Sebe’ Suresi

34 /  Sebe’ Sûresi

Mekke döneminde inmiştir. 54 âyettir. Yalnız altıncı âyeti Medîne döneminde inmiştir. Sûre, adını 15’nci âyette geçen kabîle veya bölge adı olan Sebe’ kelimesinden almıştır. Mekkî sûrelerin temel konularından olan tevhid, nübüvvet ve âhiret esaslarını açıklayan ve bu çerçevede bâzı peygamber kıssalarına değinen bir içeriktedir. (H. T. FEYİZLİ, 1/427)

Rahmân ve Rahîm Allâh’ın adıyla

34/1-9 HİÇBİR  ŞEY  O’NDAN  GİZLİ  KALMAZ

1. Hamd (her türlü övgü), göklerde olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin olan Allah içindir. Âhirette de hamd, ancak O’nadır. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, (herşeyden) hakkıyla haberdardır.

2. Yere gireni de ondan çıkanı da; gökten ineni de, oraya çıkanı da O bilir. O, çok merhamet eden, çok bağışlayandır.

3,4. Küfre sapanlar / inkâr edenler: “(Kıyâmet) saat(i) bize gelmez.” dedi(ler). (Ey Peygamberim!) De ki: “Hayır! Görünmeyeni bilen Rabbim hakkı için o size kesinlikle gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktârı bir şey O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük (herşey), apaçık bir Kitap’da (Levh-i Mahfuzda yazılı)dır.” [bk. 7/187; 20/15]   Çünkü (Allah, ogün) îman edip de sâlih ameller işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için bir mağfiret ve güzel bir rızık vardır.

5. Âyetlerimizi âciz (geçersiz, hayâtındışında) bırakmak için çalışanlara gelince, işte onlar için korkunç ve acıklı bir azap vardır.

6. (Ey Peygamberim!) Kendilerine ilim verilen (gerçekbilgin)ler, sana Rabbinden indirilen (Kur’ân’)ın, hakikatin ta kendisi olduğunu ve (onun) mutlak gâlip ve hamde lâyık (Allâh’)ın yoluna hidâyet ettiğini görürler.

7. O küfre sapanlar / inkâr edenler (birbirlerine, Peygamber’ikastederek): “Size, ölüp büsbütün parçalanmış olarak dağıldığınız zaman, mutlaka yeni bir yaratılış içinde olacağınızı haber veren bir adam gösterelim mi?” dedi(ler).

8. “Acaba Allâh’a karşı bir yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” (dediler). Hayır! Âhirete inanmayanlar, (orada) azaptadırlar. (Çünküonlarburadahaktan) uzak bir sapıklık içindedirler.

9. Onlar gökte ve yerde önlerinde ne var, arkalarında ne var bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yerin dibine geçiririz. Yâhut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda, Allâh’a yönelen her kul için elbette bir ibret vardır.

1-9.(1).‘Hamd (her türlü övgü), göklerde olanlar ve yerde bulunanlar kendisinin olan Allah içindir.’ Öyle ki, göklerde ve yerde olan bütün varlıklar, herşey yaratma, mülkiyet, var etme, yok etme, diriltme ve öldürme bakımından yalnız Allâh’a âittir. Öyle ise, hamd de başkasına değil, yalnız Allâh’a döner. (İ. H. BURSEVİ, 16/9)  

Arapça’da hamd kelimesi, hem övgü hem de şükür için kullanılır ve burada her iki anlam da kastedilmektedir. Allah bütün kâinâtın ve içindeki herşeyin yegâne sâhibi olduğuna göre, kâinatta görülebilen her tür mükemmellik, düzen, hikmet, güç ve güzellik için övgüye lâyık olan da yalnız Allah’tır. Bu nedenle, dünyâdaki herkes, burada elde ettiği her tür fayda ve zevk için yalnızca Allâh’a şükretmelidir. (MEVDÛDİ, 4/443)  

‘Âhirette de övgü, ancak O’nadır.’ Cennet ehli, nîmetlerle sevineceklerinden ve ulaştıkları büyük ecir dolayısıyla alacakları zevk ve lezzetten dolayı Allâh’a hamd edeceklerdir. Yine Nesefi şöyle demektedir: Şu kadar var ki, burada (yâni dünyâda) hamd vâciptir. Çünkü dünyâ teklif yurdudur. Orada (yâni âhirette) ise vâcip değildir; çünkü orada teklif yoktur. (S. HAVVÂ, 11/500)

(Nitekim) Kur’ân’da müminlerin cennetteki hayâtı tasvir edilirken, Allâh’a hamd ifâdesini dillerinden düşürmeyecekleri (Araf 7/43; Fâtır 35/34; Zümer 39/74) ve duâlarını da hep ‘El hamdü lillâhi rabbil âlemîn’ şeklinde bitirecekleri (Yûnus 10/10) belirtilmiştir. (KUR’AN YOLU, 4/411)   

(2).‘Yere gireni de’ saçılan tohum, yerin derinliklerine doğru inen yağmur tanesi, oraya gömülen ölüler, başka gömütler ve benzeri, (S. HAVVÂ, 11/501). ‘ondan çıkanı da’ bitki, mâden, yerin dibinden gelen su ve bunlara benzer; ‘gökten ineni de’ yağmur, rızık, bereketler, emirler, nehiyler, kader türünden; ‘oraya çıkanı da’ melek, duâ, sâlih ameller ve buna benzer, (yükseleni) ‘O bilir.’ (S. HAVVÂ 11/501)   

‘O çok esirgeyen, çok bağışlayandır’ Yâni, eğer bir kimse (veya kimseler) O’na mülkünde isyan ettiği hâlde cezâlandırılmıyorsa, o yeryüzü kânunsuz bir mülk ve Allah da hiçbir şeye karışmayan bir idâreci olduğundan değil. Allah esirgeyen ve bağışlayan olduğu içindir. Allah kendisine isyan eden kişiyi günah işlediği anda cezâlandırmaya, rızkını geri almaya, vücûdunu helâk etmeye, onu âniden öldürmeye kâdir olduğu hâlde böyle yapmaz. Herşeye kâdir olduğu hâlde, isyankâr kuluna kendisini islah etmesi için yeteri kadar zaman ve birçok fırsat vermesi ve o kötü amellerinden vazgeçer geçmez onu affedip bağışlaması Allâh’ın merhamet ve lütfunun bir gerçeğidir. (MEVDÛDİ, 4/443)

(3, 4).‘Küfre sapanlar / inkâr edenler: “(Kıyâmet) saat(i) bize gelmez.” dedi(ler). (Ey Peygamberim! Onlara) De ki: “Hayır! Görünmeyeni bilen Rabbim hakkı için o size kesinlikle gelecektir. ‘ Kıyâmet mutlaka gelecektir. Bundan kurtuluş yoktur. Kıyâmetin geleceği sözlerinin reddedildiğini belirten: ‘belâ: hayır’ ifâdesi ve Allah adına yemin, pekiştirme lâmı ve pekiştirme yolları ile belirtilmiştir ki, Arap dilinde pekiştirmenin en ileri noktası budur. Bundan kasıt ise, kıyâmetin geleceğine dâir haberin doğruluğunu delillendirmektir. (S. HAVVÂ, 11/504)

Gayb, Allâh’ın, yarattıklarından gizli tuttuğuhususlar demektir. (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96) Burada Cenâb-ı Allâh’ın kendisini ‘gaybı bilen’ şeklinde nitelemesi, kıyâmetin mutlaka kopacağını fakat zamânını sâdece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/412)   

‘Göklerde ve yerde zerre miktârı bir şey O’ndan gizli kalmaz.’ Atom, elektron, bir tek parça, parçalanmayan en küçük parça derecesinde en küçük ‘ve ne de daha büyüğü’ tamâmına varıncaya kadar hiçbiri onun ilminden bilgisi dışında olmaz. (ELMALILI, 6/350)  

Bundan daha küçük ve daha büyük (herşey), apaçık bir Kitap’da (yazılı)dır.”  Yâni herşey mutlaka levh-i mahfuzda belirtilmiştir. Hepsi Allâh’ın ilmi kapsamındadır, tescil edilmiştir, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Kemikler çürüse, dağılsa, paramparça olsa dahi onların nereye gittiklerini, nereye dağıldıklarını bilir. Daha sonra O, bu kemikleri ilk başlattığı gibi geri döndürür. (S. HAVVÂ, 11/504, 505)  

‘Çünkü (Allah, ogün) îman edip de sâlih ameller işleyenleri mükâfatlandıracaktır. İşte onlar için bir bağışlama ve güzel bir rızık vardır.’ ‘Âyetlerimizi âciz (geçersiz, hükümsüz) bırakmak için çalışanlara gelince, işte onlar için korkunç ve acıklı bir azap vardır.’ İşte bu iki âyet-i kerîme kıyâmetin gerçekleşmesinin hikmetini belirtmektedir. Bundaki hikmet, mümin olan mutlu kimselerin nîmetlendirilmesi, kâfir bedbahtlara da azap edilmesidir. (S. HAVVÂ, 11/505)

Yukarıda âhiretin mümkün olduğunu gösteren bir delîle değinilmiştir; bu ise onun zorunlu ve gerekli olduğunu gösteren bir delildir. Suçluları cezâlarını çekeceği, iyi işler yapanların da yaptıkları ile mükâfatlandırılacakları bir zaman olmalıdır. Akıl ve adâlet iyilerin mükâfatlandırılıp, kötülerin cezâlandırılmasını gerektirmektedir. Bu dünyâda ise, ne kötüler kötülüklerinin cezâsını görmekte, ne de iyiler iyiliklerinin karşılığını alabilmekte, bilakis birçok olayda tam tersi bir durumla karşılaşılmaktadır. O hâlde hem aklın hem adâletin bu isteğinin gelecekte herhangi bir zamanda mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini kabul etmelisiniz. Mahşer ve âhiret, işte bu ihtiyâcı karşılayacaktır. (MEVDÛDİ, 4/445)

‘Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilen (Kur’ân’)ın, hakikatin ta kendisi olduğunu ve (onun) mutlak gâlip ve hamde lâyık (Allâh’)ın yoluna hidâyet ettiğini görürler.’ Bilgi verilenler, ashâb-ı kiram ve onların yolundan giden müminler veya Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları gibi kitap ehlinden iken İslâm’a giren bilginler. Sonraki dönemlerin bilginleri de bu kapsama girer. (H. DÖNDÜREN, 2/686)

‘,, ilim verilen kimseler’ (..) Bununla maksat müminlerin bilginleri veya Abdullah b. Selâm gibi Yahûdi ve Hıristiyanlardan îman eden âlimlerdir. Ön yargısız inceleyen ve anlayan bir kimse Kur’ân’ın insan sözü olamayacağını, Allah sözü olduğunu, doğruları ve gerçekleri içerdiğini bilir. (İ. KARAGÖZ 6/123)

‘O küfre sapanlar / inkâr edenler (birbirlerine, Peygamber’ikastederek): “Size, ölüp büsbütün parçalanmış olarak dağıldığınız zaman, mutlaka yeni bir yaratılış içinde olacağınızı haber veren bir adam gösterelim mi?” dedi(ler).’ Burada Peygamber (s), Kureyş arasında özel bir konuma sâhip ünlü bir kişi olmasına rağmen ve öldükten sonra dirilmeye dâir onlara verdiği haber, yaygın olmakla birlikte, belirsiz bir kişi imiş gibi ondan söz etmeleri, onu ve durumunu bilmezlikten gelmek istediklerinden dolayıdır. İşte onlara göre Hz. Muhammed, oldukça hayret edilecek, şaşılacak bir şeyden söz etmektedir. Onlar öldükten sonra diriltileceklerini ve kemikleri ufalanıp dağılıp toprak olduktan sonra, yeniden yaratılıp var edileceklerini bildirmektedir. Cesetleri darmadağın olduktan sonra, bunun olacağından söz etmek, onlara göre hayret edilecek bir durumdur. (S. HAVVÂ, 11/512)

(8).“Acaba Allâh’a karşı bir yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” (dediler). Hayır! Âhirete inanmayanlar, (orada) azaptadırlar. (Çünküonlarburadahaktan) uzak bir sapıklık içindedirler.’ Âhirete îman etmeyenler, dünyâda da azap içindedirler, âhirette de azap içinde olacaklardır. Dünyâdaki azap; ulvi bir gâyeden mahrûmiyet, geleceğe yönelik ümitsizlik, karamsarlık, ölümden kaçış ve âhiret inancı yerine nefsâni ihtiraslarını ikâme etmenin doğurduğu ıstıraplardır. Âhiretteki azap ise, cehennemdir. Yine onlar, îman nîmetinden mahrûmiyetleri sebebiyle derin bir sapıklık içindedirler. (Ö. ÇELİK, 4/142)

(Zîrâ) âhiret inancı olmayan kimsenin hayâta bakışı kötümserdir, geleceğe yönelik ümitleri zayıftır, yapıp ettikleriyle ilgili açık bir hedefi yoktur. Bu hâlet-i rûhiye, onun dünyâda da için için bir azap yaşaması sonucunu doğurur. Müşrik Araplar’da da görülen bu ruh hâli, âhirete inanmayan modern insanda daha çok ölümden kaçış ve ölümü unutma çabası şeklinde, bu kaçış da âhiret inancının yerine ihtiraslarını ikâme etme tarzında ortaya çıkmaktadır. Oysa bu gibi kimselerin ölümü hatırlamaları kendilerine bir acı veriyorsa, hatırlamamaları – daha doğrusu unutmak için ortaya koydukları zorlama çabalarının verdiği tatminsizlik ve huzursuzluk – bin acı vermektedir. Bu durum, İslâmi öğretilerde ölümü hatırlamaya özel bir önem verilmesini daha anlamlı kılmaktadır. (KUR’AN YOLU, 4/414)

(9).‘Onlar gökte ve yerde önlerinde ne var, arkalarında ne var bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yerin dibine geçiririz. Yâhut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz.’ İbn Kesir şöyle demektedir: Yâni Bizler dilemiş olsaydık onları (kâfirleri, M. SELMAN) ya yerin dibine geçirir yâhut başlarına gökten parçalar düşürürdük. Bunun sebebi ise onların zulümleri, bizim ise onlara kâdir oluşumuzdur. Fakat Bizler Hâlim ve affedici olduğumuzdan dolayı bu azâbı erteliyoruz. (S. HAVVÂ, 11/513)

‘.. görmediler, bakmadılar mı?’ sorusu, istifhâm-ı inkâri olup, görsünler, baksınlar, incelesinler ve bilsinler, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/126)

‘Şüphesiz bunda, Allâh’a yönelen her kul için elbette bir ibret vardır.’ Yüce Allâh’ın cesetleri diriltmeye ve öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğine Kâdir olduğuna dâir âyetler vardır. Çünkü bu gökleri bu yükseklik ve genişliği ile bu yeri de bu şekilde eniyle boyuyla yaratmaya Kâdir olan elbette ki cisimleri tekrar var etmeye kâdirdir. (İbn Kesir’den, S. HAVVÂ, 11/513, 514)  

34/10-11  DÂVÛD’A  TARAFIMIZDAN  BİR  ÜSTÜNLÜK  VERDİK

10,11. Andolsun ki biz, Dâvud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar! (Dâvûd’unyaptığıtesbîhi) onunla berâber inleyip (yankılayıp) tekrar edin.” Kuşlara da (otesbihekatılındedik). Ona demiri de yumuşattık. [bk. 21/79; 38/18] “(Ey Dâvud! Bedeniörtecek) uzun ve geniş zırhlar yap, örgüsünü ölçülü yap.” diye (vahyettik. “Eyinananlar! Hepiniz) sâlih amel işleyin. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim.” diye (vahyettik).

10-11. (10).‘Andolsun ki biz, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik.’  Bu âyette fadl kelimesiyle ifâde edilen ve Dâvûd’a verildiği bildirilen müstesna lütufun ne olduğuna ilişkin belli başlı yorumlar şunlardır: Peygamberlik, hükümdarlık, Zebûr isimli kutsal kitap, ilim, adâletle hükmetme yeteneği, savaşta üstün cesâret, güç kuvvet, bol nîmet, güzel ses, sağlıklı uzun ömür, insanların işlerini düzeltme ve aralarını bulma mahâreti,  dağları etkileme veya buyruğuna alma kudreti, özel zırhlar imal etme becerisi ve bu sâyede başkalarına muhtaç olmadan geçimini sağlayabilmesi. (Şevkâni, İbni Âşur’dan, KUR’AN YOLU, 4/416, 417)

“Ey dağlar! (Dâvûd’unyaptığıtesbîhi) onunla berâber inleyip (yankılayıp) tekrar edin.” Kuşlara da (otesbîhekatılındedik).’  Enbiyâ sûresinde geçen ‘Dağları ve kuşları Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere boyun eğdirmiştir.’ (Enbiyâ 21/79). Sâd sûresinde gelecek olan ‘Gerçekten biz dağları kendisine itaat ettirdik ki bunlar akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. Toplanıp gelen kuşları da. Her biri ona dönücü idi.’ Âyetleri (Sâd 38/18, 19) bunun tefsîri demektir. Yâni Dâvûd’a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir edâ verilmiştir ki akşam, sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar katılırlar, çınlar öterlerdi. Demek ki güzel sesle nağmeler Dâvûd’un özel bir üstünlüğü, kuşları dahi başına toplayan bir mûcizesi olmuştu. (ELMALILI, 6/353)

Elmalılı, bu âyet – ve başka bâzı deliller – dikkate alındığında mûsikinin İslâm’da mutlak biçimde yasaklandığı düşüncesinin yanlış olduğunun anlaşılacağına dikkat çeker. (KUR’AN YOLU, 4/417)

Şeriat istiyor ki, Kur’ân okunurken ses güzelleştirilsin, makamla okunsun, ancak ifâdenin metnini bozarak, mânâyı unutturarak kuru ses izleyen fâsıkların bestesiyle ve nağmeleriyle değil, sözlerin tecvîdini, fasihliğini bozmayarak mânâsının, belâğatının (iyi, güzel, pürüzsüz söz söyleme) incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir sedâ ile okunsun. Ki, buna Peygamberin hadîsinde ‘luhûn-ı Arap’ denmiş, kırâet ilminde Tecvid diye târif olunmuştur. (ELMALILI, 6/353, 354)

Hadis: Sahih’teki rivâyete göre Rasûlullah (s) geceleyin Ebû Mûsâ el Eş’ari’nin Kur’ân okuduğunu işitir. Durur ve okumasını dinler, sonra şöyle buyurur: ‘Gerçekten buna Dâvud hânedânının  mizmarlarından bir mizmar verilmiştir. ‘ (S. HAVVÂ, 11/520)

‘Ona demiri de yumuşattık.’  Demirin bulunması ve eritilmesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede hassas sanâyi uygulamak Dâvud (a.s.)’a nasip olmuş bir sanattır. Nitekim Enbiyâ sûresinde ‘Biz ona sizin için, savaşınızın şiddetinden korumak için giyecek sanatını öğrettik.’ (Enbiyâ, 21/80) buyurulmuştu ki, bundan bu sanatın daha sonrakilere de yâdigâr kaldığı anlaşılıyor. (ELMALILI, 6/354)   

(11).“(Bedeniörtecek) uzun ve geniş zırhlar yap, örgüsünü ölçülü yap.” diye (vahyettik. “Eyinananlar!) Sâlih amel işleyin. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim.” diye (vahyettik).’ Âyetin orijinalinde kullanılan ‘sâbiğat’ sözcüğü ‘zırhlar’ anlamına gelir. Elimizdeki bilgilere göre Hz. Dâvud’dan önce zırhlar, tek parçadan oluşmuş metal levhâlarından yapılırdı. Bu yekpâre zırhlar, hem ağır hem de içlerindeki vücudun hareket etmesini zorlaştıracak nitelikte idi. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Dâvud’a ilham yolu ile birbirine geçen, oynak hâlkalardan oluşmuş zırhlar yapmayı öğretti.  Böylece zırhların insan vücuduna göre şekil almaları ve vücûdun hareketlerine bağlı olarak esnemeleri mümkün oluyordu. (S. KUTUB, 8/376)

Hz. Dâvud’a önce örgülü zırh gömlek yâni taarruz silâhı değil, savunma aracı yapmanın emredilmesi ve kendisine bu konuda özel bir beceri verilmesi oldukça mânidardır. Bu, Allah katında insanın ne kadar değerli ve canın korunmasının ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermektedir. (Râzi) Zaten başka bir âyette zırh yapmayı öğretme insanın yine insana karşı korunması gerekçesiyle açıklanmıştır. (bk. Enbiyâ 21/80) (KUR’AN YOLU, 4/418)

Hadis: ‘İnsanın yediğinin en güzeli, kendi kazandığıdır. Allâh’ın peygamberi Dâvud da kendi el emeğini yerdi. (Buhâri Büyû 15’den, KUR’AN YOLU, 4/419)

34/12-14  EY  DÂVUD  ÂİLESİ!  ŞÜKREDİN

12. Süleyman’(ınemrin)e de, sabah estiğinde bir aylık, akşam dönüşünde yine bir aylık yol alan rüzgârı verdik. Erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Cinlerden bir kısmı da, Rabbinin izniyle, onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azaptan tattırırdık. [bk. 21/81; 38/36]

13. Ona (Süleyman’a) kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan ve sâbit kazanlardan dilediğini yaparlardı. (Allahbuyurduki) “Ey Dâvud âilesi! (Allâh’a) şükür için çalışın.” Kullarımdan (lâyıkıyla) şükreden azdır.

14. Sonra onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, (dayandığı) âsâsını yemekte olan ağaç kurdundan başkası onun ölümünü göstermedi. Bu sûretle (kurdunyediğiâsâkırılıpda, uzunmüddetonadayalıduranSüleyman’ıncesedi) yere yıkılınca anlaşıldı ki, cinler gaybı bilmiş olsalardı, o zilletli eziyetin (omeşakkatliçalışmanın) içinde kalmazlardı.

12-14. (12).‘Süleyman’(ınemrin)e de, sabah estiğinde bir aylık, akşam dönüşünde yine bir aylık yol alan rüzgârı verdik.’ (Bu anlama göre) Yüce Allah rüzgârı, Hz. Süleyman’ın emrine verdi. Bu rüzgâr, Hz. Süleyman’ın direktifi ile belirli bir bölgeye (Enbiyâ sûresinde bildirildiğine göre ‘Kutsal Topraklara’) doğru bir ay süreyle esiyor,  sonra yine bir ay zarfında geri geliyor. Rüzgâr sabahleyin esmeye başlıyor ve bir akşam vakti geri dönüşünü noktalıyor. Bir sabah vakti başlayan bu esmenin, bir akşam vakti sona ermesi belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluyor. Bu amacı Hz. Süleyman kavrıyor ve yüce Allâh’ın emri uyarınca onu gerçekleştiriyor. (S. KUTUB, 8/377)

‘Erimiş bakırı da kaynağından sel gibi / su gibi akıttık.’ Âyette geçen ‘kıtr’ sözcüğü ‘bakır’ anlamına gelir. Âyetlerin akışından anladığımıza göre bu olay, Hz. Dâvud’un avucunda demirin yumuşatılması gibi, olağanüstü bir olaydır, bir mûcizedir. Acaba nasıl gerçekleşti? Yüce Allah, belki yer altında bulunan bir erimiş bakır birikintisini patlayan bir volkanın lâvları olarak yeryüzüne çıkarmıştır. Ya da Hz. Süleyman’a ilham yolu ile bakırı nasıl eriteceğini, nasıl sıvılaştırıp döküme ve işlemeye elverişli hâle getireceğini öğretmiştir ki, bu da hiç kuşkusuz, yüce Allâh’ın Hz. Süleyman’a bağışladığı büyük bir ayrıcalık anlamına gelir. (S. KUTUB, 8/377)

(Buna karşılık) Fenike’li ustaların Hz. Süleyman için inşâ ettikleri Etsyon – Geber lîmanında çağımızda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bakır dökümhânesi bu gerçeği doğrulamaktadır. (Kur’ân’daki ifâdenin lafzına göre yapılan yorumları desteklemektedir.)  Süleyman’ın Araba vâdisinden çıkartıp işlettiği bakır mâdeni onun döneminde önemli bir ihraç ürünü olmuştur. (TDV İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, 38/60, Süleyman md.)   

‘Cinlerden bir kısmı da, Rabbinin izniyle, onun emrinde çalışırdı.’  Bunların yanı sıra Hz. Süleyman’ın buyruğuna bâzı cinler de verilmişti. Bunlar yüce Allâh’ın izni ile Hz. Süleyman’ın buyruğu altında çalışıyorlardı. Âyetin orijinalinde geçen ‘cin’ sözcüğü ‘insanın göremediği örtülü varlık’ anlamına gelir. Bu arada yüce Allâh’ın ‘cin’ adını verdiği bir canlı yaratık türü vardır. Bu cinler hakkında yüce Allâh’ın verdiği bilgi dışında hiçbir şey bilmiyoruz. (S. KUTUB, 8/377)

(..) Duyu organlarıyla algılanamayan cinlerin mâhiyeti hakkında tek bilgi kaynağı Kur’an ve sahih hadislerdir. Bu iki kaynağa göre de cin adıyla insan dışında gerçek bir varlık türü vardır ve o, insandan da önce yaratılmıştır. (Hicr 15/27). Zîrâ Kur’an’da yirmiiki yerde geçen cin kelimesi melek ve insan dışındaki üçüncü bir varlık türü için kullanılmıştır. (DİA’ya atıf var) Esâsen cinler, gözle görülmeyen varlıklar olsalar da bâzı özel durumlarda peygamberlere görünmüşlerdir. MeselâAbdullahb.Mesud’agöreHz. Peygamber (s) kendilerine Kur’an okurken cinleri görmüştür. (Müslim, Tirmizi) Aynı şekilde Hz. Süleyman’ın emri altında bulunan varlıklara, Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtını kimin âcilen getirebileceğini sorması üzerine cinlerden olanifritin ‘Sen yerinden kalkıncaya kadar ben onu sana getiririm.’ (Neml 27/38-40) diye cevap vermesinden hareketle, peygamberlerle cinler arasında bir diyalogun gerçekleşebileceği ve Allah elçilerinin söz konusu varlıkları görebileceği sonucu çıkarılabilir. Olaya bu açıdan  baktığımız zaman Hz. Süleyman’ın cinleri çalıştırmasının mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü sonuçta o bir peygamberdir ve Allâh’ın verdiği bir imkândan yararlanarak söz konusu âyette de ifâde edildiği gibi cinlerden bir ifritle konuşmuş ve ona önemli bir iş yaptırmıştır. (M. DEMİRCİ, 2/613, 614)  

‘Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azaptan tattırırdık.’ (Çünkü) Bâzı müşrikler Allâh’ı bir yana bırakarak onlara tapıyor, onları ilâhlaştırıyorlardı. Oysa bu cümlenin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki, cinler yüce Allâh’ın emri altındadırlar ve O’nun emrinden sapınca, tıpkı onlara tapan müşrikler gibi azâba çarptırılırlar. (S. KUTUB, 8/377)   

(13).‘Ona (Süleyman’a) kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan ve sâbit kazanlardan dilediğini yaparlardı.’ Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan insanlar olduğu gibi, onun önünde ve kontrolünde çalışan bir kısım cinler de vardı. Bunlar insanlara göre daha güçlü, kuvvetli ve mahâretli olduklarından Süleyman (a.s.) ağır ve zor işleri onlara yaptırırdı. Âyet-i Kerîmede onların: (mehârib) : Mabedler, görkemli binâlar, saraylar, korunaklı binâlar; (temâsil): Timsaller, nakışlar, inşâ edilen muazzam / büyük binâları süsleyen resimler. İslâm’da heykel yapmak haramdır. Tevrat’ın hükmüne göre de heykel yapmak haram kılınmıştı. Tevrat’ın hükmüne göre amel eden bir peygamber olduğu bilinen Hz. Süleyman’ın haram olan bir şeyi yapması veya yaptırması söz konusu olamaz. Dolayısıyla bundan maksat, haram olmayan manzara resimleri ve nakışlar olmalıdır. (cifan): Büyük havuzları andıran çanaklar, leğenler. (kudûr): Büyüklükleri sebebiyle yerlerinden taşınamayan kımıldatılamayan kocaman kazanlar yaptıkları haber verilir. Demek ki Hz. Süleyman, misâfirleri çok olan ve onlara ikrâmı seven son derece cömert bir insandı. (Ö. ÇELİK, 4/146)

Bizim büyüklerimiz (yâni Hanefi fakihleri) ve diğer fakihler, canlı bir şeyin resmini yapmanın sâdece haram olmakla kalmayıp, kesinlikle yasaklandığını, resmi yapan kişi onu hor görerek kullanacak veya başka bir amaçla kullanacak olsa bile, hiç fark etmeksizin büyük bir günah olduğunu söylemişlerdir. (MEVDÛDİ, 4/453) 

Hadis: ‘Kim bir sûret / heykel yaparsa, o kişi yapmış olduğu bu sûret ve heykele can ve ruh üfleyinceye kadar Allah ona azap eder. O kişi ise ebedi olarak o şeye ruh üfleyemez.’ Bu hadis, canlı varlıkları heykellerinin yapılmasının haram olduğuna delâlet eder. (Müslim, İbn Mâce, Müsned’ den İ. H. BURSEVİ, 16/45)

Hadis: ‘Kıyâmet gününde Allah tarafından en büyük azâba uğrayacak olanlar ressamlardır.’ (Abdullah İbn Mesud (ra)’dan, Buhâri, Müslim Libas 98, Nesâi, Müsned, MEVDÛDİ, 4/451)

Hadis: Abdullah bin Ömer (r), rivâyet ediyor: Cebrâil (a.s.) Nebi’ye  (s) gelecekti, fakat zaman geçtiği hâlde gelmedi. Nebi (s) merak etti ve evden çıktığında onunla karşılaştı. Ona niçin gelmediğini sorduğunda Cebrâil (a.s.) ‘Biz içinde resim ve köpek bulunan eve girmeyiz’ cevabını verdi. (Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesâi, İbn Mâce’ den MEVDÛDİ, 4/452)

‘(Allahbuyurduki) “Ey Dâvud âilesi! (Allâh’a) şükür için çalışın.” Yâni Biz onlara şöyle dedik:  Allâh’ınsizevermişolduğudinvedünyânîmetleridolayısıylaşükür ile amel edin. ‘Kullarımdan (lâyıkıyla) şükreden pek azdır.’ Gereği gibi şükrü edâ etmek için bütün gücünü ortaya koyan; kalbini, dilini, organlarını şükür ile uğraştırarak itikadıyla, itirafıyla ve çalışmalarıyla gereği gibi şükreden pek azdır. Bu ifâde gerçeği haber vermektedir. (S. HAVVÂ, 11/516)  

(14).‘Sonra onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, (dayandığı) âsâsını yemekte olan ağaç kurdundan başkası onun ölümünü göstermedi. Bu sûretle (kurdunyediğiâsâkırılıpda, uzunmüddetonadayalıduranSüleyman’ıncesedi) yere yıkılınca anlaşıldı ki, cinler gaybı bilmiş olsalardı, o zilletli azâbın (omeşakkatliçalışmanın) içinde kalmazlardı.’ Kur’ân’ın beyânına göre müşrikler cinleri Allâh’a ortak koşuyor, onları Allâh’ın çocukları olarak kabul ediyor ve onlara sığınıyorlardı. (bk. En’âm 6/100; Sâffât 37/158; Cinn 72/6) Yine onlar, cinlerin gaybı bildiklerine inanıyor ve gayb bilgisini elde edebilmek için onlara yöneliyorlardı. İşte Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın vefâtı münâsebetiyle verdiği canlı bir mîsalle cinlerin gaybı bilmediklerini beyan ederek müşriklerin saplandıkları bu inançların tamâmen asılsız ve yanlış olduğunu bildirir. (Ö. ÇELİK, 4/147)

Bizim Rasûlümüzden yâhut Allâh’ın kitabından bu olayın nasıl gerçekleştiğini bize bildiren bir âyet – hadis yoktur. Hz. Süleyman’ın vefâtı ile düşmesi sonucu vefâtının anlaşılması arasındaki sürenin ne kadar olduğuna dâir de bir âyet – hadis bulunmamaktadır. Bu konudaki bütün rivâyetler Kitap ehli bilginlerinden gelmektedir. Bunların zikredilmesinde de ibret veya öğüt alacak bir taraf yoktur. İbret ve öğüt yeteri kadar yüce Allâh’ın bize anlattıklarında bulunmaktadır. (S. HAVVÂ, 11/516) 

Melekler, cinler, peygamberler ve insanlardan hiç birinin gaybı bildiğini iddiâ etme hakkı yoktur. Bu ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: ‘Gaybı O bilir, O hiçbir kimseye gaybı göstermez. Ancak elçi olarak seçtiği kimse bunun dışındadır.’ (Cin, 72/26, 27, Vehbe ZUHAYLİ’den N. YASDIMAN, 8/30)

34/15-21 BİZ  ANCAK  NANKÖRLERİ  CEZÂLANDIRIRIZ

15. Gerçekten, (Yemen’deyaşamışolan) Sebe’ (hâlkı) için, oturdukları yerde bir ibret vardı. (Yaşadıkları vâdînin) sağdan ve soldan iki bahçe ile çevrili idi. (Peygamberlerionlara): “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. (İşte) güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab!” (demişti).

16. Fakat (Sebe’liler îman, ibâdet ve şükürden) yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik ve onların iki bahçesini ekşi (buruk) yemişli, acı ılgınlı ve biraz da sidre ağacından (ibâret, kötü) iki bahçeye çevirdik.

17. İşte, nankörlük ettiklerinden dolayı onları bu şekilde cezâlandırdık. Biz hiç, nankör olandan başkasını cezâlandırır mıyız?! [krş. 17/16-17; 28/58]

18. Sebe’liler(inyurdu) ile, içinde bereket verdiğimiz kasabalar arasında birbirine yakın nice kasabalar var ettik. Onlarda (birindendiğerinekolayca) gidip gelmeyi takdir etmiş, (kendilerinede): “Geceleri ve gündüzleri oralarda korkusuzca gezin (dolaşın.” demiştik).

19. Sebe’liler de (isyankârbiredâile): “Ey Rabbimiz! (Mesâfemizyakındır), seferlerimizin arasını uzaklaştır.” dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları (masallardaki) efsânelere çevirdik ve onları tamâmen parçalanmış olarak dağıttık. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

20. Andolsun ki İblis, onlar(ısaptıracağı) hakkındaki tahminini gerçekleştirdi. Îman edenlerden bir kısmı dışında (hepsi) ona uymuşlardır.

21. Hâlbuki İblis’in, kendileri üzerinde hiçbir nüfuzu / etkinliği yoktur. Ancak âhirete inanan ile, bu konuda ondan şüphe edeni (ayırıp) bilelim diye (onabufırsatıverdik). (Ey Peygamberim!) Rabbin herşeyi gözetip koruyandır. [krş. 15/39-43]

15-21. (15).‘Gerçekten, Sebe’ (halkı) için, oturdukları yerde bir ibret vardı. (Meskenleri) sağdan ve soldan iki bahçe ile çevrili idi. (Peygamberlerionlara): “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. (İşte) güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab!” (demişti).’  (..) Sebe kavmi, önceleri güneşe taparlarken, Belkıs yönetiminde Hz. Süleyman’ın buyruğunagirerek, ülkelerini kurtarmışlar ve ileri bir uygarlık kurmuşlardı. Merkezleri Yemen’de Me’rib kenti idi. Sebe’liler önceleri bolluk ve huzur içinde yaşarlarken, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük edince Arim Sel Baskını ile cezâlandırılmıştır. (..) Sebe’ hükümeti, Neml Sûresinde belirtildiği üzere Belkıs döneminde, Hz. Süleyman’a boyun eğmiştir. (H. DÖNDÜREN, 2/688)   

‘sağda ve solda iki bahçe’: Bu, bütünülkede sâdece iki bahçe olduğu anlamına gelmez, bütün Sebe ülkesinin bir bahçe gibi olduğu anlamına gelir. İnsan nereye otursa, sağında bir bahçe, solunda bir bahçe görebilirdi. (MEVDÛDİ, 4/459)

‘O’na şükredin’ emri, zorunluluk belirtir. Allâh’ın verdiği bütün nîmetlere şükredilmesi gerekir.  Şükür, nîmet verenin Allah olduğunu bilmek, el Hamdü Lillâh demek, nimete nankörlük etmemek, nîmetleri gayr-i meşru alanlarda tüketmemek, nimetteki fakir ve muhtaçların hakkını vermek, şartlarına uygun îman edip Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyet etmekle mümkün olur. Şükretmiş olabilmek için îman etmiş olmak şarttır. Îman olmadan şükür olmaz. Dolayısıyla ‘O’na şükredin’ demek, aynı zamanda îman edin, inkâr etmeyin demektir. (İ. KARAGÖZ 6/140)

Ülkenin zenginleşmesi iki temel sebebe dayanıyordu: (a) Hâlkın ticâri faaliyetlere yoğun ilgisi ve Me’rib’den kuzeyde Suriye’ye, doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufar’a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin’e bağlanan deniz yolları ile birleşen baharat yolunu kontrol etmeleri. (b) Sebe’lilerin başkent Me’rib’in çevresinde yüzlerce yıllık bir zaman dilimi içerisinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla târihte büyük bir ün yapmış harikulâde bentler, barajlar ve sulama şebekeleri inşâ etmeleri(dir) (KUR’AN YOLU, 4/426) 

‘Güzel bir belde ve bağışlayan bir Rab’ Yâni rızkınızın bulunduğu bu belde, hoş ve güzel bir beldedir. Size bu rızkı veren de Rabbinizdir. Kendisine şükredenlere mağfireti bol olan Rabbiniz sizin şükretmenizi istemiştir. (S. HAVVÂ, 12/9)

(16).‘Fakat (îman, ibâdet ve şükürden) yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik ve onların iki bahçesini ekşi (buruk) yemişli, acı ılgınlı ve biraz da sidre ağacından (ibâret, kötü) iki bahçeye çevirdik.’ İbn Kesir der ki: İşte olgun meyveler, güzel manzaralar, koyu gölgeler, akıp duran ırmaklardan sonra o iki bahçelerin sonu bu oldu. Onların yerine yemesi hoş olmayan acı ve dikeni bol olan, meyvesi az sedir ağacı verildi. Bunu sebebi ise onların inkârları, yüce Allâh’a şirk koşmaları, hakkı yalanlamaları ve haktan yüz çevirip bâtıla yönelmeleridir. (S. HAVVÂ, 12/9)

Yâni setin (baraj) yıkılmasından sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke harap oldu. Sebelilerin dağların arasına setler inşâ ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke, yabâni otların yetiştiği bir cangıl hâline geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında yenebilecek hiçbir meyve kalmadı. (MEVDÛDİ, 4/459)

‘Yaptıkları nankörlükten ötürü onları işte böyle cezâlandırdık.’ Âyetin orijinalinde yer alan ‘keferû’ sözcüğü en akla yakın yoruma göre ‘nîmeti görmezlikten gelmek, nankörlük etmek’ anlamına gelir. Sebeliler bu sıralarda yine evlerinde barklarında oturuyorlardı. Gerçi artık yoksullaşmışlardı, eski göz kamaştırıcı bolluklarının ve mutluluklarının yerini yokluklar ve sıkıntılar almıştı. Fakat birarada yaşıyorlardı, henüz toplumları dağılmamıştı. Ayrıca yurtlarını kuzeylerindeki kutsal kentlere, yâni Arap yarımadasındaki Mekke ile Şam yöresindeki Kudüs’e bağlayan uygarlık düzeyleri hâlâ ayakta idi.   Kuzeylerinde yer alan Yemen kenti, sözünü ettiğimiz kutsal kentlerle bağlantılı, bayındır bir kent olduğu gibi, uygarlık merkezleri arasında gidişi gelişi sağlayan yol bakımlı, işlek ve güvenli idi. (S. KUTUB, 8/382)  

(18).‘Onlar(ınyurdu) ile, içinde bereket verdiğimiz kasabalar arasında birbirine yakın nice kasabalar var ettik. Onlarda (birindendiğerinekolayca) gidip gelmeyi takdir etmiş, (kendilerinede): “Geceleri ve gündüzleri oralarda korkusuzca gezin (dolaşın.” demiştik).’ Birbirlerine yakın oldukları için birbirini gören, birbirine bitişik, yâni bakanlar tarafından rahatlıkla görülen veya yoldan gidip gelenler uzak olmayan ve onlar tarafından görünen ‘kasabalar var ettik ve orada yolculuk yapmalarını takdir ettik.’ Yâni bu kasabaları, yolcunun birisinde gündüzün dinlenip, ötekinde geceleyin yol alacağı ve Şam’a ulaşıncaya kadar yolculuğunu bu şekilde sürdüreceği belirli miktardaki mesâfeler ile yan yana kılmıştık. (S. HAVVÂ, 12/10)

‘Orada geceleri ve gündüzleri emniyet içerisinde gezin, dedik.’ Nesefi der ki: Yâni eğer dilerseniz orada geceleyin, dilerseniz gündüzün yolculuk yapınız. Vakitlerin değişmesiyle güvenlik durumunda değişiklik olmaz. Yâhut orada güvenlik içerisinde yolculuk yapınız. Düşmandan, açlıktan, susuzluktan yana yolculuk süreniz uzasa, geceler ve gündüzler boyunca sürse dahi, bundan korkmayacaksınız. (S. HAVVÂ, 12/10)

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamberin uygulamalarında seyahat etme, değişik toplumların kültür ve medeniyetlerine öğrenme, bilgi ve fikir alışverişinde bulunmanın önemini gösteren birçok delil vardır. Bu arada güvenlik içinde seyahat edebilmenin ne büyük nîmet olduğuna göndermeler yapılmıştır. (bu konuda bk. Kureyş 106/ 1-4; KUR’AN YOLU, 4/429, 430)

(19).‘Onlar da (isyankârbiredâile): “Ey Rabbimiz! (Mesâfemizyakındır), seferlerimizin arasını uzaklaştır.” dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve onları tamâmen parçalanmış olarak dağıttık. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.’ Yâni, Sebe’liler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamâmen dağılışından  söz etmek isteseler, Sebe’lileri örnek gösterirler. Allah nîmetini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri yurtlarından ayrılıp Arabistan’ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benu Gassân Suriye ve Ürdün’e, Evs ve Hazreç Yesrib’e, Huzâa da Cidde yakınlarındaki Tihane’ye yerleşti. Ezd kabilesi Uman’a gitti, Beni Lahm, Cüzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar.  Böylece Sebe’liler artık millet olmaktan çıktılar ve sâdece bir efsâne oldular. (MEVDÛDİ, 4/461)

‘Ey Rabbimiz, seferlerimizi uzun aralıklı yap.’ Ey Rabbimiz, artık yorgun düştük, seferlerimizin sayısını azalt’ diye duâ ettiler. Fakat duâlarının kabul edilmesini hak ettirecek şekilde Allâh’a bağlanmamışlar, emirlerine sarılmamışlardı. Vaktiyle bolluk yüzünden şımardıkları gibi şimdi de, sıkıntılar karşısında sabırsız davranıyorlardı. Bu yüzden yüce Allah, onlara hak ettikleri karşılığı verdi. Toplumlarını parçalayarak öteye beriye dağıttı. O gözalıcı uygarlıklarından geriye sâdece bir takım harâbeler, dilden dile dolaşan söylentiler ve halk arasında anlatılan hikâyeler kaldı. (S. KUTUB, 8/383)

‘Şüphesiz ki bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkes için âyetler vardır’ buyruğu ile ilgili olarak Katâde şöyle dedi: ‘Mutarrif şöyle dedi: Evet, çok sabreden ve çok şükreden kul odur ki, kendisine nîmet verildiğinde şükreder, imtihan edilip belâlarla karşı karşıya kaldığı zaman da sabreder.  (S. HAVVÂ, 12/15)

Hadis: Müminin işine hayret edilir. Yüce Allah onun hakkında bir şeye hükmetti mi, mutlaka onun için hayır olur. Eğer ona bir bolluk isâbet ederse şükreder; bu onun için hayır olur.  Eğeronabir sıkıntı isâbetederse sabreder, bu da onun için hayır olur. (Ebû Hüreyre’den Buhâri ve Müslim, S. HAVVÂ, 12/15)

(20).‘Andolsun ki İblis, onlar(ısaptıracağı) hakkındaki tahminini gerçekleştirdi. Îman edenlerden bir kısmı dışında (hepsi) ona uymuşlardır.’ Cenâb-ı Allâh’ın buyruğuna isyan eden iblis, kendisine insanları doğru yoldan saptırmak için fırsat verilmesini istemiş, bu dileği kabul edilince, yeryüzündeki sınav düzeni içinde yerini almıştı. İşte 20’nci âyette, başlangıçta iblisin Allah Teâlâ’ya hitâben söylediği sözün ve yaptığı tahmînin insanların bir kısmı hakkında doğru çıktığı belirtilmektedir. Hicr sûresinin 39-40’ncı âyetlerinde geçtiği üzere iblis şöyle demişti: ‘Rabbim! Benim sapmama imkân verdiğin için yemin olsun ki, ben de yeryüzünde onlara (günahları) şirin göstereceğim ve –senin samîmi kulları dışında- onların topunu kesinlikle yoldan çıkaracağım.’ Ayrıca A’raf sûresinin 17’nci âyetinde şeytanın şu sözüne yer verilmiştir: ‘Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın.’ (KUR’AN YOLU, 4/431)   

(21).‘Hâlbuki onun, kendileri üzerinde hiçbir etkinliği yoktur. Ancak âhirete inanan ile, bu konuda ondan şüphe edeni (ayırıp) bilelim diye (onabufırsatıverdik). Rabbin herşeyi gözetip koruyandır.’  İbn Kesir der ki: ‘Yâni bizim iblîsi onların üzerine musallat kılışımızın sebebi, âhirete, âhiretin gerçekleşeceğine, âhiretteki hesap ve cezâya îman edip, dünyâ hayâtında Rabbine güzelce ibâdet eden mümini, âhiretten yana şüphe içerisinde olandan ayırdetmek için böyle yaptık.’ (S. HAVVÂ, 12/11)  

(Bunakarşılık) 21’nci âyette şeytanın onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücünün bulunmadığı ve sorumluluğun kendilerine âit olduğu hatırlatılmaktadır.(sözlükte ‘delil, hüccet’ anlamına gelen ‘sultan’ kelimesinin burada ‘zorlayıcı güç’ mânâsında kullanıldığı kabul edilir. (bk. İbn Atıyye) Nitekim İbrâhim sûresinin 22’nci âyetinde bu husûsun iyi anlaşılması için, mahşer günü karşılaşılacak bir sahne şöyle canlandırılmıştır: ‘Allâh’ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: ‘Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama, yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibârettir; siz de benim çağrıma uydunuz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce de beni Allâh’a ortak koşmanızı reddetmiştim.’  Doğrusu zâlimler için elem verici bir azap vardır.’ İsrâ sûresinin 65’nci âyeti de şeytanın istemeyeni zorla saptırma gücünün bulunmadığını göstermektedir. (İblis ve şeytan hakkında bilgi için bk. Fâtiha 1/1 (Eûzü); Bakara 2/34; Nisâ 4/117-121; Enfâl 8/48; Kehf 18/50; KUR’AN YOLU, 4/431, 432) 

34/22-30 TANRI  SAYDIĞINIZ  ŞEYLERİ  ÇAĞIRIN

22. (Rasûlüm! Müşriklere) De ki: “Allah’tan başka (İslâmdışı) inandıklarınızı (veAllahyerinekendisinebağlılıkgösterdikleriniz putları) çağırın! Onlar, göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sâhip değillerdir. Bunlarda onların (Allâh’a) bir ortaklığı yoktur. O’nun da onlardan bir yardımcısı yoktur.” [krş. 17/56; 18/51; 27/59-64]

23. O (AllâhuTeâlâ)’nın huzûrunda, kendisinin (lâyıkolanlaraşefaatetmeleriiçin) izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet kalplerinden korku giderilince (şefaatiçin): “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. (Şefaatizniverilmişolanlarda): “Hak olanı.” derler. O çok yüce, çok büyüktür. [bk. 2/255; 20/109; 21/28; 53/26; 78/38]

24. (Ey Peygamberim!) Kâfirlere de ki: “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?” (sen) de ki: “Allah’tır. Bu böyle iken ya biz ya da siz (ikimizdenbiri) ya doğru yol üzerinde yâhut açık bir sapıklıktayız. (Düşünün.)” [krş. 10/31; 23/84-87; 31/25]

25. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Bizim işlediğimiz günahlardan siz sorumlu olmazsınız, sizin işlediklerinizden de biz sorumlu olmayız.”

26. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Rabbimiz (kıyâmette) hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak (veadâlet) ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (herşeyi) hakkıyla bilendir.”

27. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “O’na ortak saydıklarınızı bana gösterin. (Hiçonlardailâhlıközelliğivarmıdır?) Hayır! Doğrusu O Allah, mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.”

28. (Rasûlüm!) Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (birpeygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. [krş. 4/79; 21/107; 48/8]

29. (Müşrikler🙂 “Eğer (sözünüzde) doğru kimseler iseniz, bu tehdit (ettiğinizkıyâmetgünü) ne zaman?” derler.

30. (Ey Peygamberim! Müşriklere) De ki: “(O) size vaadolunan, öyle bir gündür ki ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de öne geçebilirsiniz.”

22-30. (22).‘(Rasûlüm!) De ki: “Allah’tan başka (İslâmdışı) inandıklarınızı (veputlarınızı) çağırın!’ Allâh’ı bırakıp kendilerine taptığınız ve Allâh’ın adını vererek başınıza gelen sıkıntılarda kendilerine sığındığınız, duânızı Allâh’ın kabul etmesini beklediğiniz gibi, onların da kabul etmelerini umduğunuz putları ve melekleri çağırın. (S. HAVVÂ, 12/16)   

‘Onlar, ne göklerde ve ne de yerde (hayır yâhut şer, fayda veya zarar olsun) zerre kadar bir şeye sâhip değildirler.’ Bu düzmece ilâhların göklerde ve yeryüzündeki en küçük bir şeyin mülkiyetini iddiâ etmeleri mümkün değildir. Çünkü herhangi bir şeyin sâhibi, o şeyi istediği gibi kullanır. Peki bu düzmece ilâhların yüce Allâh’ın mülkiyeti dışında kalan bir şeyleri var mı? Bu uçsuz bucaksız evrende hangi nesneyi bir mülkiyet sâhibinin rahatlığı ile serbestçe kullanabilirler? (S. KUTUB, 8/386)

‘Bunlarda onların (Allâh’a) bir ortaklığı yoktur.’  Yâni göklerin ve yerin yaratılmasında olsun, bunlara sâhip olup, egemen olmakta olsun hiçbir ortaklıları yoktur. (S. HAVVÂ, 12/16)

‘O’nun da onlardan bir yardımcısı yoktur.” Şânı yüce Allâh’ın bu yaratıkların işlerini çekip çevirmek için onların ilâh diye uydurduklarından yardımcısı yoktur. Yâni bununla yüce Allah, şunu söylemek istiyor: Onlar bu derece âciz iken, nasıl Allâh’a duâ edildiği gibi onlara duâ edilebilir?  (S. HAVVÂ, 12/16)

(23).‘O (AllâhuTeâlâ)’nın huzûrunda, kendisinin (lâyıkolanlaraşefaatetmeleriiçin) izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.’ Önce makâm-ı mahmûd’da Muhammed (s), sonra derece derece diğer peygamberler, sâlih kimseler ve melekler. ‘Nihâyet (müşriklerin, M. DEMİRCİ, 2/617) kalplerinden korku giderilince (şefaatiçin):’  yâni izin verdiklerinin şefaati de birden bire oluvermez, mahşerde, bekleme yerinde çok beklerler. Dehşetli korku, heyecanlar içinde bekler, o dereceye kadar beklerler ki, sonunda kalplerinden o dehşet ve heyecan giderildiği, yâni şefaate izin verildiği zaman, şefaat bekleyenler şefaat eden şefaatçilerine (ELMALILI, 6/363)  “Rabbiniz ne buyurdu?” derler. (Şefaatizniverilmişolanlarda): “Hak olanı.” derler.’  Yâni Rabbimiz hak sözü söyledi, diyecekler. Bu da Allâh’ın râzı olacağı kimselere şefaat etme izni olacaktır. (S. HAVVÂ, 12/17)

Zannedildiği gibi şefaatte bulunmak için Allah’tan izin almak çok kolay ve basit midir? Hayır, bu çok şiddetli ve zorlu bir durumdur. İnsanın dili tutulup, ürküntü ve korkudan dolayı sanki bir örtü altına gizlenmiş olur. ‘Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi, çok merhametli (Rab)dir. O’na hitap edemezler. (O’nun huzûrunda konuşmaya cesâret edemezler) O gün ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz (Rahmân’ın konuşmasına izin verdiği de ancak) doğruyu söyler.’ (Nebe 78/37-38,  M. HİCÂZİ, 5/140)

Hadis: Hz. Peygamber aralarında hükmünü vermek üzere Rablerinin (rahmetinin, M. SELMAN) gelmesini dilemek için bütün mahlûkat hakkındaki şefaatinin gerçekleşeceği Makâm-ı Mahmûd’a gelip yapacağı duâ ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ‘Yüce Allâh’a secdeye kapanırım. Allah dilediği kadar beni secdede bırakırveşuandasayıpdökemeyeceğim şekilde O’na hamd-ü senâda bulunmamı ilham eder, sonra bana şöyle denilir: Ey Muhammed! Başını kaldır, söyle! Sözün dinlenecek; dile, isteğin verilecek, şefaat et, şefaatın kabul buyurulacak.’ (Buhâri ve Müslim’den, S. HAVVÂ, 12/22) 

(24).‘Kâfirlere de ki: “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?” (sen) de ki: “Allah’tır.’ Rızık konusu, müşriklerin gündelik hayâtında yeri olan bir realitedir. Gökten inen ‘rızık’ türleri vardır. Yağmur, sıcaklık, ışık, aydınlık gibi. Bunlar âyetin indiği dönemde bilinen başlıca gök kaynaklı rızık türleri idi. Bunların dışında yine gökten kaynaklanan nice ‘rızık’ türleri var ki, insanoğlu onları gün geçtikçe tanıyabilmektedir. Yer kaynaklı rızıkların başlıcaları ise bitkiler, hayvanlar, yeraltı suları, sıvı enerji kaynakları, mâdenler ve toprak altı hazîneleridir. Bunların dışında gerek eski insanların da bildikleri ve gerekse zamânın akışı içinde varlığı keşfedilen daha nice yeryüzü kaynaklı ‘rızık’ türleri vardır. (S. KUTUB, 8/388)

‘Bu böyle iken ya biz ya da siz (ikimizdenbiri) ya doğru yol üzerinde yâhut açık bir sapıklıktayız. (Düşünün.)” Yüce Allah resulüne ve müminlere tartışma edebi ve fikri tartışmaların verimliliği açısından önemli bir metodu hatırlatıyor. Tartışan kişi karşı tarafın hatâlı olduğunu peşinen ifâde ederek başlarsa bu tartışmadan verim alınmaz; hâlbuki önce iki taraftan birinin hatâlı olabileceğinin kabûlü, saplantının atılmasına ve tarafların fikirlerini samîmi olarak gözden geçirmelerine imkân sağlar. (Râzi’den, KUR’AN YOLU, 4/435)

(25).(Kâfirlere) De ki: “Bizim işlediğimiz günahlardan siz sorumlu olmazsınız, sizin işlediklerinizden de biz sorumlu olmayız.” Herkesin yaptığı iş kendi hesâbına işlenir. Herkes sorumluluğu ve davranışının karşılığı ile başbaşadır. Herkes kendi tutumunu değerlendirme süzgecinden kurtuluşa doğru mu, yoksa felâkete doğru mu gittiğini belirlemelidir. Bu nâzik dokunuşla müşrikler uyarılmakta, düşünmeye, durumlarını değerlendirmeye ve gelecekleri hakkında kafa yormaya özendirilmektedirler. (S. KUTUB, 8/389)

İbn Kesir şunları söylemektedir: Bu ifâdenin mânâsı, onlardan teberri etmektir. Yâni siz bizden olmadığınız gibi, biz de sizden değiliz. Aksine bizler sizleri yüce Allâh’a, O’nu birlemeye, sâdece O’na ibâdet etmeye çağırıyoruz. Eğer bu çağrıyı kabul ederseniz bizden olursunuz, biz de sizden. Eğer yalanlayacak olursanız, bizler sizden beri ve uzağız, sizler de bizden beri ve uzaksınız. (S. HAVVÂ, 12/18)  

(26).(Kâfirlere) De ki: “Rabbimiz (kıyâmette) hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak (veadâlet) ile hükmedecektir.’ Herhangi bir zulüm veya taraf tutmak söz konusu olmaksızın adâletle aramızda hükmünü verecektir. ‘Ve O Fettah’tır.’ Mutlak hâkim ve egemendir. ‘Alîm’dir.’ Ameli de, hükmü de bilendir. (S. HAVVÂ, 12/18)

‘.. sonra aramızda hak ve adâletle hüküm verecektir’ cümlesi, yüce Allâh’ın insanları sorgulayıp adâletle karar vereceğini, haklıyı haksızdan ayıracağını, kimseye zulmetmeyeceğini, sonuçta müminlerin cennete, kâfirleri cehenneme koyacağını, herkesin îman ve inkârının, itaat ve isyânının karşılığını göreceğini ifâde eder. (İ. KARAGÖZ 6/154)

‘O, en âdil hüküm veren, (herşeyi) hakkıyla bilendir.” O hak yanlıları ile bâtıl yanlılarını bilerek, tanıyarak, kılı kırk yararak son karârını verir. Böyle demek, yüce Allâh’ın hükmüne ve karârına güvenmek demektir. Yüce Allah kesinlikle son hükmünü verecek, hak ile bâtılı birbirinden ayıracak, hakkın yüzünden belirsizlik perdesini sıyıracaktır.  O sâdece belirli bir sürenin sonuna kadar işlerin karışık kalmasına göz yumar. Hak yanlıları çağrı görevlerini yapmaya fırsat bulabilsinler diye, hak yanlıları ile bâtıl yanlılarını bir araya getirir. O karışık ortamda hak yanlıları olanca çabalarını harcasınlar, olanca mahâretlerini ortaya koysunlar ister. Sonra O buyruğunu yürütecek, son sözünü söyleyecektir. (S. KUTUB, 8/389, 390)

(27).‘(Ey Muhammed! Sen bu kâfirlere) ‘De ki: “O’na ortak saydıklarınızı bana gösterin. (Hiçonlardailâhlıközelliğivarmıdır?) Hayır! ‘ Sizler böyle söylemekten vazgeçiniz, sapıklıkta olduğunuzu fark edip kendinize geliniz. (S. HAVVÂ, 12/18)  ‘Doğrusu O Allah, mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sâhibidir.”

(28).‘(Rasûlüm!) Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (birpeygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.’  Önceki peygamberler belli bir zaman dilimi ve belli bir bölgeye gönderilirken, Allah Rasûlü (s) kıyâmete kadar bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Çünkü önceki zamanlarda olduğu gibi, ne kendisiyle birlikte başka bir peygamber gönderilmiştir, ne de kendisinden sonra başka bir peygamber gelecektir. (bk. Ahzâb, 33/40) Onun tebliğ ettiği din, ebediyen geçerli olacaktır.  (Ö. ÇELİK, 4/155)

Hadis: Rasûlullah (s) buyurdu ki: ‘Bana benden önce peygamberlerden hiç birisine verilmemiş beş şey verildi: Bir aylık mesâfeden (düşmanın kalbine salınan) korku ile bana yardım olundu. Yeryüzü benim için hem mescid hem de teyemmüm ile bir temizlenme aracı kılındı. Benim ümmetimden her kim bir namaz vaktine erişirse, namazını kılıversin. Bana ganîmetler de helâl kılındı. Benden önce hiçbir kimseye helâl kılınmadı. Bana şefaat verildi. (Benden önce) peygamber sâdece kendi kavmine peygamber olarak gönderilirken, ben genel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.’ (Buhâri ve Müslim’den, S. HAVVÂ, 12/24)  

(29).‘(Müşrikler🙂 “Eğer (sözünüzde) doğru kimseler iseniz, bu tehdit (ettiğinizkıyâmetgünü) ne zaman?” derler.’ Bu soru, adamların, peygamberin görevinin ne olduğu(nu) bilmediklerini, peygamberlik misyonunun sınırlarını kavramadıklarını gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, yüce Allâh’ın birliği ilkesini her türlü bulanıklıktan arındırma konusunda son derece titizdir. Bu ilkeye göre Hz. Muhammed, sâdece bir peygamberdir, görevinin sınırları bellidir. O görev sınırlarının berisinde kalır, bu sınırları aşmaz. Yüce Allah ise, sınırsız yetkiye sâhiptir. Peygamberi insanlara gönderen ve onun görevinin sınırlarını çizen O’dur. Yüce Allâh’ın vaadini ya da tehdîdini gerçekleştirmeyi üstlenmek, hattâ bu gerçekleştirmenin zamânını bilmek,  peygamberin görev alanına giren işlerden değildir. Bu iş O’nun yetki tekelindedir. (S. KUTUB, 8/391, 392)  

(30).(Müşriklere) De ki: “(O) size vaadolunan, öyle bir gündür ki ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de öne geçebilirsiniz.” Onlar işi yokuşa sürmek için ve inatçılıklarından dolayı inkâr ettikleri bu günün ne zaman geleceğini sordular. Bu sorudan maksatları ise, kendilerine doğrunun gösterilmesi değildir. O bakımdan tehdit yollu onlara cevap verilmesi, soru sorma şekillerine uygun düşmüş ve bu durumları reddedilerek azarlanmış olmaktadırlar. Ayrıca onların Kıyâmet gününün gözetildiği ve bunun âniden onlara gelip çatacağı, hiçbir şekilde ondan geri kalmak ve önüne geçmek imkânına da sâhip olamadıkları belirtilerek tehdit edilmektedirler. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 12/21)

34/31-36 SEN  O  ZÂLİMLERİ  RABLERİNİN  HUZÛRUNDA  BİR  GÖRSEN!

31. Küfre sapanlar: “Biz ne bu Kur’ân’a ne de ondan önceki (kitap)lara asla inanmayız!” dedi(ler). (Ey Peygamberim!) O zâlimleri, Rablerinin huzûrunda tutuklanmış olarak sözü (suçu) birbirlerine atıp dururlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, o büyüklük taslayanlara: “Siz (baskıcıveyanıltıcıolarakbaşımızda) olmasaydınız, elbette biz inananlar(dan) olurduk.” derler.

32. Yine o büyüklük taslayanlar, orada zayıf sayılanlara: “Size hidâyet geldikten sonra, sizi (îmandan) biz mi çevirdik? Siz zaten kâfir kimselerdiniz.” der(ler).

33. (Halktan) zayıf sayılanlar da, büyüklük taslayanlara: “Hayır! Gece gündüz hile (yapıpbiziîmandansoğutarak), bize Allâh’ı inkâr etmemizi ve O’na ‘denk tutulanları’ tanımamızı (Allâh’aveemirlerinebağlanmakyerineonlarabağlanmamızı) emrediyordunuz.” derler. Azâbı gördükleri zaman, pişmanlıklarını (içlerineatıp) gizlerler. Biz de o inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) demir hâlkalar takarız. Onlar ancak yapmakta olduklarıyla cezâlandırılmazlar mı hiç? [bk. 2/165-167; 24/39; 25/43; 30/42]

34. Biz hangi belde halkına bir uyarıcı (peygamber) göndermişsek, mutlaka oranın varlıklı şımarıkları: “Biz, sizin gönderil(iptebliğet)tiğiniz şeyleri inkâr edenleriz.” dediler.

35. (Azgın ve şımarık zenginler): “Biz, mal ve evlât bakımından daha çoğuz, biz (siziniddiaettiğinizgibi) azâba uğratılacak da değiliz.” dediler.

36. (Rasûlüm!) De ki: “Şüphesiz Rabbim rızkı, dilediğine genişletir, (dilediğine) daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

31-36. (31).‘Küfre sapanlar: “Biz ne bu Kur’ân’a ne de ondan önceki (kitap)lara aslâ inanmayız!” dedi(ler). O zâlimleri, Rablerinin huzûrunda tutuklanmış olarak sözü (suçu) birbirlerine atıp dururlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, o büyüklük taslayanlara: “Siz (baskıcıveyanıltıcıolarakbaşımızda) olmasaydınız, elbette biz inananlar(dan) olurduk.” derler.’ Mekke’de puta tapanlar, kitap ehli olanlara Allah Rasûlü’nün durumunu sorup, onlar da Hz. Muhammed’in niteliklerinin önceki kutsal kitaplarda bulunduğunu söyleyince, puta tapanlar kızmış ve bu sözü o zaman söylemişlerdi. Kısaca onlar Kur’ân’ı kabul etmedikleri gibi, İncil ve Tevrat gibi önceki ilâhi mesajları da reddetmişlerdi. (H. DÖNDÜREN, 2/688)

Burada yüce Allah, onların âhirette işlerinin sonunu ve varacakları yeri belirtmektedir. Rasûlullah (s)’e veya muhâtap olana şöyle demektedir: Sen âhirette onların birbirleriyle tartışırken birbirlerinin kanaatlerini, iddialarını reddederken görecek olursan, gerçekten hayret eder kalırsın. (Nesefi’den, S. HAVVÂ, 12/28)

‘Zayıf sayılanlar (yâni ileri gelenlere uyanlar) aralarından büyüklük taslayanlara (lider ve efendilerine, başkanlarına (S. HAVVÂ) derler ki: Siz olmasaydınız…’ Yâni liderlerine, başkanlarına, yönetici ve ulularına körü körüne tâbi olan ve onlara karşı hiçbir nasihatçıyı dinlemeye hazır olmayan sıradan insanlar. Bu insanlar gerçeği apaçık gördüklerinde ve dînî liderlerinin nasıl herşeyi ters gösterdiklerini, liderlerine uydukları için nasıl bir âkıbete sürüklendiklerini fark ettiklerinde bu önderlerine dönecek ve şöyle diyeceklerdir: ‘Ey zâlim insanlar, bizi siz saptırdınız, Bizim düştüğümüz bütün belâların sorumlusu sizsiniz. Eğer siz bizi saptırmasaydınız, biz Allâh’ın elçilerini dinler ve onların söylediklerine inanırdık.’ (MEVDÛDİ, 4/472)  

Âyet-i kerîmenin baş tarafında “zâlimler” olarak anılanlar için son tarafta “büyüklük taslayanlar” ifâdesi kullanılmıştır. Onların büyüklük taslamaları Allâh’ın emirlerine itibar ve itaat etmedikleri içindir. Zâlim olmaları da hâlkı kendilerine ve sistemlerine itaate zorladıkları içindir. Kelimenin “zâlimler” şeklinde çoğul gelmesi ise gerek benzerlerini, gerekse onlarla aynı safta bulunarak onlara güç verenleri içine almasındandır.) [bk. 2/165-167; 23/66 -68; 4/97; 33/66-68] (H. T. FEYİZLİ, 1/430)

(32).‘Yine o büyüklük taslayanlar, orada zayıf sayılanlara: “Size hidâyet geldikten sonra, sizi (îmandan) biz mi çevirdik?’ Böylelikle büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanları îmandan kendilerinin alıkoyduklarını kabul etmek istemeyecekler ve bizzat kendilerinin kendilerini hidâyetten alıkoyduklarını ve kendi istekleriyle bu işi yaptıklarını söyleyeceklerdir. (S. HAVVÂ, 12/28)

‘Siz zâten kâfir kimselerdiniz.” der(ler).’ Yâni bilâkis sizler kendi irâdenizle sapıklığı hidâyete tercih etmekle kâfir oldunuz, bizim sözümüzle ve dalâleti size süslü göstermemizle bu işi yapmadınız. (S. HAVVÂ, 12/29)

(33).‘(Hâlktan) zayıf sayılanlar da, büyüklük taslayanlara: “Hayır! Gece gündüz hîle (yapıpbiziîmandansoğutarak), bize Allâh’ı inkâr etmemizi ve O’na ‘denk tutulanları’ tanımamızı (Allâh’aveemirlerinebağlanmakyerineonlarabağlanmamızı) emrediyordunuz.” derler.’  Aksine sizler, gece ve gündüz bizlere hîlekârlıklar, tuzaklar düzenliyor, bizim hidâyet üzere olduğumuzu haktan bir şeye sâhip olduğumuzu bizlere söylüyor, bizleri aldatıyor, kandırıyordunuz. Meğer bunun hepsi bâtıl ve yalanmış yâhut: Aksine gece ve gündüz sizin bize yaptığınız hîle ve tuzaklardı, asıl bizi Allâh’ın yolundan alıkoyan sizdiniz. (S. HAVVÂ, 12/29)

‘Hani siz, bizim Allâh’a kâfir olmamızı ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz.’ Yâni biz, kendiliğimizden suçlu ve günahkâr olmadık. Gece ve gündüz, sizin bizleri her zaman için aldatıp hîle ve tuzaklara düşürmeniz, sizin bizi şirke ve Allâh’a eşler koşmaya zorlamanız dolayısıyla biz suçlu ve günahkâr olduk.(S. HAVVÂ, 12/29)  

‘Azâbı gördükleri zaman, pişmanlıklarını (içlerineatıp) gizlediler.’ Efendiler, ileri gelenler, başkanlar, yöneticiler ve onlara uyanların hepsi daha önce geçenlerden dolayı pişmanlık duyacaklardır. Müstekbirler, hem kendileri saptıkları hem kendilerine uyanları saptırdıkları için pişman olacaklardır. Müstaz’aflar / zayıf olanlar da bir taraftan kendileri saptıkları, diğer taraftan sapıklara uydukları için pişman olacaklardır. (S. HAVVÂ, 12/29)

‘Biz de o inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) demir hâlkalar takarız. Onlar ancak yapmakta olduklarıyla cezâlandırılmazlar mı hiç?’ Yâni bizler, herkese kendi ameline göre cezâ veririz. Önderlik ve liderlik konumunda olanlara kendilerine göre bir azap, onlara uyanlara da uygun bir azap vereceğiz. (S. HAVVÂ, 12/29)   

(34).‘Biz hangi beldeye bir uyarıcı (peygamber) göndermişsek, mutlaka oranın varlıklı şımarıkları: “Biz, sizin gönderil(iptebliğet)tiğiniz şeyleri inkâr edenleriz.” dediler.’  Bu âyet-i Kerîme, yüce Allâh’ın yolundan alıkoymak günahını ve kibrini yüklenen şımarık kimseler olduklarına delil olduğu gibi, rasûlün dâvetini reddedip âhiret gününe îmânı kabul etmeyişleri sebebinin, nîmetler içerisinde yüzüp, bunlardan dolayı azmak olduğunu da göstermektedir. Yoksa böyle bir inkârın sebebi herhangi bir şüphe ve delil (yetersizliği, M. SELMAN) değildir. Bu gibi kimselerin içinde bulundukları nîmetler, şükretmelerini gerektirirken, küfürlerine sebep olmuştur. İbni Kesir mütrefleri şu sözleriyle tanıtmaktadır: Mütrefler; nîmet, ihtişam, debdebe, servet ve başkanlığın sâhibi kimselerdir.’ Katâde der ki: ‘Mütrefler onların zorbaları, komutan ve liderleri, şerde başkanlık konumunda olanlardır.’ (S. HAVVÂ, 12/30)

Bunlar her toplumda mevcut statükonundevamındanyanadırlar. Yâni mevcut düzeni savunmaktadırlar. Çünkü kendilerini servet sâhibi yapan, kendilerini diğer insanlara egemen kılan, garibanların kanlarını emmeye izin veren, toplumun fakir kesimi üzerinde kendilerini rableştiren / tanrılaştıran o düzenin kendisidir. Mevcut sistem sâyesinde palazlanıp servet sâhibi oldukları için sistemin yıkılmasını asla istemezler. (Ali KÜÇÜK’den N. YASDIMAN8/60)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor: Ebû Rezin’den dedi ki: Ortak iki kişi vardı. Bunlardan birisi sâhile doğru çıktı, öteki kaldı. Peygamber (s), peygamber olarak gönderilince, sâhile çıkan, arkadaşına ne yaptığına dâir mektup yazıp sordu. O da ona şu cevâbı verdi: Kureyşlilerden ona uyan hiç kimse olmadı. Ona ancak insanların sıradan olanları ve yoksulları uymaktadır. O adam ticâretini bırakıp, arkadaşının yanına geldi ve: Onu bana göster, dedi. –Ebû Rezin dedi ki: O adam (semâvi) kitapları yâhut onlardan birisini okurdu – Adam Rasûlullah (s)’in yanına varıp: ‘Neye dâvet ediyorsun?’ diye sordu, Hz. Peygamber (s)’de ‘Ben şuna şuna dâvet ediyorum’ dedi, adam: ‘Şehâdet ederim ki Sen Allâh’ın Rasûlüsün’ dedi. Peygamber (s) şöyle buyurdu: ‘Sen bunu nereden bildin?’ Adam şöyle dedi: Ne kadar peygamber gönderildiyse, mutlaka ona sıradan insanları ve yoksulları uymuştur.’ Ebû Rezin dedi ki: Bunun üzerin şu ‘Uyarıcı gönderdiğimiz her kasabanın mütrefleri / şımarıkları mutlaka dediler ki: Biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz.’ Âyeti nâzil oldu. Ebû Rezin der ki: Peygamber (s) ona şu haberi gönderdi: ‘Aziz ve Celil olan Allah, senin söylediğini tasdik edecek buyruklar indirdi.’ (İbn-i Kesir’den, S. HAVVÂ, 12/33, 34)        

Varlıklı ve şımarık kâfirler kendilerine fitne olan dünyânın süs ve ziynetleriyle böbürlenerek fakir müminlere ‘dediler ki: Biz’ dünyâda sizden ’malca ve evlâtça daha çoğuz’ şâyet âhiret varsa biz âhirette ‘azâba uğratılacak da değiliz.’ Çünkü dünyâda değerli kılınan, âhirette horlanmaz. (İ. H. BURSEVİ, 16/99)   

Allâh’ın elçileri geldiğinde ilk karşı çıkanlar oranın ileri gelenleri; malından veya mevkiinden dolayı şımaranları olmuştur. Çünkü rahatlarına, lüks ve zevklerine düşkün olduklarından ve ilâhî hakikatler kendi çıkarlarına ters geldiğinden, kendi hayatlarına uygun, mevcut bâtıl düzeni koruma mücâdelesi verirler. “Burada Allâh’ın değil, ancak bizim dediğimiz olur.” derler. Ama onların düzeni, örümcek ağı gibidir ki hepsi târih içinde yok olmuşlardır. (H. T. FEYİZLİ, 1/431)

(36).‘(Rasûlüm!) De ki: “Şüphesiz Rabbim rızkı, dilediğine genişletir, (dilediğine) daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” İbn Kesir der ki: Yâni O, malı ve serveti sevdiğine de sevmediğine de verir. Dilediğini fakir bırakır, dilediğini zengin yapar. Bu konuda tam ve eksiksiz hikmet, kesin ve susturucu delil, yalnız O’nundur. (S. HAVVÂ, 12/31)

Bütün varlıkları yaratan ve rızıklarını veren yüce Allah’tır. Yüce Allah hikmetine göre kimisine çok, kimisine az rızık verir. Yüce Allâh’ın her işinde mutlak bir hikmet vardır. Çok rızık elde edebilmek ve varlıklı olabilmek için sâdece çalışmak yetmez, yüce Allâh’ın istemesi ve lütufta bulunması gerekir. (İ. KARAGÖZ 6/165).

Rızık, Allâh’ın bir lütfudur. Onu dilediği gibi paylaştırır. Kimi zaman istidrac olması için (derece derece azaba yaklaştırmak için) isyankâra bolluk verir. Kimi zaman da iptilâ ve imtihan için de geçimi daraltır. Kimi zaman, şükredip etmeyeceğini ortaya çıkarmak için itaat edene bolluk verir, içinde bulunduğu durumdan dönmesi için de isyankâra darlık verir. Kimi zaman bir hikmet dolayısıyla her ikisine genişlik, bolluk verir yâhut darlık içinde bırakır. O bakımdan dünyâ hayâtındaki rızık, âhiretteki sevap için ölçü değildir. (S. HAVVÂ, 12/31)

34/37-45 SİZİ  HUZÛRUMUZA  YAKLAŞTIRACAK  OLAN  ŞEY

37. (Eyinsanlar!) Sizi, huzûrumuza yaklaştıracak olan, ne mallarınız ne de evlâtlarınızdır. Ancak îman edip sâlih amel işleyenler (bizeyaklaşanlar)dır. İşte onlar var ya, kendilerine, yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat vardır ve onlar (cennette) yüksek makamlarda emniyet (vehuzur) içindedirler. [krş. 5/35; 10/18; 18/110]

38. Âyetlerimizi âciz (geçersiz, hayâtındışında) bırakmak için yarışırcasına çalışanlar(agelince): İşte onlar azâbın içinde olacaklardır. [krş. 22/51; 34/5]

39. (Ey Peygamberim!) De ki: “Şüphesiz Rabbim kullarından dilediğine rızkı yayar (genişletir) ve kısar da. Siz (hayıriçin) neyi harcarsanız, (Allah) onun yerine başka (dahaiyi)sini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

40. Kıyâmet gününde (Allâh), insanların hepsini (mahşerde) toplayacak, sonra meleklere: “Bunlar mı size tapıyorlardı?” diyecek. [bk. 25/17]

41. (Meleklerde): “Senin şânın yücedir. Bizim koruyucumuz onlar değil, sensin! Fakat onlar, (bizedeğil) cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inanmışlardı.” diyecekler.

42. (Ey müşrikler!) Kıyâmet günü, birinizin diğerine bir fayda ve bir zarar vermeye gücü yetmez.  Zulmedenlere de: “Yalanlamakta olduğunuz ateşin azâbını tadın!” deriz.

43. Müşriklere açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Bu, atalarımızın tapmakta oldukları putlardan sizi vazgeçirmek isteyen bir adamdan başkası değildir.” dediler. (Yine🙂 “Bu (Kur’ân), uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.” dediler. Kâfir olanlar, Kur’ân kendilerine gelince de (yine): “Bu apaçık bir sihirden başkası değildir.” dediler.

44. Hâlbuki biz onlara, (Kur’ân’danönce) ders alacakları böyle kitaplar vermedik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı (peygamber) de göndermedik.

45. Öncekiler de, (peygamberlerini) yalanladılar. Bunlar (Mekkelimüşrikler), dünyâlıkça öncekilere verdiklerimizin onda birine bile erişemediler. (Bunarağmen) peygamberlerimi yalanladılar. Ama, benim inkâr edilişim nasıl oldu (gördüler). [bk. 40/82]

37-45. (37).‘(Eyinsanlar!) Sizi, huzûrumuza yaklaştıracak olan, ne mallarınız ne de evlâtlarınızdır. Ancak îman edip sâlih amel işleyenler (bizeyaklaşanlar)dır.’ Bu cümle iki anlama da gelebilir ve her ikisi de doğrudur: (1) İnsanları Allâh’a yaklaştıran şey mallar ve evlâtlar değil, bilâkis îman ve sâlih amellerdir. (2) Mallar ve evlâtlar, ancak mallarını Allah yolunda harcayan ve evlâtlarını iyi eğitim ve öğretimle Allah korkusu duyan kimseler olarak yetiştirmeye çalışan mümin ve sâlih kimseler için Allâh’a yaklaştırıcı bir araç olabilir. (MEVDÛDİ, 4/474, 475)

‘İşte onlar var ya, kendilerine, yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat vardır’ Yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat verilmesinin anlamı, işledikleri tek bir haseneye karşı onkatına, yediyüz katına kadar mükâfat verilmesi demektir. İbn Kesir der ki: ‘Yâni bir hasene onlara on kattan başlayıp yediyüz katına kadar arttırılarak katlanıp verilir.’ (S. HAVVÂ, 12/32) 

‘Ve onlar (cennette) yüksek makamlarda emniyet (vehuzur) içindedirler.’ Cennetin saraylarında ve yüksek evlerinde bütün kötülüklerden, ölüm, ihtiyarlık, hastalık, düşman ve diğer âfetlerden güven içindedirler. (İ. H. BURSEVİ, 16/103)

Hadis: İmam Ahmed rivâyet ediyor… Ebû Hüreyre (r) Rasûlullah (s)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: ‘Muhakkak yüce Allah, sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat O, kalplerinize ve amellerinize bakar. (S. HAVVÂ, 12/34)

Hadis: İbn Ebi Hâtim rivâyet ediyor… Ali (r)’den dedi ki: Rasûlullah (s) şöyle buyurdu: Cennette öyle evler vardır ki, içlerinden dışları, dışlarından içleri görünür.’ Bir bedevi Arap: ‘Bunlar kimin içindir? diye sordu.  Hz. Peygamberşöylebuyurdu: ‘Hoş söz söyleyen, yemeği yediren, orucu sürekli tutan, insanlar uykuda iken namaz kılan kimseleredir.’ (S. HAVVÂ, 12/34)  

(38).‘Âyetlerimizi âciz (hükümsüz, hayatındışında) bırakmak için yarışırcasına çalışanlar(agelince): İşte onlar azâbın içinde olacaklardır.’ Bunlar Allâh’ın yolundan, peygamberlere uymaktan, Allâh’ın âyetlerini tasdik etmekten alıkoymak için çalışıp çabalayanlardır. İşte bütün bunlar, amellerine göre cezâlandırılacaklardır. (S. HAVVÂ, 12/32)

(39).‘De ki: “Şüphesiz Rabbim kullarından dilediğine rızkı yayar (genişletir) ve kısar da.’  Rızkın bol bol verilmesi veya kısılması Allâh’ın hoşnutluğu ve rızâsına değil, tamâmen ve sâdece O’nun irâde ve isteğine bağlıdır. Allâh’ın dilemesiyle, her iyi veya kötü insan rızkını kazanıyor. O’na inananlar da, O’nu inkâr edenler de rızıklarını elde ediyorlar. Ne rızkın bol verilmesi, kişinin Allâh’ın sevgili kulu olduğunun bir delîlidir, ne de rızkın kısılması kişinin Allâh’ın gazabına uğradığının bir göstergesidir. (MEVDÛDİ, 4/475)

‘Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir.’ Yâni Allâh’a taatte, hayır ve iyilik yolunda harcadıklarınıza veya ne harcarsanız Allah Teâlâ onun yerine bir başkasını, karşılığını ve bedelini verir. Bu karşılık ya dünyâda mal ya da tükenmeyen bir hazîne olan kanaattir. Yâhut âhirette sevap ve cennet nîmetleridir. Ya da hem dünyâda hem de âhirette karşılık verir. Öyleyse fakirlikten korkmayın, Allah yolunda infak edin. Böylece Allah Teâlâ’nın hem dünyevi, hem uhrevi lütuf ve ihsanlarına mazhar olun. (İ. H. BURSEVİ, 16/106)

‘.. onun yerine size yenisini verir’ İnfâkın İsl^am’a ve Müslümanlara zarar verecek alanlara yapılmaması gerekir. (8/36). (..) Karşılık beklemeden Allah için yapılan infâkın sevâbı yedi yüz kat ve daha fazlasıdır. (2/261; İ. KARAGÖZ 6/167)

Hadis: ‘Her sabah iki melek yeryüzüne iner, Biri, ‘Allâh’ım; senin yolunda harcayana, harcadığının yerine yenilerini ver’ diye duâ eder. Diğeri ‘Allâh’ım, cimrilik yapıp vermeyenlerin mallarını telef et’ diye bedduâ eder.’ (Müslim Zekât 57; İ. KARAGÖZ 6/167)

Hadis: ‘İslâm’a giren, yettiği kadar kendisine rızık verilen ve Allâh’ın kendisine verdiği şeylere kanaatkâr kıldığı kimse, felâh bulmuştur.’ (Müslim, S. HAVVÂ, 12/34)

Hadis: ‘Kim helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse – ki Allah helâlden başkasını kabul etmez – Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sâhibi adına önemle büyütür.   (Buhâri Zekât 8, Tevhid 23; Müslim Zekât 63, 64’den, Ö. ÇELİK, 4/159)

‘O günde (Allah), onların hepsini (mütrefleri / şımarıkları, onlara uyanları, kendilerine uyulanları, müstaz’afları / zayıfları ve müstekbirleri / kibirlileri)  topladıktan sonra meleklere: “Bunlar mı size tapmakta olanlar? der’ Yâni size ibâdet etmelerini bunlara siz mi emrettiniz? Bu buyruk meleklere bir hitap, kâfirlere de bir azardır. (S. HAVVÂ, 12/35)   

(41).‘(Meleklerde): “Senin şânın yücedir. Bizim koruyucumuz onlar değil, sensin!’  Yâni, onlar şu cevâbı verecekler: ‘Sen bir başkasının sana ortak koşulmasından münezzeh ve yücesin. Bizim bu insanlarla hiçbir bağımız yok, biz ne onlardan, ne de yaptıklarından sorumlu değiliz. Biz sâdece senin kullarınız. (MEVDÛDİ, 4/476)

‘Fakat onlar, (bizedeğil) cinlere tapıyorlardı’ İbn Kesir der ki: Bundan kasıtları şeytanlardır. Çünkü putlara tapınmayı onlara süslü gösteren ve onları saptıranlar onlardır. (S. HAVVÂ, 12/36)

‘Çokları’ yâni insanların yâhut kâfirlerin pek çoğu da ‘onlara’ yâni cinlere inanmaktaydılar” Cinlere îman ve ibâdet, iblis ve şeytanlara itaat etmek, cinlere sığınmak ve onlardan yardım istemektir. Çünkü bâzı müşrikler, cinlerin kendilerini gördüğüne, cinlerin melek, meleklerin de Allâh’ın kızları olduğuna (43/19, 20; 37/158) inanıyorlardı. Cin sûresinin 6’ncı âyetinde bâzı insanların cinlere sığındıkları bildirilmektedir. Dolayısıyla 41’nci âyet, insanların cinlere ibâdetleri ve onlara sığınmaları anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/169)

(42).‘İşte kıyâmet gününde, birinizin diğerine bir fayda ve bir zarar vermeye gücü yetmez.’ Çünkü o gün, emir ve ferman tamâmen Allâh’a mahsustur. Çünkü orası karşılıkların verildiği bir âlemdir. Yaratılmışlara Allah’tan başka kimse karşılık veremez. (İ. H. BURSEVİ, 16/112)

‘Zulmedenlere de: “Yalanlamakta olduğunuz ateşin azâbını tadın!” deriz.’ Allâh’a ortak koşmak, her türlü denge ve düzeni aştığı, akl-ı selîme ters düştüğü ve kâinatta yer alan herşeyin hakkına tecâvüz sayıldığı için, büyük bir zulüm kabul edilmiştir. Âhiretteki cezâsı ise, o nisbette ağır olacaktır. (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/71)   

(43).‘Müşriklere açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Bu, atalarımızın tapmakta oldukları putlardan sizi vazgeçirmek isteyen bir adamdan başkası değildir.” dediler.‘ İbn Kesir der ki: Bu sözleriyle atalarının dîninin hak olduğunu, Allâh’ın Rasûlü Muhammed’in ise kendilerine getirdiklerinin  – kendilerince – bâtıl olduğunu anlatmak istiyorlar. (S. HAVVÂ, 12/37)

Onların ‘bir adam’ sözü, küçümsemek ve alay etmek içindir; yoksa Rasûlullah (s) onlar tarafından bilinen ve meşhur olan bir kimseydi. (İ. H. BURSEVİ, 16/114)    

‘(Yine🙂 “Bu (Kur’ân), uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.” dediler. Kâfir olanlar, Kur’ân kendilerine gelince de (yine): “Bu apaçık bir sihirden başkası değildir.” dediler.’ Dikkat edilecek olursa onlar, bütün söylediklerinde tahkir edici / aşağılayıcıve inkâr edici bir durumdadırlar. Hiçbir zaman bu inkârlarına mücerred / tek bir reddin dışında herhangi bir belge veya delil ileri süremiyorlardı. Eski olsun, yeni olsun bütün kâfirlerin âdeti budur. (S. HAVVÂ, 12/37)

(44).‘Hâlbuki biz müşriklere, (Kur’ân’danönce) ders alacakları böyle kitaplar vermedik ve kendilerine senden önce bir uyarıcı (peygamber) de göndermedik.’ Yâni Biz Mekkelilere Hz. İsmâil’den beri bir kitap ve bir peygamber göndermiş değiliz. Bu yüzden yaptıkları şirkler, bir kutsal kitap veya bir uyarıcı peygambere dayanmaz. Bunu kendileri uydurmuştur. Yukarıdaki âyet, şu âyetle çelişmez: ‘Geçmiş hiçbir toplum yoktur ki, içinde bir uyarıcı bulunmasın.’ (Fâtır 35/24). Ayrıca bk. Hûd 11/49, Secde 32/3. (H. DÖNDÜREN, 2/688)

44’ncü âyette, fetret devrinde Arap Yarımadası’na uyarıcı bir peygamber gönderilmediği anlatılıyor. Fetret devrinden önce ise, İbrâhim ve İsmâil peygamberlerden sonra Hûd, Sâlih ve Şuayb peygamberlerin gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan sonra kaç peygamberin daha gönderildiği hakkında bir bilgimiz yoktur. Sâdece Îsâ (a.s.) ile son peygamber Hz. Muhammed (s) arasında geçen altı asırlık dönemde yarımadaya peygamber gönderilmediği kesindir. (C. YILDIRIM’dan, N. YASDIMAN, 8/74)

(45).‘Öncekiler de, (peygamberlerini) yalanladılar. Bunlar (Mekkelimüşrikler), dünyâlıkça öncekilere verdiklerimizin onda birine bile erişemediler.’ Yâni öncekilere verilen uzun ömür, bedeni kuvvet, mal ve evlât çokluğu karşısında Mekke hâlkının sâhip oldukları onda bir bile değildir. ‘(Bunarağmen) peygamberlerimi yalanladılar. Ama, benim inkâr edilişim nasıl oldu (gördüler).’  Önceki yalanlayanlara karşı azâbım nasılmış? Bunlar da benzeri bir azaptan sakınsınlar. (S. HAVVÂ, 12/37, 38)

Abdurrahman b. Zeyd’e göre ‘..hâlbuki bunlar öncekilere verdiğimiz şeylerin onda birine bile sâhip değillerdi’ ifâdesinde mal, servet, güç ve iktidar bakımından bir karşılaştırma söz konusu edilmektedir. Buna göre denilmektedir ki, müşrikler önceki ümmetlerin sâhip olduğu mal, mülk ve kudretin ondabirine bile erişmiş değillerdir. Allah Teâlâ, peygamberlerini inkâr eden o güçlü ve kudretli toplumları cezâlandırdığına göre, bu zayıf müşrikleri haydi haydi cezâlandıracak, demektir. (M. DEMİRCİ, 2/620)

34/46-54 RABBİM  GERÇEĞİ  ORTAYA  KOYAR

46. (Ey Peygamberim!) De ki: “(Eymüşrikler!) Size sâdece bir tek öğüt vereceğim: (Buradansırf) Allah için ikişer ikişer ve(ya) teker teker kalkın, sonra (benimhakkımda) iyice düşünün. Arkadaşınızda hiçbir cinnet (eseri) yoktur. O, sizi şiddetli bir azap öncesinde uyaran (birpeygamber)den başkası değildir.”

47. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “(Tebliğimiçin) sizden hiçbir karşılık istemiyorum, o (ücret) sizin içindir. Benim mükâfâtım, ancak Allâh’a âittir. O, herşeye şâhittir.” [bk. 6/90; 23/72; 38/86; 42/23]

48. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Şüphesiz Rabbim, hakkı (ortaya) koyan, gaybı (görünmeyenvebilinmeyenleri) en iyi bilendir.”

49. (Ey Peygamberim! Kâfirlere) De ki: “Hak (Kur’ân) geldi; zaten bâtıl, ne bir şey meydana getirebilir ne de eskiyi geri getirebilir.” [krş. 17/81]

50. (Ey Peygamberim!) De ki: “Eğer ben (haktan) saparsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, Rabbimin bana vahyettiği (Kur’ânvehikmet) sâyesindedir. Doğrusu O, hakkıyla işitendir, bize çok yakındır.”

51. (Rasûlüm! Ogün) korkup telâşa kapıldıkları zaman bir görsen! Artık hiçbir kaçış yoktur. (Azâba) yakın bir yerde yakalanmışlardır.

52. (Kâfirler azâbı gördükleri zaman🙂 “Ona (Peygamber’eveKur’ân’a) inandık.” derler. Ama (âhiretgibi) uzak bir yerden (îmâna / tevbeye) el uzatmak onlar için nasıl mümkün olur?! (Artıkherşeybitmiştir. Orasıtevbeveîmanyerideğildir.) [bk. 32/12]

53. Hâlbuki kâfirler daha önce Peygamber ve Kur’ân’ı inkâr etmişlerdi. (Dönmesi) uzak bir yerden gayba (görülmeyenâhiretelaf) atıp tutuyorlardı.

54. Artık kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına set çekilmiştir; tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar (kıyâmetveazaphakkında) derin bir şüphe içinde idiler. [bk. 35/37; 39/57-58; 70/11-14]

46-54. (46).‘De ki: “(Eymüşrikler!) Size sâdece bir tek öğüt vereceğim: (Buradansırf) Allah için ikişer ikişer ve(ya) teker teker kalkın’  Ben sizlere tek bir öğüt veriyorum, onu yaptığınız takdirde hak isâbet eder, kurtulursunuz. Verdiğim öğüt de şudur: İhlâsla, Allah rızâsı için kalkınız ve sizin bu kalkışınız herhangi bir hamiyyet veya asabiyet duygusu ile değil, aksine hakkı istemek maksadıyla olmalıdır. İkişer ikişer ve teker teker kalkınız; ‘Sonra da arkadaşınızda bir delilik olmadığını iyice düşününüz.’ Muhammed (s) üzerinde, onun getirdikleri üzerinde düşününüz. Âyet-i Kerîmede söz konusu edilen ‘kalkmak’tan maksat, bir şeye yönelmek, o şeyi kastetmek demektir. Yoksa ayağa kalkıp dikilmek değildir. (S. HAVVÂ, 12/39)

Onları ikişer ikişer, teker teker ayırmaktaki hikmet şudur: Topluca bir arada bulunmak, düşünceyi karıştırır, dağıtır, basîreti köreltir, gerçeği görmeye engel olur. Gerçeğe karşı insaflı olmayı azaltır, haksızlığı artırır. Tutuculuğun galeyâna gelmesine sebep olur. (S. HAVVÂ, 12/39)

Bu âyet-i kerîme, yüce Allâh’a dâvet konusunda bir asıldır; çünkü ferdî dâvetin önemini açıklamaktadır. Bu düşünceleriniz ‘arkadaşınızda’ yâni Muhammed (s)’de ‘bir delilik olmadığı’ sonucuna ulaştıracaktır. Yâni sonra sizler tek tek kalkacak, düşüneceksiniz ve Muhammed (s)’de delilikten bir eser bulunmadığını bileceksiniz. (S. HAVVÂ, 12/39)

Peygamber inkâr, şirk ve isyânı terk edip îman ve ibâdet etmelerinitavsiye ederek insanları cehennem azâbına karşı uyarmıştır. ‘Şiddetli azap’ ile maksat cehennem azâbıdır. (Kâfirler için) cehennemde ateşte yakma, üzerlerine kaynar su dökme, dikenli şeyleryedirme ve kaynar su içirilme gibi azaplar vardır. (İ. KARAGÖZ 6/175)

‘O ancak şiddetli bir azâbın öncesinde sizin için bir uyarıcıdır.’      Hadis: İbn Abbas’tan nakle göre, bir gün Nebi (s) Safâ Tepesine çıkarak seslenmişti. Kureyş toplândı ve ne istediğini sordu. Hz. Peygamber, size şu yakında düşman bulunduğunu söylesem, bana inanır mısınız?’ Evet, dediler. Buyurdu ki: ‘Ben, çetin bir azâbın öncesinde sizi uyaran bir peygamberden başkası değilim.’ Ebû Leheb’in ‘Ellerin kurusun, bizi bunun için mi topladın? demesi üzerine Tebbet Sûresi’ inmiştir. (Buhâri’den, H. DÖNDÜREN, 2/688)

(47).‘De ki: “(Tebliğimiçin) sizden hiçbir karşılık istemiyorum, o (ücret) sizin içindir. Benim mükâfâtım, ancak Allâh’a âittir…” Ey Muhammed! Onlara de ki: Dünyâyı ve dünyâ çıkarını isteyen biri değilim. Bu dâvetime karşılık bir ücret, mal, itibar ve saltanat istemiyorum. Benim ücretimi ancak Allah verir. O herşeyi görmektedir. (M. HİCÂZİ, 5/153)

‘O herşeye şâhittir.’ Yâni, suçlayan kimseler herşeyi söyleyebilirler, fakat Allah herşeyi bilir. Benim çıkarcı bir kimse olmadığıma ve bu görevi kişisel çıkarlar için yapmadığıma Allah şahittir. (MEVDÛDİ, 4/478)

(48).‘Kuşkusuz Rabbim gerçeği ortaya koyar’ diye çevrilen 48’nci âyetteki cümle ile ilgili başlıca açıklamalar şunlardır:Vahiyilegerçekleriaçıklar, peygamberlerinin dilinden delilleri ortaya koyar; gerçekleri kalplere ulaştırır, yerleştirir; hakkı bâtılın üzerine atar ve onu siler. (Zemahşeri, Râzi; ‘hak’ ve ‘bâtıl’ hakkında bilgi içinbk. İsrâ17/81; KUR’AN YOLU, 4/443)

(49).‘De ki: “Hak (Kur’ân) geldi; zaten bâtıl, ne bir şey meydana getirebilir ne de eskiyi geri getirebilir.”  Yâni Allah’tan hak ve büyük şeriat gelmiş, bâtılın beyni darmadağın olmuş, yok olup gitmiştir. Yüce Allâh’ın şu buyruğunda olduğu gibi: ‘Bilâkis Biz, hakkı bâtıl üzerine bırakırız da onun beynini darmadağın eder. Bakarsın ki, o yok oluvermiştir.’ (el Enbiyâ, 21/18, S. HAVVÂ, 12/45)

Hadis / Âyet: İşte bundan dolayıdır ki Rasûlullah (s), Mekke’nin Fethi günü Mescid-i Harâm’a girdiği zaman Kâbe’nin etrafında dikilmiş putları gördüğünde, orada bulunan putlara yayının ucu ile dürtüyor ve: ‘De ki: Hak geldi, bâtıl yok olup gitti. Zaten bâtıl yok olucudur.’ (el İsrâ, 17/81) buyruğu ile: ‘De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden bir şey ortaya koyabilir, ne de geri getirebilir’ buyruklarını okuyordu. Bunu Buhâri, Tirmizi, Müslim ve Nesâi rivâyet etmiştir. Yâni bâtılın söyleyecek bir sözü, liderliği ve dinlenecek bir sözü kalmamıştır, demektir. (S. HAVVÂ, 12/45)    

(50).‘De ki: “Eğer ben (haktan) saparsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulmuşsam, Rabbimin bana vahyettiği (Kur’ânvehikmet) sâyesindedir.’ Eğer hidâyete erip doğru yolu bulmuş isem, bu Rabbimin bana Kur’ân’ı vahyetmesi sâyesindedir’ cümlesini müşriklerin ‘sen atalarının dînini terk ettin ve saptın’ demeleri üzerine Allâh’ın emri ile söylemiştir. Bu cümle ile Hz. Peygamber, kâfirlere, iddiâ ettiğiniz gibi eğer ben sapmış isem kendi aleyhime sapmış olurum. Ancak ben sapmadım, Allah bana Kur’ân’ı indirdi ve ben Kur’an sâyesinde doğru yoldayım. Gerçekleri Kur’an ile öğrendim, eğer siz sapıklıkta kalırsanız, kendi aleyhinize yapmış olursunuz. Siz de benim gibi Kur’ân’a uyun, doğru yolu bulun, sapıklıktan kurtulun, demek istemiştir. (İ. KARAGÖZ 6/176)  

Vahiyle O’nun benim yolumu doğrultup hidâyete iletmesi sâyesinde doğruyu bulabilmişimdir. Nesefi der ki: Bu her mükellef hakkında genel bir hükümdür. Allâh’ın, bunu Rasûlüne isnad etmesinin sebebi de şudur: Rasul (s) yüce makâmına, yolunun doğruluğuna rağmen, bu genel hükmün kapsamı içerisindedir.’ Bu ise şunları ifâde eder: İnsan ne olursa olsun, vahiy olmaksızın dalâlettedir. (S. HAVVÂ, 12/42)

(51).‘(Rasûlüm! Ogün) korkup telâşa kapıldıkları zaman bir görsen! Artık hiçbir kaçış yoktur. (Azâba) yakın bir yerde yakalanmışlardır.’ (51’nci âyette geçen) ‘yakın bir yerden yakalanma’ bâzı müfessirler tarafından, yeryüzünden, kabirlerden, mahşerde hesap görülen yerden veya bulundukları yerden alınıp cezâlandırılma şeklinde açıklanmıştır. (Taberi, Şevkâni) Diğer bir yoruma göre ise burada, o kişilerin çepeçevre kuşatılmaları kastedilmektedir. (İbn Atıyye’den KUR’AN YOLU, 4/444)

(52).‘(Ozaman azâbı görünce🙂 “Ona (Peygamber’eveKur’ân’a) inandık.” derler. Ama (âhiretgibi) uzak bir yerden (îmâna/tevbeye) el uzatmak onlar için nasıl mümkün olur?!’  Bu terkip tevbe ve îman etmenin vaktinin geçtiğini, âhirette tevbe ve îmânın kabul olmayacağını, îman ve tevbenin geride kaldığını beyan eden mecâzi bir ifâdedir. Dünyâda iken bile son nefeste ve azâbı görünce, ümitsizlik hâlinde tevbe ve îman kabul olmaz. (4/18, 40/85). Nitekim Firavun’un da denizde boğulmak üzere iken îmânı kabul edilmemiştir. (10/90, 91; İ. KARAGÖZ 6/179)

İbn Kesir der ki:Artık onlar nasıl îman edebilirler? Çünkü îmânın kendilerinden kabul edilebileceği yerden uzak düşmüşler, âhirete gelmişlerdir. Âhiret imtihan yurdu değil, cezâ (amellerin karşılığının görüleceği) yerdir. Dünyâ hayâtında îman etmiş olsalardı, bunun onlara faydası olurdu. Âhirete gelmelerinden sonra îmanlarının kabûlüne imkân yoktur. (S. HAVVÂ, 12/43) 

(53).’Hâlbuki daha önce’ dünyâda mükellefiyet vaktinde ’onu’ Muhammed (s)’i ya da O’nun kendilerini uyardığı şiddetli azâbı ‘inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden’ Hz. Peygamber (s)’in durumuna uzak bir yönden O’na şâir, sihirbaz, falcıve yalancıdiyerek ‘gayb hakkında atıp tutuyorlardı.’ Rasûlullah (s) hakkında kötü sözler söyleyerek veya ‘Biz azâba uğratılacak da değiliz.’  (Sebe 34/35) dedikleri gibi azâbı kesin olarak yok sayarak yalan zan ile atıp tutuyorlar, kendilerine aşikâr olmayan hususlarda ileri geri konuşuyorlardı. Belki de bu âyet, bu konuda onların durumunu, ulaşmasında zanna hiç mahâl olmayan uzak bir yerden görmeden bir şeye atış yapanın hâline benzetmektedir. Ya da onların dünyâda kaybettikleri îmânı elde etme konusundaki durumları (karanlığa) atan kimsenin durumuna benzetilmiştir. (İ. H. BURSEVİ, 16/129)

‘Uzak bir yerden’ kasıt ise; doğrulukta uzak yâhut haktan ve doğru olmaktan uzak, onunla ilgisi olmayan şeyler söylüyorlardı, demektir. Katâde ve Mücâhid bu âyet-i kerîme hakkında şöyle demiştir: Onlar gelişi güzel, temelsiz zanlarıyla öldükten sonra dirilmek, cennet, cehennem diye bir şey yoktur, diyorlardı. (S. HAVVÂ, 12/43)

‘.. gayba atıyorlar’ Kendilerine gizli olan, bilmedikleri, ancak peygamberin bildirdiği âhiret hayâtını, cennet ve cehennemi körü körüne inkâr ediyorlar. Hz. Peygambere deli, şâir, büyücü ve yalncı diyorlardı, anlamındadır. (İ. KARAGÖZ 6/180).

Çağımızdaki inkâr çağrıları her tarafı kaplamış ve örtmüş bulunmaktadır. Maddi düşünüş, en çirkin şekli ile allanıp pullanmış şekliyle sunulmaktadır. Bunun için de türlü aldatma yolları ve büyük ve çok oranda haberleşme araçları kullanılmıştır. İnsan gaybi düşünüş ile Rasûlullah (s)’ın kendisinden söz ettiği gaybler ile alay eden, pek çok sözler duyup, okuyabilmektedir. Şimdi gâyet açık bir şekilde şu bilinir olmuştur: Binlerce aygıt geceli gündüzlü İslâm’ı yok etmek için ve onun sonunu getirmek için çalışıp durmaktadır. (..) Bu gerçeği idrak edip sonra da yüce Allâh’ın ‘Hayır, gece ve gündüz yaptığı hilekârlıktı. Hani siz bizim Allâh’a kâfir olmamızı ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz.’ (âyet 33) buyruğu ile ‘Ve uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı’ (âyet 53) buyruğunu okuyan; içinde bulunduğumuz durumu bilerek bu gibi naslar üzerinde dikkatle düşünen bir kimsenin, gâyet açık bir şekilde Kur’ânî Îcâzı hissetmesi kaçınılmaz bir şeydir. Kuşatıcılık, belâğat ve tasvirin hassâsiyet ve inceliği, anlatımın akıcılığı ve bütün bunların birarada toplanması, gâyet açık bir şekilde Kur’ân’ın îcâzının tecellilerini bize gösterir. (S. HAVVÂ, 12/45, 46)        

(54).‘Artık kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına set çekilmiştir / engel konmuştur; tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi.’  Nesefi der ki: Onlar ile arzu ettikleri şey olan o günde îmânın fayda vermesi ve îman ile ateşten kurtulup cennete erişmek arasında engel konulmuştur. Bu, peygamberimiz (s)’in peygamberliğinden önceki ümmetlerin kâfirlerinin, bu ümmetin kâfirlerinden önce cehenneme gireceklerine delildir. (S. HAVVÂ, 12/43)

‘Çünkü onlar (kıyâmetveazaphakkında) derin bir şüphe içinde idiler.’ İbn Kesir der ki: Onlar dünyâ hayâtında iken şüphe ve tereddüt içinde idiler. İşte bundan dolayı azâbı görmeleri esnâsında getirecekleri îmanları kabul olunmayacaktır. Katâde şöyle diyor: Şüphe ve tereddütten alabildiğine kendinizi koruyunuz. Çünkü kim şüphe üzere ölürse, onun üzere diriltilir, kim de yakîn üzere ölürse yakîn üzere diriltilir. Nesefi der ki: Bu buyruk, şânı yüce Allâh’ın şüpheden dolayı azâba çekmeyeceği iddiâsında bulunanlara bir cevaptır. (S. HAVVÂ, 12/44) (Allâh’ın izniyle Sebe sûresi tamam oldu, okuyup amel edebilmek temennisi ile.09 Eylül 2016, 7 Zilhicce 1437)