Fatiha Suresi

Mekke döneminde nâzil olmuştur. Yedi âyettir. Kur’ân-ı Kerîm’in başlangıç sûresi olduğu için “açan” anlamında Fâtiha şeklinde anılmıştır. Aynı zamanda “Ümmü’l-Kitâb”(Kitab’ın anası/özü), “el-Esâs” gibi adları da vardır (H. T. FEYİZLİ, 1/1

1/1-7 HAMD,  İBÂDET

1. Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

2. Hamd(inövmeveövülmeninhertürlüsü), âlemlerin (tek) Rabbi olan Allâh’adır.

3. (O) Rahmân’dır (dünyâdabütünyaratıklarabolmerhametedendir), Rahîm’dir (âhiretteyalnızmü’minlereacıyıpmağfiretedecekolandır).

4. Âhiret, hesap ve cezâ gününün mâliki / hâkimidir.

5. (EyRabbimiz!) Yalnız sana (ibâdetveitaatle) kulluk eder ve (herhalveihtiyacımızda) ancak senden medet umar / yardım dileriz.

6. Bizi doğru yola (İslâm’a) ilet (İslâmileyaşat).

7. Kendilerine (lütfundan) nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet); [4/69] (emirlerineâsiolmuşve Yahûdiler gibi) gazaba uğramışların ve (Hıristiyanlar gibi) sapıtanların değil (YâRabbi). (Âmin…)

1-7. İstiâze (Eûzü billâhi): Eûzü billâhi mine’ş şeytâni’r racîm demektir.  Namazda  (ilk rekâtta) istiâze çekmek müstehaptır. (Cumhûr-u ulemâya göre) mutlaka söylemek gerekmemektedir, terk eden günahkâr olmaz. (S. HAVVÂ, 1/45)

(1).‘Bismillâh’   ‘Allah ism-i celîli sâdece hak mâbud hakkında kullanılır. Aynı zamanda bu, sıfat olmayan bir isimdir.

Bütün ilim adamları, besmelenin en Neml sûresinin bir âyeti olduğu üzerinde ittîfâk etmiştir.  Hanefi mezhebine göre, fâtihanın başındaki besmele  açıktan okunmaz. (S. HAVVÂ, 1/44)  Yüce Allâh’ın kitabına besmele ile başlaması, besmelenin fazîletini göstermektedir.  Her söz ve her amelin başında besmele ile başlamak, namazda fâtiha sûresinden önce ve namaz dışında Kur’an okumaya başlarken besmele okumak sünnettir. Bir hayvanı keserken ve av yaparken besmele çekilmesi farzdır. (6/118-121, 5/4; İ. KARAGÖZ 1/25)  

Allah; yüce yaratıcının özel ismidir. Bu isim, O’nun kemâl, cemâl ve celâl sıfatlarının ifâde ettiği anlamların tamâmını kapsar. (..) Allah özel isminin hiçbir dilde tam karşılığı yoktur. Arapça ilâh, Türkçe tanrı, Farsça hüdâ, İngilizce god, Almanca gott kelimeleri Allah kelimesi gibi özel isim değildir. Bunlar ilâh, Mâbud, rab gibi cins isimlerdir. Allah kelimesi ikil ve çoğul yapılamaz. Bu isim sâdece hak mâbudu, varlığı zorunlu olan yaratıcıyı ifâde eder. Başka bir varlığa Allah ismi verilemez. Yâni Allâh’ın adaşı yoktur. (Meryem 19/65) Diğer isimler çoğul yapılabilir. İlâhlar (âlihe), tanrılar, rablar (erbab) gibi. (…) İnsanlar Allâh’ın zâtını, hakikat ve mâhiyetini bilemezler. O’nu eserleri ve eserlerin delâlet ettiği sıfatları ve isimleriyle tanıyabilirler. Allâh’ın eserleri isimlerine, isimleri sıfatlarına, sıfatları da zâtına delâlet eder. Allâh’ın isim ve sıfatları zâtı gibi ezeli ve ebedidir. Zâtı ile birlikte vardır. Sıfat ve isimleri zâtından ne ayrı ne de gayrıdır. (DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ, 1/20)

Rahmân, Rahîm’ Rahman isminde, rahîm isminde olmayan bir mübâlağa vardır. Allah’tan başkası rahman ismi ile nitelendirilemez ama rahîm ile nitelendirilebilir.  Bu nedenle, bâzı âlimlere göre er Rahmân ismindeki rahmet, kâfiri de mümini de kapsamaktadır.  er Rahîm ismindeki rahmet ise, yalnızca mümin ile ilgili bulunmaktadır.  (S. HAVVÂ, 1/41.)

Yüce Allah, dilediğine rahmetini ihsan eder. (2/105) Ancak Allah Kur’an’da müttakilere (57/28), sâlihlere (45/30), Kur’ân’a sarılanlara (4/175), itaatkârlara (3/132), namaz kılanlara (24/56), zekât verenlere (7/156), Muhsinlere (7/56), mallarından Allah yolunda harcayanlara (9/99)., musibetlere sabredenlere (2/155-157), iyiliği emir ve kötülüğe engel olma görevini yapanlara (9/71), Allah yolunda cihad edenlere (2/218), kötüşüllerden korunanlara(40/7-9), okunan Kur’ân’ı dinleyenlere(7/204) ve âhiretten korkanlara (39/9) merhamet edeceğini bildirmiştir. (İ. KARAGÖZ, 1/23)

(2).‘Allâh’a Hamdolsun’  Hamd, üstün bir şekilde, güzellikle övmektir.  Şükrün bölümlerinden birisidir.  Çünkü şükür, kalp, dil ve organlarla yapılırken, sâdece dil ile yapılırsa hamd olur.  Hamdin zıt anlamı küfran (nankörlük) tür.

‘el Hamdü Lillâh’ diyen insan, yaratan, yaşatan, bütün nimetleri var eden ve kemâl sıfatlarıyla sıfatlanmış olan Allâh’ı anmış, övmüş, nimetlerini ikrar etmiş, minnet duymuş, O’na duâ ve şükretmiş olur. (İ. KARAGÖZ, 1/26)

Hadis: Zikrin en fazîletlisi lâ ilâhe illallah,  duânın en faziletlisi ise el hamdü lillâhtır.  (Tirmizi den, S. HAVVÂ, 1/45, 46)

Kur’ân’da, yerde ve gökte (Rum 30/18) , dünyâ ve âhirette (Kasas 28/70), her türlü övgünün Allâh’a âit olduğu bildirilmiştir. El Hamdü lillâh cümlesinin ifâde ettiği anlam, lehü’l hamd (her türlü övgü O’na âittir) (Sebe 34/1),  fe lillâh’il hamd (her türlü övgü O’na âittir) (Câsiye 45/36) cümleleriyle de ifâde edilmiştir.   El Hamdü lillâh, medih, zikir, şükür, nimeti ikrar, minnet ve duâ cümlesidir.  İman edip sâlih amel işleyen cennet ashâbının âhiretteki duâları, el hamdü lillâhi rabbi’l âlemîn’ şeklindedir. (Yûnus, 10/10)

Meleklerin (2/30), ve kâinatta bulunan her şeyin (17/44) hamd ile Allâh’ı tesbih ettikleri bildirilmiştir. Yüce Allah,  ‘Rabbini hamd ile tesbih et’ (15/98) âyetinde insanlara hamd etmeyi emretmektedir. Müminler,  hem namazlarında hem de hayatlarının her fırsatında Allâh’a hamd ederler. Hamd görevini yapan müminler, Kur’ân’da ‘el Hâmidûn’ olarak nitelenmiştir. (9/112),  Bâzı insanlar, dünyâda hamd görevini îfâ etmeseler de kıyâmet koptuktan sonra mahşer yerinde toplanmak üzere çağrıldıklarında Allâh’ı överek bu çağrıya uyacaklardır.  ( DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ,  1/546,547) )

‘Alemlerin Rabbi’ Rab, mâlik, sâhip demektir.  Mutlak olarak yalnızca Allah hakkında kullanılır.  Âlem: ise, yüce Allâh’ın dışında kalan her şeydir.

Rablık bir insan, bir toplum veya birşey üzerinde otorite iddiâsında bulunmaktır. Rab aynı zamanda besleyen, büyüten ve varlığı devam ettirme gücüne sâhip olandır. Kurumsal olarak kâinatta her türlü otoritenin asıl kaynağı, sâhibi ve hayâta hükmü geçerli olandır ki O da ancak Allah’tır. O’nun emrini beğenmemek ve dışlamak Allâh’ı Rab olarak tanımamaktır. [bkz. 6/102; 33/36; 41/30; 46/13] (H. T. FEYİZLİ, 1/1)

Âlem maddi ve mânevi, görülen ve görülemeyen, dünyâda ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği  maddi varlıklara ‘mülk ve şehâdet âlemi’ madde ötesi varlıklara da ‘gayb ve melekût âlemi’ denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sâhibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sâhibi Allah olmakla berâber görünürde ve mecâzen başka sâhipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahrâdan bir kum tânesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay, akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tânesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terâzisi çekemez. (KUR’ÂN YOLU, 1/60) 

(4).‘din gününün mâliki’ Din günü, hesap günü demektir. (..) Şânı yüce Allah, hem din gününde, hem de başka zamanlarda bütün emrin mutlak sâhibidir. ‘Din günü’nün özellikle zikredilmesi, orada emrin mutlak olarak ve yalnız O’nun elinde bulunmasındandır: ‘Bugün mülk kimindir? Bir ve tek ve Kahhâr olan Allâh’ındır.’ (el Mümin 40/16, S. HAVVÂ, 1/42)

(5).‘Sâdece sana kulluk eder ve sâdece senden yardım isteriz.’ Kulluk edilecek ve yardım istenecek tek varlık Allah’tır. Çünkü kulun ibâdetini kabul buyuracak ve istediklerini yapabilecek güç ve kuvvet sâdece Allâh’a âittir. İbâdet, itaat ve zilletle, hudû ve huşû içinde büyük bir azim ve ısrarla boyun eğmek demektir.  Şeriat dilinde ibâdet, hâlis bir niyetle, mükâfâtını bekleyerek, Allâh’a yakınlaşmayı arzu ederek Cenâb-ı Hakk’ın istediği tarzda kulluğu îfâ etmektir. (Ö. ÇELİK, 1/47)

‘Sâdece sana kulluk ederiz.’ Yalnızca sana ibâdet eder, bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat ederiz. İyiyi – kötüyü, güzeli – çirkini, doğruyu – eğriyi belirlemede, kendimize yalnızca ilâhi ölçüleri rehber ediniriz. Senden başka hayâtımıza yön verecek, kurallar koyacak otorite kabul etmeyiz. Senin buyruklarına aykırı hükümler veren hiçbir güce  – kim olursa olsun – aslâ boyun eğmeyiz. (M. KISA, 1/17)

‘ve ancak Senden yardım dileriz.’ Her türlü iyiliğin, güzelliğin Senin elinde olduğunu bilir, Senin iznin ve onayın olmadıkça hiçbir dileğin gerçekleşmeyeceğine,  yürekten inanırız. Dertlerimize devâyı, hastalıklarımıza şifâyı, sıkıntılarımıza çâreyi ancak Senden arar; gerekli tedbirleri almakla birlikte, Senden başka hiç kimseden, hiçbir varlıktan medet ummayız. Sâdece Sana yalvarır, yalnızca Senin kudret ve merhametine sığınırız. (M. KISA, 1/17)   

İsteyen biz, yardım eden ve veren Allah’tır. Çalışan ve kazanan biz, yaratan Allah’tır. İsteme yetkisi bizim, yardım ve kuvvet Allâh’ındır. Biz âciziz, zayıfız ve yardıma ihtiyâcımız var, Allah güçlü, zengin ve hiç yardıma gereksinimi yoktur. Bu sebeple her insanın, her zaman yüce Allâh’a, O’nun yardımına gereksinimi vardır. (İ. KARAGÖZ, 1/30, 31)

Bu âyet inananların Allâh’a verdiği bir taahhüttür. Bilmemiz gerekir ki Allâh’a kulluk, yalnız O’na ibâdet etmekle değil, hem ibâdet hem de emir ve yasaklarına itaatle gerçekleşir. Çünkü Allah, yalnız ibâdet ilâhı değildir. Bunun içindir ki İslâm ilâhe illâllahile başlar, “iyyâke nabüdü” ile yürürlüğe girer. Kur’ân’da birçok yerde Allâh’a kulluk emredilir. Çünkü insanları, bütün emirlerine itaatte kul etme hakkı ancak O’nundur. Zâten Allah da insanları bunun için yaratmıştır (51/56). Çünkü Bir’ekul olmayan bine kul olur; Allâh’a kulluktayücelik ve hürlük, kula kullukta ise esâret ve küçülme vardır. Seyyid KUTUB, tefsîrinde; “Öyle bir zaman gelir ki insanlar, Allâh’ı sözde inkâr etmeyebilir, O’na ibâdeti de terketmezler ama o ibâdeti ya birine gösteriş olarak yaparlar, ya helâl ve haramı (serbestlik ve yasakları) belirleme ve ilânda, başkalarının İslâm’a aykırı emirlerine istekle itaat ederler, ya da İslâm’a aykırı olarak bir kimseye sığınmak ve ondan bir pâye elde etmek isterler ki (4/139; 35/10) bu durumda onları rab kabul etmiş, onlara tapmış ve kulluk etmiş olurlar (9/31). Böylece ‘müslümanım’ dedikleri halde –Allah korusun– şirke düşerler” der. “İslâm öncesi Arap müşrikleri de ideolojileri yönünden Allâh’ı inkâr etmiyorlar fakat O’nun, hayatlarında hükümleri geçerli olan Rab olmasını kabul etmiyorlardı. İşte Allâh’a Rab, Mâlik (Hükümran) ve tek İlâh olarak (112/1-4) inanmamak şirk olur.” (Seyyid KUTUB, VIII, 284). [bkz. 2/107, 138; 5/52; 6/102; 12/40, 106; 16/49, 52; 29/25; 39/64, 65; 40/60; 41/30; 43/84; 46/13] (H. T. FEYİZLİ. 1/1)

(6).‘Bizi dosdoğru yola ilet’ Sırat yol demektir. Anlatılmak istenen ise, İslâm’ın yolu olan hak yoldur.  Müstakim, hiçbir eğriliği bulunmayan demektir.

Allâh’ın insanlara hidâyeti dört şekilde olur: (a) Her mükellef insana akıl, kâbiliyet, anlayış ve zarûri bilgiler vermesiyle (20/50), (b) Gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar aracılığıyla insanlara doğru yolu göstermesiyle (21/73), (c) Doğru yola gelmek isteyeni, bu isteğinde başarılı kılmasıyla (47/17, 64/11), (d) Âhirette cennete koymasıyla. (47/5-6, 7/43).

(7).‘Nîmete erdirdiklerin yolu’ Müslümanların yoluna demektir.  Allâh’ın kendilerine nimet verdiği kimseler, Nisâ 4/69 da geçenlerdir: Peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlihlerdir.

‘Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinki değil’ Kendilerine nimet verilenler ve dalâlete düşmekten kurtulanlardır.   Hasen, garib bir hadiste, gazab edilenler Yahûdiler, dalâlete düşenler hristiyanlardır.  Gazab, Yahûdilerin özel bir sıfatıdır. (Mâide 5/60 bakınız),  dalâlet ise, hristiyanların daha özel bir sıfatıdır. (Bakınız Mâide, 5/77)  (S. HAVVÂ, 1/43)

Yahûdiler, hıristiyanlar ve diğerleri gibi. [bkz. 2/90; 5/77; 58/14] Yahûdiler dinlerini merâsimleştirdiler, peygamberlerini küçük düşürdüler, devre dışı bıraktılar, hakâret ettiler, hattâ bâzısını öldürdüler. Hıristiyanlar ise peygamberlerini ilâhlaştırdılar. “Din vicdan işidir.“ diye onu vicdanlara hapsettiler ve dîni dünyevîleştirdiler. Hâlbuki inancın/dînin, kişinin iç dünyâsına âit birşey olduğunu söyleyip onu vicdanla sınırlı bir alan içine hapsetmek ve kişiyi, dînî yaşamından engellemek yanlış ve geçersizdir. Çünkü vicdanda olan herşey her yerde var demektir. Bu yönden bunu hegemonik/baskıcı usul ve üslûpla bastırmak insan onurunu zedeleyen bir tavır olmuştur. (H. T. FEYİZLİ, 1/1)

Âmîn: İcmâ ile Kur’ân’dan değildir. Kabul buyur anlamındadır.  Fâtiha sûresini okuyan kimsenin bitirdikten sonra âmin demesi müstehaptır. ( S. HAVVÂ, 1/46)

Âmin, “Öyle olsun, kabul eyle” anlamındadır ve “âmin” demek sünnettir. Sesli namazlarda Hanefîler’de imam ve cemaat sessiz; Mâlikîler’de yalnız cemaat sesli; Şâfiî ve Hanbelîler’de imam ve cemaatin sesli okumaları menduptur. Besmele, İmam Şâfiî’ye göre sûreye dâhil sayıldığından sesli namazlarda açıktan okunur. İmâm-ı Âzam ve Mâlik’e göre yedinci âyet “ğayri’l-mağdûbi…”dir. (H. T. FEYİZLİ 1/1)

Fâtiha okumak:  Ebû Hanife’nin görüşüne göre, fâtiha ile birlikte üç kısa sûre (âyet olması gerekir, tercüme hatâsı olabilir, M. SELMAN) okumak ya da onun dengi bir sûre okumak  (nâfile namazların tüm rekâtlarında, farzların ilk iki rekâtlarında)  vâciptir.  (S. HAVVÂ, 1/48)