Fussilet Suresi

41 / Fussilet Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Adını üçüncü âyette geçen aynı kelimeden almıştır. Fussilet, ‘ayrı ayrı açıklanmış’ demektir. Bu sûrenin diğer isimleri; Secde, Secde Hamîmi, Mesâbih ve Akvât’tır. (H. T. FEYİZLİ, 1/476)

Rahman ve Rahim Allâh’ın Adıyla

41/1-8 MÜJDELEYİCİ VE UYARICI BİR KİTAP

1.Hâ, Mîm.

2. Kur’ân Ramân ve Rahîm (olan Allah) katından indirilmiştir.

3-4. (Kur’an) Bilecek (veanlayacakkâbiliyetteki) bir toplum için hem müjde verici ve (âkıbet hakkında) uyarıcı hem de Arapça olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir Kitap’dır. (Buna rağmen) yine de onların çoğu (Kur’ân’dan) yüz çevirmiştir; onlar (hakikati) işitmezler.

5. (Müşrikler şöyle) Dediler: ‘(Ey Muhammed!) Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıf içindedir(kapalıdır). Kulaklarımızda bir ağırlık bizimle senin aranda bir perde vardır. Sen (dînine göre) amel et, biz de şüphesiz (kendi dînimize göre) amel ederiz.’

6, 7. (Rasûlüm!) De ki:’Ben ancak sizim gibi bir insanım. Yalnız bana vahyediliyor ki: Sizin ilâhınız, ancak bir tek ilâhtır. Bu sebeple (hepiniz îman ve itaatle) O’na dosdoğru yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin.  Yazıklar olsun! ‘Allâh’a ortak koşanların’ hâline!’ (İşte) onlar zekâtı vermezler. Âhireti inkâr edenler de onlardır.

8. Hiç şüphesiz, îman edip sâlih (sevabı olan) amel işleyenlere gelince, onlar için hiç kesilmeyen bir ödül vardır. (bk. 95/6)

1-8. (1).’Hâ, Mîm.’ (Anlam yönüne gelince) bu lafzın ne anlama geldiğini ancak Allah bilir. Her ne kadar zâhiren sûreyi açma edatı olarak görünüyorsa da muhâtabı uyarmak içindir veya Kur’ân-ı Kerîm’in mücizliğini pekiştirmek için sevk olunmuştur. Yine önceki sûrelerde de belirtildiği gibi inkârcılara karşı meydan okumak için sûrenin başına bu lâfız konulmuştur. (M. HİCÂZİ, 5/382)

(2).‘Bu Kur’ân Rahman ve Rahîm (olan Allah) katından indirilmiştir.’ Kitabın indirilişinden söz edilirken Rahmân ve Rahîm sıfatlarından söz edilmesi, kitabın indirilişinde en büyük etkinliğe sâhip bulunan niteliğe, Rahmet niteliğine işâret etme amacına yöneliktir. Bu kitabın indirilişinin âlemlere rahmet kaynağı olduğunda kuşku yoktur. Bu kitap, hem kendisine inanıp uyanlar için hem de başkaları için bir rahmet kaynağıdır. Sâdece insanlar için değil elbette, bütün canlılar için bir rahmettir bu kitabın indirilişi. Çünkü bu kitap, herkes için iyilik kaynağı olan bir sistem koymuştur, bir hareket metodu belirlemiştir. İnsanlığın hayâtını, düşüncesini, kavrayışını, hareket tarzını etkilemiştir. Bu etkinliği sâdece kendisine inananlarla sınırlı kalmamıştır. Tam tersine bu etkinliği indiği günden itibâren evrensel ve sürekli olmuştur. (S. KUTUB, 9/11)

(3,4).‘Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir Kitap’tır.’ Hem lafzı itibârıyla  bölümleri ve sûrelerinin başları ve sonları ayırt edilmiş, hem de anlamı itibârıyla vaad ve tehdit, kıssalar ve hükümler ve diğer kısımlara ayrılarak açıklanmış ve izah olunmuştur. (ELMALILI, 6/544)

Âyetlerin tafsîlâtlı olarak açıklanması ile maksat, âyetlerde geçen emir ve yasak, helâl ve haram, sevap ve günah, iyi ve kötü, hayır ve şer, itaat ve isyan, îman ve inkâr, hak ve bâtıl, hidâyet ve dalâlet, vaad ve tehdit, cennet ve cehennem, ilke ve hükümlerinin açıkça bildirilmesidir. Kur’an apaçık ve açıklayıcı bir kitaptır. (12/1).Çünkü Kur’an, dili ve ifâdesi gayet güzel, maksadını gereği gibi anlatan, veciz, fasih ve beliğ bir kitaptır. (İ. KARAGÖZ 6/636).

‘Arapça okunan bir Kitaptır.’ Kur’ân-ı Kerîm’in dili Arapçadır. Bunun sebebi, Son Peygamber (s)’in Arap, hitap ettiği ilk toplumun da Araplar olmasıdır. Nitekim âyet-i kerîmede: ‘Biz her bir peygamberi, dînî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik.’ (İbrâhim, 14/4) buyrulur. (Ö. ÇELİK, 4/391) 

‘Bu kitap (müminler için) müjdeleyici ve (kâfirler için de) uyarıcıdır. Fakat onların (insanların, yâhut ilk muhâtapları olan Kureyşlilerin) çoğu yüz çevirdi. Artık onlar işitmezler’ Yâni Kur’ân’ı kabul edecek bir şekilde işitmez, gereğince amel etmezler. (S. HAVVÂ, 13/35)

Âyette yer alan ‘Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.’ Sözü iki anlama gelebilir: (1) Sen kendi dininin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız. (2) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız. (Ö. ÇELİK, 4/392)

(5).‘Dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir.’ Bunu söyleyenler, Ebû Cehil ile yanında bulunan Kureyş’ten bir topluluktu. Hz. Ömer’den rivâyet olunmuştur ki, Kureyş Rasûlullah’a doğru bakmışlardı.  Rasûlullah onlara ’Sizi İslâm’a gelip de Araplara efendilik etmekten alıkoyan nedir?’ buyurdu. Dediler ki: ‘Ya Muhammed, biz senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde kılıf var’. Ebû Cehil de tuttu kendisiyle Rasûlullâh’ın arasına bir perde çekip, ‘ya Muhammed’ dedi. (ELMALILI, 6/544) 

‘Sen istediğin ameli yap, biz de istediğimizi yapacağız’ sözleriyle müşrikler, Hz. Peygambere ‘sen kendi dînini yaşa, ancak bize, inancımıza, dînimişze ve putlara tapmamıza karışma’ demek istemişler, îman etmeyeceklerini söylemişler ve üstü örtülü Peygamberi tehdit etmişlerdir. (İ. KARAGÖZ 6/637)

(6,7).‘(Rasûlüm!) De ki: ’Ben ancak sizim gibi bir insanım. Yalnız bana vahyediliyor ki: Sizin ilâhınız, ancak bir tek ilâhtır.’ Yâni, ben bir melek değilim, sizin gibi insanım. Sizin aranızda, size değil de bana vahyolunmuş bulunuyor. O bakımdan bir insan olmakla birlikte, vahiy sebebiyle peygamberliğimin doğruluğunu kabul ediniz. Benim peygamberliğim sahih bir şekilde gerçek olduğuna göre, bana uymanız gerekiyor. (S. HAVVÂ, 13/38)

‘Bu sebeple (hepiniz îman ve itaatle) O’na dosdoğru yönelin’ Yâni, Allah’tan başka hiç kimseyi ilâh yerine koymayın, ibâdet etmeyin, bir şeyler ümit ederek yalvarmayın, boyun eğmeyin ve yine Allah’tan başkasının koyduğu kurallara, kânunlara, örf ve adetlere itaat etmeyin. (MEVDÛDİ, 5/173)

Hadis: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Tam olarak beceremeyecekseniz bile, belli bir doğruluk üzere bulunun’ (İbn Mâce Tahâret 4, Muvatta Tahâret 36, Müsned 5/280, 282) Yâni her hususta doğruluk üzere bulunmaya gücünüz yetmez; ama yine de mümkün mertebe sağa sola yalpalamamaya çalışın. Yine şöyle buyurmuştur: ‘İçerisinde ‘sana emredildiği gibi dosdoğru hareket et’ emrinin bulunduğu Hûd ve benzeri sûreler beni kocattı’. (Tirmizi Tefsir 6, İ. H. BURSEVİ, 18/18)  

‘ve O’ndan mağfiret dileyin.’ Yâni, şimdiye kadar işlediğiniz günahlar dolayısıyla af dileyin ve daha önce işlediğiniz şirk, küfür, isyan için tevbe ediniz. (MEVDÛDİ, 5/173)

‘(İşte) onlar zekâtı vermezler. Âhireti inkâr edenler de onlardır.’  Böylece diyebiliriz ki, Mekke döneminde temeli atılmış olan zekâtın, Medîne devrinde miktârı da belirlenmiştir. Hâl böyle olunca burada ele almış olduğumuz âyette zikredilen zekâtı, kişilerin fakirlere verdikleri belirli bir pay, yâni dînî bir vergi olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu yüzden bâzı müfessirlerin dediği gibi ‘ve veylün lilmüşrikîne ‘llezîne lâ yü’tüne zzekâte’ ifâdesinde yer alan zekâtı, ‘arınma’ mânâsında ele alarak ‘lâ yü’tüne zzekâte’ sözünü müşriklerin kalp ve bedenlerini şirk ve günah kirlerinden temizlememeleri şeklinde yorumlamak daha isâbetli bir yaklaşım olsa gerektir. Çünkü Kur’ân’a göre müşrikler, Allâh’a inanmakla berâber, ‘Lâ ilâhe illâllah’ diyerek tevhid sırrına ulaşmış değillerdi. Tevhîde ulaşamadıkları için de hem bedenen hem de rûhen kirli durumda idiler. İşte yüce Allah, ‘lâ yü’tüne ‘zzekâte’ diyerek muhtemelen onların mânevi kirlerden arınmadıklarına işâret etmek istemiştir. (M. DEMİRCİ, 3/58)

(8).‘Hiç şüphesiz, îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için hiç kesilmeyen bir ödül vardır.’ ‘gayrumemnun / tükenmeyen’ ifâdesi, ‘âhirette ecir ve sevapları bitip tükenme bilmez, aksine sürekli ve ebedîdir’ anlamında da olabilir ki, bu da ‘ipi kestim’ mânâsına (menentü‘l habl) ifâdesinden gelir. Ya da ‘hesap edilmez’ demektir ki, ‘hesapsız kitapsız’ âyetleri de bu mânâdadır. Kâmûs’ta der ki: ‘ecrün gayru memnun’ demek, hesap edilmeyen ya da bitip tükenmeyen ecir ve mükâfat’ demektir. (İ. H. BURSEVİ, 18/22)

41/9-18  O’NA  ORTAKLAR MI  KOŞUYORSUNUZ?

9. (Ey Peygamberim!) De ki: ‘(Ey müşrikler!) Gerçekten (bu) arzı iki aşamada yaratan (Allâh’)a karşı nankörlük ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.’

10. (Allah) Hem de yeryüzünde (dengeyi sağlamak için) sâbit dağlar meydana getirdi, onda bereketler yarattı; orada isteyenler için onun (her mevsime göre çeşit çeşit yetişen) rızıklarını takdîr etti. (Bunların hepsi) tam dört aşamadadır.

11. Sonra (irâdesi) bir duman (gaz) hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne: ‘İkiniz de isteseniz de istemeseniz de (varlık sahnesine) gelin’ buyurdu. Onlar da: ‘İsteyerek geldik’ dediler. (bk. 21/30-31)

12. Böylece onları yedi kat gök olarak iki aşamada varetti ve (meleklere) her gökte (kendisine âit) işi vahyetti. (bildirdi.) Dünyâ göğünü kandillerle donattık ve (âfetlerden) koruduk. İşte bu, üstün ve (herşeyi) hakkıyla bilen (Allâh’ın) takdîridir.

13. (Rasûlüm’ îmandan) yüz çevirirlerse, de ki: ‘Âd ve Semûd (kavimler)in yıldırımı gibi (mahvedecek) bir yıldırıma karşı sizi uyardım.’

14. Peygamberler onlara: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin’ diye (her fırsatta) önlerinden ve arkalarından geldiği zaman onlar: ‘Eğer Rabbimiz dileseydi, (bize) melekler indirirdi (oysa siz insansınız), Onun için biz, sizin (bizetebliğiçin) gönderildiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz’ dediler.

15. Âd (kavmin)e gelince: (Onlar) yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: ‘Bizden daha güçlü kimdir?’ dediler. Onları yaratan Allâh’ın, kendilerinden daha kuvvetli olduğunu (hâlâ) görmediler mi? Bizim âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı.

16. Bu sebeple onlara, dünyâ hayâtında rezillik (ve perişanlık) azâbını tattırmak için uğursuz (saydıkları) günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha rezil rüsvâ edicidir ve onlara yardım da edilmez (kurtulamazlar).

17. Semûd (kavmin)e gelince: Biz onlara (da) doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü, doğru yolu görmeye tercih ettiler. Neticede, kazanmakta oldukları  (günahlar) yüzünden kepâze (ve perişan) edici azap yıldırımı onları alıverdi.

18. İman eden ve Allâh’ın emrine uygun yaşayan / aykırı davranmaktan sakınanları ise kurtardık.

9-18. (9).‘De ki: ‘Gerçekten (bu) arzı iki aşamada yaratan (Allâh’)a karşı nankörlük ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.’ Âyetlerde bahsedilen ‘gün’ den maksat, bildiğimiz gün değil, başı ve sonu olmayan uzun ‘jeolojik devir’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde de haber verildiği üzere Allah Teâlâ, gökleri, yeri ve bunların içindekileri ‘altı gün’de yaratmıştır. (bk. Furkan 25/59; Kâf 50/38) Sözü edilen altı gün burada detaylandırılır ve hangi aşaamalarda neler yaratıldığı bir miktar daha detaylı anlatılır. Buna göre: Altı aşamadan dördü yeryüzünün, yeryüzü üzerindeki dağların ve canlıların hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak hava, su, mâdenler, bitkiler, hayvanlar gibi geçim kaynaklarının yaratılıp hazırlanmasına ayrılmıştır. (Ö. ÇELİK, 4/393)

Bilindiğiüzere çağımızda geçerliliğini koruyan teorilere göre gökler ve yer ‘sedim’ denilen gaz – toz karışımı bir maddeden yaratılmış ve ilk maddenin meydana gelişinden şu âna kadar yaklaşık beş milyar yıllık bir zaman geçmiştir. Yine bu teoriye göre dünyâda insan nesli yaklaşık bundan ikiyüz – üçyüz bin yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu da gösteriyor ki, göklerin ve yerin meydana gelişiyle insanın yaratılışı arasında uzun devirler geçmiş ve yeryüzü birtakım jeolojik devirlerden geçtikten sonra ancak bugünkü hâlini alabilmiştir. İşte bu noktada Fussilet 9-12’nci âyetlerine dayanarak yeryüzü kabuğunun oluşması ve üzerindeki bitkilerin yaratılmasının dört, göklerin oluşumunun da iki aşamada gerçekleştiğinden söz edebiliriz. Buna göre de denilebilir ki, yeryüzüne âit dört devreyi, ana kütlenin bölünmesi, dağların yaratılması, bitkilerin meydana gelmesi, hayvanların ve insanların yaratılması, gök için zikredilen iki devreyi de göklerin yeniden ayrılması ve gök cisimlerinin yaratılması şeklinde sıralamak mümkün olabilir. (M. DEMİRCİ, 3/60, 61)    

(10).‘Orada üstünden’ görüldüğü gibi ‘sağlam kazıklar’ sarsılmaz dağlar ‘yerleştirdi. Orayı mübârek kıldı.’ Oradaki mahsulleri oldukça fazla kıldı. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni yüce Allah yeryüzünü mahsul verebilecek, tohum saçmaya ve ağaç dikmeye kâbil olacak şekilde mübârek kıldı. ‘Gıdâlarını orada dört aşamada takdir etti.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni dört aşamanın tamâmında bunları takdir etti. Buna göre yeryüzünü iki aşamada yarattı, dağların var edilmesi ve gıdâlarının takdir edilmesi de diğer iki aşamada gerçekleşti. Böylece toplam dört aşama eder. (S. HAVVÂ, 13/40, 41)  

Dahhâk ve İkrime’nin (de) şöyle dediği nakledilmiştir: Akvat, Allâh’ın yeryüzünde insanların yaşamalarına elverişli her bölgeye özgü yarattığı şeylerin tümünü ifâde etmektedir. Benzer bir görüş de İbnü’s Sâib el Kelbi dile getirerek demiştir ki: akvat söz gelimi Allah Teâlâ’nın arzın bir bölgesinde buğday, bir bölgesinde hurma, bir başka bölgesinde de darı (mısır) yaratması gibi, yeryüzündeki her bölge için özel olarak yaratmış olduğu yiyecekler anlamına gelmektedir. (M. DEMİRCİ, 3/61)

(Zîrâ) bakıldığında görülecektir ki, Yüce Allah arzda yaşayan her canlı için faydalı besinler yaratmış, her ülkeye özgü bitkiler yaratmış, denizde lütfetmediği bir şeyi karada ihsan etmiş ve yeryüzündeki herşeyi de insanın hizmetine sunmuştur. Çünkü yeryüzündeki canlılar içinde tek akıllı varlık insandır. Böyle olduğu içindir ki insan da, Allâh’ın lütufta bulunduğu tüm yeryüzü imkânlarını kendi lehine kullanacak bir düzen kurmuştur. Ama onun kurduğu bu düzen hakça bir düzen değildir. O yüzden yeryüzünde bu anlamda bir adâletten söz etmek hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Muhtemelen gelecekte de olmayacaktır. (M. DEMİRCİ, 3/62)

Âyet, Allah Teâlâ’nın bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı olan besinleri lütfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçlı işler, ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delâlet eder; O var olduğu, bir olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır. (KUR’AN YOLU, 4/693)

(11).‘Sonra (irâdesi) bir duman (gaz) hâlinde olan göğe yöneldi.’ Orası bir duman hâlinde iken irâdesiyle orayı yaratmayı kastetti, demektir. ‘Göğe ve yere’ her ikisine birlikte ‘buyurdu ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni isteyerek yâhut istemeyerek Benim emrimi kabul edin ve Benim fiilim ile etkilenin’ ‘İkisi de isteyerek geldik, dediler.’ Yâni: hayır, biz senin çağrını itaat ile, isteyerek kabul ediyoruz. Hasan-ı Basri şöyle demektedir: ‘Eğer yüce Allâh’ın emrine karşı gelmiş olsalardı, acısını duyacakları bir şekilde onları azaplandırırdı.’ (S. HAVVÂ, 13/41)

11’nci âyette geçen ‘duhan’ sözlükte ‘duman’ anlamına gelir. Tefsirlerde bu kelime ’su buhârı’ olarak îzah edilir. Günümüz ilmi gelişmeleri ışığında ‘hidrojen gazı’ olarak yorumlanmaktadır. İşte kâinâtın başlangıcını teşkil eden madde budur. Cenâb-ı Hak önce bu maddeyi yaratmış, bundan da tüm kâinâtı var etmiştir. Bilim adamlarının açıklamasına göre, gök cisimleri gazların yoğunlaşması ile yaratılmıştır. Önceleri uzayı dolduran gâyet sıcak bir gaz bulutu vardı. Bu gaz kütlesinin parça parça yoğunlaşıp sıkışmasıyla yıldızlar meydana geldi. Kâinatta hâlâ bir kısım yıldızlar doğarken, bir takımları dağılmakta ve başka yıldızlar tarafından yutulmaktadır. Aslında yaratılışın başlangıcını teşkil eden bu gazın hadsiz hesapsız güçteki bir enerji bulutu olduğu anlaşılıyor. Zâten maddenin de enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu artık bilinmektedir. İşte Kur’ân’ın beyânına göre gök cisimleri, duman görünümündeki bu gaz (enerji) bulutundan yaratılmıştır. (Ö. ÇELİK, 4/394)

‘Bunun üzerine iki aşamada onları yedi gök hâlinde var etti.’ Yâni iki gün içerisinde yedi gök hâlinde onların yaratılışını sağlamlaştırdı. İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni onların yedi gök hâlinde düzenlenmesi işini diğer iki günde / aşamadabitirdi. (S. HAVVÂ, 13/41)

‘.. ve her birinde oranın işini bildirdi.’ İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni derhâl her bir gökte o göğün ihtiyaç duyduğu melekleri tertip etti ve orada bulunan kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği şeyleri düzene koydu. (S. HAVVÂ, 13/41)

(12).‘Böylece onları yedi kat gök olarak iki aşamada vâretti ve (meleklere) her gökte (kendisine âit) işi vahyetti. Dünyâ göğünü kandillerle donattık ve koruduk. İşte bu, üstün ve (herşeyi) hakkıyla bilen (Allâh’ın) takdîridir.’  

‘Biz dünyâ semâsını’ yâni yeryüzüne yakın olan semâyı ‘da ışıklarla’ yeryüzündekileri aydınlatan, onlara ışık saçan yıldızlarla ‘donattık, koruduk.’ Yâni oradan hırsızlama yoluyla sözleri çalmak isteyenlere karşı o semâyı koruma altına aldık. ‘İşte bu, Azîz ve Alîm’in takdîridir.’ Yâni her bir güçlüyü mağlûp eden ve kahreden, bütün herşeyin durumunu bilenin Rabbi, işte budur. (S. HAVVÂ, 13/41)

Cenâb-ı Hak, bu göğü koruma altına almıştır. Yâni onu şimdilik bozulmaktan korumuştur. Şeytanların çıkıp melekleri dinlemesinden de mahfuz tutmuştur. (bk. Hicr 15/17-18; Sâffât 37/7-10) Yâni bu korumanın maddi ve mânevi olmak üzere iki yönü olduğu anlaşılmaktadır. (Ö. ÇELİK, 4/395)

Yüce Allah yerküreyi ve yerküredeki varlıkları yarattıktan sonra (79/27, 30) göğe yönelmiş, önce gökler ile yer bitişik iken onları birbirinden ayırmış (21/30), sonra duman hâlinde bulunan göğe yönelmiştir.  Gökleri yedi tabaka olarak iki evrede yaratmış (7/54), Güneş’i, Ay’ı, yıldızları, gezegenleri ve galâksileri var etmiştir. (16/37; İ. KARAGÖZ 6/643)

(13).‘Eğer onlar yüz çevirirlerse’ Şâyet Kureyş kâfirleri, ulvi ve süfli cisimler ile ikisi arasındaki bütün varlıkların yaratılışına dâir bunca açıklamadan sonra, hâlâ îmandan yüz çevirir iseler, onlara ‘de ki: ‘İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen kasırgaya…’ – ki Âd kavminin azâbı dondurucu bir kasırga, Semûd kavminin azâbı ise Cebrâil (as)’in korkuç sayhası idi – ‘benzer’ bir azâba; yâni yıldırım gibi tek bir çarpışta helâk eden sert ‘bir kasırgaya karşı … uyarıyorum!’ Mânâ şimdiki zaman kipi olmasına rağmen geçmiş zaman kalıbı kullanılması, uyarılan husûsun mutlaka gerçekleşeceğini haber veren uyarının gerçekleşmiş olduğunu göstermek içindir. (İ. H. BURSEVİ, 18/50) 

Bu konunun özellikle iki topluluğa tahsis edilmesi, kış ve yaz yolculuklarında bu iki topluluğun toprakları üzerinden geçilmesi ve kendilerine yapılan azâbın izlerinin görmeleri sebebiyledir. (İ. H. BURSEVİ, 18/51)

Hadis: Câbir b. Abdullah (r)’ ten rivâyete göre, bir gün Kureyş’ten bir topluluk, Hz. Muhammed’le konuşmak ve onu ikna etmek, putları kötülemekten vazgeçirmek üzere Utbe İbn Rabîa’yı gönderdiler. Utbe: ‘Sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi ya da Abdulmuttalib mi? Sen ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun. Mal istiyorsan mal verelim, kadın istiyorsan Kureyş kızlarından on tanesini sana verelim’ dedi. Eğer Muhammed (s) kendilerinden daha hayırlı ise, konuşmasını ve sesini işittirmesini istedi. Bunun üzerine o, besmele ile Fussilet sûresinin ilk 13 âyetini okudu. Utbe bunun ne şiir, ne kehânet ve de büyü olmadığını söyledi, eve kapandı ve Kureyş’e azap inmesinden korktuğunu bildirdi. (Buhâri Tevhid 15, 35; Müslim Tevbe 1; Tirmizi Zühd 51; İbn Mâce Edeb 58; Dârimi Rikak 22’den H. DÖNDÜREN, 2/751)   

Bunarağmeninkârettilerve çoğu Bedir savaşında katledildi. Allah dînini gâlip kılarak nûrunu tamamlamaktan başka bir seçeneğe râzı olmadı. Onların değil, Allâh’ın dediği oldu. (İ. H. BURSEVİ, 18/54)

(14).‘Peygamberler onlara: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin’ diye (her fırsatta) önlerinden ve arkalarından geldiği zaman onlar: ‘Eğer Rabbimiz dileseydi, (bize) melekler indirirdi (oysa siz insansınız), Onun için biz, sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz’ dediler.’ Örnek verilen Âd ve Semûd kavimlerinin, Rasûl-i Ekrem (s)’e karşı çıkan müşrik Araplarla ortak yönleri dikkat çekmektedir: Müşrikler de Âd kavmi gibi kibirli idiler. İnsandan peygamber olmayacağını ve peygamberlerin ancak meleklerden gönderilebileceğinidüşünüyor, Hz. Muhammed (s) ilebirliktebir meleğin gelmesini istiyorlardı. (bk. En’âm 6/8-9; Hûd11/12; İsrâ 17/94-95) Yine onlar aynen Semûd kavmi gibi, içinde bulundukları küfür, şirk ve sapıklığı Peygamber (s)’in getirdiği doğru yola tercih ediyorlardı. İşte müşrikler, aynı özellikleri taşıyan toplumların başına gelen felâketler hatırlatılarak uyarılmakta ve İslâm yoluna çağrılmaktadırlar. (Ö. ÇELİK, 4/397)

Âyetin açık anlatımından anlıyoruz ki: Târih boyunca hak ile bâtıl mücâdelesi sürüp gelmiş, her devir ve çağda bu mücâdelenin bıraktığı yankı kulaklara aksetmekten geri kalmamıştır. Gerçek bu olunca, haktan yana olan müminlerin her zaman peygamber metoduyla yola çıkmaları, mantıkla ilmi birleştirerek tebliğ ve irşat hizmetini sürdürmeleri ve kaba kuvvete, saldırı ve haksızlığa karşı, günün şartlarını dikkate alarak, bir strateji uygulamaları gerekmektedir. Çünkü hak, saldırgan ve zâlim değildir; hele şarlatan, fitne ve fesat çıkaran hiç değildir. O hep ağırbaşlı, vakarlı, temkinli, yapıcı ve ıslah edicidir. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/611)

(15).‘Âd (kavmin)e gelince: (Onlar) yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: ‘Bizden daha güçlü kimdir?’ dediler. Onları yaratan Allâh’ın, kendilerinden daha kuvvetli olduğunu (hâlâ) görmediler mi? Bizim âyetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı.’   Âd kavminin ‘Bizden daha güçlü kim var?’ şeklindeki küstahça iddiâlarına karşı onlara, kendilerini de yaratmış olan Allâh’ın sonsuz gücü hatırlatılmaktadır. Âd kavmi de Allâh’ın gücünün sınırsızlığına inanıyordu. Şu hâlde herşeye gücü yeten Allâh’ın kendilerinden daha güçlü topluluklar meydana getirmeye muktedir olduğunu düşünememeleri bir ahmaklık işâreti idi. Böylece onların beşeri duyguları akıllarına gâlip gelmiş ve kendilerini inkâra sürüklemiş; bu da dünyâda felâkete uğrayarak yok olmalarına, âhirette de azâbı hak etmelerine sebep olmuştur. (KUR’AN YOLU, 4/697)

‘.. görmediler mi?’ sorusu ‘görsünler ve bilsinler’ anlamında uyarı yapmaya yöneliktir. Çünkü Âd kavmi, her yüksek yere alâmetler dikmişler, sağlam binâlar yapmışlardır. (26/128-134) Servetlerine ve güçlerine güvenerek gurur vr kibre kapılmışlardır. Hz. Hud onları bir tek Allâh’a îmâna dâvet etmişse de onlar, tanrılarını bırakmayacaklarını belirterek, Hz. Hud’u beyinsizlik ve yalancılıkla itham etmişlerdir. (7/66; 11/53; 26/139; İ. KARAGÖZ 6/649)

‘Onlar âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.’ Yâni bu âyetlerin hak olduğunu bildikleri hâlde, kibir ve inatlarından dolayı onları reddettiler, inkâr ettiler. Cebbâr olan Allâh’a karşı, açıktan açığa düşmanlık ettiler, âyetlerini inkâr edip, peygamberlerine isyan ettiler. (S. HAVVÂ, 13/53)

Kur’ân, gerek Arap putperestlerinin gerekse eski kavimlerin ilâhi dinlere inanmamalarının temelinde akli ve fikri sebeplerden çok, büyüklük taslamaları, mevki ve menfaat hırsı gibi duygusal sebeplerin yattığına sık sık vurgu yapar. Âd kavminin, Peygamberleri Hûd’un risâletini / peygamberliğini reddetmelerinin de aynı psikolojik temele dayandığı görülmektedir. (Bilgi için bk. A’raf 7/65-72; KUR’AN YOLU, 4/697)

(16).‘Bu sebeple onlara, dünyâ hayâtında rezillik (ve perişanlık) azâbını tattırmak için uğursuz (saydıkları) günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha rezil rüsvâ edicidir ve onlara yardım da edilmez (kurtulamazlar).’ Bu âyette ‘rîhan sarsaran’ ifâdesi geçmektedir. Bu deyim hakkında dilbilimciler arasında ihtilâf vuku bulmuştur. Kimileri yakıcı sıcak’ kimileri dondurucu bir soğuk’, kimileri de ‘estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgâr’ anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat hepsi de söz konusu rüzgârın çok şiddetli olduğu konusunda birleşmişlerdir. (MEVDÛDİ, 5/179) (..) İbn Kesir der ki: ‘Doğrusu bu rüzgâr, sözü geçen bütün bu niteliklere sâhipti. Aynı zamanda hem güçlü ve şiddetli bir rüzgârdı, böylelikle onların gurûra kapıldıkları güçleri türünden cezâya çarptırılmış oldular. Aynı zamanda alabildiğine soğuk vedehşetedüşürecekkadar korkunç bir sesi vardı.’ (S. HAVVÂ, 13/54)

Kimi müneccimler bu âyete dayanarak uğursuz günlerden söz etmişlerse de, kelâm bilginlerine göre ‘uğurlu veya uğursuz olma’ izâfidir, kişiye göre değişir. Bir gün acı çeken kişi için ‘uğursuz’ aynı gün bir sıkıntıdan kurtulan kişi için ‘uğurlu’ sayılır. Burada da helâk edici rüzgârın esmesi, uğursuzluk olarak nitelendirilmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/751, 752)

(17).‘Semûd’a gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik, fakat onlar körlüğü, doğru yolu görmeye tercih ettiler. Neticede, kazanmakta oldukları  (günahlar) yüzünden kepâze (ve perişan) edici azap yıldırımı onları alıverdi.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni yüce Allah onlara bir çığlık, bir sarsıntı, zillet, horluk, azap ve intikam gönderdi.’ Bunu ise kötü kazançları olan yalanlamak, inkâr, şirk ve günahları dolayısıyla yapmıştır. (S. HAVVÂ, 13/54)

‘.. kazandıkları şeyler’ ile maksat, Allâh’a ortak koşmaları, Sâlih peygamberi yalanlamaları, toplumda bozgunculuk yapmaları (27/48-52), müminleri aşağı görüp onlara zulmetmeleri, Sâlih peygamberin ‘dokunmayın ve zarar vermeyin’ demesine rağmen mucize olan deveyi öldürmeleri, şirk, inkâr, isyan ve zulümde ısrar etmeleridir. (7/79, 11/61-68; İ. KARAGÖZ 6/651)

Diğer benzerleri gibi, Semûd kavmi de Allah kendilerine Sâlih peygamber vâsıtasıyla doğru yolu gösterdiği hâlde, körlüğü, dalâleti hidâyete tercih etmişler(dir).  Böylece yollarını şaşırmışlar ve bu gidiş onları kendi kazanımlarının sonucu olan alçaltıcı bir yıkıma götürmüş; ilâhi ışığa yönelerek onunla aydınlanan, bu sâyede inanan ve kötülüklerden korunanlar ise Allâh’ın kurtarıcı yardımına mazhar olmuşlardır. (KUR’AN YOLU, 4/698)

(18).‘İman edip de sakınıp duranları ise kurtardık.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni onları koruduk, onlara herhangi bir kötülük isâbet etmedi, zarar görmediler. Aksine yüce Allah peygamberleri Sâlih (as) ile îmanları ve Allâh’a karşı duydukları takvâ sebebiyle kurtarmıştı. (S. HAVVÂ, 13/54)

41/19-25  NİÇİN  ALEYHİMİZE ŞÂHİTLİK ETTİNİZ?

19. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın düşmanları (mahşer yerinde) ateşe sürülmek üzere toplandıkları günü (insanlara anlat). (Ogünkâfirlerin) hepsi bir araya getirilirler.   

20. Nihâyet oraya geldikleri zaman, (dünyâda) yaptıkları şey hakkında kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şâhitlik edecektir. (krş. 36/65)

21. (Müşrikler ve isyankârlar) derilerine: ‘Niçin bizim aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ diyecekler. (Derileri de): ‘Herşeyi konuşturan Allah, bizi (de) konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan da O’dur. (Şimdi de) yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler.

22. Siz (fenâlıkları yaparken, hâlktan utanıp gizleniyordunuz da) kulaklarınız ve derilerinizin aleyhinize şâhitlik yapacağını düşünerek (sakınıp) gizlenmiyordunuz. Aksine yaptıklarınızdan çoğunu Allâh’ın bilmeyeceğini sandınız.’ (bk. 36/65)     

23. ‘İşte Rabbinize karşı beslediğiniz (bu) kötü zandır ki sizi helâk etti. Bu yüzden ziyâna uğrayanlardan oldunuz.’

24. Şimdi dayanabilirlerse; artık ateş, onlara meskendir. (Özür dileyip Rablerinden) hoşnutluk isteseler bile artık, özür (ve istek)leri kabul edilecek değildir.

25. Biz onlara (kendi isteklerine göre) birtakım şeytanlaşan dostlar katarız, onlar da onlara, hem önlerindeki (dünyadaki şirk, küfür ve isyan)larını, hem de arkalarındaki (âhirette dirilme ve hesap verme olmadığı iddiâları)nı süslü gösterirler. Bu yüzden, kendilerinden önce, cin ve insanlardan gelipgeçmiş ümmetler arasında (gerçekten azâba dâir) söz onlara da hak oldu. Çünkü onlar, (Allâh’ın emirlerinden saptıkları için) böylece ziyâna uğrayanlardan olmuşlardır. 

19-25. (19).‘Allâh’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler.’ Yâni önce bir nesil, daha sonra başka bir nesil hesâba çekilmeyecek, bilâkis bütün nesillerin hesâbı bir arada görülecektir. Çünkü bir şahsın veya bir neslin bıraktığı etkiler onların ölümüyle sona ermez. Aksine ölümden sonra da devam ederek nesiller boyu iz bırakır. Bu yüzden karar vermek için, birbirlerine şâhitlik etsinler diye tüm nesiller bir araya getirileceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/179)

Taberi, bu deyimin (Allah düşmanları deyimi) özellikle Kur’ân’ın ilk muhâtapları olan Mekke putperestleri için kullanıldığına işâret eder. İbn Âşur da aynı görüşü ısrarla savunur. Ona göre Kureyş müşriklerinin bu şekilde anılmalarının sebebi, Rasûlullah’a düşman olmalarıdır. Nitekim Rasûlullâh’ı ve müslümanları yurtlarından çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan ‘Benim ve sizin düşmanlarınız’ (Mümtehine 60/1) diye söz etmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/700)    

(20).‘Nihâyet oraya geldikleri zaman, (dünyâda) yaptıkları şey hakkında kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şâhitlik edecektir.’    Hadis: Enes b. Mâlik (r) der ki: Rasûlullah (s)’in huzûrunda idik, tebessüm etti. Sonra: ‘Niçin güldüğümü biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedik. Şöyle buyurdu: ‘Kulun Rabbine hitâbından dolayı tebessüm ettim. O: ‘Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?’ der. Yüce Rab: ‘Evet’ der. Bu sefer kul: ‘Ben kendime karşı ancak kendimden olan şâhidi kabul ederim’ der. Bunun üzerine yüce Allah: ‘Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak ta kirâmen kâtibîn melekleri yeter’ buyurur. Efendimiz devamla buyurdu ki: ‘Allah kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer organlarından konuşmaları istenir. Organlar yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: ‘Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücâdele edip duruyordum.’ (Müslim Zühd 17’den Ö. ÇELİK, 4/399)

(21).‘(Müşrik, kâfir ve isyankârlar) derilerine: ‘Niçin bizim aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ diyecekler. (Derileri de): ‘Herşeyi konuşturan Allah, bizi (de) konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan da O’dur. (Şimdi de) yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Bundan insanın sâdece organlarının değil, herşeyin onunyaptıklarına şâhitlik edeceği anlaşılmaktadır. Aynı husus Zilzâl sûresinde şöyle açıklanmıştır: ‘Yer içindekileri çıkardığı ve insan ‘ona ne oluyor’ dediği zaman, işte o gün yer haberlerini söyler. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir.’ Yâni insanoğlu onun üstünde ne yapmışsa anlatır. Çünkü Allah ona böyle emretmiştir. (MEVDÛDİ, 5/181)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… İbn Abbas (r) İbnü‘l Ezrak’a dedi ki: Kıyâmet gününde insanlar üzerinde öyle bir zaman gelecek ki, konuşamayacak, özür beyan edemeyecekler, söz söyleyemeyecekler. Onlara bu konuda izin verilinceye kadar bu böyle sürecek. Sonra onlara izin verilir. Bu sefer dâvâlaşırlar, yüce Allâh’a şirk koşan kimse şirkini inkâr eder ve orada da Allâh’ın huzûrunda dünyâda iken size yemin ettikleri gibi yemin ederler. Onlar bu şekilde inkâr edince yüce Allah onlara karşı kendilerinden şâhitler gönderir. Derileri, gözleri, elleri, ayakları; ağızlarına da mühür vurur. Daha sonra bu organlarına ağızlar açılır ve bu ağızlar organlar ile dâvâlaşıp şöyle derler: ‘Herşeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. Sizi ilkin yaratan O’dur ve O’na döndürülüyorsunuz.’ (âyet 21) bunun üzerine deliller inkârdan sonra ikrar eder. (S. HAVVÂ, 13/89) 

(22).‘Siz (fenâlıkları yaparken, halktan gizleniyordunuz da) kulaklarınız ve derilerinizin aleyhinize şâhitlik yapacağını düşünerek (sakınıp) gizlenmiyordunuz. Aksine yaptıklarınızdan çoğunu Allâh’ın bilmeyeceğini sandınız.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Sizler ahlâksızlıkları işlediğinizde duvarların arkasına, perdelerin arkasına sığınarak örtünüyor idiniz; fakat bu örtünmeniz organlarınız aleyhinizde şâhitlik eder korkusuyla değildi. Sizler onların aleyhinize şâhitlik edeceklerini bilmiyordunuz. Aksine esâsen sizler öldükten sonra dirilmeyi ve amellerin karşılıklarını görmeyi inkâr ediyordunuz. ‘ (S. HAVVÂ, 13/56)

Hadis: 22’nci âyetin müşriklerin Allah hakkındaki anlayışlarını ifâde eden ‘… üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allâh’ın bilmediğini zannediyordunuz’ meâlindeki bölümüyle ilgili olarak Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle bir bilgi aktarırlar: ‘Bir ara Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Biri Beni Sakif’ten ikisi Kureyş’ten veya biri Kureyş’ten ikisi Beni Sakif’ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım lâflar ettiler. Biri dedi ki: ‘Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?’ Diğeri, ‘Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz’, üçüncüsü ise ‘Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar’ dedi. Bu konuşmaları Peygamberimiz (s)‘e anlattım; bunun üzerine Fussilet sûresinin bu 22-23’ncü âyetleri indi. (Buhâri Tefsir 41/2; Müslim Münâfikın 5; Ö. ÇELİK, 4/400, KUR’AN YOLU, 4/701)

(23).‘İşte Rabbinize karşı beslediğiniz (bu) kötü zandır ki sizi helâk etti. Bu yüzden ziyâna uğrayanlardan oldunuz.’ Bu zan, Allah hakkında yanlış olan kötü zandır ki, helâk edicidir. Demişlerdir ki zan iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helâk edicidir. (Hadîs-i Kudsi) ‘Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre olurum’ kudsi hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri Hazretleri bu âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri rablerine karşı besledikleri zanna göredir. Mümin Allâh’a güzel zan besler, güzel amel yapar; kâfir ve münâfık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. (ELMALILI, 6/553)

Aynı âyet dolayısıyla Katâde, Kur’ân’da biri ‘kurtarıcı zan’, diğeri ‘mahvedici zan’ olmak üzere iki çeşit zandan söz edildiğini belirtmiştir. Allâh’a kavuşacaklarına (Bakara 2/46) ve âhirette hesap vereceklerine (Hâkka 69/20) inananların bu inançları için kullanılan zan’kavramı ‘kurtarıcı zannın’, konumuz olan âyetlerde geçen ‘zan’ da ‘mahvedici zannın’örnekleridir. (KUR’AN YOLU, 4/701)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Câbir (r) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Sizden her kim ölürse mutlaka yüce Allah hakkında güzel zan besleyerek ölsün. Çünkü birtakım kimselerin Allah hakkındaki kötü zanları onları helâk etmiştir. İşte yüce Allah: ‘İşte Rabbiniz hakkındaki bu zannınızdır sizi mahveden ve sonunda hüsrâna uğrayanlardan oldunuz.’ (âyet 23, S. HAVVÂ, 13/90)

(24).‘Şimdi dayanabilirlerse; artık ateş, onlara meskendir. (Özür dileyip Rablerinden) hoşnutluk isteseler bile artık, özürleri kabul edilecek değildir. ‘ Yâni dünyâya dönemeyecekler, bu istekleri kabul olunmayacaktır.  İbn Kesir bu âyet-i kerîme hakkında şunları söylemektedir: ‘Yâni cehennemde onlar ister sabretsinler, ister etmesinler birdir. Hiçbir şekilde oradan kurtulamazlar, oradan dışarıya çıkamazlar. Şâyet birtakım özürler beyan edip kendilerinden hoşnut edilmesini isteyecek olurlarsa, onların ileri sürecek özürleri de olmaz; hatâları da herhangi bir şekilde telâfi edilmez.’ (S. HAVVÂ, 13/56)

(25).‘Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler.’ Sünnetullah gereği iyi insanlara iyi insanlar arkadaş olur, kötü insanlara kötü insanlar arkadaş olur. Bir insan kötülüğe ve sapıklığa ne kadar batarsa, o derece kötü arkadaşlar edinir. Şeytanlar onun dostu olurlar. (bk. Zuhruf 43/36-39, Ö. ÇELİK, 4/401)

‘Önlerinde bulunan’ ifâdesi dünyâ işleriyle ilgilidir ve şu anlama gelir: Kötü arkadaşları onlara putlara tapmak, evlât katli, başkasının malını yemek, el ve dil ile insanlara zarar vermek, kumar oynamak, ahlâksızlık yapmak, zinâ etmek gibi çirkin işleri şirin gösterdi;  onları bu işlere alıştırdı. ‘Arkalarında olan’ ise Allâh’ın sıfatları, âhiret hâlleri gibi duyu sınırlarını aşan, gayb âlemine dâhil olan konulardır. (İbn Âşur’dan KUR’AN YOLU, 4/702)

Bâzı kimseler ‘filân şahıs aslında iyidir, fakat onu kötü arkadaşları yoldan çıkardı’ derler. Böyle bir düşünce doğru değildir. Çünkü her insan kendisi gibi bir arkadaş seçer. Kötü bir insan iyi biriyle arkadaş olsa da, bu arkadaşlık fazla uzun sürmez. Zîrâ pislik nasıl sineği çekerse, kötü kimseler de ancak kötüleri yanlarına çekerler. (MEVDÛDİ, 5/181)

‘Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrâna düşenlerdi.’ Bu, onların azâbı hak edişlerinin sebebini açıklamaktadır. Buradaki zamir, hem onlar hem diğer ümmetler içindir. Yâni hepsi de ateşte ve yok oluş bakımından birbirine eşittir. Kötülüklerinin kendilerine bu şekilde süslü gösterilmesinin bir sonucu olarak onlar, ellerindeki her türlü imkânla Kur’ân-ı Kerîm’e savaş açarlar. (S. HAVVÂ, 13/58)

41/26-32  ALLAH DÜŞMANLARININ  CEZÂSI  ATEŞTİR

26. İnkâr edenler: ‘Bu Kur’ân’ı (okunurken)  dinlemeyin ve ona karşı gürültü yapın. Belki böylece baskın çıkar (duyulmasını engelle)rsiniz’ dediler.

27. Biz o inkâr edenlere elbette şiddetli bir azâbı tattıracağız ve elbette onları, yapmakta olduklarının en kötüsü ile cezâlandıracağız.

28. İşte, Allah düşmanlarının cezâsı ateştir. Âyetlerimizi inkâr etmelerine karşılık olarak, o (cehennem)  onlar için ebedi kalma yurdudur.

29. Küfre sapanlar (cehennemde): ‘Ey Rabbimiz! Cin ve insanlardan bizi saptıranları bize göster, onları ayaklarımız altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar!’ derler. (krş. 2/165-167)

30. (Ey müminler!) Şüphesiz ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra (kulluk görevlerinde ve işlerinde) istikâmet üzere (dosdoğru) olanlar var ya, onların üzerlerine (ölümleri ânında ya da mahşer yerinde) melekler inerler de: (İlerisi için) korkmayın, (bıraktığınız evlât ve âilenizden de) endişe etmeyin, size söz verilen cennetle sevinin’ derler.

31-32. (Melekler) ‘Biz dünyâ hayâtında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan, çok merhamet eden (Allah)tan bir ağırlama olarak canınızın çektiği şeyler orada sizindir ve orada sizin için (her) istediğiniz şey vardır.’ (derler)      

26-32. (26).‘İnkâr edenler: ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin ve ona karşı gürültü yapın. Belki böylece baskın çıkar (duyulmasını engelle)rsiniz’ dediler.’ Onun okunuşunu bastırasınız ve o Kur’ân’ı Kerîm’i okuyan, onu tebliğ eden ve ona dâvet eden kimselere karşı ona kulak verip dinlememekle birlikte red, inkâr, kabul etmemek, tenkid etmek, ıslık çalmak, el çırpmak ve şarkı söylemek sûretiyle bütün şaşırtma yollarını kullanarak, belki onun okunuşuna karşı üstün gelirsiniz. (S. HAVVÂ, 13/58)

Rasûlullah (s) konuşmaya başladığında kimse onun sesini duymasın diye gürültü yapmak kâfirlerin bir taktiğiydi. Onlar Kur’ân’ın etkili bir kelâm olduğunu, onu tebliğ eden kimsenin de yüce bir kişiliğe ve etkileyici bir hitâbet yeteneğine sâhip bulunduğunu, dolayısıyla dinleyenlerin kesin olarak onun etkisi altına gireceğini biliyorlardı. Bunu önlemek için, Hz. Muhammed’in (sa) söylediklerini dinlememek ve başkalarının da dinlemesini engellemek için karar almışlardı. (MEVDÛDİ, 5/183) 

Ogünkü müşrikler, inkârcılar, münâfıklar Kur’ân okunurken, ondaki emir ve hikmetleri duyurmamak ve ilâhi tebliğin sesini boğmak ve bâzı suçlayıcı söylemlerle gündem oluşturmak için şamata yapıyorlardı. Bugün de küfür alemi ve yandaşları emperyalist metotla Müslümanları çeşitli oyun ve eğlenceye daldırmak, gürültüler içinde boğmak, böylece Kur’ân’a ve hükümlerine karşı duyarsız ve duygusuz hâle getirmek ve Kur’ân’ı hayatın dışına çıkarmak için çaba harcamaktadırlar. Özellikle kendi yörüngelerine giren kadrolarla hâlkı müslüman olan memleketlerde işleri daha da kolaylaşmaktadır. Buna karşı müslümanlar, sahâbiler gibi yollarına yılmadan devam etmelidir. (H. T. FEYİZLİ, 1/478)

(27).‘İşte (biz de) o inkâr edenlere elbette şiddetli bir azâbı tattıracağız ve elbette onları, yapmakta olduklarının en kötüsü ile cezâlandıracağız.’ 27’nci âyetteki ‘şiddetli azap’ müşriklerin müslümanlar karşısında uğrayacakları yenilgiler, ‘yaptıklarının en kötüsüne denk cezâ’  da âhiret azâbı olarak yorumlanmıştır. (İbn Atıyye) Bu son ifâde iki şekilde açıklanmıştır: (1) Yaptıklarının en kötüsü Allâh’a ortak koşmak olduğu için cezâları da buna uygun ağırlıkta olacaktır; (2) Onların bâzı iyi işleri de olmakla birlikte îman etmedikleri için âhirette iyilikleri dikkate alınmayacak, kötülüklerine göre yargılanıp cezâ göreceklerdir. (Şevkâni’den KUR’AN YOLU, 4/704)

(28).‘İşte, Allah düşmanlarının cezâsı ateştir. Âyetlerimizi inkâr etmelerine karşılık olarak, o (cehennem)  onlar için ebedi kalma yurdudur.‘ Bu bütün inkârcılar için şiddetli bir tehdittir. Kur’ân okunurken düşünmeyen ve huşû duymayanlara da uyarıdır. Çünkü Allah inanan kullarına Kur’ân okunduğu zaman susmalarını ve Kur’ân’ı dinlemelerini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, size merhamet edilsin.’ (A’raf 7/204, V. ZUHAYLİ’den N. YASDIMAN, 8/631)

(29).‘Küfre sapanlar (cehennemde): ‘Ey Rabbimiz! Cin ve insanlardan bizi saptıranları bize göster, onları ayaklarımız altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar!’ derler.’  Yâni, onlar dünyâda liderlerinin, rehberlerinin ve kendilerini saptıran şeytanların işâretlerine göre hareket ediyorlardı. Kıyâmet günü, ellerine geçirebildikleri takdirde, kendilerinin cehenneme yuvarlanmalarına sebep oldukları için ayaklarının altına almak isteyeceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/183)

Kur’ân, En’âm sûresinde (6/112) ‘saptırıcı güçler’ olarak iki tür varlıktan söz ederek bunları ’cin ve insan şeytanları’ şeklinde anar; Nâs sûresinde de (114/4-6) aynı varlık türleri içinde, insanların kalplerine vesvese veren (olumsuz veya asılsız duygu, düşünce fitleyen) iki  şer kaynağının bulunduğuna dikkat çeker. Böylece insan, dıştan kendi türünden olan kötü insanların saptırıcı etkileriyle, içten de şeytan denilen görülmez güçlerin yanıltma ve aldatmalarıyla doğru yoldan uzaklaştığı, inkâr ve günah yoluna saptığı için âhirette de yüce Allah’tan âyette belirtilen dilekte bulunacaktır. (KUR’AN YOLU, 4/705) 

‘ayaklarımızın altına alalım da, en aşağıdakilerden olsunlar’ Ancak orada söyleyecekleri bu sözün bir faydası olmayacaktır. Bundan dolayı bundan sonraki buyruklarda onların bu seslenişlerine cevap verilmediğini görmekteyiz. (S. HAVVÂ, 13/59)

(30).‘(Ey müminler!) Şüphesiz ‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerlerine (ölümleri ânında) melekler inerler de: korkmayın, endişe etmeyin, size söz verilen cennetle sevinin’ derler.’ Burada meleklerin üzerine indiği müminlerin iki önemli özelliği zikredilir: (1) Birincisi, İman: Bunlar ‘Rabbimiz Allah’tır, derler. Yâni Allâh’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allâh’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün îman esaslarına da inanırlar. (2) İkincisi; istikâmet: Allâh’ın Rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sâhip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya olağanüstü dikkat gösterirler. (Ö. ÇELİK, 4/403, 404)

‘istekâmû / dosdoğru olan mümin kimseler’ İstikâmet, sözlükte doğru ve mutedil olmak; din dilinde doğru yola girmek, İslâm’a uymak, adâleti yerine getirmek, itaat olan şeyleri yapıp isyan olan şeylerden sakınmak, verdiği sözü tutmak ve haktan sapmamak, inancında, söz, iş, eylem ve davranışlarında Kur’ân’a ve sünnete uygun hareket etmek demektir. (İ. KARAGÖZ 6/664)

Ebû Bekir es Sıddık (r)’dan rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: Sözleriyle dosdoğru oldukları gibi, fiilleriyle de dosdoğrudurlar. Yine ondan gelen rivâyete göre, o bu âyet-i kerîmeyi okuyup: ‘Bu âyet hakkında ne dersiniz?’ diye sormuş, hazır bulunanlar: ‘Kasıt günah işlemeyenlerdir’ demişler, o da: ‘Siz işi en zor şekline göre yorumladınız’ diye cevap vermiş. Bunu üzerine ‘Sen ne dersin?’ diye sorulunca, şu cevabı vermiş: ‘Bir daha putlara ibâdete dönüş yapmamış kimseler, demektir.’ Ömer (r)’den dedi ki: ‘Tilkiler gibi sağa sola gelişigüzel gitmez,  yâni münâfıklık etmezler. Osman (r) da: (Dosdoğru gitmelerinden kasıt) amellerini ihlâslı yapmaları, demektir. Ali (r) ise şöyle demiştir: ‘Farzları edâ eden kimse demektir.’ (S. HAVVÂ, 13/90, 91)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor. Abdullah b. Süfyan’ın babasından rivâyetine göre, adamın birisi şöyle demiş: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü, bana İslâm’a dâir öyle bir husûsu emret ki, bu konuda senden başka hiçbir kimseye daha soru sormayayım’ Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: ‘Allâh’a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol.’ Ben: ‘Neyimi koruyayım’ diye sordum, o da diline işâret buyurdu. (Tirmizi Zühd 61, Müslim Îman 62, İbn Mâce Fiten 12, S. HAVVÂ, 13/92)

‘Sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner’ ifâdesindeki melekler, dînî ve dünyevi işlerinde onlara yardımcı olup, ilham yoluyla onların gönüllerine bir ferahlık ve genişlik vererek onlardan korku ve üzüntüyü bertaraf ederler. Aynı şekilde kötü arkadaşlar, çirkin işleri süsleyip güzel göstererek onları ifsad ederler. Bu melekler müminlere ölüm ânında da gelip cenneti müjdelerler. Yine kabirde ve dirilerek kabirden kalkıp Arasat meydanına, mahşer yerine gidecekleri zamanda melekler inerler ve ‘Korkmayın, üzülmeyin’ Âhirete gönderdiğiniz şeylerden korkmayın. Çünkü nahoş bir şeyle karşılaşmayacaksınız. (İ. H. BURSEVİ, 18/88, 89)

Hadis: O iki melek (Münker – Nekir) mümin bir kimseye ‘Rabbin kim?’ diye sorar, o şahıs da: ‘Rabbim Allâh’tır’ diye cevap verir. Melekler: ‘Size gönderilmiş olan Peygamber kimdir?’ diye sorarlar, o da: ‘Allâh’ın peygamberi Muhammed’ diye cevap verir. Melekler: ‘Amelin nedir’ diye sorarlar, o da: ‘Allâh’ın kitabını okudum, ona îman edip, onu tasdik ettim’ diye cevaplandırır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned)  Söz konusu hadis de gösteriyor ki, kabre defnedilen her insan, ilk olarak burada sorguya çekilmektedir. O hâlde kabir azâbı vardır. (M. DEMİRCİ, 3/64)

Kur’ân-ı Kerîm meleklerin, diriliş esnâsında da insanların yanında bulunacaklarını haber vermektedir. Denildiğine göre İsrâfil (as)’in ikinci defa sûra üfürmesinin ardından (Yâsin 36/51), kabirler açılacak (İnfitar 82/4). Allah insanları tekrar diriltecek, yerden ot bitirir gibi topraktan onları çıkaracak (Nûh 71/17-18), böylece bütün insanlar kabirlerinden doğrulup kalkacaklardır  (Âdiyât 100/9-11) Sonra ‘Herkes yanında biri muhâfızlık yapan, diğeri şâhitlik eden iki melekle gelir.’ (Kâf 50/21). ‘Cennet takvâ sâhiplerine yaklaştırılacak, uzakta olmayacaktır.’ (Kâf 50/31). ‘(Ve onlara) Oraya selâmetle girin. İşte bu, ebedi yaşamanın başladığı gündür (denilecektir) (Kâf50/34) Tüm bu âyetler da bize gösteriyor ki, melekler insanın sâdece ölüm anında değil, hem kabirde hem de dirilip Allâh’ın huzûruna giderken yanına gelecekler; müminlere karşı iyi ve yumuşak, inkârcılara ve günahkârlara karşı ise oldukça sert bir şekilde davranacaklardır. (M. DEMİRCİ, 3/64)         

(31, 32).‘Biz dünyâ hayâtında da, âhirette de sizin dostlarınızız.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni ölüm esnâsında melekler müminlere şöyle diyecektir: Bizler dünyâ hayâtında iken sizin velîleriniz yâni sizinle birlikte olup, yanlarınızdan ayrılmayan kimseler idik. Adımlarınızı doğrultuyor, size  başarı veriyor, Allâh’ın emriyle sizleri koruyorduk. Âhirette de bu şekilde sizinle birlikte olacağız. Kabirdeki yalnızlığınızı, Sûr’a üfürülüş esnâsındaki dehşetinizi, teselli edeceğiz. Öldükten sonra diriliş günü, hesap günü size güvenlik vereceğiz, Sıratta geçmenizde size yardımcı olup, sizleri Naîm cennetlerine ulaştıracağız.’ (S. HAVVÂ, 13/61)

‘Çok bağışlayan, çok merhamet eden (Allah)tan bir ağırlama olarak canınızın çektiği şeyler (canların çektiği, gözlerin de kendisi ile aydın olacağı, arzuladığınız, seçtiğiniz her türlü nîmetler) orada sizindir ve orada sizin için (her) istediğiniz şey vardır.’ (derler)’  Yâni, ne isterseniz hemen bulacaksınız ve seçtiğiniz üzere yanınızda hazır olacak. (S. HAVVÂ, 13/61)

‘Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın bir ikrâmı olarak’ Aynı müfessir (Râzi) ‘ikram’ diye çevirdiğimiz metindeki ‘nüzul’ kelimesinin özellikle misâfire yapılan ikram için kullanıldığını hatırlatarak bu kelimeden, nasıl ki cömert bir ev sâhibi misâfirine, sâhip olduğu şeylerin en değerli olanlarını ikram ederse,  Allah Teâlâ’nın da cennetine kabul buyurduğu mümin kullarına en güzel nîmetlerini ikram edeceğini belirtmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/708)

41/33-36  KİMİN  SÖZÜ  DAHA  GÜZELDİR?

33. (İnsanları ibâdet ve itaat için) Allâh’a çağıran, sâlih (sevaplı) ‘iş ve hareket’ yapan ve ‘şüphesiz ben müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü (olan) kimdir?

34. İyilik(ler) de eşit değildir, kötülük(ler) de. (Ey mümin!) Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde sav. O zaman (görürsün ki) seninle kendisi arasında bir düşmanlık olan kimse, sanki yakın / candan bir dost (oluvermiş)tir. (krş. 26/101)

35. Bu (kötülüğüiyilikleönlemeözelliği)ne, ancak sabredenler kavuşturulur. Ayrıca, buna, (sevaptan) büyük pay sâhibi olanlar kavuşturulur.

36. (Ey mümin!) Eğer şeytandan bir fitnelik (ve vesvese) seni dürterse hemen Allâh’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten ve bilendir. (bk. 7/200, 23/97-98)

33-36. (33).‘(İnsanları) Allâh’a çağıran, sâlih ‘iş ve hareket’ yapan ve ‘şüphesiz ben müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü (olan) kimdir?’ ‘Allâh’a çağırmak’tan maksat, tevhid inancına ve Allâh’a itaate dâvet etmektir. (Şevkâni) Bâzı müfessirler, burada özellikle Hz. Peygamberin övüldüğünü belirtmişlerdir. Övülenin müezzinler olduğu söylenmişse de ezan uygulamasına Medîne döneminde geçildiğinden, bu görüş isâbetli değildir. Hz. Peygamber Allâh’a dâvet eden ve Allâh’ın irâdesine uygun güzel işler yapan ilk müslüman olduğundan âyetteki övgünün öncelikle onunla ilgili olduğu muhakkaktır; ancak âyetin, Rasûlullah’ın yolunu izleyerek aynı niteliklere sâhip olan her müslümanı kapsadığını kabul etmek gerekir. (KUR’AN YOLU, 4/708)  

(Bundan dolayı) Allâh’a dâvet tevhid ve itaatine dâvet demektir ki, bunun sonucu da Allâh’a kavuşmaya dâvete varır. Kısacası Allâh’a dâvet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile şartlıdır: (1) Birisi: o dâvet kuru bir lâftan ibâret kalmamalı, durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte sâlih ameli de olmalıdır. Yâni önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhi ahlâk ile ahlâklanmalı, başkalarını dâvete layık ve sözüne kendi fiili şâhit olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak dâvet etmeli ki, basiret üzere bulunmak ve îcâbında kılıca sarılmak bu sâlih ameldendir. (2) Birisi (diğeri) de İslâm’dır. Dâvetçi müslümanlardan olmalı, dâvetine hiç şirk karıştırmayarak RabbimizAllahdeyipsonraistikâmetlegiden’ samîmi müslümanlardan bulunmalıdır.(olmalıdır) İslâm olmayınca, amelde tam düzgünlük bulunmaz ve Allâh’a dâvet edilmiş olmaz. (ELMALILI, 6/560)

Mümin iyi bir niyetle samimi olarak,Allâh’a ve Rasûlüne itaat olan, İslâm ve akl-ı selîme uygun olarak yaptığı her türlü amel sâlih ameldir. Bu amel, müminin kendisine, âilesine, topluma, diğer canlılara ve çevreye yönelik olabilir. Dolayısıyla namaz, oruç ve zekât gibi temel ibâdetler, meşru yollardan kendisi ve bakmakla yükümlü olduğukimselerin nafakasını temin için yapılan işler, çocukların eğitim ve öğretii ile ilgili yapılan çalışmalar, câmi, köprü, hastâne ve dârülaceze gibi yapılan sadaka-i câriyeler, ağaç dikmek, yeşil alan ihdas etmek, çeşme yaptırmak ve çevreyi temiz tutmak gibi her türlü iyi, güzel ve yararlı faaliyetler, amel-i sâlih kavramına dâhildir. (İ. KARAGZ 6/668)

Hadis: ‘Eymüminler! Sizden bir münkeri (İslâm’ın hoşgörmediği söz, fiil ve davranışları, bir haramın işlenişini) görürse hemen onu eli ile değiştirsin. (Eliyle değiştirmeye) gücü yetmezse dili ile değiştirsin. (Dili ile değiştirmeye) gücü yetmezse kalbi ile (kötülüğü tasvip etmesin, protesto etsin.) Bu son durum, îmânın (gerektirdiği amellerin) en zayıf olanıdır.’ (Müslim Îman 78; İ. KARAGÖZ 6/669)

(34).‘İyilik(ler) de eşit değildir, kötülük(ler) de.’ İyilik ve kötülük, Allah katında da bir değildir. Çünkü Allah, iyiliği emretmiş, kötülüğü yasaklamış, iyilik yapanlara sevap, kötülük yapanlara ise cezâ vaad etmiştir. Diğer taraftan Allah, iyi amellere ve iyiliklere on katından yediyüz katına kadar (2/261) sevap vereceğini, kötü amellere ve kötülüklere ancak misli ile karşılık vereceğini bildirmektedir. (6/160; İ. KARAGÖZ 6/670)

‘Sen (kötülüğü) en güzel olanla sav. O zaman (görürsün ki) seninle kendisi arasında bir düşmanlık olan kimse, sanki yakın / candan bir dost (oluvermiş)tir.’ Râzi, âyetin bağlamını da dikkate alarak buradaki iyilik ve kötülüğün özellikle şu anlamları içerdiğini belirtir: İyilikten maksat, Rasûlullah’ın insanları hak dîne dâvet etmesi, inkârcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir. Kötülükten maksat ise putperestlerin ‘Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır’ (5’nci âyet) ‘Bu Kur’ân’a kulak vermeyin, okunurken gürültü yapın’ (26’ncı âyet) gibi ifâdeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlarıdır. (KUR’AN YOLU, 4/708, 709)

İbn Abbas (r) şu açıklamayı yapmıştır:   ’34’ncü âyette ifâde edilen ‘en güzel yol’dan maksat, öfkeliyken sabretmek ve kötülüğe mâruz kalındığında bağışlamaktır. İnsanlar bunu başardıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da onların önünde eğilir ve candan bir dost gibi olur. (Buhâri Tefsir 41/1’den Ö. ÇELİK, 4/407)

Yüce Rabbimizin açıkça bildirdiği gibi elbette ki iyilikle kötülük bir olmaz. İyilik, kalplere pozitif enerji verir, kötülük kalbin nûrunu söndürür, kuvvetini giderir. İyilik ve dürüstlük, gönülleri fetheden mânevi bir iksirdir. İyiliğin çok çeşitleri vardır. Kendimize yapılan kötülükleri affetmek bir iyiliktir. Kötülüğü affetmekle berâber, üstelik kötülük yapan o kişiye bir de iyilik yapabilmek daha üstün bir iyiliktir. (Ö. ÇELİK, 4/407, 408)

Yine hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahi iyilikle karşılık verebilmek ve hattâ  kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, Rasûlullah (s)’in belirgin özelliği idi. Taif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâda bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi buna yeterli bir örnektir. (Ö. ÇELİK, 4/408)

Kur’ân-ı Kerîm’in affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme gibi öğütleri bireysel hakların ihlâliyle ilgili olup, kamu haklarını kapsamadığı bizzat Hz. Peygamberin uygulamalarından anlaşılmaktadır. (meselâ bk. Buhâri Menakıb 32, Hudud 10,12; Müslim Hudud 8,9; Fezâil 77), daha sonraki müslüman devlet ve hukuk adamlarının görüş ve uygulamaları da bu yönde olmuştur. (KUR’AN YOLU, 4/710)

Hadis: ‘Senden alâkayı kesenle sen ilgilen; iletişim ve irtibat içinde ol. Sana haksızlık edeni affet. Sana kötülük edene iyilik et. (Ahmed b. Hanbel 16999 no’dan İ. H. BURSEVİ, 18/107)

Hadis: Rasûlullah (s) bir gün: ‘Sizden biri Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?’ buyurdu. Oradaki sahâbiler: ‘Ebû Damdam kimdir?’ diye sordular. Rasûl-i Ekrem efendimiz de şöyle buyurdu:  ‘Sizden önceki kavimlerden birine mensup idi. ‘Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum’ derdi. (Ebû Dâvud Edeb 36, No 4887’dan Ö. ÇELİK, 4/409)

(35).‘Bu (kötülüğüiyilikleönlemeözelliği)ne, ancak sabredenler kavuşturulur. Ayrıca, buna, (sevaptan) büyük pay sâhibi olanlar da kavuşturulur.’  İbn Kesir şöyle demektedir: Ali b. Ebi Tâlha bu âyet-i kerîmenin tefsîri ile ilgili olarak İbn Abbas (r)’dan şöyle dediğini nakletmektedir: Allah müminlere gazap hâlinde sabrı, bilgisizliklerle karşılaşmaları hâlinde de tahammülkârlığı, kötülük yapılması hâlinde de bağışlamayı emretmektedir. Bunu yaptıkları takdirde Allah onları şeytandan korur ve düşmanları dahi candan bir dostmuş gibi onlara boyun eğer.’ (S. HAVVÂ, 13/63)

Kötülüğü iyilikle önleme hasleti, nefsini intikam duygularından men ederek sabredenlere verilir. Bunların hâli sabretmektir. Çünkü sabır, nefsi intikam duygularından alıkor, engeller. Zîrâ intikamla meşgûl olmak, ancak nefsi zâfiyetlerden ve dış etkenlerden etkilenmekten dolayıdır. Nefsin cevheri kuvvetli olunca, artık dış etkenlerden etkilenmez. Böyle olunca da nefse tahammül zor gelmez ve intikamla meşgûl olmaz. Hülâsa kişi nefsini tezkiye etmelidir ki tatlı ve acı farksız; hoş ve nahoş eşit olsun. Âyette sabırları sebebiyle bu zümre övülmüştür. (İ. H. BURSEVİ, 18/109)

(36).‘Eğer şeytandan bir fitnelik (ve vesvese) seni dürterse hemen Allâh’a sığın.’ İnsanın zihnine gelen her türlü kötü düşünce şeytanın dürtüsü, vesvesesi ve kötülük telkinidir. Şeytan, her türlü çirkin söz, fiil ve davranışları (2/268, 24/21), İslâm’ın ve akl-ı selimin iyi, güzel ve hoş görmediği kötülükleri, haramları (24/21) ve küfrü (59/16) emreder. (İ. KARAGÖZ 6/675)

İsriâze: sözlükte korunmak ve sığınmak demektir. Allâh’a sığınmak ‘Eûzü billâhi mine’ş şeytâni’r racîm / Kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım’ cümlesi, okunarak gerçekleşir. (İ. KARAGÖZ 6/675)

İnsandan olan bir şeytanın, yapılan iyilikler ile dize getirilmesi muhtemeldir. Cinlerden olan şeytana gelince, vesvesede bulunacak olursa, onu sana musallat eden yaratıcısına sığınmaktan başka çâre yoktur. Allâh’a sığınıp O’nun korumasına kendini verince O da, onu senden uzaklaştırır ve senin için kurduğu tuzaklarını bertaraf eder. Rasûlullah (s) namaza kalktığında: ‘Ben herşeyi işiten, herşeyi bilen Allâh’a kovulmuş olan şeytandan, vesvesesinden, üfürmesinden ve üflemesinden sana sığınırım’ buyururdu. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konunun benzerinin A’raf sûresi ile el Müminûn sûresinde bulunduğunu önceden belirtmiş idik: ‘Sen affı tut, mârûfu emret, câhillerden yüz çevir. Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse hemen Allâh’a sığın. Şüphesiz O işiten’dir, bilen’dir. (elAraf, 7/199, 200) ‘En güzel olan haslet ile kötülüğü sav! Biz onların ne ile nitelendiregeldiklerini daha iyi biliyoruz. Ve de ki: Rabbim, şeytanların vesvesesinden Sana sığınırım. Yanımda hazır olmalarından da Sana sığınırım.’ (el Müminûn, 23/96-98) (S. HAVVÂ, 13/63, 64)

41/37-44  KUR’ÂN  BİR  KILAVUZ  VE  ŞİFÂDIR

37. Gece, gündüz, güneş ve ay (hepsi) O’nun (birliğinin ve kudretinin) delillerindendir. Eğer sâdece O’na ibâdet ediyorsanız, güneşe, aya secde etmeyin. Ancak ve ancak onları yaratan Allâh’a secde edin.

38. Eğer (kâfirler secdeyi) kibirlerine yediremezlerse (kendi aleyhlerinedir, bilsinler ki) Rabbinin huzûrundaki (melek)ler, zaten gece gündüz hiç usanmaksızın O’nu tesbih etmektedirler.

39. O’nun (kudretinin) delillerinden (biri de şu)dur: Sen yeri boynu bükülmüş (kupkuru) olarak görürsün, oysa, biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman canlanır ve kabarır (ve bitkiler yetişir.) . Ona can veren (Allah), elbette ölüleri de diriltir. Çünkü O, herşeye kâdirdir.

40. Âyetlerimiz hakkında sapıklık eden / bâtıla sapanlar şüphesiz bize gizli kalmazlar. O şekilde ateşe atılan mı daha iyidir, yoksa kıyâmet günü (azaptan) emin bir şekilde gelen mi? (Ey kâfirler!) Artık dilediğinizi yapın (ne yaparsanız kendinize yapmış olursunuz). Şüphesiz ki O, (bütün) yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

41-42.  Onlar, Kur’ân kendilerine geldiği zaman, küfre sapmışlardır (dolayısıyla azaptan kurtulamayacaklardır). Hâlbuki o, cidden eşsiz bir kitaptır. Artık ne önünden, ne de arkasından (hiçbir şekilde) bâtıl ona yaklaşamaz (ve onu bozamaz). O (Kur’ân), hüküm ve hikmet sâhibi, her türlü övgüye lâyık olan (Allah) katından indirilmedir.

43. (Rasûlüm) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenen (söz)lerdir. Şüphesiz senin Rabbin, hem mağfiret sâhibi hem de çok acı veren bir azap sâhibidir.

44. (Ey Peygamberim!) Eğer biz onu, yabancı bir (dilde) Kur’ân yapsaydık, mutlaka: ‘Âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı (dilden bir kitap olacak şey) mi?’ diyeceklerdi. (Onlara) de ki: ‘O (Kur’ân) inananlar için doğru yolu gösteren bir rehber ve şifâdır. İnanmayanların ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur’ân) onlarda bir körlük meydana getirmekte (onu görememekteler). Onlar, (sanki) uzak bir yerden çağrılıyorlar (gibi duymuyorlar / anlamıyorlar).’ (bk. 17/82; 26/198-199)      

37-44. (37).‘Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun (birliğinin ve kudretinin) alâmetlerindendir. Eğer sâdece O’na ibâdet ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Ancak ve ancak onları yaratan Allâh’a secde edin.’ Âlemdeki bu olaylar, zamânın akışındaki bu değişiklikler gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü ve gökyüzü ile bu âlem bir kararda bir tabiatta durup kalmaz, an’dan ân’a, hâlden hâle değişir, bugünü yarın izler. Bir şekilde bütün bu değişiklikler yaratıcısının yaratmasını ve kudretini ve bu dünyânın bir âhireti bulunduğunu gösterir. Gaflet etmemek gerekir ki gece ile gündüzün bu hatırlatılmasında mağrurlara bir korkutma ve uyarı, kederli ve üzgünlere bir teselli vardır. (ELMALILI, 6/561)

‘Allâh’a secde edin.’ Allâh’ın varlığına ve birliğine îman edin, sâdece Allâh’a ibâdet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anlamındadır. Âyette secde kelimesinin ibâdet anlamında olduğu âyetin ‘Eğer O’na (yâni Allâh’a) ibâdet ediyorsanız’ cümlesi ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/677)

Buâyetler (37 ve 38’nci âyetler) okunduğu ya da dinlendiğinde secde yapmak vâciptir. Secdenin 37’nci âyetin bitiminde mi, yoksa 38’nci âyetin bitiminde mi olduğuna dâir görüş ayrılığı vardır. İmam Âzam ve İmam Şâfii (r.h.) 38’nci âyetin sonu itibâriyle secde edilmesi gerektiği görüşündedirler. (Ö. ÇELİK, 4/410)

(38).‘Eğer (kâfirler secdeyi) kibirlerine yediremezlerse (kendi aleyhlerinedir, bilsinler ki) Rabbinin huzûrundaki (melek)ler, zâten gece gündüz hiç usanmaksızın O’nu tesbih etmektedirler.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni eğer büyüklük taslayıp emrolundukları şeyi yerine getirmez ve mutlaka aracılar koymakta ısrar ederlerse, onları kendi hâllerine bırak. Çünkü yüce Allah, ihlâsla kendisine ibâdet edip secde edenlerden yana mahrum değildir. Gece ve gündüz O’nu, ortak sâhibi olmaktan tenzih eden Allâh’a yakın kılınmış kulları vardır.’ (S. HAVVÂ, 13/67)

‘Rabbinin katında bulunanlar’ ifâdesi meleklerin mekân yönünden değil, itibar, değer ve O’na yakın olma çabası içinde bulunma yönünde Allâh’a yakınlıklarını gösterir. Râzi, bu ifâdeye göre meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu belirtir. (KUR’AN YOLU, 4/713, 714)    

(39).‘O’nun’ tekolduğuna ve ölüleri öldükten sonra diriltmeye kâdir olduğuna dâir delâlet eden ‘belgelerinden biri de; kupkuru gördüğün yeryüzüdür.’ O yeryüzü kupkurudur, orada bitki yoktur. Aksine ölmüş ve kurumuştur. Âyet-i Kerîmede zikredilen ‘huşû’  izhar etmek demektir. Bu âyet-i kerîme, bitkisi olmayıp, kuruduğu ve bitkisiz kaldığı zaman yeryüzünün hâlini anlatmak üzere istiâre yoluyla kullanılmış bir kelimedir (cümledir) (S. HAVVÂ, 13/67)

‘Biz ona su’ yağmur ‘indirdiğimiz zaman, canlanır’ bitkiler vâsıtasıyla harekete gelir ‘ve kabarır’ yâni gelişir. İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni bütün ekin ve meyve türlerini dışarıya çıkartır. ‘Ona can veren Allah, şüphesiz ki ölüleri de diriltir. Şüphesiz ki O, herşeye Kâdir’dir.’ Dolayısıyla öldükten sonra diriltmeye kâdir olması bir gerekliliktir. (S. HAVVÂ, 13/67)    

‘Kadîr’ Yüce Allâh’ın en güzel isimlerinden biri olup ‘gücü yeten’ anlamındadır. Âyette yüce Allâh’ın ‘her şeye gücünün yeteceği’ bildirilmiştir. Allâh’ın âciz olacağı ve gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla ölüleri de yeniden diriltmeye gücü yeter. (İ. KARAGÖZ 6/679)

(40).‘Âyetlerimiz hakkında sapıklık eden / bâtıla sapanlar şüphesiz bize gizli kalmazlar.’ Âyetlerde ilhad, doğru anlam vermeyip istikâmetten ayrılarak eğrisine çekmek demek olur ki yalanlamayı, inkârı, yanlış yorumu ve tahrifi kapsar. ‘Âyetler’, zikrolunan gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinâta dâir âyetler ve mûcizelerle, Kur’ân gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden daha geniş kapsamlıdır. Her ikisine de aykırı gitmek, ‘ilhad’dır. İlhadın da cezâsı ateşe atılmaktır. (ELMALILI, 6/562)   

‘Bize gizli değillerdir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu buyrukta oldukça ağır bir tehdit ve kesin bir korkutma vardır. Yâni şânı yüce Allah âyetleri, isimleri ve sıfatları husûsunda inkâra sapan kimseleri çok iyi bilir, bu ameline karşılık onu cezâlandıracak ve ondan intikam alacaktır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Kıyâmet gününde ateşe atılan mı, yoksa güven içinde gelen mi daha iyidir?’ Bu kâfir ile mümin için verilmiş bir örnektir. Yâni bu, öteki ile bir olabilir mi? Daha sonra yüce Allah kâfirleri tehdit etmek üzere şöyle buyurmaktadır: ‘Dilediğinizi yapın!’ hayır yâhut şer olsun… Nesefi: ‘Bu, tehdîdin en ileri derecesidir…’ demektedir. ‘Doğrusu O, yaptıklarınızı görendir.’ Yâni durumunuzu bilir, amellerinizi görür ve buna uygun olarak karşılık verecektir. (S. HAVVÂ, 13/68)

(41, 42).‘Onlar, Kur’ân kendilerine geldiği zaman, küfre sapmışlardır (dolayısıyla azaptan kurtulamayacaklardır). Hâlbuki o, cidden eşsiz bir kitaptır.’ Yâni, kâfirlerin kurdukları tuzaklar sâyesinde Rasûlullah’ı (s) yenilgiye uğratmaları mümkün değildir. Çünkü o, sadâkat ve Hakka dayanmaktadır. Ayrıca onun ardında Allâh’ın kuvvet ve kudreti vardır. Yine bunun yanı sıra bu vahyi aktaran kimse, hiçbir yalan, iftirâ ve hîlenin başarı kazanamayacağı derecede yüksek meziyetlere sâhiptir. (MEVDÛDİ, 5/191)

‘Hâlbuki o, aziz bir kitaptır.’ Yâni o, hiçbir kimsenin benzerini getirmesi mümkün olmayan yüceliğine erişilmesi imkânsız bir kitaptır. (S. HAVVÂ, 13/70) 

‘Önünden de ardından da bâtıl ona sokulamaz.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni onun bâtıl olmasını sağlayacak bir yol yoktur. Çünkü o, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ Nesefi de şöyle demektedir: ‘Bu kitap değiştirilemez yâhut onda herhangi bir şekilde çelişki bulunamaz.’ Şunu da belirtelim ki: Bunların hiç birisi geçmişte söz konusu olmadığı gibi gelecekte de olamayacaktır. Geçmişteki durum da bunu desteklemektedir, gelecek de onu desteklemektedir. Onu ne geçmiş, ne gelecek çelişkiye düşürüp çürütemez. (S. HAVVÂ, 13/70)

Bâtıl’ hakkın, doğrunun ve gerçeğin zıddı olup, incelemeye tâbi tutulduğunda sebâtı olmadığı ortaya çıkan şeydir. Kur’ân gerçeğin ta kendisi olduğu için herhangi bir yönden bâtılın ona yaklaşması ve onu iptal etmesi mümkün değildir. Önceki ilâhi kitaplar onu yalanlamadığı gibi, ondan sonra da onu yalanlayacak, iptal edip neshedecek bir kitap gelmeyecektir. Kur’ân’ın doğru dediği şey sürekli doğrudur, bunun bâtıl olma ihtimâli yoktur. Bâtıl olduğunu açıkladığı şey de sürekli bâtıldır, bunun gerçek olma ihtimâli yoktur. Kur’ân hem noksanlıktan, hem de kendisine bir şey ilâve olunmaktan korunmuştur. ‘…onu koruyacak olan da elbette biziz’ (Hicr 15/9, Ö. ÇELİK, 4/412, 413)

(Kur’an) hüküm hikmet sâhibi tarafından indirilmiştir.’ Hakim ve Hamid’ yüce Allâh’ın en güzel isimlerinden ikisidir. ‘Hakîm’ hâkim kelimesinin mübâlağa içerikli kalıbı olup, her işi, her hükmü, her emir ve yasağı hikmetli, doğru, isâbetli ve bir amaca yönelik olan, varlıkları mükemmel ve sağlam bir şekilde var eden, onları iyi bilen, anlamlarına gelir. (İ. KARAGÖZ 6/682)

(43).‘(Rasûlüm) Sana söylenen sözler, senden önceki peygamberlere söylenen sözlerdir. Şüphesiz senin Rabbin, hem mağfiret sâhibi hem de çok acı veren bir azap sâhibidir.’ Burada Peygamber (s), kâfirlerden görmüş olduğu eziyet, işkence ve musîbetlere karşı teselli edilmekte ve şöyle denmektedir: Eski toplumlar peygamberlere eziyet ve işkenceyi revâ gördüler. Onlara yardım edildi ve düşmanlarından intikam alındı. Yakında sana ve düşmanlarına da aynı muâmele yapılacaktır. (İ. H. BURSEVİ, 18/129)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Said b. El Müseyyeb’den dedi ki… şu ‘Elbette ki Rabbin hem mağfiret sâhibidir…’ âyeti nâzil olunca, Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Allâh’ın affı ve bağışlaması olmasaydı, hiçbir kimse rahat bir hayat süremezdi. Allâh’ın tehdîdi ve cezâsı da olmasaydı, herkes herşeyden elini çekerdi.’  (S. HAVVÂ, 13/96)

(44).‘Eğer biz onu, yabancı bir (dilde) Kur’ân yapsaydık, mutlaka: ‘Âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı (dilden bir kitap olacak şey) mi?’ diyeceklerdi.’ ‘A’cemisöz’ mânâsı anlaşılamayan sözdür. Arapça dışındaki dil ise Arap’a nispetle yine anlaşılamayan söz durumundadır. Kur’ân’ı şâyet Arapça dışında bir dille indirseydik yine inkâr ederler ve; ‘A’cemi  bir söz, a’cemi bir Kur’ân, acem bir elçi nasıl Arap millete gönderiliyor?’ derlerdi. Bu durum, onların yalanlama ve inkârlarını daha da artırırdı. (İ. H. BURSEVİ, 18/131)

Kur’ân, Arapça’nın dışında bir dille, muhâtabı ise Arap olur mu? Anlamı şudur: Allâh’ın âyetleri hangi şekilde onlara gelecek olursa olsun, onlar yine de bahâne ararlar. Çünkü onlar hakkı isteyen kimseler değillerdir. Aksine onlar hevâlarına uyan kimselerdir. (S. HAVVÂ, 13/71)

‘(Onlara) de ki: ‘O (Kur’ân) inananlar için doğru yolu gösteren bir rehber ve şifâdır.’ O Arapça Kur’ân îman edenler için – ki gerek Arap olsun, gerek Arap’tan başkaları –  ‘hidâyetin kendisi’ doğru yolu gösteren rehber ‘ve sırf şifâdır’ Kalplerinizdeki hastalıklara: cehâlet, ahlâksızlık, şüphecilik gibi dertlere devâdır. İman eden ondan yararlanmanın yolunu da bulur, hiç olmazsa ‘Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorun.’ (Enbiyâ 21/7) emri gereğince bilen ehlinden sorar. (ELMALILI, 6/564)

Kur’an geneldebütüninsanların (2/185), özeldemüttakive muhsin müminlerin yol göstericisidir. Kur’an îman, ibâdet, ahlâk, evlenme, boşanma, mîras, yargı, yönetim, ticâret, yeme, içme, konuşma, temizlik, sosyal ilişkiler, kısaca fert ve toplum hayâtının her alanında rehberlik yapar. (..) Kur’ân’ın müminlere şifâ olabilmesi için onu okumaları, öğrenmeleri, tanımaları, anlamaları, îmânın gereği olarak emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, hüküm ve tavsiyelerine uymaları gerekir. (3/101, 103, 4/175, 7/170; İ. KARAGÖZ 6/685)

‘İman etmeyenler ise kulaklarında ağırlık vardır’ işitemezler ‘ve bu’ Kur’ân-ı Kerîm ‘onlar için bir körlüktür.’ Nesefi şöyle demektedir: ‘Yâni onlar için bir karanlık ve bir şüphedir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Ondaki beyan ve açıklamaları doğruca anlayarak hidâyet bulamazlar. (S. HAVVÂ, 13/71)

İşte bunlara (kâfirlere) uzak bir yerden sesleniliyor gibidir.’ Âyetin sonunda Kur’ân’a inanmayan müşrikler, kendilerine uzaktan seslenilen kimselere benzetilir. Uzaktan bağırılan kimseler bir ses duysalar da, bağıranın sözlerini anlayamazlar, kelimeleri seçemezler. O sesle neyin söylendiğini bilemezler. Esâsen burada uzaktan seslenilen kimselerle insanlardan çok hayvanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Hayvanlara uzaktan bağırılır ve onlar bağırtıdan başka bir şey anlamazlar. (bk. Bakara 2/171, Ö. ÇELİK, 4/414)  

41/45-48   KİM  İYİ  BİR  İŞ  YAPARSA

45. Andolsun ki Mûsâ’ya  Tevrat’ı verdik, onda da (inanmada ve tamâmını alıp almamada) ayrılığa düşüldü. Eğer Rabbinden (azâbın ertelenmesine âit) bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında elbette iş bitirilirdi. Doğrusu onlar, bu (Kur’ân) dan da kaygılı bir şüphe içindedirler.

46. Kim sâlih bir iş yaparsa, kendi (lehine)dir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. (Yoksa) Rabbin kullara hiç(bir şekilde) zulmedici değildir.

47. (Kıyâmet) saatin(in) bilgisi(ni kimse bilmez), ancak O’na havâle edilir; O’nun bilgisi olmaksızın meyvelerden hiçbiri tomurcuklarından çıkmaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. O (Allah), onlara (ortak koşanlara): ‘Nerede ortaklarım?’ diye seslendiği gün: ‘(Ya Rabbi!) Sana arz ederiz ki bizden onları gören hiçbir kimse yoktur’ diyecekler. (bk. 6/59; 13/8; 35/11; 79/42-44)

48. (Âhirette) Önceden yalvardıkları / tapındıkları  onlardan uzaklaşıp kaybolacak ve kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlayacaklar. (krş. 2/165)

45-48. (45).‘Andolsun ki Mûsâ’ya  Tevrat’ı verdik, onda da (inanmada ve tamâmını alıp almamada) ayrılığa düşüldü.’ Nesefi şöyle demiştir: ‘Onların kimisi, bu haktır; kimisi de, bâtıldır; demişti. Yâni senin kavmin ihtilâf ettiği gibi, onlar da ihtilâf etmişti.’ İbn Kesir de: ‘Yâni Mûsâ’ya da eziyet edildi, o da yalanlandı’ demektedir. O hâlde, sen de peygamberlerden azim sâhibi olanların sabrettikleri gibi sabret!. (S. HAVVÂ, 13/72) 

‘Eğer Rabbinden (azâbın ertelenmesine âit) bir söz geçmemiş olsaydı, aralarında elbette iş bitirilirdi.’ Dünyâ hayâtında onlara çabucak azapları verilirdi; fakat onlar için belirlenmiş bir süre vardır. ‘Kesinlikle onlar, bundan şüphe ve endişe içindedirler.’ Yâni kâfirler Kur’ân-ı Kerîm’den yana büyük bir şüphe içerisindedirler. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni onların Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlamaları, ne söylediklerini bilen bir basiretten kaynaklanmıyordu. Aksine onlar da söylediklerinden yana şüphe etmekte idiler. Hiçbir şeyi araştırarak söylemiş değillerdi. (S. HAVVÂ, 13/72) 

(46).‘Kim sâlih bir iş yaparsa, kendi (lehine)dir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.’ ‘Doğru ve yararlı iş’ diye çevirdiğimiz metindeki sâlih (amel) kelimesi, Allâh’ın varlığına ve birliğine inanıp O’nun hükümlerine göre yaşamak; mümkün olduğunca çok sayıda insana, hattâ diğer canlılara ve doğaya yararlı  olabilecek şeyler yapmak; meşrû ölçüler çerçevesinde herkesle barış ve uzlaşma içerisinde olma çabası göstermek gibi yapıcı davranışları içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Âyete göre, bu şekilde doğru ve yararlı işler yapan bir kimse, – bu dünyânın bâzı ârızi şartları yüzünden hak ettiği iyiliği elde edemese, hattâ iyilik ettiği hâlde sıkıntı çekse bile – nihâi plânda aslâ haksızlığa uğratılmayacak, iyiliklerinin karşılığını bulacak; aynı şekilde kötülük işleyenler de cezâlarını çekeceklerdir. (KUR’AN YOLU, 4/719)

‘.. kötü iş yaptı’ cümlesine inkâr, şirk ve isyan dâhildir. Bir kimse îman etmez ve isyan ederse kendi aleyhine yapmış, kendisini cehenneme mahkûm etmiş olur. ‘Kim kötü ve günah olan bir amel işlerse, ancak misli ile cezalandırılır.’ (40/40; İ. KARAGÖZ 6/688, 689)

‘(Yoksa) Rabbin kullara hiç zulmedici değildir.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Kimseye günahından başkası ile cezâ verilmez. Hiçbir kimseyi ona karşı delil ortaya konulmadıkça ve peygamberler göndermedikçe de azap etmez.’ (S. HAVVÂ, 13/75)

Allah zulmetmekten münezzehtir. Zallâm, bile bile zulmeden çok zâlimdir, denilmiş ve ifâde mübâlağa kalıbıyla gelmiştir. Ancak (..) (bu kalıp ifâde) fiilin aslına yönelik olup, Allah Teâlâ kesinlikle hiç zulmetmez demek olur. Yoksa – hâşâ – Allah Teâlâ çok zulmetmez de az zulmeder gibi bir şey düşünülemez. Bir başka yorumda ise buradaki mübâlağa kalıbı kulların çokluğunu ifâde etmektedir. Allah Teâlâ, bu kadar çok kulları olmasına rağmen bunlardan hiçbir kimseye zulmetmez, demektir. (İ. H. BURSEVİ, 18/138)

Hadîs-i Kudsi: ‘Ben zulmü kendi zâtıma ve kullarıma haram kıldım. Aman ha, birbirinize zulmetmeyiniz.’ (Müslim Birr 257’den İ. H. BURSEVİ, 18/138)

(47).‘Saatın (kıyâmetin) bilgisi yalnız O’na âittir.’ Duruşma saatini, kıyâmeti bilmek, yalnız Allâh’a havâle edilir. ‘Kıyâmet ne zaman kopacak?’ diye sorulduğunda: ‘Allah bilir’ denilir. Çünkü kıyâmeti Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Kıyâmet kopup geldiği zaman iyiye cennet, kötüye cehennem hükmü verilir. (İ. H. BURSEVİ, 18/140)

‘O’nun ilmi olmadıkça hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz.’ Yâni bir meyvenin kabuğundan çıkmasını da, bir dişinin hâmile kalmasını ve hâmile kaldığını doğurmasını da kesinlikle bilir. Hâmile kalınacak günlerin, saatlerin sayısını, yaratılışı tam mı eksik mi olduğunu ve bu gibi diğer hâllerini, erkek mi dişi mi olduğunu, güzel mi çirkin mi olduğunu ve diğer bütün hususlarını O bilir. (S. HAVVÂ, 13/75)

(Oysa) âyette kıyâmet saatinin bilgisi sâdece Allâh’a tahsis edilirken, meyvelerin ürün vermesi, dişinin gebe kalması ve doğurması örneklerinde böyle bir tahsis yapılmayıp Allâh’ın onları da bildiği belirtilmiş, O’ndan başkasının bilemeyeceği anlamına gelebilecek bir ifâde kullanılmamıştır. Buna göre, kıyâmetin vaktini sâdece Allâh bilir, ürün verme, gebe kalma ve doğurma zamanlarını cenînin cinsiyetini ise insanlar da bilebilir. Nitekim günümüz teknik imkânlarıyla bu bilgilere kolaylıkla ulaşılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/720)

‘Onlara: Nerede benim ortaklarım?! diye sesleneceği gün…’ İbn Kesir der ki:YânikıyâmetgünündeyüceAllah, müşriklereherkesinönünde: Benimle birlikte kendilerine ibâdet edip Bana ortak koştuklarınız nerede?’ diye seslenecektir. (S. HAVVÂ, 13/76)

‘Derler ki: Bizden hiçbir kimsenin (şâhit) olmadığını sana arz ederiz.’ Artık bugün Seninle birlikte Sana ortak birisinin bulunduğuna dâir tanıklık edecek bizden hiçbir kimsenin olmadığını sana bildiriyoruz. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Ya Rab, Sen de şimdi bizim kalplerimizden aynı bâtıl şâhitliği yapmadığımızı bilmektesin. Bugün Senin ortağın olduğuna bizden şâhitlik edecek kimse olmadığını ve hepimizin Seni tevhid ettiğini biliyorsun. (S. HAVVÂ, 13/76) 

(48).‘Önceden yalvardıkları / tapındıkları onlardan uzaklaşıp kaybolacak ve kendileri için kaçacak bir yer olmadığını anlayacaklar.’ Yâni, onlar dünyâdayken canlarını fedâ edecek derecede mâbud edindikleri önderlerin içinden, belki birisi yardım eder veya en azından bu azaptan kurtarır ya da bu azâbı azaltır ümidiyle nerede olduklarına bakacaklar ama orada hiç kimseyi göremeyeceklerdir. (MEVDÛDİ, 5/195)   

41/49-54  RABBİNİN  HER  ŞEYE  ŞÂHİT  OLMASI, YETMEZ Mİ?

49. (Kâfir) İnsan (Allah’tan) hayır (mal – mülk vs.) istemekten usanmaz (herşeyinin olmasını ister). Ancak kendisine bir kötülük (âfet, kıtlık, hastalık gibi bir sıkıntı) dokunursa, hemen karamsar olur, (Allâh’ın rahmetinden) ümidi keser.

50. Andolsun ki (musibet, âfet, hastalık, fakirlik gibi) başına gelen bir felaket, bir sıkıntıdan sonra, ona tarafımızdan bir rahmet (ve refah, bolluk, sağlık vb.) tattırırsak; ‘Kesinlikle bu benim hakkımdır. (Ben) kıyâmetin kopacağını (filan) da sanmıyorum. Andolsun ki eğer (Müslümanların dediği gibi kopsa da) Rabbime döndürülsem bile, hiç şüphesiz benim için O’nun yanında elbet daha güzeli vardır’ der. Fakat andolsun ki inkâr edenlere yaptıklarını kesinlikle haber vereceğiz ve mutlaka, onlara en ağır azâbı tattıracağız.

51. (Kâfir ve nankör) İnsana nîmet verdiğimiz zaman, (buna rağmen îmandan, İslâm’dan) yüz çevirir, büyüklük taslayıp uzaklaşırlar. Kendisine bir şer dokunduğu zaman da artık o, uzun uzun yakarır durur. (krş. 10/12; 11/911; 17/83   

52. (Rasûlüm! Müşriklere) De ki: ‘Söyleyin bana eğer o (Kur’ân) Allah katından ise ve ardından siz de onu inkâr etmişseniz, (böyle haktan) uzak bir ayrılığa düşen o kimseden daha sapık kim olabilir?’

53. İleride onlara, gerek ufuklarda (çevrelerinde, varlık âleminde), gerek kendi içlerinde (ve iç dünyâlarında) âyetlerimizi göstereceğiz. Nihâyet o (Kur’ân)ın hak olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Rabbinin herşeye hakkıyla şâhit olması kâfi değil mi?

54. Bilesin ki, onlar Rablerine kavuşmaktan şüphe içindedirler. Bilesin ki O (Allah, ilim ve kudretiyle) herşeyi kuşatmıştır.

49-54. (49).(Kâfir) İnsan (Allah’tan) hayır (mal – mülk vs.) istemekten usanmaz. Ancak kendisine bir kötülük dokunursa, hemen karamsar olur, (Allâh’ın rahmetinden) ümidi keser.’ Yâni, zihninde artık bundan sonra bir daha hayır ile karşılaşacağını tasavvur edemez. ‘el kanût: me’yus’ Kişinin üzerinde ümitsizliğin etkilerinin görülerek Allâh’ın lütfundan ve rahmetinden tamâmıyla ümit kesmek demektir. Bu, gelecek olan buyrukların da delâletiyle, kâfirin bir niteliğidir. (S. HAVVÂ, 13/76)

(50).‘Başına gelen sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırırsak kesinlikle şöyle der: Bu, benim hakkımdır.’ Nesefi (..) şöyle demektedir: Yâni hastalıktan sonra sağlık vererek, darlıktan sonra bolluk vererek onun sıkıntısını açtığımız takdirde: Bu benimdir, yâni benim hakkımdır, bana bunun ulaşmasının sebebi benim sâhip olduğum hayır ve fazîletli amellerdir. Bunlar dolayısıyla ben buna lâyığım, der.’ (S. HAVVÂ, 13/76)

‘Kıyâmetin kopacağına da inanmıyorum.’ İbn Kesir der ki: Yâni kıyâmetin kopacağını inkâr etmektedir. Çünkü ona bir nîmet verdiği zaman azar, böbürlenir ve inkâr eder.’ Ve der ki: ‘Şâyet Rabbime döndürülürsem dahi, kesinlikle O’nun nezdinde de benim için güzel şeyler’ cennet yâhut lütfa mazhar olmak, nîmetlere mazhar olmak gibi güzel durumlar ‘vardır’ O bu sözlerini, âhireti dünyâya kıyas ederek söyler. İbn Kesir der ki: ‘Yâni eğer öldükten sonra diriliş söz konusu olsa dahi, Rabbim bana bu dünyâ yurdunda ihsanda bulunduğu gibi, orada da bana ihsanda bulunacaktır. Böylece amelinin kötülüğüne ve inanmayışına rağmen, Allah’tan temennilerde bulunarak istekler istemektedir. (S. HAVVÂ, 13/77)      

Bu ifâde, onların; ‘Kıyâmetin ne olduğunu bilmiyoruz. Onun bir tahminden ibâret olduğunu sanıyoruz.’ (el Casiye, 45/32) ifâdesiyle örtüşmektedir. (İ. H. BURSEVİ, 18/149)

‘Andolsun ki Biz, kesinlikle kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz. Ve andolsun ki şüphesiz Biz, onlara şiddetli azâbı tattıracağız.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Şânı yüce Allah, ameli ve itikâdı bu şekilde olan kimseleri cezâ ile, azar ile tehdit etmektedir. (S. HAVVÂ, 13/77)

(51).(Kâfir ve nankör) İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüz çevirerek yan çizer.’ İtaatten yüz çevirir ve Allâh’ın emirlerine bağlanmayı büyüklüğüne yedirmez. Yüce Allâh’ı zikretmekten, O’na duâ etmekten uzaklaşır; yâhut bizzat nefsinin etkisi altında kalarak uzaklaşır, büyüklük taslar. (S. HAVVÂ, 13/77)

‘Başına bir fenâlık gelince’  darlık, fakirlik, hapis ya da hastalık gibi bir sıkıntı gelirse ‘uzun uzun yalvarır’ sürekli duâ edip yalvarmaya koyulur. Kalbiyle meyus ve ümitsiz olur, dili ile de alabildiğine duâ eder. (S. HAVVÂ, 13/77) 

Mümin böyle bir (nankör) karaktere sâhip olamaz. Mümin nîmetlere şükreder, musibetlere sabreder. Nîmet karşısında azgınlık etmez, musibetlerle karşılaşınca ümitsiz olmaz.Bir sıkıntıdan sonra nîmet ve bolluğa kavuştuğunda bunun Allâh’ın bir lütfu olduğunu bilir, Allah’tan gelene râzı olur. Hayâtın dünyâ hayâtından ibâret olmadığını, âhirette hesaba çekileceğini, îmansız ve amelsiz cennete gidilemeyeceğine inanır. Servet, bolluk ve bereket gibi nîmetlerin de, yokluk, kıtlık, hastalık ve ölüm gibi musibetlerin de ancak Allâh’ın kaderi, kazâsı ve izni ile olduğuna inanır. (64/11, 3/145, 166, 167; İ. KARAGÖZ 6/694).

Hadis: ‘Ne şaşılacaktır müminin işi! Gerçekten onun her işi hayırdır. Bu hâl, müminden başka hiçbir kimse için böyle değildir. Eğer ona sevinç verici bir şey isâbet ederse şükreder. Bu da kendisi için bir hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayır olur.’ (Müslim Zühd 13; İ. KARAGÖZ 6/694)

(52).‘(Rasûlüm! Müşriklere) De ki: ‘Söyleyin bana eğer o (Kur’ân) Allah katından ise ve ardından siz de onu inkâr etmişseniz, (böyle haktan) uzak bir ayrılığa düşen (yadaböylesinekesinbirçatışmaiçinedüşen)  o kimseden daha sapık kim olabilir?’  ‘Kesin bir çatışma içine düşen’den maksat, Kur’ân karşısında kalplerinin kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen (5’nci âyet), âyetler okunurken insanları gürültü çıkarmaya çağıran (26’ncı âyet) ve böylece Kur’ân’ın sesini boğmayı amaçlayan inatçı inkârcılardır. Kur’ân’ın Allah katından geldiği gerçeğinin, ‘Hiç düşündünüz mü?’ diyerek başlayan soru cümlesiyle ortaya konması, putperestlerin olumsuz yargılarının ve tutumlarının bilgi ve kanıta dayanmadığınıgöstermektedir. Onların, bu şekilde düşünüp taşınmadan, kanıtsız ve gerekçesiz olarak Kur’ân mesajına karşı tavır koymaları âyette ‘çatışma’ ve sapkınlığın en aşırı derecesi olarak değerlendirilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/723)

(53).‘İleride onlara, gerek ufuklarda (çevrelerinde, varlık âleminde), gerek kendi içlerinde (ve iç dünyâlarında)  âyetlerimizi göstereceğiz. Nihâyet o (Kur’ân)ın hak olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Rabbinin herşeye hakkıyla şâhit olması kâfi değil mi?’  (a) Eski müfessirlerin, bâzı önemsiz farklılıklarla, yaygın olarak benimsedikleri yoruma göre ‘âfâk’ Mekke dışındaki çeşitli yöreler, bölgeler (nevâhi) ‘kendi nefisleri’ de putperestlerin yaşadığı Mekke kentidir. Buna göre âyette vakti geldiğinde gerek müşriklerin yaşadığı Mekke’nin gerekse Mekke çevresindeki diğer yörelerin, hattâ dünyânın birçok bölgesinin Hz. Muhammed ve daha sonraki müslüman liderler tarafından fethedileceği, böylece putperestlerin asılsız olduğunu ileri sürdükleri Kur’ân mesajının, İslâm dîninin cihâna yayılacağı müjdelenmektedir. Nitekim daha Hz. Peygamber zamânında Mekke fethedildiği gibi Arap yarımadasının tamâmınayakınıda İslâm hâkimiyetine girmiş; böylece hayatta olan birçok Mekkeli bu müjdenin gerçekleştiğini görmüştür.   (b) Diğer bir yoruma göre ‘âfâk’tan maksat yıldızları, ayı ve güneşiyle gökyüzünün uçsuz bucaksız köşeler (Kozmik evren) astronomik, meteorolojik, biyolojik vb. olaylar, yasalar; ‘kendileri’nden maksat da en ince sanatların ve yaratılış hikmetlerinin örneği olan insanın biyolojik ve ruhsal dünyâsıdır. (KUR’AN YOLU, 4/724)

‘Şüphesiz Kur’an hak’tır’ sözü, Kur’ân’ın insan sözü değil, Allah sözü olduğunu ifâde eder. Kur’an’da verilen haberlerin aynen gerçekleşmiş olması, Kur’ân’ın her bilgisinin gerçeği ifâde etmesi, Kur’ân’ın Allah sözü olduğunun delilidir. (İ. KARAGÖZ 6/697)

‘Rabbin kâfi değil mi?’ sorusu istifhâm-ı inkâri olup, ‘kâfîdir’ demektir. Allâh’ın kuluna kâfi olması, hem yardım etmesi, vekil olması, yol göstermesi, hem de yaptığını bilmesi, görmesi, şâhit olması, günahından haberdar olması ve hesaba çekmesi anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/697)

(54).‘Bilesin ki, müşrikler Rablerine kavuşmaktan şüphe içindedirler. Kıyâmet günü Hakk’ın huzûruna varacaklarına îmanları yok, onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. ‘iyi bil ki O, herşeyi kuşatmıştır’ ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar, O’nun cezâsından kurtulacak değillerdir. Allâh’a kavuşmak haktır, muhakkaktır. (ELMALILI, 6/568)

‘Allah herşeyi kuşatır’ demek, onların bütün inanç, söz, fiil, amel ve davranışlarını, iyi ve kötü bütün yaptıklarını bilir, O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz, O’nun gücü ve hükmünden kimse kaçıp kurtulamaz, demektir. (İ. KARAGÖZ 6/698)