47 / Muhammed Sûresi
Medîne döneminde inmiştir. 38 âyettir. 13’üncü. âyet, hicret sırasında inmiştir. Adını ikinci âyetteki Muhammed isminden almıştır. Bu sûreye “Kıtâl sûresi” de denilir. (H. T. FEYİZLİ, 1/506)
Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla
47/1-6 MÜMİN, RABBINDAN GELEN HAKK’A UYAR
1. Küfre / inkâra sapanların ve Allah yolundan alıkoyanların (bütüniyi) amellerini (Allah) boşa çıkarmıştır. [krş. 47/8, 9, 28, 32, 35]
2. İman edip sâlih (sevaplı) işler işleyenler ve Muhammed’e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inananların, (Allah) günahlarını örtmüş ve hâllerini düzeltmiştir.
3. Bunun sebebi; küfre sapanların, (ilâhîhükümlerdenyüzçevirip) bâtıla uymaları, îman edenlerin de, Rablerinden (gelen) hakka uymalarıdır. İşte Allah, insanlara hâllerine âit misâlleri böyle anlatır.
4. (Ey müminler!) Kâfirlerle (savaşiçin) karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun. Nihâyet onları iyice vurup mağlûp edince (savaşanlarkalmayınca, kalanlarıda) artık bağı sıkı bağlayın (kaçırmayıpesiralın). Onlar savaş ağırlıklarını (silâhvecephanelerini) bırakıncaya kadar (hüküm) böyledir. Bundan sonra (esirleri) ya bir iyilik (olarakâzâtedin) ya da bir fidye (birbedel) ile bırakın. Allah dileseydi (sizehiçirâdeveyetkivermeden) onlardan savaşsız de elbet intikam alır (helâkeder)di. Fakat (sizesavaşıemretmesibâtıla / küfrekarşımücâdeledeveİslâm’ıhâkimkılmadâvâsında) kiminizi kiminizle imtihan etmek içindir. Allah yolunda öldürülen (şehit)lerin amellerini O, aslâ boşa çıkarmayacaktır.
5. Onları, hidâyete (verızâsına) erdirecek, durumlarını düzeltecektir.
6. Onları, kendilerine (önceden) tanıttığı cennete koyacaktır.
1-6. (1).‘Küfre / inkâra sapanların ve Allah yolundan alıkoyanların amellerini (Allah) boşa çıkarmıştır.’ Âyetin iniş sebebi Mekke müşrikleri olmakla berâber, mânâ geneldir. Yâni, Mekke müşrikleri gibi küfredip de Allah yolundan Muhammed (s)’in dâvet ettiği hak İslâm dîninden yüz çevirenlerin ‘Allah amellerini boşa gidermektedir’ Mesâilerini, çalışmalarını, yaptıkları iyi işleri hedefine isâbet ettirmeyip, boşa çıkarmaktadır. (ELMALILI, 7/126, 127)
Bir Müslümanın dînî görevlerini yerine getirmesine, meselâ Cuma namazına gitmesine, namaz kılmasına, oruç tutmasına, hacca gitmesine, Kur’an okumasına, Allâh’ı zikretmesine, kurban ibâdetini îfâ etmesine veya Kur’ân’ın bir emrini uygulamasına engel olmak, ‘insanları Allah yolundan alıkoymak’ hükmüne dâhildir. Dolayısıyla Müslümanın İslâm’ın herhangi bir hükmünü özel, âile ve toplum hayâtında uygulamasına engel olan kimse, insanları Allah yolundan alıkoymuş olur. (İ. KARAGÖZ 7/176)
İnsanları Allah yolundan alıkoymak, îman ile bağdaşan bir davranış değildir. Müslüman, kendisi dînî görevlerine ihmâli olsa bile, bir başkasının îman etmesine veya dînin herhangi bir kuralını uygulamasına aslâ engel olmaz, olmaması gerekir, olursa bu âyetin hükmüne girmiş olur. (İ. KARAGÖZ 7/176, 177)
(..) Bu bakımdan her kâfir, her küfür sistemi, Allah yolu için büyük bir engeldir. Çünkü eğitim ve öğretimi, sosyal düzeni, gelenek ve görenekleri, inançlarına olan aşırı bağlılıkları gerçek dînin söylenmesini tamamen engellemektedir. (MEVDÛDİ, 5/367)
Müşriklerin misafire ikram etmek, fakirlere yardım etmeleri ve benzer özünde iyi olan, eylemlerdir. Müşriklerin îmanları olmadığı için, dünyâda yaptıkları bu iti işlerinin Allah katında sevâbı olmaz. Çünkü bir eyleminsevap olabilmesi için kişinin îman sâhibi olması gerekir. Îmânı olmayanın yaptıkları boşa gider. (5/5; İ. KARAGÖZ 7/177)
(2).‘Ve onlar ki, îman edip sâlih işler yapmakta ve Muhammed’e indirilene îman etmektedirler.’ Yâni burada îmandan maksat özellikle Muhammed (s)’e indirilen kitap ve şeriata îmandır. ‘Çünkü Rablerinden gelen hak odur.’ Allah yolunu hakkıyla beyan eden ve Allah’tan geldiğine hiç şüphe olmayan hak kitap ancak odur. Diğerleri kısmen bozulmuş, kısmen de neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olmakla, Kur’ân’ın doğrulaması ile birlikte bulunmayanlar hak değildir. Onun için isrenen îman, ona îmandır. (ELMALILI, 7/127)
‘Allah kendilerinden kabahatlerini keffâretleyip örtmekte ve yüreklerini, hâl ve durumlarını düzeltmektedir.’ İşte bu şekilde îman edenlerin kötülüklerini yâni îmanları ve sâlih amelleri sebebiyle daha önce işlemiş oldukları küfür ve isyanlarını, bunlardan dönüp tevbe ettiklerinden dolayı ‘örter ve durumlarını düzeltir.’ Yâni din hususûnda onlara başarı vermek, dünyâda da onlara ihsan ettiği yardım ve desteği vâsıtasıyla, egemen kılmakla durumlarını, hâllerini ıslah eder. (S. HAVVÂ, 13/416)
(3).‘Bunun sebebi; küfre sapanların, bâtıla uymaları, îman edenlerin de, Rablerinden (gelen) hakka (Kur’ân’a) uymalarıdır.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni bizler, kâfirler bâtıla uydukları yâni bâtılı hakka tercih ettikleri için kâfirlerin amellerini boşa çıkardık ve iyilerin de kötülüklerini affederek hâllerini düzelttik.’ Müminlere Rablerinden gelen haktan kasıt, Kur’ân-ı Kerîm’dir. (S. HAVVÂ, 13/417)
‘el Hak’ Kur’an ve Kur’an’daki emir, yasak, helâl, haram, ilke ve hükümlerdir. Îman, hak; inkâr, bâtıldır. Üçüncü âyette hak ile bâtıl kelimeleri, birbirinin zıddı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla Kur’ân’a uygun olan herşey hak, uygun olmayan herşey bâtıldır. Müminler hak olan Kur’ân’ı, kâfirler ise Kur’ân’a uygun olmayan ilkeleri esas alırlar. (İ. KARAGÖZ 7/178)
‘İşte Allah, insanlara hâllerine âit misâlleri böyle anlatır.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni Allah onlara amellerinin âkıbetini ve öldükten sonra diriltildiklerinde nereye ulaşacaklarını açıklamaktadır.’ Yâhut Allah, her iki grubun misâlini, insanlar onu görüp ibret alsınlar diye böylece beyan etmektedir. (S. HAVVÂ, 13/417)
(4, 5, 6).‘Kâfirlerle (savaşiçin) karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun.’ Yâni savaş esnâsında kâfirlerle karşılaşacak olursanız, onların boyunlarını uçurun. Boyunların uçurulmasından kasıt ise, öldürülmeleridir. (S. HAVVÂ, 13/418)
Hz. Peygamber (s)’in ordu veya müfreze komutanlarına verdiği tâlimatlardan anlaşıldığına göre, düşman önce İslâm’a dâvet edilir. Kabul ederse savaş hâli sona erdirilir. Kabul etmezse cizye vermesi istenir, bunu da kabul etmezse savaş yapılır. Savaşta kadınlar, küçük çocuklar, savaş dışı kalan din adamları, akıl hastası gibi yükümlü olmayanlar, yaşlı, kör, kötürüm gibi kişiler öldürülmez. Düşman barış teklifinde bulunursa, buna olumlu cevap vermek câiz olur. (H. DÖNDÜREN, 2/812)
Hadis: Rasûlullah (s) düşman üzerine bir birlik gönderdiği zaman şöyle buyururdu: ‘Bismillâh diyerek çıkın, Allâh’ı inkâr edenlerle Allah yolunda savaşın, hîle yaparak ahdinizi bozmayın, ganimet malına hâinlik etmeyin; burun, ayak ve kulak keserek, göz çıkartarak işkence yapmayın, çocukları ve ibâdethâne görevlilerini öldürmeyin.’ (Ahmed 4/461, No 2728; İ. KARAGÖZ 7/181).
‘Nihâyet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın).’ Âyette geçen ‘ishan’ düşmanı öldürmekte aşırı gitmektir. Bundan hedef ise düşmanın gücünü kuvvetini kırmak, birbiri ardı sıra kırılıp ölmesini, sağlamaktır. Ki artık bir daha düşman kendisine gelip de saldıracak ya da kendini savunacak gücü bulamasın. İşte o zaman – bundan önce değil – esir düşen tutsak edilir. (S. KUTUB, 9/237)
‘Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin.’ Yâni, düşman askeri esir alındıktan sonra ya herhangi bir karşılık alınmadan salıverilir. Onlardan bu salıverme karşılığı herhangi bir mal alınmadığı gibi, bunların karşılığında müslüman esir kurtarılmasına gidilmez. Ya da fidye karşılığı salıverilir. Bu fidye bir mal olabilir, bir çalıştırma zorunluluğu olabilir, tutsak düşen müslümanların salıverilmeleri karşılığı olabilir. (S. KUTUB, 9/237)
(…) Bu âyette, esirleri öldürme açık bir şekilde yasaklanmamıştır. Bundan yola çıkarak Hz. Peygamber (s), Allâh’ın emrinin özünü şu şekilde anlamış ve uygulamıştır: İslâm devlet başkanı, bâzı savaş esirlerinin öldürülmesini gerekli buluyorsa ve bunun için özel durumlar ve mecbûriyetler hissediyorsa öldürebilir. Fakat bu, genel bir kural değil, tersine genel kural içinde özel bir durumdur. Buna da mecbur kalındığı takdirde başvurulabilir. (MEVDÛDİ, 5/347)
Rasûlullah (s) ve ashâbının uygulamasından anlaşılmaktadır ki, devletin idâresi ve esâreti altında kaldığı müddetçe barınması, beslenmesi, hasta veya yaralı ise tedâvi edilmesi devletin sorumluluğundadır. Esirleri aç ve çıplak bırakmak veya onlara işkence yapmak, İslâm hukûkunun aslâ hoş görebileceği bir tutum ve davranış değildir. Aksine, onlara ilgi göstererek iyi davranılmasını teşvik edici emirler vardır. İslâm’da savaş esirlerine iyilik yapmanın bir şekli de esirlerin cizye denilen vergilerle vergilendirilip, zimmi vatandaş yapılması ve müslüman vatandaşlar gibi serbestçe, özgürlük içinde yaşamalarının sağlanmasıdır. (Ö. ÇELİK, 4/541)
Bu noktada tartışılması gereken bir konu da esirlerin köleleştirilmeleridir. (istirkak) Hz. Peygamber’in böyle bir uygulaması yoktur. O, esirleri kurtulacakları güne kadar himâye edilmek ve hizmetinden yararlanılmak üzere bâzı âilelere vermiş, fakat köleleştirme yapmamıştır. (Seyyid Sâbık’tan) Ondan sonra gelen hâlîfeler, misilleme yoluyla bu uygulamaya nâdir olarak yer vermişlerdir. Daha sonra esirlerin köleleştirilmeleri uygulaması – bize göre Kur’ân’ın amacından sapılarak – yaygınlaşınca fıkıhçılar bunun meşrûiyetini zayıf temellere dayandırmışlardır. (KUR’AN YOLU, 5/47, 48)
‘Bu böyledir. Eğer Allah dileseydi, onlardan’ yere geçirmek, zelzele ve buna benzer savaşın dışında helâk ediş sebeplerinden herhangi birisi ile onları helâk edip ‘intikam alırdı. Fakat kiminizi kiminizle denemek ister.’ Yâni size savaşmayı emretmesinin sebebi, kiminizi kiminizle denemek istemesidir. Yâni müminleri daha bir arındırıp temizlemek, kâfirleri ise mahvedip yok etmek için, kâfirlerle müminleri imtihan etmek istemektedir. (S. HAVVÂ, 13/419)
‘Allah yolunda öldürülenlere gelince; onların amellerini aslâ boşa çıkarmaz.’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni o amellerini aslâ boşa çıkarmayacak, aksine amellerini artıracak, geliştirecek, kat kat katlayacaktır. Kimisi berzah hayâtı boyunca amel ediyormuş gibi kaydedilecektir.’ (S. HAVVÂ, 13/419)
‘Allah yolunda’ Allah için, İslâm’ın yücelmesi için, Allâh’ın dînini güçlendirmek, İslâm’ın bilinmesi, tanınması ve yaşanması için, anlamına gelir. Bu ifâde aynı zamanda savaşın amacını beyan etmektedir. Savaşın başka bir amaçla, sözgelimi şöhret ve dünyalık elde etmek için değil, Allah için, Allâh’ın dîni için yapılması gerekir. Allah için savaşırken şehid edilenleri yüce Allah ‘Kendilerine tanıttığı cennete koyacaktır.’ (İ. KARAGÖZ 7/183)
(5, 6).‘Onları, hidâyete erdirecek, durumlarını düzeltecektir.’ ‘Onları, kendilerine (önceden) tanıttığı cennete koyacaktır.’ Yâni kendilerine tanıttığı ve kendisine ilettiği cennete girdirecektir. Mücâhid der ki: Cennet hâlkı evlerine ve meskenlerine yol bulup giderler. Şânı yüce Allâh’ın kendilerine pay olarak verdiği yerlere giderler. Hiç yanılmazlar. Sanki yaratıldıkları andan beri orada sâkin imişler gibi dosdoğru oraya giderken hiç kimseden evlerini göstermelerini istemezler. (S. HAVVÂ, 13/424, 425)
Hadis: ‘Müminler cehennemden kurtulduklarında cennet ile cehennem arasında bir köprü başında alıkonulurlar. Orada dünyâ hayâtında iken aralarında yaptıkları haksızlıkların kısas’ı yapılır. Nihâyet arındırılıp temizlendiklerinde cennete girmeleri için izin verilir. Nefsim elinde olana yemin olsun, onlardan herhangi birisinin cennetteki evini tanıması, dünyâdaki evini tanımasından daha ileri derecededir.’ ( Buhâri, Ebu Said el Hudri’den, S. HAVVÂ, 13/425)
47/7-12 EĞER SİZ ALLÂH’A YARDIM EDERSENİZ
7. Ey îman edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nundînininyayılmasınavehayâtageçmesine) yardım ederseniz, (Oda) size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit/sağlam tutar (güçvesebatverir).
8. Küfre sapanlara gelince; yüzüstü kapanmak (vehelâk) onlaradır. (Allah) onların (bütüniyi) işlerini boşa çıkarmıştır.
9. Bunun sebebi; kâfirlerin Allâh’ın indirdiğini beğenmemiş olmalarıdır. (Allahda) onların amellerini boşa çıkarmıştır.
10. (Kâfirler) yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Baksalar ya, kendilerinden önceki (inkârcılarınveAllah’tangelenlerihiçesayan)ların sonu nasıl olmuş? Allah onları kökünden kazımıştır. Bütün kâfirler için de, onun benzerleri vardır.
11. Bu böyledir. Zîrâ Allah, îman edenlerin koruyucusudur. Kâfirler(egelince), onların hiç koruyucusu yoktur.
12. Hiç şüphesiz Allah, îman edip de sâlih (sevaplı) işler işleyenleri alt tarafından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Küfre sapanlar / inkâr edenler ise (dünyâdasırf) zevklen(ipeğlen)irler ve hayvanlar gibi yer (veiçer)ler. Artık onların yeri ateştir.
7-12. (7).‘Ey îman edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nundinininyayılmasınavehayâtageçmesine) yardım ederseniz, (Oda) size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit / sağlam tutar.’ Bu âyet, bir ilâhi sünnete (imtihan ve sa’y olarak anılan âdete, kânuna) ışık tutmaktadır; Allah dünyâ hayâtını imtihan için takdir buyurduğundan yardımını da kulun kendisine düşeni yerine getirmiş olmasına, sözlü duâ yanında, amel ve çabalarıyla fiili duâsını da yapmış bulunmasına bağlamıştır. Kul iyiliğe doğru bir adım atarsa Allah, yardım ve ödül olarak bin adım atmaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/49)
Allâh’ın dînine ve peygamberine yardım, Allâh’ın kitabının ve peygamberin sünnetinin öğretilmesi, emir ve yasaklarına uyulması konusunda çalışmak, iyilikleri emretme, kötülükleri engelleme ve İslâm’ı anlatma görevini yapmak, câmi, Kur’an kursu, eğitim merkezi, okul, öğrenci yurdu ve hastâne gibi yapıların oluşmasına, dînî içerikli kitapların yayınlanmasına, İslâm’ın hayâta hâkim olmasına ve din düşmanlarına karşı mücâdele verilmesine maddi ve mânevi destek vermekle mümkün olur. ‘Ey müminler! Allâh’a ve Peygamberine îman edesiniz, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allâh’ı tesbîh edesiniz diye (sizePeygambergönderdik.)’ (48/9; İ.KARAGÖZ7/184)
Dînî fiiller zorla değil, kulların irâdeleriyle yapılması matlup olan ihtiyâri yâni isteğe bağlı fiillerdir. Onun için kulun cüz’i irâdesi harekete geçmeden istenen netîce ve sevap meydana gelmez. O hususta ilâhi irâde kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu şekilde Allâh’ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz’i irâdelerini sarf etmekle yapacakları hizmetlerine, Allâh’a yardım denilmiştir ki, isnadda mecaz yâhut istiâredir. Yâni îmandan sonra siz, Allâh’ın emirlerini yerine getirmek, rızâsına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarf etmek sûretiyle dînine hizmet edersiniz. ‘Allah size yardım eder’ sizi düşmanlarınıza gâlip ve muzaffer kılar. ‘ve ayaklarınızı sıkı bastırır.’ Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde (veya İslâm lehine delil ortaya koyarken, S. HAVVÂ) ayaklarınızı kaydırmaz ve metânetle sizi üstün kılar. (ELMALILI, 7/134, 135)
Allâh’ın yardımı, müminin kendi irâdesini ve gayretini ortaya koyarak Allâh’ın dînine yardım etmek şartıyla düşmanlara karşı zafer elde etme, iş ve görevlerde başarılı olma, dînî görevleri yerine getirme, sağlıklı yaşama, sıkıntıları ve belâları giderme, problemleri çözme, sosyal ilişkiler ve benzeri hayâtın her alanında söz konusudur. (..) Mümin Allâh’a yönelecek, O’nun dediklerine kulak verecek, O’ndan yardım isteyecek ve Allâh’ın yardımını hak edecektir. ‘İyi bilin ki Allâh’ın yardımı yakındır’ (2/214) âyetinde ifâde edildiği gibi, Allâh’ın yardımı kuluna her zaman yakındır. (İ. KARAGÖZ 7/185)
‘ve ayaklarınızı sıkı bastırır.’ Bâzı büyükler şöyle demiştir: Ayakların kayması üç şeyle olur: (1) Allâh’ın sana olan mevhibelerine ortak koşmak, (2) Allah’tan başkasından korkmak, (3) Allah’tan başkasından bir şey beklemektir. Yine ayakların sâbit olup sağlam durması da üç şeyle olur: (1) Sürekli Allâh’ın fazl-u keremini görmek ve nîmetlere şükretmek, (2) Bütün hâllerde kendi kusurunu görmek ve Allah’tan korkmak, (3) Allâh’ın kefâlet ve himâyesinde gönül huzûruyla bulunup bundan hiçbir sıkıntı duymama ve hiç hâcet / ihtiyaç beyan etmemektir. (İ. H. BURSEVİ, 19/207)
(8).‘Küfre sapanlara gelince; yüzüstü kapanmak (vehelâk) onlaradır. (Allah) onların işlerini boşa çıkarmıştır.’ Artık yıkım onlara: ‘ta’s’ kelimesi, aslında ayak kayıp, yüzükoyun, yâhut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp helâk olmaktır. Kâmus’ta der ki: Helâk olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık, düşüş mânâlarına gelir. ‘ta’san leh’ ifâdesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi bedduâ yerinde de mesel hâlinde kullanılır. Burada müminlere ayaklarını sağlam bastırma vaadine karşılık, kâfirlere yıkım ile tehdittir. (ELMALILI, 7/135)
(9).‘Bunun sebebi; onların Allâh’ın indirdiğini beğenmemiş olmalarıdır.’ Dolayısıyla açıklandığı üzere irâdelerini sarf etmek sûretiyle Allâh’ın dînine hizmet ve yardımda bulunmayıp aksine gitmişlerdir. (ELMALILI, 7/135)
‘(Allahda) onların amellerini boşa çıkarmıştır.’ Kâbe’yi tavaf etmek, Mescid-i Harâm’ı imar etmek, misâfire ikram etmek, yardım isteyenlere ve mazlumlara yardım etmek, fakirlere ve yetimlere yardım elini uzatmak… gibi ‘amellerini heder etmiştir.’ (İ. H. BURSEVİ, 19/208)
(10).‘(Kâfirler) yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Baksalar ya, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş?’ Şam, Yemen ve Irak tarafına gidip Âd, Semûd ve Sebe’ hâlkı gibi peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Zîrâ onların ülkelerindeki geride bıraktıkları kalıntılar, onlardan haber vermektedir. (İ. H. BURSEVİ, 19/209)
‘Allah onları kökünden kazımıştır.’ Kendilerini, âilelerini, çoluk çocuklarını ve mallarını helâk ederek onların kökünü kesmiştir. ‘Bütün kâfirler için de, onun benzerleri vardır.’ Yine de bunlara verilecek cezâ, diğer ümmetlere verilen cezânın kat kat fazlası olmayıp, bilâkis misli ve benzeridir. (İ. H. BURSEVİ, 19/209)
(11).‘Bu böyledir. Zîrâ Allah, îman edenlerin koruyucusudur.’ İçte ve dışta düşmanlarına karşı onlara yardım edecektir. (İ. H. BURSEVİ, 19/210)
‘Kâfirler(egelince), onların hiç koruyucusu yoktur.’ Allâh’ın azap ve cezâsından kurtaracak hiçbir dostları, yardımcıları yoktur. (ELMALILI, 7/136)
Kâfirlerin dost ve yardımcıları yoktur: Yüce Allah, mümin veya kâfir her insanın rızkını ve çalışmasının karşılığını verir. Yüce Allah, lütfu ile müminlere yardım ederken, kâfirlere lütfu ile yardım etmez. İnkâr ve isyan eden kâfirlere yüce Allah, süre tanır, ancak inkâr ve isyanda ısrar edenleri helâk eder. Yüce Allâh’ın helâk emri geldiği zaman kâfirlere yardım edebilecek hiçbir kimse olmaz. Allâh’ın irâdesine hiçbir kimse engel olamaz. Âhirette de kâfirlerin dost ve yardımcıları olmaz. (İ. KARAGÖZ 7/189)
Uhud savaşında, Hz. Peygamber (s) yaralandığı zaman birkaç sahâbesi ile birlikte dar bir vâdinin yamacında bekliyordu. Tam bu sırada Ebû Süfyan, ‘Bizim Uzzâ’mız var, sizin ise Uzzâ’nız yok’ diye bağırmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s), ‘Allah bizim yardımcımız ve koruyucumuzdur. Sizin ise hiçbir yardımcı ve koruyucunuz yoktur’ diye cevap verdi ki, bu cevap bu âyetten alınmıştır. (MEVDÛDİ, 5/355)
Hadis: Ebû Hüreyre (a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s), ‘Sizden hiçbir kimseyi ameli cennete koyamaz’ buyurdu. Kendisine ‘Ey Allâh’ın Elçisi! Sizi de mi? Denildi. Hz. Peygamber: ‘Evet, beni de, ancak Rabbim beni merhameti ile kuşatmıştır. Bana merhameti ile muâmele edecektir’ cevâbını verdi. (Müslim Sıfatü’l Münâfikin 72; İ. KARAGÖZ 7/190)
(12).‘Hiç şüphesiz Allah, îman edip de sâlih işler işleyenleri alt tarafından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Küfre sapanlar / inkâr edenler ise (dünyâdasırf) zevklen(ipeğlen)irler ve hayvanlar gibi yer (veiçer)ler. Artık onların yeri ateştir.’ Yâni, hayvan nasıl ‘bu rızık nereden gelmiştir, kim yaratmıştır, bu rızkı veren verdiğine karşılık benden ne istemektedir?’ diye düşünmeden yerse, bu insanlar da böyle yerler; yemeden içmeden başka bir şey düşünmezler. (MEVDÛDİ, 5/355)
47/13-15 MÜTTAKİLERE VAADOLUNAN CENNETİN DURUMU
13. (Rasûlüm!) Seni (içlerinden) çıkaran belde (hâlkı)ndan daha kuvvetli nice belde (halkı) vardı. Biz onları yok ettik de onlara hiçbir yardım eden olmadı.
14. Artık Rabbinden apaçık bir delil (olanKur’ân’)a tâbi olan kimse, hiç kötü ameli kendisine süslü (vegüzel) gösterilmiş ve keyif ve zevklerine uymuş kimse gibi midir? [bk. 13/19; 35/8; 59/20]
15. Muttakîlere (Allâh’ınemirlerineuygunyaşayanvekarşıgelmektensakınanlara) vaadedilen cennetin sıfatı (şudur): İçinde (hiçözelliği) bozulmayan sudan ırmaklar, tadı hiç değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Ayrıca meyvelerin hepsi ve bir de Rablerinden bağışlama onlar içindir. Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça kesen kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?
13-15. (13).‘(Rasûlüm!) Seni (içlerinden) çıkaran belde (halkı)ndan daha kuvvetli nice belde (halkı) vardı. Biz onları yok ettik de onlara hiçbir yardım eden olmadı.’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Bu Rasûllerin efendisi, peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s)’i yalanladıkları için Mekke halkına yönelik oldukça sert ve kesin bir tehdittir. Yüce Allah, bu Mekkelilerden daha güçlü ve kuvvetli oldukları hâlde, peygamberleri yalanlayan kavimleri helâk ettiğine göre; bu Mekkelilere dünyâ ve âhirette Allâh’ın neler yapacağını zannetmektedirler. Gerçek şu ki; dünyâ hayâtında onların birçoğunun üzerinden cezânın kaldırılması, rahmet peygamberi olan Allâh’ın Rasûlünün varlığının bereketi iledir. Fakat azap kâfirlerin öldükten sonra dirilişlerine biriktirilmektedir. (S. HAVVÂ, 13/429)
Kurtubi’nin sahih olduğunu açıklayarak naklettiği bir rivâyete göre Hz. Peygamber Mekke’yi terk etmek mecbûriyetinde bırakılınca, Sevr mağarasına geldiğinde geriye dönüp Mekke’ye bakarak hüzünlenmiş ve ‘Ey Mekke! Sen Allâh’ın en çok sevdiği, benim de en çok sevdiğim bir şehirsin. Eğer senin müşriklerden oluşan hâlkın beni çıkarmamış olsalardı, seni aslâ terk etmezdim’ demiş, bunun üzerine onu ve ümmetini teselli için bu âyet inmiştir. Mekke müşriklerinin de âkıbeti Allâh’ın dediği gibi olmuş, ileri gelenleri yok edilmişler, güvendikleri güçleri onlara fayda vermemiş, acı sonu engelleyememiştir. (KUR’AN YOLU, 5/51)
(14).‘Artık Rabbinden apaçık bir delil (olanKur’ân’)a tâbi olan kimse, hiç kötü ameli kendisine süslü gösterilmiş ve keyif ve zevklerine uymuş kimse gibi midir?’ Yâni, bunlar ve ötekiler bir değildir. Âmil bir mümin, facir, kötülükleri işleyen, hevâsına uyan kâfir gibi olamaz. (S. HAVVÂ, 13/430)
İş anlatıldığı gibi değil mi! Açık bir delil, mâlikinden ve mürebbîsinden parlak bir burhan üzere olanla, kötü işi kendisine süslendirilen bir olur mu? Şunu demek istemektedir: Hidâyet üzere olanla, dalâlete düşen eşit değildir. (İ. H. BURSEVİ, 19/220)
(15).(…) Muhammed’e indirilene îman edip, sâlih ameller yaparak korunan müminlere vaad olunan cennetin temsili, temsil yoluyla şaşılacak bir hâlinin tasviri şudur: ‘Orada ırmaklar var. Öyle bir sudan ki, bozulması yok’ bayatlamaz, tadı bozulmaz, kokmaz, yiğmez, öyle akar gider. (ELMALILI, 7/140)
‘Yine ırmaklar var, öyle bir sütten ki, tadı değişmez’ dünyâ sütleri gibi ekşimez, kesilmez, kokmaz, yaratıldığı şekilde taptâze akar. (ELMALILI, 7/140)
Hadis: Merfu bir hadiste ’Bu süt, davarların memelerinden çıkan bir süt değildir.’ (S. HAVVÂ, 13/445)
‘Yine ırmaklar var bir şaraptan ki, içenlerine lezzet’ dünyâ şarapları gibi kekreliği yok, sarhoş ediciliği yok, günahı, vebâli yok. (ELMALILI, 7/140)
‘O şarapta herhangi bir zarar yoktur ve onlar ondan dolayı sarhoş da olmazlar.’ (es Sâffât, 37/47). Ondan başları da ağrımaz; sarhoş da olmazlar.’ (el Vâkıa, 56/19). ‘Beyaz ve içenlere lezzet veren (bir şarap) (es Sâffât, 37/46) Merfu bir hadiste belirtildiğine göre bu şarap, insanlar tarafından ayaklarla sıkılmış değildir. (S. HAVVÂ, 13/446)
‘Yine nehirleri var öyle baldan ki, sâfi süzme’ mumu yok, posası yok. (ELMALILI, 7/140)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Hâkim b. Muâviye babasından dedi ki: Rasûlullah (s)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Cennette süt denizi, su denizi, bal denizi, şarap denizi vardır. İşte bundan sonra da nehirler bundan bölünerek çıkar.’ (Tirmizi’den, S. HAVVÂ, 13/446)
‘Hem onlara meyvelerin her türlüsünden var’ İçecekler öyle aktığı gibi, yiyeceğin de her çeşidi var. Fakat ihtiyaç için değil, sırf lezzet için, çünkü meyve lezzet için yenilir. (ELMALILI, 7/140)
‘Rablerinden bir bağışlama vardır.’ Mağfiret, ‘günahı örtmek’ demek olduğuna göre, o cennete girilmeden önce değil midir? O hâlde cennette mağfiretin mânâsı nedir? Buna demişlerdir ki, önce olan mağfiret günahtan hesâba çekilmeme mânâsına günahları örtmektir. Buradaki mağfiretten maksat ise, utandırmamak için günahı hiç anmamak, hatırlatmamak mânâsına günahları örtmektir. (ELMALILI, 7/140)
‘Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça kesen kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?’ İbn Kesir der ki: ‘Yâni cennetteki makamlarını, söz konusu ettiğimiz bu gibi kimseler, cehennemde ebediyyen kalacak kimse gibi midir? Hiç bunlar ötekiler gibi olur mu? Olamaz. Cennetin yüksek derecelerinde bulunan kimse, cehennemin aşağılara doğru inen basamaklarındaki gibi olur mu? Cehennemdekilere tahammül edilmeyecek derecede sıcak kaynar sular içirilecekve bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça edecektir. Bütün bunlardan yüce Allâh’a sığınırız. (S. HAVVÂ, 13/430)
Cennetin doğrudan kendisini anlatmak, onu dünyâ hayâtına âit kelimeler ve kavramlarla tanıtmak, insan zihninin yapısı bakımından mümkün değildir. Orası ayrı bir âlem, ayrı bir varlık boyutu, farklı bir içerikler bütünüdür. Ama yine de insanları imrendirmek ve özendirmek için bir şekilde anlatılması gerekir. Kur’ân’ın, âhiret hâllerini anlatmak için seçtiği anlatım yolu, insanların en azından kendi yaşadıkları, algıladıkları dünyâ hâllerinden örnekler vererek onların âhiret hakkında kıyaslama yoluyla bir fikre varmalarını sağlamak, bunun için mecazlar kullanmak ve misâller vermektir. Âyette verilen misâller, sonuçta cennet hayatının çeşitli zevklerle dolu, insanın mutluluk içinde yüzeceği bir hayat olduğu noktasına varır. (KUR’AN YOLU, 5/51, 52)
47/16-19 BİL Kİ, ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR
16. (Ey Peygamberim! Kâfir)lerden seni dinleyenler de vardır. Sonra senin yanından çıktıkları zaman, (ashaptan) kendilerine ilim verilmiş olanlara: “O az önce ne söylemişti?” derler (böylecealayederler). İşte onlar (buyüzden) Allâh’ın kalplerini (kapatıp) mühürlediği, keyif ve zevklerine uyan (münafık) kimselerdir.
17. (İmanetmekle) doğru yolu bulanlar(agelince, Allah,) onların hidâyetlerini artırır ve takvâlarını verir (ateştenkorunmalarınıilhameder). [bk. 41/44]
18. Hâlâ o (inanmaya)nlar, kıyâmet saatinin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte (geleceğinin) alâmetlerinden (olansonpeygamber) gelmiştir. Artık o (saat) kendilerine geldiği vakit, hatırla(yıptevbeet)meleri(ninfaydası) nereden olacak? [bk. 22/47]
19. ‘(Rasûlüm!) Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. (Hatâveyakusurdanibâretolan) günahına ve mü’min erkeklerle mü’min kadınlar(ıngünahların)a bağışlanma dile. Allah dönüp dolaştığınız yeri de, (sonunda) duracağınız yeri de bilir. [bk. 40/55; 48/2]
16-19. (16).‘O (münâfık)lardan seni dinleyenler de vardır. Sonra senin yanından çıktıkları zaman, (ashaptan) kendilerine ilim verilmiş olanlara: “O az önce ne söylemişti?” derler (böylecealayederler). İşte onlar (buyüzden) Allâh’ın kalplerini mühürlediği, keyif ve zevklerine uyan kimselerdir.’ Burada karşılaştırma münâfıklar ile müminler arasındadır. Münâfıklar Hz. Peygamberin yanında ve yakınında bulunuyor ve onu dinliyorlardı ama kalplerinde îman bulunmadığı için bu berâberlik ve ondan duydukları şeyler kendilerini rahatsız ediyor, yeri geldikçe alay ederek, olmadık sorular sorarak, problemler çıkararak rahatlamaya çalışıyorlardı. Hem dinleyip hem de başkalarına ‘O şimdi ne dedi!’ diye soru sormak, bir yandan dinlediklerini alaya almak, bir yandan da söyleyeni önemsememektir. Bu tavır ve davranışların sonu, kalbin kararması, zihnin şartlanması, doğruyu arama ve bulma kâbiliyetinin körleşmesidir. (KUR’AN YOLU, 5/52)
Rasûlullah’ı ilgi ile dinledikten sonra, kalkıp ta ‘Az önce ne demişti?’ diye soru sormaları Rasûlullah’ın sözlerine göstermelik olarak kulak verdiklerini ve göstermelik olarak dikkat ettiklerini gösterir ve kalplerinin gaflet içinde, başka şeylerle meşgul ya da kör ve kapalı olduğunu ifâde eder. Bir de gizliden gizliye ve alçakça alaylarını gösterir. Çünkü onlar, bu soruları ile ilim adamlarına şunu söylemek istiyorlar: ‘Muhammed’in söylediği şeyler anlaşılmıyor.’ Ya da Muhammed ‘anlaşılabilir şeyler söylemiyor.’ (S. KUTUB, 9/255)
Münâfıklık hareketi Medîne’de ortaya çıkmış bir harekettir. Mekke’de münâfıklığı gerektirecek bir neden olmadığı için münâfıklık ta olmamıştı. Müslümanlar, Mekke’de düşkün durumda olup zulüm gördüklerinden, hiç kimse münâfık olmaya gerek duymamıştı. Yüce Allah Medîne’de Evs ve Hazreç kabîleleri ile İslâm’ı ve müslümanları güçlendirince, İslâm kabîle kabîle, ev ev, yayılıp da her yuvaya girince, Hz. Muhammed’in ve İslâm’ın yücelip güçlenmesini hoş görmeyen ve aynı zamanda İslâm’a açıkça düşmanlık yapamayan birtakım kimseler müslüman görünmek, istemeye istemeye kendilerini müslümanmış gibi göstermek zorunda kaldılar. Oysa içlerinden İslâm’a ve peygambere kin ve nefret dolu idiler. Bunların başında da meşhur Selul oğlu Übey oğlu Abdullah gelmekte idi. (S. KUTUB, 9/254)
‘Allâh’ın bir kimsenin kalbini mühürlemesi’ bu kimseye lütufta bulunup hidâyet etmemesi, onları kendi irâdeleri istikâmetinde inkâr hâlinde bırakması, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/196)
(17).‘(İmanetmekle) doğru yolu bulanlar(agelince, Allah,) onların hidâyetlerini artırır ve takvâlarını verir.’ Yâni takvâ sâhibi olmak üzere onlara yardımcı olur ve bu konuda onlara tahkik derecesine ulaşmak imkânını bahşeder. (S. HAVVÂ, 13/432)
(18).‘Hâlâ o (inanmaya)nlar, kıyâmet saatinin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte (geleceğinin) alâmetlerinden (olansonpeygamber) gelmiştir. Artık o (saat) kendilerine geldiği vakit, hatırla(yıptevbeet)meleri(ninfaydası) nereden olacak?’ Rasûlullâh’ın peygamber olarak gönderilmesi, kıyâmetin alâmetlerindendir. Çünkü o, şânı yüce Allâh’ın kendisi vâsıtasıyla dîni tamamlayıp bütün âlemlere karşı onu delil kıldığı peygamberlerin sonuncusudur. Ayrıca o, kıyâmetin alâmetlerini haber vermiştir. Bunu beyan etmiş ve açıklamıştır. Böylesi, ondan önce hiçbir peygambere verilmiş değildir. (S. HAVVÂ, 13/447)
Burada geçen ‘şartlarından’ yâni alâmetlerinden kasıt, onun yaklaşmış olduğunu gösteren emârelerdir. Yüce Allâh’ın şu buyruklarında görüldüğü gibi: ‘Bu önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır. Yakın olan (kıyâmet) yaklaştı. (en Necm, 53/56, 57). ‘O saat (kıyâmet) yaklaştı ve Ay yarıldı. (el Kamer, 54/1); ‘Allâh’ın emri geldi, sakın onu acele istemeyin’ (en Nahl, 16/1); ‘İnsanlara hesaplarının vakti yaklaştı. Hâlbuki onlar gaflet içerisinde yüz çevirmektedirler.’ (el Enbiyâ, 21/1; S. HAVVÂ, 13/447)
Canlarını almak için ölüm meleği gelince veya ilâhi azap gelip ölüm ile karşı karşıya kalınca veya kıyâmet alâmetleri ortaya çıkınca yapılan îman, tevbe ve sâlih ameller makbul olmaz. (İ. KARAGÖZ 7/199)
Hadis: ‘Üç şey ortaya çıktığı zaman, daha önce îman etmemiş veya îmânında hayırkazanmamış olan bir kimseye îmânı fayda vermez. Bu üç şey şunlardır: Güneş’in batıdan doğması, bir duman çıkması ve yeryüzü canlısı.’ (Tirmizi Tefsir 7, No 5067; İ. KARAGÖZ 7/199)
Hadis: Kıyâmetin bir kısım alâmetleri de ortaya çıkmış durumdadır. Meselâ İslâm’ın son din, Hz. Muhammed (sav)’in de son peygamber olarak gönderilmiş olması, bunların en açığıdır. Nitekim Rasûlullah (sav) bir defâsında orta ve işâret parmaklarını birleştirerek ‘Benim gönderilmem ile kıyâmet birbirine şu iki parmak kadar yakındır’ buyurmuştur. (Buhâri Talâk 25, Müslim Cuma 43’den Ö. ÇELİK, 4/546)
(19).‘(Rasûlüm!) Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. (Hatâveyakusurdanibâretolan) günahına ve mü’min erkeklerle mü’min kadınlar(ıngünahların)a bağışlanma dile. Allah dönüp dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri de bilir.’ (…) Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, Peygamberimiz (sav)’in Allâh’a karşı kulluğu çok derinden hissettiği, O’na karşı kulluk görevlerini tam yapamama, yaptıklarını yeterli görmeme duyguları içinde olduğunu gösterir. Ona göre kul, ne kadar ibâdet etse yine de Allâh’ın lütuf ve ihsanlarına karşı şükrünü yerine getiremez. Kul ne kadar mükemmel olsa yine de Allah Teâlâ’ya karşı kullukta kusurludur. Bunun için istiğfâra devam etmesi gerekir. Efendimiz (s)’in bu hâli, bütün müminler ve insanlık için ne güzel bir nümûnedir. (Ö. ÇELİK, 4/546, 547)
Hz. Peygamber için günah olan veya onun günah saydığı şey, sıradan insanlar için tabii ve mubah olan davranışlardır. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur: (Hadis) ‘Kalbimin perdelendiği oluyor ve ben günde yüz defâ Allah’tan af ve bağışlanma diliyorum.’ (Müslim) Burada ‘perdelenme’ diye çevirdiğimiz kelime, ‘Allâh’ı anma ve hatırda tutma konusundaki kesiklik’ olarak açıklanmıştır. Yâni Hz. Peygamber her an Allah şuuru içinde yaşamaktadır, bu şuurda anlık kesintileri günah sayıp onlara da tevbe etmektedir. (KUR’AN YOLU, 5/53, 54)
Hadis: ‘Ey Allâh’ım! Önce yaptığım sonra yapacağım, gizli ve açık olarak yaptığım bütün kusurlarımdan dolayı beni bağışla. Öne geçiren de geri bırakan da sensin, senden başka ilâh yoktur. (Tirmizi’den, M. DEMİRCİ, 3/143)
Görüldüğü gibi bu ve benzeri hadisler, Allah Rasûlü (s)’in yaptığı hatâ, kusur ve yanlış içtihatlardan dolayı istiğfarda bulunduğunu açık ve net olarak gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla bu tablo bize gösteriyor ki, Hz. Peygamber de zaman zaman yanılarak, unutarak ve bilgi eksikliği sebebiyle adına ‘zelle’ denilen bâzı kusurlar (günahlar) işlemiştir. Ancak Allah Teâlâ ‘Böylelikle Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın ve sana olan nîmetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin.’ (Fetih 48/2) âyetinde de belirtildiği gibi onun bütün günahlarını bağışlamıştır. Çünkü bunlar Hz. Peygamber tarafından kasten değil, gayr-i ihtiyâri olarak işlenen kusurlardır. Bunların bir kısmı da dâvâsı uğruna gaflete ve umutsuzluğa düşmesi ve bilmeden yapmış olduğu hatâlar sonucu rûhunu bulandıran günahlar olarak telakki edilmiştir. (M. DEMİRCİ, 3/144)
Abdullah b. Abbas’a göre insanın gezip dolaştığı yer dünyâ, durduğu yer ise âhirettir. (M. DEMİRCİ, 3/144)
47/20-28 ONLAR KUR’ÂN’I DÜŞÜNMÜYORLAR MI?
20, 21. (Ey Peygamberim!) İman edenler: “(Cihadhakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?” derler(di). Fakat hükmü kesin (veaçık) bir sûre indirilip de içinde savaş anılınca görürsün ki kalplerinde (şüphevenifaktan) bir hastalık bulunanlar, üzerine ölümden baygınlık gelmiş (kimsen)in bakışı gibi sana bakarlar (bk. 4/77). 21. Hâlbuki onlara daha uygun olan, itaat ve güzel sözdür. Emir (veiş) kesinleşince (cihadisteklerinde) Allâh’a karşı sâdık kalsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.
22. (Eymünâfıklar!) Yönetimi ele alırsanız, yeryüzünde hemen karışıklık çıkarmanız ve (çeşitliusullerle) akrabâlık bağlarını parçalamanız sizden umulan (birşey) değil midir?
23. İşte bunlar, Allâh’ın kendilerini rahmetinden kovduğu, (kulaklarını) sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.
24. Münâfıklar Kur’ân(’ınsöyledikleri) üzerinde düşünmezler mi? Yoksa kalpler(inin) üzerinde kilitler mi var?
25. Şüphesiz doğru yol (İslâm) kendilerine açık seçik belli olduktan sonra gerisin geri (küfre) dönüp (dinden) irtidat eden (münâfıklar var ya) şeytan onlara (nifak, küfür ve günahları) süslü gösterdi. Allah da onlara süre tanıdı.
26. Bunun sebebi, o (münâfıkola)nların, Allâh’ın indirdiğinden hoşlanmayan (müşrikveyahûdi)lere: “Biz size (Peygamberveİslâmaleyhine) bâzı işlerde itaat edeceğiz.” demeleridir. Hâlbuki Allah onların gizli konuşmalarını bilir.
27. (Ölüm) melekler(i), yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını aldıkları zaman, onlar(ınhâlleri) nice olur?
28. Bu böyledir. Zîrâ, onlar Allâh’ı kızdıran şeylere uymuşlar ve O’nun rızâsından (samimiîmanveemirlerineitaatten) hoşnut olmamışlardır. Bu yüzden (Allah) da onların amellerini boşa çıkardı.
20-28. (20, 21).‘İman edenler: “(Cihadhakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?” derler(di).’ Durumlarında günden güne düzelme artmış, îmanlarında sâdık, ihlâslı müminler, kâfirlerin sapıklık ve azgınlıkları karşısında takvâ duygularının artmasıyla Allah yolunda cihâda izin verilmesini arzu ederek o konuda bir sûre indirilmesine özlem duyuyorlar. (ELMALILI, 7/144)
‘Fakat hükmü kesin bir sûre indirilip de içinde savaş anılınca görürsün ki kalplerinde (şüphevenifaktan) bir hastalık bulunanlar, üzerine ölümden baygınlık gelmiş (kimsen)in bakışı gibi sana bakarlar (bk. 4/77).’ Savaş emri gelmezden önce münâfıklarla gerçek müminler arasında görünüşte hiçbir fark görünmüyordu. Onlar da müminlerle berâber namaz kılıyor, oruç tutuyor ve diğer normal faaliyetlerde bulunuyorlardı. İsteksiz de olsa, İslâm’ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslâm uğruna canları fedâ etme vakti gelince münâfıklıkları açığa çıkmağa başladı; göstermelik îmanları üzerindeki perde açıldı (bk. Nisâ 4/77, Ö. ÇELİK, 4/548)
Hükmü açık sûre, ‘muhkem olan’, ‘müteşâbih olmayan sûre’ demektir. Böylece savaşın hükmü muhkem âyetlerle kesin olarak ortaya konulmuştur. Nitekim konuya ilişkin muhkem âyetlere şunlar örnek verilebilir: ‘Ey îman edenler! İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun!’ (Muhammed, 47/4). ‘Allah yolunda savaşın.’ (Bakara, 2/190, 244). ‘Size savaş farz kılındı.’ (Bakara, 2/216). ‘Ey îman edenler! İnkâr edenlerle toplu hâlde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin’. (Enfâl, 8/15). ‘Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınızda, sebat edin.’ (Enfâl, 8/45) ve Tevbe Sûresindeki savaş hükümleri hep bu niteliktedir. Bunlar üzerinde nesih (hükmün ilgâsı) söz konusu olmamıştır. Başka bir deyimle, hükümleri kıyâmete kadar yürürlüktedir. Ancak savaş âyetleri Düşman savaş ağırlıklarını atana kadar’ (Muhammed, 47/4) olan süreci kapsar. Sulh döneminde caydırıcı güç bulundurma ve savunma hazırlıkları yapma da bu kapsamdadır. (H. DÖNDÜREN, 2/814)
‘Hâlbuki onlara daha uygun olan, itaat ve güzel sözdür.’ Yâni öyle kimselere de ölüm, yaşamaktan daha uygun, daha münâsiptir. Yâhut ‘veyl’den ism-i tafdil olarak ‘veyl’in de en dehşetlisi onlara’ demektir. (ELMALILI, 7/144)
‘Emir (veiş) kesinleşince (cihadisteklerinde) Allâh’a karşı (îman, itaat ve niyetin hâlis kılınması hususunda) sâdık kalsalardı, elbette kendileri için (cihadı terk edip, ondan hoşlanmamaktan) daha hayırlı olurdu.’ (S. HAVVÂ, 13/434)
(22).‘Demek ki iş başına gelecek olsanız.’ Burada ‘tevelli’ nin iki mânâya ihtimâli vardır. Birisi, arkasını dönüp kaçmak mânâsına ‘tevelli’ den, birisi de ‘velâyet’ten tefe’ül ölçüsü olarak vâli olmak, iş başına geçmek mânâsına tefsir edilmiştir. Dolayısıyla şu iki mânânın ikisi de doğrudur. Birinci mânâya göre, nasıl o korkaklıkla döner, savaştan kaçar da ‘yeryüzünde bozgunculuk yapar’ ordu bozanlık edip, düşmanın istîlâsına sebep olur ‘ve yakınlarınızı doğratabilir misiniz?’ (…) Yâni çoluğunuzu çocuğunuzu, kadınlarınızı, hısımlarınızı parçalatabilir misiniz? Çünkü müslüman ordusunda bozgun çıkarıp, düşman istîlâsına sebep olunduğu takdirde meydana gelecek sonuç budur. Öbür mânâca, nasıl o korkaklıkla iş başına geçer, kumandayı elinize alır da vatanınızı câhiliye devri gibi bozguna çevirir, ihtilâl içinde hısım ve akrabalarınızı yine öyle perişan edebilir misiniz? Bu âyetle yakınlarla ilgiyi kesmenin haramlığına delil getirilir. (ELMALILI, 7/144, 145)
Toplumdaki barış ve huzur ortamını, mal, can ve nâmus güvenliğini bozmak, insan haklarını ihlâl etmek, îman, ibâdet, ahlâk, dürüstlük ve doğruluktan sapmak, şirk, küfür, nifak ve isyâna dalmak, düşmanlık, azgınlık, kindarlık, bölücülük, terör ve savaş kışkırtıcılığı yapmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır. (..) Îman ve sâlih amellere ters düşen, ilâhi irâdeye uymayan her türlü inanç, söz, eylem ve davranışlarda bulunmak yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır. (..) Hava, su, toprak, ırmaklar, denizler, ormanlar ve doğal çevreyi kirletmek ve tahrip etmek yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır. (İ. KARAGÖZ 7/206)
Yeryüzünde fesat çıkarmak en büyük günahlardan biridir. Bu itibarla Kur’an’da fesat çıkaranlara dünyâda ve âhirette cezâ olduğu bildirilmiştir. (5/32, 33; İ. KARAGÖZ 7/206)
İşte burada yeryüzünde genel olarak fesat çıkarmak ve özellikle de akrabâlık bağlarını kesmek yasaklanmaktadır. Fesat çıkarmak ve akrabâlık bağlarını kesmek yerine, Allah Teâlâ yeryüzünde ıslah etmeyi ve akrabâlık bağlarını gözetmeyi emretmektedir. Akrabâlık bağlarını gözetmek ise hem söz, hem fiil, hem de mal harcamak konusundaki cömertlik sûretiyle akrabalara iyilik yapmak demektir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 13/449)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Sevban (r)’dan Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: ‘Her kim ecelinin ertelenmesini, rızkının da artırılmasını arzu ediyor ise, akrabâlık bağlarını kesmesin.’ (S. HAVVÂ, 13/450)
Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Amr b. Şuayb’dan, o babasından, o da dedesinden rivâyetle dedi ki: Bir adam Rasûlullah (sa)’ın yanına geldi ve şöyle dedi: Ey Allâh’ın Rasûlü, benim akrabâlarım var. Ben akrabâlık bağını gözettiğim hâlde onlar kesiyorlar, ben iyilik yapıyorken onlar kötülük yapıyorlar, onlara davranışlarına göre karşılık vereyim mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Hayır, o takdirde hep birlikte terk olunursunuz. Fakat ihtiyâcından arta kalandan cömertçe ver ve onların akrabâlık bağını gözet! Çünkü sen bu durumda devam ettiğin sürece, Azîz ve Celîl olan Allah, tarafından seninle birlikte bir destekleyici bulunup duracaktır.’ (S. HAVVÂ, 13/450) (Benzer hadis: Buhâri Edeb 15, Tirmizi Birr 10)
(23).‘Onlar,’ o vasıfları anlatılan ve savaş emri kesinlik ve ciddiyet kazandığı sırada sadâkatsizlik edip de yakınlarını doğratacak şekilde vatanlarını bozguna verecek olan kalbi hastalıklı olanlar, ‘Allâh’ın lânet ettiği, rahmet alanından kovduğu kimselerdir. Onun için kulaklarını sağır ve gözlerini kör etmiştir.’ Hak kelâmını işitmezler. Nefislerde ve ufuklardaki hakkın âyetlerini görmezler, bakmak istemedikleri için görmezler. (ELMALILI, 7/145)
(24).‘Yoksa bunlar Kur’ân’ı düşünmezler mi?’ Tedebbür, işlerin ard ve âkıbetlerini düşünmek demektir. Yâni, Kur’ân’ı düşünüp, onu incelemezler mi ki, onda olan öğüt, nasîhat, mesaj ve kötülükleri engelleyici hususları düşünsünler de helâk edici isyâna düşmesinler. (İ. H. BURSEVİ, 19/256)
‘kalplerinin üzerinde kilitleri mi vardır?’ İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni, aksine kalpleri üzerinde kilitleri vardır. Bu kalpler kapalıdır. Kur’ân’ın mânâlarından hiçbir şey onlara ulaşmamaktadır. (S. HAVVÂ, 13/435)
Kur’ân’sız hayat, Allah’tan uzak bir hayat demektir. Kur’ân’ı okumak, yalnız yüzünden veya ses gösterisi şeklinde okumak değil; onu anlamak, üzerinde düşünmek ve yaşamak demektir. Sorumluluktan kurtaran da budur. Meyveler yalnız kabuğunu yemek için değildir. Bundan dolayı okuyup üzerinde tefekkür etmeyenleri Allâhu Teâlâ kınamakta ve bu sebeple de büyük sorumluluk yüklemektedir. [bk. 38/29] (H. T. FEYİZLİ, 1/508)
(25).’Şüphesiz doğru yol (İslâm) kendilerine açık seçik belli olduktan sonra gerisin geri (küfre) dönüp (dinden) irtidat eden (münâfıklar var ya) şeytan onlara (nifak, küfür ve günahları) süslü gösterdi. Allah da onlara süre tanıdı.’ Burada sözü edilen münâfıklar, önce îman etmiş iken sonra eski hâllerine dönenlerdir. Bunlar ve genellikle münâfıklar vahiyden ve onun getirdiği İslâm’dan hoşnut değillerdi. Bu yüzden İslâm düşmanları ile işbirliği yapıyor, bâzı konularda onlara yardım ediyorlardı (Haşr, 59/11); bütün bunların mânevi sebebi de şeytana uymaları, bâtılı hak, çirkini güzel, kötüyü iyi görmeleri idi. (KUR’AN YOLU, 5/57)
Nitekim onlar, Hendek savaşı sırasında da yine İslâm düşmanlarıyla anlaşmışlar ve müslümanları arkadan vurmaya yeltenmişlerdi. Çünkü bunlar cihad, savaş, infak vb. hususlarda Kur’ân’ın getirdiği tâlimatlardan hiç hoşlanmıyorlardı. (Ö. ÇELİK, 4/550)
(26).‘Allâh’ın indirdiğinden hoşlanmayanlar dediler:’ Kureyzaoğulları ve Nadiroğulları Yahûdileri Hz. Peygambere Kur’ân’ın indirilmesinden hoşlanmamışlardı. Kureyş müşrikleri de ‘Bu Kur’ân şu iki şehirden bir büyük adama indirilseydi ya’ (Zuhruf, 43/31) demişlerdi. Münâfıklar o Yahûdilere veya müşriklere gizlice sözvererek‘Biz size bâzı işlerde itaat edeceğiz’ demişlerdi. (ELMALILI, 7/145)
Münâfıklar, yahûdilere ‘size bâzı işlerde itaat edeceğiz’ demişlerdir. ‘Bâzı işler’ ile maksat, Hz. Peygamber’e ve müminlere düşmanlık etmek, Kur’ân’a karşı çıkmak, savaş olursa yahûdilere yardımda yer almaktır. Münâfıklar gizli olarak, İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapıyor, bâzı konularda onlara yardım ediyorlardı. (59/11; İ. KARAGÖZ 7/212).
‘Size bâzı işlerde itaat edeceğiz’ diyenler, Yahûdiler de olabilir. Yahûdiler münafıklara Peygamberi yalanlama konusunda ve düşmanlıkta ‘sizinle berâberiz’ diyorlardı. (Bu sözü söyleyen) Yahûdi ve münâfıklar da olabilir. Çünkü yahûdiler ve münâfıklar müşrikleri Müslümanlarla savaşa teşvik ediyorlar ve ‘biz savaşta size katılır ve destek veririz’ diyorlardı. (Beydâvi’den İ. KARAGÖZ 7/212)
‘Hâlbuki Allah onların o gizli konuşmalarını biliyordu.’ 26’ncı âyette belirtilen ‘Allâh’ın bildiği işleri’ nden maksat, Peygamberimiz (s)’e muhâlefet, düşmanlık üzere yardımlaşmak, onunla birlikte cihâda çıkmayıp oturmak ve gizli durumlarda onun işinin önemsizliği husûsunda propaganda yapıp onu zayıflatmaya çalışmak gibi durumlardır. (Ö. ÇELİK, 4/550)
(27).‘Artık melekler, yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını aldıkları zaman, onlar(ınhâlleri) nice olur?’ O zaman durumları ne olacaktır, ne yapabileceklerdir? Melekler, ruhlarını kabzetmek üzere gelip, ruhlar cesetlerinden zorla çıkarken, melekler şiddet, kahır ve vura vura canlarını alacakları vakit durumları ne olacaktır? (S. HAVVÂ, 13/437)
Bu âyet de kabir azâbını açıklayan âyetlerdendir. Daha ölüm anında kâfir ve münâfıklar için azâbın başladığını bu âyetten açıkça öğrenmekteyiz. Bu azap, onların Kıyâmet günü hesâba çekildikten sonra görecekleri cezâdan başka bir cezâdır. (MEVDÛDİ, 5/363)
(28).‘Bu böyledir. Zîrâ onlar Allâh’ı kızdıran şeylere uymuşlar ve O’nun rızâsından (samimiîmanveemirlerineitaatten) hoşnut olmamışlardır. Bu yüzden (Allah) da onların amellerini boşa çıkardı.’ Müslümanlara ve İslâm’a vefâ göstermek şöyle dursun, dünyevi menfaatleri için din düşmanları ile gizli anlaşmalar yapmışlar, Allah yolunda cihad zamânı geldiğinde ise kendilerini tehlikeden kurtarma derdine düşmüşlerdir. Bu âyetler İslâm – küfür savaşında İslâm ve müslümanlarla ilgilenmeyen veya küfür ve kâfirlerin peşinden giden kişinin inancının değersiz olduğunu apaçık biçimde ortaya seriyor. Bu durumda onların herhangi bir amelinin Allah katında makbul olabileceği düşünülemez. (MEVDÛDİ, 5/363)
Anlaşılıyor ki, onların iyi amelleri de yok değildi. Fakat Allâh’ın gazabını dâvet eden şeyler yapıp rızâsını gözetmediklerinden dolayı iyi amelleri boşa gitmiştir. (ELMALILI, 7/146)
47/29-35 KALPLERİNDE MARAZ OLANLARIN KİNLERİ
29. Yoksa, kalplerinde hastalık olan (münafık)lar, (Peygambervemü’minlereolan) kinlerini Allâh’ın hiç ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?
30. (Ey Peygamberim!) Eğer dilersek, sana onları (omünâfıkları) elbette gösteririz, sen de kendilerini mutlaka sîmâlarından tanırsın. Ayrıca, sen onları sözlerinin eğik bükük olan üslûbundan da (hemen) tanırsın. Allah bütün iş (vehareket)lerinizi bilir.
31. (Ey insanlar!) Andolsun ki içinizden Mücâhidlerle sabredenleri belirt(ipayırtet)mek için sizi imtihan edeceğiz; haberlerinizi de açıklayacağız. [bk. 3/142]
32. Şüphesiz ki o küfre sapanlar, (hâlkı) Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler Allâh’a aslâ, hiçbir şeyle zarar veremezler. O, bunların amellerini boşa çıkaracaktır.
33. Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.
34. Şüphesiz ki inkâra sapan ve insanları Allah yolundan (vemüslümancayaşamaktan) alıkoyan, sonra da bu küfür hâliyle ölenler var ya, işte Allah onları aslâ bağışlamaz.
35. (Eymü’minler! Düşmanlasavaşta) gevşemeyin ve siz daha üstün iken (onları) barışa çağırmayın. Allah sizinle berâberdir ve amellerinizi(n sevâbını) aslâ eksiltmez.
29-35. (29).‘Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar, (Peygambervemü’minlereolan) kinlerini Allâh’ın hiç ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?’ İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Yâni, münâfıklar şânı yüce Allâh’ın, gerçek yüzlerini mümin kullarına göstermeyeceğine mi inanmaktadırlar? Aksine Allah onların durumlarını açığa çıkartacak ve apaçık bir şekilde ortaya serecektir. Ta ki basîret sâhibi herkes onları iyice anlasın. Nitekim bu husûsa dâir şânı yüce Allah, Berâe (Tevbe) sûresini inzâl buyurmuş, orada onların içyüzlerini ve onların münâfıklıklarına delâlet eden işledikleri birtakım fiillerini beyan etmiştir. (S. HAVVÂ, 13/439)
İslâm’ın açık düşmanları duygularını açıkça ortaya koyuyor; gizli düşmanları, yâni münâfıklar ise durumlarını gizlemeye çalışıyorlardı. Allah bunların kalplerindeki kin ve düşmanlığı birçok vesîle ile ortaya çıkardı, zaman içinde pek çoğunun foyası meydana çıktı. Davranışlarını kontrol ederek duygularını gizleyenlerin ise listesi verilmedi, herkes tarafından kolayca tanınmaları için yüzlerine bir nişan konmadı. Fakat Hz. Peygamber ile birkaç yakını Allâh’ın yardımı ile onları hem sîmâlarından hem de konuşma tarzlarından anlar ve tanırlardı. (KUR’AN YOLU, 5/57, 58)
(30).‘Eğer dilersek, sana onları (omünâfıkları) elbette gösteririz, sen de kendilerini mutlaka sîmâlarından tanırsın. Ayrıca, sen onları sözlerinin eğik bükük olan üslûbundan da tanırsın. Allah bütün iş (vehareket)lerinizi bilir.’ Münâfıkları tanıma yollarından biri de onların konuşmatarzlarıdır. Efendimiz (s) onları konuşma şekillerinden, edâlarından, konuşurken takındıkları tavırlarından tanımaktaydı. Meselâ zafer elde edildiği zaman ‘Doğrusu biz de sizinle berâberdik.’ (Ankebût, 29/10) demeleri, biraz sıkışınca ‘Evlerimiz sâhipsiz, korumasız’ (Ahzâb 33/13) demeleri, yâhut bu sûrenin başında geçtiği üzere ‘Az önce o ne demişti bakalım’ (Hz. Muhammed, 47/16) demeleri, onların sözlerinden birer örnektir. Hâlbuki hep kendi menfaatini kollayıp, işin siyâsetine uygun tarzda yerine göre söz söylemek bir mârifet değildir. Cenâb-ı Hak bu sözlere değer vermemektedir. O, sözden ziyâde kulun ameline bakar. (Ö. ÇELİK, 4/551)
(31).‘Andolsun ki içinizden Mücâhidlerle sabredenleri belirt(ipayırtet)mek için sizi imtihan edeceğiz; haberlerinizi de açıklayacağız.’ ‘Haberlerin açıklığa kavuşturulması’ ndan maksat, gerçek olup olmadıklarını ortaya çıkarmaktır. Cihad en önemli imtihan aracıdır. Bu imtihânı geçirmeden kendileri hakkında çeşitli haberler yayılan, kanaatler edinilen kimselerin gerçekten böyle olup olmadıkları cihad sâyesinde anlaşılmakta, ortaya çıkmaktadır. (KUR’AN YOLU, 5/58)
‘ve haberlerinizi deneyelim.’ Yâni cihad ve sabrınıza, îman ve sadâkatinize, kahramanlıklarınıza âit haberlerinizi, uyulması gereken bir örnek olması için imtihan meydanlarından görünür âleme yayıp ilân edelim. (ELMALILI, 7/148)
Yüce Allah kullarını hayırla da şerle de imtihan edebilir. (21/35) Kendisi bilmek için değil, kulunun durumunu ortaya çıkarmak için imtihan eder. Çünkü Allah geçmişi, hâli ve geleceği, gizli ve âşikâr olan herşeyi çok iyi bilir. Bu itibarla âyetteki ‘na’lemu / ortaya çıkaralım’ cümlesi, ‘ortaya çıkaralım ve mükâfâtını verelim’ anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 7/216)
(32).‘Haberiniz olsun ki o inkâr edip Allah yolundan alıkoyan ve hak kendilerine açıkça belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler’ Kureyzaoğulları, Nadiroğulları veya Bedir günü müşrikler ordusunu besleyenler gibiler ‘Allâh’a hiçbir zarar verecek değillerdir.’ Yâni Allâh’ın peygamberine hiçbir zarar eriştiremezler ‘de O, onların amellerini boşa çıkarır.’ Yâni iyi amellerinin sevabını o küfür ve sapıtıp karşı gelmeleri ile mahvedecek, yâhut o yoldaki bütün mesâilerini, çalışmalarını hiçe giderecektir. (ELMALILI, 7/148, 149)
‘Amelin boşa gitmesi’, o amele Allâh’ın âhirette sevap vermemesidir. Yüce Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. (4/40), çalışan, iyi ve güzel işler yapan kimselerin emeğini zâyi etmez. Onlara mükâfâtını verir ama âhirette değil, bu dünyâda verir. Bu husûsu bildiren pek çok âyet vardır. (2/200-202, 3/145, 11/15-16, 17/18-20, 42/20; İ. KARAGÖZ 7/217)
‘İnsanları Allah yolundan alıkoymak’, insanların îman etmelerine veya inandıkları dînin esaslarını uygulamalarına ve ibâdet etmelerine herhangi bir şekilde engel olmak ve dindarlara baskı uygulamaktır. Îman eden bir insan, başkalarının îman etmesine aslâ engel olamaz. Oluyorsa, îmânında bir problem var veya bu kimse kâfir demektir. (İ. KARAGÖZ 7/218)
Hz. Peygamber’e muhâlefet etmek küfürdür. ‘Ey müminler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.’ (47/33) âyeti, bunun delilidir. (..) Yüce Allah Kur’an’da pek çok âyette Peygambere itaat edilmesini kesin bir üslûpla emretmektedir. Yüce Allâh’ın beyânı ile ‘Peygamber’e itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur.’ (4/80; İ. KARAGÖZ 7/219)
İbn Kesir şöyle demektedir: ‘Böyle bir kimseye, sonunda irtidat ettiğinden dolayı daha önce işlemiş olduğu amelleri sebebiyle sivrisinek kanadı kadar dahi bir hayırın mükâfâtını ecir olarak vermeyecektir. Aksine amellerini boşa çıkartacak, tamâmıyla silip süpürecektir. Tıpkı iyiliklerin de kötülükleri gidermesi gibi. (S. HAVVÂ, 13/442)
(33).‘Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin’ hayâtında şahsına, vefâtından sonra da sünnetine itaat etmek sûretiyle de ‘Peygambere itaat edin ve amellerinizi’ İbn Kesir’in açıklamasına göre irtidat ile, Nesefi’nin açıklamasına göre ise riyakârlık ile ‘boşa çıkarmayın.’ (S. HAVVÂ, 13/453)
‘Allâh’a ve Peygamber’ine itaat’ Allah ve Peygamberin emir ve yasaklarına, tavsiye ve hükümlerine, helâl ve haramlarına uymaktır. Allah ve Peygamberine itaati birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü Allah ve Peygamberin emrettiği ve yasakladığı şeyler aynıdır. Allâh’a itaat eden Peygambere, peygambere itaat eden Allâh’a itaat etmiş olur. Yüce Allah ‘Kim Peygamber’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur.’ (4/80; İ. KARAGÖZ 7/219, 220).
Hadis: ‘Kim bana itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur; bana isyan eden de Allâh’a isyan etmiş olur.’ (Buhâri Ahkâm 1; İ. KARAGÖZ 7/220)
‘Amellerinizi iptal etmeyin’ cümlesi, bir ibâdetin veya bir sözleşmenin şart ve rükünlerini eksik bırakmayın, geçersiz hâle getirmeyin, anlamına da gelir. Çünkü bir amelin ibâdet olabilmesi ve ibâdetin geçerlilik kazanabilmesi için en az dört şartın bulunması gerekir: Bunlar îman etmek (5/5), niyet (Buhâri Bed’ül Vahiy 1), ihlâs (39/11), Kur’ân’a ve sünnete uygunluktur. İbâdetlerde bu dört şart bulunmazsa ibâdet geçersiz olur ve boşa gider. (İ. KARAGÖZ 7/220)
(…) İman sâhiplerinin amellerini Allah katında değersizleştiren, onların îmandan sonra dinden çıkıp, yâni irtidat edip inkâra sapmalarıdır. Aksi hâlde yâni mümin olarak her türlü günahı işlemiş olsalar dahi, böylelerinin yapıp ettikleri iyilikler Allah katında değerlidir. Bunları değerli kılan da esâsen îman gerçeğidir. Çünkü Ehl-i sünnet inancına göre amel, îmandan bir cüz değildir. Dolayısıyla îmânı olduğu müddetçe bir insan ne kadar günah işlerse işlesin, o kişinin yaptığı iyilikler Yüce Allah katında karşılık bulmaktadır. (M. DEMİRCİ, 3/148)
Hanefi fakihleri, şânı yüce Allâh’ın: ‘ve amellerinizi boşa çıkarmayın’ buyruğunu meşrû olan bir ibâdete başlayan herhangi bir kimsenin tamamlamakla yükümlü olduğuna delil göstermişlerdir. Onlara göre böyle başlanmış bir ameli iptal etmek (tamamlamamak) sahih değildir. Nafile bir namaza başlamış bir kimsenin artık bu namazı tamamlaması, üzerine vâcip olur. Onu iptal edecek (bitirmeyecek) olursa, kazâ etmesi gerekir. Nafile bir oruca başlayan bir kimse onu tamamlamakla yükümlüdür. Oruç tamamlanmadan açacak olursa, onu kazâ etmesi vâciptir. (….) (S. HAVVÂ, 13/458)
(34).‘Şüphesiz ki inkâr edip de Allah yolundan’ dîninden, şeriatından, dâvetinden ‘alıkoyanları, sonra da kâfirler olarak ölenleri Allah aslâ bağışlamaz.’ Çünkü şânı yüce Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında kalan günahları da dilediği kimselere bağışlar. (S. HAVVÂ, 13/453)
Bağışlanma için fırsat yalnız bu dünyâda vardır. Tevbe kapısı, kâfirler ve isyankârlar için bu dünyâda can boğaza gelip dayanıncaya kadar açık kalacaktır. Can boğaza gelip dayanınca ne tevbe geçerli olacaktır ne bağışlanma olacaktır. Artık fırsat bir daha geri gelmemek üzere geçip gidecektir. (S. KUTUB, 9/267)
Bu âyet-i kerîmeye göre, kâfirler / inkârcılar yanında, bir de Allâh`ın emri doğrultusunda yaşamak isteyenleri alıkoymak / engel olmak da küfre sapmaya sebep olur. Bu hâlde iken ölen kâfir olarak ölür. İşte bu, Allah`tan büyük bir ihtardır, açık bir uyarıdır. (H. T. FEYİZLİ, 1/509)
(35).‘(Ey müminler! Siz savaşta) gevşeklik etmeyin’ zayıflık göstermeyin, yâni öyle küfür ile ölenlerin bağışlanmayacağı küfrün, itaatsizliğin amelleri boşa çıkaracağı mâlûmunuz olunca artık amellerinizi iptal etmeyin ve gevşeklik, alçaklık yapmayın. Alçaklık edip de horluk ve miskinlik ile barışa yalvarmayın. (ELMALILI, 7/149)
Bu âyette yüce Allah, savaşta üstün durumda iken, gevşeklik ve zâfiyet gösterilmemesini ve müşriklere barış çağrısı yapılmamasını, Enfâl sûresinin ‘Eğer sizinle savaşanlar, barışa meylederlerse sen de barışa meylet’ anlamındaki 61’inci âyetinde ise barış çağrısının kabul edilmesini emretmektedir. Enfâl sûresindeki âyet ile Muhammed sûresindeki âyetin hükmünün kaldırıldığını söyleyen müfessirler olmuş ise de iki âyetin içeriği farklıdır. Muhammed sûresinin 35’inci âyetinde müminlerin savaşta üstün ve savaşı kazanmak üzere iken düşmandan barış istememeleri, Enfâl sûresinin 61’inci âyetinde ise eğer düşman barış isterse barışın kabul edilmesi gerektiği emredilmektedir. (İ. KARAGÖZ 7/223)
‘Sizler en üstün, en gâlip olacak iken ve Allah sizinle berâber iken’ yâni size yardım ve zafer vaad etmekte iken ‘her iki hâlde o size amellerinizi noksanına ödemez’ zulmetmez. Burada ‘Gevşeklik etmeyin ve barışa yalvarmayın’ diye barışa yalvarmaktan men edilmiş olması, düşman tarafından yapılmış olan bir barış teklifinin reddini gerektirmez. Nitekim Enfâl sûresinde ‘Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş’ (Enfâl, 8/61) âyetiyle barışa yanaşan düşmanların talebine karşı barışa yanaşmak, emredilmişti. Fetih sûresinde geleceği üzere Hudeybiye barışı da müslümanların gâlibiyeti hâlinde idi. Demek ki maksat herhâlde barışı reddetmek değil, gevşeklik edip de zillet ile barışa tâlip olmamaktır. (ELMALILI, 7/149)
Yâni sizler, düşmanlarınıza karşı üstünlük sağladığınız hâlde barış istemeye kalkışmayın. Şâyet kâfirler, bütün Müslümanlara nisbetle daha güçlü ve kalabalık iseler imam (devlet başkanı) ateşkes ve antlaşma yapmakta bir maslahat görecek olursa, Rasûlullah (s) Kureyş kâfirleri kendisini Mekke’ye sokmak istemeyip barış yapmaya ve aralarında on yıllık süre ile savaşmamaya çağırdığında kabul ettiği gibi, imam da düşmanların böyle bir isteğini kabul edebilir. (S. HAVVÂ, 13/454)
‘Allah sizinle berâberdir.’ Yüce Allah’ın berâberliği, mekân itibariyle değil, yardım etmesi itibâriyledir. Yüce Allah Bedir ve Uhud savaşında olduğu gibi, müminlere her zaman melekleri ile yardım eder. (3/13, 123-125, 8/9; İ. KARAGÖZ 7/223)
47/36-38 ALLAH YOLUNDA HARCAMAYA ÇAĞIRILIYORSUNUZ
36. Dünyâ hayâtı, ancak bir oyun ve bir eğlenceden ibârettir. Eğer îman edip de ‘Allâh’ın emirlerine uygun yaşar / karşı gelmekten sakınırsanız’ (Allah) size mükâfatınızı verir ve sizden (bütün) mallarınızı istemez (yalnızzekâtvesadakaolarakbirkısmınıister).
37. Eğer (Allah) sizden onları(nhepsini) isteyip de sizi zorlasa cimri olurdunuz. (Buda) sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.
38. (Ey müminler!) İşte sizler, Allah yolunda (malınınbirkısmını) harcamaya çağırılan kimselersiniz. Ama (yinede) içinizde cimrilik edenler vardır. Oysa, kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengin (hiçbirşeyeihtiyacıolmayan)dır. Siz ise fakir (O’namuhtaç)sınız. Eğer (O’ndan) yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir de onlar sizin gibi (itaatsiz) olmazlar.
36-38. (36).‘Doğrusu dünyâ hayâtı ancak bir oyun ve eğlencedir.’ Bâtıldır, aldanmadır, önemsizdir, sebatsızdır. Geçici bir oyun ve değersiz bir meşgûliyetten başka bir şey değildir. Ve yalnız birkaç günden ibârettir. (İ. H. BURSEVİ, 19/277)
‘Şâyet îman eder ve takvâ sâhibi olursanız, O size hem ecirlerinizi verir, hem de mallarınızı tümüyle harcamanızı istemez.’ (…) Farz olan harcamalar ve vergiler dışında kalan ibâdet maksatlı harcamalar (sadakalar, bağışlar) kişilerin tercihine bırakıldı. Bununla berâber dîni, ırkı, bölgesi farklı da olsa bütün insanların yaşama hakkı bulunduğu, bu hakkın gerçekleşebilmesi için de her insanın yaşamak için muhtaç bulunduğu şeyleri elde etmiş olması gerektiği için zorunlu ödemelerin (zekât, fitre, kefâret vb.) temel ihtiyaçları karşılamaması hâlinde nüslümanların, ihtiyaç fazlası mallarından ödeme yapmaları – zarûreten – farz olur. ‘Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı’ meâlindeki âyetle (Zâriyât 51/19) bir seferde Hz. Peygamberin çeşitli malları ve ihtiyaç maddelerini tek tek zikrederek’Fazlası olan ihtiyâcı olana versin’ deyince, sahâbenin bu sözden ‘ihtiyaç devam ettikçe fazlada haklarının bulunmadığı’ sonucunu çıkarmaları da bu zarûret hükmünü desteklemektedir. (Müslim Lukata 18, KUR’AN YOLU, 5/60)
(37).‘Eğer sizden o mallarınızın hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa’ zekât veya savaş teklifi adına mallarınızın kökünü kazıyacak olup, bütün mallara el koymaya kalkışırsa, ‘cimrilik yaparsınız’ esirger, vermezsiniz. Vermemeye hakkınız olur. ‘O zaman bütün kinlerinizi meydana çıkarır.’ Bozgun ve kargaşa çıkarmaya sebep olur. Fakat Allah ve peygamber, sizden öyle bütün mallarınızı istemez. (ELMALILI, 7/150)
Bu ifâdelerde, cihad ile uğraşan insanların, insanları çokça mal vermekle yükümlü tutmamaları husûsunda oldukça beliğ bir ders vardır. Çünkü bunun sonucunda insanlar cimrilik ve düşmanlık gösterirler. Ayrıca bunda bir başka ders daha vardır, o da şudur: İnsanın kalbindeki münâfıklığın bilinebilmesi için kişiyi tanıyabilme yollarından birisi de ondan çokça mal istemektir. Bu da münâfığı sözlerindeki üslûbun dışında başka bir yolla tanımak için yeni bir derstir. (S. HAVVÂ, 13/455)
(38).‘İşte sizler, Allah yolunda (malınınbirkısmını) harcamaya çağırılan kimselersiniz.’ ‘İnfak’ kelimesi, hem farz olan zekât, hem de gönüllü olarak yapılan sadaka ve her çeşit hayrı kapsar. ((2/215, 219, 254, 261) Âyette istenen infak, gönüllü olarak Allah için, İslâm ve fakirler için harcama yapmaktır. (İ. KARAGÖZ 7/226)
‘Ama (yinede) içinizde cimrilik edenler vardır. Oysa kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir. Siz ise fakirsiniz. Eğer (O’ndan) yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir de onlar sizin gibi (itaatsiz) olmazlar.’ Önceki âyette müminler, Allah yolunda harcama yapmaya, üstü kapalı olarak teşvik edilmişlerdi. Burada ise açıkça ekonomik katkı yoluyla Allah yolunda cihâda ve hizmete dâvet edilmektedirler. Şüphesiz bu dâvete icâbet edenlerin kendileri kazançlı çıkacaklardır; çünkü savaşta ve barışta Allah rızâsı için yapılan harcamalar topluluğun bağımsızlığını, güvenliğini ve sosyal düzenin korunmasını sağlayacaktır; buna da Allâh’ın değil, insanların ihtiyacı vardır. Bu harcamaların yapılmaması hâlinde zâten o topluluğun ayakta durması, varlığını koruması mümkün olmayacak, Allâh’ın kânûnu hükmünü icrâ edecek; korkaklar, cimriler, tembeller servetleriyle berâber yıkılıp gidecekler, onların yerini Allâh’ın bekâ kânûnu uyarınca yaşayanlar alacaktır. (KUR’AN YOLU, 5/60, 61)
Yüce Allah, çok zengindir, her şeyi yaratan ve yaşatandır. Herşey O’na muhtaçtır. O hiçbir şeye, hiçbir varlığa muhtaç değildir. Yerlerin ve göklerin hazîneleri (63/7) O’nundur, göklerin anahtarları (39/63) O’nun elindedir ( kudreti altındadır) (İ. KARAGÖZ 7/228).
(Allâh’ın izniyle 8. Cilt tamam oldu. Rabbimiz okuyup amel etmeyi nasip eylesin. Amin. 1 Ekim 2017, 11 Muharrem 1439, Pazar saat 20.05