçimlerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğer bir kısmına iş yaptırabilsin diye birtakım derecelerle kimini, kiminin üstüne yükselttik. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.
33, 34, 35. Eğer kâfirlerin (birleşerek) bir tek toplum hâline gelme (tehlike)si olmasaydı, Rahmân (olanAllâh)’ı inkâr edenler için evlerine gümüşten tavan ve üzerine binip çıkacakları (gümüşten) merdivenler yapardık. Yine (onların) evlerine de (gümüş) kapılar ve üzerine yaslanacakları (gümüş) koltuklar (yapar) ve (onları) nice ziynet(ler)le (donatırdık). Bunların hepsi, dünyâ hayâtının geçici faydasından başkası değildir. Âhiret (saâdeti) ise Rabbinin katında muttakîlere (Allâh’ınemirlerineuygunyaşayan, aykırıdavranmaktansakınanlara) mahsustur.
26-35. (26, 27).‘Bir zaman İbrâhim de, babasına ve kavmine demişti ki: “Doğrusu ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Sâdece, beni yaratan (Allâh’)a (ibâdetederim). Çünkü O, beni doğru yola eriştirecektir.” Kureyş müşriklerinin yüz çevirdiği, kabul etmeye yanaşmadığı ‘tevhid (Yâni Allâh’ın birliği) çağrısı’ ataları İbrâhim’in var gücüyle insanlara duyurmaya çalıştığı çağrının kendisidir. Hz. İbrâhim (as) bu çağrı ile babasına ve soydaşlarına karşı çıkmış, onların çarpık inanç sistemlerine ters düşmüştür. Onların kendi atalarından devraldıkları inanç sistemlerinin peşine takılmamış, sırf babasının ve soydaşlarının uyduğunu gördüğü için körü körüne bu inanç sistemine bağlanmamıştır. Daha doğrusu açık ve kesin ifâdelerle onlarla ve inanç sistemleri ile hiçbir ilişkisinin olmadığını, onlardan ve çarpık inançlarından uzak olduğunu duyururken onlara şirin görünme, onları memnun etme çabası içine girmemiştir. (S. KUTUB, 9/119)
‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir.’ Hz. İbrâhim’in sözlerinden ve kendisini yaratan Allah hâriç, onların taptıkları diğer düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtmesinden anlaşılıyor ki, Hz. İbrâhîm’in soydaşları Allâh’ın varlığını temelden inkâr etmiyorlardı, sâdece O’na birtakım düzmece tanrıları ortak koşuyor, ondan başkasına kulluk sunuyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrâhim onların kulluk sunduğu düzmece tanrılardan uzak olduğunu belirtiyor ama, yüce Allâh’ı bu genellemenin dışında tutuyor ve yüce Allâh’ı en başta kulluk sunmayı gerektiren bir sıfatla nitelendiriyor; O’nun kendisini yoktan var ettiğini vurguluyor.Var eden O olduğuna göre, kulluk sunmayı hak(k) eden O’dur, diyor. Kendisini yoktan var eden, dünyâya getiren Allah olduğuna göre, O’nun kesinlikle kendisine doğru yolu göstereceğine ilişkin sarsılmaz inancını dile getiriyor. (S. KUTUB, 9/119)
‘Şüphesiz ki O beni hidâyete iletecektir.’ Hidâyet üzerinde bana sebat verecektir. (S. HAVVÂ, 13/198)
(28).‘Ve onu’ yâni İbrâhim (as) tevhid kelimesini ‘ardından geleceklere devamlı kalacak bir mîras olarak bıraktı.’ Zürriyeti arasında bir mîras bıraktı. Onun zürriyetinden gelenler arasında her zaman için Allâh’ı tevhid eden kimseler bulunagelmiştir. (S. HAVVÂ, 13/198)
28’nci âyetteki ‘kelimetün bâkiye / kalıcı söz’ ile maksat, ‘BenancakbeniyaratanAllâh’aibâdetederim, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur’ sözüdür. (İ. KARAGÖZ 7/23)
‘(Müşrikler) Belki artık doğru yola dönerler.’ Nesefi der ki: ‘Yâni olur ki onlardan şirk koşan kimse, aralarından tevhîde bağlı olanların dâveti ile şirkten döner. Bu umut ifâdesi İbrâhim (as)‘e âittir.’ (S. HAVVÂ, 13/198)
(29).‘Doğrusu ben, bunları da, babalarını da kendilerine Kur’an ve açıklayan bir peygamber gelene kadar geçindirdim.’ Yâni yüce Allah, ömürlerini uzatıp bol nîmetler vererek, onları geçindirip faydalandırdı. Onlar da tevhid kelimesine bağlanacakları yerde, kendilerine verilen bu süreye aldandılar. Nîmetlere dalıp oyalandılar, şehevi arzularının peşine takıldılar, şeytana itaat ettiler. İşte böylelerinin soyundan gelenlere tevhid sancağını taşıyan ve Allâh’ın emir ve vahyi ile O’na dâvet eden İbrâhim soyundan birisinin gelmesinde hayret edecek bir durum yoktu. (S. HAVVÂ, 13/198)
(30).‘(Ancakşimdi) kendilerine Kur’ân geldiği zaman: “Bu bir sihirdir, doğrusu biz onu inkâr ediyoruz.” dediler.’ İbn Kesir der ki: ‘Ona karşı büyüklendiler ve inatlaştılar. Küfürleri, kıskançlıkları ve azgınlıkları dolayısıyla onu defetmeye, bertaraf etmeye, engellemeye çalıştılar.’ (S. HAVVÂ, 13/198)
(31).‘Yine (müşrikler): “Bu Kur’ân, iki şehirden (MekkeveTâif’den) bir büyük adama indirilmeliydi” dediler.’ Karyeteyn: Mekke ile Taif(dir). Demek ki Kur’ân’ın güzelliğini hissediyorlar da onu Peygamber’e yakıştıramıyorlar, zavallılar büyüklüğü dünyâ malı, dünyâ makâmı ile sanıyorlar. Mekke’de Velîd b. Mugire, Taif’te Urve b. Mes’ud es Sakâfi gibi, dünyâca zengin gördükleri kimseleri Peygamber’den büyük sayıyorlar da Kur’ân’ı da onlara lâyık görüyorlar. (ELMALILI, 7/51)
Kâfirler şöyle bir iddiâ ileri sürüyorlardı: ‘Allah, gerçekten bir kitap gönderecek olsaydı, Mekke ve Taif gibi iki büyük şehrin ileri gelenlerinden gönderirdi. Peygamber olacak hiç kimse kalmadı da, Muhammed gibi dünyâya yetim gelmiş, servet sâhibi olmayan, gençliğini çobanlıkla geçirmiş, şimdi de zengin hanımının mal varlığına dayanarak geçimini temin eden ve kabîlesinin ileri gelenlerinden de olmayan birine mi peygamberlik geldi.’ (MEVDÛDİ, 5/257)
Onların yanılgısı şu noktada düğümlenmektedir: Onlar âhirete inanmayıp bütün hayâtı dünyâdan, dünyâ zevk ve eğlencesinden ibâret görüyorlardı. Onlar için en mühim değer ölçüsü para, mal, mülk ve diğer maddi imkânlardı. İnsan bunları ne kadar elde eder, biriktirir, yer, içer, eğlenirse; nefsin o doymaz hazlarını ne kadar teskin ve tatmin ederse o kadar avantajlı, o kadar akıllı ve üstündür. İşte bu anlayış, İslâm’ın getirdiği hayat anlayıyşıyla taban tabana zıddır. Üstelik dünyâda rızıkları ve geçimleri akıl, zekâ ve istidatları; maddi ve mânevi tüm nîmet ve imkânları paylaştıran insanlar değil, kesinlikle Allah Teâlâ’dır. (Ö. ÇELİK, 4/465)
(32).‘Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?’ Bu konuda karar vermek onlara düşmez. Bu, yüce Allâh’ın işidir. O kime peygamberlik vereceğini en iyi bilendir. O peygamberliği insanlar arasında kalbiyle, rûhuyla en temiz , âilesi itibâriyle en şerefli, aslı itibâriyle en tâhir olanlarına indirir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/201)
‘Dünyâ hayâtında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni bizler daha aşağı bir derecede olan rızkı paylaştırmak meselesini dahi onlara bırakmadığımıza göre, peygamberliği nasıl olur da onlara bırakırız? Veya Ben, kimini kimine rızık bakımından üstün tuttuğum gibi, peygamberliği de dilediğime özel bir lütuf olarak bağışlarım, demektir. (S. HAVVÂ, 13/201, 202)
Cenâb-ı Hak, insanlardan kimini bilgin, kimini câhil, kimini zengin, kimini yoksul, kimini işveren, kimini işçi, kimini yönetici, kimini yönetilen yapmak sûretiyle toplumda ‘iş bölümü’ ve ‘sosyal dengeler’ meydana getirmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/783)
‘Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık.’ Buna göre zengin yoksul, işveren işçi her biri toplumun çeşitli katmanlarını oluşturur. Zenginin sırf zenginliğinden ötürü bir üstünlük hâlinden söz edilemeyeceği gibi, yoksulun yoksulluktan ötürü bir eksikliği bulunmaz. İnsanlar arasındaki bu yetenek, eğitim, meslek ve servet farkları, onları birbirine bağlayan ve birbirine muhtaç hâle getiren önemli bir denge unsurudur. (H. DÖNDÜREN, 2/783)
‘Rabbinin rahmeti onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni şânı yüce Allâh’ın kullarına olan rahmeti, onların ellerinde bulunan dünyâ mallarından daha hayırlıdır.’ İbn Kesir’in bu ifâdesine göre insana düşenin, yüce Allâh’a güvenip dayanmak olduğunu, kendi elinde bulunan şeylere yüce Allâh’ın elinde bulunanlardan daha fazla güvenmemesi gerektiğine bir işâret vardır. (S. HAVVÂ, 13/203)
Yüce Allah, peygamberik gibi, kendi katından değerli ve bu yüzden ‘rahmet’ olan mânevi nimetini, üstün meziyetlere sâhip olanlara verir. Bu rahmet, müşriklerin değer verdiği asâlet, servet, güç ve iktidardan çok daha iyi ve hayırlıdır. Aynı zamanda cennet nîmetleri de daha hayırlıdır. Niçin? Çünkü dünyâ ve nîmetleri geçici, âhiret nîmetleri kalıcıdır. Dünyâ nîmetleri tükenir, âhiret nîmetleri tükenmez. (İ. KARAGÖZ 7/27, 28).
(33, 34, 35).‘Eğer kâfirlerin (birleşerek) bir tek topluluk hâline gelme (tehlike)si olmasaydı, Rahman (olanAllâh)’ı inkâr edenler için evlerine gümüşten tavan ve üzerine binip çıkacakları (gümüşten) merdivenler yapardık.’ (Bu âyet-i kerîmede müslüman toplumların, Ehl-i Kitab’ın zenginlik ve refâhına imrenip onlarla bir topluluk hâline gelip de sosyal ve kültürel yönden kimliklerini kaybetmemeleri için önemli bir mesaj vardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/490)
‘Evlerinin kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları kerevetleri de’ evlerinin kapıları üzerindeki kilitler ve oturup yaslandıkları ne varsa hep gümüşten yapardık. ‘ve altına boğardık.’ Altın ile süs ile bezerdik. Yâni: Şâyet insanların tümü kâfir olmayacak olsalardı, Biz kâfirlere hepsi de gümüşten olan tavanlar, merdivenler, kapılar, koltuklar verirdik. Herşeyden onlara zînet ihsan ederdik. ‘Fakat gerçek şu ki, bunların hepsi dünyâ hayâtının geçimliğidir.’ Yâni, bunlar Allah katında önemsiz, değersiz olan, fâni ve geçici olan dünyâlıklardandır. ‘Âhiret ise Rabbinin katında takvâ sâhipleri içindir.’ Yâni Allah katında âhiretin sevâbı, emrettiklerini uygulayıp yasaklarından kaçınmak sûretiyle Allah’tan sakınan kimseler içindir. (S. HAVVÂ, 13/203, 204)
‘Bütün bunlar dünyâ hayâtının geçimliğidir.’ (Yâni) bütün detaylarıyla anlatılmış olan bu dayalı, döşeli, yaldızlı evler, konaklar, yalılar vs. hepsi geçici dünyâ hayâtında bir faydalanmadan ibârettir. Devâmı yoktur. Pişmanlık ve sorumluluktan başka elde bir şey kalmaz. (İ. H. BURSEVİ, 18/401)
Buna göre bir kimseye sınav olarak verilen dünyâ malı, onun Allah katındaki derecesini ve kıymetini göstermez. Nitekim Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurur: Hadis: ‘Eğer dünyâ, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sâhip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyâdan bir yudum su bile içirmezdi. (Tirmizi Zühd 13’den Ö. ÇELİK, 4/467)
Hadis: Uyanık olun! Şüphesiz dünyâ değersizdir. Dünyânın malı da mülkü de kıymetsizdir. Ancak Allâh Teâlâ’nın zikri ve O’na yaklaştıran şeylerle, güzel şeyleri öğreten ve öğrenen olmak başkadır.’ (Tirmizi Zühd 14, İbn Mâce Zühd 3’den Ö. ÇELİK, 4/467)
Hadis: (…) Rasûlullah (s) hanımları ile îlâ yaptığı sırada, onlara bir ay süre ile yaklaşmayacağına dâir yemin ettiğinde, sundurmanın altına çekildiği yerde, Hz. Ömer yanına çıkıp üzerinde yattığı hasırın vücûdunda iz bıraktığını görünce gözleri yaşla dolup ağladı. Ve şöyle dedi: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, işte Kisrâ ve Kayser o bilinen hâlleri içerisinde iken sen Allâh’ın yarattıkları arasında en seçkin bir kimse olarak (bu hâlde bulunuyorsun). Rasûlullah (s) o sırada yaslanmış bulunuyordu. Bunun üzerine oturdu ve şöyle buyurdu: ‘Şüphe mi ediyorsun yoksa ey Hattâb’ın oğlu?’ Daha sonra sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Onlar öyle kimselerdir ki, iyilikleri kendilerine dünyâ hayâtında âcilen / hemen verilmiştir.’ Bir diğer rivâyette şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: ‘Dünyâ hayâtının onlara, âhiretin de bizlere âit olması seni memnun etmez mi?’ (S. HAVVÂ, 13/219)
43/36-45 ŞÜPHESİZ SEN, DOSDOĞRU YOLDASIN
36. Kim de Rahmân (olanAllâh)’ın zikri (Kur’ân’ıvehükümleri)ni görmezlikten gelirse, biz de ona bir şeytanı musallat ederiz ki artık o, onun arkadaşı olur.
37. Şüphesiz bu (şeytan)lar, onları yoldan çevirirler, onlar da kendilerinin doğru yola erişmiş olduklarını sanırlar.
38. Nihâyet (arkadaşıyüzündenyoldançıkanokimse), (kıyâmet günü) bize geldiği zaman (oarkadaşına): “Keşke benimle senin aranda iki doğunun (yânidoğuilebatının) uzaklığı kadar, uzaklık olsaydı: Meğer sen, ne kötü arkadaş (imişsin!)” diyecek. [bk. 18/103-104; 55/17]
39. (Ey kâfirler!) Bugün (pişmanlığınız) aslâ size fayda vermeyecek. Çünkü (dünyâdasapıp) zulmettiniz. Şüphesiz siz, azapta da ortaklarsınız (denilecek).
40. (Rasûlüm!) Artık o sağırlara sen mi duyuracaksın? (Duyuramazsın) Yâhut o körleri ve apaçık bir sapıklıkta olanları sen mi doğru yola eriştireceksin? (Eriştiremezsin.)
41, 42. (EyRasûlüm!) Biz seni (dünyâdanalıp) götürsek bile, onlardan mutlaka yine intikam alacağız. Yâhut onlara vaadettiğimiz (azâb)ı (dünyâda) sana da gösteririz. Çünkü bizim onlara karşı gücümüz yeter.
43. (Rasûlüm!) Sana vahyedilen (Kur’ân)a sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yol üzerindesin.
44. (Ey peygamberim!) Şüphe yok o (Kur’ân), senin için de, ümmetin için de bir öğüttür. İleride (hepiniz, onauyupuymadığınızdan) sorulacaksınız.
45. (Ey peygamberim!) Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz(inümmetveâlimlerin)den sor: Rahmân (olanAllah)’tan başka ibâdet edilecek ilâhlar var etmiş (onlaratapının / kullukedindemiş) miyiz?
36-45. (36).‘Kim de Rahmân’ın zikri (Kur’ân’ıvehükümleri)ni görmezlikten gelirse, biz de ona bir şeytanı musallat ederiz ki artık o, onun arkadaşı olur.’ Dünyâda da âhirette de onunla birlikte olur. Dünyâda onu günahlara iter, Kıyâmet gününde de onunla birlikte cehenneme girer. Nesefi şöyle demektedir: ‘Bu buyrukta Kur’ân-ı Kerîm’i (yâni zikri) devamlı okuyan kimse ile şeytanın birlikte olamayacağına, onunla yoldaşlık edemeyeceğine dâir bir işâret bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/210)
‘.. Rahmân’ın zikrine karşı körlük etmek’ Kur’ân’ın emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını, öğüt ve ilkelerini görmezlikten gelmek, özel, âile ve toplum hayâtında ilâhi mesajları dikkate almamaktır. Burada sözü edilen körlük, fiziksel anlamda değil; Kur’ânî gerçekleri dikkate almamak ve Kur’an hükümlerini yok saymak, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/31)
Hadis: Sizden her birinizin bir tâne cinlerden, bir tâne de meleklerden kendisine sardırılmış arkadaşı vardır.’ Sahâbe-i kiram: ‘Ya Rasûlallah! Size de cinlerden bir şeytan sardırıldı mı?’ diye sorunca Peygamberimiz (s): ‘Evet, bana da bir şeytan musallat oldu. Fakat Allah Teâlâ ona karşı bana yardım etti. Ve o şeytan müslüman oldu. Artık bana sâdece hayrı telkin etmektedir.’ buyurdu. (Ahmed b. Hanbel 1/385’den, İ. H. BURSEVİ, 18/406)
(37).‘Şüphesiz ki onlar’ yâni şeytanlar ‘bunları’ Rahmân’ın zikrini görmezlikten gelenleri ‘yoldan’ hidâyetten, doğruluktan ‘çıkarırlar. Bunlar’ zikri görmezlikten gelenler ‘da doğru yolda olduklarını sanırlar.’ Hâlbuki onlar dalâlettedirler ve hidâyet üzere olduklarını zannederler. Nitekim insanların pek çoğunun durumu da böyledir. Her bir kişi üzerinde bulunduğu yolun hidâyetin kendisi olduğunu zannetmektedir; fakat durum hiç de öyle değildir. (S. HAVVÂ, 13/210)
(38).‘Nihâyet (Rahman’ın zikrini görmezlikten gelen kimse (Kıyâmet günü) ‘Bize gelince’ yoldaşı olan şeytana ‘der ki: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı.’ Doğu ile batı birbirinden ne kadar uzaksa, aramızdaki uzaklık ta bu kadar olsaydı; ‘ne kötü arkadaşmışsın sen’ ey şeytan! (S. HAVVÂ, 13/210, 211)
Şeytanın insan ve cinlerden olan tâifesi, kendini yandaş edinenleri, Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye değil, O’nun yasakladıklarına yöneltir, günah işlemeye teşvik eder ve kötü işleri câzip gösterir. (H. T. FEYİZLİ, 1/491)
(39).‘İkiniz de zâlim olduğunuz için bugün pişmanlığınızın size hiç faydası yoktur. Şüphesiz ki siz azapta da ortaksınız.’ Yâni siz gerçekten de zâlim ve kâfir idiniz ve artık sizin de, başka bir kimsenin de zâlim olduğunuza dâir herhangi bir kuşkusu kalmamıştır. (…) İbn Kesir der ki: Yâni cehennemde bir arada olmanızın ve acıklı azapta berâber bulunuşunuzun size bir faydası olmayacaktır.’ Böylelikle yüce Allah gâfillerin ve kitabından yüz çevirenlerin dünyâ ve âhiretteki âkıbetlerini de açıklamış bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 13/211)
(40).‘Sen mi duyuracaksın o sağırlara.’ Çünkü bu gibi kimselerin kulaklarında hakkı işitmeye karşı sağırlık vardır. ‘Yâhut körleri’ görmeyen kimseleri, yâni basiretleri körelmiş ve kalplerindeki körlük dolayısıyla hakkı göremeyen kimseleri ‘ve’ haktan sapıp hakkı da yolunu da tanıyamayan, ona götürecek yolu da bilemeyen ‘apaçık sapıklıkta olanları sen mi doğru yola eriştireceksin?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bu iş sana düşmez, sana düşen tebliğden ibârettir. Onları hidâyete iletmek sana âit bir görev değildir. Fakat yüce Allah dilediğine hidâyet verir, dilediğini saptırır, O adâletle hüküm veren mutlak egemendir.’ (S. HAVVÂ, 13/211, 212)
Peygamberin görevi ise dinleyene dinletmektir. Görene göstermektir. Onlar organlarını devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve ruhlarının açık pencerelerini tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde yüzmelerinin sorumluluğu da peygambere âit değildir. Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği kadarıyla görevini yerine getirmiştir. (S. KUTUB, 9/129, 130)
(41, 42).‘Seni aralarından alsak dahi’ onlara karşı muzaffer etmeden ve onların başına gelecek musîbetlerle müminlerin kalplerine şifâ vermeden önce rûhunu alsak dahi ‘muhakkak ki Biz onlardan intikam alırız.’ Dünyâda da âhirette de onlardan en kötü şekilde intikam alacağız. İbn Kesir der ki: ‘Yâni sen kendin, dünyâdan gitsen dahi, onlardan intikam alışımız ve cezâlandırmamız kaçınılmaz bir şeydir.’ (S. HAVVÂ, 13/212)
Katâde bize; ‘Seni aralarından alsak dahi, muhakkak ki Biz onlardan intikam alırız’ buyruğunu okudu ve şöyle dedi: ‘Peygamber (s) gitti ve geriye intikam kaldı. Şânı yüce Allah peygamberine ümmeti arasında kendisi geçip gidinceye kadar hoşuna gitmeyecek bir şey göstermedi. Fakat her ne kadar peygamber geldiyse, ümmetinin cezâya çarptırıldığını görmüştür. Bundan tek istisnâ sizin peygamberinizdir. Salât ve selâm ona.’ Ayrıca Katâde şöyle dedi: ‘Bize anlatıldığına göre, Rasûlullah (s) kendisinden sonra ümmetinin başına gelecek musîbetler gösterildi. O bakımdan yüce Allah rûhunu kabzedinceye kadar çok rahat bir şekilde güldüğü görülmemiştir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/220, 221)
‘Yâhut onlara vaadettiğimiz (azâb)ı (dünyâda) sana da gösteririz. Çünkü bizim onlara karşı gücümüz yeter.’ Her peygamber ümmetine gelen belâ ve musîbetleri görmüştür. Yalnız bizim peygamberimiz bundan müstesnâdır. Allâh ona ikram etmiş, Peygamberimiz (s) ümmetinden ancak göz aydınlığı ve memnûniyet duyacağı şeyler görmüştür. Ümmet için takdir edilen birçok belâ ve musîbetler peygamberimizin vefâtından sonraya bırakılmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 18/414)
Hadis: Sizin amelleriniz her pazartesi ve Perşembe günleri bana arz edilir. Ben bunlardan hayır olanlara karşı Allâh’a hamd ederim, şer olanlara karşı ise sizin adınıza Allah’tan bağışlanma dilerim. (Camiussağir 3771, Kenzül Ummâl 31 903’den İ. H. BURSEVİ, 18/415)
(43).‘(Rasûlüm!) Sana vahyedilen (Kur’ân’a)a sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yol üzerindesin.’ Hiçbir eğriliği bulunmayan din üzeresin. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni sen, kalbine indirilmiş bulunan bu Kur’ân-ı Kerîm’i al! Çünkü o hakkın kendisidir. Bu Kur’ân-ı Kerîm’in gösterdiği şey haktır. Allâh’ın dosdoğru yoluna götürür, nîmet dolu cennetlere, kalıcı ve ebedi hayırlara ulaştırır. (S. HAVVÂ, 13/212)
‘sen dosdoğru yol üzeresin.’ Dosdoğru yol ile maksat, İslâm dînidir. İslâm dîni, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği yegâne hak dindir. (3/19, 4/69; İ. KARAGÖZ 7/37, 38)
‘Zîrâ sen, dosdoğru yoldasın.’ Yüce Allah bu gerçeği vurgulayarak peygamberine moral veriyor, güven aşılıyor. Bu aynı zamanda dosdoğru yoldan sapanların türlü eziyetleri ile, inatları ile karşılaşsalar bile, peygamberimizden sonra dâvet görevini üstlenen dâvetçilere de bir mesajdır. Onlara da güven aşılama amacına yöneliktir. (S. KUTUB, 9/130)
(44).‘Şüphe yok o (Kur’ân), senin için de, ümmetin için de bir öğüttür.’ İbn Kesir (..) şöyle demektedir: ‘Bu Kur’ân-ı Kerîm, kendi dilleriyle nâzil olduğundan dolayı onlar için bir şereftir. Zîrâ insanlar arasında onu en iyi anlayabilecekler onlardır. O bakımdan bütün insanlar arasında onu en mükemmel şekilde uygulayanlar ve onun ne dediğini en iyi bilenler onlar olmalıdır. Nitekim önceki muhâcirler ile onlara benzeyen ve onların yolundan giden ihlâs sâhibi seçilmiş kimseler ve Arapların en hayırlıları böyle idi.’ (S. HAVVÂ, 13/222)
‘Sorguya çekileceksiniz.’ İbn Kesir’in açıkladığına göre: yâni bu Kur’ân-ı Kerîm’den dolayı onunla nasıl amel ettiğinizden, çağrısını kabul edip etmediğinizden dolayı sizler sorguya çekileceksiniz.’ (S. HAVVÂ, 13/223)
(45).‘Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize (onların ümmetlerine ve din âlimlerine) sor.’ Yâni haberin olsun ki, peygamberlerin hepsi Allah’tan başka ilâh olmadığı husûsunda sözbirliği içindedirler. Hiçbirisi müşrikliği, putperestliği kabul etmemiştir, isterse ümmetlerinin mümin bilginlerinden, eserlerinden ve ruhlarından sor veya ictihad ile inceleyip delil getir. (ELMALILI, 7/53)
Burada ‘onların ümmetlerine’ şeklinde bir muzaf takdirine ihtiyaç vardır. Gerçekten, önceden gönderilen peygamberlere sormak mümkün olmadığından mânâ, ‘önceden gönderdiğimiz elçilerin ümmetlerine ve din âlimlerine sor!’ demektir. Bu tarzda bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır: ‘Eğer sen, sana indirdiğimizden şüphede isen senden önce kitabı okuyanlara sor.’ (Yûnus 10/94, İ. H. BURSEVİ, 18/419)
Mücâhid, Dahhâk, el Hasen el Basri, Katâde ve Süddi’ye göre de sözü edilen sorgulama, ‘ehl-i kitap müminlerine’ yöneliktir. (…) Denilebilir ki, Allah Teâlâ elçisinden söz konusu âyette yer alan bu soruyu, Ehl-i Kitap müntesiplerine sormasını istemiş olmalıdır. Buradaki amaç da, Allâh’ın yeryüzüne indirdiği tüm ilâhi dinlerin tevhîde dayalı olduğunu gözler önüne sermektir. Zîrâ tevhid tüm peygamberlerin tebliğ ettikleri ortak inancı oluşturmaktadır. (M. DEMİRCİ, 3/90, 91)
43/46-56 ANDOLSUN BİZ MÛSÂ’YI FİRAVUN’A GÖNDERMİŞTİK
46. Andolsun ki biz, Mûsâ’yı, mûcizelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik de (onlara): “Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim (banaîmanedin).” dedi.
47. (Birde) onlara, mûcizelerimizi getirince, hemen bunlara gülüştüler.
48. Onlara gösterdiğimiz her bir mûcize, diğerinden daha büyüktü. Belki (inkârdan) dönerler diye de onları (türlü) azâba tâbi tuttuk. [bk. 7/133-136; 17/101]
49. (Onlarbaşlarınagelenfelaketlerigörünce, Mûsâ’ya🙂 “Ey sihirbaz! Rabbine bizim (buazaptankurtulmamız) için sana olan ahdine göre duâ et. O zaman biz (îmanedip) hidâyete ereceğiz.” dediler.
50. Fakat biz (duâsınıkabuledip) onlardan azâbı kaldırınca, hemen onlar verdikleri sözden döndüler (ve îman etmediler).
51. (Çünkü) Firavun, kavminin içinde bağırıp dedi ki: “Ey kavmim! Mısır’ın hükümdarlığı benim değil mi? Bu nehirler, (sarayımda) altımdan akmıyor mu? Hâlâ (büyüklüğümü) görmüyor musunuz?”
52. “Yoksa ben, şu zavallı, (maksadınadâir) sözü neredeyse açıklayamayacak (durumda) olan (Mûsâ’)dan daha iyi değil miyim?”
53-54. “(Eğerdediğidoğruise, gökten) üstüne altın bilezikler atılmalı ve berâberinde birbiri ardınca melekler gelmeli değil miydi,” diyerek, kavmini küçümsedi (vesuçladı), onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış (fâsık) bir topluluk idiler. [bk. 28/38]
55, 56. Nihâyet, onlar bizi kızdırınca, kendilerinden intikam aldık ve onları toptan (suda) boğduk. Böylece onları, sonradan gelenler için (ibretlik) bir geçmiş ve misâl yaptık. [bk. 10/92; 43/55-56]
46-56. (46).‘Andolsun ki biz, Mûsâ’yı’ pek çok ‘mûcizelerimizle Firavun’a ve’ emir, vezir, komutan, tâbi ve genel uyruklarından oluşan ‘ileri gelenlerine göndermiştik de’ Mûsâ (as) ‘demişti ki: Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim.’ Allâh’ın size gönderdiği peygamberiyim. İfâdelerin akışından onların, iddiâsının doğruluğuna dâir delil ortaya koymasını ve açık bir mûcize getirmesini istediklerini anlamaktayız. Bunun delili ise yüce Allâh’ın ‘Onlara mûcizelerimizle varınca, onlar bunlara gülüvermişlerdi.’ Yâni onlar bu mûcizelerden dolayı alay ediyor ve onlara ‘büyüdür’ diyorlardı. (S. HAVVÂ, 13/225)
Bu kıssa, burada üç nedene dayalı olarak beyan edilmektedir. (1) Birincisi, ‘Allah bir topluma peygamber gönderdiğinde, o topluma bir fırsat vermiş olur. Şâyet o toplun bu fırsattan yararlanamadığı takdirde, âkıbetiFiravun’un âkıbetinebenzer. Başka bir deyişle, Firavun’un sonu, insanlık için bir ibrettir.’ (2) İkincisi, ‘Firavun da tıpkı Kureyşlilerin Hz. Muhammed’i aşağı gördüğü gibi, Hz. Mûsâ’yı da aşağı görmüştü. Ancak, Allâh’ın takdîri farklı olduğundan, Firavun’u helâk ederek, onlara kimin hakir olduğunu göstermişti.’ (3) Üçüncüsü ise, ‘Allâh’ın âyetlerine karşı büyüklenerek alay edenlerin, daha önce nasıl bir sonla karşılaştıklarını görerek ders almaz ve tavrınızı değiştirmezseniz, sizin de sonunuz aynı olacaktır. (MEVDÛDİ, 5/262)
(48).‘Onlara ne kadar mûcize gösterdiysek, mutlaka öncekinden daha büyüktü.’ Diğer âyetten daha büyük, yâni harikulâde olmak husûsunda kendisinden önceki mûcizeden daha azametli idi. (S. HAVVÂ, 13/225)
‘Belki’ küfürden îmâna ‘dönerler diye onları azâba uğrattık.’ Tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar, kan, ekin, meyve ve nüfus azlığı gibi şeylerle azâba uğratmakla birlikte geri dönmediler. (S. HAVVÂ, 13/225)
(49).‘(Onlarbaşlarınagelenfelâketlerigörünce, Mûsâ’ya🙂 “Ey sihirbaz! Rabbine bizim (buazaptankurtulmamız) için sana olan ahdine göre duâ et. O zaman biz hidâyete ereceğiz.” dediler.’ Hz. Mûsâ’ya ‘sihirbaz’ diye hitap etmeleri ve verdikleri ahitten dönmeleri, ne kadar inatçı olduklarını göstermektedir. Böyle davranmakla suçlu olduklarını açıkça ortaya koydukları için Allah, Firavun ve kavmini yok etmiştir. Ayrıca onların, Hz. Mûsâ’yı ‘sihirbaz’ olarak nitelemiş olmalarından, onun gerçekten sihirbaz olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü onlar, bunun, âlemlerin Rabbi tarafından verilmiş bir mûcize olduğunu çok iyi biliyorlardı. Örneğin bu hususa Neml sûresi 27/14 âyette şöyle değinilmiştir: ‘Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği hâlde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler. Bak işte o bozguncuların sonları ne oldu?’ (MEVDÛDİ, 5/265)
(50).‘Fakat biz onlardan azâbı kaldırınca, hemen onlar verdikleri sözden cayıverdiler.’ Verdikleri hidâyet ve îman sözünü derhâl bozdular. Süratle sözlerini bozmaya koştular ve bunu hiç ertelemediler. Derhâl inkârlarına dönüp bunda ısrar ettiler. Verdikleri bu sözlerinde durmayıp ahidlerini bozunca da Allah tarafından lânetlendiler. İşte bu lânetlenmenin sonucu olarak boğulmaya mahkûm edildiler. (İ. H. BURSEVİ, 18/428, 429)
(51).‘(Çünkü) Firavun, kavminin içinde bağırıp dedi ki: “Ey kavmim! Mısır’ın hükümdarlığı benim değil mi? Bu nehirler, (sarayımda) altımdan akmıyor mu? Hâlâ görmüyor musunuz?” Benim sâhip olduğum bu azamet ve mülkü görmüyor musunuz? Yâni Mûsâ ve ona uyanlar fakir ve zayıf kimselerdir, demek istiyor. Nesefi der ki: ‘Yâni, benim gücümü, Mûsâ’nın zayıflığını, benim zenginliğimi, onun fakirliğini görmüyor musunuz?’ Böylelikle, ziyan ve hüsran içerisindeki o kişi, sâhip olduğu makam, zenginlik ve refâhı haklı olduğuna gerekçe göstermektedir. Bu ise, kâfirlerin delil diye ileri sürdükleri, sapıkların şüpheye, kısır akıllıların da fitneye düşmelerine sebep teşkil eden bir konudur. (S. HAVVÂ, 13/226)
(52).“Yoksa ben, şu zavallı, (maksadınadâir) sözü neredeyse açıklayamayacak (durumda) olan (Mûsâ’)dan daha iyi değil miyim?” Yâni, ‘Bu Mûsâ fakirin biri, mal ve mülkü de yok’ şeklindeki gerekçeyi şimdi Kureyş’in ileri gelenleri Hz. Muhammed’e karşı öne sürüyorlardı. (MEVDÛDİ, 5/265)
Hz. Mûsâ’da risâletten sonra kekemelik yoktu. Zîrâ Tâhâ sûresinin 27-36’ncı âyetlerinde nakledilen ‘Dilimdeki tutukluğu çöz’ duâsı, elbette kabul edilmişti. Firavun’un onu merâmını bile anlatmaktan âciz olarak değerlendirmesi, bizzat kendisinin ilâhi mesajı anlamama konusundaki inadından ileri geliyordu. Onu kasten önemsemiyor veya önemsemez görünüyordu. (Ö. ÇELİK, 4/472, 473)
(53, 54).‘Ona altın bilezikler verilmeli değil miydi?’ Evet! Şu basit ve değersiz süsleri, altından bilezikleri, bir peygamberin peygamberliğinin doğruluk ölçüsü olarak görüyorlar. Onlara göre altın bilezikler, yüce Allâh’ın saygın peygamberini desteklemek amacı ile sunduğu birçok mûcizeye denktir. Belki de altın bileziklerle onun krallık tâcını giymiş olmasını kastediyor. Çünkü o günkü gelenekleri böyleydi. Buna göre peygamber mülk ve saltanat sâhibi olmalıydı! (S. KUTUB, 9/135)
‘Yâhut yanında kendisiyle berâber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?’ Bu da bir başka itiraz. Bir başka açıdan çekiciliği var bunun. Hâlk kitleleri bu yanıltıcı itirâza kanıyorlar. Aynı zamanda bu, ilgi uyandıran, sıksık tekrarlanan ve birçok peygambere karşı kullanılan bir itirazdır. (S. KUTUB, 9/135)
Zorbaların, tâğutların hâlk kitlelerinin aklını çelmesinde, dolayısıyla aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak bir şey yok. Öncelikle zorbalar, hâlk kitlelerini bilgi edinme yollarından yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları yönlendirmek için rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip dururlar. (S. KUTUB, 9/135)
‘Firavun kavmini küçümsedi, ama onlar yine de kendisine itaat ettiler.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni Firavun onların akıllarını hafife alarak sapıklığa çağırdı, onlar da onun çağrısını kabul ettiler.’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘Yâni sözleriyle onları korkutup zorladı ve söylediği bu sözler, üzerlerinde etki göstererek, ona itaat ettiler. (S. HAVVÂ, 13/227)
‘Firavun bu konuşmalarla hâlkın aklını çeldi.’ Totaliter yönetimlerde yöneticilerin istemediği şey, hâlkın bilgilenmesi, doğruyu öğrenmesi, örgütlenerek hakkını talep edecek kadar güçlenmesidir. Firavun da aynı yola başvurmuş, Hz. Mûsâ’nın gerçeğe ve tevhîde yönelik dâvetini sabote etmiş, hâlkın sağlıklı düşünmesini engellemiş, geleneklerden ve gözler önündeki âlâyişten yararlanarak toplumu âdetâ büyülemiş ve saltanatını devam ettirmenin yolunu bulmuştur. Ancak şâirin dediği gibi: ‘Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!’ (KUR’AN YOLU, 4/779)
(55, 56).‘Nihâyet, onlar bizi kızdırınca, kendilerinden intikam aldık ve onları toptan (suda) boğduk.’ Nesefi der ki: ‘Bunun anlamı şudur: Onlar günahlarda alabildiğine aşırı gidince, bizim de dünyâ hayâtında onlara azap göndermeyi, onlardan intikam almayı ve onlara mühlet vermemeyi kendileri için gerektirmiş oldular.’ (S. HAVVÂ, 13/227)
‘Böylece onları, sonradan gelenler için (ibretlik) bir geçmiş ve örnek yaptık.’ Yâni, Firavun’un âkıbeti, onun çizdiği yolu takip edenler için bir ibrettir. (MEVDÛDİ, 5/267)
43/57-67 VAY O ZULMEDENLERİN HÂLİNE!
57. (Rasûlüm!) Meryemoğlu (Îsâ) bir misâl olarak anlatılınca, hemen kavmi(ndenmüşrikler) yaygaraya başlıyorlar:
58. (Müşrikler) “Bizim ilâhlarımız mı hayırlı yoksa o (Îsâ) mı?” dediler. (Ey Peygamberim!) Bunu sana sırf bir tartışma olsun diye örnek verdiler. Doğrusu onlar kavgacı (vedüşman) bir topluluktur.
59. O (Îsâ), hem kendisine nîmet verdiğimiz, hem de İsrâiloğulları’na onu, (babasızdoğuşuylaibretverici) bir örnek yaptığımız bir kuldur.
60. Eğer dileseydik, size karşılık yeryüzünde, sizden sonra yerinizi tutacak melekler yaratırdık.
61. (Ey müminler!) Şüphesiz o, kıyâmet için bir bilgidir. O (kıyâmetgünü)nden aslâ şüphe etmeyin ve bana (şeriatıma) uyun. İşte bu, dosdoğru bir yoldur.
62. Şeytan sizi (İslâm’auymaktan) sakın ha alıkoymasın! Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
63. Îsâ apaçık delillerle geldiği zaman demişti ki: “Ben size hikmeti (İncil’i) getirdim ve (din) hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bâzısını size açıklamak için (geldim). Allah’tan korkun ve bana itaat edin!”
64. “Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. (Hepiniz) O’na (ibâdetveitaatle) kulluk edin, (zâten) doğru yol da budur.” [bk. 6/102; 9/31; 46/13 ]
65. Sonra (yahûdivehıristiyan) gruplar (Îsâhakkında) aralarında ayrılığa düştüler. Artık, acıklı bir günün azâbından o zulmedenlerin vay hâline! [bk. 7/159; 19/37]
66. Müşrikler, farkında bile değillerken ansızın kendilerine kıyâmetin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?!
67. (Günahveküfür ehli) dostlar, kıyâmet gününde birbirlerine düşman kesilirler. Yalnız takvâ sâhipleri hâriçtir.
57-67. (57).‘Meryem oğlu Îsâ, bir örnek olarak anlatılınca’ Peygamberimiz (s) Allah’tan başka tüm mâbudların, tapanlarıyla birlikte cehenneme odun oldukları âyetini okuyunca (bk. Enbiyâ 21/98) Sehm kabilesinden Abdullahb.ZibaraSehmi, ‘Peki, Mesih Îsâ, Üzeyir ve melekler de mâbuddurlar. Şâyet bunlarcehennemdeolacaklarsa biz onlarla berâber cehennemde olmaya râzıyız’ dedi ve hemen ‘senin kavmin’ buna sevinip, kahkahâlar atarak ‘bağırışmaya başladılar.’ (İ. H. BURSEVİ, 18/443, 444)
(58).“Bizim ilâhlarımız mı hayırlı yoksa o (Îsâ) mı?” dediler. Bunu sana sırf bir tartışma olsun diye örnek verdiler. Doğrusu onlar kavgacı bir topluluktur.’ Burada müşrikler kendi taptıkları meleklerle Hz. Îsâ’yı karşılaştırıp, ‘Îsâ ilâh olursa, melekler niçin olmasın’ diyerek kıyaslama yapmak istiyorlardı. (H. DÖNDÜREN, 2/784)
Rivâyete göre, ‘Ey zâlimler! Şüphesiz siz de, Allâh’ı bırakıp taptığınız putlar da birer cehennem odunusunuz. Hepiniz birlikte oraya varacaksınız.’ (Enbiyâ 21/98) âyeti inance Kureyş müşrikleri: ‘O hâlde Hristiyanların taptıkları Meryem oğlu Îsâ’nın durumu ne olacak?’ dediler. Peygamberimiz (s) ‘O, Allâh’ın kulu ve Rasûlüdür’ buyurdu. Bunun üzerine onlar: ‘Görmüyor musunuz bu adam, Hristiyanların Meryem’in oğlunu rab edindikleri gibi, bizim kendisini rab edinmemizi istiyor’ dediler. Bunun üzerine Zuhruf 43/58 âyeti indi. (Ö. ÇELİK, 4/474)
(59).‘O (Îsâ), hem kendisine nîmet verdiğimiz, hem de İsrâiloğulları’na onu, (babasızdoğuşuylaibretverici) bir misâl yaptığımız bir kuldan başkası değildir.’ İsrâiloğulları için alınacak bir örnek olmak üzere, hayret verici bir delil, bir kudret delîli ki, dillerinde destan olmuştur. Yoksa dedikleri gibi, ilâh ve Allâh’ın oğlu değil(dir). (ELMALILI, 7/57)
(60).‘Eğer dileseydik, size karşılık yeryüzünde, sizden sonra yerinizi tutacak melekler yaratırdık.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni Biz Îsâ’yı babasız olarak bir dişiden doğurduğumuz gibi, böyle de yapardık. Onu bu şekilde dünyâya getiriş hikmetimiz ise, Bizim göz kamaştırıcı kudrete tek başımıza sâhip olduğumuzu bilip, meleklerin ise ancak cisimlerden meydana gelen cisimler olabildiğini bilmenizdir. Kadim olan yüce Allah ise, bundan üstün ve münezzehtir. (S. HAVVÂ, 13/230) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrine dâir verdiğimiz bu açıklama Nesefi’nin söz konusu ettiği iki görüşten birisidir. Bu görüşe göre âyet-i kerîme, Allâh’ın kudretine delil getirmekte, O’nun vahdaniyetine, meleklerin ve Îsâ’nın da Allâh’a kul olmaktan başka bir şey olmadığına delildir. (S. HAVVÂ)
Âyet-i kerîmenin tefsiri ile ilgili olarak ileri sürülen ikinci görüş şudur: ‘Eğer Bizler dilesek, yeryüzünde birbirinin ardı arkasından gelen birbirlerinin hâlefi olan melekler koyardık. Bu ise yeryüzünde yaşayan insanların helâk edilebileceklerine dâir bir tehdittir. Ayrıca böyle bir küfrü sürdürmek ve böyle bir küfre cüretten dolayı Kureyşliler için de bir sakındırmadır. (S. HAVVÂ, 13/230)
(61).‘Şüphesiz o, kıyâmet için bir bilgidir. O (kıyâmetgünü)nden asla şüphe etmeyin ve bana uyun. İşte bu, dosdoğru bir yoldur.’ Buradageçen ‘kuşkusuz o’ ifâdesiyle ne kastedilmektedir? Hasan Basri ve Said b. Cübeyr’e göre ‘Kur’ân’ kastedilmektedir. Yâni Kur’ân, kıyâmetle ilgili bir bilgi kaynağıdır. (MEVDÛDİ, 5/269)
(…) Kur’ân, kıyâmetin kopacağından söz ederek birçok âyetinde ona âit bilgilere yer vermiştir. Ayrıca söz konusu âyette Hz. Peygamber(s)’in mübârek ağzından dökülen ‘Bana uyunuz’ sözü, ilgili âyetteki zamîrin Kur’ân’a gitmesinin daha uygun olduğunu göstermektedir. Zîrâ şâyet buradaki ‘hu’ zamîri Hz. Îsâ’ya isnad edilirse, bu durumda ‘bana uyunuz’ sözü, anlam bakımından âyetin baş tarafıyla ilgisiz hâle gelmiş olur. Bu ilginin kurulabilmesi ise, ancak sözü edilen zamîrin Kur’ân’a isnadıyla mümkün görünmektedir. (S. ATEŞ’ten, M. DEMİRCİ, 3/92)
‘Kıyâmetin kopacağından aslâ şüphe etmeyin.’ Mekkeliler öldükten sonra ölülerin diriltilmesine inanmıyorlardı. (36/78). Yüce Allah, Kur’an’da onlarca âyette kıyâmetin kopacağını bildirmektedir. Kıyâmetin kopacağına, ölülerin diriltileceğine, cennet ve cehennemin varlığına îman etmeyen bir kimse mümin olamaz. (İ. KARAGÖZ 7/48)
‘.. bana uyun’ Allâh’a uymak ile maksat, âyetlerdeki ve âyetlerin beyânı olan sahih hadislerdeki emirveyasaklara, helâl ve haramlara, ilke ve hükümlereuymaktır. Allâh’ın emir ve yasaklarına uymak, dosdoğru yola girmektir. (İ. KARAGÖZ 7/48)
(62).‘Şeytan sizi (İslâm’auymaktan) sakın ha alıkoymasın!’ Bu doğru yoldan, o hakkın peşinde gitmekten saptırmasın. ‘Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.’ Kendi gizli olsa da düşmanlığı açıktır. Çünkü sizi cennetten çıkardı, belâlara soktu. (ELMALILI, 7/58)
Kur’ân-ı Kerîm sürekli, insanlara ataları Âdem’den bu yana ve cennetteki ilk çatışmadan beri süregelen şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşı hatırlatır. Bir düşmanının olduğunu ve bu düşmanın bilerek ve plânlayarak pusuda beklediğini bildiği ve sık sık uyarıldığı hâlde gerekli önlemleri alacağına, üstüne üstlük gidip bu apaçık düşmanı izleyen insandan daha gâfil, daha ahmak biri bulunamaz! İslâm, insanın şu yeryüzündeki hayâtı boyunca şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganîmetler hazırlamıştır. Yine bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde insan aklının alamayacağı zararları hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. (S. KUTUB, 9/142)
(63).‘Îsâ apaçık delillerle geldiği zaman demişti ki: “Ben size hikmeti (İncil’i) getirdim ve (din) hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerin bâzısını size açıklamak için (geldim). Allah’tan korkun ve bana itaat edin!” Âyette ihtilâf edilen konuların ne olduğu beyan edilmemiştir. İsrâiloğullarının ihtilâf ettiği konular arasında bâzı gıdâ maddelerinin haram kılınması da vardır. Âl-i İmran sûresinin 50’nci âyetinde bu konu şöyle açıklanmaktadır: ‘(Îsâ), ‘Ben, benden önce Mûsâ’ya verilen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram klınan bâzı şeyleri helâl kılmak için gönerildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize getirdim. Bu itibarla Allâh’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin’ demiştir.’ (..) İsrâiloğulları Tevrat’taki bâzı hükümleri değiştirmişlerdir. (2/41-42, 5/1, 9/6). Sözgelimi Tevrat’ta Hz. Muhammed (s)’in peygamberliği ile ilgili haberleri gizlemişler, recim / taşlayarak öldürme gibi bâzı hukuki hükümlere ilişkin âyetleri değiştirmişlerdir. (2/75, 4/46, 5/41; İ. KARAGÖZ 7/50)
(64).“Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. (Hepiniz) O’na kulluk edin, (zâten) doğru yol da budur.” Yâni, Hz. Îsâ hiçbir zaman, ‘ben ilâhım, ben Allâh’ın oğluyum ve bana kulluk edin’ dememiştir. Onun dâveti de diğer peygamberlerin dâveti gibidir. Nitekim Hz. Muhammed de sizleri aynı şeye dâvet etmektedir. (MEVDÛDİ, 5/269)
(65).‘Sonra (yahûdivehıristîyan) gruplar (Îsâhakkında) aralarında ayrılığa düştüler. Artık, acıklı bir günün azâbından o zulmedenlerin vay hâline!’ Îsâ (as)’ın kavmi gurup gurup oldular. Bir gurup ona îman edip ‘Îsâ (as) Allâh’ın kulu ve rasûlüdür’ dediler. Bir gurup ‘o üçün üçüncüsüdür’ dediler. Onu ilâh bilerek ona ibâdet ettiler. Bir gurup ise ‘Îsâ Allâh’ın oğludur’ dediler. Allah Teâlâ bu zâlimlerin dediklerinden çok yüce ve pek münezzehtir. Bir grup da onu inkâr ettiler, peygamberliğini yalanlayıp ona zulüm ve haksızlıkta bulundular. Ve onu öldürmek istediler. Bu yüzden Allah Teâlâ o zâlim müşrikler hakkında ‘vay o zâlimlerin hâline!’ buyurmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 18/457)
(66).‘Müşrikler, farkında bile değillerken ansızın kendilerine kıyâmetin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?!’ Yâsin sûresinin 49’uncu âyetinde, kıyâmetin kopması, ‘İnsanlar ancak, birbirleriyle çekişip dururlarken, (iş, alış veriş, yeme, içme ile meşgul olurlarken ansızın) kendilerini yakalayacak (olan) korkunç bir sesi bekliyorlar’ olarak açıklanmıştır. (6/73). Zümer sûresinin 68’inci âyetinde kıyâmet kopması, ‘Sûr’a üflenir ve Allâh’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki kimseler ve yerdeki kimseler ölür. Sonra Sûr’a bir daha üflenir, o zaman hemen (ölüler dirilip) ayağa kalkar (ve etrafa) bakarlar’ olarak bildirilmiştir. (27/87, 36/51; İ. KARAGÖZ 7/52)
İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni bu, kesin olarak gerçekleşecektir. Bunlar ise kıyâmetten yana gâfildirler, ona bir hazırlıkları yoktur. Kıyâmet geldiği zaman onlar bunun farkına varamayacaklardır. İşte o vakit, pişmanlığın kendilerine fayda sağlamayacağı ve azâbı kendilerinden uzaklaştıramayacağı bir zamanda alabildiğine pişman olacaklardır. (S. HAVVÂ, 13/241)
(67).‘Kıyâmet günü Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.’ Öbür taraftaki dostluk, sâdece müttakiler arasında sürecektir. Kâfirler ise, dünyâda iken birbirleriyle canciğer dost olmalarına karşın o gün birbirlerine düşman kesilecek ve ‘senin yüzünden bu hâle düştüm’ diye yine birbirlerini itham edeceklerdir. Bu husus Kur’ân’ın birçok yerinde defalarca tekrarlanmıştır. (MEVDÛDİ, 5/271)
Allah için olan dostluğun şartları şunlardır: (1) Dostlar birbirlerini gerçekten Allah rızâsı için sevmeli, (…) (2) Dostlar Allah rızâsını arayıp gözetmekte birbirlerine yardımcı olmalıdır, (3) Dostlar arasında bir ilgisizlik ve umursamazlık olmamalıdır. Birbirlerindengördükleri sadâkat, ciddiyet ve gayrete göre tam bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olmalıdırlar. (4) Dost, dostundan Allâh’ın râzı olmadığı bir şey görünce, buna rızâ göstermemeli ve müsâmaha etmemelidir. (İ. H. BURSEVİ, 18/461)
43/68-73 İŞTE CENNET BUDUR
68-69. (Âhirette Allah şöyle byururJ “Ey âyetlerimize inanan ve müslüman olup hükümlerimize boyun eğen kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur, siz üzülecek de değilsiniz.”
70. (Ey müminler!) “Siz ve eşleriniz, nîmet ve sevince kavuşturulmuş olarak girin cennete.”
71-72-73. Onlar için altın tabaklar ve bardaklar dolaştırılır. Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey oradadır ve (onlara): “Siz orada ebedî kalacaksınız. 72. İşte bu, işlemiş olduğunuz (iyiameller) sebebiyle kendisine mîrasçı kılındığınız cennettir. 73. (Ey müminler!) Sizin için cennette, yiyeceğiniz pek çok meyve vardır.” (denilir).
68-73. (68, 69).“Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz.’ Bu âyet-i kerîme, o günde Allah yolunda birbirlerini seven takvâ sâhiplerine ne şekilde seslenileceğini ifâde etmektedir. ‘Onlar ki âyetlerimize’ yâni Kur’ân-ı Kerîm’e ‘îman etmişlerdi’ onu tasdik etmişlerdi ‘ve müslüman olmuşlardı.’ Allâh’a boyun eğerek teslîmiyet göstermişlerdi. (S. HAVVÂ, 13/242)
(70).“Siz ve’ dünyâdaki mümin olan ‘eşleriniz sevinç içinde’ Nesefi’nin tefsîrine göre, kendileri sebebiyle sevincinizin etkisi yüzlerinizden okunan; İbn Kesir’in tefsîrine göre ise, size denk olan eşlerinizle ‘cennete giriniz’ denilir. (S. HAVVÂ, 13/242)
(71, 72, 73).‘Onlar için altın tabaklar ve bardaklar dolaştırılır.’ Yemek kapları da içmek için kullanacakları kapları da altından olacaktır. ‘Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey oradadır’ İbn Kesir şöyle diyor: ‘Yâni tadı hoş ve temiz, tatlı rüzgâr ve güzel manzara vardır. Nesefi de der ki: ‘Bu ifâde ile bütün nîmet türleri dile getirilmiş olmaktadır. Çünkü nîmetler ya insanın arzuladığı yâhut da görmekle zevk aldığı şeylerdir. ‘ve siz orada’ cennette ‘ebediyyen kalacaksınız.’ Oradan çıkartılmayacaksınız, başka yere gönderilmeyi istemeyeceksiniz. (S. HAVVÂ, 13/243)
‘Gözlerin zevk aldığı şey’ cennetin göze hitap eden nîmetleri olabilir. Bunların en zirvesi ise şüphesiz Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmektir. (Ö. ÇELİK, 4/479)
Ancak bütün bu nîmetlerin, dünyâdakilerin aynı olmadığı, isim ve nitelik benzerlikleri bulunmakla berâber âhiret hayâtının ve orada olanları içerik bakımından dünyâdakilerden farklı bulunduğu, ilgili âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bir gerçektir. (KUR’AN YOLU, 4/785)
Hadis: Rasûlullah (s) şöyle buyurur: ‘Şüphesiz cennetlikler orada yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler.’ Orada bulunanlar: ‘Peki yedikleri ne olacak, nereye gidecek’ diye sorunca da şöyle buyurur: ‘Geğirecekler ve yedikleri miski andırır şekilde derilerinden sızacaktır. Onlara nefes almaları ilham edildiği gibi, tesbih, tahmid ve tekbir getirmeleri ilham olunacaktır. (Müslim Cennet 18’den, Ö. ÇELİK, 4/478)
‘İşte bu, işlemiş olduğunuz (iyiameller) sebebiyle kendisine mîrasçı kılındığınız cennettir.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni sizin sâlih amelleriniz Allâh’ın rahmetinin sizi kaplamasına sebep olmuştur. Hiçbir kimse ise sâlih ameli dolayısıyla cennete girmez. Fakat cennete Allâh’ın rahmeti ve lütfu ile girilir. Ancak cennetteki derecelere sâlih amellere göre erişilir. (S. HAVVÂ, 13/243)
Hadis: ‘Sizden hiçbir kimse yoktur ki, cennette ve cehennemde olmak üzere iki yeri bulunmasın. Kâfir insan öldüğü ve cehenneme girdiği zaman cennet ehli, onun yerine vâris olur. Bu yüce Allâh’ın ‘onlar vârislerdir’ sözünün anlamıdır.’ (İbn Mâce Zühd 39, No: 4341; İ. KARAGÖZ 7/55)
‘Sizin için orada çok meyveler, yemişler var.’ Amellerin semeresi olarak Allah Teâlâ’nın ihsânı ile kat kat fazlalaştırılmış olan lezzetli meyveler var, ‘onlardan yiyeceksiniz’ Meyve, açlık için değil, zevk ve lezzet için yendiği(nden) (..) cennette yalnız meyve yeneceği anlatılmıştır. (ELMALILI, 7/62)
43/74-80 EY MÂLİK! RABBİN BİZİM İŞİMİZİ BİTİRSİN!
74. Şüphesiz kâfirler, cehennem azâbında ebedî kalacaklardır.
75. Kâfirlerden (buazap) hafifletilmeyecektir. Onlar, onun içinde, ümidi kesmiş bir hâlde kalacaklardır.
76. (Cehenneme atmakla) Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendileri (küfresapmakla) zâlim oldular.
77. Kâfirler (cehenneminbekçisine): “Ey Mâlik! (Yalvarda) Rabbin artık bizim işimizi bitirsin (biziöldürsün,böyleyaşatmasın).” diye seslenecekler. (Oda🙂 “Siz, (buazapta) böyle kalacaksınız.” diyecek. [krş. 35/36; 87/1113]
78. (Ey müşrikler! Allahbuyururki:) “Andolsun ki biz, size hak (din İslâm’ı) gönderdik: Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.”
79. Yoksa müşrikler, bir işe (birhîleye) mi karar verdiler? Şüphesiz biz de tuzaklarını boşa çıkarmaya kararlıyız.
80. Yoksa bizim, müşriklerin sırlarını ve fısıldaştıklarını işitmediğimizi mi zannediyorlar? Hayır! (İşitiyoruz) ve onların yanındaki elçilerimiz (olanmelekler) de (hepsini) yazıyorlar.
74-80. (74).‘Şüphesiz kâfirler, cehennem azâbında ebedî kalacaklardır.’ Bununla da mücrimlerin hâli anlatılıyor ki, âyette geçen ‘mücrim’lerden maksat, îman ve İslâm’ı olmayanlardır. (ELMALILI, 7/62)
(75).‘Azaplarına ara verilmeyecek’ bir an dahi hafifletilmeyecek, eksiltilmeyecektir; ‘ve orada’ azapta ‘tamâmen ümitsiz kalacaklardır.’ Kurtulmaktan yana ümitlerini kesecek, şaşkınlaşacaklardır. İbn Kesir der ki: ‘Yâni her türlü hayırdan yana ümitlerini kesmiş olacaklardır.’ (S. HAVVÂ, 13/243)
(76).‘(Cehenneme atmakla) Biz kâfirlere zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim oldular.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onlara karşı delillerin ortaya konulmasından, peygamberlerin gönderilmesinden sonra onlar; yalanladılar, isyan ettiler. Bu bakımdan kendi kötü amelleri sebebiyle zulmetmiş oldular Böylelikle onlara cezâ verilmesi, amellerine uygun bir karşılıktır. Zâten Rabbin kullarına zulmedici değildir. (S. HAVVÂ, 13/244)
Yüce Allah zâlim değildir. Kullarına zerre kadar zulmetmez. (4/40) Kâfirler, inkâr ve isyan etmek suretiyle kendileri zâlim olmuşlardır. ‘Kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir.’ (2/254). Her kâfir, müşrik ve münafık zâlimdir. (2/254, 13/13, 24/50). Ancak her zâlim kâfir değildir. İlâhi emirleri terk eden ve ilâhi yasaklara riâyet etmeyen de zâlimdir. (49/11; İ. KARAGÖZ 7/58)
(77).‘Ey Mâlik’ malik, cehennem muhâfızının ismidir. ‘Rabbin aleyhimizde hüküm buyuruversin’ yâni işimiz bitiversin diye bağrışmaktadırlar ki, öldürüversin de bizi bu azaptan kurtarıversin, demektir. Buna karşı ‘buyurmuştur ki herhâlde siz duracaksınız,’ kalacaksınız, size ölümle, vesâire ile kurtuluş yok. İbnü Abbas’tan rivâyet edilmiştir ki, bu cevap ta bin sene sonra verilir, bâzılarından yüz, İbnü Ömer Hazretlerinden de kırk diye rivâyet olunmuştur ki, üçü de kinâye yoluyla çokluk ifâde etse gerektir. (ELMALILI, 7/62)
Gâfir sûresinde (40/49) cehennemliklerin, burada görevli meleklerden ‘azaplarının hafifletilmesi için Allâh’a aracı olup, duâ etmelerini istedikleri’, ancak bu taleplerinin kabul görmediği zikredilmişti. Burada ise, kurtuluştan ümit kesen cehennemliklerin, son çâre olarak Mâlik isimli üst görevliye başvurarak öldürülüp yok edilmelerini istediklerini görüyoruz. Kendilerine verilen cevap, dünyâda iken peygamberlerin anlattıklarına uygundur: ‘Cehennem azâbı, Allâh’a ortak koşanlar, O’nu ve âhireti inkâr edenler için ebedîdir.’ (KUR’AN YOLU, 4/785, 786)
(78).‘Andolsun ki size gerçeği gönderdik!’ Yâni biz size gerçeği açıkladık ve gereği gibi vuzûha kavuşturduk. Burada ‘biz’den kasıt, Allâh’ın elçileri olmaları hasebiyle meleklerdir. Mâlik de onlardan birisidir. ‘Fakat çoğunuz hakkı hoş görmüyordunuz.’ İbn Kesir (..) şöyle demektedir: ‘Fakat sizin karakterleriniz hakkı kabul etmiyor, hakka yönelmiyordu. Bilâkis bâtıla boyun eğiyor, bâtılı tâzim ediyor / ululuyor, hakkı engelliyor, haktan yüz çeviriyordu. Hak ehline buğzediyor idiniz. O bakımdan siz, kendi kendinizi kınayınız ve pişmanlığın fayda vermeyeceği bu zamanda bunun için pişman olunuz.’ (S. HAVVÂ, 13/244)
‘Ancak sizin çoğunuz haktan hoşlanmayan kimselersiniz.’ (Bu) cümle, Mekkelilerin çoğunun îman etmediklerini ifâde eder. ‘Hakkı inkâr edenler’ değil de, ‘Haktan hoşlanmayanlar’ denilmesi; İslâm dîni, Hz. Peygamber, Kur’an ve Kur’an hükümlerinden hoşlanmayanların kâfir olacaklarını ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 7/59)
Gerçeğe karşı savaş açanlar, genellikle onun gerçek olduğunu bilmiyor değildiler. Onlar gerçekten hoşlanmazlar. Çünkü gerçek, onların arzuları ile hevâ ve hevesleri ile çatışır. Azgınihtiraslarınınyolunadikilir. Onlar da arzularını, azgın ihtiraslarını frenleyemeyecek kadar zayıftırlar. Fakat hakka ve hak dâvetçilerine karşı çok cesurdurlar. Dolayısıyla hevâ ve hevesleri ve azgın ihtirasları karşısındaki zayıflıklarından hakka ve hak dâvetçilerine karşı bir güç, bir cesaret alıyorlar! (S. KUTUB, 9/148)
(79).‘Yoksa’ müşrikler, Muhammed (s)’e karşı tuzak ve hîlelerinin bir parçası olarak ‘bir işe karar mı verdiler?’ Sağlam bir iş mi yapmaya kalkıştılar? ‘Doğrusu Biz de kararlıyız.’ Onlar kendi tuzaklarını kurdukları gibi, Biz de ona karşılık vermekte kararlıyız. Mücâhid der ki: Onlar kötü bir iş yapmak istediler, Biz de onlara karşılık verdik. Bu da şunu göstermektedir: Müşrikler bâtıl ile, izledikleri çeşitli hîle ve desîse yollarıyla hakkı püskürtmeye çalışıyorlardı. Şânı yüce Allah ise, onların bu çalışmalarını boşa çıkartarak, bu hîle ve tuzaklarının vebâlini başlarına geçirmiştir. (S. HAVVÂ, 13/245)
Mukâtil’den nakledildiğine göre bu âyet, Mekke müşriklerinin Dârü‘n Nedve’de Rasûlullah’a bir suikast tertibi kararlaştırmaları sebebiyle inmiştir. (ELMALILI, 7/62)
(80).‘Yoksa bizim, onların sırlarını ve fısıldaştıklarını işitmediğimizi mi zannediyorlar? Hayır! ve onların yanındaki elçilerimiz (olanmelekler) de yazıyorlar.’ Müşrikler, Peygamberimiz (s)’i ve getirdiği mesajları sevmemekle kalmıyor, ona karşı koyma, onu ortadan kaldırma ve dâvâsını engelleyebilme yolunda birtakım sinsi kararlar alıyorlardı. Plânlarını kendi aralarında gizlice konuşuyor, etraftan duyulmaması için fısıldaşıyorlardı. Hâlbuki bütün bunları Allah bilmekte, ayrıca gözetleyici meleklerin de bunları en ince noktasına kadar kaydettirmektedir. (bk. Kâf 50/17-18, Ö. ÇELİK, 4/480)
43/81-89 GÖKTEKİ İLÂH DA, YERDEKİ İLÂH DA O’DUR
81. (Ey Peygamberim!) De ki: Rahman (olan Allah’)ın çocuğu yoktur. Ben (Mekke halkından Allâh’ın bir tek ilâh olduğunu ve çocuğu bulunmadığını kabul edip) O’na kulluk edenlerin ilkiyim.’
82. Göklerin ve yerin Rabbi, arşın da Rabbi (olanAllâh), müşriklerin niteledikleri sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
83. (Ey Peygamberim!) Müşrikleri kendi hâllerine bırak, (bâtılinançlarına) dalsınlar ve oyalanadursunlar. Nihâyet tehdit edildikleri (azap) günlerine kavuşacaklardır.
84. Allah, gökte tek ilâhtır, yerde tek ilâhtır. O tek hüküm ve hikmet sâhibidir, hakkıyla bilendir.
85. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mülkü (veidâresi) kendisinin olan (Allâh’)ın şânı yüce (nimeti devamlı, hayrı çok olan)dır. (Kıyâmetinkopacağı) saatin bilgisi O’na âittir ve siz ancak O’na döndürülüleceksiniz.
86. Allah’tan başka taptıkları (düzmece tanrıları) şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik eden kimseler şefaat edebilirler.
87. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: “Allah” derler. Öyleyken nasıl oluyor da (Allâh’akulluktan) döndürülüyorlar?
88-89. (Rasûlullah🙂 “Yâ Rabbi! Şüphesiz onlar îman etmeyen bir topluluktur.” dediğinde (Allah): “Şimdilik sen onlara aldırış etme, ‘size selâm olsun’ deyiver. Artık yakında bilecekler.” (buyurdu).
81-89. (Ey Peygamberim!) De ki: Rahman (olan Allah’)ın çocuğu yoktur. Bun O’na kulluk edenlerrin ilkiyim.’ ‘De ki’ / söyle, anlat’ emri, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlere yöneliktir. Allah, ancak isim ve sıfatları ile tanıtılabilir. (İ. KARAGÖZ 7/61)
‘in kâne li’r rahmâni veled’ cümlesinin başındaki ‘in’ şart edatı değil, ‘mâ’ anlamında olumsuzluk edatıdır. Cümle, Rahman olan Allâh’ın çocuğu yoktur, demektir. Cümle ‘veled’ kelimesi ile son bumaktadır. Bu sebeple veled kelimesinin üzerine ‘kaf secâvendi’ konulmuştur. ‘Ene / Ben’ diye başlayan cümle yeni bir cümledir. Yahûdiler Hz. Üzeyir’e (5/72, 73), Hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya (9/30) Allâh’ın oğlu, müşrikler meleklere Allâh’ın kızları (16/57, 43/19-20) diyorlardı. Kur’an’da onlarca âyette Allâh’ın çocuğu olmadığı bildirilmektedir. (25/2, 112/1, 2; İ. KARAGÖZ 7/61)
‘Ben Allâh’ı bir tek ilâh kabul edenlerin ilkiyim.’ Sözlükte ibâdet edenler, kulluk edenler anlamına gelen ‘âbidîn’ kelimesi, âyeete Allâh’ı bir tek ilâh olarak kabul edenler, anlamındadır. ‘Bana Müslümanlardan olmam emredildi.’ (10/72, 27/91). ‘Ben Müslümanların ilki olmakla emredildim’ (39/12) âyetleri de bu anlamı ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 7/61).
(82).‘Göklerin ve yerin Rabbi, arşın da Rabbi (olanAllah), onların yakıştırdığı sıfatlardan yücedir, münezzehtir.’ İbn Kesir der ki: ‘Bütün eşyâ ve varlıkları yaratan, çocuk edinmekten mukaddes, yüce ve münezzehtir. O tektir, birdir, Samed’dir. O’nun benzeri, dengi yoktur, çocuğu da yoktur.’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘O göklerin ve Arş’ın Rabbidir. Dolayısıyla O, cisim olamaz. Eğer cisim olsaydı, bunları yaratmaya kâdir olamazdı. Cisim olmadığına göre, O’nun çocuğu da olmaz. Çünkü çocuk sâhibi olmak, cisimlerin nitelikleri arasındadır.’ (S. HAVVÂ, 13/246, 247)
(83).‘Müşrikleri (kendi hâllerine) bırak, kendilerine vâdedilen güne’ yâni kıyâmete ‘ulaşıncaya kadar’ dünyâlarına ‘dalsınlar’ bâtıl, cehâlet ve sapıklıklarında ‘oyalanıp dursunlar’ Yâni o gün âkıbetlerinin ve durumlarının ne şekilde olacağını bileceklerdir. Nesefi der ki: ‘İşte bu, onların söylediklerinin bilgisizlik, boş şeylere dalıp, oyalanmak kabilinden olduğunun delilidir. (S. HAVVÂ, 13/247)
Yüce Allah, âyette müşrikleri bâtıl inançları ve günahları ile baş başa bırakmasını, ölünceye kadar dünyâ ile meşgul olmalarını emretti. Âyet-i kerîme sâdece hakkın tebliğ edilmekle yetinilmesi yetinişmesi gerektiğini, îmanda zorlama olmayacağını, îmansız ve ibâdetsiz hayâtın oyundan ibâret olduğunu ve âhiret hayâtının var olduğunu ifâde eder. Âyet kâfirler için bir tehdittir. (İ. KARAGÖZ 7/63)
(84).‘Gökte tek ilâh, yerde tek ilâh olan sâdece Allah’tır.’ İbn Kesir der ki: ‘Göklerin de ilâhı yerdekilerin de ilâhı O’dur. Oradaki bütün mahlûkat O’na ibâdet eder ve hepsi O’nun huzûrunda zelil olarak boyun eğerler. ‘Ve O’ söz ve fiillerinde hikmeti sonsuz ‘Hakîm’dir.’ Olmuşu ve olacağı bilen ‘Alîm’dir.’ (S. HAVVÂ, 13/247)
(85).‘Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların egemenliği kendisine âit olan Allah ne yüce (nimeti devamlı, hayrı çok olan)dır!’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni her ikisini de yaratan, her ikisinin mutlak mâliki ve onlarda herhangi bir kimsenin karşı çıkması, engel olması söz konusu olmaksızın mutlak olarak tasarruf sâhibi olan O’dur. O çocuk sâhibi olmaktan yücedir, münezzehtir! ‘Ne yücedir’ diye meâli verilen ‘ve tebâreke’ yâni her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır, demektir. Çünkü O, yüce ve azimdir; bozulması ve yapılması ile ilgili olarak bütün işlerin dizginlerinin mâliki O’dur. (S. HAVVÂ, 13/248)
‘tebâreke’ Kelimenin kökü olan ‘bereket’, bir şeyde ilâhi hayrın devamlı olması demektir. İlâhi hayrın bulunduğu şeye ‘mübârek’ denir. ‘tebâreke’ fiili, bu anlamı sebebiyle Kur’an’da sâdece Allah için kullanılmıştır. Yüce allah iyiliği, hayrı, lütfu ve nîmetleri sınırsızanlamında hem bereket sâhibidir,hem de yaratılmışların niteliklerinden münezzehtir ve yücedir. (İ. KARAGÖZ 7/65)
‘Kıyâmet bilgisi O’nun katındadır.’ Kıyâmet ansızın kopacaktır. (47/18, 21/1). Kıyâmetin kopacağı Kur’an’da onlarca âyette bildirilmektedir. (6/29-31, 36/49-50). Ancak kıyâmetin ne zaman kopacağını sâdece Allah bilir, O’nun dışında kimse bilemez. Âyetin bu cümlesinde kıyâmeti inkâr eden Mekkelilere ve onların konumunda olanlara reddiye vardır. Çünkü Müşrikler, ‘Hayat ancak dünyâ hayâtımızdır biz bir daha diriltilecek değiliz’ diyorlardı. (6/29; İ. KARAGÖZ 7/65)
(86).‘Allah’tan başka taptıkları şeyler’ yâni ortak koştukları ilâhları, Allah katında şefaatçidir, diye zannettikleri gibi ‘şefaat edemezler’ onlara şefaat edebilecek güce sâhip değillerdir. ‘Bilerek, hak ile’ kelime-i tevhid ile ‘şehâdet edenler müstesnâ’ Allâh’ın hak Rablerinin olduğunu bilip buna inanan kimseler, işte bunlara şefaat izni verilecektir. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Fakat basîret ve bilgiye dayalı olarak, hak ile şehâdet eden kimsenin, Allâh’ın vereceği izin ile Allah katında şefaatinin faydası olacaktır.’ (S. HAVVÂ, 13/248)
Âhirette kâfirler için şefaat olmayacak (40/18), anvak Allâh’ın kendisinden râzı olduğu kimselere (21/28), sâdece Rahmân’ın katındabir söz almış kimselere (19/87), Allah izin verdikten sonra (2/255, 10/3), şefaat edebilecektir. Zîrâ şefaatin tamâmı Allâh’a âittir. (39/44, 6/51, 70, 32/4). Sâdece Allâh’ın izin verdiği peygamberler, melekler, şehitler ve sâlih müminler, Allâh’ın râzı olduğu müminlereşefaat edebileceklerdir. (2/255, 34/23, 43/86, 19/87, 21/28; İ. KARAGÖZ 7/66, 67)
Bu âyetten, bir hususta nasıl şâhit olunabileceğinin usûlü de çıkmaktadır. Yâni bir kimsenin bir hususla ilgili şâhitlik yapabilmesi için şehâdet ettiği olayı görmesi ve bilmesi gerekir. (MEVDÛDİ, 5/273)
(87).‘Andolsun ki müşriklere kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: “Allah” derler. Öyleyken nasıl oluyor da (Allâh’akulluktan) döndürülüyorlar?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni onlar, bütün eşyâyı tek başına bu konuda kendisine hiçbir kimsenin ortaklığı söz konusu olmaksızın yaratanın O olduğunu itiraf ederler. Bununla birlikte hiçbir şeye sâhip olmayan ve hiçbir şeye güç yetiremeyen, O’nun dışındaki şeylere ibâdet ederler. Onlar bu tutumlarıyla bilgisizliğin, beyinsizliğin ve akılsızlığın en ileri noktasında bulunuyorlar. İşte bundan dolayı yüce Allah: ‘O hâlde niye döndürülüyorlar?’ Nasıl yâhut nereden bu ikrârı yapmakla birlikte tevhidden döndürülüyorlar?, demektir.’ (S. HAVVÂ, 13/248)
‘.. nasıl da Hak’tan çevriliyorlar?’ cümlesi, müşriklerin ve onların konumunda olanların, Allâh’ın varlığını ve yaratıcı olduğunu bildikleri hâlde, nasıl Allah’tan başka ilâh kabul ediyorlar, nasıl Allah’tan başkasına tapıyorlar ve putların şefaatini umuyorlar, anlamındadır. ‘Nasıl haktan çevriliyorlar’ sorusu, bilgi almaya yönelik değil, kınamaya ve yanlışlığı bildirmeye yöneliktir. (İ. KARAGÖZ 7/68)
(88, 89).‘Onun’ yâni Rasûlullah (s)’ın yüce Allâh’a şikâyette bulunarak: ‘Ey Rabbim! Bunlar inanmayan bir kavimdir, demesine andolsun ki..’ Katâde der ki: ‘Bu, peygamberimizin sözüdür. O bu sözleriyle kavmini Azîz ve Celîl olan Rabbine şikâyet etmektedir.’ (S. HAVVÂ, 13/249)
‘Artık sen yüz çevir onlardan’ müşriklerden; yâni onların îman edeceklerinden yana ümit keserek dâvet etmekten vazgeç, onlardan uzaklaş, terk et! ‘Ve’ onlara ‘selâm, de’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni onların sana hitap ettikleri gibi kötü sözlerle sen de onlara hitap etme. Kalplerini ısındırmaya çalış, hem sözünle hem davranışlarınla onları bağışla.’ (S. HAVVÂ, 13/249)
(..) Müminlerin Mekke’de müşriklere karşı koyacak imkânları yoktu. Kâfirleri zorla mümin yapmak da mümkün değildi. Îman etmiyorlar diye Kur’ân’ı tebliğ etmekten vazgeçkem de olmazdı. Yüce allah, Peygamberinden müşriklere aldırış etmemesini, onlarla tartışmamasını, sataşmalarına karşı selâm deyip geçmesini, yakında müşriklerin inkârda ısrar etmelerinin cezâsını çekeceklerini bildirdi. 89’uncu âyetteki ‘selâm’ sözü, müminlerin birbirlerine verdikleri selâm anlamında değildir. Çünkü, kâfirlere selâm verilmez. (İ. KARAGÖZ 7/68)
‘Yakında bileceklerdir.’ Küfür içinde olmalarının âkıbetini dünyâda çok yakında Bedir gününü yaşamak, âhirette ise yakıcı ateşe girmek sûretiyle bilecekler. Bu ifâde kâfirler için bir tehdit, Peygamberimiz (s) içinse tesellidir. (İ. H. BURSEVİ, 18/498)
89’ncu âyet, bütün tebliğciler için geçerli bir ilkeyi ifâde etmektedir: Tebliğcinin vazifesi bildirmektir, yapılacak herşey yapıldıktan sonra inkârda direnenler kendi hâllerine bırakılır, insanları zorla îmâna getirmek için savaşılmaz, farklı inanç taşıyanlarla barış içinde yaşanır. Savaşın sebebi karşı tarafın hukuk tanımazlığıdır, insan hak ve hürriyetlerine saldırmasıdır. Bunlar engellenir, hak ve özgürlükler kurtarılır, hür düşünceleri ve irâdeleri ile inkârı seçenlerin gerçeği anlamaları ya zamâna veya âhirete bırakılır. (KUR’AN YOLU, 4/788) (Son gözden geçirme tamam oldu, biiznillâh; 24.7.2022; 25 Zilhicce 1443)