Zümer Suresi

39 / Zümer Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 75 âyettir. 53-59’ncu âyetleri Medîne döneminde inmiştir. Zümer, 71 ve 73’ncü âyetlerde geçtiği üzere “zümreler, gruplar” demek olup adını da buradan almıştır. (H. T. FEYİZLİ, 1/457)

Câbir b. Abdullah (r) Hz. Peygamber (s) Zümer ve Mülk sûrelerini okumadan uyumazdı’ (Tirmizi Tefsir 9) demiştir. (İ. KARAGÖZ 6/446)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

39/1-5  DÎNİ  ALLÂH’A  HAS  KILARAK  KULLUK  ETMEK

1. Kur’ân’ın indirilmesi, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allah (tarafın)dandır. [bk. 26/192; 41/42]

2. (EyRasûlüm!) Şüphesiz biz, bu Kur’ân’ı sana hak olarak indirdik. O hâlde Allâh’a, O’nun dînine ihlâsl(agönüldenbağl)ı olarak kulluk et.

3. (Ey insanlar!) İyi bilin ki hâlis din, yalnız Allâh’ındır. O’ndan başkasını dost edinenler: “Biz, onlara ancak, bizi Allâh’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” (derler). Şüphesiz Allah, onlar (ilemü’minler) arasında, (buşekilde) ayrılığa düştükleri şeylerde hükmünü verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı, nankör olan o kimseleri doğru yola iletmez. [bk. 2/165-167; 5/35]

4. Eğer Allah bir oğul edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir (bundanuzaktır). O tek ve kahretmede sonsuz güç sâhibi olan Allah’tır. [bk. 43/81]

5. (Allah) gökleri ve yeri hak (ile, bir amaca yönelikvehikmet) ile yarattı. O, geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar (herbiriniuzatıpkısaltır). Güneşi ve ayı emri altına aldı (veinsanlarınfaydasınaverdi). Her biri, belirli bir vakit için (yörüngevemihverinde) cereyan etmektedir. İyi bilin ki O mutlak gâliptir, çok bağışlayandır.

1-5.(1).‘(Bu) Kitab’ın indirilmesi, mutlak gâlip, hüküm ve hikmet sâhibi Allah (tarafın)dandır.’ Azîz: egemenlik ve otoritesinde kendisi ile tartışılmayan, güçlü; Hakîm: tedbirinde, yönetiminde söz ve fiillerinde, şeriat ve kaderinde hikmeti sonsuz olan. (S. HAVVÂ, 12/370)

Kâfirlerin ‘Kur’ân’ı Muhammed uydurdu’ şeklindeki ithamlarına cevap olmak üzere, sûrenin hemen girişinde Hz. Muhammed’in (s) söylediklerinin kendisinden olmadığı gibi kısa bir beyanla yetinilmiş ve Allah, Kur’ân’ın kendisi tarafından indiğini bildirmiştir. (MEVDÛDİ, 5/90, 91)

(2).‘(EyRasûlüm!) Şüphesiz biz, bu Kur’ân’ı sana hak olarak indirdik.’  Yâni bu kitap, baştan sona kadar Hak’tır ve ona hiçbir bâtıl karışmamıştır. (MEVDÛDİ, 5/91)

‘Öyle ise dîni, O’na özgü kılarak Allâh’a ibâdet et!’ Yâni dîni, O’nun için şirkten ve gösterişten arındır. Bu ise tevhid ile ve insanın içini arıtması ile mümkündür. İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni, yalnız Yüce Allâh’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet et! İnsanları da buna dâvet et ve ancak O’na ibâdet edilebileceğini, O’nun ortağının, benzerinin, denginin olmadığını da bildir’ (S. HAVVÂ, 12/376)

İhlâs, bir görevi Allah için yapmaktır. (76/9). İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ, gösteriş yapmak, ibâdetlerde Allah’tan başkasını gözetmektir. Riyâ, gizli şirk ve münafıklık alâmetdir. (4/142). Yüce Allah: ‘Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette kimseyi ortak koşmasın.’ (18/110)  buyurmaktadır. (İ. KARAGÖZ 6/448)

‘Dîni Allâh’a özgü kılarak’ O’na itaat etmek ise Allâh’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sâdece Allâh’ın koyduğu kural ve ilkelerle yaşamayı ve O’nun hükümlerine tâbi olup, yasaklarından kaçmayı içerir. (MEVDÛDİ, 5/91)        

(3).‘Dîni yalnızca Allâh’a özgü kılarak kulluk etmek’ şeklindeki ilke, kesin ve değişmez bir gerçek olarak ortaya konmuştur. Çünkü bu, yalnız ve yalnız Allâh’ın hakkıdır. Kulluk edilmeye lâyık olan sâdece O’dur ve sâdece O’na itaat edilmesi gerekir. Allâh’a kulluk etmeyi reddedip de başkalarına itaat eden kimse sapıklık içindedir. Şâyet Allâh’a kulluk etmekle birlikte, başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir. (MEVDÛDİ, 5/91)      

‘Ondan başka dostlar edinerek, ‘Onlar bizi Allâh’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.’ (Arap müşrikleri) (..) Meleklerin yüce Allâh’ın kızları olduğu efsânesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına heykeller yaparak onlar vâsıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allâh’a yaklaştıran, O’nunla kullar arasında aracı olan vâsıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O’na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lât, Menat ve Uzzâ gibi ilâhlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bâzılarıydı. (S. KUTUB, 8/567)  

‘Doğrusu Allah, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir.’ Kıyâmet gününde kendisine ihlâsla ibâdet eden kulları ile kendisine ortak koşan müşrikler arasında hüküm verecektir. Bu buyruk müşriklerin, gereksiz yere tartıştıklarını, felsefeler ürettiklerini, iddiâlarda bulunup bu iddiâlara ve durumlarına gerekçeler bulmaya çalıştıklarını göstermektedir. Nitekim bu âyet-i kerîme, yüce Allâh’ın Kıyâmet gününde her iki kesim arasındaki anlaşmazlıklarda hüküm vereceğini, yâni ölümden sonra dirilmenin akabinde insanlar arasında hüküm vereceğini, haklı ve haksızı ayırdedeceğini, her kişiye ameline uygun karşılık vereceğini de göstermektedir. (S. HAVVÂ, 12/376)

‘Şüphesiz ki Allah, yalancı ve kâfir olan kimseyi doğru yola eriştirmez.’ Nesefi der ki: ‘Yâni yüce Allah, kendisinin küfrü seçeceğini bildiği kimseleri hidâyete iletmez; yâni onu hidâyeti bulmaya başarılı kılmaz, küfrü seçmesi hâlinde ise ona bu konuda yardımcı olmaz, onu yardımsız bırakır’ (S. HAVVÂ, 12/376)

Biz de şunu belirtmek istiyoruz: Âyet-i Kerîme, bir insanda yalan ve inkâr niteliklerinin bir arada olması hâlinde, yüce Allâh’ın o kişiye hidâyet ilhâmını vermeyeceğinin delîlidir. O bakından her bir kişi, yalan ve inkâr niteliklerinden alabildiğince sakınmalıdır. (S. HAVVÂ, 12/376, 377)

Putlara ilâh demek yalandır, Allâh’ın oğlu ve kızı olduğunu söylemek yalandır. Allâh’ın varlığına ve birliğine  inanmamak, inkâr ve nankörlüktür. Allâh’ın emir ve yasaklarına uymamak nankörlüktür. Yüce Allah, insanların mümin ve Müslüman olmalarını istediği,  bu amaçla peygamber ve kitap gönderdiği hâlde, inkâr ve isyanda ısrar edenleri doğru yola iletmez. İnsan, yalan ve nankörlüğü, şirk ve inkârı bırakıp Allâh’a yönelir ve mümin olmak isterse Allah kulunu hidâyete ulaştırır, mümin ve Müslüman olmasını sağlar. (İ. KARAGÖZ 6/451)

(4).‘Eğer Allah bir oğul edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi.’ Bu, düşünceyi düzeltmek için, tartışma gereği olarak kabul edilmiş bir varsayımdır. Buna göre, eğer yüce Allah bir evlât edinseydi, yarattıklarından dilediği birini kendine evlât olarak seçerdi. Zîrâ O’nun irâdesi sınırlı değil, sınırsızdır. Ne var ki, yüce Allah kendisini bir evlât edinmekten tenzih etmektedir. Öyleyse kimsenin O’na bir evlât yakıştırmaya hakkı yoktur. İşte Allâh’ın irâdesi de, dilemesi de, takdîri de budur. Bu da yüce Allâh’ın, kendisini evlât ve ortaktan tenzih etmesidir. (S. KUTUB, 8/568)

Yâni, Allâh’ın oğlu olması zâten mümkün değildir. Fakat Allah, dilediği takdirde, kendisine kimi isterse onu seçer. Ancak unutulmamalıdır ki, seçtiği kimse de, her hâlükârda mahlûk olacaktır. Çünkü kâinattaki herşeyi Allah yaratmıştır ve onlarla olan ilişkisi Hâlik – mahlûk ilişkisi şeklindedir. Dolayısıyla baba – oğul şeklinde bir ilişkinin olabilmesi için, soy ile ilgili bir bağ gereklidir. Allah Teâlâ ise, bu gibi sıfat ve tanımlamalardan münezzehtir. O bir ve tektir. (MEVDÛDİ, 5/92)

‘O bundan uzaktır, yücedir. O, tek ve kahredici Allah’tır.’ Yüce Allâh herşeyi yoktan var eden, herşeyi yaratan ve herşeyi idâre eden tek ilâh olduğu hâlde, ne diye evlât edinsin ki? Çünkü herşey ve herkes O’nun mülküdür. Onu dilediği şekilde kullanır. (S. KUTUB, 8/568)    

(Allâh’ın) ‘Vâhid’ ismi, sözlükte bir, tek demektir. Allâh’ın sıfatı olarakeşi, benzeri, örneği ve ortağı bulunmayan, parçalara bölünmeyen, kadim ve ezeli oluşta tek olan, yegâne varlık anlamına gelir. Kur’an’da onlarca âyette yüce Allâh’ın bu ismi tekrarlanmıştır: ‘İlâhınız bir tek ilâhtır.’ (2/163, 16/22, 22/34). ‘Allah bir tek ilâhtır.’ (4/171, 14/52; İ. KARAGÖZ 6/452)

(5).‘Allah gökleri ve yeri’  bu ikisi arasındaki tüm varlıkları, boş yere ve abesle iştigal kabilinden değil, ‘hak’  ve doğru olarak, yâni birtakım maslahatları içerir şekilde ‘yarattı.’ (İ. H. BURSEVİ, 17/204)   

Güneş, Ay ve yıldızları yaratan, kendilerine görevlerini, aralarındaki düzenlerini ve çekim kânunu belirleyen ve varlıklarını sürdürmelerini sağlayan yüce Allah’tır.  Bu yıldızlar, milyarlarca yıldır düzenleri bozulmadan,  varlıklarını sürdürmektedir. Bu, hem Allâh’ın  varlığını ve gücünü, hem sonsuz ilim, irâde, kudret ve hikmetini gösterir. ‘Allah geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar, O’nun emri ile sizin hizmetinize verdi.’ (16/12) buyrulduğu için bütün yıldızlar, yâni bütün gök cisimleri O’nun emrine boyun eğmiştir. (İ. KARAGÖZ 6/454)

‘O, geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar.’  Gece ve gündüzün birbirine örtülüp sarılması, sürelerinin uzayıp kısalmasına, yerin yuvarlak oluşuna, hem kendi ekseni hem de güneşin ekseni çevresinde dönüşüne işâret etmektedir. Bütün bunlar, Allâh’a olan îmânı güçlendirecek delillerdir. (H. DÖNDÜREN, 2/722)

Âyette geçen ‘tekvir’ kelimesi, baş gibi küresel bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle ‘dolamak’ demektir. Bu tâbirin, tabiatta cereyan eden bir gerçeği tasvir ettiği anlaşılmaktadır: Kendi yörüngesi etrâfında dönen yerkürenin güneşe bakan kısmı aydınlık, yâni gündüz olur. Ancak, yerküre döndüğünden dolayı bu aydınlık kısım aynen devam etmez. Hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa, karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünür. Yâni, devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanır durur. Bu da yeryüzü zemininin yuvarlak olduğunu gösterir. İşte âyette kullanılan tekvir tabiri, bu şekilde yeryüzünün küresel yuvarlaklıkta olduğunu ve döndüğüne işâret etmekte; yerin küre oluşu ve dönüşü de tekvir tâbirini son derece dakik bir tarzda tefsir etmektedir. (Ö. ÇELİK, 4/306)  

‘Güneşi ve ayı insanın emrine vermiştir. Her biri belirli bir süreye kadar’ Kıyâmet gününe kadar ulaşan ve Allah tarafından bilinen bir süreye kadar ‘akıp gider. İyi bilin ki O Azîz’dir’ Gâlip ve Kâdir olandır. ‘Gaffâr’dır’ yâni izzet ve azameti ve büyüklüğü ile O, kendisine isyan edip sonra tevbe edip kendisine yönelen kimseyi bağışlayıcıdır. (S. HAVVÂ, 12/379)

‘.. gökleri ve yeri hak ile..’ Güneş’i, Ay’ı, ve diğer varlıkları insanların hizmetine sunması, yüce Allâh’ın insana verdiği değeri, önemi ve nîmetleri gösterir. İnsanın yaşayabilmesi için Güneş’in ısı ve ışığına, günlerin, gecelerin ve mevsimlerin oluşması için gezegenler arasındaki bir sistem dâhilinde hareketlerine ihtiyaç vardır. İşte bunları sağlayan yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 6/454)

39/6-9  HİÇ  BİLENLERLE  BİLMEYENLER  BİR  OLUR  MU?

6. (Ey insanlar! Allah,) sizi bir tek nefisten yarattı, sonra ondan (onunmaddesinden) eşini meydana getirdi. Size (deve, inek, koyun, keçigibi) hayvanlardan sekiz çift yarattı. Sizi annelerinizin karınlarında; üç karanlık içinde (nutfedenbaşlayarak) bir yaratıştan öbür yaratışa (geçirerek) yaratıp duruyor. İşte ancak bu(nlarıyapan) Allah, Rabbinizdir (başkasıdeğil). Mülk O’nundur. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Böyle iken nasıl (O’naîmanveitaatten) çevriliyor (başkarablerediniyor, onlarakullukediyor)sunuz? [krş. 9/31]

7. (Ey insanlar!) Eğer küfre saparsanız, şüphesiz Allâh’ın siz(inîmânınız)a ihtiyâcı yoktur. Bununla berâber kulları için küfre râzı olmaz. Eğer şükreder (îmanveitaateder)seniz sizin için ondan râzı olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını yüklenmez. Nihâyet dönüşünüz yalnız Rabbinizedir. (O âhirette) size, yapmakta olduklarınızı haber verir. Çünkü O, gönüllerde (gizli) olanı bilir.

8. (Müşrik ve kâfir) İnsana (âfet, musibet ve hastalık gibi) bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine (yürekten) yönelerek O’na duâ eder. Sonra (Allah) ona katından bir nîmet verdiği (kurtuluprahâtaerdiği) zaman, evvelce O’na yalvarmış olduğunu (veasılkurtaranı) unutur da, O’nun yolundan (sapmakve) saptırmak için (“bizifalancalarkurtardıdiyerek) Allâh’a birtakım eşler koşar. (Rasûlüm!) De ki: “Sen küfrünle biraz oyalanıp geçin. Çünkü sen artık ateş ehlindensin.” [bk. 10/12; 17/67]

9. Yoksa o (sâdecesıkıntıdaikenduâedenkâfirkimse) hiç âhiret(indehşetin)den korkan ve Rabbinin rahmetini uman, gece saatlerinde secde edip ayakta durarak taat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir? De ki: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Elbette mümin daha iyidir.)  Ancak (bunları), temiz akıl sâhipleri düşünürler. [krş. 35/28]

6-9. (6).‘(Allah,) sizi bir tek nefisten yarattı’ İbn Kesir der ki: ‘Cinslerinizin, sınıflarınızın, dillerinizin, renklerinizin ayrılığına rağmen, O sizi tek bir candan yaratmıştır, o da Âdem (as)’dır. ‘Sonra ondan eşini var etmiştir.’ Bu da Havvâ (ona selâm olsun) ‘dır. (S. HAVVÂ, 12/379)

‘hayvanlardan da sizin için sekiz eş lütfetti.’ Hayvanlardan lütfedildiği bildirilen ‘sekiz eş’ En’âm sûresinin 143-144’ncü âyetlerinde zikredilen erkekli – dişili eşler olarak koyun, keçi, deve ve sığır çiftleridir. (KUR’AN YOLU, 4/601)

‘Sizi annelerinizin karınlarında; üç karanlık içinde (nutfedenbaşlayarak) bir yaratıştan öbür yaratışa (geçirerek) yaratıp duruyor.’ Bu âyet-i kerîmede, genetik bir şifrenin projesi anlatılmaktadır. Bildirilen üç karanlık devre ve yer tıbben aşağıdaki şekilde belirtilmektedir: (1). Döllenme ve hücre aşamasının oluştuğu fallop boruları. (2). Kırk günlük doku (alâka) aşaması olan rahim içi. (3). Organ teşekkül aşaması olan aminyon kesesi içi. Yüce Rabbimiz, kendisi bilerek yarattığı ve çözümünü ilme bıraktığı mesajı tâ o asırda vermektedir. Cenin yer itibâriyle de üç karanlık yerde gelişmektedir. İçten dışa doğru, (a). Aminyon zarı: İçinde sıvı vardır, ısı geçirmez. (b). Korion zarı: Işık geçirmez. (c). Rahim duvarı zarları: Su geçirmez. (Bâr, s. 159-163; Özyazıcı, s. 64den H. T. FEYİZLİ, 1/458).

Abdullah b. Abbas, Mücâhid, Dahhâk, İkrime ve Katâde’ye göre ana karnındaki üç karanlıktan maksat, batın (karın duvarı), rahim duvarı ve cenîni saran zarın oluşturduğu karanlıktır. (M. DEMİRCİ, 3/20)

Âyette bu tabakaların karanlık oluşuna özellikle dikkat çekilmekte, bu karanlık ortamlarda olup bitenlerin dahi Allâh’ın bilgisi ve kudreti sâyesinde gerçekleştiğine; dışarıdan farkına bile varılmayan bu ortamda yaratılış hârikalarının gerçekleştirildiğine işâret edilmiştir. ‘Türlü yaratılış aşamalarından geçme’ ifâdesiyle, Hac (22/5) ve Müminûn (23/12-14) sûrelerinde açılımı verilen nutfe, alâka ve mudğa aşamalarının ve bundan sonraki gelişmelerin kastedildiği anlaşılmaktadır. (İbn-i Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/600)

‘İşte bu, Rabbiniz olan Allah’tır.’ Yâni bütün bunları yapan, Rabbiniz Allah’tır. ‘Mülk O’nundur.’ Çünkü yaratan O’dur. Bu buyruk şunu göstermektedir: İşte bütün bunları yapandır tek başına Rablığa lâyık olan; gerçek mâlik olan. Bundan dolayı âyet-i kerîme, yüce Allâh’ın ‘O’ndan başka ilâh yoktur; böyleyken siz nasıl olur da döndürülüyorsunuz?’ buyruğuyla sona ermektedir. Nasıl olur da O’na ibâdeti bırakıyor, başkasına ibâdete yöneliyorsunuz. Akıllarınız nerededir? (S. HAVVÂ, 12/380)

‘Bütün mülk O’nundur’ cümlesi, yüce Allâh’ın Mâlik isminiifâde etmektedir. Bütün varlıkların sâhibi ve mâliki Allah’tır. Mülk kelimesi aynı zamanda yüce Allâh’ın hükümranlığını ve kâinâtın yöneticisi ve mutasarrıfı olduğunu ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/458)

‘O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.’ İlâh mabut (kendisine ibâdet edilen) demektir. Peygamberimizin ilk muhâtapları olan Mekke halkı, Allâh’ın varlığını kabul ettikleri hâlde, tekliğini kabul etmiyorlar (38/4), putlara ilâh diye tapıyorlardı. Yüce Allah, bu tevhid cümlesi ile kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını bildirdi. Allah’tan başka bir varlığı ilâh kabul etmek şirktir. (İ. KARAGÖZ 6/458)

(7).‘Eğer küfre saparsanız, şüphesiz Allâh’ın siz(inîmânınız)a ihtiyâcı yoktur.’ Yâni, ‘Sizlerin inkâr etmeniz, Allâh’ın hükümranlığına bir hâlel getirmez. Sizler Allâh’ı tek mâbud kabul etseniz de, etmeseniz de, Allah için fark eden bir şey olmaz.’ (MEVDÛDİ, 5/95)

Hadis-i Kudsi: ‘Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en takvâ sâhibi bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım! Sizin başınız, sonunuz, insiniz, cininiz en günahkâr bir adamınızın kalbi gibi olsa, bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.’ (Müslim Birr 55’den, Ö. ÇELİK, 4/310) 

‘Bununla berâber kulları için küfre râzı olmaz.’ Yâni, Allah kendi çıkarı için değil, kullarının iyiliği için küfrü tasvip etmez. Çünkü küfür Allah için değil, insanlar için zararlıdır. Burada dikkate değer husus, Allâh’ın dilemesiyle rızâsının ayrı şeyler olmasıdır. Çünkü Allâh’ın dileği dışında hiçbir şey vukû bulmaz. Fakat O’nun râzı olmadığı olaylar cereyan edebilir, zaten olmaktadır da. Dünyâda zâlimler, zorbalar, haydutlar, hırsızlar, kâtiller, câniler, gece gündüz faaliyet göstermektedirler. Allah Teâlâ, yaratmış olduğu nizamda bu kimselere fırsat tanımıştır. Allah tıpkı sâlih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük yapmaları için fırsat tanımıştır. Allah onlara böyle bir fırsat tanımamış olsaydı, yeryüzünde kötülük diye bir şey olmazdı. Tüm bunlar Allâh’ın dilemesi dâhilinde olmaktadır, yoksa bu, Allâh’ın bu kötülüklerden râzı olduğu anlamına gelmez. (MEVDÛDİ, 5/95)

Yüce Allah, îman veya inkâr konusunda insanları serbest bırakmakla birlikte inkâr ve nankörlük etmelerine râzı olmaz, inkâr ve nankörlük etmelerini istemez. ‘Allah kullarının inkâr ve nankörlük etmelerine râzı olmaz’ cümlesi, bu anlama gelir. Yüce Allah kullarının küfrünü ve isyan etmelerini sevmez. Yüce Allah, hiçbir mümini hak yoldan saptırmaz, sapık olmasını da istemez, azdırmaz, azmasını ve isyan etmesini istemez. Ancak insanın kendisi sapmak veya sapıklıkta kalmak veya isyan etmek isterse, buna imkân verir, küfrü ve isyânı onda yaratır. Bu durumda ‘isteyen insan, yaratan Allah’ olur. İmkân verdiği ve yarattığı hâlde hiçbir zaman küfre râzı olmaz. (İ. KARAGÖZ 6/460)

Yüce Allah, merhameti gereği kullarının îman edip kurtuluşa ermelerini ister. Bu yüzden insanlara doğru yolu bulmaları için akıl vermiş, peygamber ve kitap göndermiş, varlığının ve birliğinin delillerini göstermiş, îman edenleri cennetle müjdelemiş, inkâr edenleri cehennem azâbı ile uyarmıştır. (İ. KARAGÖZ 6/460) 

‘Eğer’ îman, ibâdet ve sâlih amelde bulunmak sûretiyle şükrederseniz, faydanız için ondan hoşnut olur.’ Sizin şükretmenizden râzı olur. Çünkü şükrünüz, kurtuluşunuzun sebebidir. Şükrünüze karşılık sizi cennetle mükâfatlandıracaktır. İbn Kesir: ‘Yâni sizin şükretmenizi sizin için sever ve lütfundan size fazlasını da verir’ demektedir. (S. HAVVÂ, 12/381)

‘Hiçbir yüklenici diğerinin günahını yüklenmez’ cümlesi, suç, cezâ ve günahların şahsiliği ilkesini ifâde eder. Suç ve günah olan fiillerin işlenmesi durumunda, sâdece suç ve günahın fâili sorumlu olur. Hiç kimse, işlemediği suç ve günahtan dolayı cezalandırılamaz. Bu ilke, ‘cezâ ancak suçu işleyene verilir’ cümlesiyle de ifâde edilebilir. Aralarındaki yakınlık ve dostlukhangi derecede olursa olsun, bir kimsenin işlemiş olduğu suçtan dolayı başkaları sorumlu tutulamaz. (İ. KARAGÖZ 6/461)

Hadis: ‘Kişi ne babasının, ne de kardeşinin suçundan dolayı sorumlu tutulamaz.’ (Nesâi Tahrîmü’d dem 29; İ. KARAGÖZ 6/461)

Hz. Îsâ da hiçbir kimsenin günahını yüklenmeyecektir. O bizim günahımız için çarmıha gerilmemiştir. Hıristîyanların bâtıl inançlarına dabir cevaptır bu âyet-i kerîme. (M. TOPTAŞ’tan, N. YASDIMAN, 8/407)

‘Allah âhirette size yaptıklarınızı haber verecektir.’ Yüce Allah, dünyâ hayâtında bütün insanların iyi veya kötü, hayır veya şer bütün yaptıklarını yazıcı meleklerine yazdırmaktadır. Kıyâmet gününde herkesin yaptığı ortaya çıkacaktır. Kur’an’da bu konuda birçok âyet vardır. (82/10-12; 36/12; 18/49; İ. KARAGÖZ 6/462)

(8).(Kâfir) İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine (yürekten) yönelerek O’na duâ eder. Sonra (Allah) ona katından bir nîmet verdiği zaman, evvelce O’na yalvarmış olduğunu (veasılkurtaranı) unutur da, O’nun yolundan (sapmakve) saptırmak için Allâh’a birtakım eşler koşar.’ Buradaki ‘insan’la öncelikle Kur’ân’ın muhâtapları arasındaki inkârcı kişilerin kastedildiği âyetin devâmından anlaşılmaktadır. Başka yerlerde de belirtildiği gibi (meselâ bk. Bakara 2/177) gerçek mümin hem sıkıntılı zamanlarında hem rahat zamanlarında hep Allah ile olur. O’na güvenip dayanır. Bu bağlılığını kötü günlerinde isyan etmeden sabırla, iyi günlerinde azmadan şükürle gösterir. Allah’tan gelen herşeyi ‘Lütfun da hoş, kahrın da hoş’ diyerek karşılar. (KUR’AN YOLU, 4/602, 603)

‘ve yolundan’ yâni İslâm’dan ‘saptırmak için Allâh’a eşler koşar.’ Esenlikle olduğu vakit Allâh’a ortak koşar ve şirke dâvet eder. Ya Muhammed, işte bu kâfire sen ‘de ki: Küfrünle’ şu dünyâda ‘biraz eğlenedur.’ Bu emir tehdit içindir. İbn Kesir der ki: ‘Yâni durumu, yolu ve gidişi bu olan kimseye; küfrünle azıcık bir süre oyalan, demektir. Bu da oldukça büyük ve gelecek için kesin bir gözdağıdır.’ (S. HAVVÂ,12/382)

‘De ki: İnkârınla az bir süre zevklen, sen cehennemliklerdensin.’ Ne kadar uzun ömürlü de olsa bu yeryüzünün her tür nîmeti kısa sürelidir. Ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın bu yeryüzündeki günleri sayılıdır. Hattâ bütün insanların yeryüzündeki hayatları yüce Allâh’ın günleriyle karşılaştırıldığında kısa bir yararlanmadan öteye gidemez. (S. KUTUB, 8/574)

Darlık ve genişlik, bolluk ve sıkıntı, insanın karakterini ve içinde gizli tuttuğu rengini açığa vuran mihenktir. Aynı zamanda hayâtın tozpembe olmadığının ve doğumla ölüm noktaları arasındaki yolun dümdüz, dikensiz, ârızasız bulunmadığının bir başka delîlidir. (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/409)

İnsanlar şu sebeplerle musibete uğrarlar:

(a). İnsanların maddi hatâları: (4/123, 42/30; 30/42).

(b). İşlediği günahları: (29/40; 4/78).

(c). Allâh’ın imtihânı (2/155, 3/186),

(d). İnsanlara zulüm (;bn Mâce Duâ 11);

(e). Kullukta kusur etmesi (Ebû Dâvud Cenâiz 1);

Ayrıca yüce Allah kullarının duâ edip yalvarmalarını sağlamak amacıyla da âfet ve musibet verebilir. (6/42). Bütün musibetler, Allâh’ın takdiri (4/78, 57/22, 23) ve izni ile meydana gelir. (64/11). Yüce allah izin vermeden hiçbir musibet başa gelmez. (İ. KARAGÖZ 6/463, 464).

(9).‘Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir?’ Buradaki istifham / soru konuyu pekiştirme mânâsınadır. Yâni katı kalpli, unutkan bir kâfirin durumu mu daha iyi, âkıbeti daha güzeldir; yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse mi? Bilâkis geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse daha hayırlıdır, demektir. (İ. H. BURSEVİ, 17/223)

YüceAllâh’ın müminin niteliğini belirtirken: ‘Âhiretten korkan ve Rabbinin rahmetini dileyen… ‘ (âyet 9) buyruğunu açıklarken Nesefi şunları söylemektedir: ‘Bu âyet-i kerîme, müminin ‘havf ve recâ’ (korku ve ümit) arası bir hâlde olması gerektiğinin delilidir. O Rabbinin rahmetini umar, amelinin karşılığını değil. Amelinde de kusurlu olduğu için O’nun cezâsından korkar, çekinir. Diğer taraftan eğer recâ (umut) haddini aşacak olursa, emn (güvenlik duymak) olur. Korku (havf) da haddini aşacak olursa ye’s (ümit kesmek) olur. Şânı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: ‘Allâh’ın azâbından, ziyanda olanlar topluluğundan başkası emin olmaz.’ (el A’raf 7/99) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: ‘Çünkü kâfirler gürûhundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümidini kesmez.’ (Yûsuf 12/87) O bakımdan korku ve ümitten herhangi birisinin sınırını aşmaması gerekmektedir. (S. HAVVÂ, 12/386)  

‘De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni hiç bu durumda olan kişi ile bundan önce söz konusu edilen ve Allâh’ın yolundan alıkoymak için Allâh’a ortaklar koşan kimseler, bir olur mu hiç?’ Böylece kâfiri, ‘bilmeyen kimse’ olarak değerlendirmiştir. Zâten Rabbini bilmeyen, O’na şükretmek yolunun câhili olan bir kimsenin bilmesi, nasıl söz konusu olabilir? (S. HAVVÂ, 12/383)

‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ ifâdesindeki ‘bilme’den maksat, bu âyetler bağlamında öncelikle, yalnız zor durumda kalındığı zaman değil, her zaman Allâh’ı bilip tanımayı (marifetullah), bu irfan sâyesinde yaratılmışlara kul olmaktan kurtulup yaratana kul olmanın önemini kavramayı ifâde eder. (KUR’AN YOLU, 4/603)        

Gerçek ilim tanımaktır, marifettir; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın basiretini, uzbakışını açar. İnsanın bu evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ kurmasını sağlar. İlim, zihni dolduran, fakat evrenin büyük gerçeklerine ulaştırmayan, açık ve somut olan nesnelerin ötesine geçmeyen kopuk ve soyut bilgiler değildir. (S. KUTUB, 8/574)

İşte gerçek ilme ve aydınlatıcı mârifete ulaşmanın yolu budur. Bu yol, yüce Allâh’a boyun eğip, O’na ibâdet etme, kalbin hassâsiyeti, âhiret endişesinin bilincine varma, Allâh’ın rahmetine ve ihsânına umut bağlama, bu korku ve ürperti içinde Allâh’ın kendisini gözettiğini hatırda tutmadır. İşte yol budur. Ancak bu yolla işin özü kavranabilir ve tanınabilir. (S. KUTUB, 8/574, 575)

‘Ancak akıl sâhipleri hakkıyla düşünür.’ Yâni yüce Allâh’ın verdiği öğütlerle ancak akıl sâhipleri öğüt alır yâhut bu ikisi arasındaki farkı, ancak aklı olan kimseler bilebilir. (S. HAVVÂ, 12/383)   

39/10-16  EY  KULLARIM!  YALNIZCA  BENDEN  KORKUN

10. (Ey Peygamberim!) De ki (Allahşöylebuyuruyor): “Ey îman eden kullarım! Rabbinizin emrine uygun yaşayıp azâbından sakının. Bu dünyâda iyi hareket edenlere bir güzellik vardır. Allâh’ın toprağı geniştir. (Dîningereğinivehükümlerinirahatçayaşayacağınızyeregöçedebilirsiniz.) Ancak (Allahyolunda, tâvizvermedenyaşamakiçingöçetmeyesabredip) dayanıp direnenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” [bk. 29/56]

11, 12. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ben, dîni yalnız Allâh’a özgü kılarak (ihlâsla) O’na kulluk etmemle emredildim.” “Ve (yine) müslümanların ilki olmam emredildi.”

13. (Ey Peygamberim!) De ki: “Eğer, Rabbime karşı gelirsem, şüphesiz ben, büyük bir günün azâbından korkarım.”

14, 15. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ben, dînimi Allâh’a özgü kılarak (ihlâslıolarak) yalnız O’na kulluk ederim.” “Siz de O’ndan başka dilediğinize kulluk edin!” (Yine) de ki: “(Asılböyleyaparak) aldananlar / ziyâna uğrayanlar, kıyâmet gününde hem kendilerini hem de kendine bağlı olanları ziyâna uğratanlardır. Dikkat edin, bu apaçık ziyân’ın / aldanmanın ta kendisidir.” [bk. 2/165-167]

16. Kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (ateşten) tabakalar vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. “Ey kullarım! O hâlde benim emirlerime ve yasaklarıma uygun yaşayıp azâbımdan sakının.” [krş. 7/41; 21/39; 29/55]

10-16. (10).‘De ki (Allahşöylebuyuruyor): “Ey îman eden kullarım! Rabbinizin emrine uygun yaşayıp azâbından sakının.’ Yâni, sâdece îman etmekle yetinmeyin, yanı sıra Allah’tan korkarak, O’nun emirlerini yerine getirin. Yasak ettiği şeylerden uzak durun ve dünyâda Allah’tan korkarak hayatınızı sürdürün. (MEVDÛDİ, 5/97)

‘Bu dünyâda iyi hareket edenlere bir güzellik vardır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni bu dünyâ hayâtında iyilik yapanlara âhirette de bir iyilik vardır; o da cennete girmektir. İbn Kesir der ki: ‘Dünyâ hayatında güzel amel eden kimseler için hem dünyâlarında, hem âhiretlerinde iyilik ve güzellik vardır. (S. HAVVÂ, 12/388)

(O hâlde) ‘hasene’nin tanımından hareketle onu, her türlü dünyevi ve uhrevi hayır, iyilik, güzellik, sağlık, âfiyet, zafer, başarı ve mutluluk olarak yorumlayabiliriz. Buna göre dünyâda insanın hayrına olabilecek her olumlu şey hasene olduğu gibi, âhirette elde edeceği cennet nîmetleri de hasene demektir. Ancak tabii ki müminler için en büyük hasene de cehennem azâbından kurtulup cennete ulaşmaktır. (M. DEMİRCİ, 3/26)

‘Allâh’ın toprağı geniştir.’ Mücâhid der ki: O bakımdan siz de orada hicret edin, putlardan uzak durun. Atâ der ki: Bir günaha çağırıldığınız zaman kaçınız. (S. HAVVÂ, 12/388)

Bu âyet, gerektiği durumlarda, Müslümanın dünyânın herhangi bir ülkesine yerleşebileceğine delâlet eder. Bir mümin için kişi veya âile olarak mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibâdet özgürlüğü kalmayan bir ülkeden, bu haklara saygı duyulan bölge ya da ülkelere hicret etmek gerekli olur. Ancak bu yerde, söz konusu hakları elde etmek için mücâdele ederek sabredenlere hesapsız rızık verileceğinin bildirilmesi de dikkat çekicidir. (H. DÖNDÜREN, 2/724)

Toprak sevgisi, çevreye alışmışlık, soy, yakınlık ve arkadaşlık bağları sizi dâvâ için hicret (göç) etmekten alıkoymasın. Bunlar dîninizi yaşamayı zorlaştırdıklarında, orada Allah için çalışmanıza engel olduklarında bu durumda yere çakılıp kalmak şeytanın tuzaklarından biridir. (S. KUTUB, 8/576)

İnsanların yaratıcısı olan yüce Allah, bir yerden başka bir yere göç etmenin insanlara zor geldiğini bilir. İnsanın bu bağlardan tamâmen soyutlanmasının; alıştığı hayatı, rızık araçlarını terk etmesinin ve yeni bir yerdeki hayat şartlarına uyum sağlamasının insanoğlu açısından zor bir yükümlülük olduğunu pekâlâ takdir eder. İşte bu nedenle burada sabretmeye ve bu sabrın Allah katındaki hadsiz –  hesapsız / sınırsız mükâfâtına da değinmektedir: ‘Ancak sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.’ (S. KUTUB, 8/576)   

Sabır, rahmâni ve şeytâni duyguların karşılaşması ânında rahmâni duyguların üstün gelmesi, şehvete zorlayan kuvvet karşısında, dînin gereklerini yerine getirmekte gösterilen sebat ve nefsin arzularını ve tembelliği terk ederek dînimizin gereklerini yerine getirmektir. (..) Allah sabsedenleri sever (3/146), sürekli onlarla berâberdir (8/46). Onlara yardım eder (3/125), onları yaptıklarının en güzeliyle ödüllendirir (16/96), onları bağışlar ve onlara merhamet eder (16/110). Ücretlerini iki kere, dünyâ ve âhirette verir (28/54), onlar için bağışlama ve büyük ödül hazırlamıştır (33/35). Sabredenler, âhirette kurtuluşa ererler (23/111), cennetin en yüksek köşkleri ile ödüllendirilirler. (25/75, 76/12-21, 13/24; İ. KARAGÖZ 6/470)

(11, 12).‘De ki: “Ben, dîni yalnız Allâh’a özgü kılarak O’na kulluk etmemle emredildim.” Yâni bana, ancak şirk, riyâ ve benzeri şeylerden arındırılmış bir ihlâsla ibâdeti Allâh’a özgü kılmam emredildi. Her ne kadar bu emir Hz. Peygamber (s)’e yönelik ise de, bu âyette putlara kulluk edenler kınanmaktadır. Dolayısıyla mesaj bütün müslümanlaradır. (V. ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 8/414)  

“Ve (yine) müslümanların ilki olmam emredildi.” Nesefi der ki: ‘Bana bu emrin verilmesinin sebebi müslümanların ilki yâni dünyâ ve âhirette onların en önde olanları ve en ileriye geçenleri olmakla emrolundum. Mânâ şudur: İhlâsın dinde ileriye götürücü bir özelliği vardır. Kim ihlâs sâhibi olursa, ileriye gitmiş olur. (S. HAVVÂ, 12/389)

(13).‘Korkarım ben, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, büyük bir günün azâbından korkarım.’ (Zümer 39/13) beyanı, kötülük yapması hâlinde Peygamber (s)’in de başka insanlar gibi Allâh’ın azâbına uğrayacağını, prensip olarak kendisine bu hususta bir seçme hakkı tanınmadığını haber vermesi bakımından dikkat çekicidir. Hâsılı, Allâh’ın azâbı peygamberlerin bile titrediği dehşetli bir mâhiyettedir. Onu hafif görmek veya korkmamak îmansızlık ve cehâletin bir göstergesidir. (Ö. ÇELİK, 4/314)

Îman etmeyen kimse de isyankârdır, îman ettiği hâlde Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyet etmeyen, söz gelimi namaz kılmayan veya içki içen kimse de isyankârdır. Yüce Allâh’ın ‘îman edin’ emrine isyan eden kâfir, îman ettiği hâlde emir ve yasaklarına uymayan kimse zâlim ve fâsık olur, büyük günah kazanır. İsyan eden kimse, kendisini ilâhi cezaya mâruz bırakmış olur. (İ. KARAGÖZ 6/473)

(14, 15).‘De ki: “Ben, dînimi Allâh’a özgü kılarak (ihlâslıolarak) yalnız O’na kulluk ederim.” Din, insanların keyiflerine göre değil, yüce Allâh’ın belirlediği, râzı olduğu ve Rasûlü’nün uyguladığı şekliyle yaşanmak ve hayâta geçirilmekle Allâh’a özgü kılınmış olur. Müşrikler ise, Rasûlullah’tan, kendi sistem, gelenek ve yaşantılarına uygun olacak ve onları değiştirmeyecek bir din şekli istiyorlardı. Rasûlullah (s) bu istekleri doğrultusunda hareket etmeyince, “bölücülük yapıyor” dediler. Yüce Allah bu âyetlerle insanın neyi tercih edip kime kulluk edeceğini bildirmektedir. [bk. 5/92; 6/102; 9/31; 39/64-66] (H. T. FEYİZLİ, 1/459)

Âyetteki ‘Artık siz de O’nun dışında dilediğinize tapın bakalım!’ cümlesi bir uyarı ve tehdit ifâdesidir. Bu uyarıyı dikkate almayanların âkıbeti sâdece ‘hüsran’ zarar, ziyan, kayıp olacaktır. Onların âhirette öz benliklerini kaybetmeleri, ‘cehennemde hak ettikleri cezâya çarptırılmaları’, yakınlarını kaybetmeleri de içinde bulundukları cehennem ortamında akrabâ ve dostlarıyla buluşup görüşme ve yardımlaşma imkânından yoksun kalmaları şeklinde açıklanır. (İbn-i Atıyye, Râzi’den, KUR’AN YOLU, 4/607, 608)

‘İyi bilin ki apaçık hüsran işte budur.’ Çünkü onlar, cennet yerine ateşi istediler. Cennetteki yüksek makamları istemeyip cehennemin çukurlarını istediler. (S. HAVVÂ, 12/390)

(16).‘Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da (ateşten) tabakalar vardır.’ 16’ncı âyet, inkârcıların âhiretteki hüsranlarına kısa ve öz olarak açıklama getirmektedir. Tefsirlerde bu âyetin, cehennemde tabakalar bulunduğuna ve her tabakada ateş bulutları veya katmanları yer aldığına işâret ettiği; bir tabakada azap görenleri üstten kaplayan ateş kümelerinin, bir üst tabakadakilerin altlarına denk geldiği için âyette ‘Onların üstünde kat kat ateş olacak, altlarında da (böyle) katlar bulunacak’ buyurulduğu belirtilir. (İbn-i Atıyye, İbn-i Âşur’dan KUR’AN YOLU, 4/608)

‘..altlarında da tabakalar var’ Altlarında da ateşten tabakalar ve birbirinin altında pek çok derekeler vardır ki bunlar ötekiler için hattâ ateşin çukurlarında aşağı doğru inerlerken onlar için gölgeliklerdir. Nitekim Süddi der ki: ‘Bu tabakalar onların altında olanlar için bir gölgeliktir. Bu durum cehennemin dibine ve münâfıklara âit olan en alt kata kadar devam eder. Bu durumda gölgelik (zulel) onların altında olanlar için olurken, kendileri için yaygı hükmündedir. (İ. H. BURSEVİ, 17/243)

‘.. altlarında da tabakalar var’ Maksat, ateşin onları her taraftan sardığını ifâde etmektir. Nitekim Allah Teâlâ: ‘Ateşin duvarları onları çepeçevre kuşatmıştır.’ (el Kehf 18/29) buyurur. ‘sürâdik’ kelimesi, ‘fustat’ yâni çadır demektir. Kehf sûresinde geçtiği gibi kendilerini çepeçevre kuşatan ateş böyle bir çadıra benzetilmiştir. Bu âyetin benzeri, ‘O gün azap onları hem üstlerinden hem de ayaklarının altından kaplar.’ (el Ankebût, 29/55) âyeti ile ‘Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler var!’ (el A’raf, 7/41) âyetidir. (İ. H. BURSEVİ, 17/243)

39/17-21  ALLÂH’A  YÖNELENLERE  MÜJDE

17-18. Tâğûttan / putlardan ve şeytana kulluk etmekten kaçınıp da Allâh’a yönelenler(egelince): Onlar için müjde vardır. (Rasûlüm!) Sözü dinleyip onun (hayravesîleolan) en güzeline uyan kullarıma müjde ver. İşte bu kimseler Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve işte bunlar akıl sâhiplerinin ta kendileridir.

19. (Ey Peygamberim!) Üzerine azap kelimesi (hükmü) hak olan (kesinleşmiş) kimseyi, o ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? (Kurtaramazsın.)

20. Fakat Rablerinin emirlerine uygun yaşayanlar var ya, onlar için (cennette) alt tarafından ırmaklar akan, üst üste yapılmış köşkler var. (Bu) Allâh’ın vaadi(dir). Allah vaadinden dönmez.

21. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın gökten bir yağmur indirip de, onu yerdeki kaynaklara dâhil (edipdepo) ettiğini, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler (bitkiler) çıkardığını, daha sonra da kuruttuğunu görmedin mi? Nihâyet sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra (Allah), onu bir çöp kırıntısına çevirir. Şüphesiz bunda akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın kudretine öldükten sonra yeniden dirikmeye) elbette bir ibret (veöğüt) vardır. [krş. 10/24; 18/45; 57/20]

17-21. (17, 18).‘Tâğûttan (puttan) ve şeytana kulluk etmekten kaçınıp da Allâh’a yönelenler(egelince): Onlar için müjde vardır.’  Nesefi der ki: ‘Bu, karşılaşacakları ecrin müjdesidir. Ölüm döşeğinde melekler onları müjde ile karşılar, öldükten sonra diriltilecekleri zaman da onlara müjde verilir. (S. HAVVÂ, 12/390)

‘Sahte tanrılar’  diye çevirdiğimiz âyet metnindeki ‘tâğût’ kelimesi, insanlar tarafından tapılan bâtıl tanrıları; Allah Teâlâ’ya isyan edilmesine sebep olan, görünür ve görünmez varlıkları; insanlık târihi boyunca hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme gayretlerini yansıtan, bütün küfür ve ilhad / inkâr faaliyetlerini ifâde eden bir terim olarak kullanılır. (KUR’AN YOLU, 4/608)  

(O hâlde) kendisine tapınılan her türlü bâtıl tanrı ve ideoloji tâğut demektir. Ayrıca burada şunu da ifâde edelim ki bu kavram, günümüzde İslâm karşıtı kabul edilen kişi, kurum, düzen, sistem ve anlayışlar için de kullanılmaktadır. (M. DEMİRCİ, 3/28)

‘(Rasûlüm!) Sözü dinleyip onun (hayravesîleolan) en güzeline uyan kullarıma müjde ver.’ Mümin güzel ile en güzeli, üstün ile en üstün olanı ayırma gücüne sâhiptir. Onlar vâciple mendup arasında kalınca, vâcibi; mubahla mendup arasında kalınca da mendubu tercih ederler. Kısasla karşılaşına affı, ruhsatla karşılaşınca da azîmeti tercih etmeleri de böyledir. (H. DÖNDÜREN, 2/724)

‘..ve sözü dinliyorlar’ın anlamı Kur’ân’a ve Kur’ân’dan gayriye dikkatle kulak verirler de herşeyden önce Kur’ân’a uyarlar, demektir. Yâhut ‘el kavl / söz’ den murat Allâh’ın emridir. Buna göre meal şudur: ‘Allâh’ın emrine dikkatle kulak verirler de onun en güzeline uyarlar.’ Meselâ, kısas ile afv karşısında kaldıkları zaman ‘afv’ı seçerler. Yâhut iyiliği de fenâlığı da içeren herhangi bir sözü işittikleri zaman onun iyi tarafını söylerler, kötü tarafından yüz çevirirler. (Beyzâvi, Medârik’ten H. B. ÇANTAY, 2/826)

‘İşte bu kimseler Allâh’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve işte bunlar akıl sâhiplerinin ta kendileridir.’ Yüce Allah onların kalplerinde iyilik olduğunu bildiğinden onları, sözün güzeline kulak açmaya ve onu alıp kabul etmeye yöneltmiştir. Zâten doğru yola iletmek yalnız Allâh’a mahsustur. ‘İşte onlar akıl sâhipleridir.’ ‘Akl-ı selim’, sâhibini arınmaya ve kurtuluşa ileten akıldır. Arınma ve kurtuluş yolunu izlemeyenin sanki aklı elinden alınmıştır. Sanki o, Allâh’ın kendisine verdiği bu nîmetten mahrumdur. (S. KUTUB, 8/578, 579)

Bunların âhirette nîmet içerisinde oluş sahneleri sergilenmeden önce tâğûta kulluk yapanların cehenneme girdikleri belirtiliyor. Ve hiç kimsenin onları bu ateşten kurtaramayacağı ifâde ediliyor: ‘Hakkında azap hükmü kesinleşmiş, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?’ Burada hitap, peygamberimize yöneltilmektedir. Onları içinde bulundukları ateşten peygamber dahi kurtaramayacağına göre, O’nun dışında kim kurtarabilir? (S. KUTUB, 8/579)

Bu âyet Hz. Peygamber (s)’i teselli ifâdesi taşımaktadır. Çünkü Hz. Peygamber, (s) kavminin îman etmesi konusunda oldukça istekli idi. Bu sebeple Allah Teâlâ ona bildirmektedir ki, dalâlet ve helâk ehli olan kimseleri sen hidâyete erdiremezsin.’ (V. ZUHAYLİ’den N: YASDIMAN, 8/422)

(19).‘Üzerine azap kelimesi (hükmü) hak olan (kesinleşmiş) kimseyi, o ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? İbn Kesir der ki: ‘Yüce Allah şöyle buyuruyor: Yüce Allâh’ın bedbaht olduğunu takdir edip yazdığı kimseyi, içinde bulunduğu dalâletten yâhut helâk olmaktan sen mi kurtarabileceksin? Yâni Allah’tan başka hiç kimse onu hidâyete iletemez. Çünkü Allâh’ın saptırdığına kimse doğru yolu gösteremez. O’nun doğru yola ilettiğini de kimse saptıramaz. Bundan sonra da yüce Allah, mutlu kullarının durumunu bize haber vermektedir… (S. HAVVÂ, 12/393)

Hz. Peygamber, insanların mümin olmalarını çok istiyor, îmanetmiyorlardiyeçoküzülüyordu. Yüce Allah (Ey Peygamberim!) Mümin olmuyorlar diye âdetâ kendini helâk edeceksin’ (26/3, 18/6) âyeti ile peygamberin üzülmesini istemedi. Çünkü peygamberin görevi, İslâm’ı insanlara sâdece tebliğ etmektir. Hz. Peygamberin insanları îmâna zorlama görevi yoktur. Zorlayarak insanları mümin yapmak mümkün değildir. (İ. KARAGÖZ 6/479)

(20).‘Fakat Rablerinden sakınanlara, üzerlerine konaklar yapılmış, altlarından ırmaklar akan yüksek konaklar vardır.’ Bunların cennette oldukça yüksek konakları vardır. Kâfirlerin ise cehennemde kat kat çevrelerini saran ateşleri vardır. Takvâ sâhiplerininse konakları vardır. (S. HAVVÂ, 12/393)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor. Ebu Mâlik el Eş’ari (r.a.) dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Cennette öyle konaklar vardır ki, onların dışı içlerinden, içleri de dışlarından görünür. Allah bunları yemek yediren, yumuşak söz söyleyen, peşpeşe oruç tutan, insanlar uykuda iken kendisi namaz kılan kimseler için hazırlamıştır. ‘ Bu hadîsi sâdece İmam Ahmed rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/407)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Hüreyre (r)‘den Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Cennet ehli cennette konaklar hâlkını en yüksek ufukta görünen yüksek ve inci gibi parlayan yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Bu, dereceler sâhiplerinin üstünlüğünden dolayıdır.’  Ey Allâh’ın Rasûlü, bunlar peygamberler midir? Diye sorulunca şöyle buyurdu: ‘’Evet, nefsim elinde olana da yemin ederim ki, onlarla berâber Allâh’a îman edip, Rasulleri tasdik eden kimseler de vardır. ‘ Bu hadîsi Tirmizi de rivâyet etmiş ve hasen – sahihtir, demiştir. (S. HAVVÂ, 12/407, 408)

‘Görmez misin ki, gerçekten Allah gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştirmiş’ Yüce Allah işte bu suyu cesetlerde bulunan damarlardaki gibi pınarlara, kanallara, mecrâlara sokmuştur. Yâni su, semâdan / gökten indiğinde yeryüzünde saklanır. Sonra yüce Allah, arzın dörtbir yanında onu dilediği gibi akıtır ve küçük büyük, ihtiyâca göre onu pınarlar hâlinde yer üstüne çıkartır. (S. HAVVÂ, 12/393)

‘.. sonra da onunla türlü türlü ekinler yetiştirmektedir.’ Bu su ile yeşil, kırmızı, sarı, beyaz renklerde buğday, arpa, susam ve buna benzer türleriyle mahsuller bitirir. (S. HAVVÂ, 12/394)

‘Sonra ekinler kurur.’ Daha önce göz alıcı ve güzel iken, ‘sen de onları sapsarı görürsün.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bu ekinler, güzellik ve gençliklerinden sonra yağlanır, bu sefer sen onun kurumaya başlayıp sarardığını görürsün. (S. HAVVÂ, 12/394)

‘Sonra da o ekini çörçöp hâline çevirir.’ Kırılmış, dağılmış parçalar hâline getirir, yâhut parçalanacak şekilde kuruyuverir. ‘Şüphesiz ki bunlarda’ yâni suyun indirilip ekinlerin çıkartılmasında; bunu yapmak için mutlaka hikmeti sonsuz bir yaratanın olduğunu ve bunun ancak ihmal ve başıboşluktan değil, takdir ve tedbirden kaynaklanarak var olduğunu bilen ‘akıl sâhipleri için’  hatırlatma ve uyarma niteliğine sâhip ‘bir ibret vardır. (S. HAVVÂ, 12/394)

’.. akıl sâhipleri için bir ibret vardır’ Yâni bunları hatırlayıp, öğüt alan kimseler ibret alarak dünyânın da böyle olduğunu anlarlar. Önce dünyâ yeşil, göz alıcı ve güzel iken daha sonra yüzüne bakılamaz kadar çirkin bir ihtiyara dönüşür. Genç bir kimse daha sonra yaşlıya, kocamış, zayıf bir ihtiyara dönüşür. Tüm bunlardan sonra ise ölüm gelir. Asıl mutlu kimse, ölümden sonra hayır ile karşı karşıya gelen kimsedir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/394)

‘Şüphesiz bunlarda akıl sâhipleri için’ büyük bir öğüt’ ve hakikatin ne olduğuna dikkat çekme ‘vardır’ İşte onlar bu sâyede, her sene şâhit olup durdukları o çöp hâline gelen ekinden, şu dünyâ hayatının hızla bir sona doğru gitmekte olduğu husûsunda ibret alır, onun güzelliğine aldanmaz ve fitnelerine düşmez. (İ. H. BURSEVİ, 17/258)

Bitkilerin yetişmesi, huruması, sonra tekrar yetişmesi, insanların doğup yetişmesi, ölmesi ve kıyâmet kopunca tekrar dirilmesine bir örnektir. Kurumasından sonra bitkileri tekrar yetiştirmeye gücü yeten Allah, ölüleri diriltmeye de elbette gücü yeter. (İ. KARAGÖZ 6/482)

39/22-31  ALLAH  SÖZÜN  EN  GÜZELİNİ  İNDİRDİ

22. Allah kimin göğsünü (niyetveisteğindendolayı) İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde olmaz mı hiç? Artık kalpleri, Allâh’ı anmaya (O’nunhükümlerinikabullenmeye) karşı katılaşmış (böyleceinsanıfıtratınıkaybetmiş, dünyâlıklaravenefsinetapmış) olanların vay hâline! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. [bk. 6/122; 57/19, 28]

23. Allah, sözün en güzelini, hem aynı benzerlik (uyumveahenk)te, hem de tekrarlı (vekarşılıklıifâdeli) bir kitap olarak (Kur’ân’ı) indirdi. Rablerinden korkanların, ondan (âyetleridinlemektendolayı) tenleri ürperir, sonra da bedenleri ve kalpleri Allâh’ın zikri için yumuşar. İşte bu (Kitap), Allâh’ın (songönderdiği) rehberidir. Dileyene / dilediğine, bununla doğru yolu gösterir. Allah kimi de (inkârda ısrârı sebebiyle) sapıklıkta bırakırsa, artık ona doğru yolu gösteren bulunmaz. [bk. 8/25; 57/16]

24. Kıyâmet günü o kötü azaptan (elleriboyunlarınabağlıolduğuiçin) kendisini yüzüyle koruyan kimse(ninhâli) nicedir? Zâlimlere: “Kazandıklarınızı(nkarşılığını) tadın!” denilir.

25. Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanladılar. Bu yüzden farkına bile varamadıkları bir yerden kendilerine azap geliverdi.

26. Allah, böylece onlara dünyâ hayatında rezilliği (âfet ve musibetlerle) tattırdı. Âhiret azâbı ise daha büyüktür. Keşke (bunu) bilselerdi.

27. Andolsun ki biz, bu Kur’ân’da insanlara, belki öğüt alırlar diye her türlü misâli verdik. [krş. 18/54; 29/43]

28. Biz Kur’ân’ı insanlar Allâh’a karşı gelmekten sakınsınlar diye Arap diliyle, hiçbir eğrilik, ihtilâf ve çelişki bulunmayan (bir kitap) olarak indirdik.  

29. Allah (birçokilâhakullukedenle, birtekAllâh’akullukedenhakkında); kendisin(eemirverme)de çekişen ortak (efendi)lerin sâhip olduğu (hizmetkâr) bir adamla, yalnız bir tek kişiye boyun eğmiş bir adamı misâl getirdi. Bu ikisinin durumu hiç eşit olur mu? (Elbette olmaz.) Her türlü övgü, yalnız Allâh’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler? [krş. 16/75-76]

30. (Rasûlüm!) Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

31. Sonra (eyinsanlar!) Şüphesiz siz Rabbinizin huzûrunda dâvâlaşacaksınız.

22-31. (22).‘Allah kimin göğsünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde olmaz mı hiç?’ Yâni Allâh’ın kalbine verdiği genişlikle hidâyet bulan kişi, kalbine mühür vurup kalbi katılaşmış kimse gibi midir? (S. HAVVÂ, 12/395)

‘Artık kalpleri, Allâh’ı anmaya karşı katılaşmış olanların vay hâline!’ Yâni Allâh’ın zikredilmesi hâlinde kalpleri yumuşamayan, korkmayan, anlamayan, hiçbir şeyin farkına varamayan bir durumda olanların vay hâline! Nesefi der ki: ‘Yâni Allâh’ın zikrini terk etmekten dolayı yâhut Allâh’ın zikrini terk etmek sebebiyle (kalbi katılaşanların) vay hâline! Yâni bu gibi kimselerin huzûrunda Allah, yâhut onun âyetleri söz konusu edildiğinde, onların kalplerinin katılığı artar. Yüce Allâh’ın şu buyruğunda belirtildiği gibi: ‘Fakat kalplerinde hastalık bulunanlara gelince onların küfürlerine küfür katar, arttırır… ‘ (et Tevbe, 9/125; S. HAVVÂ, 12/395, 396)

‘İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’ İnanç ve değerler konusunda doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, yararlı ile zararlıyı ayırma kaygısı taşımadıkları, bu husustaki yeteneklerini de körelttikleri için âyette bunların ‘apaçık bir sapkınlık’ içinde bulundukları bildirilmektedir. (KUR’AN YOLU, 4/611)

Allâh’a olan sevgisinden dolayı kalbi İslâm’a açılan kimse, artık nûra, aydınlığa, hidâyete kavuşmuş kimsedir. Kalbi Allah sevgisiyle dolan kişinin hareket ölçüsü İslâm olur. Onun elinden, dilinden, fikrinden kimse zarar görmez. Dünyâlığı için de çalışır. Fakat âhiret dengesini bozmaz. Allâh’a sığınır ve O’na tevekkül eder. Her işinde nefsinin veya başkasının hoşlanmasını değil, Allâh’ın hoşlanmasını / rızâsını ön planda tutar. Bu kimseler kalbini Allâh’a kapatmışlarla aslâ bir olamaz. Kalbini Allâh’a kapatmış kimseler, yine de içlerinde bir şeyin eksik olduğunu hisseder; hürmet edeceği, seveceği ve önünde boyun eğeceği bir şey aramaya koyulurlar. Bunun için de taş, tahta veya nefsinin öne çıkardığı şeylerin önünde boyun eğmeye ve onu yüceltmeye çalışırlar.)

(H. T. FEYİZLİ, 1/460)

Hadis: ‘Nur olan îman kalbe girdiği zaman, göğüs açılır ve ferahlar. Yâ Rasûlâllah! Bunu bilecek bir alâmet var mıdır? diye soruldu. Rasûlullah (s): ‘Evet, kişinin aldatan dünyadan uzaklaşıp, ebedîlik yurdu âhirete yönelmesi ve ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlanmasıdır’ buyurdu. (Hâkim, 4/346; No: 7863)

(23).Bu (âyet-i kerîme) Kur’ân-ı Kerîm’in dört özelliğinden söz etmektedir. Hepsi de onun, âlemlerin Rabbinin kitabı olduğunu ortaya koymaktadır: (a) ‘Allah sözün en güzelini… indirmiştir.’  Kur’ân-ı Kerîm sözün en güzelini söyler, onun sözleri en güzeldir. İfâde ettiği anlamlar, en güzel anlamlardır. (er Rasûl adlı eserimizde) Kur’ân kelimelerinin her birisinin yerli yerinde bulunduğuna ve o yerde ondan daha iyi bir kelimenin bulunmasına imkân olmadığına, başka bir kelimenin onun yerini tutamayacağına pek çok misâller (gösterdik.) Tek başına bu, bir mûcizedir. Ya bununla birlikte anlamın güzelliği, ses tonunun güzelliği, üslûbun güzelliği ve buna benzer kuşatılamayacak kadar güzellik türleri bir araya toplanmışsa durum ne olur? (b) ‘müteşâbih’ Doğruluk ve beyanda, öğüt ve hikmette îcaz ve haber vermede, hatırlatma, müjdeleme ve uyarmada birbirine benzer. Onun her bir parçasında bu Kur’ân-ı Kerîm’in bütün özellikleri açıkça ortada görülür. Konuların pek çok ve türlü çeşitli olmasına rağmen bu böyledir. Tek başına bu dahi bir mûcizedir. Yoksa şu âlemde, mîras meselesinden diğer meselelerde söz ettiği şekilde, olağanüstü bir üslûp ile söz edebilecek bir başka kitap var mıdır?  (c) ‘tekrar edilen’ /mesâni: Buradaki ‘mesâni’ kelimesi, ‘mesnâ’ kelimesinin çoğuludur. ‘Tekrar edilen’ demektir. Çünkü bu kitabın kıssaları, haberleri, hükümleri, emirleri, mânâları, nehiyleri, vaidleri, tehditleri, öğütleri tekrarlanıp durmaktadır. (Bu tefsirde) Bâzı hususların defâlarca nasıl tekrarlandığını ve her bir seferinde yeni bir üslûp, yeni bir ruh ve yeni bir şekil ile sunulduğunu, bütün bunların dehşet verecek ve şaşırtacak şekilde insanlar tarafından gerçekleştirilemeyecek nitelikte olduğunu görmüş bulunuyoruz. Tek başına bu da, bu Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından gönderildiğinin delili olan îcazının tecellilerinden birisidir. (d) ‘Rablerinden korkanların ondan derileri ürperir. Sonra Allâh’ı anmakla hem derileri hem de kalpleri yumuşar.’ Kur’ân-ı Kerîm’in Allâh’a yönelen, korkan, mümin kalplerde meydana getirdiği etki, hayret edilecek bir şeydir. İşte burada bu âyet-i kerîme, bu etkiyi nitelendirmektedir. Bu etki, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyet-i kerîmede nitelendirilmiş bulunmaktadır. Eğer bu kitap, Allah tarafından olmamış olsaydı, böyle bir etkinin, bu şekilde olmasına imkân olmazdı. (S. HAVVÂ, 12/397, 398)

Âyette Kur’ân’a ‘sözlerin en güzeli’ denilmiştir. Çünkü Kur’an, Allah sözüdür. Kur’an’daki bilgiler ve haberler doğru ve gerçek; hükümler adâletli ve yararlı, onun gösterdiği yol doğru ve kurtarıcıdır. (İ. KARAGÖZ 6/485)

‘Rablerinden korkanların ondan derileri ürperir.’ İşte bu, Cebbâr, mutlak egemen, Azîz ve Gaffâr olan Allâh’ın buyruğunu dinledikleri vakit, Allâh’ın iyi kullarının niteliğidir. Çünkü onlar, bu Kur’ân’ı dinlediklerinde oradaki vaadleri ve tehditleri, korkutmaları ve sakındırmaları anlar, haşyet ve korkudan dolayı da derileri ürperir. ‘Sonra Allâh’ı anmakla hem derileri, hem de kalpleri yumuşar.’ Buna sebep ise O’nun lütfundan umdukları, bekledikleridir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/408)

Müminler bu âyetleri dinlediklerinde belli bir edebe bağlı kalırlar, bu edebi takınırlar. Nitekim Ashâb-ı Kirâm’ın da yüce Allâh’ın kelâmını Rasûlullah (s) tarafından okunduğunda dinledikleri vakit, derileri ürperirdi. Sonra da derileriyle birlikte Allâh’ın zikri dolayısıyla kalpleri de yumuşardı. Onlar hiçbir şekilde feryâd-ü figan etmez, kendilerinde olmayanı zorla açığa vurmaya kalkışmazlardı. Aksine belli bir sebat, sükûn, edep ve haşyeti takınırlardı ki, bu konuda hiçbir kimse onlara erişemez. İşte bundan dolayı dünyâda da âhirette de en yüce Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuşlardır. (S. HAVVÂ, 12/409)

Kur’ân ‘mesâni’dir, yâni onu okuyanı, dinleyeni yeterince aydınlatmak için aynı bilgileri, bâzan aynı, bâzan farklı ifâdelerle tekrar tekrar dile getiren veya bıkkınlık vermeden tekrar tekrar zevkle okunan, dinlenen bir kitaptır. ‘Mesâni’ kelimesinin, yaratıcı – yaratılan, melek – şeytan, aydınlık – karanlık, dünyâ – âhiret, cennet – cehennem, vaad – vaid /tehdit, korku – ümit, buyruklar – yasaklar gibi ikişerli kavramların, hükümlerin sıklıkla yer aldığını belirtmek üzere kullanıldığı yorumları da yapılmıştır. (Râzi’den, KUR’AN YOLU, 4/612)

Yüce Allah, hidâyete erdirdiği bir kimseyi, hidayetten çıkartıp kâfir yapmaz. Çünkü Allah, kullarının inkâr etmelerini değil, îman etmelerini ister. (39/7). Bir sonraki âyette, kâfirlere âhirette ‘kazandıklarınızın cezâsını çekin’ denileceği bildirilmektedir. Demek ki insan, kendi kesbi yâni irâdesi ile küfrü seçmiş ve kendi irâdesi ile günah fiilleri işlemiştir. Dolayısıyla yüce Allah onu kâfir yapmamış ve haram fiilleri işletmemiştir. İnkârı ve günah fiilleri insan istemiş, Allah yaratmıştır. (..) Yüce allah kullarını İslâm fıtratı ile yaratıp, onlara akıl vermek, Peygamber ve kitap göndermek suretiyle rehberlik etmiş, mümin olmalarını istemiş, ancak hiçbir kimseyi îmâna veya inkâra zorlamamış, mümin veya kâfir olmayı insanların kendi irâdelerine bırakmıştır. (10/99, 18/49; İ. KARAGÖZ 6/487)

(24).‘Kıyâmet gününde yüzünü azâbın şiddetinden korumaya çalışan kimse (kendini ondan emin kılan gibi) midir? Zâlimlere kazandığınızı tadın, denilir.’ Kur’ân’a ve Peygambere sırtlarını dönen bu bedbahtlar, âhirette elleri ve ayakları arkadan demir zincirlerle sımsıkı bağlı olarak cehenneme atılacaklar. Ellerini hareket ettirme imkânı bulunmadığından yüzleriyle kendilerini o dehşetli azaptan kurtarmaya çalışacaklar. Hâlbuki bir tehlike karşısında insan bir başka uzvuyla yüzünü korumaya çalışır. Buna göre ‘şiddetli azâba karşı kendini yüzüyle korumaya çalışma’ ifâdesi, cehenneme atılan kişinin azap karşısında kaldığı çâresizliğin en acı bir fotoğrafını göstermektedir. (Ö. ÇELİK, 4/323)

(25).‘Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanladılar. Bu yüzden farkına bile varamadıkları bir yerden kendilerine azap geliverdi.’ Ummadıkları bir taraftan ve kötülüğün geleceğini hatırlarına getirmedikleri bir yönden, güvenlik içerisinde bulundukları bir sırada, emin oldukları yerden ansızın azap ile karşı karşıya kaldılar. (S. HAVVÂ, 12/399)

Yüce Allah, âyette daha önceki toplumların da peygamberlerini yalanladıklarını bildirerek Hz. Peygamberi teselli etmiştir. Peygamberi ve tebliğ ettiği dîni yalanlamak inkârdır. Peygamberi yalancılıkla itham eden kimse kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 6/490)

(26).‘Allah, böylece onlara dünyâ hayâtında rezilliği tattırdı.’ ‘Dünyâ hayâtında’ ifâdesi, bu zilletin nerede tattırıldığını açıklamaktadır. Buna rezillik, domuz ve maymuna dönüştürülmek, yerin dibine geçirilmek, suda boğulmak, öldürülmek, esir ve sürgün edilmek ve bunlara benzer azap türleridir ki, bunlar daha yakın olan azaplardır. (İ. H. BURSEVİ, 17/278)

‘Âhiret azâbı ise daha büyüktür.’ Onlar için hazırlanan âhiret azâbı çok şiddetli ve devamlı olması sebebiyle, dünyâ azâbından daha büyüktür. ‘Keşke bunu bilselerdi.’ Yâni keşke onların durumu, özelliği bilmeleri olsaydı bunu bilirler ve ondan ibret alırlardı. Allâh’a ve Rasûlüne isyan etmezlerdi ve kendilerini azaptan kurtarırlardı. (İ. H. BURSEVİ, 17/278) 

‘.. Âhiret azâbı kesinlikle daha büyüktür.’ Dünyânın cezâsı sınırlı ve sonludur. Âhiretin cezâsı sınırsız, sonsuz, çok ve daha yakıcıdır. Çünkü cehennemde ateşte yakma, üzerlerine kaynar su dökme, kaynar su ve irin içirilme, acı ve kötü kokulu dikenli bitki yedirilme, demir sopa ile dövülme ve benzeri cezâlardır. Cehennemde ölüp yok olmak, cehennemden çıkıp kurtulmak da mümkün değildir. Kâfirler cehennemde rezillik, aşağılık ve azap içerisinde ebedi olarak yaşamay devam ederler. (İ. KARAGÖZ 6/491)

(27).‘Andolsun ki biz, bu Kur’ân’da insanlara, belki öğüt alırlar diye her türlü misâli verdik.’  Yâni andolsun, Biz insanlara, kendilerinden istenenleri örnekler vererek açıkladık. Onlar, dinleri konusunda bu örnek olayların her birisine muhtaçtırlar. Kendilerini korkutmak ve sakındırmak için bu temsiller arasında, geçmiş asırlara ilişkin olanlar da vardır. Örnek vermek, anlamın anlaşılmasını ve etkili olmasını kolaylaştırır. Umulur ki onlar, öğüt ve ibret alırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Biz bu örnekleri insanlara anlatıyoruz, ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz.’ (Ankebût, 29/43, V. ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 8/433)  

(28).‘(Onu) hiçbir çelişkisi olmayan bir Arapça Kur’ân olarak (indirdik). Böylece, “ona uygun yaşa(yıpinkârdanveşirktensakın)sınlar” diye.’ İbn Kesir der ki: ‘O apaçık Arapça bir dil ile indirilmiş bir Kur’ân’dır, onda eğrilik, tutarsızlık, karışıklık yoktur. Aksine o, bir beyandır, açıklıktır, bir burhandır. (S. HAVVÂ, 12/400)  

(29).‘Allah (birçokilâhakullukedenle, birtekAllâh’akullukedenhakkında); kendisin(eemirverme)de çekişen ortak (efendi)lerin sâhip olduğu (hizmetkâr) bir adamla, yalnız bir tek kişiye boyun eğmiş bir adamı misâl getirdi. Bu ikisinin durumu hiç eşit olur mu? Hamd, yalnız Allâh’a mahsustur.’ Âyet-i kerîmede tek itaat edilen “efendi” Allah (cc.); birbiriyle çekişen “birçok efendi” ise Allah’tan başka kendilerine tâbi olunan emir sâhipleri; “köle” de hâlk olarak temsil ediliyor. Elbette Bir’e kul olmayan bine kul olur. Çünkü Allâh’a tâbi olmayan efendiler kendilerini rab durumunda görmektedirler. Böylece çoğalan rabler de birbiriyle çekişirler. [krş. 1/4, H. T. FEYİZLİ, 1/460)

‘Fakat onların çoğu bilmezler.’ Âyetin bağlamından putları ilâh kabul etmenin saçma olduğunu, yüce yaratıcının bir tek ilâh olduğunu, Allâh’a ortak koşanların mâruz kalacakları cezâlar, ilâhi gerçekler, îman esasları, ibâdetler, Allâh’ın emir ve yasaklarıdır. (İ. KARAGÖZ 6/494)

Burada, bu örnekle taş ve topraktan yapılmış tanrıların kast olunmadığını açıklamakta fayda görüyoruz. İşâret edilmek istenen, insanlara birbirinden çelişkili emirler veren ve kendilerine kulluk etmeleri için, onları kendi yanlarına çekmeye çalışan canlı tanrılardır. Dolayısıyla bu misâlin taş ve topraktan yapılmış putlara ıtlak edilmesi mümkün değildir. İşâret edilmek istenen tanrılardan biri, insanı tatmin etmesi için çeşitli heveslere sevk eden kendi nefsidir. Diğeri kişinin âilesidir, kabîlesidir, milletidir, toplumudur, din adamlarıdır, liderlerdir, kânun koyuculardır, ticâri ve iktisâdi güçlerdir vs. Tüm bunlar, insanı kendi yanlarına çekmek ve etkileri altına almak için çırpınmakta ve çoğu zaman birbirlerine ters düşen isteklerde bulunmaktadırlar. Herhangi birinin isteği karşılanmadığında, hemen cezâ vermeye kalkışır. Elbette her birisinin de cezâ verme yöntemi farklıdır. Biri kalbe sıkıntı verirken, diğeri zelil etmeye çalışır, başka biri ilişkileri kesmekle tehdit ederken, diğeri iflâsa sürüklemekle korkutur, biri dîni silâh olarak kullanır, öbürü kânunlarla korkutmaya çalışır. Velhasıl insanın bu çıkmazdan kurtulabilmesi için bir tek çıkış yolu vardır. Bu da katışıksız bir kalple tevhide sarılmaktır. Yâni, sâdece bir tek Allâh’a kulluk etmek ve O’nun dışındaki herşeyden kesilmek. (MEVDÛDİ, 5/104)

(30, 31).‘(Rasûlüm!) Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.’ ‘Sonra (eyinsanlar!) Şüphesiz siz Rabbinizin huzûrunda dâvâlaşacaksınız.’ Sen onlara karşı tebliğ ettiğine, onların ise yalanladığına; onları dâvet hususunda bütün gayretinle çalışıp çabaladığına, onların da inat ettiklerine dâir delil getirecek, dâvâda bulunacaksın. Onlar ise hiçbir faydası olmayacak şeyleri mâzeret gösterecektir. (S. HAVVÂ, 12/402)

İbn Kesir’den: ‘Bu âyet-i Kerîme, Rasûlullah (s)’ın vefâtı esnâsında Ebû Bekir es Sıddık’ın delil gösterdiği âyetlerden birisidir. Nihâyet insanlar, gerçekten Rasûlullah (s)’ın vefâtını kabullenmişlerdi. Ebû Bekir es Sıddık bu âyet-i kerîmeyi şu âyet-i kerîme ile birlikte delil göstermiştir: ‘Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür yâhut öldürülürse, ökçeleriniz üstünde gerisin geri mi döneceksiniz? Kim iki ölçesi üzerinde dönerse elbette Allâh’a zararı dokunmaz. Allah şükredenlere mükâfat verecektir. (Âl-i İmran, 3/144) (S. HAVVÂ, 12/409, 410)

Bu âyet-i kerîmenin anlamı şudur: Sizler bu dünyâ yurdundan kaçınılmaz olarak başkasına aktarılacaksınız. Yüce Allâh’ın huzûrunda, âhiret yurdunda toplanacaksınız. Bu dünyâ hayâtında üzerinde bulduğunuz tevhid ve şirk hakkında dâvâlaşacak, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın huzûrunda muhâkeme olacaksınız. O da hakkınızda hükmünü verecek, hakkı belirtecektir. (S. HAVVÂ, 12/410)

Hadis: 31’nci âyet inince Zübeyr b. Avvam: ‘Ya Rasûlallah’ Dünyâda hesaplaştıktan sonra âhirette bir daha mı hesaplaşacağız?’ diye sordu. Peygamberimiz (s) ‘Evet, öyle olacak’ buyurunca, Zübeyr: ‘O zaman iş pek çetin!’ dedi. (Tirmizi Tefsir 39/1, Ahmed b. Hanbel 1/167’den Ö. ÇELİK, 4/325, 326)

Hadis: Yine Efendimiz, hesâbın çetinliğine dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur: ‘Kıyâmet gününde haklar sâhiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan kısas yapılarak alınacaktır.’ (Müslim Tahrîmü z Zulm 60’dan, Ö. ÇELİK, 4/326)

Hadis: ‘Kimin yanında kardeşinin onuru veya malı ve benzeri bir şeyden borcu varsa hak sâhibi ve dinar ve dirhemin (altın ve gümüş paranın) bulunmadığı gün gelmeden önce helâlleşsin. O gün bu kimsenin sâlih ameli (hayır ve hasenâtı) varsa bu amelinden (hayır ve hasenatından) borcu kadar alınır, hak sâhibine verilir. Eğer hayır ve hasenâtı yok ise, alacaklının kötülük ve günahlarından alınır. Hak istenmiş kimsenin boynuna yüklenir.’ (Buhâri Mezâlim 11, Rikak 48; İ. KARAGÖZ 6/495)

39/32-41  ALLAH   KULUNA  KÂFİ  DEĞİL  MİDİR?

32. Allâh’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelen o doğruyu (Kur’ân’ı) yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde barınacak yer mi yok? (Elbette var.)

33. (Allah’tan) doğruyu getiren (peygamber) ve onu gereğiyle tasdik eden (mü’min)ler var ya! İşte onlar, takvâya eren(lerin, Allâh’tan sakınan)ların ta kendileridir.

34. Rablerinin katında ne dilerlerse onlarındır. İşte bu, iyi davrananların / iyilik edenlerin mükâfâtıdır.

35. Çünkü Allah, onların (müttaki ve Muhsin müminlerin geçmişte) yapmış olduklarının en kötüsünü bile örtecek ve kendilerine mükâfatlarını, yapmış olduklarının en güzeliyle verecektir.

36. Allah kuluna kâfî değil mi? (Elbette kâfidir, Rasûlüm!) Seni O’ndan başkalarıyla (putlarıyla / tapındıklarıyla) korkutuyorlar. Allah kimi (böyle) sapıklığında bırakırsa, artık onu doğru yola getiren yoktur.

37. Allah kimi de doğru yola iletirse, artık onu hiçbir saptıracak yoktur. Allah mutlak gâlip ve (düşmanlarından) intikam alıcı değil midir? (Elbette çok güçlü ve isyankârları cezalandırandır.)

38. (Ey Peygamberim!) Andolsun ki eğer müşriklere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allah” diyecekler. De ki: “Öyleyse bana söyleyin. Allah bana bir zarar vermeyi dilerse, sizin Allâh’ı bırakıp yalvardıklarınız (başınatoplanıpsığındıklarınız), O’nun bu zararını (benden) giderebilirler mi? Yâhut (Allah), bana bir rahmet (biriyilik) dilese, onlar O’nun rahmetini alıkoyabilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edenler de ancak O’na güvenip dayanır(lar).”

39-40. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “Ey kavmim! Bulunduğunuz hâl üzere (olduğunuzküfürvedüşmanlıkta) çalışın. Şüphesiz ben de (bildiğimhakyolda) çalışmaktayım. Kendisini rezil edecek bir azap kime gelecek ve kimin üzerine sürekli bir azap inecek, yakında bileceksiniz!”

41. (Rasûlüm!) Şüphesiz ki biz sana (bu) Kur’ân’ı, insanlar(ınfaydası) için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yola gelirse (bu) kendi lehinedir. Kim de saparsa, (bu) ancak kendi aleyhinedir. Sen onların üzerine bir vekil değilsin, (Onları îmâna zorlayamazsın). [bk. 11/12; 13/40]

32-41. (32).‘Allâh’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelen o Kur’ân’ı yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde barınacak yer mi yok?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni böyle bir kişiden daha zâlim olamaz. Çünkü bu bâtılın iki ucunu da bir araya getirmiştir. Hem Allâh’a karşı iftirâ etmiştir hem O’nun Rasûlünü de yalanlamıştır. Hem bâtılı söylemişlerdir hem de hakkı reddetmişlerdir.’ İşte bundan dolayı (..) yüce Rabbimiz, onları tehdit edici bir üslupla şöyle demektedir: ‘Cehennemde kâfirler için yer mi yok!’ Bu şekilde Allâh’a iftirada bulunup yalan söyleyen, doğruluğu yalanlayan kimseler için; yâni hakkı inkâr edip yalanlayanlar için cehennemde yer mi yok?! (S. HAVVÂ, 12/402)

Gerçeği açıklamak için sorulmuş bir sorudur bu. Allâh adına yalan uydurup; O’nun kızları olduğunu, ortakları bulunduğunu ileri süren; O’nun elçisinin getirdiği doğruyu yalanlayan, Tevhid kelimesini doğrulamayan adamdan daha zâlim kimse yoktur. Bu, küfrün kendisidir; cehennemde kâfirler için hazırlanmış bir karargâh vardır. Bu sorulu anlatım üslûbu, olayı daha açık ortaya koymak ve pekiştirmek için geliştirilmiştir. (S. KUTUB, 8/585)

Kur’ân’ı yalanlama ile maksat, Kur’ân’ın Allah sözü olmadığını, Hz. Peygamberin uydurduğunu, şiir, büyü ve eskilerin masalları olduğunu iddiâ etmeleridir. Âyette Kur’ân’ı yalanlayan kimselerin en zâlim kimseler oldukları bildirilmiştir. (..) Âyette Kur’ân’a ‘es sıdk’ denilmiştir. Sıdk doğru demektir. Kur’ân’ın her verdiği bilgi doğrudur. Emir ve yasakları, ilke ve hükümleri isabetlidir. Çünkü Kur’an Allah sözüdür. İnsanları en doğru ve isâbetli olana götürür. (17/9; İ. KARAGÖZ 6/497)

(33).‘(Allah’tan) doğruyu getiren (peygamber) ve onu gereğiyle tasdik eden (mü’min)ler var ya! İşte onlar, takvâya eren (Allâh’tansakınıp, emrineuygunyaşayan)ların ta kendileridir.’ Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem de yüce Allâh’ın ‘Doğruyu getiren’ Rasûlullah (s)‘dir. ‘onu tasdik edenler’ ise müslümanlardır; işte onlar takvâ sâhipleridir’ İbn Abbas (r): Şirkten sakınan müttakilerdir, demiştir. (S. HAVVÂ, 12/413)

Leys b. Ebi Süleym de Mücâhid’den: ‘Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler’  buyruğuhakkındaşöyledemiştir: Bunlar Kur’ân ashâbı olan müminlerdir. Kıyâmet gününde gelir şöyle derler: ‘Bu bize verdiklerinizdir ve bize emrettiğiniz şekilde onda bulunanlarla amel ettik.’ Mücâhid’den nakledilen bu görüş, bütün müminleri kapsamına alır. Bütün müminler hakkı söyler ve hakkın gereğince amel ederler. Bu tefsîre göre bu âyet-i kerîmenin kapsamına  insanlar arasında öncelikle giren Rasûlullah (s)’dır. Çünküo, doğruyugetirmiş ve bütün peygamberleri tasdik etmiştir. Rabbinden indirilenlere, o da, müminler de îman etmiştir. Onların hepsi Allâh’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inanmışlardır. (S. HAVVÂ, 12/412)   

(34).Dünyâdaki güzel amellerine karşılık ‘Onlar için’ yâni müttakilere  ‘Rableri yanında diledikleri herşey vardır’ Yâni onlar için sâdece cennette değil, âhirette faydaların celbi ve zararların uzaklaştırılması gibi diledikleri herşey vardır. Çünkü onların günahlarının bağışlanması ile en büyük korkudan ve diğer kıyâmet gününün korkularından emin olmaları, cennete girmezden önce gerçekleşecektir. (İ. H. BURSEVİ, 17/296)

‘İşte bu’, yâni onların diledikleri herşeyi elde etmeleri ‘iyilik edenlerin mükâfâtıdır.’ Amellerini Hakkı müşâhede üzere yapmak sûretiyle güzelleştirenlerin ödülü budur. (İ. H. BURSEVİ, 17/296)

(35).‘Çünkü Allah, onların’ takvâ sâhiplerinin yaptıkları en kötü hareketleri’ kötü işlerini ‘örtecek’ en kötü olanın örtülmesi söz konusu olduğuna göre, daha az kötü olanların örtülmesi öncelikle söz konusudur. ‘ve işledikleri şeylerin en güzeliyle’ O’nun lütuf ve keremi olmak üzere onlara ‘karşılık verecektir.’ (S. HAVVÂ, 12/402)

İnsanın yanlışlarının, günahlarının farkına vararak, hatâlı yolda olduğunu kabul edip dönüş yapması da günah işlememek kadar önemlidir, değerlidir. İnsan, yanlış yoldan dönüp iyi şeyler yapma fırsatına sâhip olduğu sürece, İslâm ona kapıyı açık tutmaktadır. Tevbenin başlı başına bir ibâdet değeri taşıması da buradan ileri gelir. Bu sebeple 35’nci âyette yüce Allah, bu şekilde dönüş yapanların geçmişteki en büyük kötülüklerini dahi bağışlayacağı, onları geçmişteki günahlarına göre değil, yaptıkları en güzel işlere göre ödüllendireceği müjdesini vermektedir. (KUR’AN YOLU, 4/617)

Rasûlullah’a (s) îman eden kimseler arasında, daha önce câhiliye döneminde çok ağır iki tip suç (iktisâdi ve ahlâki) işlemiş olan kimseler de bulunuyordu. Bu kimseler müslüman olduktan sonra, sâdece şirk ve zulümden vaz geçmekle kalmamışlar, ayrıca sâlih ameller ile hayırlı işler de yapmışlardır. Dolayısıyla ‘onların işlediği en çirkin suçlar bile, amel defterinden silinecek ve amel defterleri yaptıkları sâlih ameller göz önünde bulundurularak yeniden düzenlenecektir’ denilmiştir. (MEVDÛDİ, 5/107)  

(36).‘Allah kuluna yetmez mi?’ Yüce Allâh’ın kâfi olması, peygamber ve müminlere yardım etmeye, onları tehlikelerden korumaya kâfidir, anlamındadır. İnsan elinden geleni yapar, gerisini Allâh’a havâle eder ve O’ndan yardım isterse Allâh’ın yardımı kuluna yeter. (İ. KARAGÖZ 6/500)

Evet, yeterlidir. Öyleyse kim onu korkutabilir? Hangi şey onu korkuya düşürebilir; Allah onunla berâber olduktan sonra… Kendisi kulluk makâmına yükselip, bu makâmın hakkını ödedikten sonra. Bütün kullarının üstünde egemen olan, yüce kudret sâhibi Allâh’ın kendi kuluna kâfi olduğundan kim şüphe edebilir? (S. KUTUB, 8/588)

‘Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar.’ Tefsirlerde belirtildiğine göre Kureyş putperestleri, Hz. Peygambere, ‘Sen putlarımız hakkında kötü sözler söylüyorsun ama biz putlarımızın seni çarpmasından, hastalandırmasından kaygı duyuyoruz’ diyerek onu korkutmaya çalışırlardı. 36’ncı âyetle bu husûsa onun gönlünün rahatlatılması amaçlanmış (Taberi) ve bu tür inançların birer sapkınlık alâmeti olduğu bildirilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/617)     

(37).‘Allah kimi de doğru yola iletirse, artık onu hiçbir saptıracak yoktur.’ Cenâb-ı Hak ezeli plânı gereği doğru ve eğri yolu belirleyip târif ettikten ve yol gösterici peygamber ve kitap gönderdikten sonra, insanı hür irâdesi, aklı ve idrâkiyle başbaşa bırakır. Sünnet-i ilâhiyesi gereği, doğru yolu seçenlere hidâyet nasip eder; seçmeyip inkâr ve azgınlığında ısrar edenleri, bulundukları hâl üzere bırakır. İşte Allâh’ın doğru yola eriştirmesinin ve saptırmasının anlamı budur. Yoksa bir zorlama, itme, müdâhâle söz konusu değildir. (C.YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/442)

‘Allah mutlak gâlip ve (düşmanlarından) intikam alıcı değil midir?’ Yâni Allah, herşeye gâlip ve kahredici, kendisine isyan edenlerden, şiddetli azap ile intikam alan değil midir? O, kuvvetli ve hamiyet sâhibi yüceler yücesidir. Yüceliğine dayanana ve kapısına sığınana haksızlık edilmez. Kısacası, bu âyet müminler için bir müjde, Kureyş kâfirleri ve benzerleri için de bir tehdittir. (V. ZUHAYLİ’den, N.YASDIMAN, 8/442)

(38).‘Andolsun ki eğer müşriklere: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allah” diyecekler. De ki: “Öyleyse bana söyleyin. Allah bana bir zarar vermeyi dilerse, sizin Allâh’ı bırakıp yalvardıklarınız, O’nun bu zararını (benden) giderebilirler mi? Yâhut (Allah), bana bir rahmet dilese, onlar O’nun rahmetini alıkoyabilirler mi?” Putperest Araplar, aslında Allâh’ın varlığına inanıyor, sorulduğunda O’nun yaratıcı kudretini tanıdıklarını ifâde ediyorlardı. Fakat putlarını aracı tanrılar saydıkları için Allâh’ı bırakıp putlara tapıyor, onlara sığınıyor, onlardan yardım istiyor, böylelikle şirk inancına sapıyorlardı. Oysa onların insanlara yardım etmek şöyle dursun, Allah’tan gelen bir zararı veya bir rahmeti, nîmeti ve bereketi önleme güç ve imkânları yoktu. Bunun âyette soru ifâdesiyle ortaya konması, eğer akıllarını kullanırlarsa bunun, o putlara tapanlarca dahi rahatlıkla anlaşılabilecek açık bir gerçek olduğu anlamına gelir. (KUR’AN YOLU, 4/619)

‘Allah bana bir zarar vermek isterse..’ Zarar hastalık, kıtlık ve yokluk gibi âfet ve musibetlerdir. Yüce Allah kullarına zulmetmez. (4/40). Âfet ve musibeti sınamak için (2/155) veya işlenen günahlar veya hatâlar (42/30) sebebiyle verir. (..) ‘Allah bana bir rahmet vermek isterse..’ Yediklerimiz, içtiklerimiz, teneffüs ettiğimiz temiz hava, Güneş’in ısı ve ışığı, evcil ve sağmal hayvanlar, toprak, bitkiler, kısaca faydalandığımız herşey yüce Allâh’ın rahmeti ve nimetidir. (İ. KARAGÖZ 6/503)

‘De ki: “Allah bana’ sizin putlarınızın, heykellerinizin uydurma ilâhlarınızın vereceği zararlara karşı ‘yeter. Tevekkül edenler de ancak O’na güvenip dayanır(lar).” Çünkü tevekkül edilmeye lâyık olan sâdece O’dur. Sana tevekkül ettik Rabbimiz. (S. HAVVÂ, 12/405)

Allâh’a tevekkül, Allâh’ın yardımına, çalışanın emeklerini boşa çıkarmayacağına, sevâbını ücretini tam vereceğine, ibâdetleri ve duâları kabul edeceğine, âdil olduğuna ve haksızlık etmeyeceğine inanmak ve güvenmektir. (İ. KARAGÖZ 6/504)

Hadis: İbn Ebi Hâtim’in İbn Abbas’tan rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuştur: ‘Dünyâda güçlü olmak isteyen Allâh’a tevekkül etsin, zengin olmak isteyen elindekilere değil, Allâh’ın yanında olanlara güvensin, izzet ve şeref sâhibi olmak isteyen de Allah’tan korksun.’ (MEVDÛDİ, 5/109)

(39, 40).‘De ki: Ey kavmim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın!’ Yâni sizler, yapabildiğiniz düşmanlığınızı sürdürmeye devam edin! Bu yolunuzda gitmeye devam edin. Bu bir tehdittir. ‘Doğrusu ben de yapacağım.’ Ben de kendi yolum ve yöntemim üzere yürümeye devam edeceğim. (S. HAVVÂ, 12/405)

‘.. ve yakında bileceksiniz. Kendisine’ dünyâda zelil kılacak şekilde ‘rezil edici bir azap gelecek olan ve üzerine sürekli azap inecek olanın kim olduğunu’ Dünyâ hayâtında rezil edici azâbın, âhirette de sürekli ve kurtulmak mümkün olmayacak azâbın kime geleceğini bileceksiniz. Bu âyet-i kerîme ile Hz. Peygamber’e onlara karşı zafer kazanacağını dünyâ ve âhirette onlara gâlip geleceğini bildirip tehdit etmesi emredilmektedir. Çünkü onlara rüsvaylık ve azap gelecek olursa, bu O’nun aziz ve gâlip olması demektir. Çünkü O’nun gâlip gelmesi, Azîz olanın O’nu kuvvetlendirmesi ile gerçekleşecektir. O, gerçek dostlarını aziz eder, düşmanlarını zelil ve rüsvay eder… (S. HAVVÂ, 12/405, 406)   

‘Kendisini rezil edecek azap’ Kendisini rüsvay edecek azâbın geleceği kimseyi hemen bileceksiniz. Bu azap, dünyâ azâbıdır. Düşmanlarının rezil olması, O’nun gâlip geleceğine delildir. Çünkü Allâh, düşmanlarını Bedir savaşında azâba uğratıp, rezil ederek O’nu zafere ulaştırmıştır. (İ. H. BURSEVİ, 17/306)

36 ve 38’nci âyetlerde müşriklerin tipik hâlleri sergilenmektedir. Mekkeli müşrikler, bir taraftan bütün mühim gün ve işlerinde önlerine giderek tapındıkları putlarına kutsallık yâni dokunulmazlık tanımakta ve bunun için de: “Onlara dil uzatmayın, sizi çarpar, ayrıca biz de yapacağımızı yaparız.” diye insanları korkutmakta, bir taraftan da: “Göklerin ve yerin yaratanı kimdir?” diye sorulunca: “Allah” demekte idiler. (H. T. FEYİZLİ, 1/461)

(41).‘(Rasûlüm!) Şüphesiz ki biz sana (bu) Kur’ân’ı, insanlar için hak olarak indirdik.’ Yâni onda bulunan her bir ifâde haktır, doğrudur, kendisinde hiçbir kuşku bulunmamaktadır, dolayısı ile de onun gereğince amel etmek, kesin olarak gereklidir. (İ. H. BURSEVİ, 17/307)

Kur’an bütün insanların rehberidir. (2/185). Hayâtın her alanında insana rehberlik eder, yol gösterir. İnsanların özel, âile, toplum ve yönetim hayâtını Kur’ân’a göre düzenlemeleri, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına, ilke ve hükümlerine  riâyet etmeleri gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/506)

‘Artık kim doğru yola gelirse (bu) kendi lehinedir. Kim de saparsa, (bu) ancak kendi aleyhinedir.’ Yâni, onları yola getirmek senin görevin değildir. Senin görevin onlara doğru yolu göstermektir. Buna rağmen onlar, dalâleti tercih ederlerse, bunun sorumluluğu kendilerine âittir. (MEVDÛDİ, 5/109)

‘Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.’ Sen vekil değilsin, sen onlardan sorumlu değilsin. Onları zorla îman ettirmek senin görevin değildir, anlamındadır. (42/48, 13/40, İ. KARAGÖZ 6/507)

39/42-52  GÖKLERİN  VE  YERİN  HÜKÜMRANLIĞI  O’NUNDUR

42. Allah, (ölecek) insanların ruhlarını ölümü sırasında alır, ölmeyenin de uykusunda (geçici süreyle alır). Sonra hakkında ölümü hükmettiğini tutar, diğerini belirli bir vakte (eceline) kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda (uyutup uyandırmada), düşünen bir toplum için ibretler vardır.

43. Yoksa (müşrikler) Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? (Ey Peygamberim!) De ki: “Onlar, hiçbir şeye sâhip olamaz ve düşünemezlerse de mi (şefaatedecekler)?”

44. (Ey Peygamberim!) De ki: “Bütün şefaat Allâh’ındır (ancakO’nunizinverdiğişefaatedebilir). Göklerin ve yerin mülkü (vehükümranlığı) yalnız O’nundur. Nihâyet (hepiniz) ancak O’na döndürüleceksiniz. (Hesap vermek üzere O’nun huzurunda toplanacaksınız).” [bk. 2/255]

45. Allah, (hükmünde, hâkimiyetinde, zâtında, sıfatlarındaeşsizve) ‘Bir’ olarak anıldığı zaman, âhirete inanmayanlar içlerinde tiksinti duyarlar (canlarısıkılır). Fakat O’ndan başkaları (Allahileilgisiolmayansevdikleri) anıldığı zaman, hemen sevinirler.

46. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allâh’ım! Kullarının üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, yalnız sen hüküm verirsin.”

47. Eğer yeryüzündeki bütün şeyler ve onunla birlikte bir misli daha kâfirlerin olsaydı, kıyâmet gününde kötü azaptan (kurtulmakiçin) elbette onu fidye verirlerdi. Artık onlar için, o gün, hiç hesâba katmadıkları şeyler bile Allah tarafından ortaya çıkarılır. [krş. 5/36]

48. (Kâfirlerin dünyâda) Kazandıkları kötülükler (ogün) ortaya çıkmış ve alay edegeldikleri (azap) da kendilerini çepeçevre sarmış (olacak)tır.

49. İnsana bir zarar (âfet ve musibet) dokunduğu zaman, bize duâ eder. Sonra kendisine tarafımızdan bir nîmet (bollukvemevki) lütfettiğimiz zaman: “Bu, bana ancak bilgi(m)den dolayı verildi.” der. Hayır! O bir imtihandır, fakat onların çoğu bilmezler. [krş. 28/78-81]

50. (Ey Peygamberim!) Onlardan öncekiler de gerçekten bunu söylemiş(ler)di; ne var ki kazandıkları şeyler kendilerine hiç fayda vermedi.

51. Nihâyet kazandıkları kötülükler, kendi başlarına geçti. Bunlardan zulmedenlerin, yaptıkları fenâlıklar(ıncezâsı) da başlarına gelecektir. Onlar (bunun) önüne geçip kurtulacak değillerdir. (Allâh’ı âciz bırakacak değillerdir.)

52. (Ey Peygamberim!) Allâh’ın, rızkı dilediğine yayıp dilediğine kıstığını (vebirölçüyegöreverdiğini) hâlâ bilmediler mi? Şüphesiz bunda îman eden bir toplum için ibretler vardır.

42-52. (42).‘Allah, (ölecek) insanların ruhlarını ölümü sırasında alır, ölmeyenin de uykusunda (alır). Sonra hakkında ölümü hükmettiğini tutar, diğerini belirli bir vakte (eceline) kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.’ Nasıl uyuyunca ölü gibi olan insanı yüce Allah uyandırıyor, uykuda iken kaybolan fonksiyonlarını geri getiriyorsa, aynı şekilde kıyâmet kopunca ölüleri diriltecektir. Düşünen insanlar, bu gerçeği bilir ve inanırlar, Çünkü insanlara can veren, canları alan, uyku veren ve uykudan uyandıran yüce Allah’tır. (İ. KARAGÖZ 6/510)

İnsanı öteki varlıklardan ayıran en temel özelliği ruh sâhibi bir varlık oluşudur. Allah Teâlâ’nın insanı öldürmesi, rûhun bedenle ilişkisini kesmesidir. Âyette de buyurulduğu gibi, rûhun başta gelen özelliği can ve şuur kaynağı olmasıdır. Ölüm olayında, Allah rûhu bedenden tamâmen ayırdığından beden hem candan, hem de şuurdan yoksun hâle gelmekte, uyku denilen psiko – fizyolojik olayda ise, can bedende kalmakla birlikte geçici bir duyum ve bilinç kaybı yaşanmaktadır. Bu kayıp bir bakıma rûhun bedeni kısmen terk etmesi anlamına geldiği için âyette, uyku ölüme benzetilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/622)

Yüce Rabbimiz, Kerîm zatı hakkında haber vererek varlıklarda dilediği gibi tasarruf ettiğini ve büyük ölüm esnâsında bedenden ruhları kabzeden koruyucu melekleri göndermek sûretiyle canları alanın O olduğunu belirtmektedir. Küçük vefat ise, yüce Allâh’ın şu buyruğunda olduğu gibi, uyku hâlinde söz konusudur: ‘O geceleyin sizi öldürendir. Gündüzün de ne kazandığınızı bilen, sonra belli bir süre tamamlanıncaya kadar gene sizi diriltendir. Sonra dönüşünüz O’nadır. Sonra O, işlediğinizi size haber verecektir. O kullarının üzerine kâhir olandır / hükümranlık sâhibidir. Ve üzerinize bekçiler gönderir. Nihâyet birinize ölüm gelirse, elçilerim onun rûhunu alırlar. Onlar ne eksik, ne fazla bir şey yapmazlar.’ (el En’âm, 6/60-61) (S. HAVVÂ, 12/435, 436)

Âlimler nefis ve ruh hakkında ihtilâf etmiştir. Nefis ve ruh aynı şey midir? İbni Abbas (r) şöyle demiştir: ‘Âdemoğlunda bir nefis bir de ruh vardır. Bu ikisi arasındaki fark, güneş ile ışığı gibidir. Zîrâ nefis, aklı ve temyiz yeteneğini, ruh ise nefes ve hareket ettirme yeteneğini varlıkta tutar. (V.  ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 8/449) Kul uyuduğunda, Allah onun nefsini alır, ruhunu almaz. Ali (r)’nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Uyku sırasında ruh, dışarı çıkar ve cesette onun parıltısı kalır. İşte rüyâyı bununla görür. Uykusundan uyanacak olursa, ruh cesedine bir andan daha hızlı bir süre içerisinde geri döner.’ (S. HAVVÂ, 12/436)

Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Sizden herhangi biriniz yatağına çekilecek olursa, elbisesinin iç tarafıyla onu sılksin. Çünkü kendisinden sonra oraya (ne gibi zararlı haşerâtın) geldiğini bilmez. Daha sonra şöyle desin: ‘Rabbim, senin adınla yanımı (yatağıma) koydum ve yine adınla kalkarım. Eğer canımı alırsan, ona merhamet buyur. Eğer geri gönderirsen sâlih kullarını koruduğun gibi onu da koru.’ (Buhâri ve Müslim’den, S. HAVVÂ, 12/436)

Bu âyet-i kerîmede ve En’âm sûresinin 60-64’ncü âyetlerinde hem uyku ile ölüm hem de uykudan uyanmakla diriliş arasındaki benzerlik ve fark açıklanmaktadır. Uyku, zayıf ve küçük bir ölüm; ölüm ise büyük ve şiddetli bir uyku. Uykudan uyanış, hayâta dönüş; ölümden diriliş ise ebedî yaşayıştır. Her iki hâlde de insanın râhu bir hayattan başka bir hayâta geçmektedir. Aralarındaki tek fark, insan uykuda (rüyâda) bilinçli değildir. Fakat ölümden sonra yaşayışta yâni dirilişte herşey onun için apaydınlıktır (bk. 6/60-61). İşte Kur’ân açısından ölüm; yokluk, kayboluş ve bitiş değil, aksine bir hayattan başka bir hayata geçiştir, bir değişimdir, bir başlangıçtır. Kazanılan mükâfatlara karşılık Allâh’ın rızâsı ve cennet, cezâlara karşılık Allâh’ın gazabı ve cehennem olan, dönüşü ve sonu olmayan bir dünyâda yaşamaktır. (H. T. FEYİZLİ, 1/462)

(43).‘Yoksa (müşrikler) Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?’ Kendi iddiâlarına göre Azîz ve Celîl olan Allâh’ın katında kendilerine şefaatçilik yapacaklarını sandıkları ilâhlar mı edindiler? Âyet-i Kerîmedeki soru, red içindir. (S. HAVVÂ, 12/419)

Ey Muhammed, bu iddiâ sâhiplerine ‘de ki: Onlar bir şeye sâhip olamadıkları ve akıl erdiremedikleri hâlde mi’ şefaat edebileceklerdir? Hiçbir şeye sâhip olmazken, akılları da yokken, nasıl bunu yapabilirler? (S. HAVVÂ, 12/419)

‘Şefaatçiler’den maksat, putperestlerin, zor durumda kaldıklarında Allah katında kendileri için aracılık yaparak dileklerinin yerine gelmesine yardımcı olacağına inandıkları putlar veya bu sembollerin temsil ettiği, Allâh’ın yanında hatırlı olduğuna inandıklarıbâzı kişilerdir. (RâziOysa putların böylebir aracılıkta bulunması imkânsızdır, çünkü bunlar cansız, güçsüz ve bilinçsiz varlıklardır. Belirtilen hatırlı kişiler de böyle bir imkâna sâhip olamazlar, çünkü kıyâmet gününde Allah’tan başka bir güç kalmayacak ve O izin vermedikçe kimse kimseye şefaat edemeyecektir. Sonuç olarak kurtuluş, yalnız Allâh’a kulluktadır. (KUR’AN YOLU, 4/622)

(44).‘De ki: Şefaat bütünüyle Allâh’ındır’ Şefaatin mutlak sâhibi O’dur, O’nun izni olmadıkça hiç bir kimse şefaat edemez. ‘Göklerin ve yerin mülkü’ mutlak egemenliği O’nundur.’ Bu şefaatin tümüyle yalnızca Allâh’ın olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü herşeyin mülk ve egemenliği bütünüyle yalnızca O’nun olduğuna göre, şefaatin de mutlak sâhibi O olur. ‘Sonra’ Kıyâmet gününde ‘hepiniz O’na döndürüleceksiniz.’ O günde mülk, yalnız O’nun olacaktır. Dünyânın da âhiretin de mülkü, egemenliği yalnız O’nundur. Yâni O, adâletiyle aranızda hüküm verecek ve herkese ameliyle karşılık verecektir. (S. HAVVÂ, 12/419, 420)  

Yâni şefaatin bütün çeşitlerinin mâliki, Allah’tır. Şefaat konusunda hiç kimsenin herhangi bir yetkisi yoktur. Allah katında, O’nun kendisinden râzı olduğu ve kendisine şefaat konusunda izin verdiği kimseler dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?’ (Bakara 2/255), ‘Allâh’ın râzı olduğundan başkasına şefaat edemezler.’ (Enbiyâ 21/28) Bu ifâdede, Allah Teâlâ dışında herhangibir şeye dayanmaya karşılık bir tehdit vardır. (V. ZUHAYLİ’den, N. YASDIMAN, 8/452)

Âhirette kâfirler için şefaat olmayacak (40/18), Allâh’ın kendisinden râzı olduğu kimselere (21/23), sâdece Rahmân’ın katından bir söz almış bulunan kimselere (19/87) Allah izin verdikten sonra (2/255, 10/3) şefaat edebilecektir. Zîrâ şefaatin tamâmı Allâh’a âittir. (39/44, 6/51, 70, 32/4). Allâh’ın izin verdiği peygamberler, melekler, şehitler ve sâlih müminler Allâh’ın râzı olduğu müminlere şefaat edeceklerdir. (2/255, 34/23, 43/86, 19/87, 21/28; İ. KARAGÖZ 6/512)

Hadis: ‘Her peygamberin bir duâsı vardır. Ben ise duâmı kıyâmet gününde ümmetime şefaat için saklamak istiyorum.’ (Buhâri Deavât 1, Tevhid 31, Müslim Îman 86’dan H. DÖNDÜREN, 2/745)

(45).‘Allah, (hükmünde, hâkimiyetinde, zâtında, sıfatlarındaeşsizve) ‘Bir’ olarak anıldığı zaman, âhirete inanmayanlar içlerinde tiksinti duyarlar.’ Nefret duyar ve sıkılır. Bu buyruk, bu tiksinti ve sıkılmanın sebebinin âhiret gününü inkâr olduğunun delilidir. ‘Ama Allah’tan başkaları (yâni ilâhları) anıldığı vakit, hemen yüzleri güler.’ Çünkü kalplerini onlara kaptırmışlardır. Onların oldukça çirkin tavırlarına dikkat edelim. Allah’tan başkası anılacak olursa, alabildiğine sevinir; Allâh’ın adı anılacak olursa, alabildiğine sıkılır ve rahatsız olurlar. (S. HAVVÂ, 12/420)

(46).‘De ki: “Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allâh’ım! Kullarının üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerde, yalnız sen hüküm verirsin.” 46. âyette, Hz. Peygamberin şahsında Müslümanlara, kendi doğru inançlarını nasıl dile getirecekleri öğretilmektedir. Bu ifâdede Allâh’ın özellikle yaratıcı kudretinin üstünlüğüne ve bilgisinin sınırsızlığına dikkat çekilmiştir. Çünkü yaratma kudreti olmayan veya – farz-ı muhâl – böyle bir kudreti olsa bile neyi yaratacağını bilmeyen bir varlık için tanrılıktan söz edilemez. Hattâ bâzı İslâm bilginleri, asıl ilâhlık sıfatlarının kudret ve ilimden ibâret olduğunu savunarak, Allâh’ın diğer sıfatlarını bu ikisi içinde değerlendirmişlerdir. (KUR’AN YOLU, 4/623)

Gayb, melekler, kader, ruh, kıyâmetin kopması zamânı, kabir hayâtı, ölüm sonrası diriliş, amellerin tartılması, hesaba çekilme, cennet ve cehennem gibi gözle görülmeyen; şehâdet (ise) Güneş, Ay, yıldızlar, hayvanlar ve bitkiler gibi gözle görülebilen varlıklardır. (İ. KARAÖZ 6/514)

Hadis: Rasûlullah (s) gece namazına şöyle duâ ederek başlardı: ‘Allâhım! Ey Cebrâil’in, Mikâil’in, İsrâfil’in Rabbi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve açığı bilen! Kullarının ayrılığa düştükleri konularda onlar arasında sen hükmünü vereceksin. İzninle beni, üzerinde ayrılığa düşülen şeyin doğru olanına ilet. Sen dilediğini doğru yola iletirsin.’ (Buhâri Ezan 8, Müslim Müsâfirin 200’den Ö. ÇELİK, 4/333)

(47).‘Artık kâfirler için, o gün, hiç hesâba katmadıkları şeyler bile Allah tarafından ortaya çıkarılır.’ Zuhûra gelecek / ortaya çıkacak olan o şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın gazabı ve azâbıdır ki insanlar bunları hiç zannetmiyorlar, hatırlarına da getirmiyorlardı. Bâzıları şöyle tefsir etmişler: ‘Hasenât’ sandıkları birtakım ameller yapmışlar, bir de görmüşler ki, bütün bunlar ‘seyyiat’tır. Süfyân-ı Sevri hazretleri bu âyeti okudu da ‘Yazık riyâkârlara, yazık riyâkârlara, derdi. Muhammed bin el Münkedir hazretleri irtihâl ederken feryâda başladı. Sebebi sorulduğu zaman dedi ki: ‘Kitabullah’taki bu âyetten korkuyorum.’ Bu âyeti okudu ve ilâve etti: ‘Ben de Allah’tan hatırıma gelmedik bir şey zuhur edeceğinden endişe ediyorum.’ (Medârik’ten, H. B. ÇANTAY, 2/831)

‘Zâlimler’den maksat, inkârcı putperestlerdir. Kur’ân, gerçekleri inkâr etmeyi, özellikle en büyük gerçek olduğu için bir ismi de Hak olan Allâh’a ortak koşmayı çok büyük bir zulüm sayar. (bk. Lokman 31/13) 45’nci âyette, bu zâlimlerin âhirete de inanmadıklarına dikkat çekilmişti. Burada ise onların, inanmadıkları kıyâmet gününün dehşet verici azâbı karşısındaki derin pişmanlıkları çarpıcı bir üslûpla ifâde edilmektedir. 47’nci âyetin son cümlesi ile ilgili olarak Mücâhid’den aktarılan bir yoruma göre inkârcılar bu dünyâda iyi olduğunu zannettikleri çeşitli işler yaparlar; ama kıyâmet gününde bunların kötü olduğu apaçık ortaya konunca şaşkına döneceklerdir. (Kurtubi’den, KUR’AN YOLU, 4/623)

(48).‘Onların kazandıkları kötülükler açığa çıkmış’ amel defterleri önlerine konulduğu vakit amellerinin ya da kazandıklarının kötü olanları kendilerine aşikâr olmuş, ‘alaya aldıkları şey, kendilerini sarmıştır.’ Alaylarının vebâli, tuzaklarının cezâsı onları bulup, başlarına inmiş ve onları çepeçevre kuşatmıştır. Onlar Kitap’la, Müslümanlarla, yeniden dirilme, azap ve benzeri hususlarla alay edip dururlardı. (İ. H. BURSEVİ, 17/329) 

‘.. alay ettikleri şey onları kuşatacak’ Kuşatmak ile maksat, cehennem azâbıdır. Âyette anılan ‘alay’ ile maksat, peygamber, âyet, dînî değerler, Allâh’ın emir ve yasakları, ilke ve hükümleridir. Dînî değerlerle alay etmek, inkârdır. Sözgelimi bir kimse namaz ile ezan ile alay etse, kâfir olur. (İ. KARAGÖZ 6/517)

(49).‘İnsana bir zarar (âfet ve musibet) dokunduğu zaman, bize duâ eder. Sonra kendisine tarafımızdan bir nîmet (bollukvemevki) lütfettiğimiz zaman: “Bu, bana ancak bilgi(m)den dolayı verildi.” der. Hayır! O bir imtihandır, fakat onların çoğu bilmezler.’ Dünyâda servet ve çocuklar bir imtihan aracıdır. Hadis’te: ‘Mal, sâlih müminin elinde ne güzeldir!’ buyurulurken, zekâtı verilmeyen malın da onun için bir sıkıntı kaynağı olacağında şüphe yoktur. Diğer yandan küfür ehline de ‘istidrac’ olarak büyük servetler verilmiş olabilir. İşte insan çoğu zaman bunun farkına varmaksızın ‘bu serveti ben kendi bilgi, beceri ve çalışmamla kazandım’ der.  Hâlbuki aynı bilgi ve beceri sâhibi nice kişilerin o mala sâhip olamadığını göremez. Nitekim Kârun da ‘Bu servet bana, bendeki bir bilgi sâyesinde verilmiştir’ diyerek aldanmış ve şımarıp böbürlendiği için büyük serveti birgecede kendisinden alınmıştır. (bk. Kasas 28/76; Ankebût 29/39, H. DÖNDÜREN, 2/746) 

‘.. O bir fitnedir.’ Âyetin bu cümlesi, insanlara verilen maddi ve mânevi bütün nîmetlerin sınav olduğunu ifâde eder. İnsan, nîmetleri var edenin Allah olduğunu bilir. Nîmetleri haram alanlarda harcamaz, israf etmez, fakirin hakkını verir, nimeti veren Allâh’a kulluk ve şükrederse sınavı kazanır. Aksi takdirde sınavı kaybetmiş olur. (İ. KARAGÖZ 6/520)

Câhiller, kendilerine verilen nîmetleri, Allah indinde makbul kimseler olduklarının alâmet ve delîli zannederler. Oysa Allâh’ın bu dünyâda verdiği nîmetler bir sınamadan başka bir şey değildir. Dünyâda verilen nîmetler ikram olsun diye değil, imtihan için verilmektedir. Eğer aksi olsaydı Hak üzerinde olanlar yoksulluk içinde kıvranırken, dalâlet üzerinde olanlar lüks ve zenginlik içinde yüzmezlerdi. Dünyâda nîmet sâhibi olmak, Allah katında makbul olmanın alâmeti değildir. Çünkü yeryüzünde iyi insanların yoksulluk çekerken, kötü oldukları herkesçe bilinin insanların refah içinde yaşadıkları âşikardır. Bu husus üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğünde, akıl sâhibi her insan, dünyâdaki yoksulluk ve zenginliğin Allâh’ın sevgi ve nefretine bir ölçü teşkil edemeyeceğini anlayacaktır. (MEVDÛDİ, 5/113, 114)

(50).‘Onlardan öncekiler de gerçekten bunu söylemiş(ler)di; ne var ki kazandıkları şeyler kendilerine hiç fayda vermedi.’ Yâni, Allâh’ın azâbı geldiğinde, onların tüm mârifet ve zekâları işlerine yaramamıştır. Dünyâda kazandıkları, kendi çabalarının bir sonucu olmuş olsaydı, yine aynı cehdi göstererek Allâh’ın azâbına engel olabilirlerdi. Böylece kendilerine verilen fırsat ve nîmetlerin onların Allah indinde makbul kimseler olmadıklarının bir delili olduğu ortaya çıkmıştır. (MEVDÛDİ, 5/114)

(51).‘Nihâyet kazandıkları kötülükler, kendi başlarına geçti. Bunlardan zulmedenlerin, yaptıkları fenâlıklar(ıncezâsı) da başlarına gelecektir.’ Ey Muhammed! Bunlardan da senin çağdaşın olan müşriklerden de zulmedenlerin, zulümde ve azgınlıkta ileri gidenlerin inkâr ve günahlardan işledikleri kötülükler, öncekilere eriştiği gibi, onların da ‘başlarına gelecektir,’ ulaşacaktır. Nitekim yedi yıl kıtlığa dûçar olmakla ve Bedir savaşında ileri gelenlerinin katledilmesiyle pek fenâ şekilde başlarına gelmiştir.  (İ. H. BURSEVİ, 17/333)

‘Onlar âciz bırakacak değillerdir.’ ‘Onlar’ ile maksat, inkâr ve isyan eden zâlimlerdir. Hiçbir güç, Allâh’ı âciz bırakamaz. Çünkü Allah, çok güçlü ve her işinde gâlip olandır. Âciz bırakılamaması, Allâh’ın selbi sıfatlarındandır. (İ. KARAGÖZ 6/521)

(52).‘Allâh’ın, rızkı dilediğine yayıp dilediğine kıstığını hâlâ bilmediler mi? Şüphesiz bunda îman eden bir toplum için ibretler vardır.’ Azîz ve Celîl olan Allah’tan başka rızkı yayıp daraltan olmadığını bilmelerini sağlayacak şekilde ‘âyetler’  deliller, belgeler ‘vardır’ Kâfirler ise bu âyetleri göremeyecek kadar kördürler. (S. HAVVÂ, 12/422)

Fakir kalmak veya zengin olmak sâdece bir akıl, zekâ, beceri ve irâde işi değil, kişinin içinde bulunduğu şart ve ortama göre bir denge kânûnunun açık bir ortaya çıkışıdır da… Toplumun zenginlere olan ihtiyacı nispetinde, geçimini el emeği, göz nûru ile kıt kanaat sağlayan dar gelirlilere de ihtiyâcı vardır. En zengin ülkelerde bile bu iki sınıfın mevcut olduğu bir gerçektir. Şüphesiz bu, toplumun hayat ve geçim dengesini, işlerin düzenli ve sağlıklı yürümesini sağlamaktadır.  (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/462)

Ancak sözü edilen denge kânûnu bir diğer yönüyle de, kişilerin görgü, bilgi, beceri ve yetenekleriyle aynı zamanda içinde bulundukları şart ve ortamla ilgilidir. Çünkü sünnetullah, sebepler zincirini oluşturur, sebepler de onları doğurur ve bu düzenlemede de yine denge kânûnunun mayası bulunur. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/462)

39/53-63  ALLÂH’IN  RAHMETİNDEN  ÜMİT  KESMEYİNİZ

53. (Ey Peygamberim!) De ki (Allahşöylebuyuruyor): “Ey kendileri aleyhine (günahişleyip) aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah (şirkkoşanveinkâredenlerdışında, dilediğikimseleriçin) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [bk. 4/48, 116]

54. (Ey kâfirler!) “(Bundanböyle) size azap gelmeden önce, Rabbinize dön(üptevbeed)in ve O’na (gönülden) teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız.”

55, 56, 57, 58. (Ey insanlar!) “Siz farkında bile değilken ansızın size azap gelip çatmadan önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur’ân’a) uyun.” (Yoksaoazapgünü, günahkâr) kişi: “Allâh’a karşı aşırı gitmemden dolayı yazıklar olsun bana! Gerçekten ben (Kur’ânvemü’minlerle) hakikaten alay edenlerdendim” demesin. 57. Yâhut: “Eğer Allah bana hidâyet etseydi, elbette ben (günahlardan) sakınanlardan olurdum.” Demesin. 58. Yâhut azâbı gördüğü zaman: “Keşke benim için (dünyâya) dönüş olsaydı da güzel hareket eden (mü’minler)den olsaydım.” Demesin.

59. (Âhirette Allahşöylebuyuracak🙂 “(Ey kâfir insan!) Evet, âyetlerim sana geldi de sen onları yalanladın, (îmanetmedin) büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun.”

60. (Ey Peygamberim!) Allâh’a karşı yalan uyduranları kıyâmet gününde, yüzleri kapkara bir hâlde görürsün. (Allâh’akarşı) kibirlenenler için cehennemde yer mi yok? (Kesinlikle cehennemdedir.)

61. Allah, kendisinden sakınıp da emrine uygun yaşayanları, (bu) başarıları sâyesinde (bütünsıkıntılardan) kurtarır. Artık onlara kötülük (azap) dokunmaz ve onlar üzülmezler.

62. Allah, herşeyin yaratanıdır. O herşeye vekildir.

63. Göklerin ve yerin (hazînelerinin) anahtarları (tasarrufveyönetimi) O’nundur. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler, ziyâna uğrayanların ta kendileridir.

53-63. (53).‘De ki (Allahşöylebuyuruyor): “Ey kendileri aleyhine (günahişleyip) aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah (şirkkoşanveinkâredenlerdışında, dilediğikimseleriçin) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” Bu âyetin, Kur’ân’da en ümitli âyet olduğu söylenir. Bununla berâber, dikkat edilmesi gerekir ki, bu ümit, günaha teşvik için değil, en günahkâr kimseleri bile bir an önce tevbe edip Allâh’a yönelmeye teşvik için olduğu, hemen peşinden gelen iki âyetten açıkça anlaşılmaktadır. (ELMALILI, 6/501)

‘.. israf eden kimseler’ ile maksat, şirk, nifak, yalanlama ve benzeri şekillerde inkâr edenler veya içki, zinâ, kumar ve hırsızlık gibi haramları işleyenler veya namaz, oruç, hac ve zekât gibi farz görevleri terk edenlerdir. (İ. KARAGÖZ 6/523)

Yüce Allâh’ın bağışlaması için, inkâr, şirk ve nifak olan günahları terk edip, şartlarına uygun îman edilmesi, inkâr, şirk ve nifakın dışındaki günahlara tevbe edip, haramların terk edilmesi ve farz görevlerin yapılmaya başlanması gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/524)

Bilesin ki bu âyet, bütün insanların tüm günahlarının bağışlanacağını değil, sâdece Allâh’ın günahlarını bağışlamak istediği kişilerin bütün günahlarının bağışlanacağını ifâde eder. Onun için tevbe emrine, âsilere önce azap edilmesine, amelde ihlâs emrine ve azap tehdîdine ters düşmez. Allah şirki ancak tevbe edip ondan dönmekle bağışlar. Diğer büyük ve küçük günahları da tevbe ile ve dilediği kimseler için de tevbesiz bağışlar. Yoksa günahkârlardan her birini değil. (İ. H. BURSEVİ, 17/344)

İbni Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, müşriklerden bir grup Hz. Muhammed’e gelerek, çok cinâyet işlediklerini ve çok zinâ yaptıklarını, kendileri için çıkış yolu olup olmadığını sormaları üzerine önce Furkan 25/68 ve devâmı âyetler inmiş, sonra da yukarıdaki âyet inmiştir. (Buhâri Tefsir 39/1) Sevban (r)’ın naklettiğine göre, Nebi (s) şöyle buyurmuştur: ‘Benim için ‘De ki: Ey kendi aleyhinde sınırı aşanlar!…’ âyeti, dünyâ ve içindeki şeylerden daha sevimlidir.’ (Ahmed b. Hanbel’den, H. DÖNDÜREN, 2/746) 

Hadis-i Kudsi: ‘Kullarım! Siz gece gündüz günah işlemektesiniz. Bütün günahları affeden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki sizi bağışlayayım.’ (Müslim Birr 55’den, Ö. ÇELİK, 4/337)

Hadis-i Kudsi: ‘Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günah ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar da olsa, sen benden bağışlanma dilersen, günahlarını affederim. Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzûruma gelsen, bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olman kaydıyla, ben de seni yeryüzü dolusu bağışlamayla karşılarım.’ (Tirmizi Deavat 98’den, Ö. ÇELİK, 4/337)

(54).‘Ve Rabbinize yönelin’ O’na dönün, yâni tevbe edin. ‘Size azap gelmeden önce’ Şeriatına bağlanmak, kaderine teslim olmak sûretiyle ‘O’na teslim olun; sonra’ ilâhi cezânın gelip çatmasından önce tevbe etmeyecek olursanız; ‘size yardım edilmez.’ Yâni Allâh’ın intikam alıcı azâbı gelmeden önce, tevbe ve sâlih amel işlemekte acele ediniz. (S. HAVVÂ, 12/425)

‘Rabbinize dönün’ emrini yerine getirebilmek için, inkârı terk edip şartlarına uygun îman etmek, emirlere uymak ve haramlardan sakınmak gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/525)

Allâh’ınyardımınıkazanarakaffına ve rahmetine nâil olmanın, böylece ebedi kurtuluşa ermenin temel şartı, Allâh’a yönelip teslim olmak, yâni O’na gerektiği şekilde îman edip, hükümlerine boyun eğmektir. Her ne kadar Ehl-i sünnet âlimleri 53’ncü âyette belirtilen ilâhi af ve mağfiretin tevbe şartına bağlı olmadığını belirtmişlerse de buradaki, ‘Allâh’a yönelme ve O’na teslim olma’ buyruğunun anlam olarak tövbeden farkı yoktur. Zîrâ tövbe de sonuç itibâriyle kulun günahlarından pişmanlık duyup vazgeçerek, Allâh’a yönelip teslim olmaya karar vermesi ve bu karârını eyleme dönüştürmesidir. (KUR’AN YOLU, 4/628)

(55-58).“Siz farkında bile değilken ansızın size azap gelip çatmadan önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline’ Kur’ân-ı Kerîm’e yâhut Kur’ân-ı Kerîm’in azimet kabilinden olan emir ve buyruklarına ‘uyun.’ Yâni, bilmediğiniz bir şekilde ve farkında olmaksızın aşırı gafletiniz dolayısıyla hiçbir şeyden korkmuyormuşçasına gâfil bulunuyorken, ansızın azâbın gelip size çatmasından önce sözün en güzeline uyun. (S. HAVVÂ, 12/426)

‘.. tâbi olun’ / uyun emri, Kur’ân’ın bütün emir ve yasaklarına, ilke ve hükümlerine uyulması gerektiğini ifâde eder. Kur’ân’ın emir ve yasakları aksine bir delil bulunmadığı sürece bağlayıcıdır. Her emir ve yasağına riâyet edilmesi gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/527)

ElHasenelBasri’yegöre ‘ahsene mâ ünzile’ yâni ‘indirilenin en güzeli’ emirler ve yasaklardır. Buna göre Allâh’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, indirilenin en güzeline tabi olmak demektir. Süddi’ye göre de kendisine uyulacak en güzel şey, Allah Teâlâ’nın kitabında emrettiği hususlardır, yâni Kur’ân-ı Kerîm’in içeriğidir. (M. DEMİRCİ, 3/31)

Sünnet (de) esâsen Kur’ân-ı Kerîm’in açıklamasıdır. Çünkü Hz. Peygamber yaşayan Kur’ân demektir. Böyle olunca esâsen Kur’ân ve sünnet bir elmanın iki yarısı gibi İslâm’ı temsil eden iki temel kaynak demektir. Buna göre tabii ki Kur’ân’la sünneti birbirinden ayırmak asla doğru değildir. O hâlde ‘ahsene mâ ünzile’ sözüyle İslâm’ın kastedildiğini söylemek daha doğru bir yaklaşım tarzı olsa gerektir. (M. DEMİRCİ, 3/32)  

‘Bir kişinin ‘Allâh’a itaat hususunda gerekeni yapmadığım için yazıklar olsun bana! Ben gerçekten de (İslâm’la) alay edenlerdendim’ (diyeceğigündensakının)’ Sözlükte ‘organ, taraf, cihet, yakın ve uzak’ anlamlarına gelen cenb lafzı, Kur’ân’da yalnızca bu âyette Allâh’a izâfe edilmiştir. O yüzden burada geçen ‘cenb’ kelimesini Râgıb İsfahâni ‘emir ve sınır’ mânâsına almış, Râzi de onu ‘vahiy ve şeriat’ olarak yorumlamıştır. Zerkeşi’nin de bu kelimeye ‘itaat ve emir’ mânâsı verdiği görülmektedir. Çünkü ona göre kusur, ancak itaat ve emirde söz konusudur. El Hasen el Basri de demiştir ki, cenbullahtan maksat ‘Allâh’a itaat etmek’ demektir. (M. DEMİRCİ, 3/32, 33)

‘Veya’  şöyle diyecektir: ‘Allah’ beni hakka irşad ederek ‘bana hidâyet verseydi, elbette’ şirk ve  günahlardan sakınanlardan olurdum.’ Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: ‘Cehennem ehlinden cehenneme giren herkes cennetteki yerini görür ve ‘Allah bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan olurdum’ der ve bu kendisi için bir pişmanlık olur.’ (Ahmed b. Hanbel 2/512’den, İ. H. BURSEVİ, 17/350)  

(58, 59).‘Yâhut azâbı gördüğü zaman: “Keşke benim için (dünyâya) dönüş olsaydı da güzel hareket eden (mü’minler)den olsaydım.” diyecektir.’ ‘(OgünAllahşöylebuyurur🙂 “Hayır! Âyetlerim sana geldi de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun.” Nesefi der ki: ‘Şöyle buyuruluyor gibidir: Hayır, âyetlerim sana gelmiş, sana doğru yolu eğrisinden açıklamış, hakkı bâtıldan ayırdetmiş idi. Ve ben sana sapıklığa hidâyeti, bâtıla hakkı tercih etmek imkânını vermiştim. Fakat sen bunu terkedip zâyi ettin. Kabul etmeyi büyüklüğüne yedirmedin, dalâleti hidâyete tercih ettin, sana verilen emrin zıtları ile uğraştın. Bu şekilde fırsatı kaybeden sensin; o bakımdan senin mâzeretin kabul olunmayacaktır. (S. HAVVÂ, 12/426)

Halka karşı kibirlenmek büyük günah, Hakka karşı kibirlenmek inkârdır. Îman ve ibâdet etmeye karşı kibirlenenler, Allâh’ın emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını  kabul etmeyenler kâfir olurlar ve cehennemi hak ederler. (İ. KARAGÖZ 6/530)

 (60).‘Ve kıyâmet günü Allâh’a karşı yalan uyduranların’ O’na ortak ve çocuk isnad ederek niteleyenlerin ‘yüzlerinin’ yalan ve iftirâları sebebiyle ‘simsiyah olduğunu göreceksin.’ (S. HAVVÂ, 12/426)

‘Allâh’a yalan uyduran kimseler’ ile maksat, Allah’tan başka ilâh bulunduğunu, Allâh’ın oğlu, kızı, anası ve babası olduğunu söylemek gibi yüce Allâh’a isnâdı câiz olmayan şeyleri iddiâ etmektir. (İ. KARAGÖZ 6/531)

Onların çektikleri sıkıntıdan ya da içinde bulundukları cehâlet karanlığından dolayı yüzleri simsiyah bir hâlde görürsün. Cehennemliklerin yüzü, oraya girmezden evvel simsiyah kesilecek ve bu onların cehennemlik olduğunun bir göstergesi olacak. Nitekim âyette ‘(Ogün) mücrimler sîmâlarından tanınır!’ (er Rahmân, 55/41) buyrulmuştur. (İ. H. BURSEVİ, 17/353) 

(61).‘Allah takvâ sâhiplerini, kurtuluşlarına sebep olan amelleri’ Yâni Allah katında onlar mutlu olup, kurtuluşa ereceklerinin takdir edilmesi sebebi ‘ile kurtarır. Onlara ne kötülük’ Kıyâmet gününde ateş ‘dokunur; ne üzülürler.’ En büyük korku onları kederlendirmez. Aksine onlar her türlü korkudan yana güvenlik içerisindedirler, her türlü şerden uzak tutulurlar ve her türlü hayra erişeceklerdir. (S. HAVVÂ, 12/427)

‘Hâlık’ yüce Allâh’ın en güzel isimlerinden biri olup, varlıkları örneği olmadan îcad eden, yaratan, var eden demektir. Yaratma objesi ‘herşey’dir. Yüce Allah gökler, yer, insanlar, cinler, melekler ve hayvanlar gibi göklerde ve yerde bulunan canlı cansız bütün varlıkların yaratıcısıdır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. (İ. KARAGÖZ 6/532)

(62).‘Allah, herşeyin yaratanıdır.’  Allah bu kâinâtı yaratmış, fakat onu kendi hâline bırakmamıştır. Tüm kâinat ve içindeki herşey O’nun kontrolü altındadır. Çünkü kâinat, O’nun izniyle meydana gelmiş ve yine O’nun izniyle devam etmektedir. (MEVDÛDİ, 5/115)

‘O herşeye vekildir / yöneticisidir.’ Göklerin ve yerin dizgini Allâh’ın elindedir. O, dilediği şekilde onu evirip çevirir. Bütün bir varlık, O’nun belirlediği düzene uygun biçimde hareket eder. Varlığın yönetiminde, O’nun irâdesinden başka bir irâde yetki sâhibi değildir. Fıtrat (yaratılış yasası) buna tanıklık etmekte, akıl ve vicdan bunu kabul etmektedir. (S. KUTUB, 8/599)

(63).‘Göklerin ve yerin anahtarları (tasarrufveidâresi) O’nundur. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler, ziyâna uğrayanların ta kendileridir.’ Burada ‘kilit’  ve ‘anahtarlardan maksat, yer ve gök hazîneleri ve onlarda dilediği gibi tasarruf etmektir. (ELMALILI, 6/502)

Herşeyi dilediği gibi tasarruf etme gücüne sâhiptir. Ancak kâinâtın yaratılması, yönetilmesi ve devâmı konusunda ‘sünnetullah’ denilen birtakım kurallar koymuştur. Bunlar mûcize, kerâmet gibi olağanüstü durumlar dışında varlığını korur. Ateşin yakması, suyun kaldırma gücü, mikrobun hastalık yapması gibi. (H. DÖNDÜREN, 2/747)

‘Yerin ve göklerin hazînelerinin anahtarları’ cümlesi, bütün nîmet ve imkânların, yüce Allâh’ın elinde olması demektir. Bu itibarla nîmetleri, bereket ve bolluğu O’ndan bilmek ve istemek gerekir. ‘Yerin ve göklerin hazînelerinin anahtarları’ yüce Allâh’ın kâinattaki mutlak hükümranlığını, yönetim, gözetim ve denetimini, sınırsız bilgi ve hâkimiyetini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/533)

39/64-70  YERYÜZÜ  RABBİNİN NÛRU  İLE  AYDINLANIR

64. (Ey Peygamberim!) De ki: “Ey (Allahbilgisindenyoksun) câhiller! Bana, Allah’tan başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?” [bk. 1/4; 9/31; 39/14-15]

65. (Rasûlüm!) Andolsun ki sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: “Eğer bana eş koşarsan, amelin boşa gider ve ziyâna uğrayanlardan olursun.” [bk. 6/88; 30/42]

66. (Ey Peygamberim!) “Hayır! (Sen) ancak Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”

67. (Müşrik ve kâfirler) Allâh’ı hakkıyla takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü, yeryüzü tamâmen O’nun tasarrufundadır. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. Allah, (onların) ortak koştuklarından uzak ve yücedir.

68. (Kıyâmetkopunca, ilk) Sûr’a üflenecek, artık Allâh’ın dilediğinden başka, göklerde olan ve yerde olanlar ölecektir. Sonra ona bir daha üflenecek, onlar hemen (dirilip) ayakta bakınıp duracaklar.

69. Yer, Rabbinin nûruyla aydınlanacak, kitap (ameldefteriortaya) konulacak, peygamberler ve şâhitler getirilecek, onlar haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adâletle hükmedilecektir. [bk. 10/47; 21/47]

70. Herkese yaptığı(nınkarşılığı) tam olarak ödenir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.

64-70. (64).‘De ki: “Ey câhiller! Bana, Allah’tan başkasına mı kulluk etmemi emrediyorsunuz?” Buâyetin iniş sebebihakkındaİbnEbiHâtimvebaşkalarıİbnAbbas (r)‘dan yaptıkları şu rivâyeti kaydetmişlerdir: Buna göre müşrikler bilgisizliklerinden dolayı Rasûlullah (s)‘i kendi tanrılarına ibâdet etmeyi, buna karşılık onlar da onunla berâber O’nun ilâhına ibâdet etmeyi teklif ettiler. Bunun üzerine ‘De ki: Allah’tan başkasına ibâdet etmeyi mi bana emredersiniz ey câhiller?’ âyeti indi.  (S. HAVVÂ, 12/444)

Mekke putperestleri, Hz. Peygamber’i atalarının dînine karşı çıkmakla suçlar ve onu putlarına tapmaya dâvet ederlerdi. Burada onlara verilmesi gereken cevap özetlenmektedir. Cevâbın soru şeklinde düzenlenmesi, ayrıca putperestlere ‘ey câhiller’ diye hitap edilmesi hem Hz. Peygamber’in bu teklifi reddetmedeki kararlılığını yansıtma, hem de böyle bir teklif yapmaya kalkıştıkları için muhâtapları ayıplama amacı taşımaktadır. Nitekim ‘câhil’ kelimesi özellikle dönemin putperest Araplar’ı için kullanıldığında özetle ‘küstah, bağnaz (..), akılsız’ anlamına gelir. (bk. Mâide, 5/50; Furkan 25/63-65; KUR’AN YOLU, 4/631)

(65).‘(Rasûlüm!) Andolsun ki sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: “Eğer eş koşarsan, amelin boşa gider ve ziyâna uğrayanlardan olursun.” Müşriklerin işledikleri iyi amelleri bile, onlara âhirette bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü şirk suçunu işlemeleri, hayat boyunca yaptıkları tüm amelleri boşa çıkaracaktır. (MEVDÛDİ, 5/117)

Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlama dışı bırakmıştır. ‘Allah kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz. Bunun dışında kalanları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allâh’a ortak koşarsa, bu kişi büyük bir günah ile iftirâ etmiş olur.’ (Nisâ, 4/48) Ortak koşan kişinin şirkten vazgeçip, Allâh’a yönelmesi her zaman mümkündür. Böyle bir dönüş kapısının ölüm öncesine kadar açık tutulmasıYüce Allâh’ın rahmetinin genişliğini gösterir. (H. DÖNDÜREN, 2/747)

Nesefi der ki: ‘Yüce Allah, peygamberlerinin şirk koşmayacaklarını bilmekle birlikte, bu ifâdenin sahih oluş sebebi şudur:  Çünkü burada hitap, Peygamber (s)‘e olmakla birlikte, maksat başkalarıdır. Zîrâ bu hitap, bir varsayım esâsı üzere yapılmıştır. Muhâl olan şeylerin, varsayılması ise sahihtir. (S. HAVVÂ, 12/431)

(66).“Hayır! (Sen) ancak Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” Bu buyruk ile onların Hz. Peygambere söyledikleri, kendi ilâhlarına ibâdet isteklerine bir cevaptır. Şöyle denilmiş gibidir: Onların sana ibâdet etmeni emrettikleri şeylere tapma; aksine sâdece Allâh’a ibâdet et ‘ve’ sana vermiş olduğu nîmetlere karşılık olarak ‘şükredenlerden ol.’ (S. HAVVÂ, 12/431)

‘.. ve şükredenlerden ol’ ‘Rabbinin sana verdiklerinin tümünü O’nun yolunda kullanarak şükredenlerden ol! Hayâtını o hayâtın sâhibinin râzı olduğu yerde kullanarak Rabbine şükret. Canını, malını, zamânını, imkânlarını, fırsatlarını, elini, ayağını, aklını, fikrini, gözünü, kulağını onu verenin yolunda harcayarak Rabbine şükret. Şükür nîmet cinsinden olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse, o nîmet cinsinden infakta bulunarak şükredeceğiz. (A. KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 8/475)

(67).(Müşrikler ve kâfirler) Allâh’ı hakkıyla takdir edemediler.’ Yâni, müşrikler ve kâfirler Allâh’ın yüceliğini idrak edemedikleri için, en aşağılık mahlûkları O’na ortak koşmakta ve Allâh’ı bırakarak onlara kulluk etmektedirler. (MEVDÛDİ, 5/117)

Ali b. Ebi Talha da İbn Abbas (r)’dan: ‘Onlar Allâh’ı gereği gibi takdir edemediler.’ buyruğunda söz konusu edilenlerin Allâh’ın kendileri üzerinde kudret sâhibi olduğuna îman edemeyen kâfirlerdir, demiştir. Her kim yüce Allâh’ın herşeye kâdir olduğuna îman ederse Allâh’ı hakkı ile takdir etmiş olur. Her kim de buna îman etmezse Allâh’ı hakkı ile takdir etmemiş olur. (S. HAVVÂ, 12/444)

‘Bütün dünyâ O’nun avucundadır.’ Cümlesi temsîli bir anlatım olup, kıyâmetin kopmasından sonra yeryüzünde sâdece Allâh’ın hâkimiyetinin geçerli olacağı, orada artık ne bir insanın ne de başka bir canlının gücünden, etkisinden, faaliyetinden söz edilebileceği anlatılmaktadır. İbn Âşur’a göre bu ifâdeden kıyâmetin kopmasıyla yerin hareketinin duracağına ve onun bütün özelliklerini kaybedeceğine işâret eder. Meselâ yerin çekim gücünü kaybetmesi, hayâtın varlığını ve devâmını sağlayan imkânların yok olması yüzünden artık arz işlevsiz hâle gelecektir. (KUR’AN YOLU, 4/633, 634)

Yine bir temsîli anlatım olan ‘göklerin Allâh’ın kudret eliyle dürülüp bükülmesi’ de kıyâmetin kopması sırasında sâdece yer kürenin değil, göklerin, gök cisimlerinin de düzeninin altüst olacağını ve ilâhi güç karşısında evrenin büyüklüğünden söz bile edilemeyeceğini ifâde eder. (ayrıca bk. Enbiyâ 21/104, KUR’AN YOLU, 4/634)

‘Avuç’ ve ‘sağ el’ kelimeleri, organlarda hakikattir. Allah Teâlâya uzuv ve organ isnadının imkânsız bulunduğuna da akli delil vardır. O hâlde mecâza yorumlanması vâciptir. Çünkü ‘filân, filânın avucundadır’ denir. Onun yönlendirmesi ile emri altında demektir. (ELMALILI, 6/504)

‘Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür.’ Âyet-i kerîmede geçen “sağ el” müteşâbih bir kelime olup hâlef (sonraki) âlimlere göre Allâh’a nispetle (kudret) kelimesiyle yorumlanmaktadır. [bk. 3/7] (H. T. FEYİZLİ, 1/464)

Dürmek, açıp yaymanın zıddıdır. Nitekim yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır: ‘O günde Biz gökleri, kitapların tomar olup bükülmesi gibi bükeriz.’ (el Enbiyâ, 21/104)

İbni Âşur’a göre bu âyet, kıyâmetin kopması üzerine yer ve göklerin tamâmen yok olmayıp, varlığını sürdüreceğine, ancak bildiğimiz şekil, düzen ve işleyişlerinin son bulacağına delâlet etmektedir. İbn Âşur, bu görüşünü destekleyen bâzı hadislere de yer verir. Nitekim İbrâhim sûresinde de (14/48) ‘Bir gün gelecek, yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülecek’  buyurulmuştur. (KUR’AN YOLU, 4/634)

Hadis: ‘Bir gün Yahûdi hahamlarından bir âlim, Nebiyy-i Muhterem (s)’in yanına geldi ve şunları söyledi: ‘Ya Muhammed (s)! Biz kitaplarımızda Cenâb-ı Hakk’ın şöyle anlattığını görüyoruz: ‘Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını bir parmağında, ağaçları bir parmağında, suları ve toprakları bir parmağında, diğer varlıkları da bir başka parmağında tutarak: Bütün kâinâtın hâkimi benim, der.’ Bu sözler üzerine Rasûlullah (s), hahamın söylediği şeyleri doğrulayarak azı dişleri görününceye kadar güldü, sonra da ‘Onlar Allâh’ı, kudret ve azametine yaraşır bir şekilde tanıyamadılar.’ (Zümer, 39/67) âyetini okudu. (Buhâri Tefsir 39/2, Müslim Kıyâmet 19’dan Ö. ÇELİK, 4/341)

Hadis: Rasûlullah (s), yine bir gün hutbede bu âyeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ gökleri ve yıldızları küçük bir çocuğun topu elinde çevirdiği gibi çevirir ve o gün şöyle buyurur: ‘Ben bir tek ilâhım, hükümdârım, cebbârım! Büyüklük yalnız bana âittir! Nerede dünyâ hükümdarları? Nerede dünyâdaki zorbalar, mütekebbirler?’ (..) Hadisi nakleden sahâbi diyor ki: ‘Peygamberimiz (s) bunları söylerken, öyle titremeye başladı ki, biz minberin yıkılacağını sanarak korktuk. (Buhâri Tefsir 39/3, Müslim Münâfikin 24, İbn Mâce Mukaddime 13’den Ö. ÇELİK, 4/341) 

(68).‘(Kıyâmetkopunca, ilk) Sûr’a üflenecek, artık Allâh’ın dilediğinden başka, göklerde olan ve yerde olanlar ölecektir. Sonra ona bir daha üflenecek, onlar hemen (dirilip) ayakta bakınıp duracaklar.’ Bu âyet iki adet üfürme olduğuna delâlet etmektedir. İlk üfürme ölüm, ikinci üfürme ise yeniden diriliş içindir. Cumhûra göre üç üfürme vardır. (1) Birincisi, dehşet / korku içindir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Sûr’a üfürüldüğü gün –Allâh’ın diledikleri dışında – göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete (feza’) kapılır. (enNeml, 27/87) (2) İkincisi, ölüm üfürmesi, (3) üçüncüsü de yeniden dirilme üfürmesidir. (Medârik’ten İ. H. BURSEVİ, 17/375)

‘Allâh’ın dilediğinden başka…. Ölecektir.’ Burada bahsi geçen, Allâh’ın dilediği meleklerden maksat, dört büyük melek veya Arş’ı taşıyan melekler ya da cennet melekleri ve başlarındaki Rıdvan ile cehennem bekçisi zebânîler ve başlarında Mâlik, denilmiştir (Beydâvî; Celâleyn; H. T. FEYİZLİ, 1/465)

Taberi (de) tefsirinde, Cebrâil, Azrâil ve arşı taşıyan meleklerin, Allâh’ın dilemesiyle bu surdan etkilenmeyeceğini belirtmektedir. (M. DEMİRCİ, 3/35) (..) Ancak bunların hangi melekler olduğunu tespit etmek pek mümkün değildir. Çünkü bu husus gayba taallûk eden bir konudur. Gaybi konular da Kur’ân’la ve sahih hadis naslarıyla anlaşılabilir. Şâyet bu nevi alanlarda herhangi bir nas mevcut değilse, o zaman tevakkuf etmek yâni o konuyla ilgili görüş serdetmemek en doğru bir yol olsa gerektir. Bu yüzden sâdece göklerde ve yerde bâzı görevli meleklerin ölüm sûrundan etkilenmeden diri kalabileceği ifâde edilebilir. (M. DEMİRCİ, 3/35)  

Hadis: Ebû Hureyre (r) ‘den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Sûr’a iki üfleme arasında kırk vardır.’ Ashâb-ı Kiram Ebû Hureyre’ye ‘Kırk gün mü?’ diye sordular. ‘Bir şey diyemem’ dedi. ‘Kırk yıl mı’ diye sordular. ‘Bir şey diyemem’ dedi. ‘Kırk ay mı’ diye sordular. ‘Bir şey diyemem’ dedi. Sonra Allah Rasûlü (s) ‘in şöyle buyurduğunu söyledi: ‘Kuyruk sokumu (acbü ‘zzeneb) dışında insanın bütün bedeni çürüyüp yok olur, yeniden yaratılma işi bundan başlar. Sonra Allah Teâlâ gökten bir hayat suyu indirir ve bu sâyede ölüler bitkiler gibi yeniden canlanır.’ (Buhâri, Müslim’den Ö. ÇELİK, 4/342)

(69).‘Yer, Rabbinin nûruyla aydınlanacak’ Kur’ân’ın birçok âyetlerinde Kur’ân’a bürhana (delile), hak ve adâlete nûr dendiği gibi, burada da nûrun, hak ve adâletin tecellisi demek olduğu söylenmiştir. Fakat Ebû Hayyan’ın naklettiği üzere İbnü Abbas demiştir ki, ‘burada nûr, güneş ve ayın nûru değil, diğer bir nurdur ki, Allâh Teâlâ yaratacak da onunla yeri aydınlatacaktır. Bu rivâyet bizi öbüründen daha güzel bir mânâ ile aydınlatmaktadır. Çünkü elektrik ile bir örneğini tasavvur edebileceğimiz parlak bir nûrun, ilâhi bir nûrun yaratılacağını bize önceden haber vermiş oluyor. Bu nur ki, onunla büyük mahkemenin kurulacağı mahşer yeri aydınlatılacaktır. (ELMALILI, 6/505)

Kitap ortaya konacaktır.’ Bu her kul için ayrı ayrı yazılmış, dünyâ hayâtında yaptığı küçük büyük herşeyin içinde harfiyen kayıtlı olduğu, hiçbir şeyin atlanmadığı amel defteridir. (bk. Kehf, 18/49) Bu kitap, âdil bir yargılama için yazılı belgedir. (Ö. ÇELİK, 4/343)

‘kitap (ameldefteriortaya) konulacak, peygamberler ve şâhitler getirilecek’ ‘Şâhitler’ ile Allâh’ın gönderdiği mesajı insanlara ulaştıran kimseler kast olunmaktadır. Diğer taraftan başkalarının yaptıklarına şâhitlik yapanlara da işâret edilmektedir. Ayrıca sâdece insanlar değil, melekler, cinler, hayvanlar, insanların uzuvları, taşlar, ağaçlar vs. de kast edilmiş olabilir. (MEVDÛDİ, 5/117)

‘onlar haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adâletle hükmedilecektir.’ Onlara vaad edildiği gibi, sevapları azaltılarak ve cezâları çoğaltılarak aslâ zulmedilmez. Âyet adâleti ispatla başladığı gibi, zulüm olmayacağını bildirerek sona ermiştir. (İ. H. BURSEVİ, 17/379)

Tutulan yazılı belgeler ve şâhitlerin tanıklığı ile kullar hakkında tam bir hakkâniyet ve adâletle hüküm verilir. Kimseye kıl payı haksızlık yapılmaz. İyi ya da kötü, kim ne yaptıysa karşılığı tam tamına ödenir. (Ö. ÇELİK, 4/343, 344)

Âhirette hem Allah hakkı hem kul hakkı ile ilgili sorgulama yapılır. Âhirette Allah hakkı ile ilgili ilk sorgulama namazdan, kul hakkı ile ilgili ilk sorgulama ise cana kıyma suçundan yapılacaktır. ‘İnsaniar arasında ilk sorgulama cana kıyma konusunda yapılacaktır.’ (Hadis, Buhâri Rikak 48; İ. KARAGÖZ 6/542)

(70).‘Herkese yaptığı(nınkarşılığı) tam olarak ödenir. Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.’ Yâni, hiçbir ihmal olmadan herkesin yaptığı iyi veya kötü her ne iş varsa, zerre kadar haksızlığa uğratılmadan, tam bir şekilde ödenecektir. Esâsen Allah insanların yaptıkları herşeyi kişinin niyetini gözardı etmeyecek şekilde bilmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. İnsanın yaptığı iş, bir hardal tânesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Hesap gören olarak biz, yeteriz.’ (Enbiyâ, 21/47) ‘Allah zerre kadar haksızlık etmez, zerre miktârı bir iyilik olsa, onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir.’ (Nisâ, 4/40) Cenâb-ı Hak, insanların neler işlediğini çok iyi bilir; bununla berâber adâletinin parlaklığı gereği bütün belgeleri, delilleri ve şâhitleri de konuşturur. (C. YILDIRIM’dan N. YASDIMAN, 8/481)

39/71-75  SELÂM SİZE!  TERTEMİZ GELDİNİZ.

71. Kâfirler, bölük bölük cehenneme sürülürler. Nihâyet oraya geldikleri zaman, onun kapıları açılacak ve bekçileri onlara: “Size, içinizden, Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugününüze kavuşmanız hakkında sizi uyaran (peygamber)ler gelmedi mi?” diyecekler. Onlar da: “Evet (geldi).” diyecekler. Fakat artık azap sözü, kâfirler üzerine gerçekleşecektir. [bk. 17/97; 40/4950; 52/13; 67/8-10]

72. (Kâfirlere🙂 “Girin, içinde temelli kalacağınız cehennemin kapılarından. İşte, (Allâh’aîmanaveteslimiyetekarşı) kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” denilir.

73. Rablerinden sakınıp emrine uygun yaşayanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilecekler. Nihâyet oraya gelip de kapıları açılınca, (cennetin) bekçileri onlara: “Size (Allah’tan) selâm olsun, tertemizsiniz. Artık ebedî olarak buraya girin!” diyecek.

74. (Cennetlikler🙂 “Bize verdiği (cennet) sözünü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz kısmında oturacağımız cennet yurduna mîrasçı yapan Allâh’a hamdolsun. (Allahiçin) çalışanların mükâfâtı ne güzelmiş!” diyecekler. [bk. 7/43; 35/34-35]

75. (Ey Peygamberim!) Melekleri görürsün ki arşın etrâfını kuşatmış olarak Rablerini hamd ile tesbih ederler. (Ogün) o (cennetvecehennemlikola)nlar arasında hak ile hükmedilmiş ve: “Her türlü övgü, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.” denir.

71-75. (71).‘Kâfirler, bölük bölük cehenneme sürülürler. Nihâyet oraya geldikleri zaman, onun kapıları açılacak ve bekçileri onlara: “Size, içinizden, Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugününüze kavuşmanız hakkında sizi uyaran (peygamber)ler gelmedi mi?” diyecekler. Onlar da: “Evet (geldi).” diyecekler.’ ‘.. azap sözü’ ile maksat, yüce Allâh’ın ‘cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım’ (32/13) sözüdür. (İ. KARAGÖZ 6/546)

‘Fakat artık azap sözü, kâfirler üzerine gerçekleşecektir.’ Hicr sûresinde ‘Cehennemin yedi kapısı vardır. O azgınlardan kimin hangi kapıdan gireceği belirlenmiştir.’ (Hicr, 15/44) buyrulur. Buna göre mahşer yerinde hesapları görülen kâfirler, kendilerine ayrılan kapıdan cehenneme girmek üzere oraya doğru sürüklenirler. Kendi arzularıyla değil, zincirlere vurularak son derece güçlü kuvvetli zebânilerin zorlamasıyla götürülürler. (Ö. ÇELİK, 4/344)

Burada, melekler peygamberlerin dâvetini hatırlatırlar. Sorumluluk için bu gereklidir. Kendilerine peygamber dâveti ulaşmayan döneme ‘fetret dönemi’ denilmiş ve böyle yerlerde bulunanların akıl melekesini kullanarak Allâh’ın varlığı inancına ulaşması yeterli görülmüştür. ‘Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz.’ (İsrâ 17/15) âyeti bunu ifâde eder. (H. DÖNDÜREN, 2/747)

(72).‘(Kâfirlere🙂 “Girin, içinde temelli kalacağınız cehennemin kapılarından. İşte, kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” denilir.’ Yâni, sizin bu vardığınız yer ne kadar kötüdür! Dinlenmek üzere geldiğiniz yer ne kadar kötüdür! Buna sebep ise sizin dünyâ hayâtında büyüklük taslamanız, hakka uymaktan yüz çevirmenizdir. İçinde bulunduğunuz bu duruma sizi getiren işte budur. Hâliniz ne kötü, âkıbetiniz ne korkunçtur! Bunlara bu sözü söyleyecek olan kimdir? İbn Kesir şöyle demektedir: Bu sözün kimin tarafından söyleneceği tâyin edilmemiştir / belirtilmemiştir. (S. HAVVÂ, 12/433)

(73).‘Rablerinden sakınıp emrine uygun yaşayanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilecekler.’ İbn Kesir de şöyle demektedir: ’Bu buyruk, mutluluğa kavuşan müminlerin cennete develer üzerinde, kâfileler hâlinde götürülecekleri vakit(te)ki durumunu bildirmektedir. Onlar bölük bölük götürüleceklerdir. Yâni arka arkaya gruplar hâlinde gideceklerdir: Önce mukarrebler / yakın olanlar, sonra ebrar / iyiler, sonra onların arkasından gelenler. Her bir grup da kendilerine uygun kimselerle birlikte gidecektir. Peygamberler, peygamberlerle; Sıddıklar, kendileri gibi olanlarla; şehidler de kendi türlerinden olan kimselerle; ilim adamları akranları ile… (S. HAVVÂ, 12/434)

‘Nihâyet oraya gelip de kapıları açılınca, (cennetin) bekçileri onlara: “Size (Allah’tan) selâm olsun, tertemizsiniz. Artık ebedî olarak buraya girin!” diyecek.’ Âyet-i kerîme bize, cennete girişin sebebinin temizlik ve arılığın olduğu izlenimini vermektedir. Çünkü cennet, iyi ve temiz olanların yurdudur. Temiz kimselerin barınağıdır. Allah orayı her türlü pislikten arındırmış, her türlü kirden temizlemiştir. O bakımdan oraya ancak ona uygun ve onun niteliklerine sâhip kimseler girebilir. (S. HAVVÂ, 12/434)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Enes b. Mâlik (r)’den dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Kıyâmet gününde cennetin kapısına geleceğim ve kapının açılmasını isteyeceğim. Hâzin bana: ‘Kimsin?’ diyecek. Ben: ‘Muhammed’im’ diyeceğim. Bana şu cevabı verecek: ‘Bana da senden önce hiç kimseye kapıyı açmamam emri verildi’ Bu hadîsi Müslim, ayrıca Enes (ra) ‘den bu senedle rivâyet etmiştir. (S. HAVVÂ, 12/449)

Hadis: ‘Allah yolunda çift sadaka veren yâni devamlı iyilik ve ihsanda bulunan kimse, cennetin çeşitli kapılarından ‘Ey Allâh’ın sevgili kulu! Burada hayır ve bereket vardır’ diye çağırılır. Sürekli namaz kılanlar namaz kapısından, mücâhidler cihad kapısından, oruçlular Reyyan kapısından, sadaka vermeyi sevenler de sadaka kapısından dâvet edilirler. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: ‘Anam babam sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçi bu kapıların birinden çağrılan kimsenin diğer kapılardan çağırılmaya ihtiyâcı yoktur ama bu kapıların hepsinden çağrılacak kimseler de var mıdır? diye sordu. Peygamber Efendimiz (s) : ‘Evet vardır. Senin de o bahtiyarlardan olacağını ümid ederim.’ buyurdu. (Buhâri Savm 4, Müslim Zekât 85, 86’dan Ö. ÇELİK, 4/345)

Hadis: Rasûlullah (s)‘ın bildirdiğine göre cennet ehli cennete girdikten sonra, bir nidâ edici onlara şöyle seslenecek: ‘Artık sonsuz bir hayâtınız var, aslâ ölmeyeceksiniz. Hep sağlıklı olacaksınız, artık hastalanmayacaksınız. Sonsuz bir gençliğiniz var, aslâ yaşlanmayacaksınız. Hep sefâ süreceksiniz, aslâ üzülmeyeceksiniz.’ (Müslim Cennet 22’den, Ö. ÇELİK, 4/346)

(74).‘(Cennetlikler🙂 “Bize verdiği (cennet) sözünü yerine getiren ve bizi, dilediğimiz kısmında oturacağımız cennet yurduna mîrasaçı yapan Allâh’a hamdolsun. (Allahiçin) çalışanların mükâfâtı ne güzelmiş!” diyecekler.’  Nereye dilersek oraya gideriz. Cennette dilediğimiz meskene dilediğimiz gibi sâhip oluruz. Amelimize karşılık aldığımız bu karşılık, ne güzel bir karşılıktır! Ve cennet, çalışanların ne güzel karşılığıdır!     Hadis: Buhâri ve Müslim’de Enes (r)‘den, Miraç kıssası meyânında şöyle rivâyet edilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Cennete sokuldum. Bir de baktım ki, kubbeleri inci, toprağı misk.’ (V. ZUHAYLİ’den N. YASDIMAN, 8/488)

(75).‘Melekleri görürsün ki arşın etrafını kuşatmış olarak Rablerini hamd ile tesbih ederler. (Ogün) o (cennetvecehennemlikola)nlar arasında hak ile hükmedilmiş ve: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.” denilmiş (olacak)tır.’ Nesefi der ki: ‘Yâni cennet ehli, cennete girip Allâh’ın onlara verdikleri söz yerini bulunca, Allâh’a şükretmek üzere böyle diyeceklerdir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurulmuştur: ‘Duâlarının sonu da: Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun, demektir.’ (Yûnus, 10/10; S. HAVVÂ, 12/434)

Onların arasında artık ‘hakla hükmedilmiştir.’ Hak olan Allah, hak olan kitabıyla onların arasında hükmünü vermiş ve artık müminler için yaşadıkları bu hayâtın karşılığı olarak yepyeni bir hayat, bir nîmet ve mutluluk hayâtı başlamıştır. Bunun içindir ki tüm övgüler, tüm hamdler, tüm senâlar, tüm kulluklar âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Bundan sonra artık cennette bu söz devam edecektir. Meleklerin ve müminlerin ağızlarında sürekli Rablerine hamd sürüp gidecektir. Artık dünyâda olduğu gibi şeytanların, kâfirlerin, zâlimlerin müdâhâle edemediği, bozamadığı mükemmel bir seviyede bir hamd makâmı içinde ebediyen yaşayıp gideceklerdir, müminler. (A. KÜÇÜK’ten N. YASDIMAN, 8/490)